Zihninin sınırlarını esnettiğin anda, işte orada bulacaktın gerçek gücü. Çünkü kendini sınırlandırmak, gücüne ket vurmaktır.
Efken, zihnine ket vurmamaya başladığı için mi Nemesis yanıyla bütünleşmeye başlamıştı yoksa Nemesis, bir zehir gibi damarlarında mı ilerliyordu, bunu anlayamıyordum. Zihnimi usul usul esneterek kazanmaya başladığım gücün, yakıcı boyutta beni değiştirmeye başladığını hissediyordum. Ateşe vererek küle çevirdiği yerlerimden yeni bir ben inşa ediyordu âdeta.
Çantanın içinde duran kıyafetlerimi yavaşça çıkardım ve eskisinden daha yeni görünen elbise dolabının içine yerleştirmeye başladım. Gökyüzü hep griydi, görmeye alışkın olduğum bu kapalı aura, karların gümüş ışıltısıyla kesiliyordu. Odanın içinde dolaşan gümüşi parıltıları izlemeye başladığımda eşyalarımın çoğunu elbise dolabına yerleştirmiştim. Uzun zamandır İbrahim’in evinde olduğumuzdan mı yoksa burayı evim bellediğimden midir bilinmez, sanki baktığım her noktada bir anıyla buluşuyor, özlem gideriyordum.
Şafakta eve dönmüştük, bu eve dönüşümüzün sonuçları ne olurdu bilmiyordum ama büyük bir bedel ödememeyi diliyordum. Öte yandan Efken, ona yöneltilen akılların tamamını kendi zekâsıyla keserek yok saymış ve Gümüş Pençeleri koruyacak bir enerji açığa çıkarmaya karar vermişti. Bunun için ne kadar zamana ihtiyacı vardı bilmiyordum ama şafakta bizi eve bıraktığı an ortadan kaybolduğuna göre çoktan işe koyulmuştu. Bir yanım acele etmemesini diledi, diğer yanımsa masum Gümüş Pençelerin ölümlerini yüzüme çarparak vicdanımı kemirdi. Kalbimin bir yarısı şiddetle Efken’i haklı buluyordu, diğer yarısıysa korku doluydu ve onu haklı bulan yanımı duymazdan geliyor, yalnızca Efken adına endişe pompalıyordu.
Sapphire kapıyı tıklattı, varlığını ve enerjisini doğrudan hissettiğim için kapıdakinin o olduğunu anladım. Omzumun üzerinden kapıya bakıp, “Gel canım,” dedim şefkatle. Küçük bir kız çocuğu gibi kafasını merakla kapı aralığından içeri uzatıp, “Lord bizi düşünmüş olsa gerek, tadilat sırasında yeni iki oda hazırlatmış,” dedi, başımı salladım. Evin arka tarafına doğru genişletildiğini fark etmiştim, yeni iki oda inşaatı henüz yeni tamamlanmış gibiydi. Şimdilik odalarda sadece yatak ve birer şifonyer vardı ama yine de Sapphire, Crystal ve Miraç’ı düşünmüştü. Odalardan bir tanesinde iki yatak vardı, Sapphire ve Crystal için hazırlandıklarını o an anlamıştım. Çoğunlukla odunun teki olsa da düşünceli bir yanı vardı, bir zalimken bile o yanını kaybetmez gibi geliyordu.
Sapphire içeri girip kapıyı kapattı ve çekingen bakışlarını bana çevirerek, “Lord ile aranız mı kötü?” diye sordu, bu soruyu ondan duymayı beklemediğimden tek kaşımı kaldırdım. Genelde etliye sütlüye karışmazdı, utandığından mı yoksa rahatsızlık vermek istemediğinden mi pek anlamasam da yorumlarını kendine saklayıp, sorularını susturan birisiydi.
Yatağın üzerinde duran kırmızı kazağımı alıp katlamaya başladım, işim sona erdiğinde sorudan daha fazla kaçamayacağımı anlayıp, “Sanırım aramız biraz limoni,” diye itiraf ettim. “Aramızdaki bir güç savaşı diyemem ama ikimiz de içine yeni girdiğimiz kalıplara alışmaya çalışırken öfkemize hâkim olamayıp birbirimize dalaşıyoruz.”
“Nazı bir sana geçtiği için öyle olduğunu düşünüyorum,” deyince, söylediği şey içime dokundu. “En çok senin tarafından anlaşılmaya ihtiyaç duyuyor olsa gerek.”
“Onu anlamadığımı düşünüyor, haklısın.” Katladığım kazağı dolabın içine koyup derin bir nefes alarak gözlerimi yumdum. “Oysa ben yalnızca onu düşünüyorum.”
“Sonuçta o güçlü bir lider, bazı zamanlar onu düşünürken onun egosunu incitiyor olabilirsin,” dedi Sapphire, bir defa daha haklılığı yüzünden bozguna uğrayarak kaşlarımı çattım. Sapphire, yanlış bir şey söylediğini düşünmüş olacak ki “İleri gittiysem affet lütfen,” diye mırıldandı.
“İleri gitmedin, sadece bilmiyorum, ona nasıl yaklaşmam gerektiğiyle ilgili soru işaretleriyle doluyum çünkü o bu aralar çok… Değişken. Ruh hâli sık sık değişiyor ve bu süreçte geri dönüşü mümkün olmayan bir hata yapmasından korkuyorum. Kendisini biraz bile önemsemiyor.”
“Onun için önemli olan tek insan sensin,” dedi Sapphire. “Ve Gümüş Pençelere karşı da büyük bir sorumluluk hissediyor. Onların efendisi, lideri ve kralı, durum böyleyken onların sorumluluğunu üstlenmek istemesi, kendisini suçlaması normal geliyor.”
“Onun için bu kadar önemliysem eğer, onun da kendisini önemsemesi gerekmez mi?” diye sordum sessizce. “Sonuçta iyi olmamı istiyorsa, önce o iyi olmalı çünkü biz bağlıyız ve biz…”
“Siz?” Sapphire yumuşak bir şekilde gülümseyip beklentiyle gözlerimin içine baktı.
Hiç dile getirilmemiş bir gerçek vardı. Aramızdaki şey. Nigin Bağı’ndan fazlası olan o şey. Dile getirmekten korktuğumuz ama ikimizin de yok sayamadığı bir şey… Susup gözlerimi yere indirdim. “Saul ve Mēness’ten farklıyız,” diye fısıldadım. “Onlar iki âşıktı, birlikteydiler.”
“Siz de iki âşık değil misiniz?”
Sorusu beni bir kez daha sarsınca gözlerimi kaldırıp Sapphire’a baktım. Bana tekrardan gülümsedi ve “Aranızda adı koyulmamış bir şey olduğunu sanıyorsun ama o şeyin ne olduğunu herkes görebiliyor,” dedi hiç düşünmeden. “O şeyin adının ne olduğunu herkes biliyor. Siz dışında.”
Sustum.
“Hâl böyleyken birbirinize üstünlük kurmaya çalışmak yerine, bu yolda yan yana yürüyebilmeyi öğrenmeniz gerekir,” dedi Sapphire. “Çünkü kral ve kraliçeler, birlikte yönetmeyi öğrenmeliler.”
“Sanırım farkında olmadan onu gücendirecek davranışlarda bulundum.” Yatağın ucuna oturdum. “Ama değişimi bu denli barizken bunu da görmezden gelemezdim.”
“Ateş ve yıldırım birbirine çarptığında yaratacakları şey yıkım olur ama tıpkı cadıların karşısında olduğu gibi ateş ve yıldırım uyum içinde birbirine dolanarak ilerlerse, doğacak olan şey sadece kudret ve güç olur,” dedi Sapphire. “Ona uyumu öğretmelisin, kraliçem. Çünkü sanıyorum ki Lord, kabuğu sert biri ama aynı zamanda söz konusu senken, senin için her şeyi yapabilecek biri.”
Sapphire’ın sözcükleri sona erdiğinde sessizce odadan çıktı. Keyifsizce camdan dışarıya, gümüş rengi parıltılarla yağan kara baktım. Dikkatlice koruluğa baktığımda, özellikle incelerek bir yılanın görüşünü alan gözlerim devreye girdiği anda korumanın büyüklüğünü görebiliyordum; dokusu şeffaf bir zar gibiydi ve hafif bir dalga gelgitler oluşturuyormuş gibi görünüyordu. Nemesis’in yarattığı zırhtan içeri hiçbir şeyin geçemeyeceğini anlamak mümkündü. Gücü kudretliydi ve kesinlikle şu âna dek görülmemiş bir karanlığa sahipti.
“Ben seni, sen bir Ölüm Yıldızı’yken de sevebilirim,” diye mırıldandım kendi kendime. “Korkum, sen bir Ölüm Yıldızı’yken ya beni yok sayıp gidersen?” İlk defa dile getirdiğim bu korkunun, bir süredir kalbimin atışlarını dahi boğan kötü ve karanlık eller olduğunu fark ettim. İçimden bile konuşmadığım, düşüncelerimde bile yer vermediğim bu korkuyu dillendirmek bir an için bana çok ağır geldi.
“Umarım daha fazla hedef hâline gelmezsin, Yıkım Getiren,” diye fısıldayarak yatağa devrildim. Ayaklarım hâlâ yere basıyorken, yatağa serilen bedenime çöken yorgunlukla derin bir iç çekip gözlerimi tavana diktim. Bu odada gözlerimi ilk kez araladığım ânı hatırladım, hole çıkıp onu ilk kez gördüğüm ânı, dövmeli ellerini, büyük bedenini, beni önce bu evden kapı dışarı edişini ve sonra da kaybolmak üzere olan bedenimin üzerine bir gölge gibi çöküşünü…
Sonra birdenbire içim korkuyla kasıldı. Ayperi’nin söyledikleri bir çınlamaya dönüşerek zihnimi allak bullak etti. Babamın tehlikede olma ihtimali, bir suyun hızla yükselerek önce çenemi, sonra dudaklarımı ve devamında tüm yüzümü içine aldığını, beni boğmaya başladığını hissetmeme neden oldu. Bacaklarımı yukarı çekip cenin pozisyonuna girdim, yatakta küçülebildiğim kadar küçüldüm. Babama dair anılar peşi sıra zihnimin çarmıhına gerilerek bana azap çektirmeye başladığında sadece uyumayı diledim. Uyumayı ve biraz olsun uzaklaşabilmeyi. Uyumayı ve unutabilmeyi.
Göğsümde babamın ışığı yanardı hep, çok uzun zamandır o ışık kayıptı.
Uykuya daldım ama içime dalıp beni alaşağı eden hisler, uykumda bile parmaklarını ruhuma bastırmayı bırakmadı.
Bir elin yüzümde, saçlarımda dolaştığını hissettiğimi hatırlıyordum. Rüyamda olmadığı kesindi çünkü rüyamda boş, beyaz bir odada yalnız başıma oturuyordum ve o eli hissettiğim an kafamı kaldırıp rüyamdaki beyaz tavana bakmıştım. Sanki elin sahibini görebilirmişim gibi.
Tanıdık hissettiren parmakların gözümün altındaki çukurdan kayarak elmacık kemiğime süzülmesiyle titreyen kirpiklerim zar zor da olsa aralandı. Puslu görüş alanıma ilk giren, yüzümü dikkatle izleyen mavi gözleri oldu. Dizini yatağa bastırmış, üzerime doğru hafifçe eğilmişti ve içerisi gözlerimi yumduğum ânın aksine karanlık sayılabilecek kadar loştu. Gözlerimi araladığımı fark etse bile bakışlarını benden uzağa götürmedi, geri çekilmedi ve parmakları tüy gibi yüzümün sınırlarında hareket etmeye devam etti.
“Çok mu yoruldun, küçük yılan?” diye sorduğunda bakışlarım yüzünde toplandı. Parmağını elmacık kemiğimden kaydırarak çeneme indirdi, çenemi tutarken yüzüme doğru eğildi. Hiç beklemediğim anda, beklemediğim şekilde dudaklarımızı birbirine dayadı. Bu öpücük başta rüya gibi geldi, daha sonra derinleşerek ruhumu kavurdu ve beni gerçekliğiyle yüzleştirdi. Dili dudaklarımın arasına sızarken ruhumun onun tarafından kuşatıldığını hissettim.
Bir elini boynuma yaklaştırıp avucuyla boğazımı kavradı, tutuşu sıkı değildi ama üstünlüğün kimde olduğunu gösteriyordu. Diğer eli hâlâ çenemde duruyordu ve öpüşmemizi kesinlikle o yönetiyordu. Bedenimin zonklamaya başladığını, kasıklarımda yuvarlanan duyguların birikerek ve birbirine sürterek ateşe döndüğünü hissediyordum.
Tamamen onun hükmü altında, dudaklarına muhtaç hâlde usulca ağzının içine doğru inlediğimde parmaklarını tenime daha sert ve ısrarcı bir şekilde bastırdı. Hislerin gözlerimi doldurmaya başladığını hissettim ama gözyaşlarının akmasını istemediğimden gözlerimi sıkıca yumarak ellerimi onun gür saçlarına yönlendirdim. Dili ağzımın içinde bir yılanmış gibi süründü, dişlerimin üzerinde dolaşarak damaklarıma dek uzandı. Tırnaklarımı bilinçsizce ensesine bastırdığımda ağzıma doğru inleme sırası onundu. Bu inilti beni daha da kışkırttı, tırnaklarımı battığı derinin içinden çıkarmadan hareket ettirip dilini damağıma yaslayarak emdim. Karnımdaki alevler hızla göğsüme tırmandı, boynuma dek uzandı; onu öperken dudaklarımdan alevlerin aktığına yemin edebilirdim ve o alevlerin onu da tutuşturduğunu biliyordum.
“Sana doyamıyorum,” diye inleyerek dilini ağzımdan çıkardığında gözlerimi aralayıp ona gözyaşlarının yığıldığı kızıl gözlerimle baktım. Kaşları çatıldı, parmaklarını yukarı taşıyıp şakaklarımdan saçlarımın içine dek kaydırdı. “Seni ağlatmak istemiyorum,” dedi, gözlerimi kaçırıp başka bir tarafa bakmaya çalıştığımda, diğer elinin parmakları çeneme yeniden yerleşerek beni ona bakmaya zorladı. “Ama bunu yapıyorum, değil mi? Seni ağlatıyorum.”
“Hayır,” diye karşı çıktım.
“Kalbini endişeyle dolduruyorum, sonra acımasızca konuşuyorum,” diyerek yaptıklarını kabullendi. Dudaklarını dudaklarıma sürttü ve “Ama hiçbir şey, gerçekten haklı olmam ya da haksız olmam bile senin gözyaşlarından daha kıymetli değil,” diye fısıldadı. Avuç içlerimi ensesine bastırıp yüzümü boynunun girintisine gizledim. Konuşmadı, sustu ama sessizliğinin anlamı bile kelimelerinin olduğu kadar büyüktü.
Yüzüm hâlâ boyun girintisindeyken, “Bugün mekâna gidelim,” demesini beklemediğimden kaşlarım çatıldı. “Hem işler ne durumda kontrol etmiş oluruz hem de kafamızı dağıtırız. Olup bitenlere öyle odaklandık ki başka hiçbir şey yapmaz olduk.”
Tarçının yoğun olduğu kokusunu içime çekerken, “Olur,” diye mırıldandım. Dudaklarını saçlarımın üzerine bastırıp sustu, işte tam da bu kadar konuşabiliyordu, daha derinlere gelmek ona göre değildi ya da belki de derinlerimizden kaçıyordu. Onu anlıyordum çünkü bazen ben de bana ağır gelen hislerden kaçıyordum. Belki de bu konuda birbirimize çok benziyorduk.
Evin içindeki hareketlilik arttığında Efken usulca geri çekilerek üzerimden kalktı. Gölgesi üzerimden çekildiği için boşluk hissine kapılarak sırtına baktım. Yatağın ucuna oturup boynunu esnettikten sonra, “Henüz onlar için bir koruma yapmaya başlamadım, hâlihazırda ortaya çıkardığım enerjinin biraz olsun dinmesini bekliyorum,” dediğinde, sözlerimize kulak vermiş olması dikkatimden kaçmadı. Doğrulup, yatakta bağdaş kurarak oturdum ve söyleyeceklerinin henüz bitmediğinin farkındalığıyla sırtına bakmaya devam ettim. “Gerçekten bir enerji artığı oluşuyorsa, zamanla yok olacaktır. Çok zamanım yok ama en azından artığın hafiflemesini bekleyebilirim.”
“Bunun doğru bir karar olduğunu düşünüyorum,” diye mırıldandım. “Peki ya gerçekten o savaşta açığa çıkan enerjiden sonra karanlık bir kapı açtıysan, o zaman ne olacak?”
“O kapı açıldı, Mahi,” dediğinde nefesimi tuttum. “Şu an olanların başka bir açıklaması olamaz.”
Sırtına sokuldum ve yanağımı sırtına bastırırken, “Kapatmanın bir yolu yok mu?” diye sordum sessizce.
“Nasıl kapatılır bilmiyorum ama nasıl kullanacağımı iyi biliyorum,” dedi durgun, boğuk bir sesle.
Yanağım sırtında gözlerimi boşluğa indirdim.
❄️
Şampanya rengi mini elbisem, lüks satendendi, zarif bir şekilde vücudumun üzerinde su gibi akıyordu. Bel kısmı eteğinin aksine dardı, ince belimi ortaya sermek için korse yapısıyla beni sıkıca kavramış, elbisenin korsesinin ipleri belimin arka tarafında düzgünce bağlanmıştı. Uzun, acı kahverengi, topuklu çorap çizmelerim ikinci bir deri gibi dizimin üzerine dek sararak bacaklarımın şeklini almıştı. Kolye takmamıştım, bunun yerine sıkı bir atkuyruğu yaptığım jilet gibi keskin görünen saçlarımın açığa çıkardığı kulaklarıma uzun küpeler takmıştım. Çorap çizmelerimle aynı renk olan kürk ceketim, elbisemle aynı boydaydı. Buğulu, bronz bir göz makyajı yaptıktan sonra dudaklarımı daha sade bıraktım ve boynuma, bileklerime parfümümü püskürttüm. Kombinimle hemen hemen aynı tonlardaki clutch çantanın içine telefonumu ve bu şehirde kullanmam için Efken’in elinin kolunun uzun olması sayesinde elde ettiğimiz sahte kimliğimi koydum. Kürkümü yatağın kenarına bırakıp aynaya doğru ilerledim.
Efken için çıkardığım kıyafetler askısıyla beraber yatağın üzerinde duruyordu. Efken duştan çıkıp, ıslak saçlarını temiz, küçük bir el havlusuyla kurulayarak odaya girdiği sırada boy aynasının karşısında durmuş kendimi izliyordum. Kıyafetlerin tamamı yeniydi, etiketlerini az evvel kesmiştim. Biraz kilo kaybettiğimden korseyi iyice sıkmak zorunda kalmıştım ama belimde hâlâ potluk vardı. Efken ağır adımlarla bana yaklaşırken alanıma gireceğini hissettiğim için kalp atışlarım hızlandı. Tam arkamda dikildi, aramızdaki boy farkını yeniden görmemi sağladı. Başı, başımın epey yukarısında duruyordu, gözlerini yansımama çevirerek beni baştan aşağı süzdükten sonra yansımada asılı duran gözlerime baktı.
Yorum yapmadı ama gözleri çok fazla şey söylüyordu; beğenisini, tatmin oluşunu, hatta kirpiklerine ateş gibi değen kıskançlığını dile getiriyordu. Mavi gözlerinin içinde hapsolduğumu hissettiğim anlarda ıslak parmaklarını beline sarılı havluya sildi ve kollarındaki kasların kasılmasına neden olacak şekilde ellerini belimin kenarlarına yerleştirdi. Dudaklarını boynuma yakın bir konuma getirirken gözleri hâlâ aynada duran yansımamın gözlerindeydi.
“Zaten akıl karıştırıcı şekilde ince olan belin, şimdi tek avucumun içine alabileceğim kadar ince görünüyor,” diye fısıldadı, fısıltısı tenime temas eden sıcak nefesiyle beraber yırtıcı içgüdüleri devreye soktu.
Göğsüm elimde olmadan hızla inip kalkmaya başladı. Korsemin iplerini çözmeye başladığında damarlarımın etrafında hareket eden nabzımın sesi, şimdi kulaklarımın derinliklerine sızmış, zihnimi uğuldatıyordu. Korsenin iplerini iki yandan kavrayarak sertçe çekince nefesim kesildi, belimdeki ince kavis daha da belirginleşti. Efken çenesini omzuma bastırıp, korsenin iplerini biraz daha sıktığında bedenim olduğu yerde sarsıldı ve avucumu aynaya bastırıp yansımasına daha da kızıllaşan gözlerimle baktım.
“Nefis,” diye fısıldadıktan sonra korseyi biraz daha sıktı ve bağlamaya başladı. “İşte şimdi eşsiz bedenine tam oturdu. Böyle daha iyi hissediyorsundur.” Parmaklarını yeniden belimin kenarlarına yerleştirip, parmak boğumlarında uğuldayan kanı hissetmeme neden olana dek bastırdı. Nefesimin hızlanmasının önüne geçemedim. Bundan keyif aldığı barizdi.
“Teşekkür ederim,” diye mırıldandım ve ilk kez teşekkür etmemden rahatsızlık duymadan, “Lafı bile olmaz,” dedi. “Ama ceketini giyseydin beni çok memnun ederdin. O güzel belinin kavisini sadece kendime saklamak gibi planlarım var. Aksi hâlde zorba ve gıcık birine dönüşmem an meselesi olurdu.”
“Mekândayken ceket giymemi beklemiyorsundur umarım.”
“Mekânı boşaltırım ve güzel belini kendime saklarım, bu da bir seçenek.”
“Zorba olduğun konusunda hemfikiriz en azından.”
“Bunun seni tahrik ettiğini biliyorum,” diye fısıldayıp yanağını yanağıma bastırdı.
“Saçların ıslak, sokulma öyle bana.”
“Sen saçlarımdan daha ıslakken sana sokulmak beni deli ediyordu oysa,” dedi sahte bir gücenmişlikle.
“Aynı şey değil.”
“Evet, sen yapış yapış ve nefis kokuyorsun ıslakken.” Çenesini omzuma bastırdı. “Bense şampuan ve sabun kokuyor olmalıyım. Çok da iştah açıcı değil.”
“Sen öyle san,” dediğim an kaşlarını kaldırıp beklentiyle yüzüme baktı. “Sana nasıl koktuğunu anlatmayacağım, Karaduman.”
“Oysa ben sana nasıl koktuğunu seve seve anlatıyorum.”
“Bu noktada insafa gelip sana nasıl koktuğundan bahsetmeye başlamam mı gerekiyordu?”
“Yani,” diye mırıldandı erkeksi bir sesle.
Ondan yavaşça ayrılıp yatağa doğru ilerledim, yatağın üzerine serdiğim takımı askısından kaldırarak, “Giyinmelisin,” dedim.
Bir süre gözlerimin içine baktı, sonra bakışlarını elimde tuttuğum takıma indirip, “Demek beni giydirmeye de başladın,” dedi. Hiç beklemediğim bir anda altındaki havluyu çıkarıp yere bırakınca, karşımda çırılçıplak kaldığı için gözlerim iri iri açıldı. “Sorumluluk al ve madem beni giydiriyorsun, bunu en ince ayrıntısına kadar sen yap.”
Gözlerimi kasıklarına indirmemeye özen göstererek, “Delirmişsin,” dedim. “İçeride kardeşim var.”
“Hayır, yok.” Başını sol omzuna yatırıp beni baştan aşağı süzdü. “İbrahim onları alıp kendi evine götürdü, bu geceyi birlikte geçireceğimizi çıtlatmış bulundum ve şimdi yalnızız.”
Gözlerim anlık adonis kasına takıldı. İnanılmaz bir keskinlik. Esmer tenindeki girinti çıkıntılar baş döndürücüydü. Kelimeleri toparlayabilmek adına gözlerimi bir an evvel Yunan tanrısından hallice olan vücudundan ayırsam iyi edecektim. Eğer benim dünyamda yaşıyor olsaydı, tüm ajanslar peşine düşerdi ve sosyal medyada adına büyük fan hesapları kurarlardı. Evet, abartmıyorum, kesinlikle böyle olurdu.
Parmağını şıklatınca irkilerek gözlerinin içine baktım. “Gözlerin hiç rahat durmuyor ama,” dedi muzip ve karanlık bir sesle. “Gözlerin bu denli davetkârken, benim bu davete icabet etmemem ne kadar da saygısızca olurdu.”
“Sen zaten saygısızın tekisin,” dememle dudağının kenarı tehlikeli bir kıvrımla yukarı çekildi.
“Haksız da sayılmazsın.” Bana doğru bir adım attı. “Ama birdenbire çok saygıdeğer bir beyefendi olmaya karar versem, davetine sevgi ve saygıyla icabet etsem, fena mı olurdu?”
Söyledikleri içimdeki ateşi harlasa da “Giyinecek misin artık?” diye sordum otoriter bir sesle.
İstese benimle kedinin fareyle oynadığı gibi oynamaya devam ederdi ama bunun yerine dudağının kenarında hâlâ o yamuk gülümseme varken çıplak bir şekilde yatağa yaklaştı. Aramızda bir adımlık mesafe kaldığında kafamı kaldırıp ona baktım.
“Aşağıya bakmamak için direndiğin kadar dikkafalılık yapmamak için direnseydin ne güzel olurdu,” diye mırıldandı, ses tonu inanılmaz erotik geldiği için kendime sinir olup gözlerimi kıstım. Elimdeki askıyı alırken parmakları parmaklarıma sürtündü. İçimdeki ateş daha da büyüdü, soluk boşluğumda sıcaklığını hissettim. Önce boxerını giydi, daha sonra onun için seçtiğim takımı giymeye başladı ve bu olurken ona dikkatli bakmamaya çalıştım. Acı kahve gömleğinin manşetlerini düzeltirken bakışları omzunun üzerinden bana kaydı. “Artık altımda dizime kadar uzanan bir şey yok, rahat olabilirsin, yılan,” dedi.
Söylediği şey kulaklarıma kadar kızarmama neden olsa da ona dik dik bakıp sanki hiç çekinmiyormuş gibi davrandım. Pantolonu uzun ve sıkı bacaklarından geçirip düğmesini kapatarak fermuarını çekti, ardından siyah pantolonunun kemer halkalarından gömleği gibi kahverengi olan bir kemer geçirdi. Siyah blazer ceketi kollarından geçirdikten sonra yatağın ucuna oturup çoraplarını ve kahverengi rugan ayakkabılarını giydi. Kravatsız takım giymek ona çok yakışıyordu, bir de şimdi olduğu gibi gömleğinin ilk iki düğmesini üstten açık bırakıp esmer tenini ortaya serdiğinde, işte o zaman güzelliği daha da baş döndürücü bir hâl alıyordu. Mavi şişedeki parfümünü boynuna sıktıktan sonra masanın üzerine bırakıp, masada dağınık şekilde duran makyaj malzemelerime, tarağıma ve takılarıma baktı.
“Tuhaf,” diye mırıldandı.
“Tuhaf olan ne?”
“Böyle bakınca evliymişiz gibi hissettiriyor.” Parfüm şişesini benim parfüm şişemin yanına doğru kaydırdı ve gözlerini makyaj aynasından bana uzatarak, “Sana da öyle hissettirmiyor mu?” diye sordu.
Gözlerim birbirine çok yakın duran parfüm şişelerimize, masanın üzerine dağılmış malzemelerime ve yine masanın üzerinde ona ait duran yüzüklere dokundu. Bakışlarım ellerine taşındığında bir süredir yüzükleri takmadığını fark ettim. Ona yaklaşıp masadaki yüzükleri alarak tek tek parmaklarına takmaya başladığımda konuşmayacağımı anlamış gibiydi ama onu yanıltarak kafamı kaldırdım, gözlerinin içine baktım ve son yüzüğü de parmağına geçirirken, “Evet,” dedim. “Öyle hissettirdi.”
Göz bebekleri genişleyip küçüldü, ışığa bakıyor gibiydi ama aslında bana bakıyordu; belki de onun ışığı bendim.
“Senin derken?”
“Pandemonium,” deyince mekân için ne kadar çok uğraş verdiğimi hatırlayıp kaşlarımı çattım. “Luxury nasıl benimse, Pandemonium da sana ait, senin,” dedi.
Bir adım geri çekilecektim ki beni kollarımın kenarından tutup, “Sorun ne?” diye sordu.
“Orası sana ait, ben sadece oranın mimarisiyle ilgilendim,” dedim sertçe. “Senin demen fazla kaçtı.”
“Hayır, senin,” dedi. “Orayı şu anki hâline getiren sendin.”
“Senin yarattığın imkânlarla.”
“Para bir yere kadar her şeyi halleder, senin yeteneğin olmasaydı eski, köhne bir mekân olarak kalacaktı. Sen orayı baştan yarattın. Yani orası senin.”
“Kendimi zaten sığıntı gibi hissettiğim anlar oluyor, bir de bunu söyleme,” dediğimde şaşkınlığını hissettim. “Kendi paramı bile kazanamıyorum, bu benim için ne kadar zor bilemezsin. Şimdi bir çocuğu mutlu etmek istiyor gibi davranarak böyle konuşma.”
“Pandemonium senin adına açıldı,” deyince duraksayıp gözlerinin içine baktım. “Ve sevildi. Bizim hayatımız ters yüz olurken senin güzelleştirdiğin o mekânın, Mavi Yaka’nın gözdelerinden birine dönüştüğünü bilmiyor musun?” Sorduğu soru hem gururumu okşadı hem de beni daha da mahcup hissettirdi. “Buradaki her şeyi senin yarattığın Pandemonium’un geliriyle aldın,” diyerek elbise dolabımı gösterdi. “Yarattığın, konseptini belirlediğin ve farklı bir şekilde gece hayatına sergilediğin o mekân sayesinde. Yani sen sandığının aksine kendi paranla yaşıyorsun.”
“Sadece beni rahatlatmaya çalışıyorsun,” dedim ikilemde kalarak.
“Hayır, ciddiyim. Hem tüm hayatını benim paramla geçirsen de bunu sorun etmez, aksine bundan keyif alırdım çünkü senin önüne bana ait olan her şeyi sermekten haz duyuyorum. Kendi hazzımı düşünmeye devam etseydim Pandemonium diye bir yer olmazdı. Orayı sen baştan yarattın ve benim izlediğim politikanın dışına çıkarak oraya yeni bir soluk kazandırdın. Yani oranın sadece resmî değil, aynı zamanda her şekilde sahibi sensin.”
Gözlerinin içine uzun uzun baktım ama söylediklerini mantıklı bulmadım. Sonuçta mekânın işleyişini, görünüşünü, her şeyini elden geçirmiş olan ben olsam da bana yapabileceklerimin imkânını sağlayan oydu. Efken, “Ortalık çok karışıktı ve sana bunu vermeyi unuttum,” diyerek benden ayrılıp yatağın kenarına ilerledi, komodinin çekmecesini açtığını gördüm. Olduğum yerde hareketsizce ona bakıyordum. Eline bir zarf alıp çekmeceyi kapatırken bakışlarını bana çevirdi.
“Pandemonium senin eserin, eski, köhne bir yere yeni bir soluk getirdin. Para bir mekânın tutmasına yardımcı olmaz, sadece düzenlenmesine yardımcı olur. Mekân sadece zeki biri tarafından yönetilmişse tutar ve senin izlenmesi için çizdiğin harita sayesinde şu an işler sandığından daha da tıkırında.” Zarfı bana uzattı. “Bu zarfta Pandemonium’un aylık getirdiği gelirin aktarıldığı kart var. Senin adına.” Zarfı elinden alırken kaşlarım hâlâ çatık duruyordu. Kâğıdı kenarlarından yırtmaya başladığımda susmadı ve “Sen benim iş ortağımsın,” dedi. “Senin sayende Luxury’yi de yeniden ayaklandırmanın bir yolunu buldum. Bu Pandemonium’un getirdiği ses sayesinde oldu.” Zarfın içindeki banka kartına baktım, üzerinde adım yazıyordu. Kafamı kaldırıp tekrar Efken’e baktığımda reddetme isteği içimi altüst etse de öne sürdükleri sanki bahaneden fazlası gibiydi. Uzun zaman sonra kendimi gerçekten bir işe yaramışım gibi hissettim.
“Başardıkların. Pandemonium senin eserin ve bunu başardın.”
“Bu kabul edebileceğim bir şey değil,” diyerek kartı ona uzattığımda, “Sen benim ortağımsın, elbette kendi kâr payımı da alacağım ama orası sana ait,” diyerek kaşlarını çatıp elimi avucunun içine alarak geri itti ve göğsüme yasladı. “Ne düşünüyorsun bilmiyorum ama bunu maddi özgürlüğünü kazandığını hissetmen için değil, hak ettiğin için yapıyorum. Benim kartlarımı, benim paramı, bana ait her şeyi seninmiş gibi kullanman zaten çok hoşuma gidiyorken neden bencil tarafımı susturup hakkın olmayan bir şeyi sana senin hakkınmış gibi vereyim ki? Yalancıya mı benziyorum? Bu senin hakkın, Mahi. Uzun zamandır.”
“Ben işlerimin başında durabiliyor muyum? Hâlimiz ortadayken bu zaten imkânsızdı. Kaldı ki sen oraya uğramasan da orası senin istediğin düzende işliyor, o düzeni sağlayan sensin.”
“Orayı darmaduman gördüm, her şeyin toparlanması uzun sürmüştü,” dedim, orada küçük çaplı bir savaş yaşanmıştı ve tüm camların kırıldığını dün gibi hatırlıyordum. “Nasıl bir anda popüler olabilir?”
“Gözlerinle görmeye ne dersin?” Kulağıma yaklaştı. “Seni patronken görmek çok tahrik edici olurdu.”
Gülerek geri çekilip, mahcup bakışlarımı kaldırdım ve ona baktım. “İçim pek rahat değil.”
“O zaman iyi bir patron ol ve kendi içini rahatlat,” dedi gülerek. “Kartını çantana koymaya ne dersin? Hem belki bana yiyecek bir şeyler ısmarlarsın.”
Tam ağzımı açacaktım ki bileğine saatini takıp aynanın önüne doğru ilerledi ve yeniden yansımadan bana bakarken, “Rıhtımda güzel bir restoran var, bifteğini hep sevmişimdir,” dedi imalı bir sesle.
“O hâlde önce seni yemeğe çıkarmalıyım.”
Tek kaşını kaldırıp sırıttı. “İşte duymak istediğim tam olarak buydu.”
Gülerek yatağın ucundaki ceketimi giydim, daha sonra çekinerek de olsa kartı çantama koyup çantamı elime alarak odanın çıkışına ilerledim. Efken, ışığı kapatıp arkamdan çıkarken ıslık çaldı, omzumun üzerinden ona baktığımda gözlerinin kalçalarımda dolandığını fark edip donakaldım. Bir ıslık daha çalıp gözlerini kaldırarak yüzüme baktıktan sonra, “Ağzımın suyu akıyor, ben sana saldırmadan, beni doyurmanın bir yolunu bulalım,” diye homurdandı.
Cipe binip emniyet kemerimi bağladıktan sonra uzun, beyaza boyanmış tırnaklarımla oynamaya başladım. Efken, Gümüş Pençelere ıslık çaldıktan sonra karların içinde hızlı adımlarla arabaya yöneldi, sürücü koltuğuna yerleşti ve kokusu aracın içine dolarken, “Hadi gidip önce güzel bir yemek yiyelim,” dedi. “Kurt gibi açım.”
“Bunun mecazi olmadığını bilmek tuhaf geliyor,” dediğimde, yandan bana bir bakış atıp arabayı sürmeye başladı.
“Neyin?”
“Kurt gibi aç olmanın…”
“Merak etme, birdenbire dönüşüp üzerine atlayarak salyalarımı yüzüne akıtmam.”
“Tuhaf bir şekilde böyle bir şey yaşanmış gibi hissettim.”
“Mēness ve Saul ikimizden daha sapıktı yani, öyle mi?” diye sorarken uzun zaman sonra ilk kez keyifli görünüyordu.
“Onların hatıraları kafamın içinde bir dere gibi, her an hatırlamıyorum ama elimi suya sokup avucumla biraz su çıkardığımda, o suyun içinde bir anı görüyorum,” dedim sessizce. “Senin de öyle mi?”
“Evet,” dedi gözlerini yoldan çekmeden.
“Peki sence onlar gerçekten bizim anılarımız mı?”
Hiç düşünmeden, “Evet,” dedi. “Saul eskiden olduğum adamdı, tıpkı Mēness’in de senin eskiden olduğun kadın olması gibi.”
Buna inanması her nedense içimi çok rahatlattı. Rıhtıma yakın bir yerde olduğumuzu ileride parıldayan tekne ışıklarını görünce anladım. Araç özel bir alana girdi, park edeceği noktaya kadar yavaşça ilerledi. Efken aracı yağ gibi kaydırarak park ettikten sonra emniyet kemerimi çözüp araçtan indim. Restoran, sahildeki rıhtım boyunca konumlanmış, büyük, boydan camları aracılığıyla konuklara deniz manzarasını sunan pahalı bir mekândı. Kristal camlarla kaplı duvarlardan içeri gecenin içinde parıldayan ışıklar süzülüyordu. Kapıda bizi karşılayan takım elbiseli adamdan cam kenarında bir masa isteyen Efken, adamın bizi yönlendirdiği noktaya yürümeye başlamadan önce elimi tuttu.
Restoranın iç dekorasyonu modern ve aynı zamanda lüks zevkin güzel bir şekilde yansıtılmasıydı. Tavanı yüksekti, büyük kristal avizelerle aydınlatılıyordu. Duvar kenarlarında pahalı bitkiler vardı ve sade ama şık mobilyalar dekorasyonun daha da güçlü görünmesini sağlıyordu. Masalar beyaz örtülerle örtülmüştü, şamdanlarda mumlar yanıyordu. Masaların çoğunluğu kıyıya bakan cam duvarın yanına yerleştirilmişti. Masa örtülerinin üzerinde zarif görünen kristal kadehler, porselen tabaklar, yaldızlı çatal bıçak takımları yer alıyordu. Restoranın cam olmayan, bej rengine boyalı duvarlarının çoğunluğunda ise tablolar ve büyük ayna panelleri vardı.
Bizi yönlendirdikleri masaya yerleştikten hemen sonra çantamı masanın kenarına bıraktım ve başımı çevirip dışarıda hafifçe dalgalanan denize baktım. Karlar kayalıkların üzerinde taşlaşmıştı, esen rüzgâr denizin daha da dalgalanmasına neden oluyordu. Bej rengi kadifeden menüleri önümüze bırakan garson bizden uzaklaştığında gözlerimi Efken’e çevirdim.
“Beni soyup soğana çevirmenin derdindesin herhâlde,” dedim takılma isteğiyle.
“Ne? Beni doyurmak istemiyor muydun?” Yüzüklerle sarılı parmaklarının kristal kadehi kavradığını gördüm. “Al sana fırsat. Bu aç kurt lüks yiyeceklerden hoşlanır.”
“Önüne kanlı et koysam onu bile yersin, miden hiç de lüks değil, Karaduman.”
“Az pişmiş, hâlâ kan sızdırmaya devam eden biftek ağzımı sulandırmadı desem yalan olur,” dedi, ardından bize yaklaşan garsona göz ucuyla bakarak, “Bir şişe Sarafin Merlot,” dedi, ardından gözlerini menüde gezdirmeden doğrudan yemeğini sipariş etti. “Chateabriand. Et az pişmiş olsun.”
Şaraplarımızı da çaldıklarını düşündüm ama bunu dillendirmeden gözlerimi menüde dolaştırıp, “Ispanak yatağında krema soslu levrek buğulama,” dedim. Garson ezbere bir gülümsemeyle başını sallayarak uzaklaştığında, “Chateabriand da neyin nesi?” diye sordum merakla.
“Dananın bonfile kısmından hazırlanıyor,” dedi Efken. “Beyaz şarapla marine ederler. Sosu oldukça özel. Yediğim en lezzetli şeyler listesinde ilk üçe oynar.” Gözlerini yüzüme dikti. “Sen listede hâlâ birincisin.”
“Arsızın tekisin.”
“Evet, kesinlikle öyleyim.”
Şarap şişesi buz dolu kovanın içinde geldiğinde Efken garsondan önce davranarak şarabı açtı, önce benim kadehimi, ardından kendi kadehini şarapla doldurdu. Yemek gelene kadar birkaç yudum şarap içip, sessizce birbirimizi izledik. Gözlerinin arsızca üzerimde dolanıyor olması, tenimin kor gibi yanmasına neden oluyordu.
Yemekler geldiğinde de sessizlik devam etti. İkimiz de günlerdir çok yemek yemiyorduk, hayatta kalabilecek kadar besleniyorduk, o yüzden bu akşam iyi bir yemek yiyip, iyi birer kadeh şarap içerken kendimi birkaç gündür hissettiğimin aksine oldukça dinç hissetmiştim. O kadar çok tıkandım ki önümdekini bitiremeyeceğimi anlayınca çatal ve bıçağımı servis tabağının üzerine bırakarak şarap kadehine yöneldim. O sırada Efken iştahla yemeğini yemeye devam ediyordu.
“Ramon Velencoso’dan haber var mı?” diye sordum sakince.
Bu soruyu duymayı bekliyormuş gibi lokmasını sakince çiğnedikten sonra, “Ayevi adında birinden bahsetti,” dedi, “kurtların özlerini inceliyormuş.”
Mavi sıvıları hatırlayınca tadım kaçtı ama ona çaktırmamaya çalışarak şaraptan bir yudum daha içtim. Efken nihayet yemeğini bitirdiğinde biraz daha oturduk ama ne Ramon’dan ne de Gümüş Pençe ölümlerinden bahsetmemeye özen gösterdik. Bu gece bir şeyleri birlikte girdiğimiz odanın kapısının arkasında bırakmak istiyorduk. Bunu sadece benim değil, onun da istediğini hissedebiliyordum.
Hesabı benim ödemem bana kendimi çok iyi hissettirdi. Kartımın şifresini kendi doğum tarihi yapmasıysa ona söylemesem de her nedense çok çocuksu ve tatlı gelmişti. Ben hesabı öderken o da garsonlara yüklü miktarda bahşiş bıraktı.
Pandemonium’un önünde uzayan sırayı görmek, görmeyi beklediğim son şey bile değildi. Efken’in abartarak anlattığını düşünmüştüm ama hafta içi olmasına rağmen mekânın giriş kapısından başlayarak sokağın sonuna dek uzanan sıra, bana bu mekânın gerçekten tuttuğunu, sevildiğini kanıtlar nitelikteydi. Şaşkınlığımı üzerimden atamadan V.I.P girişe yöneltildim, Efken belimi kavrayarak beni özel girişe yürütürken bakışlarım meraklı kalabalığa kaydı. Özel girişi kullandığımız için kim olduğumuz merak edilmiş olmalıydı. Çizimini özenle yaptığım V.I.P girişten mekânın ana salonuna bağlanmak yaklaşık iki dakikaya mâl oluyordu ama ana girişten içeri dâhil edilen misafirlerle karşılaşmıyordunuz, burası tamamen özel bir alandı.
Pist tıklım tıklımdı, yuvarlak cam masaların etrafını saran kalabalığın bir benzeri de bar bankosunun önündeydi. İğne atsan yere düşmez denen kalabalık tam olarak böyle olmalıydı. Üç barmen bir olmuşlar, arı gibi çalışsalar da sürekli yeniledikleri içki kadehlerine yetişemez olmuşlardı. Efken, eli belimdeyken kulağıma doğru eğilerek, “Eleman alımı yapman gerekecek,” diye fısıldadı. “Görünen o ki üçe çıkarıldıkları hâlde yetişemiyorlar.”
“Bankoyu biraz daha genişletmemiz lazım,” dedim kafamda yeni bir taslak belirirken. “Camların da kalitesini arttırmalıyız. Daha dayanıklı olması adına.”
“Nasıl istiyorsan öyle olur,” dedi, nefesi boynuma aktığı için beni ürpertmişti. Beni bankonun boş kısmına yönlendirdi, yüksek sandalyelere oturduk ve dizlerimiz birbirine değiyorken bize doğru bakan barmene, “Bir tane sıçrayış ve,” diyerek bakışlarını bana çevirdi.
“Kamikaze,” dedim. Kamikaze, cin ve votkayı karıştırarak yaptıkları, içinde özel lezzetlerin de olduğu ağır bir içkiydi. Mavi Yaka’ya özgüydü, buranın tasarımıyla uğraşırken görüştüğümüz barmenlerden birinden özel tarifler rica etmiştik ve o da bize daha önce hiçbir mekânda sunulmamış özel karışımlardan bahsetmiş, isimlendirme konusunda ona yardım etmemizi istemişti. Sanırım burayı diğer mekândan farklı yapan bir diğer şey, yeni kokteyl türlerini tadabiliyor olmalarıydı.
Sıçrayış, özünün viski olduğu, yine oldukça ağır, farklı birkaç içkiyle desteklenmiş ve baharatla yenilik kazandırılmış, tadı tuhaf ama kokusu güzel bir içkiydi. Barmen kokteyllerimizi hazırlamak için sırtını döndüğünde, Efken yüksek sandalyemin alt kısmından tutarak beni biraz daha kendine çekti. Dizim, onun iki dizi arasına girdi ve bakışlarım yüzüne saplandı.
“Patron olmak sana yakışıyor,” dedi.
“Tam olarak patron gibi hissetmiyorum,” diye itiraf ettiğimde gözlerini dudaklarımda dolaştırıp, tekrar gözlerime tırmandırdı.
“Genelde her zaman patron gibisindir,” diye dalga geçti, ona dik dik baktım.
Barmen önüme kokteylimi koyduğunda pipeti yuvarlayarak ağzımın içine aldım. Bunu yaparken Efken’in dikkatli bakışları hâlâ bendeydi. Yanaklarımın içe çökmesine neden olacak bir yudum çektiğimde Efken’in bacağı bacağıma sürtündü, dizimin biraz daha içeri doğru kaydığını hissettim ve neredeyse onun kasıklarına yaslandı. Gözlerimiz birbirine saplandı. Kendi içkisini alıp büyük bir yudum içerken de gözlerimin içine bakıyordu. Sarhoş olmak isteyeceğim bir şey miydi bilmiyordum ama ikinci kokteylime başladığımda, içtiğimin ağır bir içki olduğunu varsayarsak, sarhoş olmak kaçamayacağım bir son gibi görünüyordu.
Bir süre sonra onun kollarındaydım ve dans pistini altına alan ışıklar ikimizi hedefi yapmıştı. Sanki diğer tüm insanlar karanlıktaydı ve biz spot ışığının altında kimseden saklanamayan o iki kişiydik. Parmakları belimin iki yanındaydı, damarlarımda dolaşan alkolün etkisiyle hareketlenen vücudum, onun parmaklarının altında kıvrılıyordu. Benim aksime o çok hareket etmiyordu, dansıma parmaklarıyla eşlik ediyordu ama atkuyruğum bir silah gibi sallanıp onun yüzüne çarparken benden daha keyifli görünüyordu. Kendimi özgür hissettim, dans ediyordum ve parmakları tenimde davetsiz bir misafir gibi dolaşıyordu; bu kendimi daha iyi hissetmem için sunulmuş bir fırsat gibiydi.
“Özgürsün,” diye fısıldarken sesi müzikle birlikte derimin altına sızdı. “Ve özgürken çok güzelsin.” Terleyen vücudumu onunkine sürterek sırtımı ona döndüm, kalçalarım kasıklarına yerleşirken kollarımı kaldırıp ellerimi arkaya atarak ensesine dokundum. Kürküm ne zamandan beri üzerimde değildi bilmiyordum ama kendimi karların içinde özgürce koşan bir atın sırtında gibi hissediyordum. Kalçalarım kasıklarına dayalı kıvrılarak aşağı indim, ardından kıvrılarak yukarı çıktım; bununla birlikte parmaklarını belimin kenarlarına bastırarak nefesini kulak boşluğuma verdi.
“Seninleyken özgür hissediyorum!” diye bağırdım beni duymasını umut ederek, muhtemelen duymuştu ama müziğin sesi öylesine fazlaydı ki kendimi ona duyurma ihtiyacı daha da büyüyordu. “Seninleyken hem bir tutsağım hem de hiç olmadığım kadar özgürüm.” Kalçalarım ona baskı uyguladı, tüm bedenim bir yılan gibi onun bedeninin üzerinde süründü. Dudaklarını kulak boşluğumdan boynuma tek indirdi, boynumdan akan bir damla terin onun dudaklarını ıslattığını hissettim. Dili boynumdan kulağımın alt tarafına dek hareket edince bedenim kasıldı ama dans etmeye devam ettim.
“Benimleyken daima özgür hissedeceksin, fıstığım,” diye fısıldadı yaladığı noktaya doğru. “Ve daima benim güzel tutsağım olacaksın.”
Kelimeleri müziğin altında, ter içinde, özgürken ve birbirimize yaslıyken edilmiş büyük bir yemin gibiydi. Kalp atışlarımı hızlandırıyor, aynı zamanda içimi onu yaşama isteğiyle doldurup taşırıyordu. O, yıldırımlar bedeninden sızarken de benim ışığımdı, karanlık olup üzerime çökerken de benim ışığımdı. Kabul etsin ya da etmesin, Ölüm Yıldızı olarak adlandırdığı tarafı da dâhil olmak üzere o aslında tüm yanlarıyla benim sönmeyen yıldız ışığımdı. Karları ışığının altında kristal gibi parlatan güneşimdi.
Bedenimi kendine doğru çevirdiğinde ona karşı koymadım. Kollarım yükselerek boynuna yılan gibi dolandı. Aramızdaki boy farkı, içimdeki ateşi körükledi. Kafamı kaldırıp beni yukarıda, göğümde duran bir yıldız gibi izleyen uçurum mavisi gözlerine baktım. Gözlerini indirmiş, tehlikeli yanını saklamadan ama benim için en güvenli alan olduğunu da hissettirerek sadece gözlerimin içine değil, ruhuma bakıyordu. Avucumu yüzüne yerleştirdiğimde duraksadı, topuklularıma rağmen ona yaklaşamayan boyumu biraz daha uzatmak adına parmak uçlarımda yükseldiğimde avuçlarının belimi tamamen kapladığını hissettim. Çevremizde eğlenen kalabalığa aldırış etmeden dudaklarımı dudaklarına bastırdığımda bunu beklemiyordu ama karşılık vermesi birkaç saniye bile sürmedi. Başımı sola çevirdiğimde, o sağa çeviriyor, ben sağa yöneldiğimde o sola dönüyordu ve öpüşmemizi daha da ateşlendiren bu durum, kalbimin dudaklarıma yükselerek dudaklarımda çarpmaya başlamasına neden oluyordu.
Dili ağzımın içine girdi, dilime dolandı. Parmaklarımı yanaklarından saç diplerine dek sürüklediğimde parmaklarını belime bastırarak gücüm oldu; parmak uçlarıma yüklenen bedenimin ağırlığını benden aldı. Dudaklarımız ayrıldığında gözleri ışıldıyordu ama bu kez yıldırımlar yüzünden değil, bana hissettiği duygular yüzünden parlıyordu.
“Benimle gel,” dediğini duydum, aslında sesi müziğin içinde yok olmuştu ama dudaklarını oynatışından anlamıştım. Eli elime kaydığında kalbim yerinden çıkacak gibi çarpıyordu. Kalabalığı aşarak önümden ilerlemeye başladı, ellerimiz ise bizi bağlayan köprüler gibiydi. Beni dans pistinden çıkardı, basamakları tırmandı ve korumalardan biri, “Efendim,” diyerek bizi selamladığında başını sallamakla yetindi. Önce karanlık bir hole girdik, ardından camla kaplı duvara ilerledik. Camın arkasında dans eden insanları görebiliyordum. Onlardan daha yüksek bir alandaydık ve aramızda bizi ayıran sadece cam bir duvar vardı. Biz onları görebiliyorduk ama camın yapısı gereği onlar bizi bir duvarın arkasında sanıyorlardı.
Beni kendine çevirmesiyle cam duvara yaslaması bir oldu. Sırtımda camın soğuğunu hissettim, bir eli bacağıma kayarak bacağımı dizimden kırdı ve yukarı çekti. Bacağımı beline dolayıp kollarımı boynuna sardığımda dudaklarımız vahşi bir içgüdüyle birbirine tutundu. Delirmiş gibi öpüşmeye başladık ama aslında delirmişten ötesiydik, daha fazlasıydık; sakin duruyorken bile birbirimize deliriyorsak eğer, şu an daha fazlası olduğumuz yok sayamayacağımız bir gerçekti.
Dişleri dudaklarımı sıyırdı, dili ağzımın içine dalıp içeride dolaştı. Tırnaklarımı saç diplerine bastırarak beni öpüşüne şiddetle karşılık verirken elimde olmadan inledim. Kanımın içinde gürleyerek ilerleyen alkolün bedenimdeki alevleri beslediğini hissedebiliyordum.
Muhtemelen daima soğuk olan bedenim, şu an onu bile ateşe verecek kadar sıcak olmalıydı; ateşimin olduğunu hissedebiliyordum. Efken dudaklarımdan ayrılarak boynuma aktı, bu sırada yüzüklü parmakları yüzümü sardı ve çenemi kaldırmamı sağladı. Boynumda dilini gezdirip, boynumun derisini dudaklarının içine hapsederek emdi.
Elimde olmaksızın daha kuvvetli inledim ama mekânı yıkıp geçen müzik, iniltimi sadece onun duyabileceği bir fısıltıya indirgedi.
(+18. Lütfen cinsel içerikten hoşlanmıyorsanız ya da okumak istemiyorsanız ekranı bir sonraki uyarıya dek hızla kaydırın. Sahneyi okumamanız akışı bozmayacaktır.)
Efken, boynumdan daha aşağı indi, gerdanımda dolaşan diliyle kaskatı kesildim. Parmaklarımı saçlarının dibine iyice bastırdığımda tırnaklarımın derisini sızlattığını biliyordum. Beni beklenmedik bir şekilde çevirdi, yanağım cama yaslandığında tüm o kalabalığı görebiliyordum. Elleri karanlık gibi tenime hükmederek vücudumda dolaşmaya başladı.
Dili ensemde gezinirken, “Sen herkesi görüyorken ama seni hiç kimse görmüyorken burada yapabileceklerimiz seni de heyecanlandırdı mı?” diye sordu, sesi beni daha da kavururken sadece belli belirsiz bir inilti çıkarabildim.
Efken durmadı, ellerini bel boşluğumdan eteğime tek indirdi, elbisenin eteğinden içeri sızan parmaklarının bacaklarımdan kalçalarıma tek süründüğünü hissettiğimde, “Efken,” diye inledim bilinçsizce. Bundan hoşlanmış olacak ki dudakları ensemdeyken gülümsedi, dudaklarının iki yana çekilişini derimin üzerinde hissettim. Parmakları öne doğru geldi, bacaklarımın arasına süzüldü ama düşündüğüm yere dokunmadı, bunun yerine bacaklarımın içindeki gergin deride dolaştı. Dokunuşu nefesimi körüğe çevirdiği için yanağımı yasladığım camda buhar tabakası oluşmuştu.
“Siktir,” diye fısıldadım, “Evet,” dedi, “benim de istediğim tam olarak bu. Bana bunu yaptırmanı istiyorum.”
Ahlaksız güdülerle tamamladığı cümlemin bedenimdeki etkisi sandığından büyüktü. Parmaklarını iç çamaşırımın bağında hissettim. Göz bebeklerim küçüldü, gözlerim kısıldı ve cama dağılan nefesim daha da büyük bir buhar tabakası oluşturdu.
Orta ve işaret parmağının kanca şeklinde iç çamaşırımdan içeri sızıp iç çamaşırımı germesiyle beraber, “Bunu burada yapamazsın,” diye fısıldadım. Oysa bunu ne kadar istediğimi iç çamaşırımın kumaşına bulanan ıslaklıktan anlamış olmalıydı. Kelimeler boşaydı, bedenim onu çağırıyordu. Islaklığım onun için bir davetti, parmaklarının iç çamaşırımı yavaşça yana çekmesi de benim için bir davetti ve bunu delice istiyordum. Bedenim daha da sıcakladı, yanağımı cama iyice bastırıp arzuyla inlediğimde parmak boğumlarını, kemikli eklemlerini vajinamda hissettim. Islak vajinam can çekişiyormuş gibi kasılıp gevşedi, eklemlerinin yaslı durduğu klitorisimin şişkinliğini ve nabız gibi çarpışını hissetmiş olsa gerek, genzinden karanlık bir inilti döküldü.
Eli iç çamaşırımı daha da gerdi, parmaklarını klitorisime yerleştirdiğinde tüm bedenimin nabız gibi çarptığını hissettim. Dudaklarım aralandı, gözlerim geriye kaydı ve anlık olarak, “Evet,” diye inledim. Yumru gibi şişmiş klitorisimi parmaklarının altında yuvarlayıp ezmeye başladığında artık kısık kısık inliyor, kalçalarımı hareket ettirerek ondan daha fazlasını dileniyordum.
“Siktir, şuna da bakın. Çoktan vıcık vıcık olmuş. Ne kadar da arsızsın,” dedi. “Beni içine yemeyi bu kadar çok istediğini belli etmemelisin.” Parmaklarını oraya daha da bastırdı, klitorisimin parmaklarının altında bir kalp gibi çırpınarak attığını hissettim. Hisler öyle çok büyüdü ki karnımın altında biriktiklerini hissettim. Efken, klitorisimi iki parmağının arasına alarak sıkıştırdı, nefesim tam da o noktada kesildi. Sıkıp gevşeterek bir süre bu şekilde ezdiği klitorisim uyarılmanın etkisiyle şişti, kadınlığımdan gözyaşı gibi süzülen suların bacaklarımın içine doğru yayıldığını hissettim ve bununla beraber Efken, uzun orta parmağını içime gönderdi.
Kadınlığım kasılarak parmağını kıracakmış gibi sıktığı an, “Amına koyayım, bu şekilde sıkmamalısın,” diye hırladı. “Gevşet şu sıkı deliğini.” Söylediğini yapmayı denedim ama sonuç başarısızdı. Kadınlığım açlıkla kasılıyor, sımsıkı kapanarak duvarlarıyla parmağını ikinci bir deri, âdeta lastik bir eldiven gibi sıkıyordu.
Şaşkınlığını hissettim, sonra bu şaşkınlık daha da büyüyerek arzunun ateşini fitilledi ve parmağını zorlayarak içime sokup çıkarmaya başladı. Her sokuşunda kadınlığımın duvarları parmağının ucundaki hoş sürtünmeyle karşılaşıyordu, parmak ucuyla âdeta içimdeki duvarları okşuyordu. Aklımı başımdan aldığını hissederek kalçamı ona ittiğimde parmağı daha derinime saplandı. Kendimi kaybettiğimi hissederek, “Daha fazla,” diye inledim, “daha fazla ver bana.”
Bu cümlenin arkasından hırıltısı kulak boşluğumda yankıya dönüştü. İkinci parmağını da içime itti. Kadınlığım bir kez daha kasılarak parmaklarının etrafını sarıp sıktı ama sonra ihtiyaçla gevşedi ve onun içime sokup çıkarmasına izin vermeye başladı. “Efken, daha sert sok,” dedim bilinçsizce, bununla beraber bir dolu küfrü kulak boşluğumda yankılatarak parmaklarını içime sertçe vermeye başladı. İçime delice sokup çıkardığı parmaklarının meydana getirdiği ıslak sesleri duyabiliyordum.
Kayan gözlerimi zar zor açarak cam duvarın arkasına baktım. Kalabalık dans ediyor, bazıları öpüşüyor, bazıları sohbet ediyor ve çoğunluk içkilerini yudumluyordu. Kimse duvarın ardında ilkel içgüdülerle sevişen bir çift olduğunun farkında dahi değildi.
“Böyle mi sokmalıyım?” diye sorarken avucunun iç kısmının iç çamaşırıma çarpıp klitorisime yapıştığını hissettim. Yüksek sesle inleyip başımı geriye attığım an, camın gerisindeki kalabalığı daha net görebilme şansım oldu. “Böyle mi istiyorsun?” diye sordu ve parmaklarını içimde hafifçe açıp kapatarak makas şeklini verdi. Aklımı yitiriyormuşum, beynim eriyormuş gibi hissederken sadece yüksek sesle inliyordum ve her defasında önümdeki cama nefesimden buharlar çiziliyordu.
Efken bir kez daha parmağını içime soktu, ardından bir elini arkaya atarak kemerini çözdü. Kemerinin şakıma sesini duymak vajinamı sızlattı. Kasıldığımı fark ettiği noktada, “Hediyeni vereceğimi anladığın için mi böyle delirdi?” diye sordu. “Resmen delirmiş gibi sıkıyor parmağımı.”
“Evet,” diye inledim parmaklarımı cama bastırarak. Buharın içinde bana ait parmak izleri oluşurken Efken’in sert aletinin bacağımın üst kısmına sürtündüğünü hissettim. Zevk sıvısı bacağıma bulaşarak beni daha üst seviye bir çılgınlığa sevk etti. Altımdaki külodu sertçe aşağı çekerek dizlerime dek indirdi. Dizini bacak arama koyarak bacaklarımı hafif bir açıyla açmamı sağladı. Ardından sıcak aletini zevk sıvılarıyla ıslanmış kadınlığıma bastırıp ileri geri sürtünmeye başladı. O da bir elini elimin yanına koyduğunda nefesimin çizdiği buharda şimdi onun da elinin izi belirmişti.
“Alacak mısın beni içine?” diye sorarken kulağıma fısıldıyordu ama fısıltısı bir deprem gibi içimde ilerleyip köklerimi yerinden söküyordu; çok güçlüydü. “Seni burada, sen herkesi görüyorken, tüm kalabalığın ortasında sadece bana özel kılarak sikeceğim.” Söylediği şey beni o kadar etkiledi ki farkında olmadan ona sürtünmeye başlayan ben oldum. Bundan keyif almış gibi hırıltı çıkararak diğer elini karnıma koyup, bir eli hâlâ camdayken, “Hadi onu küçük tatlı amına yerleştir,” diye fısıldadı.
Bir elimi zar zor aşağı indirdim. Tüm bedenim artçı sarsıntılarla titrerken sıcak aletini kavradım. Kalın, uzun ve damarlarla kaplı aletine dokunmak, demire sarılmış bir kadifeye dokunmaktan farksızdı. Aklımı kaçıracağımı hissederek sularım ve sularının karışarak ıslattığı aletini sıvazlayıp girişime yerleştirdim. Efken bundan aldığı hazzı saklamadan inledi.
“Damarlarını hissediyor musun?” diye sorarken sesindeki karanlık tarafından yutulacağımı hissettim. “Senin için şiştiler. Neden beni içine alıp damarlarımı güzel deliğinde hissetmiyorsun?” Sorusuyla eş zamanlı olarak aletinin ucunu yavaşça deliğimden içeri ittim. İkimizin de nefesi düzensizleşti, bedenlerimiz aynı anda kilitlenmiş gibi kasılarak dondu. Vajinam kasılıp gevşeyerek onu içine almak için daha fazla yer açarken büyük aletini içime itti ve neredeyse yarıya dek içime saplandığında nefesim kesildi. İkimiz de aynı anda hazla inledik.
İkimiz de aynı anda iki elimizi de duvara yasladık. Beni kollarının arasına saklarken parmaklarımız buğulanan camın üzerinde kayıyor, geride pençe izleri gibi izler bırakıyordu ve Efken sertçe içime saplanıp çıkıyordu. Vajinam kasılarak onu içine kabul ederken hareketleri gitgide daha da hızlanmaya başladı. Sonunda yanağım cama yapıştı, ellerim hâlâ cama yaslıyken cama doğru delirmiş gibi inlemeye başladım. Bir elini camdan çekti, yüzümün dönük olduğu taraftaki eli hâlâ camdaydı. Büyük avucunu, yüzüklerin olduğu uzun parmaklarını izlerken aldığım haz yüzünden durmadan ismiyle başlayan iniltiler çıkarıyordum.
“Siktir amına koyayım,” diye inleyince, alkolün ve hissettiğim hazzın etkisiyle, “Yapıyorsun zaten,” diye inleyerek kalçalarımı sertçe kasıklarına ittim. Birleşirken çıkan erotik ve ıslak seslerin daha da arttığını fark ettim.
“Evet,” diyerek üzerime iyice abanarak içime daha sert sokup çıkarmaya başladı. “Edepsiz deliğinle çoktan sikimi sırılsıklam yaptın.” Sonra konuşmaları daha da edepsiz bir boyuta evrildi. Beni doldururken aynı zamanda kelimeleriyle de düzüldüğümü hissediyordum. Öyle sert, öyle seksi konuşuyordu ki kadınlığımın sızısı ve isteği daha da artıyor, kasılıp gevşemelerim ve ıslaklığım sonsuz boyutta çoğalıyordu. Beni kendine doğru çevirip kucakladığı sırada içimden çıkan aletini vakit kaybetmeden yeniden sertçe içime soktu ve hissettiğim acı ve hazla, “Ahh!” diye bağırdığımda dudaklarında sinsi bir tebessümün belirdiğini gördüm. Başımı ve sırtımı cama yasladı ama kucağındaydım, içime hızla girip çıkıyordu. Kollarımı boynuna sararak bana alttan sertçe vuran aletini daha derinlerimde hissetmek için, “Durma,” diye inledim. “Daha sert sok onu bana.”
“Neyi?”
“Sikini,” dedim nefes nefese, bununla beraber kalçalarımdaki ellerinin kabalaştığını hissettim. Âdeta kalçalarımı iki yana ayırarak içime alttan sert sert vurmaya, içimde ona ait yankılar oluşturmaya başladı. Akıp giden zevk sularımın yere damladığını hissediyordum ve lanet olsun ki bu çok erotikti.
Dudaklarımız açlıkla birleşirken, “Benim eşsiz tanrıçam,” diye inledi ağzıma doğru. Dili dilime dolandı, dili damaklarımda turladı ve birbirimizi yiyecekmişiz gibi vahşice öpüşmeye başladık. Dudaklarımız ayrılırken yüzünü boynuma sokarak, “Ahh!” diye inledi, gırtlağından yükselen o yırtıcı iniltiyle sona yaklaştığımı hissederek tırnaklarımı ensesine bastırdım ve başımı cama vurarak yasladım. Camı yıkacakmışız gibi hissettim, tüm ağırlığımızla camın üzerindeydik ve aleti içime her vuruşunda delirmiş gibi inliyorduk.
“Geleceğim,” diye inlediğimde, “Akıt o güzel amını sikimin etrafına,” diyerek dişlerini omzuma bastırdı. Hissettiğim kör edici hazla tırnaklarımı ensesindeki derinin içine saplayarak titremeye başladım. Havada duran bacaklarım kasıldı, hâkimiyetini kaybettim ve bacaklarım kucağında titrerken gözlerim geriye kaydı. Sayısız havai fişek gözlerimin önünde beliren karanlığın içinde patlayarak karanlığı kör edici beyazlığa boyamaya başladı.
Vajinam penisini sağıyormuş gibi sıkıp gevşemeye, etrafında arsızca akmaya başladığında bunun hiç bitmeyeceğini, kalbim patlayana dek devam edeceğini sandım. Boşalırkenki kasılışlarım onu kolayca sona taşıdı. İçime patlamadan öncesinde, “Akacağım,” diye hırladı, ardından içime fışkırmaya başladı ve zaten taşan vajinamın içini yepyeni, sıcak sıvılarla doldurdu. Gözlerim geriye kayarken başımı cama yasladım, onu içime sağmaya devam ettim; o da boşalmış olmasına rağmen içime tüm ıslaklığı ve kirliliğiyle vurmaya devam etti.
İçime karışarak benim sıvılarımla beraber aşağı akan menilerine rağmen vajinamdaki hareketleri kesilmedi. Aleti biraz olsun gevşemedi, hâlâ dimdikti ve hâlâ beni sonuma dek dolduruyordu. O an korunmamak umurumda değildi, o an içimi kendisiyle doldurmuş olması umurumda değildi; o an tek umurumda olan aldığımız hazdı, birbirine karışan ruhlarımızdı.
Dudaklarımızı birleştiren bu defa kendisi oldu. Beni açlıkla, tüketmek istiyormuş gibi öptü. Eğer yapabilseydi, sanki beni içine saklayacak gibiydi. Nefes nefese, çok uzun süre öpüştük ve sonunda alınlarımız birbirine yaslanarak ayrıldığımızda, nefeslerimiz düzene girene dek o şekilde bekledik. İçimden yavaşça çıktığında boşluğunu hissettim. Kucağından indiğimde ise hâlâ bacaklarım titriyordu.
Önce havalandırmayı açtı, ardından yere akan sıvılarımıza baktı ve “Bunu halletmem gerekecek,” dedi, ne söylemeye çalıştığını sorgular gibi ona baktığımda, “Senin ter damlanı bile benden başkası temizleyemez,” diyerek doğrudan gözlerimin içine baktı.
(+18 Sahne sonu.)
Sertçe yutkunarak, “Sen delinin tekisin,” dedim.
“Evet, beni sen delirttin,” diyerek gözlerini diğer tarafa çevirdi. “Gidip bir kokteyl iç, ben gelene kadar uslu bir patron ol.”
“Sana yardım edeyim,” dediğimde gözlerini yüzüme dikti.
“Hayır, seni az önce yeterince yordum.”
Önümde diz çökmesini beklemiyordum. Ayak bileğime inen iç çamaşırımı yukarı çekmeden önce diğer ayağımı da içeri sokmamı sağladı, sonra parmaklarını kalçalarıma sürterek çamaşırımı yukarı çıkarıp bana giydirdi. Hiç beklemediğim bir anda kalçama bir şaplak vurup, “Hadi gidip mekânını denetle,” dedi.
Dudaklarına ve çenesine yayılmış rujumu parmak uçlarımla temizledikten sonra gülümsedim. “Olur, öyle yaparım.”
“Bordo ruj sürmediğine dua mı etmeliyim?”
“Evet, etmelisin.”
“Bordo ruj sürmüş bir alfayı hiçbir Gümüş Pençe dikkate almazdı,” diyerek dudaklarını dudaklarıma yaklaştırdı ama kafamı geri çekerek güldüm.
“Biraz daha ruja bulanmak istemezsin.”
“Sana bulanmayı ise delice istiyorum.”
“Az önce fena hâlde birbirimize bulandık.”
“Doyduğumu söyleyemem.”
“Ben de,” diye itiraf ettiğim anda beni yeniden duvara yaslayıp bir defa daha dudaklarıma yapıştı. Bu kez öpüşmemiz daha içten, daha yavaştı, dakikalarca sürdü ve dudaklarımız ayrıldığında artık dudaklarımda biraz bile ruj kalmadığına emindim.
“Rujumu tazelemem gerekecek.”
“Dudakların ruj olmadan da mükemmel görünüyor, bu diğer kadınlara büyük haksızlık.”
“Koca çenen açıldı,” diyerek yüzümü boynuna sakladım. Parfümünün ve teninin eşsiz kokusu içime dolarken parmaklarımı ensesinde dolaştırdım. Ensesinde açtığım yaraları parmak uçlarımda hissedince kaşlarımı çatarak geri çekilip yüzüne baktım. “Acıyor mu?”
“Kötü adamların canı acımaz,” dedi kısık gözlerle yüzümü izlerken.
“Seni resmen parçalamışım.”
“Bundan aldığım keyfi tahmin dahi edemezsin. Eğer edersen de beni sık sık parçalaman gerektiğini hissedeceksin.”
Gülerek yavaşça ondan ayrılıp, “Seni barda bekliyorum,” dedim.
Beni baştan aşağı süzdükten sonra, “Gecikmemek için ne kadar hızlı hareket edeceğimi bilemezsin,” diye mırıldandı.
Yüzümde asılı kalan gülümsemeyle yavaşça ona sırtımı döndüm, topuklularımın zemine bıraktığı takırtıları dinleyerek oradan ayrıldım.
Önce lavaboya gittim, ardından dans eden kalabalığa karıştım. Bedenim hâlâ yaşananların etkisinde olduğu için uyuşuktu. Bara yaklaşıp bankoya yaslanarak sandalyenin üzerine çıktım ve bacak bacak üzerine atarak, “Bir kamikaze daha fena olmazdı,” diye seslendim barmene.
“Hemen getiriyorum, patron,” dedi çocuk, şaşırarak arkasından baktım. O, daha önce gördüğüm bir barmen değildi, yeni başlayanlardı ama bana patron diye sesleniyordu. Efken’in haklılığı kendimi tuhaf hissetmeme neden oldu. Çocuk önüme kamikaze kokteylini bıraktıktan sonra, “Burası epey iyi gidiyor,” dedi. “Sosyal medyadaki magazin sayfalarının gece hayatı başlıklarında adımızdan çok söz eder oldular. Sanırım gece hayatına bir kadının el atması gerekiyormuş.” Mahcup bir gülümsemeyle yüzüme baktıktan sonra cevap beklemeden işine döndü.
Bankonun üzerinde duran ceketim ve çantamı kendime çekip telefonumu çantamdan çıkararak kilidi açtım. Daha önce sosyal mecralarda sadece bir şeyleri araştırırken dolaştığım için nerelere bakmam gerektiğini bilmiyordum. Tarayıcıya bir şeyler yazıp aramaya başladım. Gece hayatıyla ilgili paylaşımlar yapan bir sayfanın yaklaşık beş paylaşımından birinde Pandemonium’dan bahsediliyordu. Mekânın farklı açılardan, tıka basa doluyken bir sürü fotoğrafı çekilmiş, hesaba yüklenmişti ve yorumlarda da kokteyllerin ne kadar güzel olduğundan, konsepti çok sevdiklerinden bahseden onlarca insan vardı.
“Vay canına, şuna da bakın,” diyen bir adamın hemen arkamda konuştuğunu hissedince bakışlarımı adama çevirdim. Girişe doğru bakarken kaşlarını kaldırmış, elindeki kokteyli dudaklarına götürüyordu.
Baktığı yöne çevirdiğim bakışlarımda merak vardı. Girişte dikilen dar, siyah ve oldukça mini elbisesinin içinde göz alıcı görünen kumral kadın dikkatimi çekti. Dalgalı saçları göğüslerinin altına dek uzanıyor, iddialı elbisesinin ortaya çıkardığı düzgün bacakları spreylenmiş gibi parlıyordu. Siyah, açık topuklularının üzerinde bir kedi gibi yürümeye başladığında adamın tepkisinin ne kadar doğru olduğunu fark ettim ama öte yandan mekânda potansiyel bir tacizcinin olmasından da rahatsızlık duydum.
Adamın arkasındaki kadın, “Neye bakıyorsun sen öyle?” diye sorunca, adam irkilerek kadına döndü ve “Hiç,” dedi panikle. Öfkeyle kaşlarımı çatıp bakışlarımı tekrar girişten piste doğru ilerleyen kadına çevirdim. Kumral, kalın buklelerle şekillenmiş gür saçlarının sol omzuna düşen kısmını geriye savurdu. Siyah, gece kadar karanlık gözleri bembeyaz tenine ve kumral, içinde sarı ışıltılar olan saçlarına tezat görünüyordu. Sivri, siyaha boyanmış uzun tırnaklarını elindeki çantaya bastırarak bankoya yöneldi. Hemen çaprazımdaki boş sandalyeye oturduktan sonra, “Cin tonik,” dedi donuk bir sesle.
Gözlerimi farklı bir yöne çevirerek kokteylimden bir yudum aldım. Omzuma dokunan tanıdık elin bıraktığı hisle gülümseyerek o tarafa döndüğümde karşımda bulacağım kişinin Efken olacağını zaten biliyordum. Kız ile ortamızdaki sandalyeye otururken, “Hallettim,” dedi kalın sesiyle.
Kızın bakışlarının birdenbire bize çevrildiğini hissettim.
“Karaduman?”
Efken bir an duraksadı, ben bakışlarımı doğrudan kıza çevirdim ama Efken kafasını çevirip kıza bakmadan önce birkaç saniye yüzümü izledi.
“Gerçekten de sensin,” dedi kız birden bedenini Efken’e doğru çevirerek. Cin toniğinden bir yudum aldıktan sonra, “Luxury’de çok sık vakit geçirirdim ama seninle bir kez bile denk gelmemiştik,” diye açıkladı kendini. “Seni hep merak etmişimdir.” Gözlerini Efken’in yüzünde dolaştırdı, siyah gözlerindeki dikkat kaşlarımı çatmama neden oldu. “Ve şimdi karşımdasın. Dünya küçük ama Mavi Yaka dünyadan daha da küçük.”
Efken bir süre sustu, bakışlarının kızda olduğunu bilmek göğsümün sıkışmasına neden oldu. Öfkenin içimde büyümeye başladığını hissedip bunu durdurmayı denedim ama sonuç başarısızdı. Efken’in birdenbire ilgiyle, “Seni daha önce orada hiç görmedim,” demesini beklemediğimden yüzümdeki ifade donup kaldı.
Kız el çantasından siyah bir sigara tabakası çıkarıp içinden uzun filtreli, ince bir sigara aldı ve dudaklarının arasına yerleştirmeden önce, “Görseydin unutamaz mıydın?” diye sordu samimi bir sesle.
Efken’in sadece müşteri kaybetmemek için böyle davranmayacağını düşünüyordum, o her zaman karşısındaki insanlara karşı donuk, bazen de kabaydı ama şu an tam tersi gibi davranıyordu. Afallayarak Efken’in profiline baktım ama gözleri hâlâ kızda olduğu için yüz ifadesini göremiyordum.
“Hafızam oldukça güçlüdür,” cevabıyla önümdeki kokteyl bardağını sıkıca kavrayıp bakışlarımı önüme çevirdim. Ne yaptığını sanıyordu? Neden onunla konuşmaya devam ediyordu? Sakin olmayı denedim, mekânla ilgili güzel haberleri okuduktan sonra yapacağım herhangi bir taşkınlık işleri tersine çevirebilirdi. Çocuksu bir kıskançlık mıydı hissettiğim, yoksa hissettiklerim konusunda son derece haklı mıydım? Kendime karşı nötr davranamadım, doğruyu bulamadım.
“Sanırım bu noktada sigaramı yakman gerekiyor,” dediğinde kadın, bakışlarım hızla ona çevrildi. Siyah gözlerini bana değdirmeden, doğrudan Efken’e bakıyordu ama içimden bir ses, onu izlediğimi bildiğini söylüyordu.
Efken elini cebine attığında, bir an durup bileğini yakalamak, sıkıca, tırnaklarımı bastırarak bileğini tutarken ona ne halt ettiğini sormak istedim ama bunu yapmadım. Ne kadar ileri gideceğini merak ettim. Az önce ruhlarımız birbirine dolanırken davrandığının tam tersi davranıyor gibiydi. Sanki şu an yanlarında ben yokmuşum gibi iletişim kuruyorlardı. Korkunç bir uğultunun kafamın içinde esmeye başladığını hissettim.
Zipposunun ucunda yanan alevin sesini duydum, kumral kız, Efken’e doğru eğilip sigarasının ucunu aleve tutarken bakışlarımı farklı bir yöne çevirip son bir kez sakin olabilmeyi diledim.
“Efken Karaduman’ın bu kadar kibar olduğu aldığım duyumlar arasında değildi elbette,” dedi kadın davetkâr bir sesle.
“Bak sen,” dedi Efken alayla, bu benim için bardağı taşıran son damlaydı. Tırnaklarımı sertçe bacağına sapladığım an bedeni kasıldı ama tepki vermedi. Tırnaklarımı daha derine saplayıp, canını kasıtlı olarak yakmayı denedim ama bana aldırış etmedi. Elimin varlığını yok saydı.
Kadını suçlayamadım, ben Efken’in yanında oturan öylesine biri gibi görünüyordum ve hakkımda hiçbir şey bilmediği kesindi. Peki Efken’in davranışları? O davranışlardan sorumlu olan kızın davetkâr olması değildi, kendisiydi. Ne yapmaya çalışıyordu?
Hızla çantamı elime aldığımda Efken’in bedeninin kasıldığını hissettim ama umursamadım. Ceketimi de aldıktan sonra oturduğum yerden kalkıp piste doğru ilerlemeye başladım. Arkamdan gelmemesi benim için ikinci bir şok dalgasıydı ama dik durmaya çalıştım. Kız önüne döndüğü anda Efken oturduğu yerden kalkıp bana doğru yürümeye başladı. Çenesiyle çıkışı işaret ettiğinde ona şok olmuş gözlerle baktım ve başımı iki yana sallayıp ona tam bir hayal kırıklığına bakıyormuş gibi bakarak hızla çıkışa yöneldim. Siktir olup gidecektim. Cidden. O tanıdığım Efken değildi. O kesinlikle benim tanıdığım Efken olamazdı. Önümde biriyle cilveleştikten sonra beni kadından uzağa çağırıyor olamazdı. Nemesis’in varlığının kurduğu baskınlığı hissettim. Belki de içinde bir yerlerdeki Nemesis tam olarak böyle birisiydi. Hayal kırıklığı içimde girdap gibi büyümeye başladı.
Tam çıkış kapısına geldiğim anda bileğimden kavrayarak beni kendisine çevirince, “Bırak beni!” diye bağırdım ve havada çatırdayan statik enerji elini hızla bileğimden çekmesine neden oldu. Emrim işe yaradı çünkü şu an bana dokunmasını istemiyordum. Efken’in kaşları hızla çatılırken, “Ne bok yediğini sanıyorsun?” diye bağırdım öfkeyle. “Önümde biriyle flört mü ediyorsun, gerçekten mi?”
“Ne diyorsun?” diye sorarken kaşları daha da çatıldı.
“Kızın sigarasını yakıp, onunla imalı imalı konuşurken varlığımı unutmuş gibiydin,” dedim yüzümde öfkeli bir ifadeyle. “Cidden, böyle biri misin?”
“Nasıl biri?” diye sorarken sesinin tehlikeli yükseldiğini hissettim.
Kadının bize doğru yaklaştığını gözlerimi Efken’in omzundan arkaya çevirip kalabalığa baktığım an gördüm ve öfkeyle bir adım ileri attım. Efken eliyle beni durdurduğunda, bakışlarımın odağı yeniden ondaydı. “Sakin ol,” diye uyardı beni ama bu beni daha da öfkelendirmekten öteye gitmedi.
Kadın yaklaşık iki metre ilerimizde durduğunda, “Tam bir hayal kırıklığısın,” diye fısıldadım Efken’e.
Efken’in bakışları anlık arkamdaki kapıya kaydı, ardından gözlerini bana çevirdi ve en başında bile bu denli gaddar bakmadığına inandığım soğuk bakışlarını gözlerime dikerek, “Sen kendini benim sevgilim falan mı sanıyorsun?” diye sordu. Göğsüme ucunda alev yanan bir ok girmiş gibi hissederek gözlerinin içine bakakaldım.
Bir adım geri çekilirken ağzımı açıp tek kelime edemedim.
Haklılığı bir an için tokat yemişim gibi hissettirdi. Onunla aramızda adı koyulmuş bir ilişki olmadığı hâlde onun kollarında soluk alan bendim. Beni hiçbir şeye zorlamamıştı.
“Siktir git,” diyerek hızla sırtımı ona dönüp kapıyı iterek kendimi dışarı attım.
Dik durdum, eğilmedim, başımı önüme eğmedim; içimde zelzele gibi ilerleyen hislere rağmen hızlı adımlarla karanlığa karıştım. Zihnimin derinliklerinde bir şeyler uludu; uluyan şey sürekli olarak beni suçladı.
Sen kendini benim sevgilim falan mı sanıyorsun?
Biri kalbimi bir şeyin üzerine koymuş, üzerine taşla vuruyordu sanki. Kalbim göğüs kafesimin altında ezildi. Öfke damarlarımı yakıp kavursa da hissettiğim hayal kırıklığı, öfkeyi bile yenerek içime çöken o öldürücü hissi çalkalayarak uyandırıyordu.
Karanlık bir sokağa saptım. Bir kıkırtı sesi duyduğumda, düşmeye başlayan omuzlarım yeniden dikleşti. Bakışlarımı hızla omzumun üzerinden sokağın sonuna çevirdiğimde, az önceki kadın sokağın ucunda dikilmiş, gözlerini bana saplamış öylece bakıyordu. Kaşlarım anında çatıldı, hissettiğim öfkeyle bedenimi tamamen kadına çevirdim ve “Sen burada ne yapıyorsun?” diye bağırdım.
Bir kıkırtı daha çıkardı, öfkemin üzerine daha karanlık bir his bindiğinde, “Efken Karaduman için bir şeyler ifade ettiğini düşünmüştüm,” dedi ve sesi büyük bir yankı gibi sokağın içinde ilerledi. Sesinin böyle yankılı gelmesine şaşırma fırsatım olmadı. Kadının güzel bedeni birden üzerine mürekkep damlatılmış gibi siyaha boyanmaya başladı. Teni karanlığa dönüştüğünde kolları gölge gibi büyüdü ve o gölgeden kol bir ok gibi dik şekilde döne döne bana doğru savrulmaya başladı. Manevra yapacak vakit bulamadım çünkü bu, benim için beklenmedik bir saldırıydı.
Karanlık, gölgeden kol genişleyerek bedenime çarpıp önce beni yere savurdu, sonra sırtımın bir kez yere vurmasına neden olduktan sonra beni belimden sararak havaya kaldırdı. Acıyla kısılan gözlerimi açıp kadına baktığımda, dalgalı saçlarının da havalanarak kararıp gölgelere dönüştüğünü, gökyüzüne doğru uzanıp dalgalanmaya başladıklarını gördüm. Avucumun içine ateşi çağırma fırsatım olmadı, beni saran gölgeden kol iyice yukarı kaldırdı. Diğer kol da savrula savrula bana doğru ilerlemeye başlamıştı ki, birden kadının içinden yıldırım gibi geçen gümüş rengi ışığı gördüm. Önce kadının karanlık bedeninin içinde çatlayan bir cam gibi ilerleyip kadını parçalara böldü, ardından beni havada tutan kolun yüzeyinde ilerleyip devasa yarıklar oluşturarak karanlık kolu parçaladı. Bedenimi saran kol patladığında boğazımın gerilerinden bir çığlık koptu. Daha sonra yere düştüm.
Kafamı kaldırıp parçalanan gölgenin arkasında parlayan o bedene baktım. Takım elbisesinin içindeki Efken orada, gümüşi mavi bir ışığın içinde duruyor, şimşekler etrafında çakarak cızırdıyordu.
Hızla bana doğru yürüyüp beni kollarının arasına çekerken, “Fıstığım,” diye fısıldadı ama şokta olduğum için ağzımı bile açamadım.
EFKEN KARADUMAN
🎧: GOTHICA, COSMIC HARMONY
İçimdeki gücün, bozuk bir havada çakan şimşekler gibi ruhumun derinliklerinde parlayıp söndüğünü hissediyordum. Bunun nedeni neydi bilmiyordum ama uzun süredir o şimşeklerin içimde aydınlanıp söndüğünü, dışarı çıkmak için bedenimi yırtıp geçmeyi denediklerini fark edebiliyordum.
Kalabalık dans pistini, merdivenlerin en üst basamağında durmuş izlerken gözlerim onu aradı ve eşsiz ışığı tüm insanlığı karanlığa bürüyerek parladı. Oradaydı. Bar bankosunun önünde oturuyor, kokteylini içiyordu. Göz alıcıydı, onu yüz binlerce kişinin içinde görebileceğim kadar kuvvetli bir aurası vardı. Aurasının rengi tam şu anda kan kırmızısıydı. Ondan önce en sevdiğim rengin siyah ve lacivert tonları olduğuna emindim, onun aurasıyla karşılaştıktan sonra en sevdiğim renk, ona ait renklerin tamamı olmuştu. Öfkelendiğinde aurası bordoya dönüyordu, sakinken yalın bir yakut kırmızısıydı, benimle seviştiğinde ya da benimle ilgili şeyler düşündüğünde bedeni kan kırmızı bir ışık yayıyordu. Lanet olasıca güzelliğiyle orada oturmuş beni mi düşünüyordu? Dudağımın kenarını yukarı büken o hissi durduramadım. Beni sık sık gülümsetiyordu.
İnsan yığınını aşıp ona doğru yürüdüm. Ona dokunduğum an, kan kırmızı aurası daha da alevlendi, bir yaradan şiddetle akıyormuş gibi parladı. Ona dokunanın ben olduğumu hissettiğini o noktada anladım ve ona dokunmak denen şey daha da büyülü bir hâle geldi.
Bana gülümseyerek baktı. Onu gülümsetmekten ne kadar hoşlandığımı bir kere daha anlamamı sağladı.
“Hallettim,” dediğimde bakışları daha da yoğunlaştı, aurasının ışığı titredi. Aura ışığı titrediğinde genelde heyecanlı hissediyordu. Sesimi duymak onu heyecanlandırmış mıydı?
“Karaduman?” Soyadımı dile getiren bir kadın sesiydi ama içinde karanlık bir şeyler hissettim. İçimdeki güç, bozuk bir havada ilerleyen şimşek gibi derinlerde parladı. Sesin yanlış bir şeyden geldiğini hissettim. Olduğu gibi görünmeyen bir şeyden geldiğini… Kızıl gözlü yılanımın yüzünü dikkatle izlerken bunun ne olduğuyla ilgili düşündüm. Ardından bakışlarımı kıza çevirdiğimde, kız, “Gerçekten de sensin,” dedi bedenini bana döndürerek. O yanlış şey tam karşımda duruyordu. Ait olmadığı bedenin içinde duran karanlık gölgeyi ona baktığım an gördüm, tanıdım, hissettim ve anladım. “Luxury’de çok sık vakit geçirirdim ama seninle bir kez bile denk gelmemiştik,” dediğinde bunun yalan olduğunu biliyordum. “Seni hep merak etmişimdir,” dediğinde ise doğruyu söylediğini biliyordum, o karanlık şey beni merak ediyordu, bu konuda haklıydı. “Ve şimdi karşımdasın. Dünya küçük ama Mavi Yaka dünyadan daha küçük.”
Bir süre sesimi çıkarmadan ona baktım. İçinde, sahte derisinin altında merakla titreyen karanlık gölgeyi görebiliyordum. “Seni daha önce orada hiç görmedim,” dediğimde korkusunun kokusunu aldım. Aurası karanlıkla titredi. El çantasına uzanırken bunu korkusunu bastırmak için yaptığını biliyordum. Sigara tabakasından bir sigara çıkarıp dudaklarına götürmeden önce, “Görseydin unutamaz mıydın?” diye sordu, hamleleri doğruydu ama hamle yaptığı kişi yanlıştı.
“Hafızam oldukça güçlüdür.”
“Sanırım bu noktada sigaramı yakman gerekiyor,” derken yeni bir kaçış yolu arıyordu. Kızıl gözlümün arkada yükselen öfkesini hissediyordum, bordoya çalmaya başlayan aurasının ışığı gölgenin karanlığına vurarak gölgeyi bile aydınlatıyordu. Aramızı bozacak olursa eğer, o gölgeyi bin farklı ışık parçasına bölecektim. Ama yine de göze alamazdım. Onun bendeki önemini görmesini sağlayamazdım çünkü bu olursa, bana duyduğu korku yüzünden benden uzaklaşacak, onu hedefi hâline getirecekti. Buna izin veremezdim. Cebimden zippomu çıkarırken elindeki kokteyl bardağını kafama vurmamasını diledim, öfkesini anlıyordum ama şu an durmak zorundaydı. Siktir, şu Nigin Bağı biraz daha gelişmiş bir teknolojiyle güncellense fena olmaz mıydı? Hiç değilse kafamdan kafasına mesaj çekebilseydim, fena olmazdı. Yine de gücümle ona ulaşmayı deneyemezdim, gölge enerjimi hissediyordu, Mahi’ye göndereceğim herhangi bir işareti anında anlardı.
Sigarasını yaktığımda, sanki Mahi’yi kışkırtmaya karar vermiş gibi, “Efken Karaduman’ın bu kadar kibar olduğu aldığım duyumlar arasında değildi elbette,” dedi. Mahi’nin yerini anlamaya çalışıyordu, vereceği tepkiler merakının merkezi olmuştu; yanımdaki kadının kimliğini bilmek istiyordu. Üstelik bana kibar dediğine onu pişman etmeme de çok bir şey kalmamıştı. Onu bin parçaya böldüğümde de bin birinci parçaya bölmediğim için kibar olduğumu düşünecek miydi? Çünkü benim kibarlık anlayışım tam olarak buydu.
“Bak sen,” dememle, onun eşsiz tırnaklarını bacağımda hissetmem bir oldu. Tahrik olmayı durdurmayı denedim, onunla yaydığımız enerjiyi kesmek adına onunla iletişim kurmamalıydım; bu yüzden tatlı tırnaklarının yarattığı erotik hisse bir dur diyerek bunu yok saydım.
Çantasını ve ceketini aldığı gibi kalkmasını beklemiyordum, beklediğim daha çok kafamda bardak kırması, tırnaklarını boğazıma sapladıktan sonra avucundaki alevi kıza fırlatmasıydı. Yapmadı. Tam tersine çantasını ve ceketini alıp kalktı. Bu gece aldığı en iyi karar, benimle sevişmekti, ikinci en iyi karar ise şu an yaptığı şeydi.
Gölge, “Sanırım onu kızdırdın,” dediğinde ağzımı arıyor olmalıydı.
“Güzel kadınlar bana daima kızarlar,” diye alay ederek Mahi’nin arkasından baktım. Kısa bir işaret. Git ve beni sikik kapının önünde bekle seni seksi şeytan.
Yaptı. Şaşırdım. Ağzıma sıçması an meselesi değil miydi? Bu gece verdiği üçüncü doğru karar, diye düşündüm.
“Genelde etrafında kadınlar olmazmış, öyle duymuştum.”
“Olur ama dikkate almam,” diyerek boynumu esnettim. Ardından, “Sanırım bu gece incittiğim ikinci kadın,” diyerek derin bir nefes aldım. “Onu evine göndereyim çünkü kapris çekecek havamda değilim.”
Gölge bana yan gözle bakıp başını salladı. Onun boynunu kırmakla ona beğeni dolu bir bakış atma arasında kaldım. Midemde çirkin bir hisle beğeni dolu bakışlarımı yüzünde dolaştırdım. Hoşuna gitti çünkü beni merak ediyordu.
Mahi tam çıkış kapısının önüne varmıştı ki onu bileğinden kavradım, bordo aurası şiddetle karardı ve daha da koyu bir bordoya döndü. “Bırak beni!” diye çemkirmesiyle bedenim kasıldı, elektrik akımı hızla vücuduma çarptı ve elimde olmadan onu bıraktım. Çıkardığımız enerji gölgenin dikkatini çekecekti, ne yapıyordu bu güzel deli?
“Ne bok yediğini sanıyorsun?” diye bağırdı öfkeyle, bordonun biraz daha koyulaştığını gördüm.
Beni kıskanması hoşuma gitmeliydi ama sırası değildi.
Beni kıskanması şu an beni azdırmamalıydı.
Ama sikeyim ki azdırdı.
Çatık kaşlarıma küçümseyerek bakıp, “Önümde biriyle flört mü ediyorsun, gerçekten mi?” diye sordu. Onu incittiğim gerçeği beni sağlam şekilde yumrukladı, aynı zamanda libidom titredi ve beni kıskanması bedenimi büyüttü.
“Ne diyorsun?” diye sorarken salağı oynuyordum. Ona gidip arabada beklemesini, avucunda güç biriktirmesini söyleyebilirdim ama şu an bunu göze alamıyordum. Normal bir kadınmış gibi gözden kaybolması daha iyi fikirdi. Gölge bana öyle odaklanmıştı ki onun eşsiz gücünü fark etmemiş olmalıydı. Fark etseydi benden önce onunla iletişim kurardı.
“Kızın sigarasını yakıp, onunla imalı imalı konuşurken varlığımı unutmuş gibiydin,” dedi. “Cidden, böyle biri misin?”
Bir an öfkelensem de haklılığı can sıkıcıydı. “Nasıl biri?” diye sordum sakin olmaya çalışarak ama asla sakin hissetmeyerek. Açıklama yapmanın tam zamanıydı çünkü yakut gibi parıldayan kızıl gözlerinin dolmasına ramak var gibi görünüyordu. Bakışları bir anda hırçınlaştı, tam öne doğru geliyordu ki onu durdurup, “Sakin ol,” dedim sertçe.
Bakışlarım anlık olarak kristal kapıya kaydı, sahte derili gölgenin bize yaklaştığını yansımasını gördüğüm an anlayıp bakışlarımı Mahi’ye indirdim. İşler bombok ilerliyordu. Beni sarsan, “Tam bir hayal kırıklığısın,” demesi oldu. Ateşini avucunda biriktirip doğrudan kalbime basarak göğsümü dağlamış olsaydı bile böyle büyük bir etki yaratamazdı üzerimde.
Gölgenin hislerinin genişlediğini, odağının Mahi’ye saplandığını hissettim. Onu koruma içgüdüsü içimde saldırmaya hazır aç bir aslan gibi kükredi. İçimde ondan binlerce defa özür diledikten hemen sonra, “Sen kendini benim sevgilim falan mı sanıyorsun?” diye sordum. Bir camın kırılma sesi. O güzel gözlerde gördüğüm, duyduğum, hissettiğim buydu. Gözlerinin parçalara ayrıldığını ve her bir parçada benim yansımamın olduğunu gördüm.
Kendimden tiksindim, bunu durduramadım; toparlaması zaman alacaktı.
“Siktir git,” dedikten sonra bana döndüğü sırtına tutunmak, gitmemesi için onu durdurmak istedim ama yapamazdım. Çıkıp gitti, geriye bıraktığı koca bir düş kırıklığıydı; ona bunu yaptığım için ölmeyi hak ediyordum.
“Ona ağzının payını verdin,” diyen o gölge, dişlerimi sıkmama neden oldu. Ona dönerken alaycı görünmeye çalıştım. “Günün sonunda benim de ağzımın payını böyle vereceksen, kaçsam iyi olur.”
“Bak sen,” diyerek alay ettiğimde kahkaha attı ve dikkatinin Mahi’den tamamen koptuğunu fark ederek gevşedim. Sırtını bana dönüp piste doğru ilerledi, dans ederek yürümesi bana çok komik geldi, kalabalığın ortasında dikilip ellerini bedeninde gezdirerek beni izlerken kaşlarımı kaldırdım. Tam bir ucube. Ellerini havaya kaldırdı, parmaklarını bedeninde gezdirmeye başladı. Sırtını bana dönüp kıvırmaya devam ettiği sırada hızla telefonumu çıkarıp İbrahim’i aradım.
İlk çalışta açıldı.
Gözlerim ucubedeyken, “Hemen portal mı açıyorsun ne sik açıyorsan aç, Mahi’yi mekânın önünden al,” diyerek telefonu kapattım.
Bu kalabalıkta onu nasıl yok ederdim bilmiyordum. Belki kandırıp tenha bir noktaya çekebilirdim, belki daha da ileri giderdim, insanların önünde onu parçalara bölerdim. Olduğu yerde dans etmeye devam ediyordu. Bana doğru döndüğünde cilveli bir şekilde parmağını hareket ettirerek beni çağırdı. O an bir şey dikkatimden kaçmadı.
Bedeni bir an ikiye bölünmüş gibi titreyip geri birleşti.
O an anladım. Gölge boş deriyi terk edip, çoktan Mahinev’in peşine düşmek için kapıdan çıkıp gitmiş, beni de fena tufaya getirmişti.
Sırtımı dönüp çıkışa koşarken tek söylediğim, “Mahinev!” olmuştu.
🎧: DOLCH, TONIGHT