🎧: NOX ARCANA, SHADOW DANCE
Hatırlıyor musun Lethe, kapısından geçmeme izin vermeyecekleri cenneti, senin gözlerindeyken hiçbir meleğin yaşayamayacağı kadar içeride yaşamıştım.
Bedenlenmiş gölgeler evin her noktasından her an çıkabiliyordu. Burada geçen iki sessiz günün ardından birdenbire önümde beliren kılıf giymiş gölgelere alıştığımı söyleyebilirdim. İçlerinden bir tanesinin Emniyet Müdürü’nün bedenini kılıf olarak giymesi yeterince korkunçtu, bir tanesi de işinde oldukça iyi bir doktorun bedenini giyinmişti. Bu bedenlerin içindeyken insanların içine daha kolay sızabilecekleri kesindi.
İki gün içinde yalnızca iki kez rastladığım Nemesis, sessiz geçen saatlerin sonunda yeniden malikânenin içinde olmalıydı çünkü aniden kulaklarıma dolan tuş seslerinin oluşturduğu melodi, bana bir yerden tanıdık geliyordu.
Moonlight Sonata.
Efken bunu çalmayı severdi. Sanırım Nemesis de bu melodiyi seviyordu.
Gözlerim duvardaki büyük, köstekli saate dokunduğunda, saatin şafağa çok yakın olduğunu gördüm. Parmak uçlarımda yükselerek koridorları aştım, mermer merdivenlerin korkuluklarına dokunarak bir hayalet gibi usulca aşağı süzülmeye başladım.
Elbisemin uzun, krem rengi eteği beni takip ederek basamakların üzerinde süzüldü. Melodi gitgide derinleşti, karanlık bir atmosferin tüm malikânenin içine kara bir bulut gibi çöktüğünü hissettim.
Piyanonun önünde oturan büyük bedenini gördüm. Boydan camdan içeri sızan mavi ve beyaz ışık, ona ait şimşeklere aitti ve her biri onu aydınlatmak için gökyüzünde sessiz damarlar çiziyordu. Üzeri çıplaktı, altında kumaş bir pantolon vardı ve pantolonun belindeki kemerin derisi, karanlığın içinde siyah bir yılanın derisi gibi parlıyordu. Parmaklarının her bir hareketinde, esmer sırtındaki kas yığınının melodiyle senkronize şekilde hareket edişini izliyordum. Dağınık siyah saçları düşüncelerini temsil ediyor gibiydi ve büyük cüssesi de bedenin içinde nasıl bir güç taşıdığının kalıtsal bir simgesi gibiydi.
Çift kanatlı kapının tam önünde durup, sessizlik içerisinde onu izlemeyi sürdürdüm. Başı belli aralıklarla melodiye ayak uydurarak öne doğru eğiliyor, ardından gücünü göstermek ister gibi havaya kalkıyordu.
İki gün süren sessizliğim, onun gözünde sonunda üzerime çöken sakinlik olmalıydı. Oysa ben planımı birdenbire değil, yavaşça ilerletmem gerektiğini bildiğim için kabuğuma saklanmış, sakinleştiğimi düşünmesine izin vermiştim.
Nemesis kabul etsin ya da etmesin, sırf içindeki küçük bir parça için olsun ya da olmasın bana ilgisi vardı ve bunu kullanmak artık boynumun borcu hâline gelmişti.
Son notaya bastı ve parmağını uzun süre o tuştan çekmedi. Ses gitgide korkunç bir boyuta evrildi, ardından parmağını yavaşça tuştan uzaklaştırdı ve sessizlik üzerimize devrildi.
“Sanırım meraklı bir izleyicim var,” demeden önce omuzlarını dik konuma getirmişti.
İlk kartımı yavaşça masaya bırakıp, “Seni piyano çalarken izlemeyi her zaman sevmişimdir,” dedim sessizce.
Sessizlik içinde, sırtı bana dönük hâlde öylece bekledi. Ne hissetti ya da ne düşündü bilmiyordum ama sessizliği, kafasını karıştırdığımın en büyük emaresi gibi gelmişti bana.
Oyunun ikinci aşamasına geçtiğimin farkındalığıyla, “Hep orada mıydın?” diye sordum.
“Nerede?” diye sorarken aynı şekilde durmaya devam ediyordu.
“Orada. Bana zaten Efken olduğunu söyledin. Efken’in senin bir parçan olduğunu. O zaman her an oradaydın, yaşadıklarımı tek başıma yaşamadım, sen de benimleydin, değil mi?” Sorum sesimi merakla büküyordu, oysa bu soruyu sorarken hiçbir şey hissetmiyordum.
Nemesis, soruma bir cevap vermedi.
Üçüncü kartı oynamaya karar verdim. Geri çekilip, kaçma kartı. Sırtımı ona dönüp merdivenlere yöneldiğimde, “Dur,” dedi, gözlerimi kısarak avucumu merdivenin tırabzanında bulunan mermer topçuğa bastırdım. “Artık bir karar vermelisin,” diye mırıldandığında neyden bahsettiğini biliyor olmama rağmen başımı sol omzuma yatırdım.
“Anlamadım?”
“Benimle kalacak mısın?”
Omzumun üzerinden ona baktım, tutarsız görünmemek adına, “Bu, diğer kurtların ölüm fermanının altına imzamı atmam demek olur, Nemesis,” dedim. “Bunu benden isteyemezsin.”
“Sana güvence veriyorum, senin de bana güvence vermen gerekiyor.”
“Güvence kardeşimin canını bağışlamak, anladım. Peki benden istediğin güvence ne? Diğer kurtları infaz etmene onay vermem mi güvencen olacak?” Bedenimi ona doğru çevirdim. “Seninle kalırsam Kızıl Megaların varlığı hiçbir şey ifade etmeyecek çünkü seninle kalmış olacağım. Yedi Güneş’i Efken’den ve benden başkası bir araya getiremez. Bedeninin benden başka Nigin Bağı olmadığına göre Kızıl Megaları bir araya getirip sana karşı silah olarak kullanabilecek başka biri de yok demektir. Bu yeterli bir güvence değil mi?”
“Benimle kalacağını mı söylüyorsun?”
“Seninle kalacaksam eğer, bunun onurlu bir nedeni olmalı. Aksi hâlde seninle kalmasam da kurtları öldürmeyecek misin zaten? Benim çıkarım sadece kardeşimi hayatta tutabilmek mi sanıyorsun? Seninle savaşmayı seçmem mi sanıyorsun?”
“Benimle kalmazsan kurtlarla sınırlı kalacağımı düşündüren ne? Benimle kalırsan, Kızıl Megalar dışında herkesin canını bağışlarım,” dedi, bu cümleye bir anlam yükleyemedim. Varlığım, sırf bir parçasıyla savaş içerisinde olmaktan kurtulmak adına o parçaya bastırılacak bir yara bandıysa eğer, tüm bunları neden göze alıyordu? Çatık kaşlarla ona bakmaya devam ettim. “Önümde diz çöküp varlığımı kabul ederlerse, kaos diner. Bunu yanımda kalarak sağlayabilirsin.”
“Sadece yanında kalacağım, Kızıl Megalardan kurtulacaksın ve sonra içinde her an patlamaya hazır yıkıcı güçle bir kedi yavrusu gibi zararsızca duracaksın, öyle mi?” diye sorduğumda sadece gözlerimin içine baktı. Ne hissettiğini anlaması oldukça güç olduğundan kaşlarım daha sert çatıldı. Yüzü koca bir ifadesizlik uçurumu gibiydi ve ben, o uçurumdan aşağı yuvarlanmıştım.
Bana doğru bir adım attığında nefesimi tuttum. Kokusunu solumak istemedim çünkü bu koku ona değil, benim için tek olan adama aitti. Yine de genzimi yakarak içimi özlem ateşiyle dağlayan tarçın kokusundan kaçamadım.
“Sana kaosun durması için bir şans sunuyorum,” dediğinde nefesi yüzüme süzüldü, ne ara bu kadar yakınıma geldiğini anlayamadan karman çorman bir ifadeyle uçurum mavisi gözlerine baktım. “Köprüden önce son çıkış. Önemli olan köprünün çıkışında benimle mi olacaksın yoksa köprüde rehin mi kalacaksın?”
“Kızıl Megalar-”
“Pazarlık yok,” diyerek birdenbire üzerime çöktü. Avucumu tırabzanın mermer topuzuna daha sert bastırıp kafamı kaldırarak ona baktım. Başını eğmemiş, yalnızca gözlerini indirerek doğrudan gözlerime, ruhuma bakıyordu. “Daha fazla zamanın da yok. Dışarıda büyüyen bir kaos var. Kaosu durdurmak da benim elimde, büyütüp tüm iklimi, yeri ve göğü ters düz etmek de benim elimde.”
“Yeterince etmedin mi sanıyorsun?” diye sordum gözlerimi gözlerinden ayırmadan. Aramızda çatırdayan havayı onun da hissettiğini biliyordum.
“Bu daha hiçbir şey. Ben henüz kılımı bile kıpırdatmadım. Ben henüz parmağımı bile oynatmadım,” dediğinde, ciddiyeti karnıma bir hançer gibi girdi.
Planımın bir sonraki aşamasını devreye sokup, onu onunla kalacağıma inandırarak kendime zaman kazandırmak adına yeniden, “Megaları da özgür bırakırsan, sana asla ihanet etmediğimi görürsün, seninle kalırım. Bana ihtiyacın olan tarafına istediğini vermiş olursun,” dedim kendimden emin bir sesle. “Ben senin aksine bir dönek de değilim, bir yalancı da değilim. Bu işin sonunda ortadan kalkacak tek kişinin sen olmadığını biliyorum.” Kalbimde yükselen bir acıyla yutkundum. “Senin geberip gitmen için Efken’in de ölmesi gerektiğini biliyorum. Sence sana ihanet eder miyim? Edebilir miyim?”
Dişlerini gıcırdattı, çenesinin keskinleşerek öne doğru uzandığını fark ettim. Gözlerindeki kadim gücün, bir yıldırım ışığına bürünerek gözlerinin beyazında parladığını gördüm.
“Bana bakınca bir yabancıya bakıyor gibi hissediyorsun ama ben her zaman bu adamdım,” dediğinde kalbim tekledi ama yine de gözlerimi gözlerinden çekmedim. “Bana değil, Efken’e ihanet etmeyeceğini dile getirmeye çalıştığını biliyorum. Benim o olduğumu bir türlü kabullenemediğini de biliyorum.” Yüzüme doğru eğilince, yüzlerimizin bu denli yakın olması karnımdaki bir duygunun düğüm gibi büyümesine neden oldu. Midemdeki rahatsızlık hissiyle neredeyse dizlerimin üzerine çöküp, içimdeki boşluğu öğürecektim. “Söylesene, Azize,” dedi sessizce. “Sana güvenebilir miyim?” Sorusu öfke yüklüydü, gözlerinde kendisiyle mi yoksa benimle mi olduğunu çözemediğim kanlı bir harp zuhur etmişti.
Derin bir sessizlik içinde birbirimizin gözlerinin içine bakarken geçen saniyeler, ayaklarımızın önüne devriliyor gibiydi. “Sana ihanet etmem, senin de bana ihanet etmeyeceğini görmem gerek,” dediğimde gözleri anlık olarak dudaklarıma kaydı. Bu beklemediğim atağı karşısında geri adım atmak istedim ama ayaklarımın hemen arkasında merdivenlerin basamaklarından biri olduğundan tökezledim ve tam geriye doğru düşecektim ki Nemesis büyük avucunu belime bastırarak buna engel oldu. Şaşkınlık ve panikle gözlerinin içine baktım, o ise bu dokunuş karşısında hiçbir şey hissetmiyormuş gibi doğrudan gözlerimin içine bakıyor fakat parmaklarının altında atan nabzı sert bir şekilde bel boşluğuma çarpıyordu. Efken’in yaşamını hissetmek başımı döndürdü, canlılığını deneyimlemek gözlerimi neredeyse dolduracaktı ama ifademi hızla toparlayarak, “Bırak beni,” dedim.
“Bırakırsam omuriliğini yaralayıp felç kalabilirsin. Bu senin gibi sürüngen doğasına sahip biri için bile kötü olurdu,” dedi buz gibi bir sesle.
“Çok teşekkür ederim, neredeyse iyi kalpli biri olduğunu düşüneceğim,” dedim sert bir alayla.
Bakışları tekrar gözlerimden düşüp dudaklarıma tutunduğunda, bir adım yukarı çıkıp onun dokunuşundan sıyrılarak kurtuldum.
“Sana zarar verecekmişim gibi diken üstünde durmana gerek yok,” dedi sertçe. “Sana bir şey yapmayacağım.”
“Senin için başka bir şey mi ifade ediyorum? Bir parçanı susturmak için bir oyuncaktan fazlası mıyım?” diye sordum birdenbire.
Bu soru onun için beklenmedikti ama bu defa kaçmadı, beni püskürtmeye çalışmadı, bir parçasına sığınıp onun arkasına gizlenmedi.
Doğrudan gözlerime baktı ve “Sen bende ne olduğunu, sen benim için kim olduğunu çok iyi biliyorsun, saftirik yılan,” diye mırıldandı güçlü sesiyle. “Elindeki ateşi göğsüme bastırıp durma, ne olursun.”
Durdum, bir anlığına karşımda bir yabancı değil de daima göğsüme bastığım o adam var gibi hissettim. Başını sağ omzuna yatırıp, ruhsuz bakan mavi gözlerini yüzümde dolaştırdı ve ona hiç uymayacak bir cümle kurarak geceyi başıma yıktı.
Onun manipülasyonu muydu bu? Yoksa gerçek duyguları mıydı? Yoksa oradan bir şekilde bana uzanan hâlâ Efken miydi? Kalbim allak bullak oldu ama ifademin allak bullak olmasına izin vermedim. İçimde yarattığı büyük dağınıklığı görmesine izin veremezdim.
Planıma tutunmaya çalıştım, onu kandırmak kolay olmayabilirdi, beni manipüle etmeye çalışıyor da olabilirdi, bu yüzden ipleri asılıp öne geçmek için çabaladım.
“Kimseye zarar vermediğini görürsem, sana inanırım ve seninle gelirim. Dışarıdaki kaosa son ver,” dedim teslim oluyormuş gibi.
Duraksar gibi oldu ama kendini kolayca toparladı.
“Kızıl Megaları korumaktan vaz mı geçiyorsun?”
Kolay pes etmiş gibi görünmemek adına, “Hayır,” dedim, “şartların üzerinden yeniden geçeceğiz. Sana ihanet etmediğimi gördüğünde belki de bu kararından vazgeçersin.”
Tek kaşını kaldırıp, “Benimle oynuyor musun, saftirik yılan?” diye sordu, sesinden anladığım kadarıyla bundan kendisi de tam olarak emin değildi.
“Bana gerçekten bu karmaşayı durdurabileceğini kanıtlamadığın sürece, seninle oynayıp oynamadığımı asla bilmeyeceksin, Ölüm Yıldızı,” diyerek açık bir kapı bırakıp ona sırtımı döndüm ve basamakları tırmanmaya başladım.
Arkamdan baktığını hissettim. Ben gözden kaybolduğumda, artık o basamaklarda ne gölgem ne de izim kalmadığında bile onun orada durup, arkamda bıraktığım boşluğa baktığını hissettim.
Odaya girip yatağın ucuna oturduğumda artık emin olduğum bir şey varsa, bu da Nemesis’in aklını karıştırdığımdı. Ve yine emin olduğum bir diğer şey, Nemesis’in de benim aklımı karıştırdığıydı.
Şimdi kendini bana kanıtlamak adına ortadaki kaosu biraz olsun dindirecekti, ben de fırsatını yakaladığım anda buradan kaçmanın bir yolunu bulmalıydım. Beni daha fazla manipüle etmesine izin veremezdim. İlk atağını bu gece yapmıştı ve durmayacak, Efken’e olan hislerimi kullanmaya devam edecekti. Buna izin veremezdim, buna inanamazdım; kalbimin enayisi olamazdım.
En hızlı şekilde kardeşimi ve hatta tüm ailemi güvenli bir yere taşıdıktan sonra o Kızıl Megalara ulaşmadan, Kızıl Megaların peşine düşmeliydim. Gözlerimde birdenbire biriken yaşlara anlam yükleyemedim. Yas tutmaya fırsatım bile olmayacakmış hissi bir cemre gibi göğsümün ortasına düştü. Efken’i yok etmenin yolunu mu arıyordum? Bunu mu yapacaktım? Bunu yapabilecek miydim?
Yalnız kaldığım an gözyaşlarının gözlerimi esir düşüreceğini ve canım çekilene dek ağlayacağımı biliyordum ama bu kadar erken olmasını beklemiyordum. Yatağa devrilip, bacaklarımı yukarı alarak dizlerimi göğsüme dayadım ve annemin karnındaki şeklimi alarak bu karanlık dünyada küçücük kaldım. Ağladım. Başka yapabilecek hiçbir şeyim yoktu.
Efken bu yola çıkarken kendini yok etmeyi kafasına koymuştu.
Yapamamıştı.
Sanırım sıra benimdi.
Nemesis ölmezse tüm soylar kuruyacak, Nemesis ölmezse tüm soylar öldürülecek, Nemesis ölmezse değişen iklimin ardından dünya ortadan ikiye kırılacak; kabul et Mahinev, Nemesis bu dünyaya çarpmış bir Ölüm Yıldızı ve söndürülmediği müddetçe, yok etmeye devam edecek.
Ve henüz, yok etmeye başlamadı bile.
❄️
Geçen iki gün, sessizliği getirdi. İnternet ortamı bile sessizdi çünkü güç kaynakları büyük ölçüde azaldığı, hatta tükenmenin eşiğine geldiği için kullanıcıların çoğunun profili bir ölünün günlüğü gibi bomboş kalmıştı. Nemesis sözünü tutmuş, gölgeleri şehirden çekmişti ama insanların paniği sona ermemişti, Doğaüstü Askeri’nin söylediklerine kulak veren insanların kutsal alanlara yönelip çadır kurdukları ve evden çıkamayanların da evlerini dini alanlara çevirdiğinin haberi internette kısa bir flood hâlinde görsellerle zenginleştirilerek paylaşılmıştı. İnternette azalan kullanıcı sayısına rağmen çok sayıda isyan edip yalanlayan, yeni komplo teorileri ortaya atarak birkaç kişinin beynini yıkamaya çalışanlar da vardı. Sosyal paylaşım sitelerinden birisi ikiye bölünmüş durumdaydı, bin kişiden az insanın aktif olmasına rağmen ikiye bölünen grup arasında sürekli bir atışma zuhur ediyor, inananlar ve inanmayanlar birbirlerine yeni kanıtlar gönderip duruyordu.
Öte yandan gölgelerin şehirden çekilmiş olması, kargaşayı azaltır sanmıştım ama denk geldiğim bir haberde, yerin altından kalabalık yılan gruplarının çıktığını okumuştum. Yılanların ilk kez ortaya çıkmadığını biliyordum ama bir gece içinde çok sayıda yılan ihbarı, azınlığı paniğe sürüklemişti. Çoğu kişi bunu deprem olarak yorumluyordu, çoğu kişiyse yorumsuzdu ve sadece korkuyordu. Görüntülerden birinde ortada koca bir elips oluşturan yaklaşık yüz yılan birbirine dolanmış hâldeydi. Fotoğraf uzaktan çekilmiş olsa da yılanların sayıca fazla olmasını göz önünde bulundurarak oluşturdukları elipsin ne kadar büyük olduğunu tahmin edebiliyordum.
Birkaç günü burada geçirmiş olmam, sarnıçta keşfettiğim yeni gücün son olmadığını, başka güçlerin de uyanışa geçerek bedenimi donatmaya başladığını daha net hissetmemi sağlamıştı. İçimde kaynayan, çatırdayarak volkan gibi taşmayı bekleyen güçlerin, derimin altında bıçak gibi ilerlediğini hissediyordum. Artık ateş yakmam için dokunmam gerekmiyordu mesela, bunu gözlerimi mumun fitilinin ucuna dokundurup birkaç saniye odaklandığımda ve mum birdenbire alev alarak yanmaya başladığında keşfetmiştim. Sivri bir şekilde törpülediğim, kırılması imkânsız gibi sert olan tırnaklarımın iç kısımlarından yılan zehri aktığını da su içtiğim bardağın ağız kısmında parmaklarımı gezdirirken birdenbire fışkıran zehrin suya karıştığını gördüğümde keşfetmiştim. Yeni bir dirilişin ortasındaydım, kaos dört bir yanımı sarmış hâldeyken Mega güçlerim şahlanarak bedenimin içinden dışıma yansıyordu.
O akşamüzeri, haberleri okuduktan sonra yatağın ucunda oturmuş boşluğu izlerken, Efken’in o Dört Gölge Kapısı’ndan içeri girip savaşarak kazandığı ve bana verdiği hediyenin devreye girmesini beklemiyordum. O güç birdenbire kulaklarımda çınladı. Niyet anlamak gücü… Bir şekilde değişime uğrayan bu güç, bir başkasının niyetini değil de kendi içime gömülmüş, bilmediğim bir niyeti fark etmemi sağladı. Saklanan gücümü fark etmemi sağladı. Tüylerim diken diken olmuş yatağın ucunda otururken, henüz keşfetmediğim bir gücüm daha olduğunu bana Efken’in armağanı göstermişti.
Efken burada değildi ama bana verdiği hediye, Efken’e ait bir el olup bana çıkış yolunu göstermişti.
Neredeyse omzumda onun elini hissetmiş gibi sarsıldım, ağlamak ve hatta yalvarmak, geri gelmesi için çığlık çığlığa boşluğa bağırmak istedim çünkü biliyordum, artık bağırabileceğim boşluk dışında hiçbir şey yoktu.
Bir görü zihnimin duvarını tırmaladı.
Karanlığı aydınlatan mumun ışığı oldu. Mumun ışığı, kadının yüzüne çarparak çehresinde bir aydınlık doğurdu. Güzel, safir rengi gözleri vardı ve tam ortasındaki göz bebeği uzun, ince bir elips biçimindeydi. Eski taştan yapılma oyma duvarların ortasında durmuşlardı ve yaşlı ama oldukça güzel kadın sırtına mahzenin karanlığını almıştı. Sesleri yankılı duyuluyor, saniyede bir tavandan yere damlayan su damlaları, biriktirdiği küçük gölcüğün içine düşerek patlıyordu.
“Elbette Olivin,” dedi yaşlı Mar Kadını. Turuncu, bukle bukle saçları belinin altına uzanıyor, zayıf kalçalarını örtüyordu. Yaşlanmayı kabul etmiş olmasına rağmen oldukça sağlıklıydı, cildi hoş bir ışıkla parlıyordu. “Portal açmak yalnızca kraliçemize mahsustur. Tılsımlar yalnızca onun zihninin içinde açık bir hazine kapağıdır. Diğer tüm Marların zihinleri mühürlüdür, portalı oluşturacak tılsımı asla bilmezler. Bilmeye kalkışacak, mührü bozacak olurlarsa da bunu canlarıyla öderler. Çünkü portal, yalnızca kraliçeye özeldir, ona bahşedilmiş bir güçtür.”
Karşısındaki genç Mar, “Olur da bir Mar mührü kıracak olursa, ölüm onun kaçınılmaz kaderi midir efendim?” diye sordu.
Gölgeleri taş duvarlarda oynadı, büyüdü, daraldı, küçüldü, titredi ve devleşti. “Ah küçük kızım,” dedi, “hangi Mar ki bir insan olarak yaşamayı seçer, o zaman zihnindeki portal tılsımı çözülür. Portalı kullandıktan sonra da kötü kaderi onu takip eder ve sonunda ölür. Lakin hâlâ bir Mar iken portal açacak olursan, eğer kraliçe değilsen, mührü de kırıp tılsımlara ulaşmış isen, portal tamamlandıktan sonra içinden geçerken yanarak can verir, altında uykuya daldığın toprağa bu defa çürümek için girersin. Sakın ola ki aklından geçirme. Portal yalnız ve yalnız Mēness’in sahip olabileceği güçtür. Sana ait olmayana elini uzatırsan, kader seni cezalandırır. Zaten mührü kırmak, imkânsıza yakındır.”
Genç Mar, “Çok yaşasın Yüce Mēness,” dedi.
Yaşlı kadın gülümsedi. “Çok yaşasın.”
Görü birdenbire etrafa çarparak kayboldu. Marların zihinlerinde mühürlü bir şekilde uyuyan portal tılsımlarının kafamın içinde çarklar gibi döndüğünü fark ettim. Karanlık imgeler gözlerimin önünde siyah gölgeler şeklinde belirip kayboluyor, sıralamayı ezberlememi ister gibi ahenkle birbirlerine çarpıyorlardı.
Koca evrende portal açabilen sadece Zamanın Hükümdarı İbrahim değildi, aynı zamanda Nemesis ve yılanların kraliçesi olan Mēness’in de bu güce sahip olduğunu artık biliyordum. Oldukça karanlık tılsımlardı bunlar, her biri ölümün temsilcisiydi, tek bir yanlışta bedeni parçalara bölebilir, ruhu karanlıkta kaybederek geriye boş bir beden bırakabilirdi. Belki açtığım portal beni Varta’ya götürecek güce sahip olamayabilirdi ama en azından şu an gitmem gereken yere gitmemi sağlardı.
Gözlerim duvardaki köstekli saate takıldı.
Nemesis şafağa yakın saatlerde malikâneye dönüyordu ve henüz gece gökyüzünün üzerindeki yerini almamıştı. Ailemi saklamak için yaklaşık beş ya da altı saatim olabilirdi. Hızlı olursam, onları güvenli bir yere taşıyabilirdim. İlahi bir güçle korunmaya alınmış bir sığınakta güvende olurlardı. Sonrasında da Nemesis, Efken’in yarattığı korunmayı bozamadan ondan daha hızlı davranır, Kızıl Megaların peşine düşerdim. Hâlâ bir şansım vardı.
Şans sandığım şey, beni sevdiğim adamın ölümüne sürüklüyordu ama bu gerçekleştikten sonra biliyordum ki seçimim Mēness’inkiyle aynı olacaktı.
Yerdeki kaşmir halıyı kenara sürüklerken kendime ikinci kez düşünme payı bırakmadım. Gözlerim yerdeki pürüzsüz zemine dokunduğunda kalbimin atışları yavaşladı.
Kanım gerekiyordu. Dişimi bileğime takıp, sivrilen dişimi bir bıçak gibi kullanarak bileğimde beni öldürmeyecek ama bolca kanı dışarı bırakacak bir yarık açtım.
Zihnimi toparlamaya çalıştım. İmgeler yeniden karanlıkla geldi. Gözlerimin geriye gittiğini ve gözlerimin beyazının tüm göz çukurumu kapladığını hissettim. Bileğimden yere akan kanla, gözlerim geriye kaymış bir hâlde tılsımı fısıldamaya başladım.
“Mana izcelsme ir no tumsas. Čūsku šņākšana izaug mežā.” Kanım yavaşça yere damladı, gözlerim geriye dönmüş hâldeyken bile yerde yılan gibi hareket eden kanımı görebildim. Kanım bir daire çizdi, ardından daire ortadan kesildi ve dilleri birbirine değen iki yılan şeklini aldı.
Elimi yere sürttüm, kanımla yılanları dağıttım ve harfleri kazımaya başladım. İmgelerin bana sunduğu tuhaf harfleri en doğru şekilde çizmeye çalışırken gözlerimin çukuru hâlâ bembeyazdı. “Sau saucu tevi. Es saucu augstā tumsā. Visuma durvis man atveras. Zvaigznes spož man, man dzelme, man ceļu norāda,” diye fısıldadım çift gelen, çatallı sesimle. Tılsımları bu defa kendi dilimde devam ettirdim.
“Soyum karanlıktan gelir.” Bir harf daha çizdim, kanımın soğukluğu parmaklarımın ucunu dondurdu. “Aç o bilinmeyenin kapısını bana.” Dizlerimin üzerinde yerde ilerledim, harfleri daha büyük çizmeye başladım. “Geçitler, kapılar, yıldızlar, evrenler, boyutlar, ruhların birbirine sırt döndüğü aynalar, birbirine benzeyen suretler, anahtarlar, daima parıldayan güneş.” Parmaklarım daha hızlı hareket etmeye başladı. “Işıktan kolları kara yılanlardan bir güneş. İkizi ışığın ve gölgesi, aynı zamanda o karanlığın yaveri.” Şekilleri çizdim, çizdim ve çizdim; son gücümle. Tılsımlar kafamın içinde çözülen düğümler gibi çözülerek, bana doğru yolu göstermeye yemin etmiş gibiydi. Dilimin damağıma arka arkaya vurmasına neden olan başka dilde bir dua mırıldanmaya ve gözlerimin çukurundaki kör edici beyazlıkla çizmeye devam ettim.
Nihayet sona erdiğinde ve gözlerim usulca gözümün beyazının üzerinde süzülerek ortadaki yerini aldığında, soluk soluğa, avuç içlerim yere yaslı, çizdiğim portalın ortasında duruyordum.
Saçlarım öne doğru dağılmış, yüzümü içine almıştı. Nefes nefeseydim. Kanım kan değildi, damarımın içinde yürüyen saf ateşti. Zalim ateşti.
Kafamı sertçe kaldırmamla saçlarım havada şakıyarak sırtıma vurdu ve elips şeklini almış incecik göz bebeklerim, kan rengi gözlerimle karşımda kapalı duran kapıya, ardından içinde durduğum portala baktım.
Yılandan kolları olan bir güneş.
Portalımın şekli buydu.
Portalı açmak için uzun tırnağımın içindeki zehri, güneşin tam ortasına damlattım.
Kıpkırmızı kanımla çizilmiş yılandan kollara sahip güneşin rengi birdenbire gümüşe döndü, ardından karardı ve zifiriye döndü.
Güneşin yılandan kollarının karanlık tıslama sesleri odanın içine yayıldı.
Gözlerimin önünde odayı canlandırdım, boğazımın genişlediğini hissederken kafamı havaya kaldırıp tavana baktım ve bir yılanın boğazımdan aşağı kayarak göğüs kafesime dolandığını hissettim; yılanın derimin altındaki hareketleri dışarıdan gözle görülecek vurgular oluşturdu. Ağzım elimde olmadan açıldı, sivrilen dişlerimin ucundan akan zehrin dilime damladığını hissettim ve hırçın bir dürtüyle tısladım.
Avucumu güneşin ortasına vurarak tıslamamı güçlendirdiğimde, portal birden karanlık bir ışık gibi genişledi, ardından daralıp beni içine alarak püskürttü.
Yandım, dondum, ezildim ve tekrar bir bütün hâline geldiğimde bedenim sertçe yere çarptı. Saçlarım yüzümün ortasını örterek bakışlarımı sakladı ama yüzüme saçılan vahşiliğin farkındaydım. Kanlı ellerimi yere sürterek dizlerimin üzerinde doğrulup, nefesimle saçlarımı ileri doğru üfleyip oluşan küçük aralıktan nerede olduğumu görmeye çalıştım.
Odamdaydım.
“Mahinev!” Çığlıkla beraber kapı açıldı, kan revan içindeki ellerim yere bastırılmış hâlde açılan kapının ardında beliren Crystal’e baktım. Varlığımı anında hissetmesi benim için normaldi ama beni bu hâlde görmek onun için oldukça anormal olsa gerekti.
Ağzımda biriken kanı tükürüp öksürdükten sonra tek dizimi yere bastırıp sarsaklanarak ayağa kalktım.
“Gidiyoruz. Hemen,” dedim tek solukta.
Crystal dehşetle bana doğru yaklaşırken arkasında beliren kalabalığa dikkat dahi kesilemedim. Sadece onun ateş rengi gözlerine bakıyordum ve büyük ihtimalle, ilk kez bir insan değil, vahşi bir hayvan gibi görünüyordum.
❄️
Annemi almak için geldiğim evde, bütün arkadaşlarımı bulmayı beklemiyordum. Bir diğer beklemediğim şey ise annemin beni kan revan içinde, insanlıktan çıkmış bir hâldeyken gördüğünde sandığım kadar şaşırmamış olmasıydı. Crystal ve Vitali, kutsal bir alan oluşturarak gölgelerin saldırısından korunmanın bir yolunu kısa süreliğine de olsa bulmuşlardı.
Babam beni gördüğünde kollarının arasına almak istemişti ama tek yaptığım elimi kaldırıp aramıza duvar örerek, “Hazırlanın,” demek olmuştu çünkü yeterince dehşet içindeydim. Babam, verdiğim kararı görmüş olmalıydı.
Hızlıca yapılan çantaları izlerken kurumuş kanımın lekelediği elimde tuttuğum bardakla, salonun ortasında cansız bir heykel gibi dikiliyordum. İlk kez deneyimlediğim bu güç, çok kısa bir mesafe için kullandığımda bile beni bu denli parçalamışsa, onu bir daha kullanabilir miydim?
İbrahim tedirgin bir şekilde yanıma yaklaşırken, “Mahinev,” dedi, sesi ciddiydi. Bakışlarım onunkilerle buluştuğunda sertçe yutkunup, “Bunu nasıl yapabildin?” diye sordu sessizce.
“Bu zaten benim mayamda olan bir şeymiş,” diye fısıldadım. Bir sonraki cümleyi bekledi ama kurmadım, sadece donuk gözlerle İbrahim’in gözlerinin içine baktım.
İbrahim sessizce, “O tamamen gitmiş mi?” diye sordu.
“O sadece uyanmış,” dedim donuk bir sesle. İbrahim’in gözlerinde bin parçaya bölünmüş bir duygu gördüm. Bu hayal kırıklığı mıydı? Benim gibi o da tutunmuş olmalıydı. Efken’i uyandırıp yeniden kendine getirebileceğimiz ihtimaline benim gibi tutunmuş, körü körüne buna inanmıştı.
Annem titreyen elleriyle çantayı koltuğun üzerine bırakırken, “Her şey tamam,” diye fısıldadı. Artık muskaların bir işe yaramadığını görebiliyordum. Annem, bunca zaman hiçbir şey bilmeden yaşadığı bu evin içinde kızıyla yeniden tanışıyordu.
Vitali, “Kraliçe,” dediğinde annem sertçe yutkunarak Vitali’ye ve sonra da bana baktı. “Bir sığınak yaratmak saatlerimizi alabilir. Özellikle de ilahi korumaya sahip bir sığınak. Vaktimiz var mı?”
“Şafağa kadar diye düşünüyorum,” dedim donuk bir sesle. Annem sessizce bana bakmaya devam ediyor, alamadığı cevaplar onu darmaduman etse de ağzını bıçak açmıyordu.
Yaren, oturduğu berjerin üzerinden kalkıp, uykusuzluktan çökmüş göz altlarını parmaklarıyla ezerek, “Kararını verdin sanırım,” dedi bana ama sesinde biraz olsun yargılama yoktu. Sanırım artık o da ona verilen hediyeyi kullanıyor, hissetme gücünün ona açtığı pencereden bakıyordu. O da artık Nemesis’in yok edilmesi gerektiğini hissediyordu.
“Bu benim seçimim değildi, Yaren,” dedim sessizce. “Bu abinin seçimiydi. En başından beri bunu planlamıştı. Ben yapmasaydım, o zaten bunu yapacaktı.” Çenemi diktim, beni ağlatacak kadar kuvvetli bu hissi, içimdeki vahşi gücün arkasına iterek gizledim.
Her aldığım nefeste, kalbim biraz daha ufalanıyormuş gibi hissediyordum.
“Çıkalım,” dedi babam.
“Sığınak olarak nereyi kullanacağız, bu belli mi?” diye soran Miran’dı, çatık kaşlarla doğrudan babamın gözlerinin içine bakıyordu. Annem bu defa Miran’a baktı, sertçe yutkunup bakışlarını babama çevirdi; tüm bunlar onun için çok yeniydi.
“Evet,” dedi babam. “İki kutsal alanın tam ortasında bir sığınağımız var. Orayı kendimize ait daha özel bir ibadet alanına çevirirsek, koruma büyüleriyle de güçlendirerek tehlikeyi uzun süre dışarıda tutarız.” Gözlerini bana çevirdi. “Sonrası sana kalmış.”
“Nemesis, Efken’in, yani bir nevi kendisinin yaptığı koruma büyüsünü bozamıyor henüz,” dedim kendimden emin bir sesle. “Yani kurtların tamamı güvende. Şimdilik. Hızlı olmalıyım ve onları bir araya getirmeliyim.”
Koca bir sessizlik, benim kendimden emin bir şekilde kurduğum bu cümlelerin hemen ardından doğarak beni kaderimle yüzleştirdi.
Bakışlarımı Mahzar’a çevirip, “Güvendesin,” dedim ama bu Mahzar’ın biraz olsun umurunda değil gibiydi. Kendi güvenliğini değil, benim ve ailemizin güvenliğini düşünüyor olmalıydı.
Oysa tehdit altında olan oydu.
İbrahim, “Vakit kaybetmememiz adına hançeri kullanıp bir portal açacağım,” diyecekti ki babam başını iki yana sallayarak bakışlarını İbrahim’e dikti ve onu susturdu.
“Mahinev, kraliçenin portalını kullandı,” dedi babam, bunu biliyor olması beni şaşkına uğratmadı; artık tuhaf karşılamıyordum, hatta babamın benim hâlâ bilmediğim binlerce şey bildiğini hissedebiliyordum. “Kraliçenin açtığı portal, senin açtığından da Nemesis’in açtığından da daha fazla enerji açığa çıkarır. Bu evde yeni bir portal açılacak olursa, doğrudan konumumuzu bildirmiş oluruz. O yüzden belli bir yere kadar arabayla ilerleyelim, enerjinin kırıldığı ormanlık bir alan bulduğumuzda da arabaları bırakıp portaldan geçeriz.”
Annem dili tutulmuş gibiydi, sadece babama bakıyor, kollarını bedenine sarmış, ne olduğunu algılamaya çalışıyordu. Onu bağrıma basmak, her şeyin geçeceğini söylemek, biraz olsun soru işaretlerini gidermek istedim ama yapamadım; ne bağrıma basacak gücüm vardı ne her şey geçecekti ne de soru işaretlerini giderebilecektim. Çünkü gördükleri, henüz hiçbir şeydi.
Yine de sessizdi. Bağırıp çağırmıyor, sorular sormuyor, dehşet içinde oradan oraya saldırmıyordu. Sadece titriyor, anlamaya çalışıyor ve çok korkuyordu.
“Çıkalım öyleyse,” dedi Crystal elinde çantayla kapıya yönelirken.
Hatem benden bir komut bekliyor gibi gümüş rengi gözlerini gözlerime diktiğinde içim acıdı. Kimsesiz kalmış gibiydi ve artık benden başka kimseden komut almayacağına emindim; tutunduğu tek şey bendim. Bu canımı daha da acıttı.
“Gidelim, Hatem,” dedim sessizce.
Başını aşağı yukarı sadık bir şekilde salladı.
Annem üzerimdeki uzun, kana bulanmış krem rengi elbiseye ve ardından kana bulanmış ellerime çevirdi. Yorum yapmadı ama içten içe ne düşündüğünü biliyordum.
Gece gökyüzüne karanlığı armağan etti. Evin dış kapısı açıldı, herkes yavaşça dışarı çıkmaya başladı.
Babam ve ben yan yanaydık, tam kapıdan çıkacaktım ki babam kurumuş kanla lekeli bileğimi yavaşça kavrayıp beni durdurdu. Gözlerimde durgun bir suyu anımsatan ifadeyle ona baktığımda, babamın gözlerindeki endişe, o suyu dalgalandırmaya çalıştı ama nafileydi. Artık atılan hiçbir taş, suyun yüzeyinde büyük bir halka oluşturamayacaktı. Dalgalarım içimde girdaba dönüşmüş, dışımda koca bir sakinlik bırakmıştı.
“Efken’i öldürmen gerekecek,” dedi babam sessizce.
“Biliyorum baba,” dedim ve dokunuşundan kurtulup kapıdan çıktım.
Sonra da kendimi öldüreceğim.