Uzun zamandır olduğumdan daha yalnız olmama rağmen, bir türlü eskiden hissettiğim kadar yalnız hissedemiyordum. Yalnızlık kanımda dolaşan ölümcül bir zehir gibi olsa da beni öldürmüyordu. Eğer biri bileğimi kesip ağzını damarıma yaslasa ve kanımdan yalnızca bir damla yudumlasa, o saniye ölebilirdi; bu zehir öyle güçlü bir zehirdi ama buna rağmen beni öldürmüyordu. Sanki bu zehir, herkesi öldürürken, beni hayatta tutuyordu.
Yirmi bir yıllık hayatımın tamamını önüme koyarak söyleyebilirdim ki, şu an içinde olduğum şu ana kadarki maruz kaldıklarım arasındaki en şiddetli yalnızlıktı ve ben bunu hissedemiyordum. Yalnız değilmişim gibi geliyordu. Sanki o zehir tesirini kaybetmiş, damarlarımda donup kalmıştı.
İnsanlar doğardı, büyürdü, biraz acı çeker, belki de çok fazla acı çeker sonra da ölürdü. Bazen bu hayata asıl gelme sebebimin acı çekmek olduğunu düşünüyordum. Sanki tanrının cezalandırdığı bir ruhtum, beni bir insanın bedeninden yaptığı tabutun içine koyarak en büyük kötülüklerin olduğu yere, cehennemin bile korktuğu yere, yani dünyaya yollamıştı. Ben o dünyada yolunu bulmaya çalışan bir ruhtum, bir insanın aciz bedenine hapsolmuştum. Sanki bir amacım vardı, bir günahın bedelini ödemek, bir şeyleri yoluna koymak, bir görevi gerçekleştirmek zorundaydım.
Kanım, damarlarımı kelimelerle dolduran bir mürekkep gibi ilerliyor, geçen her saniye akrepten aldığı zehri zamana yayarak o zehirle bizi yavaş yavaş ölümün kıyısına doğru sürüklüyordu. Görmüştüm. Mavi gözlerinden süzülen o rahatsız edici olduğunu düşünemeyeceğim kadar kutsal, tapılası ışığın yüzüne çizdiği gölgeleri, benim yüzüme çarptığı yansımasını görmüştüm. Hepsini görmüştüm. Şaka değildi, hayal ya da başka bir şey değildi; Efken de ne yaptığını biliyormuş gibi tepkilerimi anlamak ister gibi doğrudan bana bakıyordu. Gözlerindeki o mavi kutsal ışık sönmüştü.
Nefesim boğazımı yararak ilerleyip dudaklarımdan dışarı endişeyle dökülünce, mavi gözlerin sahibi belimi yavaşça serbest bırakıp bana kaçabilmem için şans tanıdı ama o an kaçamadım. Ayaklarım tutmuyordu, gözlerimdeki şaşkınlık öyle belirgindi ki, onun da bana bakarken şaşırmaya başladığını görebiliyordum. Kaçmadığım ya da çığlık atmadığım için şaşkın gibi bir hâli vardı. Beklemediği türden bir tepkiyle karşılaşmış, sakinliğim karşısında gerçekten afallamıştı.
“Senin gözlerin… o çocuğun gözleri gibi parlıyordu.” Kekeleyerek kurduğum cümle onda herhangi bir etki yaratmadı, sadece başını salladı.
“Sadece bende olduğunu sanıyordum,” dedi sadece. “Sen söyleyince şaşırdım ama bu senin yalan söylemediğinin kanıtı. Crystal yalan söylüyor.”
“Nasıl?” Gözlerime inanamıyormuş gibi kemikli esmer suratına bakakaldım. “Yani gözlerin nasıl öyle… ışıklı?”
“Bilmiyorum,” dedi dürüstçe, gözlerini kırpmadan bana bakıyordu. “Bu çok küçükken keşfettiğim bir şey. Garip bir yan etkisi yok ya da beni diğerlerinden daha farklı kılmıyor.”
“Şaka mı yapıyorsun?” diye sordum dehşet içinde. “Gözlerinden dışarı ışık döküyorsun ve bu senin için çok mu normal? Seni diğerlerinden ayırmıyor, öyle mi?”
“Evet,” dedi hiç düşünmeden. “Normalim, Medusa. Sadece gözlerim böyle.”
“Nasıl olabildiği konusunda bir fikrin var mı?”
“Kendi yapabildiğim bir şey değil, duygularıma göre şekillendiğini fark etmiştim. Annem bunun bir yeti olduğunu söylemişti. Yani bir yeteneğimin imgelenmesi gibi düşün, bu yeteneğimin fal bakabilmek olduğunu söylemişti annem. Tarot kartlarıyla aramdaki bağ buradan geliyor.”
“Ama hiçbir falcının gözleri öyle-” diyecektim ki birden lafımı böldü.
“Ben falcı değilim. Sadece doğuştan gelen bir yetenekle doğdum, bunun bir imge olduğunu düşünen ve bana bunu inandıran annemdi. Bu benim lanetim. Hoşlandığım bir şey değil.”
“Neden sana özel olduğunu düşünüyorsun?”
“Bu yakada kart kullanabilen tek kişiyim. Geleceğini görebildiğini düşünen ahmak dolandırıcılar dışında.”
İnançları olan biri gibi değildi, hatta hiçbir şeye inanmadığına yüzde yüz emindim. Ama bir çocuk kalbiyle annesine inanmıştı, artık o çocuk kalbine sahip olmasa bile annesine olan inancı hiç tükenmemiş gibi duruyordu.
“Peki ya o çocuk?..”
“Dahası Crystal’in de gözlerinin parladığını söyledin ve dışarıda bana yalan söyledi.”
“Onun gözleri senin gibi parlamıyordu,” diyebildim.
“Nasıl?”
“Dedim ya… onun gözleri daha çok şey gibiydi.”
“Bir sürüngen gibi,” dedi başını sallayarak.
“Evet,” dedim, ürpermiştim. “Efken, gözlerin…”
“Bu aramızda kalsın,” dedi. “Sana delirmediğini göstermek istedim çünkü Crystal yalan söyleyerek beni kızdırdı.” Bir adım geri çekilerek yüzüme baktı. “Merak etme, hayal dünyanda oluşturduğun türden bir yaratık değilim. Yirmi beş yılımı bu insan vücudunun içinde geçirdim. Bir insanım. Sadece bir farklılığım var, onunla yaşamaya küçük yaşlarda alıştım.”
“O zaman o çocuk da senin gibiydi.”
“Nasıl biriydi gördüğün kişi?”
“Crystal ona saldırdı,” dediğimde duraksadı. Bunu duymayı beklemiyor gibiydi. “Yani çocuğu öldürmek istiyor gibiydi, çok vahşiydi.” Güçlükle yutkundum, sesim titriyordu. “Çocuk öfkelendi sanırım, öfkelendiğinde de gözlerinden süzülen ışığa benzer yansımaları gördüm. Sonra da Crystal’in gözlerini gördüm.”
“Belki de o an çocuğun gözlerinde gördüğün farklılık yüzünden Crystal’i de öyle hayal etmişsindir?” diye sordu, bu olabilir miydi bilmiyordum ama Efken elini çenesinde yeşeren sakallara götürüp sakallarını hışırdatarak kaşıyınca dikkatim dağıldı. “Yine de Crystal neden birine saldırsın bunu anlamıyorum.”
“Bana sık sık kaçmamı söyledi,” diye fısıldadım.
“Diyelim ki o çocuğun benim düşmanlarımdan biri olduğunu düşünüp seni korudu, Crystal neden seni korusun ki?” Kafası karışmışa benziyordu, benim de kafam gerçekten allak bullak olmuştu. Gözlerinden süzülen ışıkları kafamdan atamamama rağmen nedense ondan korkmuyordum. Bir şey vardı, o bir canavar bile olsa ondan korkmama engel olacak türden bir şeydi bu; neydi tam olarak bilmesem de damarlarımdaki kan bile biliyor gibi akıyordu. “Crystal güneyden geldiği zamandan beri hep etrafımdaydı. Onunla hiç beraber olmasam da o hep bir şansımız olabileceğini düşündü. Etrafımdaki her kadına düşmandı, hepsinden nefret ediyordu. Şimdi sen yanımdasın, evimde kalıyorsun, seni benimleyken gördü ve senden nefret etmemesi için hiçbir sebep yok. Neden seni korumaya çalışıp bu uğurda bana yalan söylesin?”
Crystal ile ilgili verdiği ayrıntılar, hissettiğim korku ve tedirginlikten daha sert bir duygunun kalbimin atışlarına karışarak bana eziyet etmeye başlamasına neden olmuştu. Suskun bir hâlde onu izliyordum. Koridorda birkaç volta attıktan sonra derin bir nefes aldı. O sırada o çocuğun söylediklerini anımsadım.
“O çocuk, yani genç adam bana beni koruduğunu ama bir daha yapmayacağını söyledi,” diye fısıldadım, Efken’in sırtı bana dönük hâlde donup kaldığını fark etmiştim. Tedirgin bir şekilde ona doğru bir adım attım. “Onu hiç görmedim. İlk görüşümdü,” diye fısıldadım tekrardan, sesim korku yüklüydü. Sanki içinde binlerce volt yüklü elektrik telleri gibi benim de içim korkularla doluydu. “O da fal bakıyor, olabilir mi?”
“Baksa duyardım,” dedi düşünceli bir sesle. “Belki de sadece yeteneği olan biridir. Bilmiyorum. Ben DNA’mda bir problem olduğunu bile düşünmüştüm. Bilirsin bazen, hatta bazen değil çoğu zaman farklılıklarımız olur. Bizi biz yapan farklılıklarımızdır.” Efken’in omuzları yavaşça yukarı kalkıp indi. “Hiç görmediğin birinin seni koruduğunu iddia etmesi çok saçma. Onu bulup bacaklarından bir ağaca asabilirim ve seni korkuttuğu için tüm kan kafasının içine yığılana kadar günlerce onu o şekilde orada bekletebilirim.”
“O sadece bir çocuktu. Muhtemelen en fazla Miran ile Miraç ya da Mahzar yaşlarında.”
“Kardeşlerin kaç yaşında?”
“Miraç ve Miran on sekiz, Mahzar on dokuz yaşında, yakında yirmiye girecek.”
“O zaman o gördüğün çocuk pek de küçük değilmiş, Medusa.”
“Bana göre öyleydi.”
Efken derin bir nefes aldıktan sonra, “Ormana bakmaya gideceğim,” deyince birden olduğum yerde sıçradım. Bana şaşkın gözlerle baksa da umursamadan hızla ona doğru yöneldim.
“Oraya gidemezsin. Bu delilik. Sana o ormanda kurt gördüğümü söylemiştim. Hatta kurt değil, kurtlar.”
“Yıllardır burada yaşıyorum,” dedi sertçe.
“Umurumda değil, yıllardır burada yaşıyorsun diye şimdi kıçını ısırmayacaklarını nereden biliyorsun?”
“Gidip ormanı kontrol edeceğim, etrafta dolaşan bir yabancı görürsem de onu ağaca asacağım. Baş üstü. Anladın mı?”
“Ya sana bir şey olursa?”
Sadece birkaç saniye bile geçmemişken onu neredeyse bedenimin içine ait bir ruhmuş gibi dibimde bitmiş hâlde buldum. Teninden geçen elektrik akımı tenime yansıdı ve bedenlerimizden çıtırtılar yükseldi. Gözleri gözlerime bir felâket olup yağmaya başladığında, kalbim göğsümün içinde infilak etti ve tüm his parçaları göğüs kafesime bir cesedin kopan uzuvları gibi uçuşarak takılıp kaldı. Ona bakarken kalbimin benden daha büyük bir düşmanı yoktu ve biliyordum ki benim de en büyük düşmanım savunmasızca çarpan kalbimdi.
“Bana bir şey olursa?..” diye sordu, merakla yanan uçurum mavisi gözlerinin dibindeki simsiyah göz bebeğinin içinde kıpırdanan kara yılanları izlerken yutkundum. “Söylesene,” dedi başını sağa doğru yatırıp erkeksi gözlerini yüzümden çekmeden. “Bana bir şey olursa, çok mu üzülürsün?”
“Gitme,” dedim yavaşça.
Parmağını çeneme bastırıp kafamı yavaşça yukarı kaldırarak gözlerimin içine baktı. “Bana bu günah gibi kızıl gözlerle bakarak gitme dersen, gidebilir miyim hiç bilmiyorum. Senin içinse… evet, giderim. Ama başka bir şey için gitme diyor olsaydın, evet, gitmezdim.” Parmağını yavaşça tenimden uzaklaştırdı. “Gidip üzerini değiştir, buz tutmuş olmalısın. Evden kaçman konusunu da daha sonra masaya yatıracağız.” Efken sırtını dönerek sokak kapısına yöneldiğinde boğazımdaki kurulukla arkasından bakakaldım.
Çıkıp gittiğinde yaşananlar öyle çok ağır gelmişti ki sadece postallarımı çıkarıp kardan ıslanan kıyafetlerimi değiştirmeden salona geçmiştim. Zaman çok hızlı akıyor gibiydi, sanki birkaç saniye olmuş ya da olmamıştı ama Efken tekrar evdeydi. Direkt duşa girdiğini fark ettim. Bir şeyler görmüş müydü bilmiyordum ve merak karnımı yaran bir bıçak gibi içimde dönüp duruyordu. Duştan çok çabuk çıktı, sadece alt bedenine sardığı siyah havluyla salonun girişinde belirdiğinde göğsünden gözyaşı misali süzülen su damlalarına baktım, sonra da gözlerim onun kaslı göğsü boyunca yukarı doğru süründü ve yüzünü gördüm. Yüzünde de onlarca su damlası vardı, hepsi gözyaşı gibi akıyordu. Bir an Efken’i ağlarken düşündüm. Bu su damlaları gözyaşları gibi görünüyorken bile hiç ağlayabilirmiş gibi durmuyordu. Sanki gözlerini sonsuzluk uykusuna yatırmış ve tüm acılara kapatmıştı.
Siyah, ıslak saçlarını eliyle arkaya atarak, “Orman temiz,” dedi sadece. Bu konu hakkında konuşacak başka bir şeyimiz yok muydu? “Nigin olayına gelecek olursak, tekrar kaçmayacağından emin olmak için araştırmaya başlayacağım. Seni öldürecek bir şey olduğunu düşünmüyorum ama madem korkuyorsun, o zaman bunu halledeceğim.”
“Mustafa Baba ölebileceğimi söyledi, İbrahim de öyle söyledi,” dedim yavaşça.
“Ölmene izin vermem,” dedi Efken, sesi sertti; ölüme bile meydan okuyordu.
“Crystal konusunu ne yapacaksın?”
“Neden yalan söylediğini öğrenirim,” dedi sadece. Bedeninden sicimle inen su damlalarına bakmadan edemedim, sonra düşüncelerimin yönünü değiştirmek ister gibi yavaşça başımı sallayarak gözlerimi muhteşem vücudundan uzaklaştırdım. Onun vücudunun beni ilgilendirmemesi gerekiyordu. “Sana öfkeliyim.”
Bir an şaşırarak kafamı kaldırdım, vücuduna değil, doğrudan gözlerinin içine baktım.
“Neden?”
“Aptallık yaptın. Aptal insanları hiç sevmem. Sen hem saf hem de aptalsın,” dedi. Söylediklerini onu her ne kadar yumruk manyağı yapmak istiyor olsam da duymazdan geldim. Efken derin bir nefes aldı. “Ama körü körüne şu Nigin denen şeye inanmadan önce biraz araştırma da yapmamız gerekiyor.”
“Nasıl yani?”
“Senin elinde bana ait bir tarot kartı vardı,” dedi Efken. “Bu da demek oluyor ki babaannenin burayla zaten bir bağlantısı var. Sana ihanet ettiğini düşündüğüne göre bence sen de benimle aynı fikirdesin.”
“Beni buraya gönderenin o olduğuna eminim,” dedim. “Her zaman garipti.”
“Sana benim kartımı bir kitap ayracı gibi vermişti, değil mi? Öyle söyledin diye hatırlıyorum.”
“Evet.”
“Nasıl bir kitaptı bu? Yani o kitabı görsen hatırlar mısın?”
“Evet, hatırlarım,” dedim, sadece son sorusuna cevap vermiş olmam dikkatinden kaçmamış gibi kaşlarını çattı ama bu konu hakkında bir şey söylemedi.
“Yarın şehir kütüphanesine gidelim, orada birçok kitap var. Belki benzerine rastlarız. İçinde bizi cevaba götürecek şeyler buluruz.” Birden bu fikri bana inanılmaz mantıklı gelmişti. Her şey ben o kitabın kapağını açtığım anda olmuştu. Sesler ve görüntüler, hiçbiri yoktu; hafızamı zorlasam da o an ile ilgili hiçbir şeyi tam olarak hatırlayamıyordum ama emin olduğum bir şey vardı, o da o kitabın elimde olduğuydu.
“Her şey olduğunda,” dedim düşünceli bir sesle, Efken bana bakmaya başlamıştı, “yani ben kendimi burada bulmadan hemen öncesinde, elimde o kitap vardı.”
“Yanılmamışım,” dedi sert bir sesle.
Kafamı kaldırıp ona daha dikkatli baktım. “Nasıl yani?”
“Bu da lanetlerimden bir tanesi,” dedi alay eder gibi ama sesi sertti. “Her neyse,” dediğinde yüzü tekrardan sertleşmişti. “Tek parça bir şekilde eve döndüğün için şanslısın ama bunu tekrarlayacak olursan, senin cesedini bulmak için bile gelmem. Bir kenarda çürürsün, haberin olsun.”
“Dengesiz,” diye fısıldadım.
“Bir şey mi dedin?”
“Dedim ki, bas git üzerini giyin. Evin ortasında çıplak bir erkekle bunları tartışmak istemiyorum.”
“Herhangi bir erkek değilim ben. Yakışıklı, kaslı ve gördüğün en mükemmel erkeğim.” Alayla gülmem onu sinirlendirmiş gibi homurdandı. “Aksini düşünüyor olamazsın. Öyle olsa bana hiç erkek görmemiş gibi bakmazsın, değil mi?”
“Sana öyle bakmadım,” diye yalanladım. “Hem bir sürü saçma şey yaşadım. Konumuz senin kasların mı gerçekten?”
“Olduğum yerde esas konu mükemmelliğim ve kaslarımdır, sürüngen gözlü kadınlar gördüğünü iddia eden küçük kızlar değil,” diye dalga geçse de aslında bir yanının mantıklı sebepler aradığını ve bana inandığını biliyordum.
Arkasını dönünce gözlerim sırtına takılıp kaldı. Sırtındaki kasların dizilimi tek kelimeyle şahaneydi. Kanatlarını oluşturan kemikler sert ve dışa doğru kavisliydi, bel oyuntusu bir kadını kıskandıracak kadar kusursuz ve içeri doğru gidiyordu. Belinde iki büyük gamze vardı, oyuklar öyle derindi ki bir mezar çukuru gibi duruyordu. Omuzları yüksek, geniş ve kusursuzdu. Teninde tek bir leke bile yoktu, saf bir bronzlukla parıl parıl parlıyordu.
Beni görmesi imkânsız olmasına rağmen, “Bak, gördün mü?” diye sordu alayla. “Gözlerini benden o kadar ayıramıyorsun ki, bana dokunmamana rağmen sırtımda pençelerini hissedebiliyorum. Eminim şu an ne isterdin, biliyor musun? Şu saçmalıklardan kurtulduktan hemen sonra, o uzun tırnaklarını sırtımın başına bastırıp, sonuna kadar acımasızca çizmek ve tüm bunlar olurken adımı zikretmek. Fısıldayarak.” Alaycı sesine rağmen kelimeleri bastırışı kafa karıştıracak kadar erotikti. Bakışlarımı hızla yere indirip kusursuz sırtına bakmamaya çalıştım. “Biliyorum, Medusa. Çünkü aynılarını ben de istiyorum.”
Bir gölge mantığımın üzerini karartınca, karnım garip bir hisle kasıldı. Birden parmaklarımı karnıma bastırma içgüdüsüyle dolup taştım. Bedenimin gösterdiği bu tuhaf reaksiyon ruhuma rahatsız edici bir his aşılarken Efken’in kaybolup gidişini seyrettim. Bazen benimle alay ettiğini düşünüyordum ama kaya kadar sert baktığı zamanlar onun gibi birinin eğlenceli olma ihtimali bile olmadığını fark ediyordum. Sanki bir yanı beni yakmak ister gibi ciddiydi. Sonumu getirecek şeyleri öylece, gelişigüzel, hiç düşünmeden söyleyebiliyordu ama sarf ettiği cümlelerin üzerimdeki etkisinden haberi bile yoktu. Onun öylesine kurduğu cümleler, benim gecelerce uyku uyumayıp üzerine düşünebileceğim türden şeylerdi.
Koltuğun üzerinde uykuya daldığım ânı hatırlamıyordum ama kâbuslarımı hatırlıyordum. Gözlerimin kapalı olduğu süre boyunca durmadan Crystal’in sürüngene benzeyen uzun bir çizgi şeklindeki alev sarısı gözleriyle savaşmış, gözlerinden ışık sızan o genç çocuk ve Efken’den kaçmıştım. Ormanlar yine rüyalarımın sahnesiydi, kar dolu ormanda yaralı bir av gibi kan içindeki beyaz elbisemle durmadan koşmuştum. Sanki Efken ve o genç çocuğun beni yakalamasından korkuyor, gözleriyle savaştığım Crystal’i arıyordum. Her nedense kâbusum boyunca beni koruyabilecek tek kişinin Crystal olduğuna inanmıştım.
Uyandığımda çoktan gece yarısıydı. Baş ucumdaki lambaderden turuncu bir ışık yayılıyor, turuncu ışık üzerime devrilerek karanlık salonda bir tek beni aydınlatıyordu. Terliydim, üzerimdeki ceketi çıkarıp başımın altına koydum ve karanlığı izlerken ağır nefesler alıp vermeye başladım. Ev çok sessizdi, sanki boştu ve kalbi atan tek canlı bendim ama bir süre sonra koridordaki kapılardan birinin açılıp kapandığını duydum, çok geçmeden Yaren salonun önüne gelip -bir kapısı bile olmayan- salondan içeri baktı.
“Uyanmışsın,” dedi esneyerek. “Su içmeye kalkmıştım.”
“Yaren,” dediğimde durdu.
“Hım?”
“İnternet var, değil mi? Yani burada.”
“Evet tabii ki,” dedi.
“Peki bilgisayarın var mı?”
“Elbette.” Bana uzun uzun baktı. “Lazım mı?”
“Evet, lütfen,” diyerek yattığım yerden tamamen doğrularak kalktım.
“Bekle, senin için laptopumu getireyim.”
“Teşekkür ederim,” dedim.
İlk zamanlar da internete girip bir şeyleri araştırmayı düşünmüştüm ama bedenim de zihnim de öyle bir panik hâlindeydi ki, her şey birbirine girmişti ve bunu tamamen geri planda bırakmıştım. Unutmuş değildim ama tehlikede olduğuma dair sinyaller her yanımı sardığından o an buna fırsat bile bulamamıştım. Yaren elinde gri bir laptop ile geri döndüğünde koltuğun üzerinde bağdaş kurmuş oturuyordum.
“Sıcak bir duş alıp üzerini değiştir bence,” dedi Yaren yavaşça gülümseyerek. Laptopu bana uzattı. “Şifrem şey, İbrahim123 yani bu aramızda kalırsa sevinirim.”
Sırıttım. “Endişelenme ama abin bunu çözebilecek kadar zeki.”
“Şey, bazen tam bir salak olabiliyor.”
“Bak bu konuda hemfikiriz aslında,” diye takıldım laptopu kucağıma koyup kapağını kaldırırken.
“Seni yalnız bırakayım mı?” diye sorduğunda hâlâ gülüyordu. “Yani belki özel bir şeyleri araştıracaksındır.”
“Sorun değil,” dedim ama sorun olduğunu bakışlarımdan anlamış gibiydi. Yavaşça salondan çıkmak için yürümeye başladı, sonra bir an durup omzunun üzerinden bana baktı. “Şey, İbrahim dedi ki,” diye fısıldadı ikilemde kalmış gibi.
“Ne dedi?”
“İyi olacakmışsın.”
“Hım?”
“Ne demek istediğini anlamadım ama bağ uzağında değil gibi bir şeyler söyledi,” dedi kaşlarını çatarak. “Sen anlarmışsın.”
Kaşlarımı çattım ama bir şeyler söylemek için ağzımı açmadım. Yaren’in İbrahim ile aralarında bağ olduğunu bilmediğini biliyordum, bunu benden öğrenmesi saçmalık olurdu. Yeterince şeyle uğraşıyordum, bir de Yaren’e açıklama yapamazdım ve sanırım bunu İbrahim’den öğrense daha iyi olurdu. Hoş, İbrahim söylemek istese de Efken buna ne ölçüde izin verirdi, işte orası muammaydı.
“İbrahim’i görürsen teşekkür ettiğimi söyle,” dedim yavaşça. “Ne demek istedi anlamadım ama gerçekten teşekkürler. Bu arada onunla gizlice görüşüyorsan, ki bence görüşüyorsun, Efken’e dikkat et çünkü İbrahim’i öldürmek istiyor.”
Yaren donup kaldı. “Bunu sana o mu söyledi?”
“Evet,” dedim. “Ayrıca abine bir ucube gibi davranmamalısın, Yaren. Onu incitemeyeceğini düşünüyor olabilirsin ama bana kalırsa Efken’i incitebilecek kadar güçlüsün.”
Yaren bir an duraksar gibi oldu. “Efken Karaduman incinmez.”
“Neden? Efken Karaduman’ın bir kalbi yok mu?”
“Varsa bile atmıyordur, emin ol,” dedi Yaren gülümseyerek.
“Bu biraz acımasızcaydı.”
“Sadece abimi tanıyorum. Bak, o benim her şeyim tamam mı? Ben de onun her şeyiyim ama bu kadar. Onun kalbi çarpmaz, insanları hiçbir zaman umursamadı, yine umursamaz. Efken Karaduman incinmez. Sadece incitir.”
“Bence biraz haksızlık ediyorsun.”
“Bu haksızlık etmek değil, Mahinev. Emin ol abim tam da bunları duymak isterdi.”
“Ben bir ablayım,” dediğimde Yaren bana dikkatle baktı. “Miraç, Miran ve Mahzar benim için bu dünyadaki en değerli şeyler. Annem ve babamdan bile değerliler. Bazen onlarla hiç iyi anlaşamam, hatta Mahzar ile eğer kardeş olmasak kesinlikle düşman olurduk ama onlar benim dünyam. Onlar için her şeyi yaparım. Efken senin için her şeyi yapar. Onu kısıtlı bir süre zarfında az da olsa tanıdım. Tek umursadığı kişi sensin ve insan en umursadığı kişiden böyle acımasız şeyler duyunca ne kadar nasır bağlamış olursa olsun, canı acır.”
Yaren bir şey söylemek için ağzını araladı, sonra geri kapatıp başını önüne eğdi. Derin bir nefes alıp kırgın bir sesle konuşmaya başladı.
“Onun tek kız kardeşi değilim. Aslına bakılacak olursa, sadece kuzeniyim. Onun bir kız kardeşi vardı.”
“Vardı,” dedim başımı sallayarak, birden öğrendiğim bu ayrıntı kalbimi paramparça etmişti.
“Evet. O da suikasta kurban gitti. Henüz bir bebek sayılırdı.”
“Bu yüzden tek dünyası sensin,” dedim. “O her şeyini kaybetmiş ve bunu laf olsun diye söylemiyorum, gerçekten her şeyini kaybetmiş.” Bilgisayarın şifresini yavaşça tuşlayıp tekrar ona baktığımda bilgisayarın mavi ışığı yüzüme çarpıyordu. “Yaren, evet senin de biraz hoşgörüye ihtiyacın var ama emin ol Efken’in de var. O korkunç şeyler yapsa da senin abin. Emin ol sen korkunç şeyler yapsan, o senin abin olmaktan vazgeçmezdi.”
“Biliyorum,” diye kabullendi. “Sanırım gidip o hıyarın yanağına onun sinirini bozacak kadar sulu büyük bir öpücük konduracağım.”
“Bence sadece sinirlenmiş gibi yapacak. Bu arada o nerede?”
“Odasında, uyuyordur herhâlde.”
“Anladım. O hâlde iyi geceler.”
“İyi geceler,” diyerek çıkıp gittiğinde arkasından bakakalmıştım. Odasında uyumasının sebebi muhtemelen salonda uyuyakalmış olmamdandı ama yine de kendimi sepetlenmiş gibi hissetmiştim. Onun kocaman konforlu yatağında uyumaya alışmıştım doğrusu. Gözlerimi bilgisayara çevirdim ve ekranda İbrahim’e ait kocaman bir fotoğrafla karşılaştım. Fotoğrafta kameranın merceğine bakan ela gözler neşeyle parlıyordu, yüzünde uzun dişlerini gösterecek kadar büyük bir sırıtış vardı. Muhtemelen fotoğrafı çeken Yaren’di ve yine muhtemelen Efken bu bilgisayarın ekranındaki fotoğrafı hiç görmemişti… Klasörlerin çoğu ders isimlerinden oluşuyordu. Trigonometri, tarih, yabancı diller vesaire. İnternet tarayıcısının logosu benim kullandığım tarayıcınınkinin birebir kopyası gibiydi, isimleri de absürt bir şekilde birkaç harf farklı olacak şekilde neredeyse aynıydı. Tarayıcıyı açtım ve internet sayfasının yüklenmesini bekledim. Dağ başında olduğumuzdan olacak internet çok yavaştı, bir süre sonra arama motoru belirdi ve Google arama motoruna dehşetle baktım. Bizimkinin tamamen aynısıydı. Şüphe içimi kemirirken omzumun üzerinden kapıya doğru bakıp, ardından gözlerimi yeniden ekrana çevirdim. Şaibeli ekrana bir süre baktıktan sonra arama çubuğuna tıklayıp şunları yazdım.
Mahinev Demir.
Arattım.
Bir süre halka ortada döndü, ardından şöyle yazdı: Şunu mu demek istiyorsunuz? Merve Demir.
“Hayır aptal,” diye söylendim. “Mahinev.”
Aşağıda arattığım isim için bir şeyler arasam da yoktu. Ne Facebook hesabıma ne de Twitter hesabıma ulaşamamıştım. Instagram hesabım da çıkmamıştı ama garip bir şekilde bahsettiğim tüm siteler vardı. Facebook sitesine şokla bakıp tıkladığım anda önüme açılan sayfa Yaren’in sayfasıydı. Hesabı açık kalmıştı. Profil fotoğrafına siyah bir kediyi kucakladığı, neşeyle gülümsediği bir kareyi yerleştirmişti. Kapak fotoğrafındaysa kar taneleri vardı ve muhtemelen bu fotoğrafın çekimi ona aitti. Son paylaştığı komik bir videoydu ve gördüğüm tarihe bakılacak olursa hemen hemen dört ay önceydi. Gözlerimi bilgisayarın kenar çubuğunda yazan tarih ve saate indirdim. Evet, şu an bildiğim tarihteydik, günlerden emin olmasam da yıl ve ay olarak geldiğim yerle aynı zaman dilimindeydik. Saatin gecenin üçü olduğunu fark etmiştim. Bakışlarımı tekrar ekrana çevirdiğimde Yaren’in sayfasından çıkmak için hazırlanıyordum ki fotoğraf albümlerini görüp duraksadım. Albümlerden birinin kapağında ilgisizce etrafa bakınan, gözleri kesinlikle kadraja dokunmayan Efken vardı. Karların içinde umursamaz duruyordu, başında gri bir bere, üzerinde şişme siyah bir mont vardı ve esmer burnunun ucu bordo rengini almıştı. Birden o fotoğrafın büyük hâlini görme isteğiyle dolup albüme tıkladım.
Fotoğrafın büyük hâlini açar açmaz, ilk dikkatimi çeken uzun boyu olmuştu. Karların ortasında ulu bir çınar gibi dikiliyordu. Umursamaz bakışları farklı yöndeydi, profili görünüyordu ve kusursuz burnu bu fotoğraf karesindeki en dikkat çekici üçüncü ayrıntıydı. Birincisi boyuysa, ikincisi kesinlikle yan durmasına rağmen görünen gözlerinin derin maviliğiydi. Birden görevime odaklanıp sayfayı kapatarak tekrar arama motorunu açıp arama çubuğuna tıkladım. Sırasıyla annemin, babamın, kardeşlerimin ve babaannemin isimlerini arattım ama elimde hiç sonuç yoktu. İsim benzerliği olan insanlar tamamen bizden farklıydılar, hatta benimle isim benzerliği olan biri bile yoktu.
Sonra birden Crystal’i hatırladım. Soyadını bilmesem de şansım varsa Yaren ile Facebook üzerinden bağlantısı olurdu ve ben de girip onu inceleyebilirdim. Tekrar Facebook sayfasına girip Yaren’in arkadaşlarına tıkladığımda zafer benimdi çünkü Crystal hemen üst sıralardaydı. Sıradan bir profil elbette beklemiyordum ama o müthiş seksi fotoğrafın yerleştirildiği profili görünce dudaklarım aralanmıştı. Efken ona nasıl hayır diyebiliyordu ki?
Profile tıklamamla kalbimin hızlanması bir oldu. Alev sarısı saçları dekoltenin derin bir yarık gibi karnına kadar indiği elbisesinin üzerine yayılmıştı. Dolgun göğüsleri o yarığın tam ortasında hoş bir ahenkle kendilerini belli ediyordu. Üzerindeki parlak yeşil elbise teniyle uyum yakalamıştı. Bordoya boyanmış dudakları mat değil, parlaktı. Alev sarısı ama muhtemelen kameranın gece çekimiyle alakalı olduğundan kırmızı duran gözleri neşeyle merceğe bakıyordu.
Soyadı Wilson’du.
Fotoğraflarına tıkladığımda, tuhaflıklar silsilesi yeniden bocalamama neden oldu çünkü gündüz çekilen fotoğraflarda bile gözlerinde kırmızı lekeler oluşmuştu. Sanki mercek onun gözlerini farklı bir renge büründürüyor, gözlerinde lekeler oluşturuyordu. Sürüngen gözlerini hatırlayınca birden hızla sayfasını kapatıp elimi kalbime bastırdım. Onun bir sırrı vardı.
Bana ismimle değil, onun bana yapıştırdığı bir mahlasla seslendiğini hatırladım. Mar, demişti. Mar ne demekti? Kulak aşinalığım olan bu kelimenin ne anlama geldiğini bir türlü kafamda oturtamıyor, hatırlayamıyordum. Belki de hiç duymamıştım bile. Hızlıca arama çubuğuna tıkladım ve parmaklarım o kelimenin harfleri için harekete geçti.
Mar.
Önüme düşen ilk sayfada bu kelimenin İspanyolcada deniz anlamına geldiği yazıyordu ama diğer sitelerde İspanyolca ile ilgili hiçbir şey yoktu, tek bir şey vardı, o da Farsçaydı. Farsça kelimenin anlamını görmek için siteye tıkladığımda, siyah arka planlı site bir süre kapkara bir şekilde ekranda asılı kaldı; hemen sonrasında da sitenin sol alt köşesinde siyah beyaz, gri görünen bir fotoğraf karesi yavaş yavaş yüklenmeye başladı. Çok geçmeden fotoğraf ekranda belirdi. Bu kendi etrafında dolanarak kendi içine çekilmiş bir yılanın fotoğrafıydı. Bedenimin her zerresinde nabzım çarpıyor, tüm bedenim bir kalpten ibaret olmuş gibi atıyordu sanki.
Hızla çubuğu aşağı indirdim ve Farsça olan kelimenin anlamını o an gördüm. Büyük bir el yazısıyla şöyle yazıyordu.
Yılan.
“Siktir,” diyebildim, tek diyebildiğim gerçekten buydu.
Hatırladım. O gün, her şeyin başladığı o gün gördüğüm o sanrıyı. Evin ortasında ilerleyen o engerek yılanını, kafamın içinde tıslayıp duran o gürültüyü, geçmişimden sızan kandaki zehri hatırladım ama hepsi anlıktı. Kalbim iki kez çarpmış ya da çarpmamıştı. Parmaklarım buz kesmişti ama zaten buz gibiydim, o zaman belki de kesmemişti.
“Mar,” diyebildim siteye dikkatle bakarken. “Yılan.”
Şimdi daha rahat çıkarım yapabiliyordum. Crystal’in gözlerini de bir sürüngene benzetmiştim. Bir yılanın gözlerine… Kulaklarım uğulduyordu. Sırtım kan ter içinde olmuştu. Crystal’in bana söylediği her cümle kafamda yankılanıyordu. O da tıpkı zihnimi ele geçiren o kâbustaki sesin söylediğine benzer şeyler söylemişti. Uyanmaktan bahsetmişti.
İlk kez anlamaktan çok korktuğumu hissettim. Anlamayı reddettim. İhtimal vermek istemedim. Sadece saçmalık olsun istedim, saçma tesadüfler, aklımın bana oynadığı oyunlar… Ama değildi.
Sonra aradım. Gözlerinden ışık sızan insanları, tarot falı bakan insanları ve fotoğraflarda gözlerinde leke oluşan insanları. Ama hiçbir sonuca ulaşamadım. Ne Efken’in gözlerinden sızan o esrarlı ışığa dair ne de Crystal’in fotoğraflarda tuhaf bir leke şeklinde çıkan gözlerine dair hiçbir bilgiye ulaşamadım. Ne İstanbul ile ilgili bir bilgiye rastlayabildim ne de geldiğim dünyayla ilgili bir şeylere. Kaynaklar ne kadar çok olsa da sanki biz hiç var olmamışız, geldiğimiz dünya yokmuş gibiydi. Bir süre sonra araştırmaktan yorgun düşüp laptopu kapatıp kapağını indirerek kenara koydum ve düşünmeye başladım.
Artık bir şeyler kafamda daha netti ama bu netliği istemiyordum. Bu netliğin beni çıldırtacağını düşünüyordum. Emin olduğum şeylerden bir tanesi Crystal’in gözleriyle ilgili gördüğüm şey kesinlikle bir sanrı değildi, onun gözleri bir sürüngen gözüne dönüşmüştü; diğeri de Efken’in normal kabul etse de normal olmayan ışık saçan mavi gözleriydi. Normal insanlarda bu olmazdı, olamazdı; yaşananların mistikliğini önüme koyduğumda ise olabileceğini düşünüyordum çünkü zaten boyut atlamak mümkünse, elbette bu da mümkün olabilirdi. Belki de burada daha aklımın ve hayalimin bile içine sığamayacak kadar büyük doğaüstü şeyler oluyordu. İnsan psikolojisini düşündüm. Hepimizin aklının kilitli bir odası, o odada doğup büyüyerek tüm yaşlarımıza köklerini salan korkularımız vardı. Neden var olmayan şeylerden korkacaktık ki? Korkuyorsak, demek ki bu vardı. Karanlıktan karanlık var olduğu için korkuyorsak, hayaletlerden de yine onlar var olduğu için korkuyor olmalıydık.
Belki de var olmadığını düşünerek kendini avuttuğumuz ama içten içe delice korktuğumuz her şey, aslında vardı.
Birden tüylerimin diken diken olduğunu hissettim. Kuruyan boğazımdan birkaç yudum su geçsin diye hızlıca mutfağa gitmiştim. Buzdolabının içi sanki dışarısı eksi bilmem kaç derece değilmiş gibi buz parçalarının yüzdüğü soğuk su şişeleriyle doluydu. Perdesi açık duran mutfak penceresine bakamıyordum çünkü dışarısı zifir karanlıktı, bir tarafım delice oraya bakmak istese de kalbimin atış sesleri kuvvet kazandıkça korku açığa çıkıyor ve bir şey beni durduruyordu. Bir şeyin pencerenin camına çarparken çıkardığı ses beni yerimden sıçrattı ve bardağımda kalan yarısı içilmiş su tezgâha döküldü. Ürkerek pencereye doğru döndüğümde, camdaki kan lekesini görmek gözlerimin büyümesine neden olmuştu. Mutfakta yanan ışığın aydınlattığı camın arka kısmından sicimle kan akıyor, bir patika oluşturan kan aşağı doğru gidiyordu. Sanki bir şey çarpmış, çarptığında da yarasındaki kanı cama bulaştırmıştı.
“Efken,” diye seslendim geri adımlar atarak mutfaktan çıkmaya hazırlanırken, sonra birden arka arkaya siyah figürler cama çarpmaya başladı ve her çarpışlarında kan lekesini beyaz sayfaya dökülen mürekkep gibi büyüterek genişletmeye başladılar. Korku dolu bir çığlık boğazımı yırttığında, çarpan figürlerden bunların simsiyah kargalar olduğunu anlamıştım. Hızla cama çarpıyorlar, kanla lekeledikleri camdan kayarak yere düşüyorlardı. Karların arasına düşerken çıkardıkları sesleri bile duyuyordum. “Efken!”
Sıcak kollar beni yakaladığında birden ona doğru dönüp, yüzümü sıcak ve çıplak göğsüne gömdüm. Kalbim korkunun yukarı doğru fışkırarak lav gibi aktığı bir yanardağına dönüşmüştü. Efken ellerini saçlarıma taşıdı, dağılmış siyah saçlarımı geriye doğru tarar gibi iterken beni göğsüne tamamen bastırarak, “Siktir,” diye fısıldadı. Tam cama bakacakken saçlarıma gömdüğü parmaklarıyla başıma bastırarak beni göğsüne sakladı. “Hayır, bakma.”
“Karga mı?” diye sorabildim, sesim titriyordu. Yaren’in koridorda yankılanan ayak seslerini duydum, koşuyordu.
“Yaren, odana dön, hemen!” diye bağırdı Efken beni sıkı sıkı tutarken. “Hemen dedim sana!”
“Neler oluyor?”
“Odana dön, perdelerini çek!”
“Ne olduğunu söyle bana?”
“Hemen!”
“Ben iyiyim!” diye seslendim ama bunu yaparken yüzüm Efken’in göğsüne gömülmüş hâldeydi. Yaren’in böyle korkutucu bir manzarayı görmemesi daha iyi olacaktı. Yaren bir şeyler söyleyerek odasına girse de aklının bende olduğunu biliyordum. Benim aklım ise çoktan yerinden uçup gitmiş, kafamın içini terk etmişti.
“Göç mevsimi değil,” dediğinde duraksadım. “Onları avlasalar duyardım.” Derin bir nefes alarak saçlarımı büyük avucuyla okşadı. “O tarafa bakmadan yavaşça koridora çıkabilir misin?”
“E-evet,” diye fısıldadım kekeleyerek.
“Çık,” dedi, sesi keskindi ama şefkati hissedilir tonlardaydı.
Yavaşça kollarının arasından sıyrılarak koridora ilerledim. Kalbim büyük bir gürültüyle göğsümü dövüyor, nefesim kesik kesik dudaklarımdan dışarı dökülüyordu. Karanlık koridoru aydınlatan tek şey koridorun sonundaki duvardaki pencereden içeri sızan gümüş renkteki ay ışığıydı. Çok geçmeden Efken arkamdan koridora çıktı ve ben salonun önüne doğru yürürken arkamdan gelmeye başladı.
“Dışarı çıkıp bakacağım,” dedi sakince, sanki şahit olduğu kanlı görüntüler onun için hiçbir şey ifade etmiyordu. Onun sıcak kolunu yakaladığım anda omzunun üzerinden kafasını eğerek bana baktı.
“Tek başına çıkma,” diyebildim.
Dudağının kenarı alayla yukarı büküldü. “Korkma kan içinde cama çarpıp ödünü koparmam.”
Yutkundum. “Saçmalama,” diye fısıldadım. “Birlikte bakalım.”
“Korkudan betin benzin attı ama sırf bana bir şey olur diye korkup benimle dışarı çıkmak mı istiyorsun?” Kaşlarını kaldırdı. “Altına işemediğine emin misin sen?”
“Seninle geleceğim.”
Çok kısa bir an için duraksadı. “Karga ölüsü görmek için mi?”
“Hayır,” dedim. “Gelmek istediğim için.”
Gözlerime beni yakacak uzunlukta baktı. Sonra da başını iki yana sallayarak sokak kapısına yöneldi. Üzeri çıplaktı, altında kırışmış siyah bir kot pantolon vardı, pantolonun belindeki siyah kayışlı kemerin ucu kenardan aşağıya doğru sarkmıştı ve kemerin gümüş renk tokası parlıyordu. Üşüyüp üşümeyeceğiyle ilgili olan düşünceleri kenara ittim çünkü bu onu karların altında ilk çıplak görüşüm olmayacaktı. Sokak kapısını açmasıyla karın uğultusu koridora yayıldı. Verandaya çıkmadan önce postallarını ayaklarına geçirdi, siyah postallarının kulakları aşağı doğru sarkmıştı çünkü onları bağlamamıştı. Ben de hızlıca postallarımı giyerek onu takip ettim. Verandanın merdivenlerinden inip karlara batıp çıkarak evin diğer tarafına dolaştık. İleride, mutfak pencerenin hemen önünde bir düzine karga ölüsü bembeyaz karların arasına kızıl lekeler bırakacak şekilde yığılmışlardı.
Benden birkaç adım önde ilerliyordu. Kan kokusu soğuğu bile bastırarak her tarafa yayılmıştı. Penceredeki izlere, sonra da yerdeki ölü karga topluluğuna baktım. Simsiyah kanatları ve kanatlarının etrafını hâle gibi saran kızıl kan lekeleriyle beyazı kirletmişlerdi. Karga yığınının önünde durup yavaşça eğildi.
“Vurulmamış bunlar, kurşun deliği yok,” dedi ama zaten bundan emin gibiydi. “Sanki günler önce ölmüşler de biri onları kendi kanlarına bulayarak cama fırlatmış gibi. Çürümüş bu cesetler.”
Bu ihtimali düşünmek bile kanımın damarlarımdan geri çekilmesine, bedenimin buz tutmasına neden oldu. Efken ölü kargalardan birine parmağıyla dokunup yavaşça kargayı itti ve karga sırtüstü yuvarlandı. Kanatlarını genişçe açmış, karların içinde öylece uzanıyordu. Birden derin bir üzüntü hissederek ona doğru ilerledim, ne kadar korkmuş olsam da bir canlının bu şekilde ölmüş olması kalbimi sızlatmıştı.
“Onları biri atmış olabilir mi?”
Efken dizlerinin üzerine çöküp, karganın kanadına dokunarak omzunun üzerinden arkaya doğru baktı. Bozulmamış karlara bakılacak olursa birilerinin yakınlara gelmiş olması imkânsızdı.
“Çok iyi nişancı biri olmalı,” dedi Efken. “Aksi hâlde böylesi bir şeyi yapabilmesi mümkün olmazdı. Yine de bence bunları biri atmadı.”
Yutkundum. “Öyleyse?”
“Bilmiyorum. Biri atsa hissederdim.”
“Nasıl hissedeceksin?” Bir an yeteneğini hatırlayınca sustum.
“Yabancıların kokusunu iyi alırım,” dedi sadece.
“Bakabilir miyim?” diye sorduğumda gözlerini bana çevirmiş, kafasını kaldırmış bana bakıyordu. Yavaşça yanında diz çöktüğümde kolum onun çıplak koluna dokundu ve üzerimde kazak olmasına rağmen sıcaklığı iliklerimi doldurdu. Gözlerimi kanatları açık bir şekilde sırtüstü uzanan ölü kargaya çevirdim. Karganın gözleri gümüş gibi parlıyordu, griydi. Siyah olması gerekmez miydi? Pek bilgi sahibi olmasam da gözlerinin siyah olacağını düşünmüştüm. “Gözleri gümüş gibi,” dememle, Efken’in parmaklarındaki gümüş yüzüklere bakmam bir oldu. Parmaklarını kotunun üzerine koymuştu, gümüş yüzüklerle dolu esmer ellerini, parmaklarının üzerindeki dövmeleri izledim. Ardından ona baktım. “Tıpkı yüzüklerin gibi parlıyor karganın gözleri.”
“Bunlar işlenmemiş saf gümüş,” dedi Efken, sesi kaya gibi sertti. “İlk defa gümüş gözleri olan bir karga gördüm.” İşte bu şaşırtıcıydı.
“Ben de ilk kez böyle gözleri olan bir karga gördüm.”
Bana doğru dönünce yüzü ile yüzüm arasındaki yakınlık birden bedenimin yay gibi gerilmesine neden oldu. O ise bedenime geçirilmiş bir ok gibiydi, ucundaki zehirle fırlatılacağı ve birine saplanıp o insanı kana boğacağı ânı bekliyordu.
Nefesi dudaklarıma akarak dudaklarımda mahşer ateşleri yakmaya başladığında, gözlerimi bile yummadan onu izliyordum. Gözlerimi kaçırırsam yüzündeki güzellikten bir parça mahrum kalmış olacaktım. Her an ona bakmak istediğimi hissettim. Kör bir bıçak içimi deşiyordu sanki. Ruhum içime tutunamıyordu.
“Bir cesedin başındayken bile ölümü çalıp güzelliğine yaşam mı biçtin?” Soruyu sorduğu an duraksadı, ben de duraksadım ve gözlerim anlık dudakları ile mavi gözleri arasında bir git gel yaşadı. Birden ayağa kalktığında kafamı kaldırıp ona baktım ama o bana değil, kan lekeleriyle dolu mutfak camına bakıyordu. Derin bir nefes aldı. “Bu kargaları daha sonra hallederim. Hadi içeri girelim.”
“Kan kokusuna herhangi bir yırtıcı gelmez mi?”
Efken sanki bir şeyden çok eminmiş gibi, “Hayır,” dedi. “Bu eve hiçbir yırtıcı yaklaşamaz.”
Tek kaşımı kaldırdım. “Neden?”
Bir cevap vermektense, “Kalk hadi, kumda oynayan kız çocukları gibi görünüyorsun ama önündekiler kum değil kar, karın üzerindekiler de ceset. Kalk,” dedi sertçe.
Yavaşça doğrulup kalktım. Ellerimdeki titremeyi fark ettiğini gözlerinin sık sık ellerime dokunup durmasından anlamıştım. Eve girdiğimizde bile bedenimde artçı şoklar şeklinde dolanan bir korku vardı ve bu gözle görülecek cinstendi. Efken de fark etmişti. Odasına gitmemi söylediğinde hiç ikiletmeden odasına gitmiştim çünkü hem odası evin en güvenli yeri gibi geliyordu hem de bedenim çok yorgun düşmüştü. Uyuyamayacağımı bilsem de rahat bir yerde uzanıp, bedenim gevşerken düşünmeye ihtiyacım vardı.
Odası yine evin en sıcak alanıydı. Kıyafetlerimin olduğu poşetler köşedeki tek kişilik deri koltuğun üzerindeydi. Poşetlerin içini açıp lambaderin yarattığı o kör aydınlıkta üzerime geçirebileceğim birkaç parça kıyafet buldum. Son iki haftadır giydiğim kıyafetleri yıkamış, kuruttuktan sonra tekrar bu poşetin içine sokmuştum ve poşetin içinde hâlâ hiç giymediğim kıyafetler de vardı. Kalın kırmızı ve oldukça yumuşak yün kazak ile siyah taytı hızla bedenime geçirip, saçlarımı kazağın yakasından dışarı çıkararak sırtıma serdim. Hızlıca yerdeki kıyafet yığınını toplayıp katlayarak kenara bıraktıktan sonra yatağın üzerine çıktım. Yatak yumuşaktı, çarşafları yeni serilmiş gibi derli toplu duruyordu. Oysa Efken’in biraz öncesine kadar bu yatakta uyuduğunu düşünüyordum. Çünkü hiç odadan çıkmamıştı. Eğer yatağa girmediyse ne yapmıştı? Gözlerim tekli koltuğa kaydı, poşetleri en son koltuğun üzerinde değil, kenarında bırakmıştım ama girdiğimde poşetler koltuğun üzerindeydi. O hâlde biraz önce koltukta oturuyor, uyumuyordu ve koltuktan kalktığında da poşetleri koltuğun üzerine bırakmıştı. Koltuğun deri yüzeyinde çıkan ize bakılırsa, evet, saatlerce burada oturmuş olmalıydı.
Yorganı kaldırıp altına girerken bakışlarımı lambaderden yayılan kızıl ışığa çevirdim. Odanın sadece bir kısmını belli ölçüde aydınlatıyordu, içerisi neredeyse karanlıktı. Ellerimdeki titreme geçmemişti ama kalbim artık daha yavaş çarpıyordu. Sanırım yaşadığım şok bedenimi yavaşça terk etmeye başlamıştı. Kapı tekrardan açıldığında içeri giren kişi Efken’di, zaten başkasını beklemiyordum ama yine de şaşırmıştım. Sırtımı yatak başlığına yaslayarak kızıl ışığın çarparak daha da olağanüstü kıldığı bedeninin odanın içindeki süzülüşünü izledim. Elinde tuttuğu beyaz fincandan yukarı kabaran sis buharının dansını izliyordu. Gözlerini bana çevirince bakışlarımı hızla elindeki fincana indirip hiçbir şey yokmuş gibi yutkundum.
“Kafein bedenindeki korkuyu en aza indirir, seni sakinleştirir. Ağrıları azaltmada etkisi olduğu gibi, yoğun duyguları yoluna koymada da üzerine yoktur.” Kelimelerin üzerinde dans eden müthiş sesini dinlerken ona değil bana uzattığı fincana bakıyordum. Yavaşça uzanıp elindeki fincanı aldığım anda yatağın kenarına oturdu ve yatak içeri doğru çökerken bedenim ona doğru kaydı. Fincanı sıkıca tutarak onu izlemeye başladım. Beyaz buhar ağır ağır dans ederek yüzüme dokunuyor, kahvenin kokusu ve sıcaklığı tıpkı bir nefes gibi tenime siniyordu. “Bok gibi görünüyorsun, şunu iç de en azından titremelerin geçsin. Ceylan yavrusu gibi titreyip duruyorsun.”
Kaşlarımı çattım. “Bir kadınla nasıl konuşman gerektiğini öğreten olmadı mı sana hiç?” diye sordum, sesim sert olsa da bedenim yorgundu, o yüzden üzerinde cansız bir his bırakmış olmalıydım.
“Bir kadınla konuşurken olmadığım biri gibi mi davranmalıyım?”
“En azından biraz nezaket gösterebilirsin. Kendi çizginden çıkmana gerek yok.”
“Bende o bahsettiğin şeyden mevcut değil.”
“Görebiliyorum,” dedim kaşlarımı kaldırıp indirerek başımı sallarken. “Yine de insanlara kaba davranıp sonra da ben buyum diyemezsin.”
“Bana insanlık dersi mi vermeye karar verdin?” Sesi tehditkârdı ama bir yandan da sanki güven veriyordu. Yüzüne baktığımda gözlerinin doğrudan yüzüme saplı durduğunu gördüm. Bakışları yoğundu, sırtına aldığı kızıl ışık yüzünü aydınlatmıyordu ama mavi gözleri karanlığın midesini bir bıçakla deşiyormuş gibi parlıyordu.
“Eğer fazladan zamanım olsaydı, evet, bunu seve seve yapardım.”
“Beni medeni bir ayı hâline getirecek kadar bile mi vaktin yok?” diye alay etti ama gülümsemiyordu. Kaşlarının alnının üzerine doğru kalkışını, yüzünün alayla şekillenişini izledim.
“Sanırım yok,” diye fısıldadım.
Bir an duruldu. Sonra, hiç beklemediğim bir anda parmaklarını uzatıp elmacık kemiğimin üzerine dokununca ürperdim.
“Senin çillerin mi var?” diye sordu hayretler içerisinde.
“Ne?” Duraksadım. “Şey, sadece birkaç tane ama yalnızca güneşte belli oluyordu,” dedim. Onları görmesi imkânsızdı. Onları sadece kızıl sıcaklar şehri ateş hattına çevirdiğinde ve güneş tenime bir gölge gibi düştüğünde görebilirdi.
“Gözlerim güneşten daha iyi görür.”
Bakışlarımız birbirine bin asır sürmesini diliyormuşuz gibi sertçe tutundu. Kahvenin beyaz buharı ortamızda yükseliyor, bir ruh gibi yavaşça salınarak dans ediyordu. Parmağının ucuyla elmacık kemiğimi aşındırır gibi bana dokunmaya devam etti. Bu ne kadar sürecekti böyle? Kalbim göğsümün içinde parende atıyordu. Bakışları gözlerimden bir an olsun ayrılmadı. Zaman, körelmiş bir bıçağı kalbime sokup çıkararak biliyordu sanki. Sonunda parmağını tenimde ateş varmış ve o ateş onun tenini yakmış gibi hızlıca geri çekip gözlerini benden uzağa taşıdı. Bir süre öylece durduk.
“Biraz uyu,” dedi. “Yarın uyandığında şehir kütüphanesine gideriz.”
“Crystal konusunda…” Sustum, birden o kadın ile ilgili konuşmak bana pek doğru gelmedi ama Efken tekrar bana bakmıştı.
“Crystal’den korkmana gerek yok, sana bir zararı dokunmaz. İstese bile dokunamaz,” dedi kendinden emin bir sesle. “Zıbarıp dinlensene sen.”
“Gözleriyle ilgili söylediklerime bana inanıyor musun?”
“En azından yalan söylemediğini biliyorum.”
“Bu inanmak demek mi?”
“Neden sana inanmamı istiyorsun? Deli olmadığına inandırmaya çalışıyorsan buna gerek yok, deli olmadığını biliyorum,” dedi ters ters.
“Neden aniden parlıyorsun? Sadece inanıp inanmadığını merak ettim.”
“Merak etme, durmadan sorular sorma, bir şeyi bu kadar çok irdeleme,” dedi tek seferde. “Yalan söylemediğini biliyorum, bu da senin dediğin şey anlamına gelmiyor mu zaten?” Bana dik dik bakarken mavi gözleri şeytanı bile içinde tutuşturup kül edebilecek kadar kuvvetli bir ateş gibi yanıyordu.
“Yani bana inanıyorsun,” dedim.
“Bunu dillendirmene gerek yok,” diye tersledi beni oturduğu yerden kalkıp odanın içinde yürümeye başlarken. “Artık uyu.”
“Sen nerede yatacaksın?”
“Yatacağımı kim söyledi?”
Yorgun bir şekilde gözlerimi yumup geri açtım. “Peki ya ne yapacaksın öyleyse?” Bir an duraksadım, çıkıp gittiğini ve geceyi başka birinin yanında geçirdiğini düşündüm. Bu düşünce neden zihnimin topraklarına kanını akıtmıştı bilmiyordum fakat birdenbire kendimi inanılmaz rahatsız olmuş hissetmiştim.
“Bir önemi mi var? Neden yatıp uyumuyorsun?”
“Bir şeyleri öylesine sormam,” dediğimde bir an duraksadı, avucumun içiyle kendi ağzıma sertçe patlatma isteğiyle doldum.
“Beni merak mı ediyorsun?” Bu soruyu daha çok kendi kendisine soruyor gibiydi. Bu durum onu inanılmaz şaşırtmışa benziyordu. Bakışlarım yüzünde asılı kaldı, sessizlik ikimizi de besledi ama ruhum sonunda ipini kopararak içimdeki bu karmaşaya son vermek için harekete geçti. Ruhumun her bir hareketini kafamda canlandırabiliyordum.
“Ne yapacaksın?” diye sordum tekrardan.
“Gidip koltukta yatarım,” dedi geçiştirmek ister gibi, sesinden aldığım his onun bir şeyleri örtbas etmeye çalıştığını fısıldıyordu.
“Koltuk pek de konforlu değil,” dediğimde tek kaşını kaldırdı. Lambaderden yayılan kızıl ışık yüzünün yarısını aydınlatıyor, bu görüntü bana kanlı bir dolunayı hatırlatıyordu. Uzun kirpikleri, kızıl ışığın altında cesedin tenine köküne kadar saplanmış siyah saplı bıçaklara benziyordu.
“Saatlerce o koltukta uyudun,” dedi bana. “Kaçak.”
“Oradan biliyorum zaten,” diye mırıldandım.
Dudağının kenarı bir gülümsemeye değil, bir alaya ev sahipliği yaparak yukarı kıvrıldı. “Bir önerin mi var?”
Kahvemden ilk yudumu aldığımda geçen zamana rağmen kahvenin hâlâ sıcak olması dikkatimden kaçmamıştı. Dilimin ucunu yakan kahveyi yuttum ve kafein sanki birkaç saniye içinde damarlarımda turlamaya başlamış gibi gevşedim. Efken’in ısrarcı bakışları doğrudan üzerimdeyken rahat davranabilmek çok zor olsa da başımı salladım.
“Kendi yatağında yatabilirsin,” diye mırıldandım, sesimin çekingen çıkmaması için elimden geleni yapmıştım. Sonuçta onunla bir defalığına da olsa bu yatakta yatmış, o bu yatağın içinde benimleyken uyumuştum, değil mi? Efken’in iki kaşı da havaya kalktı, başını hafifçe sağa doğru yatırıp bana beni sorguluyormuş gibi baktı.
“Beni yatağa mı davet ediyorsun, Medusa?”
Kalbim kasıldı. “Burası senin odan, bu da senin yatağın,” dedim.
“Ama yatağımın içindeki kadın da sensin.”
Cümlesi belki hiçbir anlamı altında barındırmayan düz, öylesine kurulmuş bir cümleydi ama mavi gözlerinde kendini açığa vuran o bana çıkış yollarımı kaybettiren anlamdan kaçamamıştım. Ben, onu tanımadan önce kendi yarattığım buzdan parmaklıkların ardında yaşıyor, gittiğim her yere de o buzdan parmaklıkları önüme katarak beraberimde götürüyordum. Şimdi o buzdan parmaklıkların önünde duruyordu, beni izliyordu ve ben de onu… Parmakları uzandığı anda o buzdan parmaklıkları çatır çatır kırabilecek kadar güçlüydü ama uzanıp kırmıyordu, sadece orada durmuş bana bakıyordu. Bir an için, imkânsız olduğunu biliyor olmama rağmen, benimle bu şekilde, aramızda buzdan parmaklıklar varken bile yaşayabilirmiş gibi hissetmiştim.
“Daha önce bunu umursamadın, şimdi umursuyor musun?” diye sordum yavaşça.
Buna bir cevap vermektense yatağa doğru yaklaştı, yorganın ucunu kaldırıp altındaki kot pantolonu çıkarmadan yatağa girdi ama kaldırdığı yorganı üzerinde örtmedi. Yorganın açık kalan ucu benim bacaklarımın üzerinde duruyordu. Kahvemden bir yudum daha aldım. En azından bir cevap vermesini beklemiştim, düz bir cevap, hatta alaylarla bezeli canımı sıkacak bir cevap ama bunu yapmamıştı. Sırtı bana dönüktü ve gözlerinin hâlâ açık olduğunu biliyordum.
“Kahveni bitirip uyu,” dedi, gözlerim çıplak omzundan kanatlarını oluşturan kemiğe, çizgisi derin kaslı sırtına dokundu. Kahvemden bir yudum daha aldım ama kahvenin tadı zift gibi geliyordu. Normalde kahveyi çok sevsem de ağzımın tadı o kadar yerinde değildi ki, kahveyi içemeyeceğimin farkına varıp fincanı yanımdaki komodinin üzerine bıraktım.
“Uyursam gördüklerimi bir nebze olsun unutabilirim, değil mi?” Sorumu taşıyan sesim yorgundu. “Peki şimdi uyuyacak olursam, uyandığımda kafamın içinde şu an beni korkutan, inciten, dehşete düşüren, çaresizlikten kıvrandıran şeylerden kurtulabilmiş olacak mıyım?”
“Hayır,” diye mırıldandı yakıcı bir dürüstlükle. “Ama en azından dinlenmiş olacaksın.”
“Aylarca uyusam da son birkaç haftanın yorgunluğu hiç bitmeyecekmiş gibi geliyor.” Kayarak yatağın içine gömülerek başımı yastığa koydum. Gözlerimi tavana çevirdiğimde kendi nefes alıp verişimin sesi bile beni rahatsız ediyordu. “İçinde bulunduğum durum yüzünden tırlatacakmışım gibi hissediyorum.”
“Eve döndüğünde seninkilere bunu nasıl izah edeceksin?”
Sorusu beni duraksattı. Babaannemin yokluğumun sebebini bildiğini biliyordum ama ya diğerleri? Acaba şu an ne hâldeydiler? Bir an düşündüm. Aklımı kaçırmaktan korkmayı bırakarak ihtimalleri düşündüm. Acaba orada işler nasıl ilerliyordu? Okuduğum kitaplarda, izlediğim filmlerde genelde boyutlar arasında zaman farkı oluyordu. Belki de orada sadece birkaç saat geçmişti. Ama tarihi hatırlayınca durdum. Burada zaman, geldiğim yerdeki zamanla aynı işliyordu.
“Önce babaannemin yakasına yapışırım. O da aptalı oynar ve sonra annemler kafayı yediğimi düşünüp beni bir kliniğe yatırırlar,” dedim. “Yani sanırım öyle olur.” Gözlerimi yumduğumda gözümün önünde erkek kardeşlerimin, annemin ve babamın yüzleri belirmişti. Onları tek tek düşündüm. Mahzar’ın sert bakışlarını, öfkelenince aldığı hırıltılı nefesleri, Miraç’ın hızlı ve atik ince bedenini, bana her zaman bu dünyadaki en değerli şeymişim gibi bakışını, Miran’ın benimle alay edişini, ne kadar alay etse de bir şeyden endişe duyduğunda bunu ilk benimle paylaşmasını… Annemin evden çıkarken takındığı o işe gitmeyi istemediğini alenen ortaya koyan yorgun gülümsemeyi, babamın beni sıkıca saran güvenilir kollarını… “Aslında onlara hiçbir şeyi anlatamayacağımı düşünüyorum.”
“Neden?” diye sordu, onu göremesem de kaşlarını çattığını hissettim.
“Bilmiyorum. İçinde bulunduğum bu durumu kime, nasıl anlatırım? Bence onlar da anlamaz. Hiç kimsenin anlayacağını düşünmüyorum. Ben bile anlamıyorum ki, benim bile anlamadığım bir şeyi başkasına nasıl biliyormuş gibi anlatırım?”
“Belki de haklısın,” diye mırıldandı, sesi düşünceliydi.
Parmağımı boynumda, kazağımın içinde kalmış ay taşı kolyesine götürdüm, kolyenin ucunu parmaklarımın arasına alıp derin bir nefes alarak başımı salladım.
“Ama içimden bir ses, babamın burada olduğumu bildiğini söylüyor. Bana karşı hep korumacı olmasının sebebi buymuş gibi. Hatta ben bildiğine eminim. Sanki beni bu kaçınılmaz olaydan korumaya çalışıyordu.”
Ruhum, bir canavarın göğsünde atan kalp gibiydi. Canavarın pençeleri göğsüne gider, kalbinin atışlarını kontrol edemediği için öfkeyle o koca pençelerini kendi göğsüne geçirerek kendinde kapanması zor yaralar açardı. Kalbi ise bu yaralara hiç aldırış etmez, zarar görmemenin getirdiği bencil bir istekle sertçe çarpmaya, canavarı deliye döndürmeye devam ederdi. İşte ruhum içimi böyle sıyırıyor, böyle deliye döndürüyor, beni böyle büyük çıkmazlara sürüklüyordu. Ruhum içimde acıyla burkuldu. Benim tarafından istenmediğini düşünüyordu. Haklıydı.
Efken sessizdi, yine de beni dinlediğini, onu sıkmadığımı biliyordum. Normalde öfkelenip beni susturmak isteyebilir, beni aşağılayabilir ve hatta yataktan kovabilirdi; bunları yapabilecek kapasiteye sahipti ama yapmadı ve beni dinledi. Sanki birinin konuşmasına değil, beni dinlemesine ihtiyacım olduğunu biliyor gibiydi.
“Babamın beni kurtarmaya gelmesini beklemiyorum,” dedim kırgın bir sesle. “Onun iyi olmasını istiyorum. Buraya gelirse Nigin Bağı ile birine bağlanmak zorunda. Ya bağlanmazsa ve geldiği anda onu kaybedersem? Ya da bağlandığı kişi birden çekip giderse ve babam gözlerimin önünde…” Sustum. Gözlerim birden yaşların yuvası olmuştu.
“Medusa, ne söylersen söyle. Onu kaybetmekten korksan da ona seni kurtarmaya gelmediği için kırgınsın, çocuksu bir istekle onun gelmesini bekliyor bile olabilirsin ama hiç düşündün mü? Ya baban da gelmenin yolunu bilmiyorsa? Şayet bana kalırsa bahsettiğin babayı şöyle hayal ettim, öleceğini de bilse senin için buraya gelecek türden bir baba olarak. Yani eğer gelmiyorsa, belki de gelmenin yolunu bilmiyordur. Sonuçta buraya geldiğinde nasıl geldiğini sen de bilmiyordun.” Sesi yatıştırıcı bir tonda sakindi, kelimeler dudaklarından birer birer çıkıyor, her biri içime beni rahatlatmak ister gibi serin serin çarparak açık duran yaramın acısını azaltıyordu. Yaramdan kan sızmaya devam etse de en azından acı bir nebze de olsa dinmişti.
Bir şey söylemek yerine, gözlerimin kenarlarından taşan gözyaşlarını silip burnumu çektim ve o an, yatakta buz gibi bir sessizlik oluştu. Sonsuza dek susulabilseydi, tam şu an başladığım bu sessizlik sonsuza dek sürerdi.
“Ağlıyor musun sen?” diye sordu, sesi şeytanın ininde nefes alan son iyilik gibiydi.
Cevap vermedim. Dönüp bana bakmaması için tanrıya yalvarıyordum. Bana bakmaması şu an onun vereceği en doğru karar olurdu. Birilerinin beni en zayıf hâlime bürünmüşken görmesinden nefret ediyordum. Ağlamak elbette zayıflık değildi, aksine sadece güçlü insanların birilerinin yanında ağlayabilecek kadar cesur olduğunu düşünürdüm ve ben hiç cesur bir insan olamamıştım. Efken beni bir kez ağlarken görmüştü, bu benim için çok sarsıcı bir olaydı ve tekrarlansın istemiyordum. Beni ağlarken görmesindense ağladığımı bilip bakmaması daha iyi olurdu. Kendimi daha az savunmasız, daha az çaresiz hissederdim.
Efken birden bana doğru dönünce yatağın onu taşıyan tarafı çöktü ve bir bataklık gibi beni içine çekti. Bedenim ona doğru kaydı, buna engel olamadım. Efken bakışlarını yüzüme diktiğinde ona bakamıyordum. Kendi içimi yakan bu çaresizlik içimde yükselen bir yangın gibiydi ve yine içimde harlanan korku, çaresizliğin ateşiyle güçleniyordu.
“Ağlıyorsun,” dedi ne yapacağını bilemiyormuş gibi. Sesi hem sertti hem de yolunu kaybetmiş bir çocuk gibiydi. Sanki her an ortada durup annesini aramaktan vazgeçerek gözyaşlarına boğulacak ve bir kaldırımın köşesine sinecekti. Elini yüzüme doğru uzattığını, sonra hızla geri çektiğini gördüm. “Kahretsin. Neden ağlıyorsun ki şimdi?”
Yutkunup hıçkırığımı boğazımda parçalamaya çalıştım. Sırtımı ona dönmek için yatakta kayacaktım ki beni omzumdan tutarak bu dönüşe engel oldu. Gözyaşlarımı ondan saklamak ister gibi avuçlarımı yüzüme götürmeye çalıştığımda tekrar bileklerimi yakaladı ve gözyaşlarımı ondan saklamamı engelledi.
“Siktiğimin yerinde neden gözlerinden yaşlar akmak zorunda?” diye sordu sertçe, sesindeki hiddet beni irkiltti ama o ânın pompaladığı duygular her şeyden güçlü olduğundan bileklerimi ellerinin güçlü hapsinden kurtarıp ona tepki veremedim. Gözlerini yumduğunu gözyaşlarımdan dolayı puslanan gözlerle ona bakarken gördüm. Derin bir nefesi içine hapsederek, “Tamam,” dedi yatıştırıcı bir sesle. “Bağırmak istemedim, sadece… ağlamana gerek yok işte, anladın mı?” Gözlerini açıp bana baktığında yüzümden sicimle inen yaşları görmek dişlerini sıkmasına neden olmuştu. “Allah’ın cezası,” diye fısıldadı beni yavaşça kendine doğru çekerken. “Buraya gel.”
Kolları beni sardığında ona karşı koyamadım. Duygular içimi parçalara ayırıyordu. Kalbim lime lime oluyormuş gibi hissediyordum. Yaşadıklarım beni paramparça ediyor ve ben parçalandıkça tıpkı kırılan bir cam gibi keskinleştiğimi hissediyordum. Daha fazla keskinleşmek demek, artık kendini kanatmaya başlamak demekti ve ben zaten kendi kendimi kan revan içinde bırakmıştım. Bunu istemiyordum. Bu duyguyu istemiyordum. İçimdeki korku beni terk etsin, çaresizlik bir uyku sonrasında kaybolup gitsin istedim.
Efken beni göğsüne çektiği anda bedenim onun sıcaklığıyla sarılıp sarmalanmıştı. Ruhumun bile gevşediğini hissettim. O ısrarcı ruh, artık beni hırpalamaktansa sessizliği giyinip izleyici olmaya başlamıştı. Efken, yüzümü kaslı göğsüne bastırıp parmaklarını saçlarımda gezdirirken beni yatıştırmaya çalışıyordu ama şu an ekstra bir şey yapmasına gerek yoktu. Bu bile beni yatıştırmaya yetiyordu.
“Senin gözyaşlarını durduramam,” dedi açıkça. “Ben o gözyaşlarının sadece akmasına neden olan adam olurum, Medusa. Ama madem ağlayacaksın, madem bunu yapman gerekiyor, burada yapabilirsin.” Beni göğsüne bastırınca gözyaşlarım hızla yanaklarımı terk ederek göğsüne akmaya başladı. “Sakinim,” diye fısıldadı. “Bir dağı kaya parçası gibi kaldırıp bir şehrin üzerine fırlatabilirim.” Kalbinin atışları kulağımı okşuyordu. “Yine de tamam. Sakinim.”
“Gözyaşlarımın akmasına değil, durmasına neden olan adam olmuştun,” dedim hıçkırıklarımın arasından.
“Gözyaşlarını durdurmuş muydum?” Parmaklarını saçlarımda hissedince bunu yadırgamadım. Göğüs kafesim aldığım nefeslerle eziliyormuş gibi acıyordu. “Yine durdurabilir miyim?” diye sordu, sesi kapana kısılmış gibiydi.
Gerçeği hayalden sıyırarak postunu önüme atan olaylar yaşamıştım. Tüm bunlar toplandığında, yaşadığım his yoğunluğunu tahmin etmesi güç değildi. Yine de onun kollarında ağlamayı kendime yediremiyordum. Yediremediğim şeylerden bir diğeri de beni neredeyse gözyaşlarımın sesini kesecek kadar sakinleştiriyor olmasıydı. Bana iyi hissettiriyordu.
“Bir kez durdurabildiysem, tekrar durdurabilirim, değil mi?” diye sordu çocuk gibi. Bir an algılayamadım ama büyük avucunu yüzüme yerleştirip avucunun içiyle gözyaşlarımı yüzümden sıyırıp aldığında, kalbim bu kez korkuyla değil, tanımlayamadığım bir duyguyla çarpmaya başlamıştı. “Durdurmak istiyorum, aptal yılan. Bir şey söyle. Nasıl durdurabilirim?” O bana yılan dediğinde görüntüleri anımsamadım, oysa anımsamam gerekirdi. Crystal de bana Mar diye seslenmişti, Farsçada yılan anlamına gelen bu kelimenin direkt anlamını Efken’den duyduğumda garip hissetmiyordum.
“Böyle kalsak yeter,” dedim kendimi dizginlemeden. “Böyle kalırsak, geçer.”
“Tamam,” dedi, sesi şaşırmış gibi değildi, sesinde anlaşılması güç bir şeyler olsa da bu kesinlikle şaşkınlık değildi. Beni resmen bağrına bastı. Parmakları saçlarımın arasında turladı, avuçları yüzümden yaşları topladı. Bir süre sonra gözyaşlarım akmayı bir kenara bırakarak beni ölüm sessizliğine yatırdı.
“Belki bana bir şeyler anlatırsan ağlaman tamamen diner,” dedi, sesi düşünceliydi, hatta dalgındı. Sanki bir okyanusun dibine yavaş yavaş çöküyor, yüzeye çıkmak için kolunu bile hareket ettirmiyordu.
“Bir şeyler mi?” Yanağım göğsünde uzanırken burnumu çektim. Ağlamıyordum ama gözlerim ıslaktı, kalbim acıyla yanıyordu ve bunun yanında o acıya eşlik eden bir duygu pıhtısı daha beni ölümün kıyılarına sürüklüyordu.
“Evet,” dedi. “Bir fikir verdim sadece. Ağlayan bir kadına ne söylenir bilmiyorum, belki sen bir şeyler söylersin.”
“Bir şeyler söylemesi gereken sensin ama.”
“Dedim ya, beceremiyorum. Hem neden umurumda onu da bilmiyorum. Başkası olsa yataktan atar, git başka yerde zırla der ve horlayarak uyurdum.” Gülecektim ama o kadar yorgun düşmüştüm ki sadece yutkunabildim. “Kitap mitap demiştin ya, çok mu kitap okursun?” Sorusu beni afallattı. Beni düşüncelerden kurtarmaya, gözyaşlarımdan uzaklaştırmaya çalıştığını fark edince başımı salladım ve yanağım göğsünde bir yılan gibi süründü.
“Evet.”
“Ne tür romanlar okuyorsun?”
“Beni içine çeken her dünyayı seviyorum,” diye fısıldadım, sesim pürüzlüydü.
“En çok hangi romanı seviyorsun?”
“Cehennem,” dedim yavaşça. “Dan Brown’dan.”
“Hiç okumadım. Yani o yazarı,” diye fısıldadı. “Ama Cehennem adında birkaç roman okudum.”
“Farklı yerlere aitsek, okumamış olman normal. Dan Brown’u tanımıyorsundur bile.”
“Evet,” dedi.
Durulmuştum. Artık ağlamıyordum. Yine de göğsümde emanet duran o kötü his hâlâ oradaydı, oradan ayrılmamıştı, sanki orada nöbetçiydi, oranın gardiyanıydı. Hiç gitmeyecekmiş gibi geliyordu. Başımı Efken’in göğsünden çekmeden yavaşça yutkundum. Üzerimizi örttüğünü çok sonra anlamıştım. Hareketsizdik. Aldığı her nefeste göğsü şişip iniyor, başımı da beraberinde yukarı taşıyordu. İçimde bu durumu yadırgayan bir taraf can çekişiyordu, diğer tüm taraflar bu duruma kayıtsızdı, sanki tamamı iyi olmamı istiyor gibiydi ve bu adamın iyi olmamı sağladığının onlar da farkındaydı.
“Ağlaman tamamen geçti mi?” diye sorduğunda sanki bir asırdır göğsünde sürdürdüğüm o sessizlik, tam karnından çatlayarak bir doğum lekesine dönüşmüştü. Gözlerimi usulca yumup geri açtığımda gözlerimin içindeki acı katlanılmayacak kadar çoğaldı. Gözyaşları geride sakinlik ve gözlerimde yangınlar bırakmıştı. Burnumu çektim. “Geçmiş sanırım, sümüklü.” Yutkundu, yutkundum ve göğsü bir defa daha şişip geri indi. “Geçsin.”
“Geçti,” diye fısıldadım.
“İyi, güzel.”
“Hıhım.”
“Burada zıbarabilirsin. Bu şekilde.”
Anlık bir rahatlama hissiyle doldum ve bu söylediğini asla yadırgamadım. Göğsüne bir leke gibi sindim. Bir is lekesi gibi ona bulaşıp, o geceyi onun göğsünde geçirmeye karar verdim. Efken’in düzenli nefeslerini dinleyerek boşluğu izlerken artık kelimeler bizim için önemsizdi. Konuşmasak da olurdu. Ateş gibi yanan bedenine buz gibi soğuk bedenimle yaslanmış, soğuk bir şekilde akan gözyaşlarımla onun göğsünü yakmıştım. Yıllarca içime bir kez olsun uğramamış tüm duygular odanın kapısından kafalarını uzatmış, bizi izlerlerken yüzlerinde bu durumu garipsediklerini belli eden ifadeler vardı.
Sanki bir roman sayfası bomboştu, bir yazarın kalemindeki mürekkep bitmişti, bir kadının gözlerinden son bir damla daha akmış, bir adam içkisinin son yudumunu içmişti. Bir yerlerde, kimsenin bilmediği bir sokakta, o sokağın taşıdığı evlerden birinde, kimsenin bilmediği bir odada bir kız çocuğu oturuyordu; parmakları çok sevdiği bir romanın sayfalarında dolaşıyor, satırlar kalbine büyüse bile onu terk etmeyecek hisler gömüyordu.
Uyku saklandığı delikten çıktığında artık daha iyi hissediyordum. Daha iyi hissettiğim içinse kendimi suçluyordum. Nasıl olurdu da tanımadığım bir adamın göğsüne serilip, gözyaşlarımla o göğsü ıslattıktan sonra böyle dinginleşir ve iyi hissederdim? Oysa dışarıda belirsiz bir hayat, içimde tükenmiş umutlar vardı ama içeride onunlaydım ve burada yaşam, onunlayken yeniden doğan bir ümidim vardı.
Uykunun zihnime sızıp beni olduğum yerden koparmak üzere olduğu anlardan birinde, her şeyin bir belirsizliğe sürüklendiğini hissediyordum. Sonra hayal ile gerçek arasındaki o çizgi koptu ve gerçek ile hayal birbirine tutunarak damarlarında ayrı ayrı akan kanları birleştirmeye başladılar.
“Güzel rüyalar gör, Medusa. İçinde ağlamadığın rüyalar, içinde kendini güvende hissettiğin, korkmadığın rüyalar.” Bu ses milyonlarca yıl öteden, bir daha hiç ulaşamayacağım bir karanlıktan geliyor gibiydi. Her şey pusluydu. Kalbim bile… “Çünkü sen ağladın ve bir zehir aktı kalbime. Yıllarca sessiz yaşamını sürdüren göğüs kafesimde bu gece biri konuşuyor. Anlamadım. Sakinim. Sakin.”
Sıcaklığı saç diplerimde hissettim. Bu bir nefes ve bir dokunuş gibiydi. Sonra uyku beni içine çekti ve uykunun içinde biri adımı seslendi.
“Zehir. Varlığını buna benzetiyorum.”
🎧: Airbag, Colours