🎧: Frayle, Stars
Bağlılarsa birbirlerine, birçok damardan aynı kan geçer ve illaki biri, diğerine çeker.
Soluk soluğa kaçtığınız her şey, bir gün soluk almanıza dahi izin vermeden üzerinize yıkılırdı.
Kaçamamıştım. Yakalanmıştım. Üstelik yakalandığımda yalnız da değildim. Babam yanımdaydı. O da benimle birlikte, belki de farklı sokaklarda koşarak kaçmaya çalıştığımız o gerçeğe fena hâlde yakalanmıştı. Babamın gözlerine bakarken duruşunun ne kadar güçlü olduğunu düşündüm, oysa içeride büyük bir çöküş vardı ve o, bu çöküşü ustalıkla bizden gizliyordu. Demir ailesi sobelenmişti.
Artık korumam gereken tek Gümüş Pençe babam değildi, korumam gereken bir Gümüş Pençe daha vardı ve az önce bilinci dışında dizlerinin üzerine çökerek liderine bağlılık yemini etmişti.
Mahzar, hâlâ tek dizi yere yaslı hâlde Efken’in gözlerinin içine bakarken ve alnında bir soyun yemini güneş gibi parlarken, içimdeki gücün bu defa bir düşmana değil, sahibi olan bana saldırdığını hissediyordum.
Efken ona doğru bir adım attı, esmer avucunu erkek kardeşimin başının üzerine bastırmadan hemen öncesinde ikisinin de alnından süzülen ışıklar havada statik bir enerji açığa çıkarak çarpıştı. Bu çarpışmanın hemen ardından, Efken soyun getirdiği şefkati avuç içinden erkek kardeşimin başına aktardı.
Efken avucunu geri çektiği an Mahzar’ın gözleri geriye doğru kaydı, alnındaki ışık infilak ederek son kez şiddetle patladı ve sonra söndü. Miran olduğu yerde donmuş kalmış, hareket bile edemeden abisine bakıyordu.
“Birinci güneş,” dedi Efken, Mahzar’ın gözleri odak kazandığında. “Sürüye hoş geldin.”
Dehşetle, “Onu sürüne mi alacaksın?” diye sorduğumda, Efken olduğu yerde hareketsizce erkek kardeşimin gözlerinin içine bakarak, “O zaten benim sürümden,” dedi.
Mahzar birden geriye doğru sendeleyip avuçlarını yere bastırırken dehşet içinde karşısında dikilen adama bakarak, “Ne oluyor?” diye sordu.
Babam, “Sakinleşin,” dediğinde Miran’ın gözleri babama çevrildi ama Mahzar hâlâ Efken’e bakıyordu. “İçeride anneniz var ve tüm bu olup biteni kaldıramayacağını iyi biliyorsunuz.”
Miran, “Ona sana olan şeyden mi oluyor?” diye sorduğunda, sertçe yutkundum. “O bir…”
Mahzar dehşet içinde, “Hayır,” dedi, “hayır ben bir insanım. Görmüyor musun?”
“Öyleydin,” dedi babam. “Şimdi ayağa kalk. Her şeyi anlatacağım ama annen seni bu hâlde görecek olursa, yeni bir muska yapmak zorunda kalırım ve inan bana oğlum, annenize bunu yapmaktan bıktım.”
Efken elini Mahzar’a uzattığında, Mahzar tedirgin gözlerle ona uzanan ele, ardından o elin sahibinin uçurum mavisi gözlerine baktı. “Sen de kimsin?” diye sordu ikilemde kalmış bir sesle.
Efken sadece, “Kalk,” diyerek elini salladı.
Mahzar kaşlarını çatsa da Efken’in ona uzattığı elini tutup ayağa kalktı. Daha sonra babama doğru dönüp, “O bir Gümüş Pençe mi?” diye sordu.
“Bu soruyu bana da sorabilirdin,” dedi Efken sakince.
“Babamla konuşuyorum birader,” dedi Mahzar kaskatı bir sesle.
Babam, “O senin liderin,” dediğinde Mahzar’ın yüzündeki ifade dondu. Sanki babam da bir konuda uyanmış gibi bakıyordu. Uzun zamandır beklediği bir şey gerçekleşiyor gibiydi ama düşüncelerine tam olarak erişim sağlayamıyordum.
“Ben… Senin gibi miyim baba?”
Babam, bu onun şu zamana dek aldığı en ağır soruymuş gibi sertçe yutkunup bir müddet sustuktan sonra başını aşağı yukarı salladı. Mahzar, “Bunu biliyor muydun?” diye sorduğunda, babam sessiz kaldı. Bir an duraksayarak babama baktım. Evet, Mahzar’ın bir Gümüş Pençe olduğunu biliyordu. En başından beri.
Miran, “Miraç nerede?” diye sordu bana doğru dönerek.
“O, olması gereken yerde,” dememle, Miran birdenbire, “Ama bu ucubeler burada, öyle mi?” diye bağırdı öfkeyle. “İkizimi orada bırakıp, yanına bunları alarak döndüğünü mü söylüyorsun bana?”
“Miran,” dedi babam dişlerinin arasından, ben ise şoka girmiş bir hâlde Miran’ın gözlerinin içine bakıyordum. “Ablanla düzgün konuş. Şu an buradaysa eğer, bu ailemiz için. Bizi korumak için.”
“İkizimi tek başına mı bıraktın?” diye bağırdı Miran bir kez daha. “Onu nasıl buraya getirmezsin?”
“Çünkü onu da tehlikeye atamazdım,” diye mırıldandım sessizce, bir şekilde Miran’ın yıkıcı acısının göğüs kafesimi zorladığını hissetmiştim.
“Onu yalnız bırakmadığını söyle,” dedi Miran gözleri gözlerime kilitlenmiş hâlde. “Abla bir şey söyle!”
“Ona bağırmayı kes,” diye tısladı Efken öfkeyle, bir an duraksayarak Efken’e baktım. Babam tek kelime etmedi, sakin bakışları Efken’e dokundu ama ağzını açmadı, yüzünde bir duygu değişimi bile yaşanmadı.
“Mahzar’ı da mı götüreceksiniz?” Miran bu defa Efken’e doğru döndü. “İkizimi götürdüğünüz gibi abimi de mi götüreceksiniz?”
“Sesini alçalt,” dedi babam uyarıcı bir tonlamayla. “Annen içeride.”
“Ve bir düzine ne olduğu belli olmayan yabancı evimizin içinde. Aralarında Miraç yok!” Miran öfkeyle babama baktı. “Bu ucubeler evimden siktir olup gidecek ve Mahzar burada kalacak!”
“Bize ucube demeyi kes,” dedi Crystal öfkesine hâkim olamayarak. “Yoksa senin ince boynunu avucumun içinde tuz buz edene kadar ufalarım.”
“Crystal,” dedim elimi kaldırarak. “Durun. Lütfen. Annem içeride.”
“Görsel olarak Miraç’ın aynısı ama onun tam tersi, aksi velet,” dedi Crystal sertçe. “Seninle nasıl bu ses tonuyla konuşur?”
“Kes sesini sarışın,” dedi Miran, Crystal’e ters ters bakarak. Gözlerini babama çevirdi. “Mahzar burada kalıyor.”
Benim burada kalmamı bile istemiyor muydu? Babam yüzümdeki soğuk tabakaya rağmen, gözlerimin arkasında yanan alevleri görmüş olacak ki, “Kimse hiçbir yere gitmiyor, Miran,” dedi sertçe. “Onlara ucube diyorsun ama abinin, ablanın ve babanın da bir ucube olduğunu unutuyorsun ya da doğrudan bizi de hedef alarak konuşuyorsun, ha?”
“Belki ben de bir ucubeyimdir baba,” dedi Miran ateş gibi bir sesle.
Mahzar, “Miran, sakinleş,” dedi, kafası allak bullak olan Mahzar olmasına rağmen ortamı sakinleştirme isteğiyle Miran’a doğru yürüdü.
“Bunlar seni almaya geldi. Tıpkı ablamı alıp götürdükleri gibi, tıpkı Miraç’ı götürdükleri gibi,” dedi Miran öfkeyle. “Miraç’ı nasıl getirmezler? O nerede?” Öfkeyle Efken’e doğru döndü. “İkizim nerede?”
“Güvende,” dedi Efken sabit bir sesle.
“Onu geri getirin,” dedi Miran tehlikeli bir sesle.
Hatem, “Sana onun güvende olduğunu söyledi,” dedi sertçe, Miran’ın saldırgan bakışları Hatem’e çevrilirken havadaki gerginliğin elektrik gibi çatırdadığını hissettim.
“Sen de mi beyaz dişsin?” diye sordu Miran, ardından gözlerini hızla babama çevirdi. “Mahzar’ı kurtarmanın bir yolu yok mu? Anlattığın gibi. Senin kendi gücünü uyutman gibi. Onunkini de uyutamaz mısın? Miraç’ı getirmelerini söyle. Bir şey yap.”
“Miran,” dedim sonunda kırgınlığı bir köşeye iterek. “Bir çocuk gibi söylenmeyi, zorluk çıkarmayı bırak. Ailenin kim olduğunu kabullenmeye bak çünkü kapının arkasında bekleyen düşman boynunu hedef aldığında, seni buradaki ucubeler koruyacak.”
Annem salonun kapısını açınca ortam birdenbire buz kesti. “Çocuklar?” dedi annem sorar gibi. “Bir şeyi mi bölüyorum?”
Miran burnundan sert bir nefes vererek annemin yanından geçip salondan çıktığında, annem kaşlarını çatarak Miran’ın arkasından baktı. Gözlerini yeniden bana çevirirken, “Sevgilinle geldiğin için bir tür kıskançlık krizi mi geçiriyor?” diye sordu.
Babam, “Sevgilisi mi?” diye sorduğunda, İbrahim, “Buyurun cenaze namazına gerçekten,” diye mırıldandı.
Annem komik bir yüz ifadesi yaparak hızla kapıyı kapattı ve gözden kayboldu. Babamın bakışları önce bana, ardından Efken’e dokunduktan sonra tek kaşı havaya kalktı. Mahzar hâlâ bir cevap bekliyor gibi babama, babam ise bir cevap almış gibi bir Efken’e bir bana bakıyordu.
“Yani şimdi açık söylemek gerekecek olursa, bunu şimdi mi fark ediyorsun?” diye sordu Vitali keyif dolu bir sesle.
Ellerimi havaya kaldırıp, “Kimse kimsenin sevgilisi değil,” dedim hızla, ardından bakışlarımı kardeşime çevirdim. “Ve evet, bir cevap bekliyorsan, sen yüksek ihtimalle aradığımız Gümüş Pençelerden birisisin.”
Mahzar afallayarak, “Bu biraz hızlı oldu,” diye fısıldadı.
“Özür dilerim! Özür dilerim.” Telaşla ellerimi taytıma sildim. “Açıklık getirdim sadece.”
“Kimse kimsenin sevgilisi değil derken hiç de korkmuyor yukarıda Allah var, beni çarpar mı, yamulur muyum diye falan,” dedi İbrahim hayretler içerisinde.
“Aa evet, doğru,” dedim hızlıca. “Yaren ve İbrahim sevgili, baba.”
İbrahim, “Efken sırtında bin bıçak var, bini de Mahinev’le adaş gibi geldi bana,” dedi.
Manbel, “Kızımla ne ilgisi var konunun?” diye homurdandı.
İbrahim, “Yalnız bir anda Yaren ve İbrahim sevgili diyerek beni hedef tahtasına koyman etik gelmedi bana, annen çok haklı, Miran az önce seni sevgilinden kıskanmış da olabilir,” dedi. Babama gülümsedi. “Ay senin şakacı kızın Crystal’i gösterip ‘evet, sevgilim’ diye saçmalamadan ben söyleyeyim Samanyolu Jönü kılıklı kurt amcam, senin bu kız ve Efken bir türlü ne olduklarını kabul edemeseler de -ki bence ettiler- sadece naza çekiyorlar, çok yakında çiçeği çikolatayı alıp isteme töreni için kapınızı çalarız. Aaa, hazır içerideyken töreni gerçekleştirebiliriz isterseniz.”
Babam o an ilk defa ciddi bir surat ifadesiyle İbrahim’e uzun uzun baktı ve ona dedi ki: “Seni eskitirim.”
İbrahim kendi içine doğru kapanıp, sırtlan sırıtışıyla, “Anlamadım?” diye sorunca babam tekrardan, “Seni eskitirim,” dedi.
“Hangi bakımdan?”
“Diyor ki,” dedim sakince, “seni eskitene kadar dövermiş. Eskiyip morarana, çürüyene kadar dövermiş.”
“Kız ben zaten kaç yüzyıl önceden reenkarne olup gelmişim, daha ne kadar eskiyecekmişim ben?” diye sordu İbrahim birden çirkefleşerek.
“Babama da bu şekilde cevap versene.”
“Ay yok, veremem, ecelime mi susadım ben? Hem babana baksana, Efken gibi maşallah ya.” İbrahim, babamı baştan aşağı süzdü. “Kurtluğun şanındandır amcam, hepiniz dağ gibisiniz.”
“O gülüşü nerede görsem tanırım,” dedi babam. “Bu çocuk bir sırtlan, değil mi?”
“Herkes birbirine Gümüş Pençeler, Marlar, Alfalar falan diyor, bana gelince ‘bu sırtlan değil mi’ mi? Benim de türümün bir ismi var, çok güceniyorum,” dedi İbrahim dudak bükerek.
Mahzar, “Şimdi ne olacak?” diye sorduğunda, babamın bakışları yavaşça erkek kardeşime çevrildi. Ne olacağını o da kestiremiyordu, bir sonraki aşamayla ilgili hiçbir fikri yoktu ama Yedi Güneş hakkında tek kelime etmemiş olmama rağmen, sanırım o Yedi Güneş ile ilgili her şeyi zaten biliyordu.
“Şimdi güzel bir akşam yemeği yiyeceğiz,” diyen babam, salonun kapısını açıp dışarı çıktı. Mahzar’ın ellerinin buz gibi olduğuna emindim, bakışları sık sık Efken’e dokunuyor ama tek kelime edemiyordu. Öyle büyük bir şoktaydı ki varlığımı bile unutmuş gibiydi. Beni kollarının arasına çekip sarmamıştı, hatta şu an kendi ruhu bile içinde bir yerlere sarılı hâlde olmayabilirdi.
Mahzar’a doğru ilerleyip, “Seni özledim,” diye fısıldadım. Gözlerini kapatarak kendine zaman tanıdı, daha sonra o zamanın içinden özlem duygusunu omuzlayarak çıkıp beni kollarının arasına aldı. Ona sıkıca sarılırken çocukluğumuza ait anılar zihnimi sardı. Birlikte çok vakit geçirirdik. O her zaman anlayışlı ve sakindi, sık sık gülümserdi ve dostane davranışlarıyla tanınırdı ama içinde bir yerlerde babamın öfkesini taşıdığını bilirdim. Soğukkanlı göründüğü zamanlarda aslında ortalığı yakıp yıkacak bir güce sahip olduğunu kimse göremezdi ama ben görürdüm. “Tüm bunları çözüme ulaştıracağız,” diye fısıldadım onu buna ikna etmeye çalışarak. “Her şey yoluna girecek.”
“Sen gittiğinden beri hiçbir şey yolunda değil,” dedi Mahzar. “Babam bana her şeyi anlattıktan sonra hayatım büyük oranda değişti. Daha sonra Miran da her şeyi öğrenmek zorunda kaldı çünkü anneme etki eden muskalar, Miran’a etki etmemeye başlamıştı.” Çenesini saçlarımın arasına gömdü. “Her geçen gün, bir önceki günden daha zor geliyordu çünkü seni bir daha göremeyeceğime emindim. Bu çok zordu. Annemin bir yalana körü körüne inanıp o yalanı yaşadığını görmek çok zordu, Mahinev.”
“Biliyorum.” Gözlerimi yumup onun kokusunu içime doldurdum. Dışarıda uzun zaman geçirdiği için karın soğuğu tenini bir parfüm gibi sarmıştı.
“Miran’a aldırış etme,” dedi öğrendiklerinin sarsıcı olmasını umursamadan. Kendisini değil, beni düşünüyor olması kalbimi ezip geçiyordu. “İkizini kaybetmiş gibi hissediyor, Miraç onun diğer yarısıydı ve uzun zamandır bir arada değiller. Bağlarını hissedemiyor. Bu yüzden bu kadar hassas davranıyor.”
“Onu anlamıyor değilim, anlıyorum.”
Mahzar yavaşça geri çekilip gözlerimin içine bakarken, “Bana ne olacak, Mahinev?” diye sordu. Sorusu boğazıma takılmış bir nefes gibiydi; vereceğim cevap, ciğerlerimi kurutabilirdi veya susacağım kelimeler, hançer olup kalbimi hedef alarak paramparça edebilirdi.
Gözlerinin içine uzun uzun baktıktan sonra, “Seni korumak için buradayım,” dedim ve avucumu yanağına yaslayıp keskin elmacık kemiğinin altını okşadım. “Sen bir Gümüş Pençe’sin. Tıpkı babamız gibi. Ben seni koruyacağım.”
“O bir Mega Gümüş Pençe mi?” diye sordu Crystal sessizce.
“Sanırım,” diye fısıldadım. “Sanırım öyle.”
“Bu da demek oluyor ki Yedi Güneş’in tamamı mega ünvanına sahip olabilir,” dedi İbrahim zihnimin içine sızmış gibi. “Gümüş Pençe bir baba ve farklı ırktan bir anne ya da farklı ırktan başka atalar… Mantıklı.” İbrahim’in bakışlarının Efken’e çevrildiğini gördüm.
“En azından artık Yedi Güneş’i nasıl ayırt edeceğimi biliyorum,” dedi Efken kaskatı bir sesle. “Beni gördüklerinde doğrudan bir bağ kuruyoruz.”
“Önünde diz çöküp bağlılık yemini ediyorlar ve bu tamamen bilinçleri dışında gerçekleşiyor olmalı,” diyen kişi Yaren’di. “Bu işleri kolaylaştırır.”
“Ama burası sandığınızdan daha büyük ve daha kalabalık bir yer,” diyerek parmaklarımı Mahzar’ın elmacık kemiğinden ayırdım. “Düşündüğümüz kadar kolay olmayacak.”
Crystal, “Gidip annene yardım edelim,” dediğinde tek yaptığım başımı aşağı yukarı sallamak oldu.
Dolunay, gökyüzünün tam ortasında etrafında gümüş bir fırtına esiyormuş gibi kudretle parlıyordu. Kar taneleri avucum büyüklüğündeydi, birbirlerine dokunmamayı başararak, sık bir şekilde döne döne yağarak yeryüzüne düşüyorlardı. Görünürde kar tanelerini taşıyan bulutların olmaması ilginçti. Ay o kadar parlaktı ki sanki ışığıyla tüm bulutları gökyüzünden silmişti.
Yüksek binalardaki apartman dairelerinin çoğunun ışığı yanıyordu; birkaçının ışıkları sönmüş, duvarlar içerisinde karanlığı ağırlıyordu. Birbirinden farklı renkte ışıkların süzüldüğü boydan camları izlerken kollarımı bedenime sarıp alt dudağımı yalayarak ıslattım. Miran yemeğe katılmamış, annem bununla ilgili şakalar yapıp durmuştu ama sofradaki buz gibi sessizliği kırmayı başaramamış, muhtemelen bu sessizliğin nedenini anlamamıştı. Daha acısı, hiçbir zaman anlayamayacak olmasıydı.
Mahzar ve babam, babamın çalışma odasına kapanmışlar, diğerleri salonda toplanmış annemin başlattığı koyu sohbete katılmışlardı. Miran’ın odasından çıkmayacağına emindim. Buradaki varlığımızdan rahatsızdı. Buraya yanımda Miraç olmadan döndüğüm için belki de bana herkese duyduğu öfkeden daha büyüğünü duyuyordu. Tek amacım Miraç’ı korumaktı. Miran bunu anlamayacaktı ama ona kızamıyordum. Kendince haklıydı. Döndüğümde Mahzar’ı korumamız gereken Yedi Güneş’ten biri olarak bulmayı beklemiyordum. Doğaüstü kanı taşıdıkları için bir şeye dönüşecekleri kesindi ama aralarından birinin kutsal Yedi Güneş’ten biri olması? İşte bu işleri sarpa sardırıyordu.
Biri omuzlarıma sıcak, yünlü pelüş battaniyeyi koyduğunda yavaşça bakışlarımı ona çevirdim. Miran’ı karşımda bulmayı beklemediğimden afalladım. Gözlerinde durgun bir ifadeyle yüzümü inceledikten sonra ellerini balkonun demir tırabzanlarına yasladı ve “Hava buz gibi,” diye söylendi. “Bu havada balkona çıkman çok saçma. Donup ölmek mi istiyorsun?”
Pelüşü bedenime sararken, “Sanırım soğuk beni öldürmeye yetmez,” diye fısıldadım, fısıltım onu ürpertmiş olmalı ki bakışlarını omzunun üzerinden bana çevirdi.
“Şeydin, değil mi? Bir…”
“Mar,” dedim çünkü biraz daha devam ederse Mar yerine yılan diyeceğini biliyordum, nedense bunu söylemesini istemedim.
Derin bir nefes alırken omuzları yukarı kalkıp indi. “Babaannem de öyleymiş, eminim biliyorsundur,” diye mırıldandı alaycı bir sesle. “Onda her zaman ürkütücü bir şeyler olduğunu düşünürdüm.”
“Beni de ürkütücü buluyor musun?”
“Hayır,” dedi Miran kaşlarını çatarak. “Hayır, sen benim ablamsın.”
“Peki hâlâ bir ucube olduğumu düşünüyor musun?”
“Ailecek ucubeyiz bence, annem de buna dâhil. Bir muska sayesinde seninle görüştüğüne, konuştuğuna inanıyor,” dedi alayla, daha sonra durgunlaştı ve aslında alay ettiği bu şeyin onu yaraladığını fark ettim. “En başında Mahzar ve babamın delirdiklerini düşünmüştüm. Belki de babam deliydi, cinnet geçirip seni kestikten sonra bodruma falan gömmüştü, ne bileyim? Her ihtimali düşünüyor insan.”
“Peki nasıl inandın?”
“Hissedemediğimde.”
“Anlamadım?”
“Miraç’ı,” dedi Miran sessizce. “Ölse, bunu hissederdim. Yaşasa, bunu yine hissederdim. Miraç ile olan bağlantım doğrudan kopmuş gibiydi. Sanki burada değildi. Ne ölüsü ne de dirisi.” Başını önüne eğip sertçe yutkundu. “Bu bir ikiz için nedir bilmiyorsun, o benim diğer parçam. Bir elmayı ikiye bölersen, yarım kalan elma çürür. Çürüyorum.”
Göğüs kafesimin içine basmak istediğim erkek kardeşime elimden hiçbir şey gelmiyormuş gibi çaresizce bakmaktan başka hiçbir şey yapamadım.
“Seni ilk gördüğümde kalbim yerinden çıkacak sandım çünkü seni ne kadar uzun zamandır görmediğimi biliyorum. Annemin aksine her şeyi biliyorum. Her şeyi hissediyorum. Özlemi, kaybetmenin ne demek olduğunu, evin içinde seni görememenin ne olduğunu biliyorum. Yeniden burada olduğunu gördüğümde bunun bir illüzyon olduğunu, babamın yeniden üzerimde muska denediğini bile düşündüm.” Parmakları tırabzanları biraz daha sert kavradı, parmak boğumlarının ölü beyazı kestiğini gördüm. “Ama sonra kokunu aldım. İllüzyon senin sesini, görüntünü taklit edebilir ama kokunu edemiyordu. Sen gerçektin, buradaydın, yeniden bu evin içindeydin.” Çatık kaşlarla bana baktı. “Ama sana kızdım, kızdım çünkü çürüdüğümü hesaba katmadın, bana diğer yarımı getirmedin. Miraç sensiz nasıl devam edecek? Hiç değilse onun yanında olduğunu biliyordum ama şimdi o orada yalnız, sen burada bizimlesin ve o orada…”
Elimi omzuna koyarak onu susturdum. Gözleri gözlerime saplı hâldeyken dişlerini birbirine bastırıp titreyen çenesini benden gizlemeye çalıştı.
“Özür dilerim,” diye fısıldadım sessizce. “Onu korumak zorundaydım.”
“Neyden?”
“Burada olup bitenlerin farkındasın, değil mi?” Çenemle yeryüzünü dolduran kar tanelerini işaret ettim. “Bunun sebebi bir mevsim anomalisi değil. Şehirde ölen kurtlardan da haberin vardır. Babamızın ne olduğunu, kim olduğunu da biliyorsun. Bunu yapan şey, babamızın peşine düşebilir. Onun kanından olan senin ve Mahzar’ın peşine düşebilir. Miraç’ı getirmiş olsaydım onu doğrudan hedef hâline getirmiş olacaktım. Şimdi Mahzar da babam gibi doğrudan hedef hâlinde. Sen? Sana ne olacak? Ya bir sabah kalktığımda seni de benim gibi bir şeye dönüşmüş hâlde bulursam? O zaman sen de hedef tahtasındaki o sayılardan biri olacaksın onlar için. Hepinizi aynı anda nasıl koruyacağım? Miraç’ın güvende olması biraz olsun içimi rahatlatıyor, biraz olsun ayakta kalmamı sağlıyor. Sizi korumak zorundayım. Sizi ayırmak istemedim, sizi ayırmayı bir an olsun düşünmedim, Miran ama sizi hayatta tutmak zorundayım.”
Miran gözlerime uzun uzun baktı, anlayışın gözlerinden gözlerime bir kirpik vuruşu sonrası su gibi aktığını gördüm. Tek kelime etmese de zihnimdeki fırtınadan payını almış gibiydi, tek kelime etmese de beni anladığını bakışlarıyla ifade etmişti.
“O iyi, değil mi?”
“Elbette. Bir Kanbaz, iyi silah kullanan iki adam, bir cadı ve bir Mar onunla birlikte,” dediğimde sertçe yutkundu, söylediğim çoğu şeyi anlamamış olsa da içinin rahatladığını gördüm. “Orası şu an buradan çok daha güvenli. Savaş bu şehre sıçradı ve karşımızdakilerin neler yapabileceğiyle ilgili çok da fikir sahibi değilim. Sadece ikizinin orada senden daha güvende olduğunu ve kendin için endişelenmen gerektiğini söyleyebilirim. Beni anladın mı?”
Miran, “Anladım,” dedikten hemen sonra beni kollarının arasına çekip yavaşça, incitmekten korkuyor gibi sardı. Ellerimi güçsüzce onun sırtına bastırırken gözlerimi yumdum. Eğer o da farklı bir soydansa, gücü derin uykuya yatmamışsa ne olacaktı? Düşünmek bile korkutucuydu, maruz kalmak ise öldürücü bir darbe olabilirdi.
“Özür dilerim abla.”
“Sorun değil, asıl ben özür dilerim.”
“Sizi böyle gördüğüme sevindim,” diyen babamın varlığını son âna dek fark etmemiştim. Miran ile yavaşça ayrıldığımızda babam balkona çıkıp bir sigara yaktı. “Şafakta yola çıkabiliriz,” dedi babam düşünceli bir sesle.
Miran birdenbire buz kesti. “Ne yolu?”
“Ablanları Riva’daki yazlığa götüreceğim,” dedi babam. “Vitali sağ olsun, buradaki korumayı da güçlendirdi.”
“Neden yazlığa gidiyorlar? Tamam, onlar gidebilir ama ablam neden gidiyor?” Miran’ın kaşları sertçe çatıldı. “Saçmalamayı bırak, onu bir yere gönderemezsin.”
“Asıl sen saçmalamayı bırak,” dedi babam birdenbire öfkelenerek. “Bu akşam yeterince sorun çıkardın. Anlamak istemiyor olabilirsin ama içinde bulunduğumuz durum, normalin çok ötesinde. Ablan bu evdeyken dikkat çekecek.”
“Riva’daki evde dikkat çekmeyecek mi yani?”
“Vitali gerekli korumayı yapacaktır. Burada çok fazla türden doğaüstü barınırsa ne olur, biliyor musun? Sonumuz olur.”
“Babam haklı, Miran,” dedim yumuşak bir sesle. “Sık sık görüşeceğiz. Bir süre buradayım gibi duruyor.”
Miran beyninden vurulmuş gibi, “Bir süre mi?” diye sordu. “Sonra çekip gidecek misin?”
Buna bir cevap veremedim, sadece Miran’ın gözlerinin içine baktım. Başını iki yana sallayarak benden uzaklaşıp içeri girişini izlerken omuzlarımın düşmesine engel olamadım.
“Onun için kolay değil,” dedi babam, çok uzun süre sustuktan sonra. “Miraç’ın eksikliğini tüm ruhuyla hissediyor. Tek yumurta ikizleri için önlenemez bir durum. Şimdi yeniden gideceğini öğrendiği için hırçınlaşması normal. Muhtemelen ne olduğunu anlamaya çalışıyor, kendisine de bir şey olup olmayacağını merak ediyor. Kafası karman çorman anlayacağın.”
“Ona hak veriyorum, bunun nasıl hissettirdiğini bilirim. Karman çorman hissetmenin.”
“Sık sık anneni göreceksin, merak etme,” diye fısıldadı babam.
“Annemi görmesem bile annem beni aramayacak,” dediğimde babamın bakışları yüzümde derinleşti. “Sonuçta muskalar sayesinde her zaman etrafında olduğumu, iletişim kurduğumuzu düşünüyor. Beni pek de özlemiş gibi değildi.” Kırgın, buruk bir tebessüm dudaklarımda can buldu. Kendime öfkelendim ama bu kırgınlık hissini baskılayıp yok edemedim.
“Annenin bir insan olmasına rağmen muskalarla nasıl savaştığını, onlara nasıl karşı koyduğunu bilseydin böyle düşünmezdin,” dedi babam buruk bir gülümseme eşliğinde. “Annenin seni özlemediği tek bir an bile yoktu.”
“Riva’ya gideceğimizi biliyor mu?”
“Evet, misafirlerini orada ağırlayacağını söyledim.”
Başımı aşağı yukarı sallarken kendimi tükenmiş hissediyordum.
“Mahzar’ın bir Gümüş Pençe olduğunu biliyordun, değil mi?”
Babam sessiz kaldı, bu evet anlamına geliyor olmalıydı. Bir süre sessizlik içinde öylece durduk.
“Efken,” dedi babam, bir an bu ismi onun sesinden duyduğum için afallayarak gözlerimi kaldırıp benimkinin bir kopyası olan kızıl gözlerine baktım. “İyi bir lider mi bilmiyorum ama iyi bir adama benziyor.”
“Evet, iyi bir adam.”
Babam gözlerimin içine uzun uzun baktıktan sonra, “Aksini düşündüğün bir an olursa onu lime lime etmek benim için zevk olur, biliyorsun,” dedi alayla.
“Baba,” dedim gözlerimi devirip gülerek.
Babam hiç beklemediğim anda yüzümü avuçlarının arasına alıp, “Büyümüşsün,” dedi bu gerçek ona çok ağır geliyormuş gibi dalgın gözlerle yüzümü süzerken.
“Ama sen biraz olsun yaşlanmıyorsun.”
“Evet, çok karizmatiğim, öyle değil mi?” Gülerek saçını düzeltip göz kırptı. “Şanslı bir annen var.”
“Seni özlemişim.”
Gözlerine aniden çöken o derin ifadeyle, “Bunu söylemesi gereken kişi benim,” diye mırıldandı. “Hadi içeri geçelim, şafağa kadar anne kız biraz vakit geçirin.”
O gece annem bana çok uzun süre uzak kaldığım bu şehirde olup bitenlerden bahsetti, kurt ölümleriyle ilgili konu açıldığında herkesin yüzü düşmüştü ama annem farkına bile varmadan bu konu hakkında bolca yorum yapmıştı. Tıpkı Mavi Yaka’da olduğu gibi, burada da kimyasala maruz kalıp mutantlaşan kurtlar olduğuna inanan çok sayıda insan vardı. Annem de onlardan birisiydi.
Şafağa az bir vakit kala, yeniden odamdaydım. Uzun zamandır kullanmadığım kıyafetlerle dolu olan elbise dolabımın önünde dikilmiş, sürükleneceğim yolun sonunda beni karşılayacak olanı düşünüyordum. Annem elinde küçük bir valizle içeri girip, “Eşya alacaksın, değil mi?” diye sordu, bu sorunun hemen arkasından çok küçük bir an duraksadı. “Geçen sefer gittiğinde de hiç kıyafet almamıştın ama kameralı görüşmede bordo ve siyah kazaklarını giydiğini görmüştüm. Onları burada bırakmamış mıydın?” Bocalamış gibi elbise dolabımın kapağındaki aynaya baktı. Kendi yansımasını görünce ürpermiş gibi bakışlarını kaçırıp gözlerini bana çevirdi. “Herhâlde bunuyorum,” dedi neşeli tutmaya çalıştığı ama özünde karmaşa yüklü sesiyle.
Muskalara rağmen bazen zihni ona benimle ilgili yerine oturmayan şeyleri göstermeye devam ediyordu. Hissettiği karmaşaya son vermek ister gibi konuyu değiştirip, “Yanıma kıyafet alacağım,” diye mırıldandım. “Benimle seçmek ister misin?”
“Arkadaşlarının valizleri nerede?”
“Arabada,” dedim çat diye.
“Ah, anladım.” Annem elbise dolabımın kapağını açtı. “Eskiden olsa bu mevsimde denize girerdiniz, ne güzel olurdu. Şimdi el mahkûm, kazak ve mont giyeceksiniz.”
Annem birkaç kazak çıkarıp yatağın üzerine bıraktı. “Ee?” diye sordu yatağımın ucuna otururken. “Şu çocukla ciddi misiniz?”
“Ben de bu soruyu bekliyordum.”
“Ne? Merak ediyorum. Bana ondan hiç bahsetmeyen sendin, şimdi ardı kesilmeyen soruları sıralıyorum diye kızamazsın hanımefendi.”
Sana ondan bahsetmeyen ben değildim, bahsedemeyen bendim. Kokunu bile unutuyordum az kalsın, anne.
“Anne,” dedim birdenbire yatağın kenarına oturarak.
“Hım?”
“Dizine yatabilir miyim?”
Annem duraksayarak, “Elbette yatabilirsin,” dediğinde bacaklarımı yukarı çekip, yatağın üzerine cenin pozisyonunda uzanarak başımı annemin dizine yasladım. Annemin parmakları saçlarımın arasında turlamaya başladı.
“Nasıl tanıştınız?”
Gözlerim elbise dolabının aynasındaki yansımamızdayken, “Karlı bir günde,” diye mırıldandım. Ona yalan söylemek istemiyordum ama gerçekleri de söyleyemezdim. “Kütüphanede çalışırken uyuyakalmışım. Gözümü açtığımda gördüğüm ilk yüz onun yüzü oldu. Onun çalıştığı alanı esir aldığım için bana epey gıcık olmuştu.” Gülümsedim, ilk karşılaşmamızı hatırladım; anneme anlattığıma benzer bir hikâyeydi ama aslında özünde çok daha farklıydı. “Sonra da sık sık aynı ortamda bulunmak zorunda kaldık. Zorundalıklar birdenbire alışkanlıklara dönüşebiliyor.”
“Ben buna alışkanlık değil, aşk derdim,” dedi annem saçımı parmağının etrafına sararken. “Sana nasıl baktığını gördüm.”
“Nasıl bakıyor?”
“Tüm dünya bir yana, sen bir yana. Hatta tüm dünyanın canı cehenneme, sadece sen umurumdasın der gibi bakıyor,” diye şakıdı annem. Söylediği şey, kalp atışlarımın hızlanmasına neden olsa da çok yorgun olduğum için ağzımı açıp yorum yapamadım. Sadece elimde olmaksızın gülümserken buldum kendimi.
“Onunla mutlu görünüyorsun.” Bir an için duraksadı, sanki bir perde kalkmış gibi, “Eğer mutluysan, nerede olduğunun bir önemi yok,” diye fısıldadı. Gözlerimi kaldırıp yüzüne bakmamla, o perde yeniden inmiş gibi gülümsedi. “Umarım yazlıkta eğlenceli vakit geçirirsiniz.”
Hiç sanmıyordum ama yine de sessizce, “Umarım,” diye fısıldadım.
Annem odadan çıktığında, valizime Crystal ve Yaren’i de hesaba katarak daha fazla kıyafet doldurdum. Bir zamanlar içinde kaybolmuş bir yabancı gibi hissettiğim o odanın içinden, şimdi gerçekten bir yabancı olarak çıktım ve artık yolu biliyordum.
Babam deri montunu üzerine giyerken, “Hazır mısınız?” diye sordu. Annem portmantonun önünde dikilmiş, gittiğim için saklayamadığı bir hüzünle gözlerimin içine bakıyordu. Bakışı kal der gibiydi.
Mahzar da küçük bir valizle odasından çıktığında duraksadım. Bakışlarım hızla babamınkilere saplandı ve babam başını yavaşça aşağı yukarı sallayarak onay verdi. Mahzar bizimle mi geliyordu? Bunu anneme nasıl açıklamayı düşünüyordu? Bakışlarım bu defa Mahzar’a çevrildiğinde, onun çoktan bağlılık yemini etmiş bir Gümüş Pençe olduğunu hatırladım. Mega Gümüş Pençe.
Miran, tepki bile vermeden sadece köşede durmuş, sırtını duvara yaslamış bizi izliyordu ama biz gidene dek yorum yapmayacağını biliyordum. Hatta belki biz gittikten sonra da yorum yapmayacaktı, öyle çok susacaktı ki sanki hiçbir şey olmamış gibi devam ederken kendisinin de söylediği gibi içten içe çürümeye devam edecekti. Onu dışlamışız gibi hissettim ama bir yandan da bu işin ne kadar dışında kalırsa, o kadar iyiydi. Hiç değilse o güvende olmalıydı.
Annem, “Yazlıkta tatilin tadını çıkarın. Bunu bir kar tatili gibi düşünebilirsiniz tabii,” dedi zoraki bir gülümsemeyle. Beni kollarının arasına çekti ve “Yanıma uğra,” dedi, “tatilini bölmek istemem ama kızımla vakit geçirmeyi özlüyorum.”
“Çok uzakta değil zaten,” dedim gülerek.
Annem dudak büküp, “İstanbul’da her yer her yere uzaktır,” diye söylendi. Allah biliyordu ya, onunla kalmayı, biraz daha kokusunu solumayı, onu hissetmeyi ve yaşamayı çok istiyordum ama gitmeye mecburdum. Mecburiyetlerin tamamı birleşip boynumu büküyordu.
Babam, “Hadi çocuklar, trafiğe kalmadan gidelim,” dediğinde annem, “Çocukları senin bırakman daha iyi olacak, bu aralar İstanbul bana hiç tekin gelmiyor,” dedi. “Yanlış anlamayın, Manbel Bey, buraların yabancısısınız ama illaki durumları biliyorsunuzdur.”
Manbel gülümsedi ama yorum yapmadı, bir iblis bile olsa kandırılan bir kadına baktığında sadece acıma duygusu hissediyor olmalıydı.
Binadan çıkana kadar konuşmadık ama güvenlik görevlisi Osman abiyi gördüğümde yüzüm ruh gibi beyazladı. Çünkü o, annemin aksine muskalarla donatılmamıştı, uzun zamandır buralarda olmadığımı biliyordu ve bakışları benimkilerle buluştuğu anda, şaşkınlığı bariz bir şekilde yüzünde okunur hâle gelmişti. Güvenlik kulübesinden çıkmadı ama cam panelin arkasından beni izlemeye devam etti. Giriş yaptığım ânı görmediği için de olabilirdi bu şaşkınlığı. Doğrudan portal üzerinden geldiğimiz bu evden şimdi öylece çıkıyorduk. Şaşırması normaldi.
“Mahinev,” diye seslendi panelin ardından. “Uzun zamandır buralarda değildin.”
“Merhaba, Osman abi,” dedim el sallayarak. “Evet, işlerim vardı.”
“Ne zaman döndün? Giriş yaptığını görmedim vallahi. Nöbet değişimine denk geldin herhâlde.”
“Dün giriş yaptı,” dedi babam, Osman abiyi selamlayarak. “Arkadaşlarıyla geç bir saatte geldi, onları otopark girişinden ben almıştım.”
“Misafirleriniz var,” dedi Osman abi başını sallayıp gözlerini yabancılarda gezdirerek. “Seni gördüğüme sevindim, Mahinev.”
“Ben de Osman abi, iyi nöbetler,” diye mırıldanıp önüme döndüm. Acaba bana baktığında bir yabancıya bakıyor gibi hissediyor muydu? Çünkü geçen zamanın ardından ben bile aynaya baktığımda bir yabancıyla karşılaşıyordum. Ezbere bildiğim bu yollar artık tanıdık bile gelmiyordu.
Otoparkın ön girişine geldiğimizde babam, “Mahinev,” dedi cebinden anahtarı çıkarıp bana doğru atarak. “BMW’yi sen al.”
“BMW mi?” diye sordum tek kaşımı kaldırarak.
“Senin yirmi birinci yaş günü hediyendi, biraz geç bir hediyeydi,” dedi babam sessizce, bir an duraksayarak babama baktım. “Otoparkta öylece küfleniyordu. Düşündüm ki, şu an burada olduğuna göre sende kalabilir.”
“Yanarım yanarım BMW’nin otoparkta çürümesine yanarım,” dedi İbrahim hayıflanarak.
“Baba…”
“Hadi, içeride, benim arabanın yanındaki gri olan,” diyerek otoparkı işaret etti. “Sayıca fazlayız. Birkaç kişi seninle, birkaç kişi de benimle gelsin.”
Issız otoparkta babamın arabasını hemen tanıdım çünkü hep aynı köşeye park ederdi. Hemen yanında nardo gri renginde bir BMW park hâlinde duruyordu. Arabanın parıltısı bir kristalden farksızdı. Gözlerimi önce arabaya, sonra elimdeki anahtarına indirdim ve şaşkınlık içimde gitgide büyürken, “Baba, buna gerek yoktu,” diye fısıldadım.
“Uzun zamandır sana bir araba alma niyetindeydim ama zamanlama yanlış olmuştu,” dedi babam dudaklarındaki buruk bir tebessümüyle bana bakarken. “Keyfini çıkar, kızım. O senin.”
Plakasını bile adımın ve soyadımın baş harfleriyle almıştı, özel plaka yaptırmanın da maliyetini düşünecek olursak eğer, hediye ona pahalıya patlamıştı. Babam kendi arabasının uzaktan kumandasıyla kilidini kaldırdığında ben de uzaktan kumandaya bastım ve benim için aldığı arabanın önündeki farlar mavi gözleri hatırlatır şekilde yanıp söndü. Bu bana Efken’in gözlerini hatırlattı.
Mahzar, “Babam bir kez bile kullanmamıza izin vermedi çünkü bu senin doğum günü hediyendi. Maliyetten dolayı geç alınmış bir doğum günü hediyesiydi. Bir de biliyorsun, arabalar geç teslim ediliyor,” dedi buruk bir tebessümle. “Ama söz verdi, bize de alacak. Değil mi?”
Babam, “Beni batırmanın derdindesiniz,” diye alay etti. “Ama benim ağzımdan çıkan her söz garantidir, hergele.”
Çekingen bir tavırla babama teşekkür ettim ama vaktimiz daraldığı için boynuna sarılamadım. Bir an önce yola koyulmamız gerekiyordu. Manbel, Yaren, Vitali ve İbrahim babamın arabasına bindiler. Crystal, Hatem, Efken ve Mahzar da benim arabama yöneldiler. Efken ön yolcu koltuğuna binip kemerini bağlarken parmaklarım direksiyonun üzerinde dolaşıyordu.
Efken, “Baban bu arabayı senin zevkine göre aldıysa, söylemeliyim ki arabalardan anlıyorsun,” diye mırıldandı.
Crystal, “Acilen Mavi Yaka’ya dönüp bu arabanın benzerini bulmam gerekiyor,” dediğinde, “Merak etme aynısı orada da vardır. Burada ne gördüysem bir kopyası orada vardı,” dedim. Bakışlarım omzumun üzerinden Efken’e çevrildi. Uzun bacaklarını iyice kırmak zorunda kalmıştı, onun büyük bedeni için bu araba yeterince büyük sayılmazdı.
Mahzar, derin bir sessizliğe gömülmüştü. Ben arabayı otoparktan çıkarıp yola indirdiğimde onun sessizliği, Crystal ve Hatem’in birbirine sataşırken çıkardıkları gürültüye karışıyordu. Şafağın sisli lacivert rengi gökyüzündeki karanlığı usul usul yırtarken Riva’ya doğru sürmeye başladım.
Efken yol boyu tek kelime etmeden sokakları izledi. Hâlâ aydınlığa kavuşmayan şehir ona tuhaf geliyor olmalıydı. Bu, onun için yeni bir ülkeyi ve şehri keşfetmek gibi de olabilirdi.
Babam ile yazlığın arka tarafındaki ormanlık alana arka arkaya park ettik. Oksijenin ve karın kokusu aynı anda genzimi yakarken kafamı kaldırıp yazlığa baktım. Buraya en son on yedi, on sekiz yaşlarındayken geldiğimi hatırlıyordum. Ormana bakan cephedeki balkonda oturup kitap okumayı çok severdim. Etraf karanlıktı, sadece trafiğe açılan alanda, yaklaşık yüz metre ileride sokak lambaları yanıyordu. Eğer havuzun içinde yanan ışıkları saymazsak, villa tamamen karanlığa gömülmüş durumdaydı.
Riva’nın, İstanbul’a değil de bir Ege’deki bir kasabaya ait gibi hissettiren muhteşem doğası çocukluğumdan beri favorimdi. Deniz, yazlığımızın göğüs kafesi gibiydi ve orman da yazlığın kalbiydi. Hemen önünde büyük bir yüzme havuzu olan villa taştandı. Şık ama aynı zamanda eski, gotik bir mimariye sahipti. Masif ahşap kapılarla açılan geniş giriş holünde modern sayılabilecek küçük bir asansör, zemin kat ile üstteki iki katı birbirine bağlıyordu. Yine holün sonunda ahşap, geniş merdivenler seni karşılıyordu ve sarmal biçimindeki merdivenler yukarı doğru kıvrılıyordu.
“Vay be,” dedi İbrahim, “eskiden arkadaşlarımla buralarda yazlık kiralardık. Çok severim buraları.”
Yaren, İbrahim’e, “Kimmiş o arkadaşların?” diye sordu muzip bir sesle ama İbrahim’in bakışları bir anda durgunlaştı. Yaren, sorduğu soruya pişman olmuş gibi onu süzüyordu.
Babam, “Elektrik ve suda bir problem olacağını sanmıyorum,” dedi, “ama yine de gözden geçirelim.” Bakışlarını erkek kardeşime, sonra da bana çevirdi. Bana doğru yaklaşmaya başladığında kendimi duyacaklarıma hazırladım. Sessizce, “Mahinev,” diye mırıldandı. “Mahzar hâlâ olayın şokunda, lütfen buradakilerin onun üzerine gitmesini engelle. Yaşanan şeyden sonra onu evde tutacak olursam doğrudan hedef göstermiş olacaktım. Sizinleyken güvende olacak.”
“Endişelenme baba,” dedim başımı sallayarak. “Şu an şokta olduğunun farkındayım. Ona zaman vereceğim.”
Babam yüzüme düşen saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırdıktan sonra cebinden çıkardığı kredi kartını, cep telefonunu ve bir miktar parayı bana uzattı. Başta duraksasam da şu an bu parayı ve kartı almaktan başka şansım olmadığını biliyordum. Ne benim ne de Efken’in parası burada geçersizdi, her ihtimale karşı paraya ihtiyacımız vardı.
Babam, “Kartlarda sorun yaşadığında nakitle işini görürsün,” dedi avucumun içine bir telefon, bir tomar para ve kredi kartı bırakırken. “Burada marketlerin nerede olduğunu hatırlıyorsundur. Kar fırtınasından dolayı çoğu market kepenklerini indirdi ama ana yoldaki süpermarket hâlâ iş görür hâlde.”
“Tüm bunlar için teşekkür ederim.”
“Teşekkür mü? Ben senin babanım.” Parmağını çeneme koyup kafamı kaldırdığında gözlerimiz birbirine yaslandı. “Bunlar benim babalık görevimin birer parçası. Hepsi bu kadar. Yarın alabildiğiniz kadar erzak alın. Ben akşam yine uğrayacağım.”
Yazlığın kapısını açıp ışıkları kontrol ettikten sonra ellerini birbirine vurarak, “Valizlerinizi çıkarın, sonra da dinlenin artık,” dedi babam.
Efken, holde sessizce dikilmiş babama bakıyordu. Sonunda, “Teşekkür ederiz, efendim,” dedi, sesinde yine o ölçülü saygı ifadesi vardı.
Babam onu baştan aşağı süzdükten sonra, “Lafı bile olmaz, delikanlı,” dedi. “Kızım ve oğlum önce Allah’a, sonra birbirlerine, en son da sana emanetler. Onlara göz kulak ol.”
Efken, mavi gözleri bir an olsun babamdan ayrılmazken, “Şüpheniz olmasın, efendim,” dedi kendinden emin bir sesle.
“Taş şöminenin bacası yeni temizlendi,” diye ekledi babam gözlerini bana çevirerek. “Şömineyi kullanabilirsiniz. Aynı zamanda buradaki odanda da kıyafetlerin vardı diye hatırlıyorum. Kızları bir süre idare eder.” Mahzar’a baktı. “Mahzar’ın valizine de fazladan kıyafet koyduk, burada kıyafet dolabımız da vardı. Beyler istedikleri gibi ödünç alabilirler.”
Mahzar yüzünde donuk bir ifadeyle başını salladı. Sonunda babam, “Hadi valizleri içeri alın,” diyerek Efken ve Mahzar’a çenesiyle işaret yaptıktan sonra evden çıktı.
Vitali babamın arkasından, “Ne hoş adam,” diye şakıdı sırtını duvara yaslayıp, kollarını göğsünün üzerinde toparlayarak. “Oysa sizi bir moda defilesinden fırlamış gibi giydirebilirim. Sınırsız kıyafet, sınırsız yiyecek.”
“Çok fazla enerji açığa çıkarmamanda fayda var, Vitali.” Bakışlarım yüzünün merkezinde asılı durdu. “Bunun yerine yazlığın etrafına bir güvenlik ağı örebilirsin. Her şeyden çok buna ihtiyacımız olacak.”
Vitali’nin gözlerinin yüzümde uzun uzun dolaştığını hissettim. “Emredersin, Kraliçe’m.”
Daha sonra bedenini öne doğru itip duvardan ayrılarak evden çıktı. İbrahim onun arkasından çatık kaşlarla bakarken, Manbel de İbrahim’in zihnini okuyormuş gibi, “Bu büyücü bozuntusu kraliçeye askıntı oluyor,” diye söylendi.
“Her şeyden nem kapan eril enerjinizi bir köşeye bıraksanız iyi olur,” dedim Manbel’e dönerek. “Artık gözlerindeki lensleri çıkarabilirsin. Kör bir iblisin bize pek de yardımı dokunmazdı.”
Manbel elini kalbine götürürken, “Gün geçtikçe daha da kırıcı bir Mar hâline geliyorsun,” dedi sesine yapay bir dram ekleyerek.
“Ve sen de kanatları kırık bir iblis olmak istemiyorsan, uyum sağlamaya çalışmalısın.”
Manbel, yapay bir şekilde dudak büktü. “Gaddar kadın.”
Herkese kalacağı odayı gösterirken dizlerimin üzerine düşüp, olduğum yerde uyuyakalmama az kalmış gibi hissediyordum. Her odada zeminde sıcaklık hissi veren mermer zemin ve lüks halılar vardı. Yatak odaları, deri yatak başlıklarla süslenmiş büyük yataklardan, tüm duvarları kaplayan beyaz gardırop ve özel tasarlanmış şifonyerlerden oluşuyordu. Duvarlarda modern sanat eserleri, yaratıcı dekoratif detaylar yer alıyordu. Geniş bir oturma odası vardı; lüks, krem rengi köşe takımı neredeyse odanın tüm uçlarına uzanacak kadar büyüktü. Şık aydınlatma armatürleriyle zevkli bir şekilde düzenlenmiş bu alan, güzelliğini tamamen annemin zevkine borçluydu. Büyük cam duvarlar, iç mekânı doğal ışıkla doldurması için özel olarak babam tarafından çizilmiş, işinin ehli ustalar tarafından yapılmıştı. Oturma odasının cam duvarı deniz manzarasını her açıdan içeriye sunuyordu.
Modern, tam donanımlı bir mutfağımız vardı ve her ne kadar bu yazlığı çok kullanmıyor olsak da mutfak en son teknoloji mutfak aletleriyle donatılmıştı. Merkezi bir ada ve zarif, siyah ankastreler mutfağa girdiğin an dikkati üzerine çekiyordu. Mutfağın boydan camı, cephe olarak ormana bakıyordu.
Parmak uçlarımda yürüyerek mutfağa girip ışığı açtım. Ada tezgâhın hemen üzerinden aşağı doğru sarkan sarmaşık biçimindeki üç avizenin üçünden de sarı, loş bir ışık aşağı doğru akarak mutfağın ortasını aydınlattı. Babama ait raftan bir şarap şişesi alıp tavandan aşağı doğru sarkan mutfak standından şarap kadehini aldım. Ada tezgâhın önündeki yüksek bar sandalyelerinden birine oturduğumda şarap açacağını almadığımı hatırladığım için yüzümü buruşturdum. O kadar yorgundum ki kolumu kaldırasım bile yoktu. Dirseğimi tezgâha yaslayıp şarap şişesine boş boş bakmaya başladığımda mutfağın girişindeki silüet dikkatimi dağıttı.
“Tirbuşon nerede?”
Genizden gelen, kalın, erkeksi sesi zihnime dolduğunda onu baştan aşağı süzdüm. Altında sadece siyah kot pantolonu vardı, üstündeki tişörtü ve deri ceketi çıkarmıştı. Bakışlarım sıkı bacaklarından yükselerek belirgin kaslarla şekillenmiş sert karnına, esmer göğsüne ve en son gözlerine doğru kaydı. İlerideki çekmeceleri işaret ederken gözlerim hâlâ gözlerine saplı duruyordu. Efken gözlerini yavaşça benden ayırıp sırtını bana dönerek çekmecelere doğru yöneldi.
O yürürken hareket eden sırt kaslarını, ince beline rağmen çok geniş duran omuzlarını ve belirgin kürek kemiklerini izledim. Çekmeceyi açıp esmer parmaklarını içinde dolaştırdı, sonunda tirbuşonu çıkarıp çekmeceyi kapatarak bana doğru döndü. Kendime kadeh aldığım bölmeden bir kadeh de kendisi için alırken kolunu kaldırdığı için pazusunun genişleyip dalgalanışına şahit oldum. Tam önüme gelip yanımdaki sandalyeye oturduktan sonra tirbuşonu şarabın mantar tıpasına batırdı ve çevirmeye başladı. O bunu yaparken benim gözlerim esmer, şişkin pazularında, kollarından pazularına dek uzanan ve âdeta kalın kablolar, ağaç kökleri gibi görünen damarlarında dolaşıyordu.
“Daha ne kadar süzeceksin?”
Sorusunu sakince sormuş olması, benim içimde bir karmaşa doğurmasına engel olamadı.
“Çok uzun süre süzecek gibiyim.”
Göz ucuyla bana bakarken tıpayı şarap şişesinin uç kısmından çıkardı. Kadehime şarabı doldururken gözleri gözlerimden ayrılmadı. Kendi kadehini doldururken de bakışları hâlâ bana saplı duruyordu.
“Babana gölgemin kaybolması durumundan bahsetmedin, neden?” Soruyu sorduktan hemen sonra şarap kadehini dudaklarına götürdü ve gözlerimin içine bir cevap bekliyor gibi baktı. Aldığı yudumun boğazından geçip âdem elmasını hareket ettirişini izledim, sonra da bana soruyla yönelttiği güzel gözlerine baktım.
“Bunun hayırlı bir alamet olmadığını düşünüp daha da paniğe kapılacaktı,” dedim kuru bir sesle.
“Tek sebebi bu mu?”
Dirseğimi tezgâha yaslayıp, “Başka bir sebebi mi olmalı?” diye sordum yüzümü avucumun içine bastırarak.
“Belki de beni korumaya çalışıyorsundur.”
Söylediği şey, bir kuyunun içinde gizlenen karanlık gibiydi ve eğilip kuyunun dibine bakmamaya çalışıyordum ama kuyunun dibindeki karanlığın ona bakmamı beklediğini biliyordum. Tahtta oturan görüntüsünü hatırlayınca kadehi sıkıca kavradım, biraz daha sıksam parmaklarımın arasında toz parça olacakmış gibi gıcırdayan kadehe baktı.
“Zor bir soru mu sordum, Mahi?”
“Gölgenin kaybolmasının kötü bir şeye işaret ettiğini mi düşünüyorsun?”
“Annem öyle söylememiş miydi?”
Gözlerinin içine bir cevap arıyor gibi baktım. Ardından şarabımdan bir yudum alıp, “Haklısın,” dedim. “Ama gölgenin kaybolması senin suçun değil. Ne anlama geldiğini de tam olarak biliyor sayılmayız.”
“Baban senin düşündüğünden daha zeki,” dediğinde duraksayıp kaşlarımı kaldırdım. “Bir gölgem olmadığını fark etmedi mi sanıyorsun? Beni ne kadar dikkatli süzdüğünü gördün.”
“Seni bir düşmanı süzüyor gibi değil, kızının yanındaki adamı süzüyor gibi süzdü. Bu ikisi arasında büyük farklar var,” dememle, göz bebeklerinin içindeki karanlığın gözlerinin haresine saçılması bir oldu. Bakışlarına çöken anlamların derinliği başımı döndürdü. Bana o kadar uzun süre baktı ki neredeyse yüzümü avucumun içine saklayıp bunu kesmesini isteyecektim. Sanki bana baktığında tüm çıplak düşüncelerimi görüyordu, sanki bana baktığında üzerimdeki kumaş parçaları eriyip yok oluyordu.
“Daha farklı olmasını isterdim,” dedi düşüncelere dalmış gibi gözlerimi izlediği sırada.
“Neyin?”
“Babanla tanışmamın.” Şaraptan bir yudum aldı. “Annenle de öyle. Tüm ailenle.”
“Mesela?”
“Mesela gerçekten üniversitede tanışmış iki insan olsaydık ve bir akşam beni yemeğe davet edip onlarla tanıştırsaydın, nasıl olurdu?” Çatık kaşlarının altında merakla parlayan uçurum mavisi gözlerine bakarken sorunun içime karanlık gibi çöktüğünü hissettim. Asla böyle bir şey yaşayamayacağımız gerçeği yüzüme sert bir tokat indirmişti. Biz onunla hiçbir zaman normal iki insan olarak bir araya gelemeyecektik. “Bilmiyorum.” Kaşları çatıldı. “Kendimi bunun içinde düşünemiyorum ama düşünmeyi çok istiyorum.” Şaraptan bir yudum daha içti. “Şu an yaşamım boyunca varlığından bihaber olduğum bir şehirdeyim ve bu şehir, senin çocukluğunu, anılarını içinde barındırıyor. Bir yerlerde büyüyordun, bir şeyler yaşıyordun, anılar biriktiriyordun ve ben senin sadece varlığından değil, var olduğun yerden bile bihaberdim. Böyle düşünmek insanın kanına dokunuyor.” Bakışları yüzümde gözyaşı gibi kaydı. “Canına dokunuyor.”
Ne zaman avucumu kaldırıp onun kemikli yüzüne yasladım bilmiyordum ama bu olduğunda, gözlerinden gözlerime uzanan o eşsiz bakışın içimi kavurduğu ânı hatırlıyordum. Bana bu hayattaki tek gerçeğiymişim ve geriye kalan her şey yalanmış gibi bakıyordu.
“Her şeyin farklı olmasını isterdim ve bu olurken, ben de farklı bir adam olmak isterdim. Göründüğüm kadar gaddar, zalim değil, içimde de dışımda da seni hak edecek bir adam olmak isterdim. Elimi tutup beni evinize getirirken kalbinde biraz olsun tedirginlik olmasın isterdim.”
“Seni eve getirirken içimde biraz bile tedirginlik yoktu.”
“Vardı,” dedi Efken ruhumda sakladığım bir gerçeği kazıyıp dışarı çıkarmaya çalışıyormuş gibi. Bu gerçek en çok onu yakıyordu ama yine de bu gerçeği görmeye ihtiyacı var gibiydi. Bilmek istiyordu. “Gölgesi kaybolmuş, içinde bilinmeyen bir güçle her an her şeyi yapabilecek potansiyele sahip birini ailenin karşısına çıkarırken tedirgin hissetmen çok normal.”
“Her an her şeyi yapabilecek güçtesin ama önemli olan ne biliyor musun, Efken? Yapmıyor olman. Senin içindeki güce sahip olduğu saniyede yer ile göğün yerini değiştirip tüm düzeni bozabilecek milyarlarca insan var dışarıda. Sen o güce sahip en doğru kişisin.”
“Senin için,” dedi açıkça, bir an afalladım ama ifademi kolaylıkla toparladım. “Eğer sen olmasaydın, milyarlarca insanın yaratacağı ihtimallerden daha korkunçlarını yaratırdım. Eğer sen olmasaydın, bir zalimi bile mazlum hissettirebilecek kadar büyük bir canavar olurdum.” Yüzüme yaklaştı. “Çünkü ben buyum. Benim potansiyelim bu. Benim gerçeğim bu.”
“Şu an gözlerime bakan adamı tanımıyorsun bile,” dedim.
“Evet, tanımıyorum,” dedi. “Ve sen de sadece senin gözlerine bakan adamı tanıyorsun. Dünyaya nasıl baktığımı görmedin. Sadece sana nasıl baktığımı gördün.”
“Yanılıyorsun.”
“Yanılmadığımı bal gibi biliyorsun.”
“Bunu konuşmak istemiyorum,” diyerek önüme döndüğümde, “Neden?” diye sordu. “Sen olmasaydın dönüşebileceğim kişi hakkında düşünmek bile seni dehşete mi düşürüyor?”
“Efken,” diyerek ona doğru döndüm. “Ne istiyorsun? Ne söyleyeyim? Neyi duymak istiyorsun?”
“Bir zalim olsaydım da bana aynı gözlerle bakabilir miydin? Bu eşsiz yakut gözlerle.” Elinin tersiyle yüzümü okşadı, tenime sürtünen teni, bir ateşin içimi dağlayarak boğazıma dek yükselmesine neden oldu.
Sorusuna cevap vermek yerine gözlerinin içine uzun uzun baktım. Bakışlarım bir cevaptı, cevabı alsın istedim. Gözleri gözlerimden kayıp dudaklarıma dokundu, dudaklarımda bir süre bekledikten sonra karmaşayla yeniden gözlerimin içine baktı. Onun aklını allak bullak edenin benim gözlerim, benim bakışlarım, benim dudaklarım olması beni de allak bullak ediyordu.
Kendime biraz daha şarap doldurup, “Kalan altılıyı bulmamız gerek,” diye fısıldadım, bakışları hâlâ güçlü bir fırtına gibi tenimin etrafında esiyordu ama gözlerine teslim olmamaya çalıştım.
“Yediliden birinin kardeşin olması seni bana karşı öfkeli hissettiriyor mu?”
Sorusu karşısında afallasam da tepki vermedim. Sadece, “Neden bunu soruyorsun?” diye sordum.
“Sadece düşünceni merak ediyorum.”
“Sana kızgın olmam çok saçma olmaz mıydı? Bu senin elinde olan bir şey değil.”
“Bana kızgın olsaydın da seni anlardım. Bu şey her ne ise derdi benimle, Gümüş Pençelere saldırmasından belli. Gölgemin kaybolmuş olmasından da apaçık ortada. Tek bir patlamayla karşımızdaki şeyi ya da şeyleri yok edebilirim, bunu yapabilirim ama kontrolü tamamen kaybedersem, onlarla birlikte diğer her şeyi de yok edebilirim.” Ellerini birleştirip yumruk şeklini vererek masanın üzerine koydu. Gözlerini şarap kadehinin dibinde parlayan kızıl içkiye sabitledikten sonra, “Belki de şehri boşaltmalı, seni de diğerleriyle yollamalıyım. Sonra da hepsinin burada olduğundan emin olduğum bir anda şehri haritadan silmeliyim,” dedi. Bir an donup kaldım, bu düşünceyi öyle büyük bir soğukkanlılıkla cümleye çevirip kurmuştu ki idrak yetimi kaybettiğimi hissettim.
“Sen ne demek istiyorsun?”
“Tek bir yıldırımım, Mahi,” dedi sessizce, “koca bir şehri haritadan silebilecek güce ulaştı.”
Kalbimin vuruşları yavaşladı.
“Doğru yönlendirilmiş birkaç yıldırım demek, tüm dünyayı dümdüz edebilirim demek.” Gözlerini yavaşça bana doğru çevirdiğinde, uçurum mavisi gözlerinde ilk kez tedirginliğe şahit oldum. “Öfkemi dışarı vurduğum bir yıldırım sağanağı demek, tüm evreni yok edebilirim demek.”
“İçinde böyle bir güç var ve bunu ehlileştirmeye çalışıyorsun,” diye fısıldadım. Bu berbat bir ağırlık, berbat bir acıya tekabül ediyor olmalıydı. Patlamak isteyen şimşekler içinde sıkışıyordu, durdurduğu güç, damarlarını kan gibi baskılayarak fışkırmayı bekliyordu.
“Her geçen gün biraz daha yok etme arzusuyla yanıyorum,” dediğinde gözlerini benden kaçırıp başımızdan aşağı sarkan ışığa çevirdi. Işığa bakarken yanağının içeri çöktüğünü gördüm. Dişlerini sıkıyordu ve bununla beraber çenesi seğiriyordu. “Damarlarımın içinde kanın değil, yıldırımların dolaştığını hissediyorum.”
Kalbimin üzerine yakıcı bir şey damlatılmış gibi hissettim. “Bununla tek başına mı baş ediyordun?” diye sordum sessizce. “Senin için ne yapabilirim?”
“Gücü kullanmadan ne kadar devam edebilirim bilmiyorum,” dedi soluğunu dışarı vererek. “Bir noktada patlayacağımı, gücü savurmaya başlayacağımı hissediyorum. Enerji artığı mevzusunun senin başına ördüğü çoraplardan sonra kendimi tutabildiğim kadar tuttum. Ortaya bir artık çıkarmamak için Nemesis’i susturdum ama Nemesis dışarıdan sustuğunda, içeride kıyameti koparmaya başladı.”
Bazı gecelerde bedeninden saçılan yıldırımların, ışıkların sebebi bu muydu? Bu nasıl bir güçtü ki Efken artık onu içinde ehlileştiremez duruma gelmişti? Efken’in sessizliği bu yüzden miydi? Sanki bu aralar daha az konuşuyor, daha az görünüyordu; kendi içine saklanmış gibiydi. Korktuğu gücün onu tüketmesi değildi. Korktuğu, gücün benim etrafımda saldırganlaşmasıydı ve ortaya çıkabilecek enerji artığı yüzünden yeniden beni hedef hâline getirecek olmasıydı. Onu anlamak kalbimi acıyla doldurdu. Eğer onun yerinde olsaydım, aynı şeyleri onun tarafına geçip ben yaşıyor olsaydım, nasıl hissederdim? Düşüncesi bile korkunçken, gerçeğe doğru ilerlemesi akılalmaz olmalıydı. Efken’in benim yüzümden tehlikede olma ihtimalini düşünmek bile bana azap veriyordu. Efken’in enerji artığı yüzünden hedef olduğum o gece, neler hissetmişti?
Kalbimin atışları ağırlaşırken parmaklarımı yüzünde dolaştırıp, bana bakması için çenesine dokunarak kafasını benden tarafa çevirdim. “Seni sık sık baskılayıp, gücünle övündüğünü düşündüğümü hissettirdiğim için özür dilerim. İşlerin senin için nasıl karmaşıklaştığını göremeyecek kadar kördüm,” dedim çekingen bir sesle. “Tek istediğim seni korumakken, sana kendini çıkmazda hissettiriyordum.”
Belki Vitali onun gücünü ehlileştirmek için bir yol daha bulabilirdi ama bu güç, ehlileşmeyi kabul edecek miydi? Bilmiyordum. Doruk noktasına ulaşmak üzereydi ve bu Efken’e zarar vermeye başlamıştı. Üstelik, Efken’in zarar görmemem açısından bu gücü bastırmak için her şeyi yapacağını hissediyordum ve bu, en korkuncuydu.
“Enerji artığını umursamayı bırak,” dememle, gözlerini hızla bana çevirip kaşlarını çatması bir oldu. “Gücünü biraz özgür bırakmanda bir sakınca olacağını düşünmüyorum. İçinde patlayan bir bombayla yaşamanı istemiyorum.”
“Gücüm ne zaman avucumdan çıkıp gitse, kendimi tanıyamaz oluyorum, Mahi,” dedi sert bir sesle. “Dönüşeceğim insandan korkuyorum, anlamıyor musun?”
Dönüşeceğim insandan korkuyorum.
Bu belki de korkusunu en derin, en net ifade ettiği ilk andı.
“Sen benim yanımdayken bana hiçbir şey olmaz,” derken buldum kendimi. Gözlerimin içine duraksayarak uzun uzun baktı. Parmağımı elmacık kemiğinde dolaştırırken, “Ama içinde tuttuğun bu şey sana zarar veriyorsa, onu yavaş yavaş dışarı bırakman gerek. Gücünle ortalığı yık, yok et demiyorum, sadece onu kullan, onu kullan ve rahatla,” diye fısıldadım. “Kendine bu kadar büyük zararlar verirken, beni nasıl koruyacaksın?”
“O çatallı dilin beni deliğimden nasıl çıkaracağını çok iyi biliyor, değil mi?”
“Ne zamandan beri bir yılansın?” Gülümsedim. “Enerji artığıysa artığı. Ne olursa olsun. Zaten burada olduğumuzun farkında olduklarına eminim ben.”
“Önceliğim senin de söylediğin gibi kalan altı kişiyi bulmak,” dedi Efken. “O zamana kadar büyük bir enerji artığına neden olursam, onlar da safları sıkılaştıracak ve daha fazla kıyım yapacaklar. Kim bilir belki de çoktan yediliden birini ya da birkaçını öldürdüler.” Efken çatık kaşlarla önüne döndüğünde elimi yavaşça geri çekip dizimin üzerine koydum. Eğer böyle bir şey olduysa, o zaman ne olacaktı? Bunun geri dönüşü olmazdı. Üstelik Yedi Güneş bir araya geldiğinde ne olacağı da koca bir muammaydı ama sorunların ortadan kalkması için, sanıyordum ki bu Yedi Güneş’i bir araya getirmemiz gerekiyordu.
“Ölmüş olsalar hisseder miydin?”
“Bilmiyorum,” dedi Efken. “Kardeşin önümde diz çökene kadar onun normal genç bir adam olduğunu düşünüyordum.”
“Ölmüş olsalardı, babam bunu bilebilir miydi? Yedi Güneş’ten haberi vardı. Tek kelime etmedi ama biliyor işte. Ona baktığım an bunu anladım.” Tek kaşımı kaldırdım. “Belki daha fazlasını biliyordur.”
“Sanırım bunu babanla konuşmamız gerekecek.”
“Mahzar sarsıldı.” Şarap kadehini dudaklarıma götürdüm, bir yudum içmek yerine kadehi dudaklarımda beklettim ve ardından geri çekip kafamı Efken’e doğru çevirdim. “Hiç tepki veremiyor. Bu normal mi? Bilmiyorum. Yani o normalde de çok tepkisel bir insan değildir ama… Birdenbire suspus oldu.”
“Çocuğa birdenbire dört tane ayağı ve bir kuyruğu olacağını söylediniz,” dedi Efken bana yandan bir bakış atarak. Elimde olmadan söylediği şeye bir kahkaha attığımda, bakışları gülüşümde donuklaştı. “Her an gülümseme saldırına karşı cebimde bir paket taşımam gerekiyor sanırım,” diye mırıldandı sessizce.
“Onu karşıma oturtup ne söylemem gerek bilmiyorum,” dedim, Efken’in söylediği şeyden kaçmak istiyor gibi. Bazen hiç olmadık bir anda aklımı başımdan kaydırıp götürecek cümleler kurabiliyordu.
“Sanırım onunla benim konuşmam daha doğru olurdu. Çünkü kabul etsin ya da etmesin, onun lideri benim.” Çenesini kaşıdı. “Bunu böbürlenmek için söylemiyorum ama muhtemelen bu cümleyi ona kurduğumda başta benden nefret edecek.”
“Mahzar kindar birisi değildir. Sadece bununla nasıl başa çıkacağını düşünüyordur. Babam ona bir Alfa’nın ne olduğunu öğretmiş olmalı. Hiç değilse benden daha şanslı çünkü neyin içine düştüğünü biliyor. Ben neler olduğunu çözene dek tırlattığıma neredeyse emindim.”
Efken, “Ben de senin tırlattığına emindim,” diye alay edince omzumla omzuna sert bir tane geçirdim.
“Nasılmış? Deli olduğumu düşündün ve şimdi var olmadığını öne sürdüğün yerde benimle birliktesin. Kim bilir? Belki sen de kafayı yemişsindir. Hayal görüyor olabilirsin. Bir doktora görünmeye ne dersin?”
“Psikologları sevmem.”
“Psikoloji okumuş bir adam için epey iddialı sözler…”
“Okudum, mesleğini yapmadım,” dedi tek kaşını kaldırarak. “Psikolojiyi incelemeyi severim, iyileştirmeyi değil.”
“Söyle bakalım psikolojiyi incelemeyi seven adam, sence Mahzar bunun üstesinden gelebilecek mi?”
“Evet,” dedi hiç düşünmeden. “Eğer üstesinden gelemeyecek birisi olsaydı, Yedi Güneş’ten biri olarak doğmazdı.”
Gülümsedim ama içimdeki tedirginlik kalesi biraz olsun yıkılmadı. Yerinden bir taş bile oynamadı. “Çoktan sabah oldu ama hâlâ şafaktaymışız gibi karanlık.” Bakışlarımı omzumun üzerinden cam duvara çevirdim. Karlar altındaki orman ıssız görünüyordu. “Maviliğe bakınca akşam mı yoksa şafak mı anlamıyorsun.”
“Normalde günlük güneşlik bir hava mı hâkim oluyordu?”
“Haziran aylarında ve bu saatlerde, evet. Diğerleri nerede?”
“Hepsi dinleniyor. Erkek kardeşin de oturma odasındaki koltukta oturmuş şöminedeki ateşi izliyordu. Konuşmak istemediğini fark ettiğim için onu yalnız bıraktım.”
“Şömineyi yaktın demek.”
“Evet, erkek kardeşinin üşüyebileceğini düşündüm. Henüz form değiştirmedi, bedeni hâlâ bir insanınki kadar sıcak olmalı.”
“Senden iyi baba olurdu,” dedim birdenbire, kendimi tutamadan öylece söyleyiverdiğim bu şey, bana bakakalmasına neden oldu.
“Böyle mi düşünüyorsun?”
“Evet.”
“Ben öyle düşünmüyorum,” dedi. “Ama senden bir parça için canımı bile verirdim, orası ayrı.”
“Bu seni yeterince iyi bir baba yapardı, emin ol.” Yanaklarım ısındı. Benimle bir çocuğu olduğunu düşündüğünü mü söylemeye çalışıyordu? Yoksa benden bir çocuğu olsaydı, neler yapabileceğinden mi söz ediyordu? Bunun ayrımını yapamadım ama her şekilde kalbimin vuruşlarını çılgına döndürdüğü kesindi.
Konuyu değiştirmek istiyor gibi susup bir süre düşündü, sanırım söyleyebileceği başka bir şey arıyordu ya da belki de gerçekten bununla ilgili düşünüyordu. Baba olmakla alakalı. Benim doğurduğum bir çocuğun babası olmasıyla alakalı. Bedenimi saran ateşlerin sebebi bu defa tutku ya da öfke değildi; bu duyguyu tanımıyordum ama kesin olan, içimde bir ateş yaktığıydı.
“Biraz dinlenmelisin,” dedi sonunda oturduğu yerden doğrulup kalkarken. Kadehinde kalan son şarabı da kafasına dikip bana yandan bir bakış gönderdi. “Sen gidip uyu, ben ortalığa göz kulak olurum.”
“Buna gerek yok, Vitali’nin koruma büyüsünü geçebilecek bir varlığın en azından yakınlarda olabileceğini düşünmüyorum,” dedim kuru bir sesle.
Bir an öfkeyle gözlerimin içine bakmasını beklemiyordum. Tamamen afallamış hâlde ona bakakaldım ama ağzını açıp tek kelime etmedi. Bunun yerine hızla mutfağın çıkışına doğru yürümeye başladı.
“Efken?”
“Söyle,” dedi sert bir sesle, birdenbire aramıza aşılması neredeyse imkânsız yükseklikte ve kırılmaz kalınlıkta bir duvar örmüş gibiydi.
“Sorun ne?”
“Onunkinden çok daha güçlü bir korunma yapardım, yapmamamın tek nedeni enerji artığı oluşturmak istemememdi,” dedi bana bakmadan. Gözlerim sırtında asılı duruyorken karmaşayla kalbime çullanan duygulardan biri net olarak pişmanlıktı. Onu gücendirmiş miydim? “Yani bir şeyleri lütfetmiş gibi davranmayı bıraksan iyi edersin.”
Ve sonra vereceğim cevabı beklemeden çıkıp gitti.
Günün geri kalanında benimle neredeyse hiç diyalog kurmadı. Karlarla kaplı ormana gitti, biraz odun topladı ve odunları kurumaları için bir köşeye dizdi. Tüm bunlar olurken Crystal uyanmış, Mahzar sonunda oturma odasındaki koltukta uyuyakalmıştı. Crystal ile birlikte erzak almak için arabaya doğru gittiğim sırada Efken de evden çıkıp peşimize takılmıştı ve arabada da benimle hiç konuşmamıştı. Yüklü bir erzak alışverişinden sonra arabadaki sessizliği sona erdiren Crystal olmuştu. Yedi Güneş’le alakalı kafasında beliren soruları yönelten Crystal, konuyla alakalı pek bilgim olmadığı için istediği cevaplara ulaşamamıştı ve Efken yine ağzını açıp tek kelime etmemişti.
Öfkesinin ne kadar süreceğini merak etmiyor değildim ama o ağzını açıp benimle konuşmaya karar verene kadar dudaklarımı aralayıp ona tek kelime etmeyi düşünmüyordum. Kıskançlığını çocukça bulsam da gücenmiş olduğu gerçeği beni yaralıyordu. Sırf bu yüzden Vitali ile olabildiğince az diyalog kurar hâle gelmiştim.
Akşama doğru Yaren ile birlikte domates soslu makarna ve ton balıklı salata hazırladık. Mahzar iştahı olmadığını söyleyip koltukta uyuklamaya devam etti, Efken ise kendine bir tabak hazırladı ve ormana açılan bahçede oturup manzarayı izleyerek yemeğini yedi. Hatem, İbrahim, Vitali ve Manbel ada tezgâhın önünde oturmuş yemeklerini yerken, ben de elimdeki tabakla camdan dışarıyı izliyor gibi görünüyordum ama aslında Efken’i seyrediyordum.
Crystal yavaşça yanıma yaklaşıp, “Onun neyi var?” diye sorana kadar, birinin varlığını hissetmeyecek kadar dalmış hâldeydim.
“Huysuz bir kral gibi davranıyor,” diye homurdandım ağzıma biraz makarna tıkıştırarak.
“Daha çok huysuz bir yaban domuzuna benziyor,” dedi Crystal.
“Vitali’yi kıskanıyor.”
Crystal göz ucuyla arkasına doğru baktı, ardından kulağıma yaklaşıp, “Vitali de kıskanılmayacak bir adam değil açıkçası,” diye mırıldandı muzip bir sesle. “Eğer kırmızı bültenle aranan bir cadı olmasaydı, onunla Mavi Yaka’nın her köşesinde ceylan gibi zıplardım.”
“İğrençsin,” dedim yüzümü buruşturarak.
“Sadece zevkli bir kadınım. Ayrıca dua et Efken onun gırtlağına sarılıp onu yüz bin volttan geçirmiyor. Bu arada cidden, nasıl geçirmiyor?” Crystal şaşkınlıkla dışarıda oturan Efken’e baktı. “Onu çoktan balık köftesi yapmış olmalıydı.”
“Sınırlarında dolaştığına eminim.”
“Vitali’nin güzel yüzüne yazık olmasını istemem açıkçası,” dedi Crystal, sesinde yine o muzip kırıntılar vardı. Efken’in bakışları birden ormanın ters yönü istikametine çevrildi, ardından bir arabanın ışığı orman yolunu aydınlığa boğdu.
“Sanırım baban geldi,” dedi Crystal.
“Evet, akşam uğrayacağını söylemişti.”
Efken oturduğu yerden kalktığında babamın geldiğini anladım. Yine her zamanki kaba, öfkeli ve güçlü görünen kalıbından çıkarak, sakin ve saygılı bir görüntüye bürünmüştü. Babamın Efken’e doğru yürüdüğünü gördüm. Ayaküstü bir şeyler konuştular ve sonra eve doğru yürümeye başladılar.
Mutfaktan çıkıp hole ilerlediğim sırada kapıdan içeri giriyorlardı. Babam saniyeler içinde omuzlarına birikmiş karları silkeleyip üzerindeki montu çıkarırken Efken de kazağının omuz kısımlarına tutunmuş karları tek eliyle silkeliyordu.
Babam gergin bir sesle, “Haberleri izlediniz mi?” diye sorunca yüzümdeki kan hızla çekildi çünkü bu sorunun hayra alamet olmadığını biliyordum.
“Televizyonu açmadık,” dedim endişeyle.
Crystal hemen arkamdan, “Gümüş Pençe ölümleri mi yine?” diye sordu, sesi tedirgindi ve ona bakmasam da ateş sarısı gözlerine de tedirginliğin çöktüğüne emindim.
“Evet, hem de bu kez bir korulukta ya da ormanlık alanda değil, doğrudan şehrin göbeğinde. Kurdun oraya nasıl geldiği bile bilinmiyor. Kameralara yansımamış. Sadece ölüsü oradaymış,” dedi babam, burnundan soluyordu, endişesinin kızıl gözlerine çizdiği öfkeyi görebiliyordum.
Mahzar uykulu bir sesle, “Baba?” dediğinde olduğum yerde donup kaldım. Bu konu Mahzar’ı korkutabilirdi ama bundan kaçamazdı. Eninde sonunda bu kâbustan uyanamayacağını, bu kâbusun onun hayatı olduğunu anlayacaktı.
Babam içeri doğru adımlarken, “Mahzar, içeri geç,” dedi baskın bir sesle. Oturma odasına girene kadar tek kelime etmedi ama içeri girer girmez, burnundan sert bir soluğu dışarı bıraktı ve “Bunun doğal olmadığını düşünenler olacak,” dedi. “Arkasında canlı hiçbir görüntü bırakmadan öylece ortada beliren bir ceset, insanların kafasını allak bullak edecek. Zaten sosyal medyada tonlarca komplo teorisi dönüyor. Bu iyi olmadı.”
“Uzmanlardan herhangi bir açıklama geldi mi?” diye sordu Efken merakla.
Manbel ve Vitali gözlerinde saklayamadıkları, babamı hedef alan soru işaretleriyle içeri girdiler.
“Hayır, bir açıklama yok ama bu defa hükümetin de bu işi iyiden iyiye soruşturmak için kolları sıvayacağını düşünüyorum. Bunun kimyasal bir saldırı olduğunu düşünebilirler, ki bu hiç iyi olmaz. Sokağa askerler dökülür. Sokağa askerlerin dökülmesi demek, halkın ayaklanıp paniğe kapılması anlamına geliyor. Bunu istemeyiz. Özellikle böyle bir dönemde.”
“Ölenlerden biri Yedi Güneş’ten biriyse ne olacak?” diye sordum tüm olasılıkları bir kenara iterek.
Babam, “Kızıl bir kurt ölmedi, yeni ölenler arasında Yedi Güneş’ten birisi yok,” deyince, tek kaşımı havaya kaldırıp, “Kızıl Kurt mu?” diye sordum.
“Yedi Güneş, dünyada sadece sekiz tane kalan Kızıl Kurtlardan yedisini temsil ediyor,” dedi babam sakince.
“Yani dünya üzerinde sadece sekiz tane mi Kızıl Kurt var?” diye sordu İbrahim, Yaren’in arkasından oturma odasına girerken.
“Evet. Size yedi tanesi lazım.”
“Bir Kızıl Kurt cesedi olmadığı sürece sorun yok yani?” diyen Crystal’e ters bir bakış gönderdim.
“Ortada ölen masum Gümüş Pençeler var,” dedim sert bir sesle.
Crystal, ağzına görünmez bir fermuar çektikten sonra berjere oturup sessizce bizi izlemeye başladı.
“Sadece Yedi Güneş’le değil, diğer Gümüş Pençelerle de bir sürü oluşturabilirim ve öldürülen her Gümüş Pençe, teknik olarak benim ailemden,” dedi Efken, gözlerinde parıldayan yıldırımları gördüm, bu kez onları saklamadı; gerçekten oradaydılar. Şimşekler ardı arkasına çakıyor gibi mavi gözlerine gümüş ışıltılar yağdırıyordu. Babam bunu fark etti, gözlerini Efken’in gözlerindeki ışıltılara dikti ama bununla ilgili bir yorumda bulunmadı.
“Acele edip kalan altı güneşi bulmalısın,” dedi babam sonunda. “Bu ölümleri durdurabilmek için güçlü bir sürüye ihtiyacın var. Bu olurken bünyene yeni Gümüş Pençeler de ekleyebilirsin. Yedi Güneş seni gördüğü anda bağlılık yemini etmek için önünde diz çöküyor ama normal Gümüş Pençeler önünde diz çökmez. Onları ayırt etmek zordur.”
“Yedi Güneş’i nasıl bulacağımla ilgili bilginiz var mı?” diye sordu Efken saygıyla.
“Benimle gelin, size her şeyi anlatacağım,” diyen babam, önce hole çıktı, ardından çalışma odası olarak kullandığı odaya doğru ilerleyip kapıyı açtı. Kapının hemen önünde, yere dökülmüş siyah toza bakarken kaşlarım çatıldı. Babam, “Gelin,” dedi sertçe.
Ben kolaylıkla siyah tozun üzerinden geçtim, Mahzar da öyle ama diğerleri bir adım bile atamadılar. Sanki görünmez bir engele takılmış gibiydiler. Babam yüzünde zafer kazanmış gibi bir gülümsemeyle, “Vitali bile bu tozu aşamıyor, öyle mi?” diye sordu.
Vitali merakla, “Bu da nedir?” diye sordu.
“Karamar tütsüsünün külleri,” dedi babam, anlamayacaklarını anladığında açıklamaya başladı. “Bu tütsü, Marlar tarafından yapılır, her ailenin kendine özgü bir tütsüsü vardır. Yerdeki küller annemin yaptığı tütsüye ait ve bu külleri sadece annemin kanından insanlar aşabilir.” Babam ayağıyla küllerin ortasında küçük bir boşluk açtı. Ardından dudaklarının arasında bir dua ufalandı. “İşte şimdi girebilirsiniz.”
İbrahim içeri girerken, “Bu kesinlikle çok havalıydı,” diye mırıldandı.
Yaren, “Yalan yok, ben de öyle düşünüyorum,” dedi.
Babamın çalışma odası eski ahşaptandı, içerisi sandal ağacı gibi kokuyordu ve çalışma masasının hemen arkasında tüm duvarı kaplayan dev bir kitaplık yer alıyordu. Tüm odalarda olan cam duvar bu odada yoktu. Sanki burası babamın karanlık mahzeniydi. Bazı geceler buraya kapandığı olurdu. Yazın tadını çıkarmak yerine burada uzun uzun çalışırdı. O zamanlar ne üzerine çalıştığını bilmiyordum ama şimdi her şey yerli yerine oturmaya başlamıştı.
“Burası benim depolama alanım,” dedi babam. “Evde de böyle bir çalışma alanım var ama burası uğrak bir yer olmadığı için asıl bilgileri burada muhafaza ederim.” Kitaplığına doğru ilerledi. Eski, kalın sırta sahip bir ansiklopediyi yerinden çekti. Ansiklopediyi çekmesiyle beraber bir kilidin açılırken çıkardığı ses odada yankı uyandırdı. Babam ansiklopediyi eline alıp arkasında kalan duvara avucunu bastığında kilit sesi bir defa daha tüm odayı hâkimiyeti altına alarak yankı uyandırdı.
Büyük kitaplığın sarsıldığını gördüm. Bir makinenin dişlilerinin birbirine vururken çıkardığı gürültü anlık olarak kulaklarımı çınlattı ama bu gürültü kısa sürdü. Kitaplık, çift kanatlı bir asansör kapı gibi ikiye yarılıp açılmaya başladı. Yüzümdeki ifade donmuş bir hâlde açılan kapıya bakarken ne tepki vereceğimi şaşırmıştım. Kapı tamamen açıldığında, önümüzde beliren eski, tozlu ama kudretli bir bilgiyle çağlayan daha küçük bir odaydı. Ortada duran ceviz masanın üzerinde birbirinin üzerine yığılmış onlarca harita vardı. Duvarda bir evren haritası, yıldızlarla ilgili bilgiler ve yine duvara gömülü kitaplıkta çok sayıda kalın sırtlı ansiklopedi… Burası babamın mabediydi.
İbrahim merakla ansiklopedilerin sırtında parmaklarını gezdiriyor, Vitali eğilmiş haritaları inceliyordu. Hatem ve Mahzar’ın aynı anda yıldızların çizili olduğu, canlı gibi görünen büyük haritaya baktıklarını gördüm. Efken ise sessizce durmuş, hiçbir şeye dokunmadan babamdan ona akacak bilgiyi açlıkla bekliyordu.
Babam, eski, portatif sandalyesine oturup önüne bir defter çekti. Eski defter, esasında deri bir ajandaydı. İpini çözüp açtıktan sonra sayfalarını karıştırmaya başladı. Sayfalara çizilmiş semboller, farklı dillerde yazılmış metinler dikkatimi çekse de babam sayfaları hızlıca çevirdiğinden hiçbirine odaklanamıyordum.
Sonunda babam, “Mahinev, mumu yakar mısın?” diye sorduğunda gözlerimi defterden ayırıp etrafta dolaştırdım. Ahşap konsolun üzerindeki eski şamdanlara yerleştirilmiş mumları gördüm. Büyük bir kibrit kutusu hemen yanlarında duruyordu. Avucumdan daha büyük bir kibriti çıkarıp yaktıktan sonra şamdandaki üç mumu da yakıp, şamdanı alarak babamın masasına doğru ilerledim. Şamdanı babamın önüne bıraktığımda, babam aradığı sayfayı bulmuş olacak ki parmaklarını açık duran sayfadaki Latince kelimelerde dolaştırmaya başlamıştı.
“Bu benim eskiden tuttuğum bir ajanda,” diye açıkladı babam parmakları hâlâ Latince kelimelerde dolaşır durumdayken. Efken eğildi, avucunu ahşap masaya bastırdı ve dikkatle sayfaya baktı. “Kızıl Megaların doğduklarını öngördüğüm zamanlara ait notlar da tutuyordum. Aynı zamanda Kızıl Megaların ölümlerini de not aldım. Yer bilgileri, bıraktıkları enerji artıkları falan filan.” Kaşları çatıldı. “Çoğu uyanmasa da enerjileri açığa çıkıyordu.”
“Mahzar’ın enerjisini nasıl hissetmedin o zaman?” diye sordum.
Babam buna bir cevap vermedi.
Merak içimi karıştırsa da ikinci kez aynı soruyu sormadım. Çünkü babam susuyorsa, susmak istediğinden değil, susmak zorunda olduğundan susardı.
“Ölen Kızıl Megalar dedin, bu ne demek?” diye sordu Efken tek kaşını kaldırarak.
“Bir Kızıl Mega doğar, lideri gelmediği için dönüşmez. Anahtarını muhafaza ederek yaşar, çoğalır ve kırk yaşına bastığında hâlâ dönüşmemişse, huzur içinde ölmesini sağlayacak bir hastalık onun bedenini ele geçirir. Ölür. Böylece yerini oğluna bırakır.”
Bir an donuklaşarak, “O hâlde sen de bir Kızıl Kurt’sun,” dediğimde, “Aralarındaki tek Mega Alfa olan Kızıl Kurt benim,” dedi babam gözlerini kaldırıp gözlerime mıhlayarak. Kulaklarım uğuldamaya başladı. “Yedi Güneş’ten biri değilim. O görevi Mahzar doğduğu gün devralmıştı ve uzunca bir süre bunun farkında değildim. Anahtarı henüz ona teslim etmedim ve hayatımın belli bir döneminde dönüşüp kurt formunu aldığım için kırk yaşına bastığımda beni ele geçiren bir hastalık olmadı.”
Gözlerini Efken’e çevirdi.
“Mahzar onun önünde iz çöktüğü an, onlarca kuşaktır bu evrendeki kurtlar tarafından yolu gözlenen liderin geldiğini anladım,” dedi babam sessizce.
Babamın dünyada sadece sekiz tane kaldığını söylediği Kızıl Kurt’un sekizincisi olduğunu öğrenmek beni şaşkına çevirmişti. Mahzar da tüm dikkatini babama vermiş, yüzünde saklayamadığı bir dehşetle onu izliyordu.
“Anahtar,” dedi İbrahim tek kaşını kaldırarak. “Anahtar bir tür güç tılsımı mı?”
“Mirasımız. Yedi Güneş’in, yedi anahtarı, yedi kilidi açar. Yedi ölümcül günahı temsil eder ve yedi ölümcül günahı güç olarak içinde barındırır. Anahtarlar bir araya gelip, kurtlar bir sürü oluşturarak liderlerinin öncülüğünde savaşmaya başladıklarında, dünyadaki hiçbir şey onların karşısında duramaz,” dedi babam keskin bir sesle. “Babam anahtarı anneme bırakmış, annem de ben henüz bir bebekken boynuma asmış. Tüm Kızıl Megalar anahtarlarını taşırlar, anahtarlarıyla gömülürler ve oğulları yirmi bir yaşına girdiğinde çoktan ölmüş olurlar. Oğulları farkındalığa ulaştığında mezardan anahtarları çıkarır ve kendi payına düşen mirası edinmiş olurlar.”
“Anahtarla gömülme sebeplerini soracaklar size,” dedi Vitali saygılı bir sesle, ardından yamuk bir gülümsemeyle babamdaki gözlerini Efken’e çevirdi.
“Mega olmayan hiçbir kurt, bir Kızıl Kurt’un mezarını açıp o kadim anahtarı alamaz. Çünkü Kızıl Kurtların mezarları sadece Megalar tarafından açılabilir. Megalar ve defnedilmiş Kızıl Mega’nın mirasçısı olan oğul. Bu dünyada başka kimse onların mezarını açamaz. Böylece anahtarı herkesten korumuş olurlar ve anahtar kötü birinin eline geçmez.”
“O hâlde baban çoktan…” dedim sessizce. Ölmüş olmalıydı.
Babam gözlerimin içine baktı ve “Sanmıyorum,” dedi. “O Varta’da. Kırk yıllık bir döngüden nasibini alabilmesi için burada olması gerekirdi. Yani hâlâ yaşadığını düşünüyorum. Dokuzuncu ve farklı evrende olan tek Kızıl Mega olarak. Muhtemelen üzerine düşman çekmemek için Kızıl Mega formu yerine normal bir Gümüş Pençe formu alıyordur.”
Dehşetle, “Dedem hâlâ orada bir yerlerde yaşıyor mu?” diye sordum.
“Sanırım öyledir,” dedi babam dudaklarında buruk bir tebessümle.
“Sen?” diye sordu Efken. “Yedi ölümcül günah, yedisine eşit paylaştırıldıysa, sekizinci olarak yaşayan sen ve dokuzuncu olarak başka bir yerde yaşam sürdüren baban, sizin güçleriniz ne? Yedi ölümcül günahla bağlantınız var mı?”
Babamın gözleri Efken’in gözlerine sabitliyken bir an için yavaşça gözlerini kapatıp geri açtı, kızıl gözlerinin birden tamamının beyaza döndüğünü görmek, geriye doğru sendelememe neden oldu. Gözleri, beyaz bir lateksle kaplanmış gibi tamamen beyaza boyandı; biraz bile renk kalmadı. Babam, çift gelen sesiyle, “Ben,” dedi, “yedi ölümcül günahın tamamıyım.”
Ortamda buz gibi bir sessizlik yaşandı. Kalp atışlarım doruk noktasına ulaşmış gibi arsızca göğsümün içini parçalıyor, içimde dolanan bir falçata gibi hissettiriyordu.
“Güçlerini uyuttuğunu sanıyordum,” diye fısıldadı Mahzar kekeleyerek. Babam gözlerini bir defa daha yumup geri açtığında, kızıl gözleri yeniden gözlerinin beyazının ortasında duruyordu.
“Bir Gümüş Pençe olmayı bıraktım, uyuttum, artık dönüşmüyorum,” diye açıkladı babam, sesi normale dönmüştü. “Ama yedi ölümcül günah uyutabileceğim bir şey değil.”
Babam başka bir soru daha duymak istemiyormuş gibi gözlerini ajandasına indirdi.
“Bir Kızıl Mega’nın enerjisini kesin olarak hissettim, geldiği yönleri bilgi olarak girdim,” dedi babam aceleyle. “Latinceyi tercih ettim çünkü iblis ruhlarının bu ajandaya erişmesi ihtimalini göz önünde bulundurdum.”
“Latince ile ne ilgisi var?” diye soran Hatem’di.
Manbel, “Biz Latince alfabeyi okuyamıyoruz çünkü okuyacak olursak bedenlerimiz yanar, tutuşur. Sadece konuşabilir, anlayabiliriz. O kadar,” diye açıkladı. Bu kan dondurucu bilgi karşısında Manbel’e donuk gözlerle baktım. Gülümseyip, ellerini kaldırarak omuz silkti.
“O şu an yirmi bir yaşında olmalı, yani enerjinin açığa çıktığı yıla bakacak olursak, öyle olmalı,” dedi babam. “Çoktan mezarı açıp anahtarı emanet almış olmalı.”
“Tam da uyanış yaşında,” diye fısıldadım kendi kendime. Gümüş Pençeler küçük yaşlarda da form değiştirebiliyordu. Bunu Mustafa Baba’nın kurduğu küçük sürüyü gördüğümde anlamıştım ama yine de yirmi bir yaş, soyun tüm gücüyle damarlara dolduğu yaştı. En önemli, kritik yaştı.
“Peki nerede rastladınız izine?” diye sordu Efken.
“Doğum yeri yüksek ihtimalle Mersin,” dedi babam.
Efken’in bu şehir ile ilgili en ufak bir fikri dahi olmadığından babama sorguyla bakmaya devam etti. Sakince, “Farklı bir şehir,” dedim, “İstanbul’a uzak sayılabilir ama çok da uzak değil.” Babama baktım. “Peki sence hâlâ Mersin’de mi yaşıyordur? Üniversite için farklı bir şehre gitmiş olabilir mi ya da farklı bir şehirde kendine bir hayat kurmuş olabilir mi?”
“Mersin, il olarak zaten doğaüstü varlıklara ev sahipliği yapan bir şehir. Çoğu geçit kapısının o şehirde açıldığı söylenir. Bu yüzden Kızıl Mega şehirden ayrılmışsa bile enerjisi şehirde kalmaya devam etmiş olabilir. Enerji olarak çok yüksek bir şehir, gözlem yapması oldukça güç ama aynı ortama girmeniz yeter de artar,” dedi babam. “Zaten Efken’i gördüğü anda önünde diz çökecek.”
“Aynı ortamda olmaları kolaymış gibi konuşuyorsun,” dediğimde babam tek kaşını kaldırıp bana baktı.
“Efken onun lideri. Elinde olmayan sebeplerle, tamamen dürtüsel olarak zaten Efken’e çekilecek. Mahzar sana doğru gelebildi mi? Eminim doğrudan Efken’e çekildi.”
“Önünde bir bariyer var gibiydi, evet,” dedim düşünceli bir sesle.
“İşte tam olarak böyle. Bariyerler onu sadece Efken’in olduğu alana götürecek. Onun yakınlarında olması yeter de artar. Ki aynı şehirde olmaları büyük bir adım olurdu. Sonra da anahtarları teslim alacaksınız.”
“İstanbul’da olanlar da Efken’e çekilir öyleyse, tabii İstanbul’da bir Kızıl Mega daha varsa,” dedi Crystal.
“Evet ama alanına girmeli. İstanbul çok sayıda semti olan bir şehir. Nüfus olarak oldukça kalabalık,” dedi babam.
“Samanlıkta iğne aramak deyimi kartını kullanıyorum,” dedi İbrahim yanaklarının içini havayla doldurarak.
“Anahtarı teslim aldıkları anda, dönüşüm için yirmi bir yaşına basmaları gerekmiyor.” Babamın bu sözüyle beraber, gözler Mahzar’a çevrildi. Kanı çekilmiş bir yüzle babama bakmaya devam eden kardeşimin buna hazır olmadığı her hâlinden okunuyordu.
Mahzar bir adım geri çekilirken, “Sanırım bir şeyler yemeliyim,” dedi, gözlerim onun yüzünde dolaşmaya devam etti ama bakışlarıma karşılık vermedi. Sırtını bize dönüp odadan çıkarken tedirgin görünüyordu.
“Mahzar buna hazır değil,” diye fısıldadım.
“Hazır,” dedi babam. “O bir Mega, bu ünvana sahip olabilmiş her Gümüş Pençe, her an her şeye hazırdır. Sadece henüz bunun farkında değil.”
“Şimdi ne yapacağız? Mersin’e mi gitmeliyiz?” diye sordum sessizce.
“Henüz değil. Mezarların yerini belirlemem gerek. Birini daha yanınıza alacak olursanız, mezarlarla ilgili gerçeği bildiğiniz fark edilecek. O yüzden her ihtimale karşı tüm mezarları bulmamız, anahtarları çıkarmamız gerek. Eğer hâlâ uyanış evresine girip, mezardan mirasını alması gerektiğini bilmeyenler varsa, bu sayede onları kendinize daha kolay çekersiniz.”
“Mezarları belirlemek ne kadar vaktinizi alır?” diye sordu Efken.
“Bunu kestirebildiğim söylenemez.”
Sessizce babamın gözlerinin içine baktım. Sanki bizim bilmediğimiz, onun ise bildiği daha bir sürü şey vardı ve zamanı gelene kadar, bizden saklamaya devam edecekti.
❄️
Babam gittiğinde, arkasında kafamı karıştıran birçok soru da bırakmıştı. Gecenin, ileriye dönük hızlı adımlar atarak ilerleyen saatlerinden birinde oturma odasındaki berjere oturmuş, sessizlik içinde önümde açık duran televizyon ekranına bakıyordum. Mahzar’ın cips yerken çıkardığı sesler dikkatimi dağıtmaya başlamıştı. Crystal elinde bir şarap kadehiyle içeri girerken, “Mahinev,” dedi yumuşak bir sesle. “Artık senin de dinlenmen gerek. Gidip biraz uyusana.”
Sessizce başımı sallayarak oturduğum yerden kalkarken Mahzar’a döndüm. “Yavaş,” dedim ağzına tıktığı iki büyük cipse dehşet içinde bakarak. “Boğulacaksın.”
“Bu hiç değilse keyifli bir ölüm olurdu,” dediğinde Mahzar, ona saklayamadığım kızgınlıkla yargılayıcı bir bakış attım. “Ne? Bir kurda dönüştüğümde diğer kurtlar tarafından tartaklandığımı da düşündüm. Paramparça olarak ölmektense, dünyanın en zevkli şeyini yaparken, yemek yerken ölüyorum. Huzur içinde yatayım…”
Yüzümde şaka kaldıracak bir hâlde olmadığımı gösteren o tükenmiş ifade vardı. “Komik olmaya çalışmak sana göre değil,” diye homurdandım. “Ayrıca o cipsleri öyle üçerli beşerli yutmaya devam edersen, kaslı değil de bol yağlı bir kurt olacaksın ve bu koşarken pek işine yaramaz.”
“Ben fitim,” diye homurdandı Mahzar. Haklıydı. Uzun boyluydu, ince yapıda ama kaslı bir vücudu vardı. Eminim yirmi birinci yaşına girdiğinde vücudu daha da heybetli bir görüntüye erişecekti. Gümüş Pençe erkekleri, gelişme çağındayken oldukça hızlı büyüyorlardı, uzun boylu ve yapılı adamlara dönüşüyorlardı.
Bir şey söylemeden oturma odasından çıkıp merdivenlere yöneldim. Üst kata çıkarken kafamın içindeki durgunluk, yeniden karmaşayla dağılmaya başlamıştı. Açık duran yatak odası kapısından içeri baktığımda Efken’in yatağın ucunda oturmuş, sessizlik içinde zemini izlediğini gördüm. Karanlık odanın içinde bedeninden gümüşi bir ışık yayılırken bunun farkında bile değil gibi görünüyordu. Nemesis, bedeninden ışık olup yavaşça taşmaya başlamıştı.
İçeri girip kapıyı kapattığım sırada kafasını kaldırarak gözlerini gözlerime yasladı. Yüzüme yansıyan gümüş ışığı gördüğü an, ışığın ondan süzüldüğünü anlamış gibi bocaladı ama ifadesini kolaylıkla toparladı. Ağır adımlarla ona doğru yürüyüp yatağın ucuna, onun hemen yanına oturdum.
“Sanırım sızdırıyorsun,” dedim alayla.
“Bu alışkın olmadığım bir durum değil, bazen içimden kayıp dışıma taşıyor.”
Omzumun üzerinden ona baktım ama bakışlarıma bir karşılık alamadım. Derin bir nefes alarak, “Aramız hâlâ kötü mü?” diye sordum.
“Aramızın kötü olduğunu düşündüğüne göre kötü olmasına sebep olacak şeyler yapmışsın. Doğru mu anlıyorum?” Göz ucuyla bana baktı, bakışlarında yakaladığım şey öfke ya da belirsizlik miydi yoksa hiçbir şey miydi bunu anlayamadım.
“Bu kıskançlığı-”
“Kıskançlığı mı?”
Duraksayarak ona baktım. “Değil mi?”
“Öyle mi?” diye sordu gözlerime daha derin, içimi kazıyormuş ve dibime ulaşıyormuş gibi bakarak.
“Mekânda yaptığını yapıp, aramızda bir şey olmadığını da iddia edecek misin?” diye sordum birden durduramadığım bir saldırganlıkla.
“Bunu bu kadar kafaya taktığına göre, aramızda hiçbir şey olmaması ihtimali bile seni sinirden kudurtmaya yetiyor,” dediğinde ses tonuna bariz bir biçimde yayılan o alayın öfkeyle dolmama neden olması normaldi.
Gözlerinin içine gizlemediğim, gizlemekle asla uğraşmayacağım, doğrudan onu hedef alan öfkeyle bakarken, “Aramızda bir şey olmadığına karar verecek olursam, elinde bir mumla güneşin altında beni aramaya başlarsın,” dedim sertçe.
Bu, beklemediği bir şey olmalıydı. Gözlerine çöken o saldırgan ifadeyi gördüm ama bana yönlendiremedi. Öfkesini içinde yaşadı, kızgınlığını kendine bir iğne gibi batırdı. Tek kelime edemedi ama gözleri bana çok fazla şey anlattı.
“Aramızda bir şey olduğunu, Medusa,” dedi sertçe, yüzünü yüzüme yaklaştırınca kokusu ciğerlerimi sardı, “bin kilometre uzağımızda, değil adımızı, varlığımızı bilmeyen biri bile anlar.”
“O hâlde kıskanmana rağmen dikenlerini çıkararak alay eder gibi kıskançlık mı diye sorma,” dedim soruyu sorarkenki sesini taklit ederek.
“O zaman sen de kıskandığımı bildiğin hâlde onu etrafında tutmaya son ver. Çünkü ünvanlarımın yanına bir de Kadim Büyücü Deşici’yi eklemeye hiç olmadığım kadar yakın hissediyorum kendimi.”
“O bize yardım etmek için burada.”
“Bu kadar iyiyse cennete gitsin,” dedi Efken dişlerinin arasından. “Senin etrafında vızıldarsa, senin etrafını da cehenneme çeviririm. İyiler sana yaklaşamaz. Nasıl fikir?”
“Kıskanmana neden olacak hiçbir şey yaşanmadığı hâlde nasıl bu kadar saldırganlaştığını merak ediyorum,” dedim sakince.
“Kıskanmama neden olacak bir şeyin olmasına gerek yok, başka bir adamın etrafında olması yetiyor da artıyor.”
“Manbel’i ya da diğerlerini erkekten saymıyorsun herhâlde sen?”
“Manbel koyduğumun ucube iblisinin teki, üstelik belki fark etmiyorsun ama sana kızına duyduğu şefkati duymaya çoktan başladı.” Bir an bu gerçeğin yüzüme çarpılması, şaşkına dönmeme neden oldu. Manbel bana şefkat mi duyuyordu? “Diğerlerine gelecek olursak, İbrahim malın önde gideni olabilir ama benim biraderim. Ceyhun ve Ulaş da öyle. Hatem benim sürümden, benim soyla bağlı olduğum kardeşim. Anlıyor musun?” Son soruyu sorarken gözlerinde tehlikeli gölgeler titreşti.
“Anlamaya çalışıyorum,” dedim sessizce.
“Hiçbir sikten anladığın yok senin.” Öfkeyle farklı yöne döndüğünde kaşlarım sertçe çatıldı.
“Bravo, liseli bir erkekten daha büyük bir ergen olmayı nasıl başardığını bilmiyorum ama sana bir ödül verilmeli.”
“Yapma ya?”
“Aynen canım,” diyerek başımı iki yana sallayıp oturduğum yerden doğrularak kalktım. Hiç beklemediğim bir anda bileğimi kavrayıp beni kalktığım yere geri oturttu. Gözlerimde saklayamadığım bir öfkeyle ona baktığım sırada, yine de beklemediğim bir anda dizini yatağın diğer tarafına bastırarak üzerime çıktı ve sırtımın yatağa yaslanmasını sağladı.
“Ne yapıyorsun?” diye sordum gözlerimi gözlerine kenetleyerek.
“Seni sakinleştiriyorum,” dedi ama sakinleşmesi gereken asıl kişi oymuş gibi duruyordu.
Gözlerim anlık olarak kapıya doğru kaydı. Kapı kilitli değildi ve henüz bu eve alışamayanlardan biri odaları karıştırıp birdenbire bu odaya girebilirdi.
“Kapı kilitli değil, kes şunu,” dedim ama genzimden gerçek bir emir yükselmediği için olsa gerek, bu söylediğim onun üzerinde bir hüküm sürmedi. Gözlerimin içine beni tüketecek olan asıl ateş oymuş, içimde benimle yaşayan ateşin, onun ateşi yanında bir kor tanesi kadar gücü yokmuş gibi baktı; sanki onun ateşi bir yangındı ve benim ateşim, o yangının içinde yerde savrulan bir kor tanesiydi.
“Birinin bir şeyleri kesmesi gerekiyorsa, bu kesinlikle sensin,” dedi yüzüme doğru eğilirken. Güçlü avuçlarını kafamın iki yanından yatağa bastırdığından, yatak onun gücünün etkisiyle içeri çökmüş, kafam derinlere doğru saplanmıştı. “Başka bir erkeğin gözlerinin içine bakmasına izin vermeyi kes.”
“Sen çıldırmış olmalısın.”
“Çılgınlığın ötesine geçeli uzun zaman oldu, Mahi.”
Gözlerinin içine bakarken, “Öyle mi?” diye sordum. “Neden?”
“Nedenini çok iyi bilmiyormuşsun gibi.”
“Bu nedeni senden duymak istediğimin farkında değilmişsin gibi konuşmayı kes, Yıkım Getiren.”
Efken’in dudakları yukarı doğru kıvrılırken bunun altında gizlenen karanlık bir alayın varlığı, dört bir yanımı beni içine almak isteyen gölgeler gibi sardı. Dudakları dudaklarıma yaklaşmaya başladığında, “Neden?” diye sordum, cevabını biliyor olmama rağmen dudaklarını aralasın, kalın sesi bana bu gerçeği doğrudan fısıldasın istedim.
Belki de bunu gördüğü için benimle oynuyordu. Delice arzuladığım, duymak için çıldırdığım bu şeyi söylemek yerine benimle oynaması bundandı. Bundan zevk alıyordu. Gözleri gözlerime kenetli durumdayken, “Neden çılgınlığın ötesine geçtiğimi merak ediyorsun, ha?” diye sordu. Kalbimin vuruşları birdenbire zalimleşti. Beklentinin kalbimi sıkıştırdığını hissettim.
“Evet, söylemeyecek misin?”
Yüzünü yüzüme yaklaştırıp, “Kıskanıyorum,” dedi tek nefeste. “Seni köpek gibi kıskanıyorum.” Dudakları neredeyse dudaklarıma sürtündü. “Oldu mu?”
“Bilmem,” dedim kollarımı boynuna sararken. “Oldu mu?”
“Ne istiyorsun, Mahi?”
Gözlerinin içine daha derin baktım, bir cevap vermedim.
“Bu hisle ölmemi ya da birini öldürmemi mi?” diye sordu, sesi kısık geliyordu fakat hisler bir sarmaşık gibi dolanarak kelimelerini tehditkâr hâle getiriyordu.
“Üzerimden kalkmanı istemek daha normal olurdu sanırım,” diye fısıldadım. “Mahzar’ın ya da başkasının bizi bu şekilde görmesi hoş olmazdı.”
“İstersem seni sürekli kucağımda dolaştırırım ve bu kimsenin üzerinde tek kelimelik yorumda bile bulunamayacağı bir şey olur,” dedi Efken burnundan sert bir nefes vererek. Sert nefesi dudaklarımda can bulduğunda nabzım alev gibi yanarak hızlandı
“Kapı kilitli değil,” dedim bilinçsizce. “Kalk.”
“Kapının kilitli olmaması mı sorun?” Bu soruyla beraber yavaşça doğruldu ama üzerimden kalkmadı. Elini havaya kaldırdığında bir an kaşlarım çatıldı. Avucunu hareket ettirdi ve kilitten yükselen ses, gözlerimin iri iri açılmasına neden oldu. Kapıyı tek bir el hareketiyle kilitlemesinin şaşkınlığını yaşarken yüzüme doğru eğildi ve “Evet,” diye fısıldadı. “Nerede kalmıştık, Kraliçe?”