🎧: Flora Cash, Down on Your knees
İnsan kırığını iyileştirmekten, kıran kişi tekrar sokulup dokunacak olursa ona saplansın istediği için vazgeçiyordu. Ne kadar kırığım varsa, kaynamasın diye aynı yerden incitip duracaktım artık.
Saçlarım suyun içinde yüzerken ve yüzüm suyun altında durmuş, bir camın arkasındaymış gibi tavanı izlerken düşünmüyordum. Kendime bunu yapmaktan vazgeçmiştim. Çünkü artık kaldıramayacağım kadar ağır geliyordu. Düşünceler zaten zihnimin çukurlarına su gibi dolmuştu. O çukurlardan taşmasına izin veremezdim.
Hisler birbirine karışmış hâldeydi. Onu seviyordum, bu saklayabileceğim bir gerçek olmaktan çıkalı çok olmuştu ama artık onu hissedemiyordum. Sanki kaybolup gitmişti, sanki Yerebatan Sarnıcı’nda olduğu gibi beni arkasında bırakmış, çekip gitmişti. Sadece fiziksel değil, ruhsal olarak da gitmişti, kalbimi de yanında götürmüştü.
Efken’in bana bir yabancıya bakıyor gibi bakan gözlerini hatırladım. Sırtını bana dönüşünü, alayla gülüşünü, uyanan o karanlık taraftaki zalim bakışlarını… Birdenbire bunlar bana çok ağır geldi ve gözlerimi yumdum. Suyun altında kendi hislerimi idam edemedim ama kendimi idam ediyor gibi hissettim.
Bir el suyun içine girip bedenimi kavradığında gözlerim açıldı ve bedenim yukarı çekildi. Crystal, yüzünde saklayamadığı bir öfkeyle, “Ne yapıyorsun burada?” diye sordu sertçe. Etrafa saçılan suyu izledim, daha sonra gözlerimi Crystal’in ateş rengindeki sarı gözlerine çevirdim.
“Kendimi dinliyordum.”
“Suyun içinde nefesini son damlasına kadar tüketirken mi?” Kenardaki havluyu aldığını gördüm ama suyun içinden çıkmadan küvette oturmaya devam ettim. “Bu şekilde gerçekten kaçabileceğini mi düşünüyorsun?”
“Gerçek ne?” diye sorduğumda Crystal duraksayarak omzunun üzerinden bana baktı. “Efken’in gölgesinin kafayı yiyerek tüm Gümüş Pençeleri öldürmeye karar vermesi ve birçoğunu gerçekten öldürmüş olması mı?”
Sorum, Crystal’e de hasar vermiş gibiydi. Başını önüne eğdiğinde söyleyecek bir şeyi olmadığını biliyordum.
“O şeyin Efken olduğuna mı inanıyorsun sen de?”
“Efken’in bir parçası olduğunu sen de biliyorsun,” dediğinde kalbim kan kusacak gibi kabardı. “Nemesis’in bir zalim olacağını sen de biliyordun.”
“Kendi soyunu öldürmeye kalkışacak kadar değil,” dedim. “Cinayeti kendi işlemiş ya da başkalarına işletmiş olsa da Gümüş Pençeleri öldüren o şeydi. Ve o şeyin Efken olduğuna inanmayacağım.”
“Üzerini giyinmelisin. Baban seni bekliyor,” dedi Crystal, başka ne söylemesi gerektiğini kendisi de bilmiyor gibiydi. Benim gibi o da neye inanacağını şaşırmış olmalıydı.
“İnsanları koruyabilmek için kendimi ifşa ettim,” dediğimde Crystal sertçe yutkundu. “Ama bunun yetmeyeceğini anladım.”
Crystal, “Daha bitmedi,” dedi.
“Gümüş Pençeler koruma altına alındı ama bunu yapan Nemesis’in gücüydü ve şimdi yeniden o korumayı bozabilir, Gümüş Pençelere saldırabilir,” diye fısıldadım. “Koruyabileceğim hiçbir şey kalmadı. Onu da kaybettim.”
“Yerinden kalksan iyi edersin çünkü sen hâlâ bir kraliçesin,” dedi Crystal sertçe. “Efken’e ne oldu bilmiyorum, belki de söylediğin gibidir, o Efken falan değildir, kendini kandırmaya çalışmıyorsundur ya da çalışıyorsundur. Açıkçası şu an umurumda olan bu değil, tamam mı? Yerinden kalkıp savaşa devam etmek zorundasın çünkü artık ne Gümüş Pençelerin ne de diğer insanların senden başka savunucusu yok.”
Bu gerçek, etimi kemiğimden ayırıyorlarmış gibi acıyla dolmama neden oldu ama çektiğim acı yüzüme yansımadı. Küvetten doğrularak kalktığımda sular çıplak bedenimden, içimden akan gözyaşları dışıma taşmış gibi şiddetle akmaya başladı.
Crystal, havluyu bedenime sararak çıplaklığımı örttü. Havlunun kenarını tutup banyodan çıkarak odanın içinde ilerledim. Odadaki konsolun üzerinde yanan büyük beyaz mumun alevi, turuncu bir ışıkla odayı aydınlatıyordu. Elektrikler hâlâ gelmemişti, güç kaynağımız da neredeyse tükenmek üzereydi. O yüzden evi mumlarla aydınlatmaya başlamıştık. Havlu bedenimden kayıp yere düştü, parmak uçlarımda yükselerek elbise dolabına ilerledim. Siyah iç çamaşırlarımı giyip, altıma deri bir pantolon, üzerime de karnımı açık bırakacak kısa kollu, siyah bir crop giydim. Islak saçlarımı fırçalarken Crystal yatağın ucunda oturmuş beni izliyordu ama ona aldırış etmedim. Sanki yokmuş gibi davranıyordum ve o bunun farkındaydı.
Sonunda, “Baban,” diye hatırlattığında gözlerimi aynadan çekerek ona çevirdim.
“Evet, biliyorum,” dedim sertçe, “beni bekliyor. Anladım onu.”
“Sinirli olman normal.”
“O zaman?”
Crystal, “Babanın anlatacaklarını dinlemeden yargıya varmamanı tavsiye ederim,” dedi sessizce.
“Size bir şey anlattı mı?”
Crystal, “Hayır,” demekle yetindi.
Gözlerimi camdan dışarıya çevirdim. Saat kaçtı bilmiyordum ama henüz akşam olmamıştı, yine de gökyüzü öyle soluktu ki sanki bir adım sonrasında karanlık her yeri saracak gibi duruyordu. Kollarımı bedenime sarıp kalbimdeki acıyı saklamaya çalıştım. Kendimden bile. Efken nereye gitmişti? Nereye giderdi? Burayı bilmiyordu, tanımıyordu, gidecek bir yeri yoktu. Duraksadım. Gölge uzun zamandır keşifte olmalıydı. Efken’in bedenine yerleşene dek burayı gözlemleyip tanımış, belki de kendine bir in edinmişti.
Odadan çıkarken tek kelime etmedim. Crystal, konsoldaki mumu eline alarak arkamdan çıktı. Babamın mutfakta olduğunu hissettim. Bilmeme gerek yoktu. Birinin bana söylemesine gerek yoktu. Mutfağa girdiğim an, ada tezgâhın arkasına oturmuş şarap yudumladığını gördüm. Bu saatlerde içmek gibi huyları yoktu. Çatık kaşlarla ona doğru yürüyüp tam önünde durduğumda, “Nihayet kendine gelmişsin,” dedi, bu söylediği bir sebepten dolayı öfkeyle dolmama neden oldu.
“Benden gizlediklerin var, değil mi? Benim aksime Efken’in bildikleri,” dediğimde babamın yorgun bakışları yüzümde dolaştı. Bir şeyler söylesin istedim ama onun da mecalinin olmadığı ortadaydı. “Efken ile ne konuştunuz?”
“Oraya gitmemeliydiniz,” dedi babam. “Kimseye sormadan kafanıza göre kararlar almanızın bedeli ödeniyor.”
“Bildiğin her şeyi bilmek istiyorum baba.”
Babam şarap kadehini tezgâhın üzerine koyup, “Sana her şeyi söylediğine eminim,” dedi, bunu söylemesi bana çok ağır geldi çünkü tüm bunların o gölgenin uydurduğu bir yalandan ibaret olmasını istiyordum.
“Efken kendini kurban verecekti, öyle mi?” Sorum babamın sertçe yutkunmasına neden oldu. Neredeyse sarsılarak ağlamaya başlayacaktım ama yine de ayaklarımın üzerinde dimdik durdum. Oysa içim, yıkılmış binaların geride bıraktığı moloz yığınlarıyla dolu terk edilmiş bir şehirden fazlası değildi.
“Tüm bu saldırıların merkezinde Efken’in kendi gölgesi olduğunu Efken de fark etti,” dedi babam, kaşlarım sertçe çatılırken elimi tezgâha yaslamamak için direndim. Güçsüz görünmek istemiyordum. “Nemesis, Efken’in gölgesi, Efken’in en büyük parçası, diğer benliği. Ve Nemesis durdurulmazsa, kıyamet tüm evrenlerde üzerimize yağacak. Çünkü Nemesis’in gücü, sonsuz ve durdurulamaz boyutta. Seni tek bir darbeyle topraklarından silebilecek güçte. Efsanedeki Yedi Güneş’in lideri de o, öldürmek için bir araya gelecekleri efsanevi gücün sahibi de o. Bu yüzden parçasını geri kazanmadan önce Yedi Güneş’i toplamayı seçti, daha sonra da yapılması gerekenin yapılmasını sağlayacaktı. Seni ve önem verdiği herkesi koruyacaktı çünkü eğer yok edilmezse, yok etmesi kaçınılmaz.”
“Bu kabul edebileceğim bir şey değil,” dediğimde babam başını aşağı yukarı salladı.
“Biliyorum. O da biliyordu. Ama kendi parçasının, soyunu hiç düşünmeden kıydığını fark ettiğinde, seni korumak için vermesi gereken bir karar olduğunu da biliyordu. Bu kararı verirken bir an olsun düşünmedi. Bu onun gerçekten iyi bir tarafı olduğunu gösterir. O dünyaya bir zalim olarak gönderilmiş olsa da insani yanlarını seninle yaşamış, seninleyken içindeki kötülükten kaçırdığı o bir parçayı uyutmuş ve saklamış.”
“O şeyin onu orada ele geçireceğini biliyor muydu?”
“Efken ele geçirilmedi, Efken hâlâ Efken,” dedi babam, midem bulanmaya başladığı için bu kez dayanamadım ve tezgâha dokundum. Babam tezgâha yaslanan parmaklarıma baktı. “Ama oraya giderken yapmak istediği tek şey kalkan oluşturmaktı. Bir parçasının o çocukları öldürmeye devam etmemesi için onları Nemesis’in kendisinin bile çözemeyeceği büyüklükte bir kalkanla korumaya almış. Açığa çıkan bu büyük enerji, Nemesis’in dışarı çıkmasını beklediği enerjiydi. Yani aslında bir tuzaktı. Her ne kadar Gümüş Pençeleri, Nemesis’in dahi çözemeyeceği bir kalkanla korumaya almış olsa da kendi direncini düşürüp diğer benliğiyle bir araya gelmek zorunda kaldı. Bir parçası bu cinayetleri işlerken zaten bu enerjinin açığa çıkmasını istiyordu, tekrar bedenine uyanmış vaziyette geri dönebilmesi için bu şarttı.”
“Şimdi ne olacak?” diyebildim, tek istediğim birinin beni dürtmesiydi, tek istediğim bu kâbustan uyanabilmekti.
“Efken’in, Nemesis yanı tamamen dirildi. Yapılacak tek bir şey kaldı,” dedi babam, başımı iki yana sallarken titreyen ellerimi yumruk yapıp tezgâha sertçe vurdum. Babamın bakışları darbeyle kızaran parmak boğumlarıma dokundu. Sertçe yutkundu ama tek kelime edemedi. Hissettiklerimi tahmin dahi edemezdi ama yine de beni anlamak için çabalıyordu.
“Efken hâlâ içeride ve hiçbir güç, beni o canavarın Efken’in ta kendisi olduğuna inandıramaz! Beni anladın mı?” Babamın gözlerine aklımı yitiriyormuş gibi bakarken titriyordum. “Efken kendisini kurban vermeye karar vermiş olabilir ama ben buna izin vermeyeceğim. Beni anladın mı?”
“Ne yapacaksın öyleyse?” Babamın sorusu karşısında donuklaştım. “Öylece oturup Nemesis’in yıkıcı gücüyle etrafı allak bullak etmesini mi izleyeceksin? Yedi Güneş’i bulup hepsinden kurtulana kadar kendini güvende hissetmediğinden yakıp yıkmaya devam edecek. Üstelik Gümüş Pençelerin üzerine çöken kalkan onları korumaya aldığı için artık sataşacak yeni ırklar arayacak kendine. Neden biliyor musun? Vazgeçip ona Yedi Güneş’i verelim diye.”
Babamın gözlerinin içine bakakaldım.
“Yedi Güneş’ten birisi senin erkek kardeşin,” dedi babam gözlerimin içine dikkatle bakarak. “Nemesis hayatta kalmak ve hiçbir zaman tehdit altında hissetmemek için Yedi Güneş’ten kurtulmak istiyor. Farkında mısın sen bunun?”
“Efken hâlâ o bedenin içinde,” dedim üstüne basa basa. “Sen onu tanımıyor olabilirsin, her şeyi yapabileceğini düşünüyor da olabilirsin ama ben onu tanıyorum. O şeyle birleştiği için bir güç zehirlenmesi yaşayacak belki ama sonunda ayılacak. O şeyle kendisi savaşacak. Yedi Güneş bir araya geldiğinde Efken’i de öldürecekse eğer, Yedi Güneş bir araya gelmeyecek. Uyandırmayacağız o çocukları. Efken, Nemesis yanını bastırıp içinde söndürecek ama ne o ne de bir başkası ölmeyecek. Beni anladın mı?”
Yaren’in ağladığını duyuyordum, İbrahim evin bir köşesinde onu sakinleştirmeye çalışıyordu ama tıpkı Yaren gibi İbrahim’in de şokta olduğunu hissedebiliyordum. Vitali neredeyse hiç yorum yapmamıştı, Manbel’in de sesi çıkmıyordu ama şaşkınlığı barizdi. Mahzar hiçbir şeye anlam veremediği için sessizdi, evin bir köşesine sinmiş, babamla aramda gerilen iplerin üzerinde yürümek zorunda kalmamak için dua ediyor olmalıydı.
Babam, “O çocuk tüm evrenlerde bir kıyamet alameti, Mahinev,” dedi bundan hiç hoşlanmadığını belli eden bir ifadeyle. Efken’i sevmişti, bunu saklasa da gözlerinde görebiliyordum. Böyle bir şeyin yaşanmasından duyduğu mutsuzluğu saklamıyordu ama sonunda kapıyı çalan gerçeğe göz yummama izin de veremiyordu. Ona hem delice kızdım hem de onu içim yana yana anladım.
“Baba, o tüm evrenlerde kıyamet alametiyse, kıyamet neden sadece benim içimde koptu?” diye sordum son gücümle.
Babam, gözlerimin içine beni anlıyor gibi baktı. Beni anlamanın onu dağladığını gördüm. Gözlerimi yere indirip kaşlarımı çattım. “Eğer onu yok etmeye kalkışacaksan baba, önce beni yok etmen gerekecek.”
“Onu yok edebilecek kişi ben değilim,” dedi babam oturduğu yerden kalkıp mutfağın çıkışına yönelirken. “Madem kararın bu Mahinev, o hâlde yaşanabilecek tüm felaketlerin sorumluluğunu aldığını varsayıyorum.”
“Sadece Nemesis’i yok etmenin bir yolunu bulacağım,” dedim ama söylediğim şeye kendim de inanmıyordum.
Babam, “İki kişiden değil, tek bir insandan bahsettiğimizi anladığında konuşalım,” diyerek mutfaktan çıktı.
Hatem sessizce arkamda belirdiğinde onu hissettim ama dönüp gri gözlerine bakamadım. Hayal kırıklığının keskinliğini hissedebiliyordum, sesi çıkmasa da sanki haykırışları evin her yanına dağılıyordu.
“Kraliçe,” dedi sessizce.
Ona bakmadan, “Ne soracaksan sor, Hatem,” dedim.
“Soy kardeşlerimi öldüren liderim miydi?” Sorusu gözlerimi yummama neden oldu.
“Neler hissettiğini, sizi korumak için nasıl çaresizce çırpındığını görmedin mi?” Soruyu sorarken kendi ses tonumun beni kesip biçtiğini hissettim. Hatem’in yutkunduğunu duydum. Bakışlarım usulca ona çevrildi, gözlerinin içine baktım. “Elini kalbine koy da söyle, sence tüm bunları liderin mi yaptı?”
Hatem sessizce, “Hayır,” dedi. “Kalbim bunu reddediyor ama Ölüm Yıldızı olduğu gerçeğini görmezden gelemiyorum.”
Hatem’e doğru ilerleyip, “Bunu yapanın o olduğuna inanma,” dedim, elimi Hatem’in omzuna koyduğumda, gri gözlerinde bana karşı duymaya başladığı güveni gördüm. “Onu tanıyorum, sen de tanıyorsun. Geri dönecek.”
“Siz buna inanıyorsanız, ben de buna koşulsuz inanmayı kabul ediyorum,” dedi Hatem ama bir yanı kırgındı, biliyordum, bir yanı korkuyordu; Efken’in soyuna bunu yapmış olma ihtimalinden çok korkuyordu. Kollarımı bedenime sararak mutfaktan çıktım. Arabamın önüne varana kadar kollarım bedenimi sarmaya devam etti. Sokağa çıkma yasağı aktif olmasına aktifti ama hafta sonları bir gün, belli saatlere kadar özgürlük alanı sunulmuştu. Yine insanlara alışveriş saatleri de verilmişti. Bugün dışarıda alışveriş için evlerinden ayrılan insanlar dışında hiç kimse yoktu ve Kızıl Teğmen bize birer izin kâğıdı çıkardığı için çevirmeye girsem bile sorun olmazdı. Sokakta dolaşma yetkim vardı.
Arabanın ön yolcu koltuğunda duran siyah laleyi gördüğümde bakışlarım donuklaştı. Buraya nasıl geldiğiyle ilgili en ufak bir fikrim olmasa da laleyi parmaklarımın arasına aldım. Çiçekten yoğun, büyüleyici bir koku yükselerek içime doluyordu ve öyle siyah duruyordu ki sanki gece, onun güzel yapraklarında soluk alıyordu.
Çatık kaşlarla çiçeği koltuğun üzerine geri bırakıp telefonumu da yanına koydum.
Araba boş şeritte ilerlerken yan koltuğa attığım telefon sürekli olarak çalmaya devam etti ama aldırış edip telefonu açmadım. Herkesin dilinin ucunda bana yöneltilmek için bekleyen sorular vardı ve ben hiçbirini duymaya da cevaplamaya da hazır değildim. Efken hakkında konuşmak istemiyordum, sadece Efken’i bulmak istiyordum. Sanki geçtiğim her sokakta, aslında onu arıyordum.
Her şey yerli yerine oturuyordu aslında. Birinin daha portal açabildiğini fark etmiştik. O portaldan çıkan eli, Gümüş Pençe’nin kalbini söküşünü hâlâ hatırlıyordum. Bu olurken Efken oradaydı, eli bir portaldan çıkıp birini parçalamamıştı ama Yerebatan Sarnıcı’nda portal açanın o olduğunu görmüştüm. Üstüne düşünüldüğünde cinayetlerden kendisinin sorumlu olmadığı, o karanlık parçanın sorumlu olduğu açıkça belliydi ama eminim kendini sonsuz büyüklükte suçlu ve sorumlu hissediyordu.
Arabayı biraz daha hızlandırdım. Şehrin her sokağına girmek, onu her taşın altına bakarak aramak istiyordum. Arabayı Ortaköy sahilinin yakınlarında bir yere park edip sahilde yürümeye başladım. Şehir griydi, denizin üzerinde hareket eden ışıkların az olmasının sebebi, şehre hâlâ elektriğin gelmemiş olmasıydı ve güç kaynaklarını çok fazla kullanmamaya özen gösteriyorlardı. Hükûmet, eninde sonunda yasakları kaldırmak zorunda kalacaktı, o yüzden her şeyin hallolması için çok vaktimiz olduğu söylenemezdi.
Çaprazına camiyi, önüne de büyük köprüyü alan banklardan birine oturup kollarımı bedenime sararak önümde uzanan, gökle aynı rengi almış dalgalı denize baktım. Buz kalıpları, denizin üzerinde beyaz mermer taşları gibi sallanarak yüzüyordu. Sahili ilk defa bu denli boş görüyordum. Tek bir canlı bile yoktu.
Karman çorman hislerle denizi izlerken çıkış yolunu oturarak bulamayacağımı, düşünmenin de pek bir işe yaramadığını biliyordum ama biraz uzaklaşmaya ihtiyacım vardı. Onun bana sırtını dönüp gidişini, alaycı gülüşünü, ele geçirilmiş tanıdık bedeninden bana uzanan ama yabancı bakan gözlerini unutamıyordum. Üstelik babaannem girdiği delikten hâlâ çıkmış değildi, neredeydi bilmiyordum ama sanırım şu an en çok onun varlığına ihtiyaç duyuyordum. O, olup bitenleri herkesten daha iyi değerlendirebilirdi, belki bana bir çıkış yolu gösterirken kalbimi çiğnememi istemezdi.
Bir his göğsümü sıkıştırdığında oturduğum yerden doğrulup kalktım. İzlenme hissiyle karışan huzursuzluk, tüm ruhumu kaplamaya başladı. Bakışlarım savruk bir rüzgâr gibi etrafta dolaştı. Boşluk öyle büyüktü ki kendimi okyanusun dibine çökmeye başlayan bir gemi gibi hissettim. Rüzgâr saçlarımdan hızla kayıp gittiğinde bir kıkırtı sesi zihnime doldu. Bu kıkırtı bir kadına aitti.
“Kokun bin fit öteden bile alınabilecek kadar keskin ve leziz,” diye fısıldayan kadının sesi, zihnimin her köşesine ulaştı. Etrafıma hızlıca baktım ama kimse yoktu. Şimdi deniz daha dalgalıydı, gök daha koyuydu, karanlık bir his içimde çınlıyordu.
Duruşum dikleşti, gözlerim daha fazlasını görebilmek adına kızıl bir bariyerin ardına gizlendi. Göz bebeklerimin inceldiğini hissettim ve soğuk bir rüzgâr saçlarımın arasından estiğinde saçlarım geriye doğru savruldu.
“Beni mi arıyorsun?”
Ses tam arkamdan gelerek omuriliğimde bir ürperti yarattığında hızla arkama doğru döndüm. Tam karşımda kahverengi, kıvırcık saçları çıplak göğüslerinin üzerinden geçerek karnına dek uzanan o kadını gördüğümde, bedenim saldırıya hazır bir şekilde gerildi. Göğüslerini örten saçlarıyken, vücudunun geri kalanı siyah bir lateks parçasıyla ikinci bir deri gibi örtünmüştü. Bir bacağı çıplakken, diğer bacağındaki lateks, ayak parmaklarına kadar inerek onu örtüyordu.
Başını sağa doğru yatırdığında gözlerinin beyazının olmadığını fark ettim. Saf, siyah gözleri de bedeni gibi lateksle kaplanmış görünüyordu. Bu yüzden hangi yöne baktığı belirsiz gibi duruyordu ama bana baktığını biliyordum.
Hareketleri yavaştı, başını omzuna doğru yatırırken her bir kası sekteye uğrayarak bedeninin içinde spazm geçiriyor gibi duruyordu. Onun ne olduğunu anlayamasam da saldırıya hazırdım çünkü iyi niyetli olmadığını hissedebiliyordum.
Elini bana doğru uzatmaya kalkışacaktı ki bir adım gerileyip ona çatık kaşlarla baktım. Uzun, sivri tırnakları tırnak diplerinden değil, parmaklarının ortasındaki eklemlerden dışarı uzanıyor ve birer siyah bıçak gibi görünüyorlardı. Geri çekilmemden hoşlanmamış gibi kaşlarını çatıp bana rahatsız edici bir şeye bakıyormuş gibi bakarak, “Söylendiği kadar burnu büyüksün demek,” dedi. “Kendini çok güzel ve yenilmez mi zannediyorsun?”
“Sen de nesin?” Sorum onu duraksattı, sorularına cevap vermeyişim, hatta üstüne o soruları umursamayışım onu şaşırtmışa benziyordu.
“Ben güzel bir kadınım,” dediğinde bir an ona aval aval baktım. Tırnaklarını omuzlarında gezdirirken hareketleri yine tuhaf, yavaş ve spazmlarla yüklüydü. “Ama ne yazık ki lordum beni değil, seni tercih ediyor.”
Kalbimin atışları göğsüme hançer gibi batıp çıkarken kimden bahsettiğini biliyordum. “Onun değerli oyuncağısın, öyle değil mi?” diye sordu bu defa. Buna da cevap vermediğimde kaşları tamamen çatıldı. “Ama Lord’um üzgün,” diye devam etti konuşmaya. “Çünkü oyuncağı onunla oynamıyor. Lord’um oyuncağını istiyor.”
“Bir gölgesin,” dediğimde dudakları yukarı kıvrıldı.
“Evet,” dedi, “zeki bir oyuncak olduğunu biliyordum.”
Onu baştan aşağı süzdüm, spazmlarından anladığım kadarıyla uyum sağlamakta güçlük çektiği bir bedenin içindeydi. Bir an yüzümü buruşturup, “Bu beden sana ait değil,” dedim.
“Vay canına,” dedi heyecanla. “Hep böyle doğru çıkarımlar mı yaparsın?”
“Bu kızı konağın olarak mı kullanıyorsun?” diye sorarken gözlerinin içine dikkatle bakıyordum. Gözünü kapatıp geri açtığında karanlığa boğulmuş bakışlarının nerede olduğunu kestiremedim. Derin bir nefes alarak, “Kendi bedenim nerede bilmiyorum,” dedi, “o kadar uzun zamandır sadece bir gölgeyim ki bir zamanlar nasıl göründüğümü artık hatırlamıyorum.”
Onun canını almam gerekirdi ama içinde olduğu beden kesinlikle masum bir insana aitti. Gözlerimi bedeninde dolaştırdım, ardından tekrar siyah gözlerine baktım.
“Efken nerede?”
“Onun adı Nemesis,” dedi kız, ardından bana doğru bir adım attı. “Onu eğlendirmek istedim, moralini yerine getirmek için güzel bir beden buldum ve kendi marifetlerimi bu bedene ekledim ama fayda etmedi. Sanırım en çok seninleyken eğleniyordu.”
Öfke, içimde tıslayarak dolaşmaya başladı ama ifadesiz bir suratla, başkasının bedenini ödünç alan gölgeye bakmaya devam ettim.
“Onun adı Efken,” dedim, “sen ona ait bir parçayı lordun olarak görüyorsun. Çok küçük bir parça.”
Kızın bakışlarının sertleştiğini hissettim. “Efken senin zehirleyip kim olduğunu unutturduğun saf bir Gümüş Pençe’ydi. Ona kim olduğunu hatırlatmamız zaman aldı.”
“O nerede?”
“Ne yapacaksın? Onun oyuncağı olmayı kabul edip benimle geleceksen eğer, seni ona seve seve sunarım.” Kollarını bedeninin üzerinde topladı. “Ayrıca insanlar için sokak yasağı getirilmesini sağlamışsın. Hem de kendini ifşa ederek. Sence bu etten külüstürler böyle bir fedakârlığı hak ediyor mu?”
“Etten külüstür mü? Bir aralar sen de böyle bir etten külüstürün içinde yaşamıyor muydun?”
Tek kaşını kaldırdı. “Çok uzun zamandır özgür bir gölgeyim,” dedikten sonra bakışları ayaklarımdan başlayarak alnıma kadar beni taradı. “Kendini onun oyuncağı yapmak istiyor musun?”
“Sen bir oyuncak olmak için yeterince hevesli görünüyorsun,” dediğimde güldü.
“Eğer sen olmasaydın, onu tüm evrenlerde mutlu edebilirdim,” dedi, söylediği şey kâğıt kesiği gibi bir sızının kalbimin üzerinde kaymasına neden olurken, düşmanca bakışların gözlerimi ele geçirmesine engel olamadım. “Ama kanınla onu usul usul zehirlemişsin. Sonunda iradesini kazanmış olmasına rağmen senin kanını hâlâ damarlarından söküp atabilmiş değil. Bu da seni dolaylı yoldan onun hâlâ sıkılmadığı için kenara fırlatmadığı oyuncağı yapıyor. Senden sıkılana kadar seninle oynamasında sakınca görmüyorum.”
“Senin gibi daha kaç gölge kendini ona sunmak istiyor kim bilir ama sen karşıma geçmiş beni rakibin olarak görüyorsun,” dedim dudaklarımda sinsi bir tebessüm meydana gelirken.
Damarına bastığımı, burnundan verdiği sert nefesin sıcaklığı tenime süzüldüğünde anladım. “Kendini yeri değiştirilemez biriymişsin gibi görüyor olabilirsin,” dedi beni aşağılama isteğiyle. “Ama neticede Mar kanı taşıyan, çürümeye mahkûm et yığınından başka bir şey değilsin. Şu âna dek galip çıktığın tüm savaşlardan galibiyetle ayrılmanı sağlayan lordumdu. Şimdi o yanında değil ve öyle acizsin ki tacın çoktan ayaklarının önüne düşmüş, görkemli taşları kömür gibi kararmış.”
Onu kışkırtabileceğim düşüncesi kafamın içinde bir ışık gibi yandı. Dudaklarımın alayla yukarı büküldüğünü gördüğünde tek kaşını alnının ortasına varana dek yukarı kaldırdı. “Onun kuklası olduğunun farkındasındır umarım,” dedim, aslında amacım onu aşağılamak değildi ama yine de ağzından bir şeyler alabileceğimi düşünüyordum.
“Kuklası falan değilim. Onun biricik askerlerinden biriyim. Oldukça da kıdemliyim,” diye karşılık vererek savunmaya geçtiği an, amacıma ne kadar yakın olduğumu anladım.
“Amaçları doğrultusunda sizi kullanmıyor mu?” Küçümseyici bakışlarım bedeninde dolaştı. “Kim bilir kaç Gümüş Pençe öldürmek zorunda kaldın?”
“Amacımızın sadece Gümüş Pençe öldürmek olduğunu düşünüyor olamazsın,” dediğinde kalbim merakla kabardı.
“Neymiş o hâlde amacınız?”
Bana bir düşmana bakıyormuş gibi bakarken, “Nemesis’in tüm evrenlerdeki en güçlü lider olduğunu herkese göstermek,” dediğinde bir an kaşlarım çatıldı. “Tüm türler önümüzde diz çökecek ve tanrılarına biat edecekler.”
“Neden böyle bir şeyi amaç ediniyor?”
Bunu bilmiyormuş gibi bir an duraksadı, ardından, “Çünkü yok edebilmek onun elinde,” dedi. “Her şeyi ve herkesi.”
Buna söyleyecek bir şey bulamadım ama onun söyleyecekleri bitmemiş gibiydi. “Sokak yasağı akıllıca bir fikirdi,” dedi tekrardan konuştuğunda. “Ama senin yüzünden kendimize güçlü konaklar bulmak konusunda zorlanıyoruz çünkü insanlar fare deliklerine tıkıldı. Yine de bazı güçlü kan taşıyıcılarını gafil avlamak çok da zor olmuyor.”
“İnsanlardan uzak duracaksınız,” dediğim anda kahkahayı bastı.
“Besin kaynağımızdan nasıl uzak duracakmışız?”
Bir an donup kaldım.
“Havva’nın ve Âdem’in çocuklarının bedenlerinin, uzun zamandır gölge olarak yaşayan bizim için bir ganimet olduğunu bilmiyor olmalısın. Onların kaslarıyla, ruhlarıyla, kalpleriyle besleniyoruz. Bir konak bizi içinde ağırladığında ya da onunla temasa geçmemize izin verdiğinde, daha da güçleniyoruz.” Başını iki yana salladı. “Sen besin kaynaklarımızı gecenin karanlığından esirgedin. Bu onları korumak değil, daha büyük bir ateşe atmak çünkü avlanmak için ne kadar aç olduğumuzu bilemezsin. Bu bizi daha zalim yapıyor ve senin kendini hükûmete sunup hedef hâline getirmekten başka yapabileceğin bir şey olmadı. Tabii bir de besin kaynaklarımızı azalttın. Bu da var…” Başını havaya kaldırıp alaycı bir ses çıkardı. “Canımı fazlasıyla sıkmaya başladın.”
“Gümüş Pençe cinayetleri tıpkı Varta’da olduğu gibi burada da bir anda bıçak gibi kesildi,” dedim söylediklerini kulak arkası ederek. “Neden?”
“Sivri dişleri öldürmemizi mi tercih ederdin?”
“Bir anda durmanızın bir nedeni olmalı.”
“Nemesis artık kendine bir sürü aramadığı için onlarla işimiz bitti. Zaten her biri amaca giden yolda kullanılan araçlardı,” dedi gölge. “Ama Yedi Güneş hâlâ radarımızda elbette. Yedisini tek tek bulup mideye indirmek mükemmel olurdu.” Kardeşimin Yedi Güneş’ten birisi olduğunu bilmiyor muydu? Nemesis bu bilgiyi onlarla paylaşmamış mıydı? Yoksa o da bilmiyor muydu? Bu onu Efken’den daha farklı, ayrı biri yapmaz mıydı? İçimde ağzına dek soru işaretleriyle dolu bir çukur belirdi.
“Nemesis, Yedi Güneş’ten korkuyor olsa gerek.”
Gölge bir anda öyle çok öfkelendi ki bedeninden yayılan karanlık enerjinin dalgalanarak etrafımı sardığını hissettim.
“Nemesis,” dedi bu ismin üzerine basa basa, “hiçbir şeyden korkmaz.”
Dudaklarım yukarı kıvrıldı. “Aynaya baktığında gördüğü kişiden korkuyor ama,” diye fısıldadım.
“Haddini aşmaya başladın sürtük,” diyen gölgenin etrafında titreşmeye başlayan karanlığı görebiliyordum. Griden siyaha dönen, titreyen bir duman gibiydi ve bedeninden dışarı taşıp bir zar gibi onun etrafını sarmıştı. “Onu korkmakla suçladığına inanamıyorum, senin gibi birini oyuncak olarak seçmesi bile çok saçma. Onu resmen aşağılıyorsun.”
Beni yakıp kavuran hislerime rağmen güçlü olmaya çalışarak güldüm. “Nemesis biraz bile ilgimi çekmiyor ama Efken bana ait. Ve senin Nemesis’in, benim olandan fena hâlde korkuyor.”
“Onların aynı kişi olduğunu kavrayamamışsın,” dedi tokat gibi. Herkes bunu yüzüme vurup duracak mıydı? Belki de bir şeyleri kavrayamayan ben değildim, onlardı. Belki de haklıydılar, duygularım beni kör etmişti ve inanmak istediğim şeye inanmaya çalışıyor, acizce buna tutunuyordum.
“Her neyse,” dediğinde sırtını bana döndü. Ona saldırıp ateşimin tadına bakmasını sağlamak istedim ama bedenin sahibine zarar vermek istemiyordum. İkilemde kalmış hâlde sırtına bakarken dişlerimi birbirine bastırdım. “Nasıl göründüğünü gözlerimle görmek istedim. Kıymetli bir oyuncak olduğun için neye benzediğini merak ediyordum. Hayal kırıklığına uğradım çünkü çok da ihtişamlı değilmişsin.”
“Kendini böyle kandırıyorsun herhâlde,” dedim düz bir sesle.
Duraksadı ama dönüp bana bakmadı. “Kendimi kandırmak mı?”
“Nemesis’in beni istediğini biliyorsun,” dedim tek kaşımı kaldırarak. “Seni hiçbir zaman bir kadın olarak görmeyeceğini biliyor musun?”
“Bu aptalca düşünceye seni inandıran da ne?” diye sorarak yüzünde saldırgan bir ifadeyle bana doğru döndü. “Kendini bu kadar değerli zannetme. Senin de sonun posası çıkmış bir ceset olmak olacak. Senden sıkıldığında seni yok edecek, belki yok etmeye bile değer bulmayacak.”
Burnumdan sert bir nefes vererek gülüp, “Posası kenara atılan ben mi olurum yoksa sen mi olursun orası meçhul tabii,” dedim.
“Ben onun askeriyim, sense onun düşmanısın. Hem de uzun süre onu zayıf düşüren, bir parçasının derin bir uykuya dalmasına neden olan paçavra düşmanısın. Kendini bizden üstün mü görüyorsun?” Tehlikeli bakışları yüzümde jilet gibi kayarken bana doğru bir adım attı. “Şurada canını alabilirim, biliyor musun?”
“Kimin canını alacaksın? Benim mi?” Bu kez gerçekten alayla güldüm, cüreti beni eğlendirdi. “Sen benim kim olduğumu biliyor musun gölgecik?”
Gözü seğirdi, dişlerinin arasından tıslar gibi bir ses çıkararak, “Mar olman seni üstün ırk mı yapıyor zannediyorsun?” diye sordu. “Bir Gümüş Pençe’yi lime lime eden karanlığım, senin dizlerini titretemez mi sanıyorsun?”
“Sana benimle ilgili olan bilgileri biraz eksik aktarmışlar,” diyerek parmaklarımı içeri doğru büküp, tırnaklarımı avucumdaki çizgilere yasladım ve alev orada bir çığa dönüşerek büyümeye başladı. Parmaklarımı avuç içi çizgilerime bastırdıkça, karşımdaki gölgenin bakışları değişiyordu. Sonunda eli boğazına kaydığında, ateşimin parmaklarımın arasında bükülerek onun nefesini hedef aldığını biliyordum. Boğazında sıcağı hissetmiş olmalıydı, ateşin derin ve yakıcı bir şekilde onu saran kokusunu, artan sıcaklığı… Şaşkınlığı öyle büyüktü ki bu beni eğlendirdi. İçimdeki yas duygusuna rağmen eğlendiğimi hissettim. Parmaklarımı yukarı kaldırıp, onun ince boynunu eziyormuş gibi hareket ettirdiğimde ateş parmaklarımın arasında yaylanarak genişledi.
Gölgenin elleri kendisine ait olmayan boynuna gitti, boynuna dokunurken, kısık sesle, “Ne yaptığını sanıyorsun?” diye sordu ama çoktan dehşete kapılmıştı.
“Sana kendimi tanıtıyorum.”
Çırpındı ama nafileydi, ateş boğazından aşağı lav gibi akarken ona dokunmadığım hâlde parmaklarımı soluk borusunda hissediyor olmalıydı.
“Tüm insanları yakacağım,” dediğinde parmaklarımı daha da sıkılaştırdım. “Hepsini küle çevireceğim. Bok çuvalları gibi yere yığılıp insaf dilenecekler. İstanbul’a gelen küçük kıyamet, büyüyerek tüm şehirlere veba gibi yayılacak. İnsanlar ölecek.” Öksürdü. “Bir patlama daha, insanların yaptığını sandıkları ve büyük bir savaşın öncüsü olacak devasa bir patlama…” Duraksadım ama ateşim onun boğazını sarmaya devam ediyordu. “Herkes birbirine düşecek, birbirine düşenler, geride kalanların yemeğimiz olduğunu bile fark etmeyecek. Önce bu şehir düşecek, sonra tüm ülke ve devamında tüm dünya. Düşenler arasında elbette ailen de olacak. Tüm doğaüstü kanı taşıyan erkeklerinizi katledeceğiz.”
Onu öldürmek istedim. Bir masumun derisini elbise gibi giyiyor olmasına rağmen onu geride külü kalmayana dek ateşimden geçirmek istedim.
Parmaklarım ateşten bir düğüm yaratıyormuş gibi hareketlendi, nefesi daha da kesildi. Sözcükleri bitmiş gibiydi, belki de hâlâ söyleyecekleri vardı ama sesini ondan almıştım. Bilincini ondan alacaktım. Ele geçirdiği bedenin içinde ızgaraya dönene dek ona ateşle saldıracaktım.
“Sen,” dedim hiç düşünmeden, “benim için basit bir çerezsin. Seni öldürmem benim üç saniyeme mâl olmaz ama senin dudaklarından dökülen her tehdit, geçireceğin tüm günlere mâl olacak.”
Gözleri geriye kaydığında göz çukurunu kaplayan lateks kalkar gibi oldu, gözünün beyazını gördüm ama sonra yeniden o gözler karanlık bir kafese dönüştü. Kafesin arkasında bir yaratık, iblis ruhlu bir gölge vardı. Parmaklarımı daha da sıktığımda, “Nemesis’in yatağını ısıtmadığın her an, başka kadınlara fırsat sunmuş olacaksın,” dedi güç bela. Sanki benim canımı yakmak için kasıtlı konuşuyordu. “Ona savaş açtıkça, onun gözündeki yerini kaybedeceksin. Bir gün sana baktığı gibi bir başka kadına baktığında, kahrından kalbini kusarak öleceksin.”
“Ne yazık ki baktığı kadın sen olmayacaksın,” dedim ve ateş birdenbire harlandı, boğazından akıp giden lavları gördüm; boğazı kızıl bir ışık saçtı ve derisinin altında dalgalanan ateşin onu nasıl genişlettiğini gördüm.
“Bekle,” diyebildi, “yoksa Galata Kulesi’ndeki patlamaya kaç saniye kaldığını öğrenemeyeceksin.”
Ateş bir anda geri çekildiğinde göz bebeklerim korkuyla genişledi. Öksürük krizinin hemen ardından gülerek, “Galata Kulesi’nin etrafında çok sayıda kaçak insan var, evde sıkılan herkes oraya akın etmiş olmalı,” dedi.
“Blöf yapıyorsun.”
“Kız Kulesi’ni patlatmadan önce telefon edip haber veremediğimiz için affına sığınıyorum,” dedi titreyen bir sesle. “Üstelik beni öylece öldüremezsin çünkü bedeninin içinde olduğum bu zavallı bakirenin geçmişi, en az bir meleğinki kadar temiz. Onun katili olmak istediğine emin misin?”
“Patlama,” dedim söylediklerini kulak arkası ederek. “Neden bir yerleri patlatıyorsunuz?”
“İç huzuru bozmak ve panik yaratmak için,” dedi hiç düşünmeden. “Çünkü kaos, onları daha lezzetli yapıyor. Ve yine kaos, amaca hizmet ediyor.”
Tam atakta bulunacaktım ki el ve ayak bileklerimi hızla, karanlık bir sarmaşık gibi saran gölgelere baktım. Bir an hareket edemedim ve sarmaşık gibi tenimi saran gölgelerin sahiplerini gördüm. Bedenlenmemişlerdi, etrafımı sarmışlardı ve kaç taneydiler anlayamıyordum. Karşımdaki bedenlenmiş gölge, çirkin bir karga kahkahası attı ve “İyi yüreğin,” diye mırıldandı, “asla masumların ölmesine göz yummaz, değil mi?”
Gölgeler de gülüştüler ama sesleri yoktu, gülüşleri bir uğultudan ibaretti. Bedenlenmiş gölge, bana doğru yürüyüp tam önümde durdu ve çenemi parmaklarının arasına alarak havaya kaldırdı.
“Seni öldürsem, Nemesis beni nasıl cezalandırırdı?”
“Arkamdan gelirdin,” dediğimde dişlerini sıktı. Avucumda yeniden ateş büyüyordu. Bileklerimi pranga gibi saran gölgelere karşı koymayışımın nedeni, onları tek hamlede küle çevirmek istememdi.
“Peki ya gözünün önünde biraz kıyım yapsam?” Sorusu bu kez beni hazırlıksız yakaladı. “Senin masum diye adlandırdıkların birer birer ölürse, seni öldürmüş kadar olur muyum?”
Gözlerimi gözlerine mıhlamış hâldeyken ateş avucumda daha da büyüdü ama gölgelerin beni tuttuklarını düşünmelerini sağlamaya devam ettim. Onu öldürecektim. Bir masumun bedenini kılıf gibi giymiş olsa da onun canını alacaktım. Şaka yapmıyordu. O karartılı gözlerine baktığımda, kıyım için can attığını görebiliyordum.
“Ama sana bu seyir zevkini sunmadan önce güzel suratında hakiki bir gölge yanığı bırakacağım,” dedi. Neyine güveniyordu bilmiyordum ama onu bir karides gibi pişirecektim. Gözlerimi gözlerine diktim, tek kelime etmeyişimi korkumdan sanıyor olmalıydı. Dudağının kenarı yukarı kıvrılırken uzun tırnağını yanağıma sürttü, bakışlarım hâlâ boştu ve doğrudan ona saplı duruyordu.
“Güzel ama sıradan bir yüz. Başkasında da bulunabilecek standartlardaki herhangi bir yüz. Oldukça basitsin aslında,” dedi sessizce. Bana karşı öfkeliydi. Beni küçümseyerek kendini iyi hissetmeye çalışıyordu ama yüzüme bakarken en büyük kâbusuyla yüzleştiğini biliyordum. Bir gölge de olsa o kıskanç bir kadının kalbine sahipti.
“Kendini bu şekilde mi kandırıyorsun?” diye sorduğumda çenesi seğirdi. “Lordun benim sıradan yüzüm için senin gibi bir milyon tanesini feda ederdi.”
“Haddini bilmeyen devrik kraliçe, daha iki gölgeyi bile aşamıyorsun ama Lord’um senin için bizim gibi bir milyon tanesini feda edecek, öyle mi?” Öfkeyle soludu. “Senin sorunun ne? Kendini ne sanıyorsun?” Yüzüme eğildi. “Senin soğuttuğun yatağı ben ısıtıyorum, bunu biliyor musun?”
Bir an kalbim öyle bir ateşle doldu ki, ağzımı açarsam dudaklarımdan kelimeler değil bir dolu ateş fışkıracak ve kadının yüzünü eritene kadar yakacak sandım. Öfkelendiğimi fark ettiğinde ucuz bir kahkaha attı. Haklı mıydı yoksa sadece damarıma mı basmaya çalışıyordu bilmiyordum ama midem bulanıyordu, dizlerimin üzerine çöküp içimdeki alevleri lav şeklinde kusmak istiyordum.
“Bence şovunu yarıda kesmemin zamanı geldi de geçiyor,” dediğimde afalladı. Hiç beklemediği anda bir tayfun gibi estiğimde, sıcak rüzgârım beni kenetleyen gölgeleri etrafa savurdu. Bedenlenen gölge bir adım geri gidip duraksayarak bana baktı. “Ne demiştin? İki gölgeyi bile aşamıyordum, değil mi? Sanırım onları cehenneme kadar fırlatabilirim ya da daha kolay yoldan,” diyerek avucumu açtım ve alev avucumun içinden yukarı fırladı, “cehennemi sizin için burada getirebilirim.”
“Seni deşeceğim,” diye tısladı. “Senin içinden bir tufan olup geçeceğim.”
“Durma,” dememle, elimi yana itmem ve savrulan gölgelerden birini ateşimden geçirmem bir oldu. Avucumda bir yeni ateş büyürken, “Cehennemimden çıkabilirsen, içimden geçme fırsatını belki elde edebilirsin, beden çalan sürtük,” diye fısıldadım.
Yere mürekkep gibi yayılan karanlığı gördüm. Ayaklarından akıyor, siyah bir su gibi hızla bana doğru geliyordu. Gözlerimi devirip avucumdaki ateşi diğer gölgeye savurduktan sonra pentagramımı oluşturmak için kollarımı ve bacaklarımı hafifçe iki yana açtım. Etrafımı saran şeytani çemberi gördüğünde duraksadı ama karanlık, yerde su gibi akarak bana gelmeye devam ediyordu. Pentagramımdaki semboller oluşmaya başladı. Onu basit bir ateşle vurup devirebilirdim ama bu sürtüğün gerçekten canını yakmaya karar vermiştim.
Onu tam vuracaktım ki birbirine çarpan ellerin sesiyle donup kaldım. Bedenlenen gölge de donuklaştı, yerde ilerleyen karanlık sıvı dondu ve kafasını kaldırıp arkamdaki bedene baktı. Kimin geldiğini biliyordum. Pentagramımı bozmadım ama karşımdaki bedeni de vurmadım, sadece öyle durup bekledim.
Efken’in, “Delilah,” dediğini duydum. “Burada olmak için benden izin aldığını hatırlamıyorum.”
“Lordum,” dedi Delilah birdenbire olduğu yerde çöküp, başını önüne eğerek.
Efken’in yanımdan geçtiğini hissettim ama ona bakamadım. Tanıdık kokusunu solumak, beynimden vurulmuşa dönmeme neden olmuştu. Ona doğru dönüp hesap sormak, yakasına yapışmak istedim ama gözlerim bir milim oynayıp ona çarpmadı bile.
Önümde dikildiğinde ensesini ve geniş omuzlarını görebiliyordum. Üzerinde siyah, uzun bacaklarının yarısını örten bir pardösü vardı. Saçlarını alışkın olmadığım bir şekilde geriye doğru yatırdığını fark ettim.
Efken ya da Nemesis, adı her neyse, “Neden buradasın, Delilah?” diye sordu.
Delilah kekeleyerek, “Sadece onu görmek istemiştim,” diye fısıldadı.
Efken başını sağ omzuna doğru yatırıp, “Benden emir almadan birine saldıracak kadar başıboş bir köpek olduğunuzu bilmiyordum,” dedi tehlikeli bir sesle. “Öğrendiğim iyi oldu.”
“O bizden iki kişiyi yaktı,” diye savundu Delilah kendini. “Ben sadece onu size sunmak için almaya gelmiştim ama o, bizden birilerini öldürdü. Gözünü bile kırpmadan yaptı bunu.”
“Sen hâlâ konuşabiliyor musun?” diye sordum pentagramımın ortasında şeytani bir yıldız gibi dikildiğim esnada.
Nemesis, omzunun üzerinden yavaşça bana doğru baktığında karnımın kasıldığını hissettim. Uçurum mavisi gözleri yüzümde, bedenimde ve çizip ortasında durduğum pentagramda dolaştı. Gözlerini yeniden Delilah’ya çevirdi.
“Ona bin metreden fazla yaklaşmayacaksınız dediğimi hatırlıyorum,” dedi şeytani bir sesle. “Ve siz komut beklemeyen, verilen komuta da kulak asmayan başıboş köpekler gibi davranmayı seçmişsiniz. Benden önce davranıp daha acısız bir ölümü onlara bahşettiği için şanslılar.”
“O sizin bedeninizi alıkoymuştu efendim, nasıl onu savunursunuz?” diye sordu Delilah, gözlerinde saklayamadığı bir kıskançlık ve derin bir hayal kırıklığıyla.
“Ve şimdi bedenimin içindeyim, Delilah. Sana verdiğim komutları dinlemeyeceksen, seni ucuz bir barınağa bırakmak zorunda kalacağım.” Nemesis bana doğru döndüğünde, Delilah gözlerinde bir insana ait gözyaşlarıyla bakışlarını zemine indirdi ve tek kelime dahi edemedi. Gözleri gözlerime saplandığında pentagramı ona savurmak istedim ama kafamın içini okuyormuş gibi sakince, “Düşünme bile,” dedi, “benim için bir kedi yavrusunun pati atmasıyla eş değer bir etkiye sahip olacak bu hareket, seni bitap düşürecektir.”
“Beni hor görmeye başlamışsın,” dediğimde tek kaşını kaldırdı.
“Senin için buradayım,” dedi, bu itirafı beklemiyordum. “Çünkü paçavralarımın rahat durmayacağına neredeyse emindim.” Gözlerini Delilah’ya değdirmese de bu cümlenin muhataplarından birinin Delilah olduğu kesindi. Delilah sertçe yutkundu, gözlerinden yaşlar süzülmeye devam ediyordu. Nemesis bana doğru bir adım attı. “Kim hor gördüğü bir kadının ayağına kadar gelir?”
Sorusu karşısında ona donuk gözlerle bakarken ellerimi yere indirdim. Pentagram bozuldu ama enerjim hâlâ bedenimden dışarı yalın bir ateş esintisi gibi süzülüyordu. “Benimle gelmemek konusunda kararlı mısın?” diye sormasını beklemiyordum. Kaşlarım sertçe çatıldı. “Sana yanımda yer var, Sevgili Azize.”
“Ben ihanet edenlerin tarafına geçmem,” dediğimde gözlerimin içine uzun uzun baktı. Sanki o an gözlerimin içine bakan o değildi de gerçekten Efken’di. Kalbim sızladı, karşımda duruyor olmasına rağmen onu bir daha göremeyeceğim düşüncesi beni köklerimden sarstı.
“Neden burada yalnız başınasın, Sevgili Azize?” Sorusu üzerine gözlerinin içine baktım, ruhunu görmeye çalıştım ama ruhunu kapatmıştı. Onu görmeme asla izin vermiyordu. “Neyi bekliyorsun?”
Cevap vermedim, sadece gözlerinin içine baktım.
Bana doğru bir adım atıp, “Ya da kimi bekliyorsun?” diye sordu, bu kez sesi daha farklıydı, gizemliydi. Yine cevap vermeden sadece gözlerinin içine baktığımda kaşlarının ortasında derin bir yarık oluştu ve dilini ağzının içinde dolaştırarak beni süzdü. “Biri sana soru sorduğunda ona cevap vermen gerekir.”
Tek kaşımı kaldırıp, “Sana neden cevap vereyim?” diye sordum.
“Çünkü,” dedi gözlerini gözlerimden çekmeden, tehlike çanları gözlerinde çalıyordu. “Bir soru sorduğumda cevap alamazsam, akla hayale sığmayacak kadar çirkinleşebilirim.”
Dudaklarım iğrenti duygusuyla yukarı kıvrılırken, “Daha ne kadar çirkinleşebilirsin ki?” diye sordum. Anlayamadığını çatılan kaşlarından anladım. “Askerlerini yatağına alacak kadar çirkinleşmişsin zaten.”
Delilah, bunu söylediğim için olsa gerek iri iri gözlerle bana baktı. Efken, ne söylediğimle ilgili en ufak bir fikri bile yokmuş gibi çatık kaşlarla yüzüme bakmaya devam ediyordu. Sonunda jetonu düşmüş olacak ki omzunun üzerinden Delilah’ya bakıp, “Ona bu tür çirkin şeyler mi söylüyordun yoksa, Delilah?” diye sordu, sesi çok tehditkâr yükseliyordu.
Delilah aceleyle, “Ben sadece onun tarafından aşağılanmış hissettim,” dedi. “O yüzden böyle davrandım.”
Nemesis’in dişlerini gıcırdattığını duydum. Yüzü Efken’e çok benzeyen yabancıya bakarken ne düşündüğünü merak ettiğimi hissettim. Sıkı çenesi kasılırken Delilah’ya rahatsız edici bir dikkatle bakmaya başladı. Arkamı dönüp gitme isteğiyle dolsam da durup onu izledim. Kolundan tutup götüremeyeceğime göre, ya sırtımı dönüp gidecektim ya da bir anlığına durup onu izleyecektim. İzlemeyi seçtim.
“Benimle yattığın imasında mı bulundun?” Bu soruyla beraber Delilah korkuyla titreyip başını iki yana sallayarak yalana başvurdu.
“Bu kadın yalancının teki, Lord’um,” dedi telaşla. “Ona inanıyor olamazsınız. Beni aşağıladı, ağza alınmayacak laflar söyledi ve sonra da söylediklerimi yanlış yorumladı.” Yalancı kadına, saklayamadığım bir öfkeyle baktım. Nemesis bakışlarını bana çevirdiğinde yeniden o karanlık aurayı hissettim. Tıpkı bana ilk saldırdığı anda hissettiğim gibi alaycı, yıkıcı ve karanlık… Yine de tüm bunlara rağmen bakışları tanıdıktı.
“Bu küçük yalancı sünepe sana dokundu mu?” diye sordu gözleri gözlerimdeyken. Ona sana ne diye sormak istedim ama tek yaptığım alayla onu süzmek oldu. Bakışlarımdan rahatsızlık duymuyor gibi görünüyordu. Dahası, bakışlarımın ona nasıl hissettirdiğini de göremiyordum. Her şeyi, hissettiği ya da hissetmediği tüm duyguları, aklından geçen geçmeyen tüm düşünceleri kolaylıkla, ustaca saklıyordu. Ona sırtımı dönüp yürümeye başladığımda nasıl hareket edebildiğimi merak ediyordum çünkü vücudum çok ağırdı, aldığım her soluk ciğerime bıçak gibi girip çıkıyordu.
“Sana bir soru sordum,” diye seslendi arkamdan tehditkâr bir sesle ama onun tehditlerine karnım toktu. Sahil bandında hızlı adımlarla yürümeye başladım. Bir fırtınadan kopmuş gibi bedenime çarparak beni sarsan rüzgârı onun yarattığını anladığımda afalladım. Göz açıp kapayıncaya kadar karanlık bir esintiymiş gibi dibimde bitmişti. Hızı beni şaşırtmadı, etrafımı karanlık gibi sarmasını da garipsemedim. “Sakın,” diyerek üzerime yürüyüp kafasını eğerek yüzlerimizin arasındaki mesafeyi kapattı. “Beni bir daha görmezden geleyim deme.”
“Daha da ileri gidip seni hem görmezden geldim hem de duymazdan geldim,” dedim gözlerimi gözlerine dikerek. Gözlerine bakmak canımı yakıyordu ama bunu bilmesine gerek yoktu. Dalgaların seslerini duyuyordum, denizin tuzlu kokusu ciğerlerimi yakıyordu ve onun tanıdık kokusu da içimi deşerek derinlerime dalıyordu. Tam gözlerinin içine bakarak, “Galata Kulesi’nde bir patlama gerçekleşeceği doğru mu?” diye sordum sertçe.
“Huysuz kadın,” derken gözleri gözlerime âdeta kenetlenmişti. “Sen benim sorularıma cevap veriyor musun da ben seninkilere cevap vereceğim?”
Bana ne kadar tehlike arz ettiğini saklamadan baktı. Her şeye rağmen bana derin derin bakan gözleri, sert ve tehditkâr tavrıyla ters düşüyordu. Uzanıp ona dokunma ihtiyacına rağmen, “İnsanlardan ne istiyorsun?” diye bağırdım öfkeyle. “Sülüklerini insanlarla mı besliyorsun?”
Tek kelime etmeden gözlerimin içine bakıyordu.
“Ne istediğin bile belli değil!” diye bağırdım bu defa. “Onun bedenini istedin, aldın, o olduğunu savunuyorsun ama sadece ona ait boktan karakterli bir parçasın!” Söylediklerim onu şaşırtmadı, belki de şaşırttı ama bunu hiç belli etmedi. “Savaşının neyle olduğu bile belli değil! Saf kötülük için var olmuş gibi davranıyorsun. Evrenin en güçlü varlığıymış, en güçlü varlık böyle mi olur?” Gözlerinde bir yırtıcının bana saldırmak için hazırlandığını gördüm. “Sen bedenini ele geçirmek için bile onun en güçsüz anını bekledin, tüm enerjisini kullanmasını bekledin çünkü korkağın tekisin!” Ona tokat atmışım gibi bakıyordu. “Herkesi kandırabilirsin ama beni kandıramazsın. İstediğin kadar o olduğunu savun, sen sadece işe yaramaz, zavallı bir parçasın ve ne bu dünyada ne de başka bir dünyada tek bir amacın bile yok!”
“Sen de bilmediğin her şeyle ilgili ahkâm kesen, can sıkan küçük bir çocuksun,” dediğinde sesinde anlam veremediğim ve artık anlam da aramadığım bariz bir düşmanlık vardı.
Parmağımı göğsüne sertçe bastırmamla, ona dokunmuş olmam onu şoka sokmuş gibi gözleri irileşti. “O hâlâ içeride bir yerlerde ve seni bir hamam böceği gibi ezip, onu geri getireceğim.”
Gözlerini gözlerimden ayırmadan, “Hiç düşünmüyor musun?” diye sordu. “Belki de böyle olmayı kabul etmek zorundayımdır. Doğandan kaçamazsın.” Elini elimin üzerine koyup avucuyla parmaklarımı örttü. “Bana ait bir parçanın sana kul köle olduğu doğru ama bütüne baktığında, ben tek bir parçamı dinleyerek sana göz yummam, zehirli kadın.”
“O hâlde beni durdurman gerekecek,” dedim hiç düşünmeden.
“Gerektiği takdirde neler yapacağımı tahmin bile edemezsin, küçük yılan,” dedi delici gözleri ruhuma bıçak gibi girip çıkarken.
“Sana bir patlama olup olmayacağını sordum.”
“Bu denli ısrarcı olmaya devam edeceksen eğer, senin için bir tane ayarlarım.”
“Berbat birisin,” dediğimde, “Daha iyi bir iltifat aldığımı hatırlamıyorum,” diye karşılık verdi buz gibi bakan gözlerini gözlerimden çekmeden.
Elimi sertçe çekip dokunuşundan kurtardığımda beni izlemeye devam ediyordu. “Burada işim bitti,” dedim sertçe, tek kelime etmedi, sadece yüzüme baktı. Hiç beklemediği bir anda ona sokulup, parmak uçlarımda yükselerek kulağına doğru, “Umarım Delilah ile yatakta iyi vakit geçirirsin,” dedim zehrimi akıtmak ister gibi.
Tam yanından sıyrılıp geçiyordum ki büyük eli dirseğimi kavrayarak hareketime engel oldu. Bedenimi kolayca kendisine doğru çekip kulağıma eğildiğinde, sıcak nefesi derimin üzerinde yıkıcı bir baskı gibi ilerledi.
“Seninle iyi vakit geçirmeyi tercih ederim,” diye fısıldadı karanlık bir sesle.
“Siktir git,” diyerek elini itip hızla yürümeye başladım. Arkamdan gelmedi ama bakışlarının ağırlığını sırtımda hissettim. Sırtıma saplanmış bir hançerdi gözleri.
Arabama ulaşana kadar dönüp arkama bakmadım ama arabanın önüne geldiğimde, arabanın kaputunda duran siyah laleyi görünce kaşlarım çatıldı. Omzumun üzerinden arkamda kalan sahile baktığımda ne o oradaydı ne öldürdüğüm gölgelerin artıkları ne de Delilah.
Eve döndüğümde babamın öfkesiyle karşılaşacağıma emindim ama beklediğim gibi olmadı. Hislerimin farkındaymış gibi bana zaman tanıdı. Muhtemelen Efken’den umudumu kesip göreve odaklanmam gerektiğini düşünüyordu ve eğer bana alan yaratacak olursa, buna özgür irademle karar vereceğimi sanıyordu.
Kızıl Teğmen arayıp sokak yasağıyla ilgili bir esnetme yapılmak zorunda kalındığını söyledi. Çevre illerde de elektrik kesintilerinin baş gösterdiği, arızaların yakın zamanda çözülemeyecek kadar ağır olduğunu bildirdi. İnsanlar bir sebep gösterilmeden evlere tıkılmaktan hiç hoşlanmamıştı, bu yüzden haftanın belirli günlerinde sokak yasağı esnetilecekti. Bunun iyi bir fikir olmadığının altını çizdiğimde, dış ülkelerin de gözlerini üzerimize tam anlamıyla dikmemesi için her şey yolundaymış gibi davranmak zorunda olduğumuzu söyledi.
Doğaüstü askerlerinin şehirde devriye gezdiğini öğrendim. Sayıca ne kadarlardı bilmiyordum ama Kızıl Teğmen, kaotik durumlara sebep olabilecek farklı doğaüstüleri avlamak için yeterli sayıda olduklarını söylemişti. Kurt ölümlerinin önü şimdilik kesildiği için insanlar sakinleşmişti ama şimdi de yeterli bir sebep gösterilmeden eve tıkılmış olmanın öfkesiyle saçma sapan şeyler yazıp çiziyorlardı. Gerçi çoğunun güç kaynağı da tükenmişti, hâliyle artık internete girip komplo teorileri yazıp çizemiyorlardı. Dış güçlerle sık sık görüşme hâlinde olan hükûmetin de köşeye sıkışmış hissettiğini fark edebiliyordum. Tüm dünya tarafından potansiyel tehdit olarak görülmeye başlamıştık çünkü dış ülkeler, içeride neler olduğunu bir türlü çözemiyor ve çözemedikçe de öfkeyle doluyorlardı.
Annemi ziyaret ettiğim o diğer günlere nazaran daha ılık hissettiren öğleden sonra vaktinde, annemin, “Efken nerede?” diye sorması bardağı taşıran son damla olmuştu benim için. Yokluğuyla bir kez daha yüzleşmek zorunda kalmış, bundan hiç hoşlanmamıştım.
Yalan söylemek istemediğimden sustum, annem sessizliğimin nedenini görüyor gibi uzun uzun gözlerime baktı. Muskalarla tüm gerçeklere kör edilmiş bir kadının, içimde deprem gibi ilerleyen hisleri nasıl görebildiğine şaşırdım. Anne olmak böyle bir şey miydi?
Elimdeki boş kahve bardağını alıp tezgâhın üzerine koyarken, “Aranızda bir sorun var sanırım,” dedi, kalbimin atışlarına kulak vermemeye çalıştım. Annem buruk bir tebessümle gözlerimin içine baktı. “Sizin yaşlarınızdayken baban ve ben sürekli ters düşerdik, hiç anlaşamazdık, bir dünya sorunla baş etmeye çalışırdık. O yüzden kendini üzme ve aranızdaki probleme takılı kalma. Sana değer verdiğini gözlerimle gördüm, bakışları bunu ele veriyordu. Eminim kendini affettirecektir.”
Sandalyeye oturup ayaklarımı yukarı çektim ve dizlerimi göğüslerime bastırarak anneme baktım. Annem gözlerime sinen çaresizliği gördüğünde duraksayarak hemen bana doğru yaklaştı, elleri saçlarıma kayarken, “Kalbini kıracak bir şey mi yaptı?” diye sordu.
“Sanırım kalbimi kıracak bir şey yaptığının farkında dahi değil,” dediğimde annemin bakışları derinleşti.
“Fark ettiğinde muhakkak senden af dileyecektir. Onun iyi kalpli bir çocuk olduğuna inanıyorum.”
Sandalyenin üzerinde küçülebildiğim kadar küçüldüm. Bir çiçek gibi içeri doğru kapandım, bir diken gibi kendi içime battım. Annem sırtımı sıvazladıktan sonra, “Üzülme, hatasını er ya da geç anlayacaktır,” diye fısıldadı. “Aşk böyledir.”
“Af dilemesinin bir şey ifade etmeyeceği kadar kötü şeyler yapmaz, değil mi?” diye sorduğumda annem duraksadı. Bu soruyu beklemiyor olmalıydı, ben de bu soruyu sormayı beklemiyordum.
Annem, “O çocuğu çok tanıyor sayılmam ama af dilemesinin bile anlamsız geleceği büyüklükte bir şey yapmayacağına neredeyse eminim,” dediğinde kalbimdeki yük bir nebze olsun kalkar gibi oldu. “Sokak yasağı olduğu hâlde nasıl dışarı çıktın bakalım sen, kırık kalp?”
Anneme uzun uzun baktıktan sonra, “Ben tam bir kaçağım,” diye mırıldandım.
“Yüklü miktarda para cezasına çarptırılmak istiyorsun herhâlde?” Annem gülümsedi. “İnsanın kalbi kırık olunca olduğu yerde duramıyor, değil mi?”
Ağlayacak gibi hissediyor olmama rağmen gülümsedim ve “Nefes bile alamıyor,” diye fısıldadım.
Annemin üzüldüğünü bakışlarından anlayabiliyordum ama yine de her anne gibi beni neşelendirme isteğiyle bir şeyler yapmaya çalıştı. Belki başaramadı ama yapması bile benim için büyük bir şeydi.
Öğle sonu babam, annem içeride yemek pişirirken bir anda salona girip, “Artık benden kaçmayı bırak,” dedi, “konuşmamız gerekiyor.”
Bacaklarımı koltuğun üzerine çekip, dizlerimi göğüslerime bastırarak babama baktım. Hâlsizdim, bunu görüyordu ama ondan daha fazla kaçamayacağımı biliyordum. Tedirgin bir şekilde karşımdaki koltuğa oturup, “Gölgeler,” dedi, bir an kaşlarım çatıldı, “insanlara saldırmış.”
“Ne?”
“Şehirde elektrik kaynağı olmadığı için haber medyaya yansımadı ama Kızıl Teğmen aradı,” dedi babam aceleyle. “Üç sivil, bir de polisi hedef almışlar. Üç sivilden de polisten de geriye iz kalmamış. Aileler çıldırmış durumda ve neler olduğunu sorguluyorlar.”
“Gölgeler onları bedenlenmek için almış olmalı,” dediğimde babam gözlerini devirip derin bir nefes aldı.
“İnsan bedenini konak olarak alabildiklerini biliyorsun yani.”
“Sen de biliyorsun demek ki,” dedim tek kaşımı kaldırarak.
“Nemesis’in kılıcı Varta’da, değil mi?” diye sordu babam gözlerimin içine dik dik bakarak.
“Neden bunu soruyorsun?”
Vitali içeri girerken, “Çünkü o kılıç büyük bir güç kaynağı,” dedi, ne zamandan beri burada olduğunu anlayamadığım için şaşkınlıkla ona bakakaldım. “Ve kılıcı bizde olursa, gücü en yıkıcı seviyeye ulaşamayacak.”
Çenemi dizime yaslayıp, “Kılıç Nemesis’te,” dememle, Vitali dehşetle bana baktı.
“Kılıcı doğrudan bedenin içinde taşıyor. Nasıl ele geçirdi bilmiyorum, belki de en başından beri kılıç Efken’deydi ve o da kılıcı bedeniyle birleştirdi,” diye mırıldandım. “O gün Yerebatan Sarnıcı’nda kılıcın onun bedeninde parladığını gördüm. Derisinin altındaydı.”
“Kılıcı ondan almanın bir yolu olmak zorunda,” dedi babam, ona sorguyla baktığımda ise, “Aksi hâlde Yedi Güneş’i bir araya getirmeden onu yavaşlatabilmemiz bile mümkün değil. Son hız yıkıma doğru ilerliyor,” dedi sertçe.
“Nemesis’in bir amacının olması gerekmez mi?” diye sordum kendimi tutamadan. Vitali’nin bakışlarını üzerimde hissettim, babam ise gözlerime bakmak yerine zemine bakarak iç çekti. “Yani tam olarak istediğinin ne olduğunu biliyor musunuz?” Babama ısrarla baktım.
Babam, “Yıkım istiyor,” dedi ve gözlerini kaldırıp gözlerimin içine baktı. “Kaos istiyor. Yok etmek istiyor çünkü tüm bunları ne kadar çok yaparsa, o kadar çok güç kazanır. O, gücünü ölümden alıyor. Savaşı buraya taşımasının tek sebebi, Yedi Güneş’i etkisiz hâle getirmek istemesindendi. Nemesis gibi güçlü bir varlığın onu öldürebilecek kadar güçlü şeyleri yok etme arzusunu normal karşılamak gerekir. Yedi Güneş’i yok etmenin yolu bu evrene gelmekten geçiyordu.”
Vitali, “Ona yeni nesil bir yıkım tanrısı denebilir,” dediğinde bakışlarımı ona çevirdim. Omuz silkip kollarını göğsünün üzerinde birleştirdi. “Onu durdurmak zorundayız. Onun artık kıymet verdiğin o adam olmadığını sana söyleyen kişilerden birisi de ben olmak istemiyorum ama…” Sustu. Söyleyecekleri vardı ama söylemek yerine gözlerimin içine uzun uzun baktı.
Babam, “Eninde sonunda Mahzar’ı da geriye kalan altı güneşi de yok etmek isteyecek,” dediğinde kalbimin atışları yavaşladı. Kafamı çevirip babama bakamadım ama babamın söylediği şey kafamın içinde çınlayıp durdu.
“Ve Mahzar’a zarar verirse, herkese şifa olan kanın maalesef Mahzar’a şifa olmaz,” dedi Vitali, söylediği şey ona bakakalmama neden oldu ama bu gerçeği benden saklamaması gerektiğini düşünüyor gibi omuz silkti. “Onunla aranda kan bağı var. Kan bağının olduğu birini, yani kendi ailenden birini geri getiremezsin.”
Tırnaklarımı bilinçsizce avuç içlerime sapladım. Yumruğumu daha sıkı hâle getirerek kader çizgilerimi kanatmak istiyor gibi tırnaklarımı derine iterken bakışlarımı yere indirdim.
Sessizce, “Ne yapmamız gerekiyor?” diye sorduğumda babamın derin bir nefes verdiğini duydum, Vitali ise hissettiğim her şeyin farkındaymış gibi üzgün gözlerle beni izliyordu. Kafamı kaldırıp Vitali’ye baktım. “Yedi Güneş’i bizim bir araya getirmemiz mümkün olsa bile onların lider olarak Efken’e ihtiyacı olacak.”
“Bu yüzden önceliğimiz Nemesis’in kılıcı,” diye söze girdi babam. “Kılıcı ondan alabilirsek, hem onu zayıflatacağız hem de liderleri olmadan da Yedi Güneş’i bir araya getirmenin bir yolunu bulabileceğiz. Kılıç büyük bir güç kaynağı, bir çaresine bakabilmemiz için önce onu zayıflatmamız gerekiyor.”
“Ve sonra da Efken’i öldürecek misiniz?” diye sordum sessizce. Daha sonra cevap beklemeden yavaşça ayağa kalkıp, salonun çıkışına yöneldim. Salondan çıktığımda evdeki tüm sesler zihnime doluyordu.
Vitali sessizce babama, “Ondan kabullenip bizi desteklemesini beklediğimiz şey çok gaddar hissettiriyor,” dediğinde, babamın sessizliği canımı daha da acıttı.
Evden çıkıp otoparka inerken ruh gibi hissediyordum. Yüzüm bembeyazdı, kalbim tüm yükü üzerine almış gibi göğüs kafesimi ağrıtıyordu. Otoparkın içinde ilerlerken çok kısa bir anlığına izlendiğim hissine kapıldım. Bakışlarım hızla etrafımda dolaştı, çevremi gözlerimdeki kızıl filtreden geçirdim ama yabancı bir şeye rastlamadım. Arabamın kapısını açarken bakışlarım otoparkın diğer ucuna kaydı. Vitali’nin bana doğru yürüdüğünü gördüm. Arabaya binip kapıyı kapattım, Vitali’nin gelmesini beklerken motoru çalıştırıp radyoyu açtım. Müzik aracın içini kısık bir şekilde doldurmaya başladığında Vitali ön yolcu kapısını açıp koltuğa yerleşti.
Arabayı otoparktan çıkardığım sırada Vitali’nin elinin torpidoya gittiğini gördüm. “Bu da ne?” diye sormasıyla bakışlarım eline kaydı ve parmaklarının arasında siyah bir lale tuttuğunu gördüm.
Duraksayarak, “Bilmiyorum,” diye mırıldandım ama bu, siyah laleyi ilk görüşüm değildi. Yine de bir yenisinin torpidomda bulunmasını beklemiyordum. Vitali çiçeği çatık kaşlarla izlediği sırada, “Kararın ne yönde olacak, Kraliçe?” diye sordu.
“Nemesis’i durdurup, Efken’i uyandırmanın bir yolu olmalı,” dediğimde Vitali’nin bakışlarının profilimde yoğunlaştığını hissettim ama dönüp Kadim Büyücü’ye bakamadım.
“Onu durdurmanın tek yolu Yedi Güneş’ten geçiyor gibi duruyor.”
“Bu Efken’in intiharı olurdu. Başka bir yolu olmalı,” dedim.
“Efken bu intiharı kabul etmişti.”
“Benim bundan haberim dahi yoktu, Vitali,” dedim sertçe.
“Babanla konuşmuşlar.”
“Benimle konuşmadı. Bana bunu yapamaz.” Arabayı biraz daha hızlandırırken çenem kasıldı. “Bana bunu yaşatamaz.”
“Sana daha acısını yaşatmak istemediği için bir seçim yapmıştır belki de kim bilir?”
“Ne olursa olsun benden bir şey sakladı. Hem de basit olmayan bir şey,” dedim içimde biriken öfkeyle. “Bu tek başına verebileceği bir karar da değil üstelik. Nasıl olur da kendini kurban etmeyi kabul eder?”
“Çünkü seni korumak istiyordu. Değer verdiği insanları korumak istiyordu. Kendini onun yerine koymayı denesene,” dedi Vitali tek kaşını kaldırarak. “Marların ölümüne sebep olan sen olsaydın, her şeyi ve herkesi yok etme olasılığın, normal bir kadın olarak yaşama olasılığından katbekat fazla olsaydı, ne yapardın?”
Gözlerimden ateş fışkırırken, “Bunu önemsediğim insanla konuşurdum!” dedim sertçe.
“Konuşmayacağını bal gibi biliyoruz, Kraliçe,” dedi Vitali, ardından gözlerini devirdi ve bakışlarını camdan dışarı çevirdi. “Onun için neler yapabileceğini biliyorum. Suyun derinliklerine her şeyi hiçe sayarak gelip benden yardım istediğinde, sana kendini kurban etmen gerektiğini söylemiş olsaydım, ona fikrini sormadan tek seferde bunu kabul eder ve benden yalnızca onu kurtarmamı isterdin.” Gözlerini yeniden bana çevirdiğinde söylediği şeyden kaçamayacağımı hissettim. Yalanlasam bile boşaydı, Vitali gerçeği görüyordu. “Yanılmıyorum, değil mi?” diye sordu alayla.
“Peki ya bulursam?”
Duraksadı. “Neyi?”
“Gerçekten başka bir yol bulursam?”
Vitali’nin sorgulayıcı bakışları profilimde uzunca bir süre dolaştıktan sonra, “İmkânsızı, imkânı olanlar kategorisine sokarsan mı?” diye sordu, sesinde yine alay vardı ama yargılamıyordu. “Kendini başka bir yol bulmaya adayacak olursan şayet, sadece elindeki fırsatları tepmiş olursun. Geri dönülmeyecek bir noktaya geldiğinde, harekete geçmediğin için çok büyük bir pişmanlık duyabilirsin, Mahinev.”
Söylediği şeyler zihnimi uzun süre kurcalayacağa benziyordu ama öte yandan kalbim, söylenen hiçbir şeye aldırış etmeden kendi bildiğini okutmaya çalışıyordu.
Boş sokağın sonunda bir parıltı dikkatimi çekti. Direksiyonu daha sert kavrarken, “Bu da neyin nesi?” diye sordum panikle.
Vitali oturduğu yerde dikleşerek, “Sanırım akşam haberlerine konu olacağımız şeyler oluyor,” dedi. “Ah doğru ya, elektrikler yoktu. Yani doğal olarak haberlere konu da olamayacağız gibi duruyor. Buna sevinmeli miyiz?”
“Dalga geçmeyi bırak, Vitali,” diyerek arabayı hızlandırdım. Arka arkaya düşen yıldırımlar, sokağın sonunda bir şimşek hattı oluşturmuştu. Uzun, ince yıldırımlar su gibi akarak gökyüzünden yeryüzüne tutunuyor ama bu ışık patlamalarının nedeni belirsiz gibi duruyordu. Arabayı biraz daha hızlandırdım ve yolun sonuna çöp konteynerlerini koyarak bir barikat ördüklerini fark ettim. Hiç düşünmeden arabayla barikata vurduğumda varil büyüklüğündeki konteynerler savrularak etrafa saçıldı.
Yolun açılmasıyla birlikte arabayı biraz daha hızlandırdım ve ışığın özüne sürdüm.
Orada Efken’i bulacağımdan neredeyse emindim.
Orada bulacağımın Efken olmayacağından da emindim.
Artık orada olanın Efken olmadığını kabullenmiştim.
Arabayı gürültüyle durdurduğumda, ilerideki kalabalık dehşetle dolmama neden oldu. Her biri boş bedenlerdi, gölgeler tarafından sahiplenilmiş oldukları belli oluyordu. Bir ordudan onları ayıran tek şey, her birinin farklı gündelik kıyafetler giyiyor olmasıydı. Otuz beş, kırk kişilik grubun ortasında yıldırımlarıyla parlayan kişinin kim olduğunu biliyordum.
Nemesis.
Vitali, “Sadece iki kişiyiz, kadim bir büyücü olabilirim ama Nemesis’in var ettikleriyle başa çıkabilecek olsam bile Nemesis ile baş etmek kolay olmayacaktır,” diye uyardı beni.
“Bu insanlara neden bunu yapıyor?” diye sordum kendi kendime.
“Kendi gölge ordusunu kurmaya başladığı kesin ama bedenlenmiş gölgelere niye ihtiyaç duyuyor, orasını bilmiyorum,” dedi Vitali. “İnanabiliyor musun, bu hayatta benim bile bilmediğim şeyler olabiliyormuş, Kraliçe.”
Ordunun bakışları bir anda omuzlarının üzerinden arabaya doğru döndüğünde, aramızda yaklaşık yüz metrelik mesafe olsa da her birinin gözlerini arabanın içindelermiş gibi net gördüm.
“Sanırım geri çekilmek için vaktimiz kalmadı, Vitali,” dediğimde, Vitali, “Suyun içine batıp kendi şehrime geri dönmeliydim, deli bir kraliçenin arkasına takılıp farklı bir boyuta geçmek delilikti,” diye homurdandı.
“Çocuk gibi mızmızlanmayı bırak,” diyerek ellerimi direksiyondan çekip emniyet kemerimi çözdüm. “Sanırım bu çocuklar oyun istiyor.”
“Onlar otuz kişi, biz iki kişiyiz,” dedi Vitali.
“Eğer büyü işletmen olsaydı Google üzerinden işletmene bir puan verir, oldukça kötü bir yorum girerdim,” dediğimde bana dik dik baktı.
“Çok şükür ki suyun altında internete ihtiyaç duymuyoruz.”
Arabanın kapısını açıp dışarı çıktım. Gölgelerin bakışları doğrudan bendeydi, her biri taze bedenlenmiş olmalıydılar, bedenlerine uyum sağlamaya çalışıyor gibi bir hâlleri vardı. Gölgeler açılarak ortalarında bir aralık bıraktıklarında, Efken’in siyah gömleği ve gömleğiyle uyumlu siyah pantolonuyla orada dikildiğini gördüm. Bir elini pantolonunun cebine sokmuştu, bakışları doğrudan üzerimdeydi. Gözlerinde ne dostluk emaresi gördüm ne de düşmanlık; bana karşı ne hissettiği konusunda kararsızlık yaşıyormuş gibi tedirgin bakıyordu.
“Bu ne güzel sürpriz,” diyene kadar yaklaşık iki dakika boyunca sessizce birbirimize baktık. Gözlerim bedenlenen yaratıklarda dolaştı, ardından bakışlarımı tekrar ona çevirdim.
“Neyin peşindesin?”
“İnsanları korkutmamanın bir yolunu bulmam gerekiyordu,” dedi tek omuzunu indirip kaldırarak. “Ben de birkaçının onlar gibi görünmesi gerektiğine karar verdim.”
Onlara doğru bir adım attığımda, yeni bedenlenen gölgelerin kasılan bedenlerinden, birkaç kemiğin yerine otururken çıkardığı çatırtıya benzer sesler yükseldi. Onlara tiksinerek baktıktan sonra başımı iki yana salladım. “Her seferinde daha ileri gidemeyeceğini düşünüyorum ama sen yüzümü kara çıkarma konusunda bir numarasın,” dedim hayal kırıklığıyla.
Vitali’nin arkamda olduğunu, Nemesis’in bakışları doğrudan Vitali’ye saplandığında anladım. Burun delikleri genişledi, mavi gözlerinde ölümcül bir ifade ilk adımlarını attı. Uzun uzun Vitali’ye baktıktan sonra, “Bakıyorum da suyun altında küf bağlamış bu büyücü parçasıyla iyi anlaşıyorsun, Azize,” dedi iğneli bir sesle.
“Bakıyorum da artık insanlara da zarar veriyorsun, Nemesis.”
“Zarar veremeyeceğim hiçbir şey yok,” dedi Nemesis, çenesini hafif bir açıyla yukarı kaldırarak. “Bir şey dışında.”
Sadece gözlerinin içine baktım.
Bir saniye sonra, bir yıldırım hızında hemen önümde duruyordu. Aramızda yalnızca birkaç santim kaldığında, teninden yayılan tanıdık sıcaklık, kalbimi paramparça etti. Kafamı kaldırıp gözlerine baktığımda, uçurum mavisi gözleri ilk kez bu kadar yabancı hissettirdi.
“Sormayacak mısın?”
“Neyi?” diye sordum bomboş bir sesle.
“O bir şeyin ne olduğunu.”
“Artık biraz bile merak etmiyorum.”
Uçurum mavisi gözleri, bir gerçeği içimden koparmak ister gibi ruhuma bakıyor, derinlerime gizlenen duyguları bulmaya çalışıyordu.
“Kötü bir yalancısın.”
“Yalan olduğunu düşünmen çok tatlı,” diye alay ettim kalbim acıyor olmasına rağmen.
“Bu adam neden yanında?” diye sorarken çenesiyle arkamdaki Vitali’yi işaret etti ama ona bakmadı, sadece bana bakıyordu.
“Neden olmasın?”
Göz bebeğinin o karanlık derinliğinde bir yıldırım parladı, parıltı maviliklerine yayıldığı anda bedeninin de genişlediğini gözlemledim. “Beni kıçı kırık bir büyücüyle durdurabileceğini mi düşünüyorsun?”
“Seni durdurmak için gelmedim, buradan geçiyordum ve sizi gördüm,” dediğimde bakışları bir anda hırçınlaştı.
“İkiniz?” Başını bu defa sol omzuna yatırıp kısık gözlerle yüzümü inceledi. “Baş başa geziye mi çıkmıştınız?”
“Bu insanlar masum ve onların bedenlerini konak olarak kullanmalarına izin veriyorsun,” dedim sorusundan kaçınarak. “Amacın ne? Doğrudan söylesene.”
“Bana beni tatmin edecek bir cevap vermediğin sürece, benden bir cevap alamazsın,” dedi Nemesis. “Bir cevap verecek misin yoksa büyücüyü kızarmış karidese mi dönüştüreyim?”
Vitali, “Beni öldürmek sandığın kadar kolay olsaydı, tarihte en az bir milyon kez falan öldürülmüş olmam gerekirdi,” diye alay ettiğinde, Nemesis’in tehlikeli bakışlarının Vitali’ye dokunduğunu gördüm.
“Ne kadar şanslısın ki o bir milyon kez seferin hiçbirinde bana denk gelmemişsin,” dedi Nemesis.
Vitali’nin güldüğünü duydum. “Denesene.”
Nemesis tam beni es geçerek Vitali’ye yöneliyordu ki avucumu göğsüne bastırıp onu durdurdum. Dokunuşumu beklemediği kesindi, bakışları karmaşayla yüzüme tutundu. “Artık Nigin Bağı’mızı hissetmiyorum, emirlerimin üzerinde hükmü olmadığını da biliyorum ama dur artık,” dedim yalvarır gibi. “Yedi Güneş bir araya gelmesin istiyorsun çünkü bir araya gelirlerse öleceksin, bu yüzden kendini koruyorsun, bunu da biliyorum ama bu kadarı fazla. Kendini diğer insanlara zarar vererek koruyamazsın.”
Nemesis’in bakışları bir anda zalimleşti, o karmaşa kül olup ayaklarımın üzerine yağdı ve şimdi o gözlerde yalnızca kötülük vardı.
“Tüm evrenin sahibi olabileceğimi, bunun için yaratıldığımı hâlâ göremiyor musun?” diye sorduğunda duvara toslamışım gibi hissederek dehşetle gözlerinin içine baktım. “Burası benim olacak, Varta benim olacak, portaldan geçerken gördüğün saklı tüm evrenler gibi, kapısı açılmamış tüm dünyalar gibi. Neden biliyor musun?” Yüzüme doğru eğildi. “Çünkü benden daha güçlü bir canlı yok ve güçlü olan kazanır. Her şeyin sahibi olmak için var oldum. Buna sen de dâhilsin.”
“Güç zehirlenmesi,” diye fısıldadı Vitali ama Nemesis ona aldırış etmedi, hâlâ doğrudan gözlerimin içine bakıyordu.
“Boyun eğenler yaşar, boyun eğmeyenler ölür,” dedi Nemesis, “ve sen boyun eğmiyorsun.”
“Ölecek miyim?” diye sordum gözlerinin içine dik dik bakarak.
“Yapamayacağımı mı düşünüyorsun?”
“Seni durduran ne?” diye sorduğumda dişlerini birbirine bastırdı, keskin çenesinin sınırlarında oluşan çukurlara bakarken kaşlarımı çattım. “Efken yanın mı?”
“Ben Efken’in tamamıyım, sen ise benim içimdeki küçük bir parçasın, aptal yanımın uydurduğu bir parçasın,” dedi dişlerinin arasından. “Seni parmaklarımın arasında küle çevirmek bir saniyemi alırdı.”
“Neden yapmıyorsun?” diye bastırdım.
“Çünkü sana dokunduğumda, içimdeki o küçücük parça beni kökümden sallayan depremlere dönüşüyor,” diye itiraf etti sessizce, bu itirafı sadece ben duydum. O kadar sessizdi ki… Sanki kendisinden bile gizlediği bir şeydi ve kendini tutamayıp bunu bana itiraf etmişti.
“Efken hâlâ içinde sandığından daha güçlü ve seninle savaşıyor, değil mi?” diye sorduğumda, mavi gözleri gözlerime mıhlandı. Bir şey söylemek için ağzını açacaktı ki, “Efken,” diye fısıldadım ve tekrar durup gözlerimde kayboldu. “Beni duyuyorsan, hâlâ oradaysan, yalvarırım durdur bunu.”
Nemesis’in bakışlarında bir anlığına tanıdık bir şeye rastladım. Çok kısa bir andı. Nemesis seğiren çenesiyle, “Defol git buradan,” dediğinde duraksadım. Yüzüme doğru, “Defol!” diye bağırdı, bu beni bir adım geri gitmeye zorlarken sertçe yutkundum. Bedenlenen gölgelerin saldırıya hazır bir pozisyonda bizi hedef aldıklarını fark ettiğimde başımı iki yana salladım.
“Çok pişman olacaksın.”
“Hemen git buradan,” dedi dişlerinin arasından.
“Gidelim, Vitali,” diyerek ona arkamı dönmemle, gök öfkeyle gürledi. Arabaya bindiğim âna kadar orada dikilip dik dik bana bakmaya devam etti. Arabayı geri geri sürerek yavaşça oradan uzaklaştırmaya başladım.
Vitali derin bir nefes vererek, “İstese yapabilirdi,” dediğinde arabayı hızlandırdım. “Ama o şeyin sana zaafı var.”
Konuşmadım.
Sessizlik.
Daha korkunç bir şey varsa eğer bu, benim de o şeye olan zaafımdı.
İçimde yükselen ağlama isteğini bastırdım. Bir şeyleri değiştiremediğim için ilk kez bu kadar çaresiz hissediyordum kendimi. Gözümün önünde bir canavara dönüşmesini engelleyemediğim gibi, o canavarın onun ruhunu yavaş yavaş yiyerek yok edişini izlemek zorunda kalıyor, elimden hiçbir şey gelmediğinden buna göz yumuyordum.
Yazlığın arkasındaki orman yolunun önünde arabayı durdurdum. Vitali bir süre sessizce yanımda oturdu. Tam bu sessizliğin sonsuza dek uzayacağına inandığım esnada, “Kalbin ve mantığın arasında kalmak zordur, biliyorum,” dedi, “ama kalbin kitlesel bir felakete sessiz kalmana da göz yummayacaktır. Birini çok sevmek, onun yaptığı her şeye göz yummak değildir, Kraliçe. Nemesis, kara bir delik ve Efken çoktan o kara deliğin içine düşüp kayboldu. Hatta o kara deliğin bir parçası oldu.”
Boğazımda bir yumru varmış gibi hissettiğim için yutkunmadım ve konuşmadım.
“Sırf senin kardeşin olduğu için Mahzar’a dokunmayacak belki ama geri kalan masum Kızıl Megaları öldürürken gözünü bile kırpmayacağından emin olabilirsin. Sırf hayatta kalmak için bunu yapmadığını bugün daha iyi anladığını düşünüyorum. O adam, herkesi hükmü altına almak istiyor, gücünü herkesin üzerinde kullanmak istiyor. Kendi ağzıyla da söyledi. O, her şeyin sahibi olmak istiyor ve sahip olmak istediği şeylerin başında sen geliyorsun. Onu durdurabilecek tek kişi sensin.”
“Herkesi kurtarmak için kendini kurban etmeyi göze almış birinin herkesi öldüren birine dönüşeceğine inanmamı bekleme,” dediğimde Vitali duraksadı. “Onun Nemesis olduğunu, Efken’in onun bir parçası olduğunu söylüyorsun, o da öyle söylüyor ama onun bir parçası böyle bir şeye göz yummazdı. Efken onunla savaşıyor. Aynı etten, aynı kemikten, belki aynı ruh ve aynı kalpten oluşuyorlar ama ikisi aynı kişi değiller. Efken hâlâ orada bir yerlerde. Ve siz benden Efken’i kurtarmamı değil, yok etmemi istiyorsunuz.”
“Çünkü bu onun seçimiydi,” dedi Vitali acımasız bir gerçeği yüzüme tokat gibi indirerek. “Efken, herkesi korumanın yolunun bu olduğunu biliyordu.”
“Ama bundan bana bahsetmedi!” Gözyaşları gözlerime batarken Vitali’ye her nasıl baktıysam, Vitali duraksayarak gözlerime bakakaldı. Kelimeler dudaklarının arkasında bana batacak bıçaklar olduğundan mı sustu yoksa gözlerimde gördüğü ızdırap ona bile fazla mı geldi bilmiyordum ama konuşmadı.
Vitali sessizce arabadan inerken gözlerimiz son kez birbirine dokundu. Üzgün olduğunu fark ettim, elinden bir şey gelmediğini düşünüyor ve hatta bunun için kendini suçlu hissediyordu. Bunu saklamıyor, belki de saklayamıyordu. Çıkıp gittiğinde arabanın içinde yalnız başıma kaldığım için ellerimi direksiyona yaslayıp gözlerimi koruluğun içindeki dar yola diktim. Ağlamak istiyordum ama ağlamaya başlarsam duramayacağımı biliyordum. Yıkılmaya başladığım an sarsıntının durması bir şey ifade etmeyecekti, yerle bir olacaktım. Bu yüzden son âna kadar dayanmak zorundaydım. Kendimi koyvermedim.
İçimde yükselen duygular boğazıma dizildiğinde öfkeyle ellerimi direksiyona vurup, boğazımın gerilerinde gizlenen o çığlığı dışarı bıraktım. Alnımı direksiyonun üzerindeki ellerime yaslayıp, “Efken,” diye fısıldadım çaresizce. “Yalvarırım geri dön. Bu tek başıma başa çıkabileceğim bir şey değil. Lütfen geri dön.”
Onun dönmeyeceğini, bu işte yalnız olduğumu bile bile yine de o karanlık arabanın içinde gözlerime dizilmiş ama akmaması için kendime eziyet ettiğim yaşlarla ona yalvardım. Beni duymayacağını biliyordum, geri dönmeyeceğini biliyordum, artık yalnız olduğumu biliyordum.
Beni yalnız bırakmıştı.
❄️
Kızıl Teğmen’in hattın öteki ucunda aldığı derin nefesin sesini dinlerken önümdeki kadehi parmaklarımın arasına alarak dudaklarıma götürdüm. Şaraptan bir yudum aldığım sırada Teğmen, “İstanbul’un belli yerlerine yerleştirilen güç kaynakları sonucu birçok noktada elektrik gelmesi gerekirdi ama bir şey buna engel oluyor gibi, güç kaynakları çalışmıyor. Türkiye’nin küçük, çekim alanı olmayan ilçelerini saymazsak, neredeyse tüm şehirlerinde elektrik kesintileri yaşanıyor. Sanırım Nemesis bol miktarda enerji açığa çıkarmaya devam ediyor,” dedi.
“Bu hiç değilse saçma haberlerin internette dolaşmasını engellemez mi?” diye sorduğumda, “Bu aynı zamanda ülkeyi büyük ölçüde geriye götürür ve insanların telaşlanarak dışarı dökülmesine de neden olur,” diye cevapladı Teğmen. “Sokağa çıkma yasağının nedeninin bir terör saldırısı kaynaklı olduğunu düşünüyorlar ama paranormal hikâyelere inanmaya başlayan insan sayısı da azımsanamayacak kadar çoğaldı.”
Şaraptan bir yudum daha aldım ama yutamadım, boğazımdaki yumru büyüdü. Kaşlarımı çatarak yüzümü acıyla buruşturduğumda, ada tezgâha kalçasını yaslamış beni izleyen Crystal doğrularak endişeyle yüzüme baktı. Elimi kaldırıp ona iyi olduğum konusunda küçük bir işarette bulunduktan sonra, “İçeride durumlar nasıl?” diye sordum.
“Doğaüstülerin varlığını bilen insan sayısı az, sadece yetki sahipleri biliyor ama inan bana, delirmediklerine şükrediyorum. Hatta bir tanesinin kafayı kırdığından şüpheliyim.” Sertçe soludu. “İkna etmek güçtü. İkna ederken sergilediğimiz gösteri de çoğunda zihinsel hasar bırakmış olmalı.”
“Yurt dışı bağlantıları?”
“Sorular devam ediyor, şüpheli yaklaşımlar var, ipler gerildi. Kendi ülkelerine sıçrayacak bir durum olup olmadığını idrak etmeye çalışıyorlar. Haklılar,” dedi Teğmen. “Çünkü Nemesis’in İstanbul ile sınırlı kalmayacağının hepimiz farkındayız. Sıçramalar, ülkeler arasındaki ipleri tamamen gerecektir. Yurt dışında görev yapan birkaç askerle irtibat hâlindeyim, sıçrama olmadığı müddetçe o tarafın iplerini sıkmaya devam edecekler.”
“Bedenlenen gölgeler var,” dediğimde, “Biliyorum,” dedi. “Nemesis önemli insanların bedenlenmesini sağlıyor olmalı. İçeride neler olup bittiğini anlayabilmek için önemli insanlara ihtiyacı var. Hükûmetin onunla ilgili bilgi sahibi olduğunu biliyor. Büyük bir tehdit olarak algılamasa da onları da tehdit olarak görüyordur.”
“Bir gelişme olursa beni ararsın değil mi?”
“Senin dışında o şeyle iletişim kurabilen biri olmadığı için arayabileceğim başka biri de yok zaten, Kraliçe,” dedi Teğmen. “Umarım onu durdurmak için sen de sana düşeni yaparsın.”
Sessizce, “Sonra görüşürüz,” dedikten sonra telefonu kapatıp tezgâhın üzerine fırlattım.
“Kulak misafiri oldum, güç kaynakları çalışmıyorsa babanın getirdiği güç kaynağı nasıl çalışıyor?” diye sordu Crystal kaşlarını çatarak. Güç kaynağını çabuk tüketmemek için mum kullanıyorduk ama buzdolabı ve sıcak su kaynağı için babamın aktif ettiği güç kaynağına ihtiyacımız oluyordu.
“Kaynak ne kadar büyük olursa bozulmalar o kadar hızlı oluyor sanırım, kişisel güç kaynaklarında sorun olacağını sanmıyorum,” diye cevapladım Crystal’i.
Mahzar mutfağa elinde küçük bir kandille girdi, kandili tezgâhın üzerine bırakıp buzdolabına yöneldi. Buzdolabından birkaç konserve çıkardıktan sonra, “Bir şeyler yemek ister misin?” diye sordu.
“Sen benim yerime de yiyorsun gibi duruyor,” dedim yorgun bir gülümsemeyle.
“Sanırım hâlâ büyüme çağındayım,” diye alay ettikten sonra konservelerden birini açıp, konservenin içinden çıkan plastik çatalla yemeğini yemeye başladı.
Crystal, “Yedi ölümcül günahtan biri olan oburlukla aynı evde yaşarken kendimi her an yılan gözleme olarak bulacakmışım gibi hissediyorum,” diye fısıldadığında Mahzar duraksayarak ona baktı. “Neyi temsil ettiğin sence de çok belli olmuyor mu?”
Mahzar, “Nasıl yani?” diye sordu.
“Yedi ölümcül günah,” dedi Crystal. “Sen oburluğun temsilcisi olan Kızıl Mega’sın.”
Mahzar bu ona çok saçma gelmiş gibi yüzünü buruşturarak plastik kaşığı konservesinin içine soktu. “Şişman olmam gerekmez mi?”
“Senin kadar çok yiyen ve hâlâ fit görünen birini daha görmemiştim dostum,” dedi Crystal, yüzünde komik bir ifadeyle Mahzar’a bakarak.
“O kadar da yemiyor,” dediğimde Crystal bana dehşetle baktı.
“Onu boğulur gibi ağzına arka arkaya cips sokup, iki buçuk litrelik kolayı ağzına dayarken gören sen değildin, bendim.”
“Önceden bu kadar yemezdi,” dedim ve durdum, “yani yerdi ama böyle değil.”
“Yirmi birinci yaşına çok kalmadığı için etkiler çoğalmış olsa gerek,” dedi Crystal.
“Onu kıskanıyorum,” dedim derin bir nefes alarak. “Onun kadar yeseydim Timur’un savaş için getirdiği file dönüşürdüm.”
Crystal, “Savaş için fil getiren bir liderle mi tanıştın? Ne zaman?” diye sorunca, Mahzar boğulur gibi güldü.
İbrahim yorgun bir şekilde içeri girdiğinde bakışlarımı ona çevirdim. Dağılmış görünüyordu, uykusuz olduğu gözlerinin altında oluşan koyu mor halkalardan belli oluyordu. Dağınık görünen saçlarını karıştırıp boynunu çıtlattıktan sonra, “Vitali bugün Efken ile karşılaştığınızı söyledi,” dedi, sesinde mizahtan eser yoktu.
Crystal tepkimi ölçmek ister gibi bana baktı, Mahzar’ın da olduğu yerde dikleştiğini gördüm.
Ruhsuz bakışlarımı kadehime indirip, “Nemesis,” diye düzelttim onu. “Evet, oyuncaklarıyla oynuyordu.”
“İnsanları kuklalara mı dönüştürüyor?” diye sordu İbrahim, bu soruyu sorarken aslında cevabı bildiğini biliyordum; hatta bu cevabın onun kalbini ne kadar kırdığını da görebiliyordum.
“İnsanları çıkarları uğruna kullanıyor,” dedim sessizce.
“Bunu durdurmak zorundayız,” dedi İbrahim bir anda.
Sonunda sanki içten içe onu korumak için kendimi parçalamıyormuşum da her şeyi kabullenmişim gibi, “Ne yapacağız?” diye sordum sertçe. “Yedi Güneş’i biz mi bir araya getireceğiz? Bunu sadece Efken yapabilir ve gördüğün gibi onun bedeni ya da her boksa, o şey kötü tarafa geçti.”
İbrahim, “Sen benim Efken’i yok etmek istediğimi falan mı düşünüyorsun?” diye sordu sitem eder gibi. Ela gözlerine baktım, ızdırap ve çaresizlik orada kol geziyordu. “Yaren paramparça oldu, parçalanmış bir bedeni bir arada tutmaya çalışıyor gibi hissediyorum ona sarılırken. Sadece ağlıyor. Çünkü burada kanıyla bağlı olduğu tek insan Efken’di onun için. Babası Manbel değil, Efken’di ve şimdi Efken yok. Kendini her şeyini kaybetmiş gibi hissediyor.” İbrahim kendini işaret etti. “Ben farklı mıyım? Efken benim kardeşim. Ölmemi isterse ölürüm, öldürmemi isterse gözümü kırpmadan katile dönüşürüm ve şimdi karşına geçmiş onu yok etmek çok kolaymış gibi konuşuyorum. Elime silah verip iki şans sunsalar bana, onu kurtarır, kendi kafama sıkarım.” İbrahim konuştukça kalbimin göğsümün içinde sarsılarak çarptığını, acıyla kasıldığını hissediyordum. “Ama onu durdurmak zorundayız, Mahinev. Kendiyle birlikte etrafındaki her şeyin doğal dengesini bozarak yok ediyor. Ne o doğal ne de etrafındaki şeylerin doğal kalmasına izin veriyor.”
“Onun bir daha geri gelmeyeceğine emin misin?” diye sordum, bu sorunun cevabını çok merak ettiğim, ne düşündüğünü bilmek istediğim için sormuştum. Umudu olan tek kişi ben miyim diye merak ediyordum. Boşa mı çabalıyordum, boşuna mı kendimi durdurup duygularıma esir oluyordum, bunu gerçekten merak ediyordum.
İbrahim gözlerimin içine aksini delice istediğini ama geri gelmeyeceğini düşündüğünü belli ederek acıyla baktığında dudaklarımda buruk bir gülümseme belirdi.
“Anladım,” diye fısıldadım. İbrahim’in bile umudu yoktu. Belki de kabullenmem gereken, onun bir daha geri dönmeyeceğiydi; artık yalnız olduğumu kabul etmek zorundaydım.
Yavaşça oturduğum yerden kalktığımda tüm gözlerin üzerimde olduğunu hissediyordum ama gözlerimi onlara değdirip bakamadım. Hissettiğim ıstırabın görülmesini istemedim, kalbim deşiliyormuş gibi hissediyordum ve bana baktıklarında gözlerimde, kalbimin aldığı yaraları görmelerinden korkuyordum. Çaresizliğim, mumun alevinden sızan ışığın üzerine gölgem olup düşmüştü.
Sessizce mumu alıp mutfağın çıkışına yöneldim, arkamdan baktılar ama tek kelime etmediler. Üst kattaki karanlık odaya önce elimdeki mumun ışığı devrildi, ardından ışığın üzerine gölgem düştü. Mumu komodinin üzerine bıraktıktan sonra yatağın ucuna oturdum, gözlerim dalgalanan ışık kütlesinde dolaştı, ardından yana doğru devrilip bacaklarımı yukarı alarak göğüslerime doğru çektim ve yatakta cenin pozisyonu aldım.
Telefonumun ışığı yüzüme vurduğunda yatakta anne karnında ölmüş bir cenin gibi uzanıyordum.
Arama motoruna girerken ne düşünüyordum bilmiyordum, sadece durduramadığım bir his parmaklarımı hareket ettirdi.
Lale ne anlama gelmektedir?
Bunu aratırken kaşlarım çatıldı. Açılan sayfada bu çiçeğin anlamının renklerine göre değiştiği yazıyordu. Sessizce sayfayı kaydırmaya başladım.
Pembe laleler, sevgiyi ve iyiliği temsil ediyordu.
Mor laleler, yeniden doğuşu ve asilliği simgeliyordu.
Sarı lalenin anlamı, umutsuz bir aşktı.
Bir an gözüm beyaz lalenin anlamına takıldı.
Özür dilemek anlamına geliyordu.
Sessizce beyaz lalenin anlamını uzun uzun okudum. Sayfada siyah lalenin anlamı yazmadığı için yavaşça sayfadan çıkıp bu kez arama kısmına yeni bir şey yazdım.
Siyah lale ne anlama gelmektedir?
Tutku ve kıskançlık.
Duraksayarak uzun uzun bu iki kelimeye baktım. Ardından telefonun ekran ışığını kapatıp kenara fırlattım. İçimde gitgide büyüyen karanlık bir hisle gözlerimi yavaşça yumup uyku dilendim. Uyursam unuturum gibi geliyordu ama Efken’in gözleri beni rüyalarımda bile yalnız bırakmıyordu; oysa kalbim onun tarafından yalnızlığa mahkûm edilmişti.
Gece derinleştiğinde zor da olsa uykuya daldığımı hatırlıyordum. Uyku zulüm gibiydi, rüyalar bir kapan gibi beni içine kıstırıp hissettiğim ıstırabı daha da acımasız bir boyuta sürüklemişti. Daha acısı, rüya olduğunu bildiğim bir alemde yeniden onu görmekti. Gerçek değildi ama gerçek gibi hissettiriyordu ve uyandığımda gerçek olmadığıyla yüzleşecek olmak ağırıma gidiyordu.
Saçlarımda onun dokunuşunu hissediyordum, teninin kokusu burnuma doluyor, sıcaklığı etrafımı cehennem gibi kuşatıyor ama beni tutkusunun ateşiyle sarsa da asla yakmıyordu. Uzun, güçlü parmaklarının siyah saçlarımda kaydığını daha net hissettiğimde kaşlarım çatıldı. Uykumda yavaşça kıpırdandım, rüyamda yüzü yoktu, sadece karanlık vardı ama dokunuşlarını hissediyordum. Kalbimdeki sızı daha da arttı. Parmakları bu kez alnımda dolaşmaya başladı, yavaşça elmacık kemiğime kaydı ve yanağımı turladı. Bedenimden soğuk bir ürperti geçti. Gözlerimi açmadım ama artık rüyada olmadığıma emindim. Kalbimin gürültüsünü duyuyordum, damarlarımda çağlayan kanın uğultusu tüm bedenimde dalgalanıyordu. Kirpiklerim titredi ama gözlerimi açmadım, dokunuşun kaybolmasını, rüyamda tutsak kalmasını bekledim; bu olmadı. Parmakları yüzümdeki hareketini sürdürdü. Dokunuşu tanıyordum. Bu dokunuşun yarattığı his, kemiklerim küle döndüğünde ve bu dünyada benden bir hücre dahi kalmadığında bile aynı kalacaktı.
Ellerini geri çektiğini hissettim. Birkaç adım sesi duydum. Nefesi odama yayıldığında kapalı gözlerimin ardındaki karanlık çoğaldı ve mumu söndürdüğünü anladım. Kalbimin atışları mümkünmüş gibi daha da şiddetlenirken, belki de yapmam gereken bağırıp çağırmak ve ona neden burada olduğunu sormak, ona saldırmaktı ama bunu yapamadım. Neden burada olduğunu, ne yapacağını merak ediyordum. Çoğalan karanlığa güvenerek gözlerimi zar zor araladığımda hâlâ uyuduğuma inanması için içten içe Allah’a yalvarıyordum.
Onu gördüm. Üzerinde yine siyah gömleği, siyah pantolonu vardı ama bu kez omuzlarına da siyah bir palto atmıştı. Odanın tam ortasındaydı ve söndürdüğü mumun beyaz dumanı yavaşça kıvrılarak yüzünün etrafında hareket ediyordu. Bana değil, elinde tuttuğu beyaz laleye bakıyordu.
Beyaz lale.
Kalbimin vuruşları bu defa sanki durmanın eşiğindeymiş gibi yavaşladı.
Beyaz laleye o kadar uzun süre baktı ki, sanki baktığı yerde gördüğü basit bir çiçek değildi; fazlasıydı. Sanki hissettikleri, gösterdiklerinden katbekat fazlasıydı. Avucunu kaldırıp parmaklarının arasında tuttuğu beyaz lalenin yapraklarında yavaşça gezdirdi. Lalenin beyaz yaprakları, üzerine siyah bir mürekkep damlamış gibi usulca kararmaya başladı.
Lale siyaha döndüğünde, kafasını kaldırıp gözlerini yumarak derin bir nefes aldığını gördüm.
Ardından gözlerimi hızla geri yumdum.
Bana doğru yaklaştığını hissettim, adımlarını dinledim; damarlarımdaki kan sessizleşti, kalbim sanki artık atmıyordu. Saçlarımda dolaşan parmaklarını hissettim, ardından dokunuşu yavaşça benden uzaklaştı ve dudakları alnımdaki yerini aldı.
Kalbim parçalara ayrıldı.
Geri çekildiğinde yastığımın kenarına siyah bir lale bıraktığını biliyordum.
Gözlerimi yeniden açtığımda, artık odada değildi. Boydan camım aralıktı, oradan çıkıp gittiğinin farkındalığıyla sertçe yutkunurken yavaşça doğrulup siyah laleyi parmaklarımın arasına aldım.
Benden özür diliyordu, benden özür dilemek için getirdiği her beyaz laleyi, bu özrü saklamak ister gibi siyaha boyuyordu.
Efken hâlâ oradaydı.
İçeride bir yerlerdeydi ve benden özür diliyordu.
Gözlerime batan yaşlarını daha fazla tutsak edemedim, siyaha dönmüş laleyi kalbime bastırıp ölümün bir adım ötesindeymişim gibi çaresizce, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım.
❄️
EFKEN KARADUMAN
Nemesis tarafından ele geçirilmeden birkaç gün önce…
Nasıl öldürülmem gerektiğini biliyordum.
Kızıl gözlerine bakarken onun tarafından öldürülmek kulağa güzel bile geliyordu.
Nemesis’in benim en büyük parçam, bedenimin yapıtaşı olduğunun farkındaydım; elimde tuttuğum kimlik benimse bile, bedenim Nemesis ile ortak mabedimizdi.
Yedi Güneş bir araya geldiğinde, sadece Nemesis’i değil, kendimi de öldürmem gerektiğini biliyordum. Güç tüm damarlarımı yakıp yıkıyorken, Nemesis tarafım ağır basmaya başladığında yaşatacağım sonsuz ızdırabın bilincindeydim. Kirpiklerimi kıstığımda bile içimde güç çınlıyordu, tek bir göz kırpışımla bir şehri yerinden söküp göğe yükseltebilecek hâle geldiğimin farkındaydım.
Sonunda zarar verdiğim başkaları değil de o olursa, o zaman ne yapacaktım? Beni durduran onun ölümü olsun istemiyordum, beni durduran beni öldürmesi olsaydı bu beni mutlu bile ederdi. Onun elinden gelecek ölüm bile güzel geliyordu. Keyifle karşılayabilir, severek kabul edebilirdim ama bunu ona yaşatmaya hakkım olmadığını da biliyordum.
Aykan Demir tam karşımda oturmuş, onunkinin bir kopyası gibi görünen kızıl gözlerini yüzüme dikmişti. Konuşulması gereken binlerce şey varmış gibi bakıyordu. Belki farklı bir evrende, farklı bir zamanda, daha farklı şartlar altında tanışmış olsaydık bambaşka şeylerden konuşuyor olurduk. Bana kızıyla nasıl tanıştığımı, ne iş yaptığımı, kim olduğumu, amacımı sorardı. Belki beni fırçalardı, hatta bağırıp çağırırdı; karşılık vermezdim. Kimsenin sesini bir ton dahi yükseltmeye cesaret edemeyeceği ben, karşımdaki adamın başımı önüme eğdirmesine bile izin verirdim.
Önümde duran bir fincan kahveye baktım. Sert bir viski daha iyi olabilirdi, beni uyuşturmasa da bir anlığına sakinleştirecek herhangi bir içkiye hayır demezdim. Soğumaya başlayan kahveyi uzun süre izledim. Konuşulması gerekenlerden kaçmaya çalışıyor değildim, sadece nereden başlamam gerektiğiyle ilgili çok fazla soru işaretine sahiptim.
Aykan Demir sonunda, “Ne kadarını biliyorsun?” diye sorduğunda, “Yedi Güneş ile ilgili mi?” diye sorarak gözlerimi kaldırıp onun gözlerine mıhladım.
“Evet,” dedi, gözlerini yüzümde dolaştırdı. Beni çözemiyor gibi bir hâli vardı. Çoğunlukla benim de kendimi çözebilen biri olduğumu söyleyemezdim. Bu yüzden bu durumu çok da yadırgamadım.
“Yedi ölümcül günahtan bahsettiğiniz an kafamın içinde her şey netti. Sanki yüzyıllardır bildiğim bir gerçekle karşılaşmış gibi hissettim,” dediğimde başını aşağı yukarı salladı. “Gölgenin bana ait olduğunu zaten biliyordum. Şimdi onun nasıl yok edileceğini de biliyorum.”
Aykan Demir, “Başka yollar aramak için vaktimiz olursa,” diyecekti ki, “Başka bir yol yok,” dedim. Aykan Demir gözlerimin içine baktı, bu oldukça uzun, derin ama sessiz bir bakıştı.
“Kibri temsil eden Kızıl Mega zihnime saldırmalı, hasarı doğrudan beynime vermeli. Bu Nemesis’in sistemini anlık yavaşlatacak,” dediğimde Aykan Demir gözlerini yere indirdi, bana bakmaya katlanamıyor gibiydi; ya da duyduklarını zaten biliyor olmak ona ağır gelmişti. “Oburluk mideme saldırmalı, midemi yerinden çıkarmalı. Tembellik, ağırlaşmam ve zor hareket etmem için vücudumdaki kasları hedef almalı. Haset yön duygumu kaybetmem için duyu organlarımdan biri olan kulaklarıma basınç yaparak beni anlık sağır edecek. Açgözlülük bir anlığına da olsa kör olmam için gözlerime saldıracak. Öfke sinir sistemimi çökertecek. Şehvet nabzımı yavaşlatacak.” Gülümsedim. “Ve son darbe benden gelecek. Yok edilişi ben tamamlayacağım.”
Aykan Demir, gözlerimin içine uzun uzun baktı.
“Yeterince zayıflayan Nemesis’in kalbini yerinden sökeceğim.”
Kendi kalbimi yerinden çıkaracağım.
“Bunu kabul ediyorsun, öyle mi?”
“Aksi durumda onu öldürme ihtimalim çok yüksek,” dediğimde oturduğu yerde dikleşti, gözleri şimdi beni ezip geçiyordu. Dudaklarım yukarı kıvrıldı. “Bunu yapmaktansa, kendi kalbimi yerinden sökerim. Daha az acı vereceğinden şüpheniz olmasın.”
“Bu çok ciddi bir karar.”
“Benim için bu kararı vermek kolaydı,” dedim hiç düşünmeden.
“Senin için bu kadar mı kıymetli?”
“Hiçbir şey umurumda değil, hiç kimse,” dedim dürüstçe. “Tek umurumda olan o. Kızınızdan başka hiçbir şeyi umursamıyorum.”
“Vereceğin bu kararın önce onu yıkıp geçmek olduğunu biliyorsundur o zaman.”
Bunun sonuçlarının büyük olacağını biliyordum ama onun kalbinin atmaya devam etmesi, kırılmasından daha önemliydi benim için. Yaşaması için ölmem gerekiyorsa, ölürdüm. Bunu kabullenmek zorundaydı.
“Asıl bu kararı vermezsem, sonunda onun zarar göreceğini biliyorum,” dedim sadece. “Kılıcı bedenimle mühürledim, bundan haberi yok. Her ihtimali düşünerek geldim buraya. Önce kılıcı parçalayıp içimdeki gücü afallatmalı, kesintiye uğratmalıyız.” Aykan Demir gözünü bile kırpmadan beni izliyordu. “Kılıç parçalandığında hiç değilse karşı koyulmaz güç bir nebze olsun durulacaktır. Sonrasında Yedi Güneş onlara düşeni yapar, ben de bana düşeni yaparım.”
“Kılıcı şimdi neden kırmıyorsun?” diye sorduğunda, bu soruyu soracağını zaten biliyormuş gibi başımı aşağı yukarı salladım.
“Bu sorunun geleceğini biliyordum,” dedim. “Çünkü şu an o güce ihtiyacım var. Ne zaman o gücün beni zehirlediğini fark edeceğim, o zaman kılıcı parçalara ayıracağım. Şu an bu güce mecburum çünkü onu koruyabilecek kadar iyi olmamı bu güce borçluyum.”
Aykan Demir, “Seni farklı şartlar altında tanımak isterdim,” dediğinde, içten içe bunu delice istemiş olsam da sessizliğimi korudum.
Tam oturduğu yerden kalkacaktı ki bir an durdu, gözlerini yüzüme çevirdi ve “Seni ele geçirmesine izin verme,” dedi.
İçimde sıkışan bu gücün beni bazen ne kadar zalim birine dönüştürdüğünü bilseydi, belki de seni ele geçirmesine izin verme yerine, bir zalime dönüşme derdi. Cevap vermedim, keşke bu bir emir olsaydı ve bu emri yerine getirmek zorunda olsaydım ama ne o söylediği şeyin olmayacağından emindi ne de ben bir zalime dönüşmeyeceğimden emindim.