🎧: FRAYLE, LET THE DARKNESS IN
Issızlığın koynunda döktüğüm gözyaşlarının sonuna geldiğimde, şafak, yaralarını saran bir kadın gibi gecenin üzerini ışığıyla sarmış, gökyüzü matemin rengine boyanmıştı.
Tırnaklarımı geçirerek açtığım yaraların en büyüğü avuç içlerimdeydi. Avuç içlerimdeki çizgiler, bir romanın satırları gibi görünüyordu ve kan lekeleri de o satırlara kelimeleri ören mürekkepti. Uzun uzun avuç içlerime bakarken tüm gece döktüğüm gözyaşlarının kuruyan izleri yüzümü geriyor, canımı acıtıyordu. Bu yaraları bilinçsizce mi açmıştım yoksa hissettiğim acıyı dışarı yansıtmaya mı çalışmıştım, bilmiyordum.
Benden özür diliyordu, sonra da dilediği özrü benden gizliyordu. Hâlâ oradaydı ama ona ulaşabilmem için üzerime devrilen karanlığı yukarı doğru itip, o karanlığın altından çıkmam gerekiyordu.
Üzerimdeki kıyafetleri çıkarıp siyah, boğazlı bir badi ve siyah, deri bir pantolon giydim. Saçlarımı kazağın içinden çıkarırken kollarım bir kuklanın cansız kolları gibi boşlukta sallandı. Badinin kollarını uzatarak kumaşı avucumun içinde topladım ve kumaşın yaralarıma yapışmasına izin verdim. Bakışlarımı yatakta duran siyah laleye çevirdim. Kalbim acıyordu. Ruhumun ezildiğini hissediyordum ve ruhumu ezen, hislerimin büyüklüğüydü.
Sessizce odadan çıkıp alt kata indim. Herkesin uyuduğunu eve sinen sessizlikten anlamak çok normaldi. Gözlerim saatlerce gözyaşı dökmemiş gibi soğuk bakıyor olmalıydı, belki de içimde ezilerek bana çektiği acıyla eziyet eden ruhuma rağmen bakışlarım da ruhsuzdu. Dışarı çıktım. Kar taneleri, mavimsi gri gökyüzünden, yangından geriye kalan küller gibi döne döne düşüyordu. Dağılmış siyah saçlarım, tüm gece gözyaşlarımla ıslanmış gergin yanaklarımı örterek soğuğun dokunuşlarından koruyordu. Ağır adımlarla ormana doğru yürümeye başladım. Yağan kar şiddetini usul usul arttırmaya, bir rüzgâr külleri savuruyormuş ve o küller saçlarıma tutunuyormuş gibi hissettirmeye başladı. Koyu renk saçlarıma tutunan kar tanelerinin sayısı gitgide çoğalırken adımlarımı hızlandırdım. Ağaçların tepelerinden gövdelerine dek çöken sise baktım, ormana bir örtü gibi uzanan kar taneleri bana onu hatırlatıyordu. Kar tanelerinin masumiyeti temsil ettiğini düşündüğüm bir dönem olmuşsa bile, onu tanıdıktan sonra kar taneleri bana sadece ölümü ve güzelliği hatırlatır olmuştu; o benim gözümde güzel bir ölümdü.
Sisin çökerek atmosferini değiştirdiği ormana doğru, “Beni hiç bırakmayacağına inandırmıştın,” diye fısıldadım. Ortamdaki sessizlikten olsa gerek, fısıltım bir çığlık gücünde zihnime geri döndü. “Şimdi burada tek başımayım ama bir aptal gibi kafamı çevirdiğim her yerde senin olduğuna inandırdım kendimi. Burada değilsin, nereye kayboldun bilmiyorum ama baktığım her yerde gözlerini görüyorum.” Başımı önüme eğip çatık kaşlarla yumruklarımı sıktım. Kumaş, açık yarama daha sert baskı uyguladı ama canımı yakmayı başaramadı. “Sadece geri dönmeni istiyorum. Bencilce olduğunu biliyorum ama her şey mahvolacaksa bile yanımda sen varken mahvolmalı.”
Sessizce başımı önüme eğdim. “Seni geri almam için seninle savaşmam gerekiyorsa, savaşacağım ama bana, benim için ölümü kabul ettiğini söylemeye kalkma sakın. Bu alçaklık olurdu. Bu senin gibi biri için bile oldukça büyük bir alçaklık olurdu.”
Sesimi kimse duymadı, çağrımı kimse almadı; oysa sadece o duysun istedim, o kulak versin, o bana bir cevap versin ve benim için geri gelsin. Özür istemiyordum, onu istiyordum; kurtarılmak istemiyordum, onunla yok olmak istiyordum.
Yokluğu kalbimi kırıyordu, ölümünün beni ne hâle getireceğinden haberi var mıydı? Ona hem çok kızgındım hem de kollarına sığınıp onun için onun kollarında ağlamak istiyordum.
“Sadece seni geri istiyorum,” diye fısıldadım, ardından bu cümle beni korkuttuğu için sessizliğe gömüldüm.
Avucumda büyüyen ateş, birdenbire avucuma topladığım kumaşı yakıp geçti. Ateş bir hançer gibi avuç içlerimden çıkarak yere vurup karların içinde kızıl bir yarık açtı. “Seni geri alabilmem için seni yenmem gerekiyorsa, bunu yapacağım ve seni tek parça geri alacağım!” diye bağırdım öfkeyle. Ateş biraz daha büyüdü, avuç içlerimi gökyüzüne doğrultup ellerimi birbirine yaklaştırdım ve ardından iki kolumu çaprazlayarak çarpı şekli verdim. Çarpı şeklini alan kollarımın önünde ateşten bir çember oluştu. Çemberi büktüm, zihnimde bir kapı açıldı ve yılanların tıslama sesleri birbirine karıştı.
“Hançer,” dediğim anda ateş havada süzülerek önce bir hançer şeklini aldı, ardından, “Yılan,” diye fısıldadım ve bu kez ateş havada yükselip büyük bir yılan formunu aldı. “Büyü.” Yılan büyüdü. “Daha da!” Yılanın boynu genişledi, ateşten formu titreşerek iki insan boyutuna ulaştı. “Öne atıl.” Yılan ateşten kuyruğunu yere çarparak havada hızla öne doğru ilerlemeye başladı. “Aferin kızıma,” diye fısıldadım. “Daha hızlı.” Ateş beni dinledi, yılanım ona hükmetmeme izin vererek daha da büyüyüp hızlandı. Bir ağaca dolandı, ağacı yakmadı, ağacın gövdesinden kayarak ormanın derinliklerine doğru uzandı. “Yerin altına gir,” dedim. “Etrafı kolaçan et. Sonra da bana geri gel.”
Yılanımın karların içine daldığını gördüm, havaya kalkan kar taneleri şiddetle yere geri döküldü ve yeni keşfettiğim gücüme karşı hiçbir heyecan beslemeden yere yığılan karlara baktım.
“Sanırım etrafı kolaçan etmeleri için birkaç tane daha yapmam gerekecek,” diye fısıldadım ruhsuz bir sesle.
Karların arasından çıkan büyük cüsseli gri kurt tam karşımda durduğunda, “Günaydın, Hatem,” diye mırıldandım.
Hatem sessizce camdan gözleriyle yüzüme bakıp başını öne eğdi, ardından büyük boynunu gererek havayı kokladı. “Bugün eski patronuna saldırmak için sence nasıl bir gün?”
Hatem bir an durdu ve kafasını indirip bana baktı. Bunun akıl kârı olmadığını düşünüyor gibi bir hâli vardı, üstelik Efken’in bedeni kurtların ölümlerine yol açmış olsa da Hatem, hâlâ Efken’e karşı derin bir bağlılık duyuyor gibi duruyordu.
“Saldıracağımız kişi Efken değil,” dedim Hatem’in gümüş rengi kurt gözlerine bakarak. “Ölüm Yıldızı’na saldıracağız.”
Hatem koşarak ağaçların arasına gittiğinde derin bir nefes alarak kollarımı bedenimin etrafına sardım. Kemiklerden çıkan çatırtıları duyduğumda insan formuna geçiş yaptığını biliyordum. Bir kumaş sesi duydum, ardından insan adımları karların içine düşmeye başladı.
“Pantolonumu ve tişörtümü şu köşeye bırakmıştım,” derken tişörtünü de üzerine geçiriyordu. “Nemesis’in karşısında telef edilmemizde sakınca görmüyor musun?”
“Bana hiçbir şey yapamaz, ben varken de sana ya da diğerlerine hiçbir şey yapamaz,” dediğimde, Hatem beyaz saçlarını karıştırıp gümüş rengi gözlerini ormanın derinliklerine doğru çevirdi.
“Yine de o hâlâ benim Alfa’m.”
“Alfa’nın bedenini kullanan bir parazit,” dediğimde Hatem bana baktı.
“O, Alfa’nın parçası. Bir başkası değil.”
“Parazit parçası,” dedim başımı sallayarak.
Hatem duraksayarak, “Bana onu gözden çıkardığını mı söylemeye çalışıyorsun?” diye sordu.
“Onu hiçbir zaman gözden çıkarmadım. O beni gözden çıkardığında bile,” dedim. “Onu tek parça geri alacağım. Paraziti içinden temizleyerek.”
“Kendini olmayacak bir şeye inandırmaya çalışmıyorsundur umarım,” dediğinde bir an duraksayacak gibi oldum ama ifademi hızla toparlayarak gülümsedim.
“Yenildiğimi gördün mü?”
“Onun da yenildiğini hiç görmedim,” diye cevapladı Hatem sessizce.
“Güzel, bir ilke hazır ol. Onun yenildiğini göreceksin çünkü,” diyerek sırtımı dönüp eve doğru yürümeye başladım. “Bu arada hazırlan, bu gece sarnıca gidiyoruz.”
“Sarnıca mı?”
“Evet,” dedim ona bakmadan yürümeye devam ederek. “Her şeyin başladığı yere.”
“Yerebatan Sarnıcı,” diye fısıldadı Hatem arkamdan ama ona bir cevap vermedim. Hızla eve girip, yılanımın bana haber getirmesini ve aynı zamanda gideceğim yeri onlara göstereceği ânın gelmesini bekledim.
❄️
Babam, “Yedi Güneş’i bir araya getirmeden onun kılına bile zarar veremeyeceğini hâlâ anlamadın mı?” diye bağırdığında kendimi gülümsemeye zorladım. Babam gülümsediğimi görünce iyice çileden çıkmış gibi, “Onu sarnıca çektiğinde ne olacak sanıyorsun?” diye sordu. “Seni öldürmeyeceğini düşünüp sürekli onunla bir kumar masasına oturmayı düşünüyorsan, sonunda o masadan canlı kalkamayacağını sana kalbini kıra kıra mı öğretmeliyim ben?” Son sorusu kalbime bir yumruk yemişim gibi hissettirse de ifademde herhangi bir değişim yaşanmadı. Bunun babamı daha da çileden çıkardığını görebiliyordum. Kendimi canımdan ettirmek istediğimi düşünüyor olabilirdi ama ben sadece vazgeçmediğimi gösterecektim, neler yapabileceğimi gösterecektim; karşısında kim olduğunu görecekti.
“Bu gece gölgelerle bir müsabakaya çıkacağız. Kendinizi o ucubelerden aşağı mı görüyorsunuz yoksa onlara neler yapabileceğinizin farkında mısınız?” Sorum, babamın çatık kaşlarla yüzüme bakmasına neden oldu.
Hatem, “Onların dumandan kanını akıtacağım,” dediğinde babam bu kez bakışlarını Hatem’e çevirdi ama Hatem, babamın bakışlarına aldırış etmedi.
“Bu yaptığın Efken’i geri getirmeye yarar sanıyorsun, değil mi?” Babamın bir sonraki acımasız sorusu bu kez doğrudan kalbimi hedef almıştı. Bunu bilerek yaptığını fark ettiğimde kaşlarım çatıldı. “Seni ben büyüttüm. Ben senin babanım,” dedi sertçe. “Bir sonraki adımını öngörebiliyorum, o aklından neler geçtiğini, her birini bir kitap gibi okuyabiliyorum! Kendini tehlikeye attıracaksın. Gölgelerle savaşacaksın ve gölgelerin sana saldırganca tutumu sayesinde Efken’i uyandıracaksın. Bunu mu planlıyorsun gerçekten? Sence bunca pisliği yaptıktan sonra sırf gölgelerle savaşıyorsun diye uyanacak mı?”
Babamın sorusu sürekli kırılan bir cam gibi kalbimin üzerinde çınlıyordu. Kalbimin kırılarak içime batmaya başladığını hissederken bile babamın gözlerinin içine bakıp gülümsemeye devam ettim. Bana laf anlatamayacağını anladığında avucunu masaya vurarak, “Kendini öldürtecek misin?” diye bağırdı. “Artık ne başkaları umurumda ne de İstanbul umurumda! Benim umurumda olan sensin ve seni ölüme göndermeyeceğim!”
“Ölmeyeceğim, bu gece kimse ölmeyecek! Biz onlardan daha güçlüyüz!” Buna inanıyordum, hem de tüm kalbimle. Gölgeleri kolaylıkla alt edebilirdik, alt edemeyeceğimiz tek kişi Efken’in Nemesis tarafıydı. Bu gece bir şekilde bana beyaz lale getiren yanını uyandırmanın bir yolunu bulacaktım.
İbrahim, “Mahinev bir yola boş yere çıkmak istemez, efendim,” dedi. Babam kafasını çevirip İbrahim’e baktı. “Elbette o sizin kızınız, onu herkesten iyi tanırsınız ama ben bu kızla sırt sırta çok savaş verdim. Silah arkadaşımı iyi tanırım.”
“Bu delilik. Nemesis’in damarına basmaktan ötesi değil,” dedi babam hiddetle.
“Nemesis, her geçen gün biraz daha güç zehirlenmesi yaşayarak ortalığı allak bullak ediyor,” dedi Crystal. “Bir şey kaybetmeyiz. Kızıl Mega’yı güvenli bir alanda bırakırız. Sayıca az olabiliriz ama ırk olarak o çiğ is lekelerinden daha üstünüz.”
Saçlarımı omzumun üzerine alıp, “Baba, Mahzar’ı güvenli bir yerde bırak. Annemin yanı, yani evimiz yeterince güvenli olacaktır,” dedim. “Gerisini de bize bırakabilirsin. Bu gece gölgelerin de Nemesis’in de sarnıçta olacaklarına adım gibi eminim.”
“Nemesis’in yollayacağı tek bir yıldırımın sizi çarpması sonucu neler olacağını biliyor musunuz?” Babam gözlerini İbrahim’e çevirdi. “Sizi bir toz parçasına dönüştürür. Gözü ne dostluk görüyor ne de başka bir duygu.” Göz ucuyla bana baktı. Ardından bakışlarını yeniden İbrahim’e çevirdi. “O canavara güvenip gidemezsiniz.”
“O canavara değil, kendimize güveniyoruz, efendim,” dedi İbrahim.
“Kızıl Teğmen’e haber vermeden bir savaşa giremezsiniz,” dedi bu kez babam, tüm kartlarını kullanmaya çalışıyordu. “Savaşın büyümesi durumunda tüm dünyayı allak bullak etmiş olursunuz. Neler olacağını tahmin edemiyor musunuz?”
“İçinde bulunduğumuz dünya, yeterince allak bullak olmuş durumda,” dedim keskin bir ses tonuyla, artık ne söylerse söylesin beni durduramayacağını biliyor gibi bakıyordu.
“Mahinev,” dedi babam, “gölgeleri aşarsınız ama Nemesis’in duvarına toslarsınız.”
“Güven bana,” dedim. “Bana güven.”
Dış kapı bir anda çarparak açılınca babam ile aynı anda ayağa fırladık. Salona yerleştirilmiş mumların alevlerinin her biri yalpaladı, bazıları söndü, bazıları güçsüzce parladı.
Göğsümün derinlerine zincirlenmiş özlem hissi, zincirlerini kırmaya çalışarak ileri doğru atıldı. Karşımda babaannemi gördüğümde hisler birbirinin üzerine yığılmış hâldeydi.
Siyah sürmeleri, gözlerinin altına akmıştı ve uzun saçlarından aşağı kayan dantel şal, omuzlarına dek uzanmıştı. Simsiyah kıyafetlerinin içinde, görmeye alışkın olduğum bir görüntü çiziyordu.
“Sonunda geldin,” dediğimde, “Sen de,” diyerek bana doğru atıldı. Beni kollarının arasına çekmesini beklemiyordum. Şaşkınlık bedenimi dondurdu ama sonunda kollarımı kaldırıp onun boynuna dolayarak sarılışına karşılık verdim. “Neredeydin?” diye sordum ona sıkı sıkı sarılmaya devam ederken.
“Seni sapladığım bataklıktan çıkarabilmenin yollarını arıyordum,” dediğinde sesindeki pişmanlık kalbimi yakıp geçti. Geri çekilip, beni hâlâ kollarının arasında tutuyorken gözlerimin içine endişe ve suçluluk duygusuyla baktı. “Seni bu kadere mahkûm ettiğim için affet beni.”
“Bu benim kendi kaderimdi, sen beni hiçbir şeye mahkûm etmedin,” dedim başımı iki yana sallayarak. “Başlarda seni suçladım belki ama şimdi kabul ediyorum. Kaderimi kabul ediyorum.”
Babam, “Anne,” dedi. “Nerede olduğunu söyleyecek misin?”
“Araştırıyordum,” dedi babaannem gözlerini babama çevirerek. “Torunumun karşısına çıkana kadar araştırmaya devam ettim ama sonra onun sonsuz gücüyle karşılaştım.” Bakışları bir defa daha bana çevrildi. “Yerin altına yolladığın hizmetkârını hissettim. Neden bunu yaptığını anlamam uzun zamanımı almadı çok şükür ki.” Derin bir nefes alıp yüzümü avuçlarının arasına alarak, “Nemesis’i durdurabilecek tek kişi sensin. Haziranın karı erimeden bunu yapmalısın,” dedi. “Sen o canavarın tek zaafısın.”
“Tek yolu Yedi Güneş,” dedi babam ama annesinin bir yol daha bulmuş olmasından şüpheleniyor gibiydi.
“Evet,” dedi babaannem hiç düşünmeden. “Tek yolu Yedi Güneş ve Yedi Güneş’i, hükümdarları dışında biri daha uyandırıp yönetebilir. Onların öncüsü olabilir.” Çatık kaşlarla babaanneme bakarken kalbimin atışları değişmeye başladı. Babaannem ruhuma bakıyor gibi hissettiren bakışlarıyla beni olduğum yere mıhlarken, “Nemesis’in Nigin’i. Yani sen.”
Duraklayarak babaannemin gözlerinin içine bakmaya devam ettim. İnsanları gözlemlemekte iyiydim ama babaannemi gözlemlemek konusunda hiçbir zaman iyi olamamıştım; o koca bir sır kutusuydu. Bir adım geri çekilmek istediğimde babaannem beni daha sıkı kavradı. “Dünyanın kaderini yeniden değiştirebilirsin. Karanlığa gömülen bu kaderi yakıp, yeni bir kader yazabilirsin!”
Bir his göğsümde çınladı. Acıydı ama sadece acı değildi. Başka bir his daha vardı. Gözlerimin önüne kızıl bir perde indiğinde, “Dışarıda kim var?” diye sordum çift çıkan sesimle.
Babaannem, “Bu gece gideceğin yerde seni bekleyen gölgelerin kökünü kurutmanda sana yardımı dokunacak müttefikler,” dedi kendinden emin bir sesle. Hatem olduğu yerde dikleşip, boğazının gerilerinden dökülen bir hırıltıyla camdan dışarıya doğru baktı.
“Farklı bir sürü,” dediğini işitir gibi oldum ama algılarım doğrudan babaanneme saplı duruyordu.
“Ve Marlar,” diye fısıldadı Crystal. “Marları ve Gümüş Pençeleri nasıl bir araya getirdin?”
Babaannem buna cevap vermeden gözlerimin içine bakmaya devam etti ve hemen ardından, “Gidip o gölgeleri azaltabildiğin kadar azaltmalısın,” dedi, bana duyduğu güven kanımı dondurdu. “Bu sayede Nemesis’in etrafa saçılan zehri biraz olsun azalacak. Yedi Güneş’i bir bir öldürmeye başlamadan önce ona müttefik kaybettirmelisin.”
Babam, “Onu öylece savaşın kalbine yollayamazsın!” diye bağırsa da babaannem buna aldırmadı. Tüm soyların korunması onun için her şeyden önemliydi. Tüm soyların tehlikede olduğunu bu gece babaannemin gözlerine bakıp, orada endişeyi gördüğümde daha iyi anlamıştım.
“Senin kızın bir savaşçı olarak doğdu. Bir kraliçe, her zaman soyu için savaşır,” dedi babaannem ketum bir sesle.
Babam dişlerinin arasından, “Gölgelerin sayısını azalttığında Nemesis duracak mı sanıyorsun?” diye sordu. “O gölgelere biraz bile ihtiyacı yok.”
“Yavaşlayacak. Yeni gölgeler uyandırmak için harekete geçecek ve o süreçte de Yedi Güneş’i bir araya getireceğiz. Mahinev’e olan zaafı yüzünden şehre zarar veremez, onu yok etmeyi göze alamaz. Bu yüzden kendine yeni askerler yaratmaya başlayacak. Asker sayısı ne kadar fazla olursa, elinin kolunun o kadar uzun olacağını bilecek kadar zeki bir yaratık o.” Babaanneme bomboş gözlerle bakmaya başladım, ne hissetmem gerektiğini bilmiyordum. Kalbim, kaburgalarıma batıp canımı acıtıyordu, tek hissettiğim buydu.
İbrahim kimseden değil, sadece benden bir komut bekliyormuş gibi, “Başlıyor muyuz?” diye sorduğunda tek yaptığım başımı aşağı yukarı sallamak oldu.
O gölgeleri yok edecektim ama bunu Yedi Güneş’i bir araya getirip sevdiğim adamı yok etmek için değil, o kendine yeni asker yaratmaya çalışırken onu sarsıp daldığı uykudan uyandırmak için yapacaktım. Vakit kazanacaktım ama onu yok etmek için değil, onu geri almak için.
Yaren korkuyla, “Abimi öldürecek misin?” diye sorduğunda biri kalbime ateşle dövülmüş bir demir basmış gibi irkilerek ona baktım. Siyah gözlerine fırtına gibi toplanmış gözyaşları, akmak için an kollayan yağmur damlalarına benziyordu. Manbel, elini kızının beline koydu, üzgün olduğunu gizlemeden kızına baktı ama Yaren’in tek yaptığı bu dokunuştan kaçıp bana yalvaran gözlerle bakmaya devam etmek oldu.
“Hayır,” diyebildim, bu söylediğime inanmıyor gibi gözlerimin içine korkuyla bakmaya devam etti. Onu öldüreceğimi nasıl düşünürdü? Bir yanım ona çok kızsa da diğer yanım onu anlıyordu; korkuyordu, abisinin dönüştüğü kişi yüzünden geri dönülmez bir yola girdiğini düşünüyordu. Belki de böyle düşünen yalnızca Yaren değildi, benim dışımdaki herkesin düşüncesi bu yöndeydi.
Mahzar, “Öylece gidecek misin?” diye sordu bana, bakışlarımı ona dokundurdum ama dudaklarım yeni bir cevap için aralanmadı. Cama doğru yürürken, üzerime yeni giydiğim elbisemin yırtmaçları iki yana saçılarak bacaklarımı açığa çıkardı. Bakışlarımı cam duvarın ardındaki karanlığa çevirdim. O karanlıkta bekleyen sürüyü gördüğümde nefesimi tuttum. Bir grup Gümüş Pençe oradaydı, ormanın derinliklerinden doğrudan eve bakıyor ve benden komut bekliyorlardı. Bakışlarım karlı zemine düştüğünde, zemindeki farklı renklerdeki Mar sürüsüyle karşılaştım; her biri yılan formundaydı ama özlerinin insana yakın olduğunu biliyordum. İki ırk da birbirinden hazzetmiyorlardı ama yine de birbirlerine sataşmadan dışarı çıkmamı bekliyorlardı.
Kadim Büyücü, “Dışarıda cadı da var,” dediğinde omzumun üzerinden ona baktım. “Konu kendi ırkımdan insanlar ise asla yanılmam,” dedi omuz silkerek.
Yeniden camdan dışarıya baktığımda, korulukta dikilen bir grup insan dikkatimi çekti. Birbirlerine çok yakın duruyorlar, herhangi bir Gümüş Pençe saldırısına karşı hazırlıklı görünüyorlardı. “Evet,” diye doğruladım Vitali’yi. “Burada küçük bir cadı klanı var.”
“Bu iyi,” dedi Vitali. “Gölgeleri ortadan kaldırmak kolay olacak.”
Bakışlarımı Yaren’e çevirerek, “Dilersen babam seni annemin yanına bırakabilir. Mahzar ile orada beklersiniz,” dedim, bu söylediğime verdiği tek karşılık, kaşlarını çatıp bana huzursuz gözlerle bakmak oldu.
“Eğer içini rahatlatacaksa, abinle değil, etrafını saran gölgelerle işimiz,” dedim tek kaşımı kaldırarak.
Yaren bakışlarını yere indirip, “Bir Güneş Leydisi olarak dostlarımı savaşın ortasında yalnız bırakacak değilim,” diye mırıldandı.
Manbel gözlerinde hayranlıkla kızına bakıp, “İşte benim leydim,” diye fısıldadı sessizce.
“Mahzar’ı güvenli bir şekilde eve bıraktıktan sonra yanınıza gelirim,” diyen babama omzumun üzerinden dehşetle baktım.
“Dönüşmüyorsun bile. Aklını mı kaçırdın?”
Babam bana çatık kaşlarla baktı, bir an için gözlerine inen zarı gördüm; süt beyazına dönen gözlerine bakarken duraksadım. Zar geri kalktığında ve yeniden kızıl gözlerini gördüğümde, “Sence benim dönüşmeye ihtiyacım var gibi mi duruyor?” diye sordu kendinden emin bir sesle. “Mahzar, acele et. Toparlan.”
Mahzar, “Ben de geleyim,” diyecekti ki babam ona çatık kaşlarla baktı.
“Henüz formunu almadın bile,” dedi babam gergin bir sesle. “Bir asiyle uğraşmak yeterince zor, ikinci asiyle uğraşmak zorunda bırakma beni lütfen. Hadi, gidiyoruz.”
Mahzar bir şey diyecek gibi oldu ama babamı vazgeçiremeyeceğini fark ettiğinde susup onu takip etti. Babam yanımdan geçerken, “Dikkatli ol,” dedi sadece.
Mahzar ve babam evden çıktıklarında bakışlarımı babaanneme çevirip, “Gümüş Pençeleri ve cadıları nereden buldun?” diye sordum, Marları buraya toplaması büyük bir mesele değildi ama farklı ırkları kapımıza kadar getirebilmiş olması şaşırtan bir durumdu.
“Bunu sorgulama, sana ihanet etmeyeceklerinden emin olabilirsin,” dedi babaannem.
Babaannemin gözlerine uzun uzun baktıktan sonra, “Bu kavganın İstanbul için ağır bir bedeli olur mu sence?” diye sordum.
Babaannem, gözlerini gözlerimden çekmeden, “İstanbul ağır bir bedel ödemeye başlayalı uzun zaman oluyor,” dedi.
Sessizce başımı aşağı yukarı salladıktan sonra yüksek topuklu botlarımın üzerinde çıkışa doğru yürümeye başladım. Bacaklarım gergin, sırtım dik, bakışlarım ölümün habercisi gibi soğuk ve güçlüydü. Ruhumda aynı gücü bulabiliyor muydum, bu tam bir soru işaretiydi ama elimden gelenin fazlasını yapacağımı biliyordum.
Söz konusu o olunca, ben hep elimden gelenin fazlasını yapardım.
Dışarı adımımı atmamla, yaldızlı gecenin altında beni bekleyen tüm ırkların gözleri bana çevrildi. Derin bir nefes alıp omuzlarımı dik konuma getirirken çenemi de havaya kaldırdım ve “Bu gece hedefiniz yalnızca gölgeler olacak,” dedim, bu, bir süreliğine öncüleri olacak kişiden aldıkları ilk emirdi. “Yok edilmek istemiyorsanız, ırkınızın tamamını tehlikeye atmak istemiyorsanız, Nemesis’e atakta bulunmaya çalışmayın. Zaten ilk atağınızda sizi taşa döndürecek ya da büyük bir yıldırımla ebediyete kavuşmanız için sizi ortadan ikiye yaracaktır.”
Cadıların öncüsü olduğunu düşündüğüm bir doksan boylarında, kumral ve küt saçları çenesinin hizasında sona eren kahverengi gözlü adam, bir adım öne çıkarak, “Nemesis’in kadını olduğun doğru mu?” diye sordu.
Arkamda babaannemin gölgesini hissettim ama dönüp ona bakmadan, doğrudan cadıya diktiğim gözlerle, “İsmin ne?” diye sordum.
Kahverengi gözleri yüzümü arşınlarken, “Ata,” dedi.
“Karşında bir adamın kadını olarak durmuyorum,” dediğimde Ata’nın bakışlarının keskinleştiğini gördüm. “Karşında Mega Mar Kraliçesi Mēness Mahinev Demir olarak duruyorum. Geçmişin dibine çökmüş atalarının her biri benim kim olduğumu iyi biliyor. Benim karşımda değil, yanımda olmanın faydasını görürsün.”
Ata, kaşlarını çattı ama söylediklerim konusunda ciddi olduğumun farkında olduğu kesindi. Mēness’i tüm doğaüstüler tanıyordu, bense içimde yeniden doğan ruhumla henüz tam olarak tanışmış sayılmazdım.
“O canavarın da bir zamanların en büyük hükümdarı Saul olduğu söyleniyor,” dedi Ata bu defa, bu atağı beklemediğim için çatık kaşlarla yüzüne baktım. Sol ve sağ tarafımdan öne doğru bir adım atan kurt ile sırtlanın hırıltılar eşliğinde Ata’ya bakmaya başlamalarıyla, cadıların tamamı gergin bir şekilde birbirine sokuldu. Hatem de İbrahim de asıl formlarını alarak omzumun iki tarafından açılmış kanatlar gibi yanımdaki yerlerini almışlardı.
“Enteresan,” dedi Ata. “Bir Gümüş Pençe’yi ve bir leş yiyiciyi sadık kölen yapmışsın.”
“Onlar benim kölem değil, dostum,” dedikten sonra onu baştan ayağa süzdüm. “Bu gece senin gibi boşboğaz bir öncünün şansının yaver gideceğini düşünmüyorum. Yerinde olsam çenemi tutar, büyülerimi konuştururdum.”
“Burada benden daha güçlü bir cadı olmadığına emin olabilirsin,” diyen Ata, “O kadar emin olma,” diye mırıldanıp yavaşça kıkırdayan Vitali’nin hemen dibimde bitmesiyle şaşkına döndü.
Ata duraksayarak, “Sen,” diye fısıldadı.
Vitali boynunu esnetip, üzerindeki siyah pardösüyü arkaya doğru itekleyerek, “Evet, ben,” dedi. “Kadim Büyücü. Eminim yetiştirdiğim askerler arasında senin ataların da vardı. Şuna bak,” diyerek bana döndü. “Gördün mü, Kraliçe? O benim kaç kuşak sonraki torunum bilmiyorum ama ondan daha genç görünüyorum. Mükemmel bir büyükbabayım.”
Kaşlarımı kaldırarak derin bir nefes verdim. “Gidelim.”
Kanatların açılma sesiyle beraber Manbel’in ağaçların arasından yukarı yükseldiğini gördüm. “Umarım şehirde dolaşan drone adını verdikleri küçük makineler tarafından vurulmam,” diye bağırdıktan sonra kendi etrafında dönerek biraz daha yukarı kanat çırptı. “Nemesis’in gölgelerini mideye indirmeye gidelim çocuklar!” Sesi artık çok uzaklardan geliyordu ama yankısı tüm ormana dağılmıştı.
Tırnak diplerimde bile hissettiğim o enerjinin, saf güç olduğunu biliyordum. Bedenim günden güne yeni güçlerle dolup taşıyordu, adını bilmediğim, ne işe yarar hiçbir fikrimin olmadığı güçlerin damarlarımda hastalık gibi dolaşmaya başladıklarını hissedebiliyordum.
Babaannem, “Bu geceden sonra,” diye başladı cümlesine, “İstanbul’da hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.”
❄️
Aldığım nefes ciğerime kıymık gibi batıyordu. Kalbimin derinliklerinde debelenen o hisse kulak vermemeye çalışıyordum. Huzursuzdum, içim içimi yiyordu ama bir yandan da ona ulaşabileceğim, onu saklandığı yerden çıkarabileceğim ihtimaline tutunmuştum.
Eğer tüm şehir karanlığa gömülmemiş, elektrikler kesilmemiş, halk evine mahkûm edilmemiş olsaydı, eminim ki birileri göğün semalarında büyük kanatlarını vurarak yükselen, süzülüp hızla uçan o adamı görürdü ve yer yerinden oynardı.
Cadılar büyülerini kullandılar, zamanın içinden hızla geçerek söylediğim noktaya pusu kurmaya gittiler. Gümüş Pençeler, ormanın içine dalıp şehre doğru koşmaya başladılar. Marlar, karları aşarak toprağın altına sindi, verdiğim konuma doğru süründüler. İbrahim’in bir sırtlan olarak bedenlenmeden önce açtığı portaldan geçmeden birkaç dakika öncesinde, arkamda kalan arkadaşlarıma baktım. Önce benim gitmem doğru olandı, havayı koklayacaktım ve ortalık kızıştığı an ortaya çıkacaklardı.
Crystal bana doğru bir adım atacakken babaannem, Crystal’i bileğinden tutarak durdurup, “O şey ona bir şey yapmayacak,” dedi kendinden emin bir sesle. “Bırakın önce o gitsin. O bir kraliçe, hiçbirinizin korumasına ihtiyacı yok.”
Crystal, babaanneme öfkeyle baktı. Babaannemin güveni zehirliydi, bana inanıyordu ama bu inanç, başkaları tarafından ürkütücü bulunuyor olmalıydı. Bir zamanlar benim için de ürkütücüydü ama şimdi ona baktığımda, ne hissettiğini, ne söylemeye çalıştığını daha iyi anlıyor, onu görüyordum. Sanırım onu yavaş yavaş çözüyordum.
Beyaz lalenin siyaha döndüğü ânı hatırladım. Bir yanım babaanneme hak verdi ve onun bana bir şey yapmayacağı hissiyle dolmamı sağladı; diğer yanım sessizlik içindeydi ve bu sessizliği, onun bana her şeyi yapabileceğine yoruyordum.
Portaldan geçerken nefesimi tuttuğumu hatırlıyordum. İçimde biraz nefes bırakmalıydım çünkü bu gece yaşanması muhtemel olan şeyler nefesimi kesebilirdi; bir parça nefese muhtaç duruma gelebilirdim. Kalbim bir veba mikrobu gibi usul usul mantığımı öldürüyordu.
Ne hissetmem gerektiğini bilmediğim bir anda, gözümü açmamla kendimi Medusa heykelinin önünde bulmam bir oldu. Kalp atışlarım yavaşladı, nabzım duruldu ve yaşadığıma dair emareler göstermesi gereken her detayım, koca bir sessizliğe gömülerek kayboldu; Medusa heykelinin tam karşısında, o heykelden daha soğuk, daha donuk, daha cansız görünüyordum. Bu gece yaşanacak her şeye hazırlıklı olmam gerekirdi belki ama donuk görüntüme rağmen kendimi hiç hazır hissetmiyordum. Bunun farkındalığı sert bir tokat olup yüzüme çarptı. Hazır değildim.
Sarnıcın derinlerindeki sessizlik, birinin adım sesleriyle parçalara bölünüp dağıldı. Saul, geçmişin içinden, “Her evrende mutlak surette bir parçam, bir parçana tapardı,” diye fısıldadığında, geçmişin bana kendini göstermeye başladığını hissettim. Mēness, o an Saul’a nasıl bakıyordu bilmiyordum ama ben geçmişten gelip zihnime dokunan bu sesi, bu sesin taşıdığı oldukça ağır gelen cümleyi hatırlarken, Medusa heykeline her şeyimi kaybetmenin eşiğindeymişim, hatta o eşiği çoktan geçmişim gibi bakıyordum.
Sarnıcın içindeki mistik enerjinin ağırlaştığını hissettim. Loş ışıklar, heykellerin arasından sızarak ayak ucuma uzanıyordu. Adım seslerine kulak kesilmeye devam ettim. Burada olduğunu biliyordum. Onun varlığını hissediyordum, varlığını hissetmeye başlamam için adım seslerini duymuş olmama gerek bile yoktu.
“Seni burada bulacağımı biliyordum, seni burada bulmamı isteyenin sen olduğunu da biliyordum.” Cümlesi bir ok gibi sırtıma saplandığında, aramızdaki mesafeye rağmen sıcak nefesinin saçlarımın arasından süzülüp boynuma döküldüğünü hisseder gibi oldum.
Bakışlarımı heykelden çekmedim, kafamı çevirip ona bakmak istesem de bu defa bunu yapma düşüncesi bile bana ağır geldi. Ona baktığımda bir başkasını görmekten mi korkuyordum? Hâlâ orada olduğuna inanan tarafımı parçalara ayırmasından mı korkuyordum? Ben neyden korkuyordum?
“Neden buradayız, Sevgili Azize?” Sorusunun ardından bana doğru bir adım daha attığını duydum. Bakışlarımdaki çaresizliği sildim, gözlerimi yavaşça ona çevirip omzumun üzerinden ona baktığımda gözlerimiz birleşti. Beyaz bir gömlek giyiyordu, altında siyah pantolon vardı ve gömleğinin baştan iki düğmesi açık olduğu için esmer teni, beyaz kumaşın altında bronz bir mücevher gibi parlıyordu. Uzun bir süre birbirimizin gözlerine kayıtsızca baktık. Benim gözlerimin ardında hayal kırıklıkları ve özlem vardı ama onunkilerin ardında ne vardı göremiyordum; gözlerinin ardında gizlediklerine ulaşamıyordum.
Gözlerimiz birbirine temas etmeye devam ederken dışarıda çakan bir şimşeğin ölümcül gümbürtüsü, sarnıcın içinde yankılar uyandırarak çınladı. Sanki bu şimşek, onun gözlerinin sesiydi; sakladıkları, bu şimşeğin içinde bir feryat olup gizlenmişti ama ben sadece onun gücünün sesini duymuştum.
“Aslında beklediğim sen değildin,” dediğimde kaşlarını çatacak gibi oldu ama ifadesini hızla toparlayıp başını aşağı yukarı salladı.
“Kimdi?” diye sordu. “Ucuz büyücün mü?”
Kıskançlığı bir yabancı olduğuna dair inancımı paramparça ediyordu. Gözlerine sessizce bakmaya devam ettim. Ona saldırmak aklımın ucundan bile geçmese de gölgelerin bir anda üzerime çullanmasını istediğimden buna mecburdum. Bakışlarıma esir düşmüş gibi hareketsizce beni izlerken aklımdan ne geçtiğini merak ediyor gibi görünüyor ama ağzını açıp bu konuyla ilgili hiçbir şey sormuyordu. Gözlerinde beni rahatsız edecek türden güçlü bir ifade vardı ama yine gözlerinde, onun zayıflığı olduğumu benden bile gizleyemediği bir tereddüt de yer alıyordu.
“Buna son vermeyi düşünmüyorsun sanırım,” dediğimde tek kaşını kaldırdı.
“Neyden söz ediyorsun, Azize?”
“Bundan.” Başımı sağ omzuma yatırıp onu baştan aşağı süzdüm. “Yaptığın şeylerden söz ediyorum. Dünyaya yaydığın kanserden.”
Bana doğru bir adım attıktan sonra ellerinden birini pantolonunun cebine soktu ve “Ölüm Yıldızı neden var olur, biliyor musun?” diye sordu sakin bir sesle. Uzun zaman sonra onu ilk kez böyle sakin görmenin şaşkınlığıyla kaşlarımı çattım ama sorduğu soruya karşılık vermedim; sadece gözlerinin içine bakmaya devam ettim. “Yönetmek ve yok etmek için.” Anlamadığımı belli edercesine kaşlarımı daha sert çattığımda gülümsedi, gülümseyişi içimi buz tutturdu. “Güneşi düşün, tüm gezegenler ve yıldızların arasındaki en büyük, en güçlü yıldız. Doğmadığı anlarda, mutlak surette yok edici bir karanlık var olur, bu tüm dengeleri altüst eder. Yaşamak için ışığına ihtiyaç duyarsın. Beslenmek için, üretmek için, ürettiklerini tüketmek için. Işığı ve ısısı olmadan bir hiçsin. Yine güneş, içinde olan tek bir patlamayla doğal dengeni altüst edebilir. Şiddetli fırtınalar, bozulan doğal denge sonucu felaketler, uzun süreli elektrik kesintileri…” Durdu, başını havaya kaldırıp sütunları inceledi. “Ölüm Yıldızı da böyledir. Nemesis doğar, felaketleri ve ışığı getirir. Ama onu yok etmeye kalkışırsan, işte o zaman yok olan sen olursun. Siz beni yok etmek için toplandınız.” Nemesis doğrudan gözlerimin içine baktı. “Ve şimdi sizi yok etmeye başlamam yüzünden bana mı yakınıyorsunuz? Hiçbir şey yapmıyorum. Küçük bir güneş patlaması gibi düşün bunu, asıl patlamanın sonucu bambaşka olacakken, ben sadece küçük patlamalarla uyarılar veriyorum. Sakindim, taşkınlıklar yapmadan ışığımla etrafı aydınlatıyordum, bir şey yok edilmesi gerekirse sizin için yok ediyordum, sonra ne oldu? Büyük bir memnuniyetsizlikle karşılaştım ve sahibi olduğum bu bedenin bile bana karşı gelmeye başladığını gördüm. Hoş değildi. Gümüş Pençelerin varlığını zararsız buluyordum, bir parçama ait olan küçük bir azınlık olarak görüyordum onları ama sonra varlıklarının sinir bozucu olduğunu keşfettim. Çünkü beni kendi bedenimden uzağa itiyordunuz. Sen ve Gümüş Pençeler. Sonuçları ağır oldu, bir gölge olarak ayrıldığım bu bedende yeniden hâkimiyeti ele geçirmek için doğru ânı bekledim. O an gelene kadar önüme çıkanı yok ettiysem eğer, bunun etkiye tepki olduğunu anlaman gerekir. Bana baktığında öylesine karmaşa yaratmış bir yaratık görüyorsan eğer, yanılıyorsun bebeğim. Tek parmak hareketiyle bu şehri haritadan, hatta bu dünyayı gökyüzünden silebilirim ama yapmıyorum. Yapabilirim ama yapmıyorum. Neden yapmıyorum, biliyor musun?”
Gözlerinin içine bakmaya devam ettim.
İşaret parmağını kaldırıp, bir namlu gibi bana doğrulttu.
“Çünkü sen varsın.”
Ruhumu ateşe verdi ama dumanım biraz olsun gözlerimden sızmadı.
“Çünkü bu lanet bedenin içinde bir sen varsın.”
Bana doğru bir adım daha attı.
“Beni yok etmeye çalışan herkesi yok ettim ama seni yok etmek istemiyorum. Senin ölmeni istemiyorum. Beni anladın mı?”
“Her şeyi yok ettikten sonra karşıma geçip bunu söyleyemezsin,” diye sitem ettim öfkeyle.
“Her şeyi yok ettim öyle mi? Sen neden hâlâ karşımda durmuş bana kafa tutuyorsun o zaman?”
Gölgeleri harekete geçirmek zorundaydım ama o benimle bu görüntüdeyken, tıpkı Efken gibi bakıyorken böyle konuştuğu sürece bunu yapamayacakmışım gibi hissediyordum. Dişlerimi birbirine bastırarak amacımı hatırlatmaya çalıştım kendime. Gölgelerin bana karşı saldırganlaşması, Efken’in zincirlerini zorlaması için yeterli olurdu. Buna mecburdum. Ortalığı allak bullak edecek, belki de kendi kanımı yere dökecektim ama o zincirler, Efken Karaduman tarafından zorlanacaktı. Başka çarem yoktu. Başka umudum yoktu.
Ona doğru dönüp, bir adım geri çekildiğimde niyetimin farkına varmış gibi kaşlarını çattı.
“Bunu yapma, Azize,” demesiyle kaşlarımı kaldırıp ona sorguyla bakmam bir oldu. “Seninle savaşmamı mı istiyorsun?”
“Beni hafife alıyorsun, öyle mi?” Sorum onu duraksattı, bunu beklemediği kesindi.
“Seni hafife aldığım yok,” dedi, daha sonra şeytani bir gülümsemeyle bana uzun uzun baktı. “Ama yine de beni yenebileceğini düşünüyor musun?” Sanki kendisiyle çatıştığı bir andı, bir yanı beni ona saldırmaktan vazgeçirmeye çalışıyordu, diğer yanı bunu istiyordu.
Avucumun içinde kaşıntı şeklinde ilerleyen alevi, ben daha o aleve hükmetmeye başlamamışken fark edip gözlerini ellerime indirdi. Kalp atışlarım yavaşladı ama durmak için zamanımın olmadığını biliyordum. Ona saldırmalıydım, şanslıysam bana karşılık verirdi ve içinde bir noktada bana yaptığı şeyin farkındalığı çağlardı. Eğer karşılık vermezse, gölgelerin liderlerini korumak için harekete geçeceklerini biliyordum. Kafamın içinde neler döndüğünü anlamak ister gibi kaşlarını çattı.
“Mahşer dağının zirvesinde parlayan o yıldız ki, kin dolu parıltısıyla, şeytanın kara ayının altında infilak ederek yitip gidecek,” diye fısıldadım, tanıdık bir cümleyle karşılaşmış gibi duraksayarak bana baktı. “Şeytanın karanlık gölgeli ayı, kıyametin gölgesi gibi üzerine düşsün, Nemesis.” Özür dilerim, diye devam ettim cümleye ama son iki cümle içimde bir yankı oluştursa da ona ulaşmadı. Avucumdan bir anda firar eden ateş büyüdü, karanlığın içinde çağlayarak kızıl bir güneş gibi doğdu. Ebedi karanlığın içinde doğmuş kötülüğe doğru son hızla savrulmaya başladı. Küre şeklini alan ateşime bakarken kayıtsızdı, birazdan onu vuracak olan alevime karşı savunmasız olmayı kendisi seçmişti. Bana karşılık vermeyeceğini o anda anladım.
“Benim varlığımın krateri,” dediğinde gözlerimiz birbirine tutundu. Ateşim aramızda parladı. “Bana, beni öldürmek için mi geldin?”
Kalbimi arkasında saklayan o elmas kapı parçalanmış gibi baktım ona. Varlığımın krateri demişti, ne demek istemişti? Onun içindeki boşluk muydum? Yoksa bir parçasının bana hissettikleri yüzünden ona çarpmış bir gök taşıymışım gibi mi hissediyordu? Gözlerimin içine, bana bunun cevabını veriyormuş gibi baktı. Onun varlığına çarpan bir şey olduğum kesindi, onun varlığının derinliklerinde bir oyuk açtığımı artık ben de biliyordum. Ateşim ona vurdu, onu geriye doğru sendeletti ama ateşim ne kadar şiddetli vurursa vursun, gözlerini gözlerimden ayırmasına yetmedi.
Gölgeler birdenbire etrafımı sardı ama ben gözlerimi onun gözlerinden ayıramadım. Gömleğinin kumaşından yukarı hızla yükselen alevlerin içinde bana bakarken dudaklarında bir tebessüm belirdi; bu tebessümü tanıyordum. Bu hüzünlü tebessüm Nemesis’e değil, sevdiğim adama aitti.
Alevlerim ona belki fiziksel zarar verdi ama bu, üstesinden gelemeyeceği bir zarar değildi. Ateşi söndürmek için harekete geçmemesi dikkatimi çekti. Yanıyordu ve bu biraz bile umurunda değildi.
Gölgelerin, “Alevlerin onun kutsal ışığını yutabileceğini mi sanıyorsun?” diye fısıldadıklarını duydum, her biri ürkütücü çınlamalar gibiydi. “Kendi kanının denizinde boğulmayı hak ediyorsun!” Fısıltılar birbirine karışarak kuvvetli haykırışları doğuruyordu ama aldırış etmeden alevlerimin sardığı gömleğine bakıyordum.
Acımasızlığı tanıyordum, Nemesis’e baktığımda gördüğüm sadece acımasızlık değildi; kaybolmuş bir ruh gibi bakıyordu ama gülümseyişi can yakıcı şekilde ızdırap çekiyor gibi görünüyordu. Her ne kadar istemesem de ona bir defa daha saldırmak için harekete geçeceğim sırada bileğim bir gölge tarafından sarıldı, şeffaf bir örtü gibi bileğimi sararak orada urgan şeklinde bir karartı bırakan gölgeye baktım. “Sahtesin,” diye fısıldadı bileğimi saran gölgeden beden, “duyguların sahte, kendi kanının denizinde boğulacaksın.”
Cevap vermeden bileğime dolanmış karartıya bakmaya devam ettim. Bileğimi biraz daha sıkı kavradığında, Nemesis ateşi tek bir üflemeyle söndürmüş gibi bedeninin üzerinden süzülen bir dumana dönüştürdü ve “Bırak,” dedi gölgeye. “Ona dokunmanı emretmedim sana.”
Gölgelerin ileri gitmesine izin vermeyeceğini biliyordum ama bu kadar kısa sürmesini beklemiyordum; gölgeleri biraz daha kızıştırmam gerektiğini fark ettiğimde, “Daha neler yapabileceğimi görmedin bile,” diye fısıldayarak bileğimi sarmayı bırakan gölgeyi avucumdan fırlayan ateşle bağladım. Bir ip şeklini alan ateşim, gölgenin şeffaf karartıdan ibaret olan bedeninin etrafına dolandı ve gölge, ızdırapla çığlık attı. Bakışlarımı Nemesis’e çevirip, “Beni hafife almamalıydın, Ölüm Yıldızı,” dedim kendimden emin bir sesle. “Sen güneşin karanlık ikizi olabilirsin ama Efken, güneşin ta kendisi ve sen o olduğunu sanan bir yanılsamadan başkası değilsin.” Eğildim, ateşten ipim gölgeyi sararak sıkmaya devam ederken avucumu mistik zemine çarptım. Çarpmamla beraber, yerde ateş renginde kar taneleri belirdi; kor parçaları gibi tutuşan kar taneleri, keskin ateşli kristaller şeklinde hızla Nemesis’e doğru savrulmaya başladı.
Nemesis bu kez hiddetli gözlerle baktı, onu küçümsediğimi fark etti ve bundan hiç hoşlanmadı. Olduğu yerde sıçradığında arkasında uzun, karanlık bir gölge asılı kaldı. Gölgesine vuran kristal alevler parçalanarak yere yığıldığında, Nemesis çoktan birkaç metre ileride dikilmeye başlamıştı bile. Başını sol omzuna yatırıp bana alaycı gözlerle bakarken, “Sanırım seni hafife almak konusunda haksız da sayılmam, Azize, hım?” diye sordu. Sesindeki dikenler, bir tacın etrafını saran sivri demirler gibiydi; kimin efendi olduğunu göstermek istiyor gibi gözlerimin içine dikkatle baktığında burnumdan soluyarak güldüm.
“Kötülük, iyilikle çarpıştığında elbette kazanan güçlü olan taraf olacaktır ama peki ya kötülük kötülükle çarpışırsa, ne olur, hiç düşündün mü?” diye sorduğumda, Nemesis sorum karşısında afallayarak kaşlarını çattı. “Sen bir kansersin ama karşında bir veba olduğundan haberin bile yok. Tanıştırayım, ben cehennem soyundan, Lilith’in kanından, kanı soğuk ama zehri cehennemin yedinci katından daha kavurucu olan o kadınım. Bana bakınca bir insan kızı görüyor olabilirsin ama ben, bu dünyada en az senin kadar eski bir geçmişe sahip olan Mēness’im.”
Elimi sola kaldırdım, kolum bir yay gibi gerilirken parmaklarım yukarıdan aşağı doğru küçük bir hilâl çizdi ve boşluğa çizdiğim hilâl, ateş gibi yanmaya başladı. Sağ bileğimdeki damar dalgalandı, damarım derimi yırtmak ister gibi kabardı ve sonunda bir yılan, genişleyen damarımın içinden yavaşça sürünerek çıkmaya başladı. “Ve bana karşılık vermemek, bu gece yaptığın ilk büyük hataydı.” Yılanımın başı bir ok gibi ayrıldı, bedeni oktan daha sert şekilde demire döndü, ateşten yayıma geçirdiğim yılandan okumu hedefe fırlatmamla beraber zaman yavaşladı.
“İkinci büyük hata,” dediğimde, okum Nemesis’i omzundan vurdu, omzuna saplanan okla beraber bedeni sarsıldı ve yıldırımlar ona ait kanlar gibi dışarı fışkırarak etrafa saçılmaya başladı. “Efken’e duyduğum aşkı kullanarak beni durdurabileceğini düşünmendi.”
Nemesis’in göz bebekleri büyüdü, siyahlık tüm gözlerini kapladı ve ardından o siyahlığın derinlerinde bir şimşek fırtınası koptu; gözleri tamamen şimşeğin beyazlığıyla sarıldı. Parlak beyaz gözlerine bakarken gölgelerin açık hedefi olduğumun farkında bir şekilde gülümsedim. Ciddi bir şekilde yaraladığım Nemesis’in yere dökülen yıldırımlarının elbette bir bedeli olacaktı; bunu bana ödetmeleri gerektiği düşüncesine çoktan kapılmış olmalıydılar.
Düşündüğüm tam da kafamın içinde şekil bulduğu anlarda gerçeğe döndü. Gölgeler etrafımı bir bulut kümesi gibi sararak beni fırtınanın içine hapsettiler. İstesem onları püskürtebilirdim ama bekledim, beni tamamen kuşatmalarına izin verdim.
Nemesis, yediği darbe konusunda fiziksel değil ama zihinsel olarak sarsılmış olmalıydı. Okun deldiği yerden fışkıran yıldırımların etrafa çarpmaya, sarnıcın içini ışıkla yıkamaya devam ettiğini zar zor da olsa görebiliyordum. Gölgelerden biri karanlık, yüzü ve uzuvları olmayan ama tamamen bir insanın gölgesine benzeyen karanlık kütlesiyle önümde belirip elini boğazıma sardığında, gözleri olmayan mahlukatın yüzü olduğunu düşündüğüm karanlığa baktım. Onu küle çevirmek benim için çok kolayken karşılık vermiyor oluşum ona kendini üstün hissettirmiş gibi, “Kralın tacını başından oynatıyorsan, başının gövdenden ayrılmasına hazırsın demektir,” diye tısladı.
Nemesis, “Uzaklaşın,” diye hırladı ama gölge, ona hiç karşılık vermememden kuvvet bulmuş gibi boğazımı kavramaya devam etti. Dudaklarımda neredeyse sinsi bir gülümseme belirdi ama gölge bunun nedenini anlayamadı, muhtemelen beni üstün görüyordu ve şimdi parmaklarının arasında boynumu tutuyor olmak ona keyif veriyordu.
Bir tıslama sesiyle beraber, “Dışarıdakilere saldırıyorlar!” feryadını duydum, bu muhakkak bedensiz mahlukatlardan birinin sesiydi. “Bu kadın yalnız gelmemiş!”
“Bu belliydi,” diye tısladı bir başka gölge, etrafımda bir duman gibi uçuşarak sütunları aştı ve sarnıcın dışına doğru süzüldü.
Nemesis, “Emrime itaat etmen gerektiğini öğretememişim sana,” dediğinde, derin bir sessizlik uğultu olup etrafta çınladı. Bir an sonra, yükselen patlama sesiyle beraber boğazımı saran gölgeden eller önce kara bir taşa döndü, ardından patlayıp kül gibi yağarak ayaklarımın önüne düştü. “Sana ona dokunma dediğim anda, elini üstünden çekmen gerekirdi.” Nemesis’in bu cümlesi, beraberinde bakışlarımızın birbirine çelme takmasına neden oldu. Gecenin ruhu orada, onun gümüş gibi parlayan mavi gözlerinde gizleniyordu. Önüme döktüğü kendisine ait askerin cesedine bakmak için gözlerimi gözlerinden ayırdım. Efken’i dışarı çekebilmek için yeterince ileri gidebilmiş sayılmazdım.
Gölgeler, kendilerinden birinin efendileri tarafından yere serilmesinin şokunu büyük bir uğultu yayarak yaşadılar. Nemesis bana doğru bir adım atıp, omzuna saplanan yılandan oku çıkarıp kenara fırlattı. Ok yere çarptığı an, kıvrak bir yılana dönüşerek sürünüp sütunlardan birinin etrafına dolandı. Nefesimi tutup, ağır adımlarla bana doğru yaklaşan Nemesis’e baktım.
Asırlar önce sevdiğim adam, şu an kabul etsem de etmesem de en büyük düşmanım, tam karşımda duruyordu.
“Seni biri yok edecekse, bu ben olurum,” dedi bir kan yemini ediyor gibi. “Bir başkası asla değil. Beni anladın mı?”
Boğazımdan aşağı bir yutkunuş kaysa da gözlerimdeki zalim meydan okuma silinmedi. Aramızdaki ebedi aşkın bir bıçak gibi sivrilerek ebedi bir düşmanlığa dönüştüğünü hissettim; şafağın ışıkları geceyi silmeye başladığında, iki âşığın cansız bedeni, kan nehrinin kıyılarına vurmuş gibiydi.
Birbirimize bakarken rüzgârlar esti ve acı büyüdü.
Acı büyürken, o soruyu sordu.
“Şimdi seni yok mu etmeliyim, Medusa?”