🎧: GGGOLDDD, Notes on How to Trust
“Nerede kalmıştık, Kraliçe?”
Dudakları dudaklarıma değmek üzereyken kızıl gözlerim, gümüş bir ışıkla parlayıp yıldırımlarını dışarı saçan mavi gözlerine, savaşı temsil eden bir kılıç gibi saplandı.
“Bunu nasıl yaptın?” diye sordum şaşkınlığımı gizleyemeden.
Gözleri gözlerime saplı durmaya devam ederken, “Yapabildiğim şeylere akıl sır erdiremezsin, güven bana,” diye fısıldadı.
Dudakları dudaklarıma yaklaştı, neredeyse onu öpecekken bakışlarım arkamızdaki duvara kaydı. Gümüşi ışığı bedeninden saçılarak etrafı aydınlattığı sırada hemen duvara kendi gölgesini de dikmişti. Bir an algılayamadım, korkuyla onu ittiğimde şaşkınlıkla bana baktı ama az önce gölgesini gördüğüme yemin edebileceğim o duvarda, şimdi yalnızca benim gölgem vardı.
Bir eli büyük bir hızla kendi şakaklarına gitti. Yüzünde acı çektiğini belli eden bir ifade oluşunca irkilerek, “İyi misin?” diye sordum.
“İyiyim,” dedi ama iyi olmadığını görebiliyordum. Başı mı ağrıyordu? Gözleri mi? Anlayamadığım için daha da panikledim. Bileğine uzanacaktım ki hızla yataktan kalkarak ona dokunmama mâni oldu. Cam duvara doğru ilerlediği sırada yatağın ucuna oturmuş, neler olduğunu algılamaya çalışarak onu izliyordum.
Bir an için kendi görülerimden yola çıkarak, “Bir şey mi gördün?” diye sordum sessizce.
Cam duvardan dışarıyı izlerken parmakları hâlâ şakaklarına yaslı durumdaydı. Sorduğum sorudan bir çıkarım yapamamış olacak ki, omzunun üzerinden bana sorguyla baktı. “Anlamadım?”
“Ne bileyim,” diye mırıldanıp yatağın kenarında bağdaş kurarak oturdum. “Görü gibi.”
“Görü mü?” Bu soruyu merakla sormuştu. “Sana bunu düşündüren ne?”
Dilimin ucunda bir sürü gerçek gizlense de ben yalanın arkasına sığınarak, “Bilmiyorum,” dedim, “başını tutuyordun.”
“Anlık bir migren atağı gibiydi, anlayamadım.”
“Senin migrenin yok.”
“Evet, yok,” dedi, ardından önüne dönüp gözlerini karanlık ormana çevirdi. “Sanırım.”
“Nemesis tarafın açığa çıkamadıkça sana zarar veriyor. Gücünü kullanmak zorundasın. Söylediğim gibi, azar azar kullanırsan ne sana zararı olur ne de bizi tehlikeye atar,” dedim, şu an için bana mantıklı gelen tek şey buydu.
Buna bir cevap vermedi. Hâlâ gücünün beni tehlikeye atacağını düşünüyor olmalıydı. Haksız sayılmazdı belki ama bu şekilde tehlikede olan sadece oydu. Güç açığa çıkamadıkça onu hırpalar hâle gelmişti.
“Sanırım biraz uyuyacağım,” diyerek bana doğru döndü. “Yardımcı olur musun?”
“Anlamadım?”
“Seninleyken huzurla uyuyabiliyorum. Sen yokken uyuyamıyorum,” dedi açıkça, bu kadar net bir şekilde bir şeyleri ifade etmesine alışamayacak gibiydim. Kalbim yine kör atışlarıyla içimdeki tüm düzeni altüst etmeye başladı.
Yatağın ortasına kayıp, yavaşça uzanmadan hemen öncesinde, “Gel,” diye fısıldadım.
Efken yatağın üzerine çıkıp beni kollarının arasına çekerek uzandığında, sessizlik odanın içine yayılmış ikinci bir karanlık gibiydi. Saçtığı ışık enerjisinin zayıfladığını gördüm, usulca sönerek onu insan derisiyle baş başa bıraktı. Sakinleştiğini o an anladım. Kollarımdayken sakinleşiyordu ve bu bir gün sonumuz olabilirmiş gibi geliyordu.
Yüzünü saçlarıma gömerek, “Gerçekten zehirlisin, öyle değil mi?” diye sordu. Çenemi sert göğsünde kaydırdım ve gözlerinin içine baktım. “Ve bu zehrin bana şifa getirdiğini söylemeliyim.” Gözlerini indirip, ona uzanan bakışlarıma teslim oldu. “Zehrin tek şifam.”
Gözlerine uzun süre bakamadım çünkü bu kalbimi allak bullak etti; duracağını, kanının kuruyacağını düşündürdü. Yanağımı göğsüne yaslayıp camın ardında bizi izleyen karanlık ormana baktım.
Doğruydu, zehrimde ona doğru akan bir şifa vardı elbette ama zehri fazla tükettiğinde, ölüm şifa kılığında bedenine yerleşmez miydi? İşte bunu bilmiyordum.
Duvarda anlık olarak onun gölgesini gördüğüme inandığım o ânı hatırladığımda kaşlarım sertçe çatıldı. Efken’in parmakları saçlarımda dolaşırken o ânı düşünmemeye çalıştım ama uykuya dalana dek duvardaki gölgesi sanki karanlığın içine gizlendi ve alayla beni izledi.
❄️
“Kurtların bu denli büyük görünmesinin nedeni gerçekten kimyasal sızıntı mı yoksa kimyasal bir saldırı altında mıyız?” diye sordu spiker, yüzüne eklediği sahte bir endişeyle. Kim bilir, belki de gerçekten endişeden kavruluyordu. “Mutantlaşan kurtların cansız bedenleri üzerindeki incelemeler sürerken, sorular uzmanlar tarafından yanıtsız bırakılmaya devam ediyor.”
Spiker, dikkatini önündeki kâğıt destesine verdiğinde kamera usulca ondan uzaklaşmaya başladı. Çatık kaşlarla ekrana bakmaya devam ederken, Crystal, “Bir kurt ölüsü daha, ha?” diye sordu. Bakışlarımı yavaşça ona doğru çevirdim.
“Bu İstanbul için alışılmışın oldukça dışında bir durum,” dedim sıkıntılı bir nefesin hemen ardından. “Kimyasal bir saldırı altında olduğumuza inanılırsa, yani karar bu yönde olursa, savaş kapıda demektir.”
“Anlamadım?” Crystal bana şaşkınlıkla baktı. “Kimle savaşacaklar? Doğaüstülerle mi?”
“Dış ülkelerle?” dedim sorar gibi. Durup kaşlarımı çattım. “Kurtların fiziksel olarak bu denli büyük olması onları dehşete sürüklemiş. Yine de aklı başında biri çıkıp, bunun kimyasal bir saldırıdan ötesi olabileceğini söylemiyor.”
“Senin bile kara zorla inandığın doğaüstü durumlar, henüz hiçbir şey bilmeyen insanlık için oldukça yabancı. İhtimal bile veremiyor olmaları normal,” dedi Efken kapıdan içeri girerken.
“Yine de birinin bu durumu sorgulaması gerekirdi.”
“Sosyal medyadaki komplo teorisi üreticilerine bakacak olursak, bizim bile aklımıza gelmeyecek türden şeyler düşünüp sorguladıklarını görebilirsiniz,” dedi Mahzar elinde telefonla berjerde otururken.
Mahzar’ın elindeki telefonu alıp ekrana baktım. Çoğunluğunun kendi adını kullanmayan kullanıcılardan oluştuğu bir grup kurulmuştu. Gruptaki teorileri okurken kaşlarım havalandı. Birkaçı vardı ki tam olarak nokta atışı yaparak kurt adamlardan bahsetmişti ve kurt adamdan bahsedenlerle acımasızca alay edilmişti.
“Sosyal medya zorbalarla dolu,” dedim tiksinti dolu bir ifadeyle. “Sadece kendi düşüncesini yazmış insanlarla öyle korkutucu şekilde alay etmişler ki. Şu yazana bak…” Ekranı Efken’e çevirdim. “Biri kurt adamların varlığına inandığını söylediği için gidip tuz ruhu içerek gebermesi gerektiğini ve şizofren bir ucube olduğunu yazmışlar.”
Efken gözlerini ekrana dikti, bir süre hareketsiz bir şekilde ekrana baktıktan sonra gözlerini kaldırıp benimkilerle birleştirdi. “Çocuğa bir ucube olduğunu ve ölmesi gerektiğini söyleyen kişinin profilinde, kurtların olası bir savaş sonucu ortaya çıkan cesetleri ortadan kaldırmaları için aşılanarak Türkiye’ye gönderildiği yazıyor.”
İbrahim, tuhaf bir ses çıkararak güldü.
Gözlerimi devirip, “Zorbaların gerçekten zorbaladıkları konularda çok daha büyük kusura sahip olduklarını fark ettiniz mi?” diye sordum. “Kendi söylemleri ve yaptıkları daima mantıklıymış gibi hareket ediyorlar ama başkalarına karşı sınırsız bir şekilde saldırganlar.”
Efken sadece, “Rezalet,” dedi.
“Biraz hava almaya ihtiyacım var yoksa gidip bir profil oluşturacağım ve onları fena benzeteceğim,” dediğimde Efken’in bakışları bana dokundu ama gözlerimi onun yüzüne değdirmedim. Oturma odasından çıkıp yatak odasına gittim. Dışarıda hava eksilerdeydi ama ben hem kanımdaki ateş yüzünden hem de bedenimin soğuğa karşı gösterdiği direnç yüzünden yanıyor gibi hissediyordum. Yaşananları önüme koyup düşündüğümde, aslında kendimi ateşin içindeymiş gibi hissediyor olmam normal geliyordu. Eski kıyafetlerimin olduğu dolaptaki raftan siyah bikinilerimi çıkardım. Havluyu da omzuma attıktan sonra banyoya yöneldim. Eşofmanı ve kazağı sıyırıp bikinilerimi içime giydikten sonra üzerime siyah, uzun kollu, ipek kumaştan elbisemi giydim. Efken’in odaya girdiğini duyduğumda ebeveyn banyosunda oyalanmaya devam ediyordum. Banyodan çıkarken Efken’in camın önünde durmuş dışarıyı izlediğini gördüm. Tek kelime etmeden çıkışa yöneldiğim sırada camdan yansımamı görmüş olacak ki, “Nereye böyle?” diye sordu.
“Biraz yüzeceğim.”
Başta duraksadı ama sonra ağzına geldiğine emin olduğum o soru cümlesini geri yuttu. Bu havada diğer insanlar yüzemezdi, doğruydu ama ben yüzebilirdim ve sanırım tam şu an gerçekten buna ihtiyacım vardı.
“Havuza mı gireceksin?”
“Denize çok yakınız,” dedim.
“Ben de geleyim,” dediğinde buna bir cevap vermedim. Evden çıkar çıkmaz bahçede Manbel ve Vitali’yi gördüm. Havuz kenarındaki şezlongların ucuna oturmuşlar, beni fark etmeyecek kadar konsantre olmuş şekilde bir şey hakkında konuşuyorlardı. Sessizce bahçeden çıkarak koruluğun kalbinde açılmış bir damar gibi görünen yolda ilerlemeye başladım. Efken hemen arkamdan yürüyor, tek kelime etmiyordu. Bilerek yavaş yürüyor gibiydi, sanki bana alan tanıyordu.
Kayalıklarla çevrili, kıyısındaki incecik kumları karlar altında kalmış sahile geldiğimde gözlerimi etrafta dolaştırdım. Kimse yoktu. Güneşin ışıklarını etrafa biraz olsun saçmadığı bu gri gökyüzü bu denli soğukken altında hiçbir canlıyı barındıramaz gibi duruyordu. Kar tabakasının buz tutmasıyla verniklenmiş gibi parlayan kaya parçasının üzerine oturup ayağımdaki postalları ve çorapları çıkardım. Üzerimdeki elbiseyi eteklerinden tutup, yukarı çekerek kafamdan kaydırıp çıkardığımda uzun saçlarım büyük bukleler şeklinde belime döküldü.
Kar tanelerinin dalgalara karışarak kıyıya vuruşunu izlerken suya bir adım attım. Su, düşündüğümden daha soğuktu ama bu beni ürpertmedi. Aksine beni yatıştırdığını hissettim. Suyun içine düşmeye başlayan adımlarıma, onun adımlarının da katıldığını fark ettiğimde omzumun üzerinden ona baktım. Tişörtünü sıyırıp çıkarmıştı, altındaki pantolonla suyun içinde ilerliyordu. Esmer bedeni, gri gökyüzünün altında bronz bir elmas gibi parlıyordu.
“Bu su, Varta’nın suyu kadar temiz değil, bilgin olsun,” diyerek güldüğümde gözleri gözlerime tutundu.
“İçine girdiğin bir şeyi tertemiz yapmama ihtimalin sıfır,” dediğinde duraksadım, gözlerini gözlerimden ayırmadan suyun içinde bana doğru yürümeye devam etti.
Onun dizlerine kadar gelen su, benim çoktan belimi aşmıştı. Kar tanelerinin değerli taşlar gibi yüzdüğü suyun içinde esmer ellerini dolaştırdı ve suyu kendi etrafında usul usul dalgalandırdı. Tam önümde durduğunda kafamı kaldırıp gözlerinin içine baktım. Gözleri, gri gökyüzünün altında daha puslu duruyordu. Şimdi o gözlerde ne şimşeklerin parıltısı vardı ne de sızdırdığı gümüşi ışık… Alışkın olduğum gibiydi. O gözlere baktığımda yine bir uçurumdan aşağı doğru son sürat düşüyormuşum gibi hissediyordum.
Islak ellerini kaldırdı, büyük avuç içlerini yanaklarıma yasladı ve yüzüm onun dokunuşlarının içinde kaybolduğunda, “Bana bile,” dedi, “bazen kendimi saf, tertemiz hissettirmeyi başarıyorsun.”
Suyun içinde ona doğru yaklaşıp avuç içlerimi çıplak, sert göğsüne yasladım. Parmaklarımın altında kaslarının dokusunu, kıvrımlarını hissettim ve bu nabzımın hızlanmasına neden oldu. Ona dokunduğumda birdenbire Tanrı’nın gökyüzünden uzanan bakışlarını üzerimde hissediyordum.
“Suyun sıcaklığını arttıran senin ateşin mi yoksa varlığın mı yakıyor, bunu anlamadım,” diyerek parmaklarını belimin kavisine yerleştirmesiyle nefesim düzensiz bir hâl aldı. Gözlerimi gözlerinden ayırmadan, büyük bir beklenti ve içimde durduramadığım bir tutkuyla parmaklarımı göğsüne bastırdığımda, dokunuşumun altında bedeninin daha da kasılarak sertleştiğini hissettim.
Cevapsızlığım umurunda değil gibiydi çünkü zaten dokunuşlarım birer cevap niteliğindeydi. Beni beklemediğim bir anda suyun içine yatırdığında başta bu hareketi yüzünden panikledim, daha sonra saçlarım suyun yüzeyinde bir meleğin kanatları gibi yüzmeye başladığında gözlerimi kapattım. Üzerime çöktüğünü hissettim. Beni suyun altına iterken, kendini de üzerime bir tabut kapağı gibi kapattı. Dudaklarımız birbirine temas ettiği anda, artık alınacak nefeslerin, yaşamak için gerçekleştirilecek çırpınışların, hiçbirinin anlamı yoktu. Tek bir anlam vardı. O da birleşen dudaklarımızdı. Birbirine karışan nefeslerimizdi. Ciğerlerime onun nefesinin aktığını hissediyordum ve boğulmak, eğer onun nefesi ciğerlerimi patlatacak gibi şişirecekse güzel gelebilirdi. Dudaklarında kaybolduğum sırada parmaklarım suyun içinde hareketlenerek onun siyah saçlarının arasına kaydı.
Daha derine, dibe gittiğimizi hissettim. Nihayet sırtım, suyun dibindeki kaya parçalarına yaslandı ve suyun dibine çökmüş, birbirine dolanmış iki canavar gibi birbirimizi tüketmeye devam ettik. Birbirimize biraz daha dolandık ve hiç beklemediğim bir anda bizi suyun yüzeyine çıkardı. Başımı geriye yatırmış hâlde, bir şeytanın bir kadını esir aldığı gibi beni kendisine esir ederek öpmeye başladı. Yüzünden yüzüme akan suları hissediyordum. Islandığı için ağırlaşan saçlarım geriye doğru devrildiklerinde bedenimi de geriye çekmeye başlamıştı ama o, büyük avucuyla belimi kavrarken düşmek imkânsızdı. Birbirimizi tüketmek, bitirmek, küle döndürüp ufalamak istiyor gibi öperken dudaklarından dudaklarıma tuzun tadı bulaşıyordu. Kalbim çılgınca atmaya başladı. Ellerimi onun boynundan omuzlarına, şişkin pazularına indirdim, tırnaklarımı derisinin altına indirmek istiyor gibi tenine sapladım. Bundan keyif aldığının farkındaydım.
“Seni istiyorum,” diye fısıldadı, sesi bir Gümüş Pençe’nin bedeninin içinde hapsolmuş gibi hırıltılı geliyordu. Gücün genzinde biriktiğini hissedebiliyordum. Konuşmaya devam edecek olursa, duyurduğu tek şey sesi ve kelimeleri olmayacaktı; gücünü de duymaya başlayacaktım. “Seni her evrende kendime istiyorum.”
“Her evrende kendimi sana sunuyorum ve senin tüm parçalarını koparıp benim kılmak istiyorum,” dedim bilincimin dışına itilerek. Dudaklarım bir defa daha açlıkla aralandı. Dilini ağzımın içine gönderdiğinde bu kasıklarımı sızlattı. Bedenimde çağlayan o isteğin beni parçalara ayıracağına emindim. Suyun içine dökülen lav gibiydim. Küçük bir bedenle, tüm okyanusu kaynatabilirdim.
Onu boynundan kavrayıp parmaklarımı boğazına bastırdığım anda nefesi kesildi. Mavi gözlerini gözlerime sabitlediğinde onu kendime doğru çekerek suyun derinliklerine çağırdım. Bir sirenin ninnisine kulak veren denizci gibi büyülenerek suyun içine doğru gelirken, parmaklarımın boğazındaki tehditkâr baskısı umurunda bile değil gibi duruyordu.
Ayaklarım yerden kesildi, suyun içinde süzülmeye başladığımda onun ayakları hâlâ yere değiyordu. Parmaklarımı boğazına biraz daha sert bastırdığımda âdemelmasının etrafından yükselen damarların kabararak renk değiştirdiğini gördüm. Boğazı genişledi, damarları derisini yırtıp dışarı çıkacak gibi şişerek bir ağacın köklerine benzedi.
(+18. Lütfen cinsel içerikten hoşlanmıyorsanız ya da okumak istemiyorsanız ekranı bir sonraki uyarıya dek hızla kaydırın. Sahneyi okumamanız akışı bozmayacaktır.)
Onun da ayakları yerden kesildiğinde ve su ikimizin de boyunu aştığında, dudaklarımız sertçe birleşti. Parmaklarımı boğazından çekmedim, onun büyük eli de beni saçlarımdan kavradı. Kavradığı saçlarımı geriye doğru asılarak yüzümü iyice ortaya çıkardı. Dudaklarımı öyle büyük bir açlıkla öpmeye başladı ki, dişiyle dudağımın derisini ne zaman sıyırsa, beni öpmekten öte yediğini düşündüm.
Parmaklarımı boğazına daha sert bastırmamla, ağzımın içine doğru karanlık bir inilti bıraktı. Bu inilti aklımı başımdan aldı. Suyun içinde birleşerek büyük bir yangını doğuran iki farklı renkte ateş parçası gibiydik. Suyun yüzeyinde hareket ederek bize çarpıp geri giden kar tanelerini bile eritecek güçteydik.
“Nefesimi kesmek mi istiyorsun? Bunun için bunu yapmana gerek yok, hiçbir şey yapmadan da nefesimi kesebiliyorsun,” dediğinde bedenim buz gibi suyun içinde daha da yandı. Parmaklarım boğazına yaslı hâlde ağzına doğru inledim. Bacaklarımı hızlıca beline sardım, bikinimin alt parçasının zar zor örttüğü mahremim doğrudan onun kaslı, sert karnına yaslandı. Aklımı kaçıracakmış gibi hissettiren bu baskı, içimdeki şehveti saklandığı kozayı yırtarak dışarı akıtmaya başladı.
Efken saçlarıma biraz daha asılıp başımı geriye yatırarak boynumu açtı. Dili pürüzlü bir şekilde soluk boşluğumdan boynumun üstlerine doğru kaymaya başladı. Nefesim kesildi, göz bebeklerimin kasılıp gevşediklerini, genişleyip küçüldüklerini hissettim. Tırnaklarım bilincim dışında soluk boşluğuna saplandı ve bununla beraber karanlık iniltisi ıslak dilinin üzerinden kayarak boynuma yayıldı. Tenimde tüy gibi gezinen iniltisinin etkileri beni daha da deliye çevirdi.
“Bundan hoşlandın mı, minik yılan?” diye sorup dilini bir kez daha boynumun sınırlarında süründürdü. Kasıklarımdaki alevlerin yükselerek göğüs kafesime değdiklerini hissettim. Tek yapabildiğim, hissettiğim arzuyu gizlemeden inlemek oldu. “Çok hoşlanmışa benziyorsun. Belki de seni rahatlatmam gerekiyordur, hım?” Sorusu kasıklarımdaki gerilimi arttırdı, bacaklarımın içinde ıslak bir savaş baş gösterdi. “Belki de seni rahatlatmamı istediğin için beni buraya kadar getirmişsin peşinden. Hım?” Her bir sorusunun sonunda, soru işaretini temsil eden bir dil darbesiyle dünyamı tersine çeviriyordu. “Konuşamayacak hâle geldin mi yoksa?”
Sorusundaki alay, içimdeki kibrin üzerine fırlatılmış ucunda alev yanan bir kibrit çöpü gibiydi ve biliyordum ki benim kibrimin kanı benzindendi. Birdenbire üstünlük kurma arzusuyla dolup taşarak tırnaklarımı soluk boşluğunu deşmek ister gibi içeri ittim. “Sen söyle,” dedim dişlerimin arasından. “Bunu sevdin mi?” Gözlerindeki meydan okumanın beni daha da delirttiğini hissettim. Göz bebekleri ışığa maruz kalmış gibi küçüldü, sonsuz mavilik tüm yüzeyi kapladı. Parmaklarımla nefesini engellerken dudaklarına yaklaşıp, dilimi ucundaki zehri tenine damlatarak çenesinde dolaştırıp ona alttan bir bakış attım. “Parmaklarımın altında çırpınan nabzını hissediyorum,” dedim zafer dolu bir sesle. “Bir parça nefes için aralanan güzel dudaklarını görüyorum.” Dilimi bu defa aralık duran dolgun dudaklarında dolaştırdım. Gözlerinin içine daha büyük bir arzuyla baktım. “Konuşamayacak hâle mi geldin yoksa?”
“Demek,” diye fısıldadı ıslıklı, zar zor çıkan sesiyle, “canın oyun istiyor, ha?”
“Yoksa benimle oyun mu oynayacaksın?” Dilimi çenesine sürtüp dudaklarına taşırken gözlerimi gözlerine dikmekten vazgeçmedim. “Seni paramparça etmem saniyemi almaz,” dedi güçlükle yutkunarak. Parmaklarımın altında kayan âdem elmasını hissetmemle, karanlık bir his göğsümden aşağı cemre gibi düşüp kasıklarıma çakıldı. “Ama beni paramparça etme çaban beni öyle azdırıyor ki…”
“Belki de rahatlamaya ihtiyacı olan sensindir,” dedim dilimi dudaklarımda dolaştırarak. “Patlayacak bomba gibi dolaşıyorsun bir süredir. Seni ellerimle patlatabilirim istersen.”
Söylediğim şeyin onu heyecanlandırdığını gözlerinden okudum. Dudakları daha da aralandı. Sanki söylediğim şey ona nefes almayı unutturmuştu. Bu kadar mı etkilenmişti? Âdem elması bir kez daha parmaklarımın altında aşağı doğru kayıp, yukarı doğru geri yükseldiğinde kalbimin atışları arsızlaştı. Bu lanet durum beni nasıl oluyordu da bu denli etkisi altına alabiliyordu?
“Ne istediğini görebiliyorum,” dedi zar zor konuşarak. “İstediğin her şeyi görebiliyorum.”
“O zaman seni ellerime boşaltmayı ne kadar istediğimi de görüyor olmalısın.”
Kasılışlarını hissettim. Çok seksiydi.
“Edepsiz ağzına neler yapmak istediğimi biliyor musun? Ağzında denizin değil, benim tuzumun tadı kalacak,” dedi hırsla. Bu başımı döndürdü. Böyle konuştuğu anlarda onun esiri olmak istiyordum, hükmü altında sonsuza dek yaşayabilirmişim gibi hissediyordum; o da benim mahkûmiyetime razı gibiydi.
“O taptığım ağzını ağzıma daya yoksa seni parmaklarımla keşfetme kısmını bir kenara itip, doğrudan içini dolduracağım,” dediğinde göğsüm sıkıştı. Boğazını kavrayarak onu kendime çekip dudaklarımızı birbirine çarptım. Dişlerinin dişlerime vuruşunu hissettim, dili dilime bir yılan gibi dolandı ve savaşları başladı.
“O taptığım ağzı böyle yedirmelisin bana,” diyerek dilini ağzımın içine sanki aletini derinlerime itiyormuş gibi itti. Titredim, bunun nedeni soğuk değildi; bunun nedeni onun bana bıçak gibi sapladığı karanlık tutkuydu. Başımı sağa çevirdiğimde o da sola çeviriyor, burunlarımız birbirine sürtünürken tüketmek için başlamış bir öpüşmenin ortasında küle dönüyorduk. Ruhum ruhuna dolanıyordu, düğüm oluyordu. Çözülmesi imkânsız bir şekilde birbirimize düğümleniyorduk.
Suyun içinde daha derinlere sürüklensek de durmadık. Gökyüzünden dökülmeye başlayan kar taneleri ıslak saçlarımıza dokunuyor, suyun yüzeyini kar beyaz bir örtü gibi yavaşça dolduruyordu. Elim aşağıya kaydı ve pantolonunu patlatacak gibi belirginleşen sertliğine dokundum. Elim ateştenmiş, ateşim onu yakmış gibi ağzıma doğru inledi. Bu inilti, durmamam için edilmiş bir yakarış gibiydi; bir haykırış, bir ah gibiydi. Fermuarını indirip aletine dokundum, sıcak ve sertti; demirin etrafına sarılmış kaliteli kadife bir kumaş gibiydi. Sıvazlamaya başladığım an, kumaşın demirin yüzeyindeki kayışlarını daha derinden hissetmeye başladım. Dudaklarıma doğru inlerken kaşlarını çattığını fark ettim.
Taş kesilmiş aletini sıvazlamaya devam ettim. Parmaklarımı sarıp sıkarak sıvazlarken aleti anbean büyüyor, avucuma sığmaz duruma geliyordu. Sıcak aletinin başında biriken zevk suyunu yayıp parmak ucumla o noktaya masaj yaptığımda suyun içine batıp çıkmamıza neden olacak kadar şiddetli kasıldı. Parmaklarının kalçalarımdan kayarak bikinimin alt parçasının içine girdiğini hissettim. Sıcak dokunuşu beni âdeta kör etti. Gözlerimin önünde binlerce şimşek çaktı ve her bir şimşek ona aitti. Parmaklarını sertleşen tepemde kaydırdı, yarığıma indirdi ve vajinamın dudaklarını ikiye ayırarak içimde biriken suları parmaklarının ucuna toparlayıp tepeme taşıdı. Tepemi sağa sola yatırarak hafifçe ezmeye başladığında dudaklarına doğru inleyip dişlerimi alt dudağına batırdım. Bir elimi boğazına bastırırken, diğer elimle onun iri, avucumun içinde kalp gibi çarparak çırpınan aletini sıvazlamaya devam ettim. Hareketlerimiz yavaştı, birbirimizi usulca yükseltiyorduk ama ne zaman dayanamayıp kasılsak, suyun içine batıyorduk. Çenemize kadar suya battığımız anlarda bile sertçe öpüşmeye devam ediyor, biraz olsun paniklemiyorduk. Su bizi yutacak mıydı? Yutabilirdi. Boğacak mıydı? Biz çoktan birbirimizde boğulmuştuk.
“O küçük elin beni mahvediyor,” diye fısıldadı dudaklarıma doğru. “Sıkı, küçük amın kadar sıcak ellerin var.”
“Edepsizin tekisin,” diye fısıldadım dudaklarına, ardından dilimi dudaklarının etrafında gezdirirken kasıldım. Parmaklarının etrafında kasılıp gevşeyen vajinamın ne kadar ıslak olduğunu hissediyor olmalıydı. Suyun altındaydık ama ben, sudan bile daha ıslaktım. Parmakları kayganlığımda hareket ederek zevk tomurcuğumu ezerken kendimi kaybediyordum. Dudaklarımdan ahlaksız iniltiler dökülmeye başladı ve bununla beraber elim hızlandı. Sanki onun da bana uyarak hızlanmasını istiyormuş gibi aletini sertçe, sıkarak sıvazlamaya başladım. Hızımdan yola çıkarak ne istediğimi anlamış olacak ki parmaklarıyla vajinamı ikiye ayırıp dudaklarını gerdi ve belirginleşen tepemi parmaklarının arasına alıp sıkarak yuvarlamaya başladı. Mahvolmanın eşiğine gelmiş gibi, “Efken,” diyerek inlediğimde daha fazlasını yapmaya başladı. Tepemi iki parmağının arasında sıkıyor, bırakıyor, yavaşça eziyor ve bunu sürekli olarak rutine bağlamış bir şekilde devam ettiriyordu.
“Siktir,” diye fısıldadığını duydum. Genizden gelen sesi zihnimin içinde cam çerçeve indirirken, “Sıkı amının kasılıp gevşeyişlerini hissediyorum. Parmağımı içeri itip seni parmaklarımla sertçe sikmemi istiyor musun?” diye sordu, sorusu başımın üzerindeki göğün girdap gibi dönmeye başlamasına neden oldu.
Nefesim kesildi, gözlerim geriye doğru kaydı ve “Sok,” diye inledim. “Parmaklarınla doldur beni.”
“Sözlerin bir emirdir,” diye tıslayarak parmağını deliğimden içeri itti. Parmağının içeri girerken derimi gerdiğini, kadınlığımı ayırdığını hissettim. Yüzüklerinin soğuk yüzeyi kadınlığımın girişini zorlarken parmağı içimi okşamaya başladı. İçimde dönen parmağının etrafında kasılıyor, ihtiyaçla, dağılmaya çok yakınmış gibi histerik iniltiler çıkarıyordum. “Gevşet deliğini,” dediyse de bunu yapamadım. Kendimi öyle bir kastım ki sanki parmağını koparıp kıracak gibiydim. Bunun onu daha da azdırdığını fark ettim. Baş parmağıyla tepemi ıslak ıslak eziyor, parmağını içimde dolaştırarak dibime doğru itiyordu. Kasılarak inlerken ve daha fazlasına ihtiyacım varmış ama daha fazlasını alırsam parçalanacakmışım gibi hissederek onu okşamaya devam ettim.
“Sikeyim, gel şuraya,” diyerek beni kucağında bir anlığına yükseltince gözlerimi kaldırıp gökyüzüne baktım. Gökyüzünde damar gibi beliren, birbirine bağlı dört büyük şimşek belirdi ve kar taneleri daha büyük bir hızla döne döne düşmeye başladı. Ben daha bu görüntüyü sindirememişken, Efken bikinimin küçük kumaşını kenara çekti ve dimdik aletini girişime yerleştirip beni kucağına iyice yasladı. Kadınlığımın arasında kayan aletinin varlığıyla ürpererek ona tutku dolu gözlerle baktım. “Sikimi çekiştirmeni değil, sikimi o sıkı amcığınla emmeni istiyorum,” dedi gözlerini gözlerime dikip, dilinin ucunda biriktirdiği tüm ahlaksızlığı şehvetli bir dalga gibi bedenime çarparak.
Söyleyecek bir şey bulamadığım için arzuyla ona bakmaya devam ettim. Gözlerim anlık olarak boğazına kaydı. Kanaması olduğunu gördüm. Bu beni paniğe sürüklemedi, aksine içimdeki o yırtıcıyı besledi ve daha da büyük bir ihtiras ateşinin içinde kavrulmaya başlamama neden oldu. “İstiyor musun?” diye sordu ahlaksızca. “Sikimi içine alıp, o küçük deliğinle beni vakumlayarak içine boşalmamı istiyor musun?”
Sorusu kanımı fokurdatırken, “Sik beni,” dedim hırsla. Bu, inanılmaz bir seviyede hoşuna gitmiş olacak ki alt dudağını ısırarak aletini birdenbire içime itti. Gözlerim geriye kayarken tırnaklarımı ensesine bastırıp uzun uzun inledim. Denizin yüzeyindeki dalgaların bile hırçınlaştığı an, içime yerleşip beni kendisiyle doldurduğu andı. Kadınlığım kasılarak aletini içine mühürlediğinde, “Çok sıkı amına koyayım,” diye inledi nefes nefese.
Kendini yavaşça geri çekip, hırsla bir kez daha içime kaydığında bedenim yukarı doğru hopladı. Vajinam gerilimle titreyerek daha da ıslanıp onu âdeta içine yutmaya başladı. İstekten çıldırmış gibi inleyerek onu içime alırken sürekli olarak, “Daha sert,” diyordum. “Doldur beni, sikinin tamamını içime vurmanı istiyorum.” Bu kelimeler dudaklarımdan saf bir arzu olarak kayıp gidiyor, o, duyduğu her bir kelimenin ardından içime girip gözlerimi kaydırıyordu. Karnımın altında büyümeye başlayan o hissin beni parçalayacağını hissettim.
İniltisi iniltilerime karışırken, “Çok iyi amına koyayım,” diyordu. “Daha sıcak, daha sıkı, daha iyi hissettirecek hiçbir şey yok bu evrende. Hiçbir evrende. En iyisisin. Sen her şeyin en iyisisin.” Kalçalarımı kavrayıp ayırarak beni koca aletinin üzerine âdeta oturtmaya başladı. Delirmiş gibi birleşirken etrafımızı saran suyu dalgalandırıyorduk. Açlıkla dudaklarına saldırıp onu şehvetle öpmeye başladığımda beni dibime varana kadar doldurmaya devam etti. Ne zaman geri çekilse, aleti içimden asla çıkmıyor, sadece büyüklüğü geri çekiliyordu ama yeniden içime saplandığında dar deliğim onun tarafından genişletilmenin hazzıyla dopdolu hissediyordu.
Dudaklarımız şehvetle birbirine karıştı. Dili ağzımın içine girdiğinde bundan iğrenmek mümkün değildi, bu sadece tutkuyu besliyordu. Hoşuma gidiyordu.
“Beni nasıl rahatlattığını görüyor musun?” diye sorarken iniltisi de kelimeleriyle beraber ağzımın içini dolduruyordu. Görüyordum, lanet olsun ki görüyordum ve tam dibimde, ruhumun köklerinde aynısını ben de hissediyordum. Tırnaklarımı saçlarının arasına sokup kafasına bastırırken onu daha büyük bir ihtirasla öpüp vajinamın içinde sıkışmasını sağladım. Aklını yitiriyormuş gibi uzun uzun inleyerek içimde kasıldı. Aletindeki kan akışını doğrudan vajinamın duvarlarında hissediyordum. Mükemmel bir baskıydı.
Gözlerim geriye doğru kaydığında aynı anda inledik. İçimde büyüyen o duygu birdenbire infilak edecek gibi ışık saçmaya başladı. İçime vuruşları daha da hızlandı. Vajinamı iri, uzun aletiyle âdeta açıyordu. Ona açılıyordum. Her içime girişinde hissettiğim o baş döndürücü zevk, sona ne kadar yakın olduğumu vurguluyordu.
“Geleceğim,” diye fısıldadım bilinçsizce, ardından nefeslerim sıklaştı ve kendimi daha da kasmaya başladım. Vajinam öyle sıkı hâle geliyordu ki Efken içime saplanıyor ama geri çıkamıyordu.
“Sikeyim, bu deliği böyle kasmaya devam edersen ben de geleceğim, gevşet,” diye inledi bilinçsizce. “Sikeyim, öyle dar ki beni yutuyor. Siktir.”
“Durma,” dedim ama kendimi öyle çok kasıyordum ki devam edebilmesi imkânsızdı. İçimde dibime kadar saplı şekilde duruyor, geriye çıkamıyordu çünkü onu dört koldan sıkıca kavramıştım. Vajinam gevşemiyordu, daha fazlasını ister gibi kasılarak onu şiddetle vakumluyordu.
“Off,” diyerek dişlerini dudaklarıma bastırdı. O dudaklarımı ısırırken benim yapabildiğim tek şey, aralık dudaklarla öylece ona bakmak ve kasılmaya devam etmek oldu. Sarsılıyordum, titriyordum ve durdurulamaz bir şekilde, gevşeme emaresi göstermeden kendimi kasıyordum. Onun büyük penisinin içimdeki seğirmeleri önlenemez bir biçimde arttığında, içime patlamak üzere olduğunu anladım. İçime yayılan zevk daha da büyüdü, vajinamın içindeki baskısı kalçasını hareket ettirmesiyle arttı ve aletinin başının titremeye başlamama neden olacak bir noktaya değdiğini hissettim. “Yut beni küçük amınla,” diye hırladı dudaklarıma doğru. “İçini böyle besleyeceğim.” Ve bu söylediğinin hemen arkasından içime şiddetle akmaya başladı.
Boşalmam şiddetliydi, bedenim yıkım yaşamış gibi titriyordu. Öte yandan, kasılan bedenimin aynı oranda usulca gevşeyerek rahatladığını da hissediyordum. Dudaklarım Efken’in dudaklarına yaslıyken elimde olmadan güldüm, o da güldü.
“Sanırım buna ihtiyacımız vardı,” dedi soluk soluğa. Nefesi içime dolarken gözlerinin içine bakıp, parmaklarımı ıslak saçlarında dolaştırdım ve “Kesinlikle,” dedim.
“Beni kanatmaktan hoşlandığını düşünmeye başlayacağım,” dediğinde boğazına açtığım yaradan akan kanı hatırlayıp gözlerimi açık yaraya indirdim. Kan suya karıştığı için rengi açılmıştı ama hâlâ usul usul sızdırmayı sürdürüyordu.
“Tek bir damla kanımla bunu iyileştirebilirim,” dediğimde gözlerimin içine, “Sana senden bir yara taşımak istemediğimi düşündüren ne?” diye sordu. Yalan yoktu. Beni her defasında gafil avlamanın bir yolunu buluyordu. Belki onun varlığı bile benim gafil avlanmam için yeterli bir sebepti. Aleti içimde birkaç kez kasıldı, hâlâ sertti ama hareketsiz kaldı. İsteğini hissediyordum, hâlâ içime vurmak istiyordu ve yalan değildi, bunu ben de istiyordum. Ama aramızda konuşulmamış konular vardı. Bir süredir sanki birbirimize içimizi açmayı geçtim, daha da içimize kapanıyorduk. Gözlerinin içine beklentiyle baktığım saniyelerde, “Ne?” diye sordu.
(+18 Sahne sonu.)
“Hiç yorum yapmadığını fark ettim. Hiçbir şeyle ilgili.”
“Yedi anahtar meselesini çözene kadar ortalığın allak bullak olmasını istemiyorum,” dedi. “Bir an önce başlamak istiyorum.”
“Sence,” dedim, bir süre susup derin bir nefes aldım. “Babamın sakladığı bir şey mi var?”
“Saklamak değil, buna saklamak demezdim. Sadece bildiği bir şeyler var ama söylemek için doğru zamanı bekliyor.”
“Yedi Güneş’i bir araya getirdiğinde sürün en güçlü hâlini almış olacak,” dedim düşünceli bir sesle. “Ama zaten Nemesis, evrendeki en güçlü şey değil miydi? Neden Yedi Güneş’e ihtiyacın var ki?”
Efken, gözlerime uzun uzun baktı. Cevabını biliyor gibiydi ama sessizce, “Bilmiyorum,” demeyi tercih etti.
Bedenlerimiz ayrıldığında suyun içinde yavaşça süzülüp, “Yarışalım mı?” diye sordum çünkü konuyu değiştirmeseydim biliyordum ki daha fazla soru soracak, onu köşeye sıkıştırmaya çalışacaktım. Bazı şeyleri hemen öğrenmemeliydi insan. Bazı şeylerin gerçekten zamanı vardı.
“Yenileceğini bildiğin yarışlara girmemelisin,” diye alay etti.
“Yenileceğimi mi düşünüyorsun? Sen öyle san.”
Öne doğru büyük bir kulaç attığında tereddüde düştüğümü söylemeliydim. Duraksayarak onun uzun, kaslı kollarına baktım. Bedeni de uzundu. Suyun içinde süzülürken benden daha avantajlı olacağı kesindi ama yine de onun dikkatini kendime çekmeyi, kafasının içindeki çarkları durdurmayı istiyordum.
Efken bir kulaç daha atınca kaşlarımı çatarak ona sırtımı döndüm ve suyun içinde hızla süzülmeye başladım. Bedenim yılan gibi kıvrıldı, ayaklarım suyu yararak ayırdı. Ben ne kadar hızlı olsam da Efken arkamda olmasına rağmen iki kulaç sonunda önüme geçmeyi başarmıştı. Homurdanarak suya vurup suları ona sıçrattıktan sonra daha hırslı bir şekilde yüzdüm.
Birdenbire gözden kaybolduğunda kaşlarım çatıldı. Çok geçmeden bir şeyin tam altımdan geçtiğini hissettim. Bu hisle beraber, o şey birden yükselerek bacaklarımın arasına girdi ve beni havaya kaldırdı. Bedenim yarıya kadar suyun içinden çıktığında afalladım, daha sonra beni geriye devirip suyun içine düşürdü ve bu duruma keyifle güldü.
“Hilecisin,” diye söylendim.
“Kaybetmeyi kabullenemiyorsun,” diye takıldı bana.
“Kaybetmedim. Daha bitiş noktasına bile gitmedik.”
“Bana bir bitiş noktası bile göstermedin,” dedi bu kez gülerek.
Gözlerim gülüşünde asılı kalırken, “Sen de bana bitiş noktasını sormadın,” diye homurdandım.
Suyun içinde bir süre daha vakit geçirdik ama akşam usulca çökmeye başladığında artık eve dönmemiz gerektiği için sudan çıktık. Ben havluyla saçlarımı ve bedenimi kurularken o da kayalıklardan birine oturmuş beni izliyordu. Üzerime elbisemi geçirip postallarımı da giydikten sonra belki de beklemediği bir şey yapıp elimi ona doğru uzattım. Uçurum mavisi gözleri ona uzattığım elime dokundu, bakışları yoğunlaştı. “Hadi,” dediğimde uzanıp elimi tuttu. El ele deniz kıyısında yürürken hiç konuşmadık. Sadece birbirimizi hissettik.
Evin önüne geldiğimizde Mahzar’ın şezlongun kenarına oturmuş, elinde bir paket cipsle havuzun içinde yanmaya başlayan ışıkları izlediğini gördüm. Efken elimi yavaşça bırakırken, “Belki de onunla konuşman gerekiyordur,” dedi sakince.
Omzumun üzerinden Efken’e bakıp başımı salladım. Efken bir süre daha gözlerimin içine baktıktan sonra içeri girdi. Olduğum yerde birkaç saniye dikildim, erkek kardeşimi izlerken kelimelerin zihnimde şekillenmesini bekledim. Ona doğru yürümeye başladığımda zaten en başından beri varlığımın farkındaymış gibi, “O adam ve sen,” diyerek söze girdi, “birlikte misiniz?”
Bu soruyu beklemediğim için duraksadım. Mahzar bakışlarını omzunun üzerinden bana çevirip gözlerimin içine baktı. “Herhâlde kaybolmaması için elini tutmuyordun.”
Karşısındaki şezlonga oturup, “Neden burada yalnız başına oturuyorsun?” diye sordum. Onun sorusunu duymazdan geldiğim için dudaklarında alaycı bir tebessüm belirdi. Bu tebessüme rağmen canının sıkkın olduğunu görebiliyordum.
“Bir şeylere anlam yüklemeye çalışıyordum ama her şey son derece anlamsız gelmeye devam ediyor.”
“Nasıl hissettirdiğini biliyorum.”
“Hiç değilse yanımda sen varsın, babam var,” dedi Mahzar. “Sen tüm bunlara maruz kaldığında tek başınaydın.”
“Bu senin durumunu daha kolay yapmıyor,” dediğimde bana ciddi olup olmadığımı sorgulayan gözlerle baktı. “Ciddiyim,” diye bastırdım. “Birdenbire hiç tanımadığın bir adamın önünde diz çöktün, Yedi Güneş adını verdikleri Megalardan biri olduğunu öğrendin. Muhtemelen ablanın ve babanın birer ucube olduğunu düşündüğün anlar da olmuş olabilir. Hatta şu an kendini de ucube gibi görüyor olabilirsin.”
“Sizi hiçbir zaman ucube olarak görmedim,” dedi Mahzar başını iki yana sallayarak. “Sadece… Bilmek farklı bir şey, içinde olmak çok farklı bir şey. Beni anlıyorsun değil mi?”
“Daha iyi kimse anlayamaz.”
“Babam bana ne olacağını söylemiyor. Peki sen biliyor musun?” Gözlerimin içine dikkatle baktı. “Bana ne olacak?”
“Muhtemelen biraz tüyleneceksin,” dediğimde bu onu güldürdü, amacım zaten bu olduğu için ben de güldüm. “Sen hâlâ bir insansın, Mahzar. Doğaüstü kanı taşıyor olman, omuzlarına büyük bir sorumluluk yüklenmiş olması, tüm bu yaşananlar… Bunlar senin bir insan olduğun gerçeğini değiştirmeye yetmez. Farklısın, bu doğru ama buna alışacaksın. Farkını sevmeye başlayacaksın. Zor mu? Evet. Başına neler gelecek? Bilmiyorum ama birçok şey geleceği kesin.” Sertçe yutkunduğunu gördüm. “Ama başa çıkabileceğini de biliyorum. Kolay öğreneceğini, güçlü olacağını biliyorum. Çünkü sen kabul etsen de etmesen de başa çıkabilecek güce sahipsin. Eğer olmasaydın, Kızıl Mega olarak dünyaya gelmezdin, değil mi?”
“Öyle mi?”
“Öyle. Şu âna kadar hiç güçsüz bir Gümüş Pençe görmedim.”
“Dönüşecek miyim?”
“Haberlerde gördüğün Gümüş Pençeler de senin gibi insandı. Yani evet, onların görüntüsünü aldığın zamanlar olacak.”
“Peki ne zaman?”
“Bilmiyorum,” dedim. “Ama bir kez dönüştüğünde, bir sonrakiler hep daha kolay olacak. Bir kez savaştığında, bir sonraki savaş seni hiç korkutmayacak.”
Mahzar, “Savaşmak zorunda mıyım?” diye sordu.
“Hepimiz savaşmak zorundayız. Bu kişiler olarak doğduk ve bu bizim kaderimiz. Kaderle savaşmaya kalkışabilirsin ama bilmelisin ki yolu ne kadar değiştirmeye çalışırsan çalış, kader seni hep aynı yere götürecek. Kaderimizde tüm yollar aynı yere çıkıyor.”
“Öldürülen diğer Gümüş Pençeler gibi ben de öldürülecekler listesindeyim, değil mi?”
Bu soru kalbime saplanmış bir ok gibi hissettirdiğinden bir an duraksadım. Ardından, “Buna asla izin vermem,” dedim. “Neden buradayım sanıyorsun?”
Cips paketini bana doğru uzattığında buruk bir gülümsemeyle ona bakıp paketten bir cips aldım. “Bu aralar çok mu cips yiyorsun bana mı öyle geldi?” diye sordum cipsi ağzıma atarken.
Mahzar, “Doymuyorum,” dedi.
Yedi Ölümcül Günah, diye düşündüm. Her biri, bir günahı temsil ediyor. Mahzar ağzına iki cips soktuğunda gözlerim kısıldı. Oburluk? Olabilir miydi? Gözlerimi Mahzar’dan çekmeden ona dikkatle bakmaya devam ettiğimde, bakışlarını bana çevirdi.
“Ne oldu?”
“Hiç,” diye fısıldadım yumuşak bir sesle. “Akşam yemeği hazırlayacağım. Canının istediği bir şey var mı?”
“Ne olursa,” dedi Mahzar, “her şeyi yerim.”
Oburluk. Temsil ettiği günah kesinlikle buydu.
❄️
Sezgi’nin bakışları gitgide büyüyen karnındaydı. Evet, normalde de karnı hızla büyüyordu ama hiç iki gün içinde bu kadar çok büyüdüğüne şahit olmamıştı. Bir şeylerin yolunda gitmediğini düşünüyordu, belki de her şey yolundaydı. Zaten doğal olmayan bir hamilelik dönemi geçiriyordu, bebeğin bu kadar hızlı büyümesi kötü bir şeye işaret olmayabilirdi. Yine de kafasını kurcalıyordu işte.
Miraç kapıdan içeri girdiğinde Sezgi kafasını kaldırıp genç adama baktı. “Ablamla ilgili bir şeyler görebilir misin?” diye sordu birdenbire Miraç. “Çoktan varmış olmalılar, değil mi?”
“Görebileceğimi sanmıyorum canım,” dedi Sezgi yavaşça doğrulup, daha rahat bir pozisyon yakalayarak. “Ama evet, çoktan varmış olmalılar. Bir şeyler ters gidiyor olsaydı, sanırım babaanneniz yeniden bir sızıntı yaratıp zihnime bodoslama dalardı.”
Miraç, Sezgi’nin karşısındaki sandalyeyi çekip üzerine oturdu. Tırnaklarını kemirirken, “Orada neler olduğunu merak ediyorum,” dedi. “Belki de onlarla gitmeliydim. Hızlıyım ve bana ihtiyaçları olabilir.”
“Hızlısın ve bir bilinmeyensin, düşman her kim olursa olsun bilinmeyenler daima ilgi çekicidir. Ablan bunu biliyordu. Seni bile bile cehenneme götürmesini bekliyor olamazsın.” Sezgi, yumuşak bir gülümsemeyle Miraç’a baktı. Aslında kendisi de büyük endişe içerisindeydi. Burada her şey sorunsuz ilerliyordu. Ramon sık sık uğruyor, telefon ediyor, Ceyhun ve Ulaş da sık sık nöbet değişimi yaparak ormanı gözlüyordu. Gümüş Pençeler boş durmamıştı, oldukları alanı bir çember gibi sararak güvenliği iki katına çıkarmışlardı. Zaten Mustafa Baba da onlar gittiğinden beri buradaydı. Gümüş Pençe ölümleri tam anlamıyla kesilmişti. Yine de kalbini dürtüp duran bir şeyler vardı. Bunun sebebi, arkadaşlarının sadece adını bildiği ama hakkında hiç fikir sahibi olmadığı bir şehirde olmalarından olabilirdi. Yine aynı zamanda bunun sebebi, o şehirde onları bekleyen tehlikeleri ön görebiliyor olmak da olabilirdi.
“Cehenneme beni götürmedi ama kendisi cehenneme gitti. Üstelik o cehennemde tüm ailem var,” dedi Miraç düşünceli bir sesle. “Yine de onlara ayak bağı olmadığım için mutlu olmam gerekir, öyle değil mi?”
Sapphire içeri girerken, “Elbette öyle,” diye yanıtladı. Miraç, kafasını kaldırıp esmer güzeli Mar Kadını’na baktı. Sapphire utangaç bir gülümsemeyle, “Burada olman daha iyi,” dedi. “Kraliçe bir de senin için endişelenecekti.”
Miraç, Sapphire’ın gözlerine uzun uzun baktıktan sonra, “Sence ben neyim?” diye sordu ama bu soruyu her ne kadar Sapphire’ın gözlerinin içine bakarak sormuş olsa da sorunun muhatabı Sezgi’ydi.
Sapphire, Miraç’ın kızıl kahve gözlerine bakarken sessizdi. Yine de tüm dikkatini genç adamın gözlerine vermişti. Bu biraz yasak hissettiriyordu. Bazen onun gözlerine bakmanın büyük bir günah işlemekle eş değer olduğunu düşünürdü. Buna rağmen gözlerinin içine bakmaktan kaçamıyordu.
Sezgi, “Bunu ben bilemem,” dedi, gerçekten bilmiyordu. Aslında Ramon Velencoso’ya sorsalar, belki de ondan aranan cevabı kolaylıkla alabilirlerdi ama Sezgi, bunun birdenbire ortaya çıkması gereken değil, yavaşça çözülmesi gereken bir bilmece olduğuna inanıyordu. Çünkü bilinmeyen ırk olduğundan tehdit olarak algılanabilecek Miraç, eğer düşündüğü kadar güçlü bir ırkın genlerini miras almışsa, işte asıl o zaman dart tahtasındaki hedef alınan sayı hâline gelecekti.
Sapphire, “Sanırım biraz yürüyüşe çıkacağım,” diyerek saçını kulağının arkasına sıkıştırıp kapıya yöneldi. Miraç hâlâ büyük bir dikkatle ona bakmaya devam ediyordu. Gözlerini kızdan bir an olsun çekmedi.
Sapphire odadan çıktığında, Miraç da oturduğu yerden kalkarak, “Sanırım ben de biraz yürüyeceğim,” dedi. Sezgi’nin dudaklarında saklayamadığı bir tebessüm belirdi. Parmaklarını şişkin karnında dolaştırırken, “Yürü tabii ama bildiğim kadarıyla koşmayı daha çok seviyorsun, öyle değil mi?” diye sordu.
Miraç, Sezgi’nin gözlerinin içine bakıp, “Koşmam gerektiği anda durmayacağım,” dedi, ikisi arasında küçük, imalı bir şakaydı bu. Sezgi gözlerinde saklayamadığı bir alayla kaşlarını kaldırıp çenesiyle kapıyı işaret etti.
“Şimdilik ısınmak için biraz yürü öyleyse.”
Miraç gülerek odadan çıktığında Sezgi gözlerini camdan dışarıya çevirdi. Kar yağmıyordu, sanki bulutlar bu defa karları değil, yağmurları taşıyordu. Herhâlde yağmur yağacak, diye düşünerek parmaklarını karnında dolaştırmaya devam etti.
Anlıktı. Birdenbire gümüş bir ışık patladı ama bu ışığı kendisi dışında kimsenin görmediğini biliyordu. Kalbi göğsünün içinden firar etmeye hazırlanıyormuş gibi depara kalktı. Yeşil gözleri iri iri açılırken odanın içini birdenbire saran o gümüş ışığın onu kör edeceğini düşündü. Işık duvarlara çarparak zayıfladığında, Sezgi’nin yeşil gözlerinin önüne birdenbire beyaz, zar gibi ince bir perde indi. Yeşil gözleri o perdenin ardından belli belirsiz görünüyordu.
Perde geri kalktığında, görmesi gerekeni çoktan görmüştü.
Yeşil gözleri iri iri açılmış hâldeyken boşluğa bakarak, “Efken,” diye fısıldadı. “Olamaz.”
❄️
Gecenin karanlığı odanın içine doluyordu. Yatakta cenin pozisyonunda yan dönmüş, ormandaki ıssızlığı izliyordum. Efken’in aldığı düzenli nefes seslerini duyabiliyordum. Huzurlu bir uykunun kollarında olmasına sevinmediğimi söyleyemezdim çünkü bir süredir öyle huzursuz görünüyordu ki, sanki kollarımda uyumak bile ona kendini iyi hissettirmiyordu.
Akşam babamdan bir telefon almıştık. Anahtarlardan üçünün yerini belirlemişti, bir anahtar söylediği gibi vâris tarafından teslim alınmıştı ve geriye bulunması gereken iki anahtar daha kalmıştı. Kalan iki anahtarın da yerini bulduğumuzda, mezarları vakit kaybetmeden açıp anahtarları alacak, Yedi Güneş’i uyandıracaktık. Tüm bunlara rağmen kalbimde kademsiz bir his, kara bir yılan gibi sürünüyordu.
Cama birdenbire düşen ışık yansımasıyla irkildim. Işık, Efken’in bedeninden bir hortum gibi yükselerek tavana çarptı. Gümüş rengiydi, içinde saçılan mavi kıvılcımları görüyordum. Çok geçmeden bu kıvılcımların aslında yıldırımlar olduğunu anladım. Korkarak ona doğru dönmemle, Efken’in gözlerinin açık olduğunu görmem bir oldu. Açık gözleri doğrudan tavanı hedef alıyor, tamamen yıldırım rengine dönmüş gözlerinden de bedeninden olduğu gibi sütun şeklinde bir ışık yükseliyordu.
“Efken!” diye bağırdım korkuyla. Çok geçmeden Efken’in bedeninden güçlü bir ses yükseldi; bir yıldırımın düşerken çıkardığı korkutucu sesti bu. Yıldırımlar sütünün etrafında dönerek etrafa saçılmaya, uzun, damar şeklinde cam kırıkları gibi savrulmaya başladı.
Görü birdenbire geldi.
Kız Kulesi’nin denizin ortasında bir ateş topu gibi yanmaya başladığını gördüm önce. İnsanların çığlıkları zihnimi tıkadı. Ve beraberinde, tüm İstanbul’un elektrikleri tek bir düğmeye bağlıymış ve o düğmeye basılmış gibi kesildi.
İnanılmaz bir sinyal sesiyle sağır olacak gibi hissederek avuçlarımı kulaklarıma bastırdım. Efken’in bedeni parçalanacak gibi ışık sızdırmaya devam ediyor, gözleri kapanmıyordu. Crystal’in çığlıklarını duyuyordum, Manbel küfürler savuruyordu, İbrahim’in sesi zar zor zihnime sızıyordu. Birdenbire odanın kapısı açıldı ve Vitali, avuçlarını birbirine çarptı. Çıkardığı alkış sesiyle, Efken’in ışığı aniden söndü.
Efken bağırarak yattığı yerden doğrulup kalktığında, korkuyla olduğum yerden kalktım. Vitali nefes nefese önce bana, ardından dehşet içinde karşısındaki duvara bakan Efken’e doğru baktı.
Mahzar’ın, “İnternete düşen videoya bakmalısınız, hemen!” diye bağırdığını duydum.
“Efken,” diye fısıldadığımda, Vitali, “Enerjisi tüm şehre yayıldı,” dedi dehşetle. “Kendine gelmesi zaman alacak. Ona dokunma. Şoka girmesini istemezsin.”
“O iyi mi?” diye bağırdım.
“Mahinev!” diye bağırdı Vitali sertçe. “Ondan uzaklaş ve parçalarının yerine oturmasına izin ver.”
“Ne?”
“Efken’in içi paramparça durumda!” dedi sertçe. “Bırak, birleşene kadar dokunma. O patlamadan sonra tek parça göründüğüne şükretmelisin!”
İçimde bir şey kopmuş gibi hissettim. Nigin Bağı bir bıçak gibi ruhumda dolaştı. Efken’in maruz kaldığı acının yıkıcı bir şekilde bedenime yaklaştığını hissettim ama bu acıdan korkmadım. Tek korktuğum, ona bir şey olmasıydı.
“Efken,” diye fısıldadım ama Vitali beni kolumdan kavrayıp yataktan çıkardı. Efken bunu görmedi, sadece duvara bakıyor, gözlerinden zayıf ışıklar yayılarak duvara çarpıyordu. Vitali beni âdeta sürükleyerek odadan çıkarırken çırpındım, dönüp Efken’in yanına gitmek istedim ama buna engel oldu. Merdivenleri zorla indirip beni oturma odasına âdeta tıkıştırıyor gibi soktuğunda, Mahzar elindeki telefona dehşet içinde bakıyordu. İçeride hiç ışık yoktu, tek ışık Mahzar’ın telefonunun ekranından yayılan ışıktı.
“Ona ne oldu?” diye bağırdım yeniden, zihnim mantığımı dışarı itmek üzereydi.
Mahzar, “Kız Kulesi,” dediğinde duraksayıp irkilerek Mahzar’a doğru baktım. “Alev topu gibi yanıyor.”
Görü.
Görü gerçekti.
Mahzar’ın elindeki telefonu aceleyle alıp ekrana baktım. Kız Kulesi’ni videoya alan genç adam arkadaşlarıyla gülüşüyordu, sonra birdenbire bir patlama sesi duyuluyor, kamera sarsılıyor, gençler küfürler savuruyordu ve Kız Kulesi alevler içinde yanmaya başlıyordu.
“Hatlar kesilmemiş ama tüm şehirdeki elektrik kesilmiş,” dedi Mahzar. “Yukarıdaki elemana ne oldu?”
Crystal, “Ne oldu bilmiyorum ama az daha yanıyordum,” dedi korkuyla. Kollarını bedenine sarmış, odanın bir köşesinde tir tir titriyordu. “Onun ışığı bir ateş gibi üzerimden geçti. Diri diri yanıyordum.”
“Bu patlamanın sebebi Efken değil,” dedi Vitali. Gözlerimi ona çevirdim. “Ama elektrikleri onun kestiğini söyleyebilirim.”
“O zaman bu patlamanın nedeni ne?” diye sordu Yaren korkuyla.
Vitali derin bir nefes aldı ve konuştu.
“Bu, düşmanın işaret fişeği.”