🎧: Chase Atlantic, The Walls
İnsanın kalbinde bir kuş olmayagörsün, kafesi aşıp yaşamayı bilmediği gökyüzüne uçmayı özgürlük sanıyor.
Herkes özgürlüğü uçmak sanır, Beyaz Yanım.
“Ama ben herkes değilim,” diye fısıldayarak parmaklarının arasında sağlamca tuttuğu kalemi masanın kenarına bıraktı ve gözlerini hemen masasının önündeki camdan dışarıya uzattı. Yağmur yeni dinmiş, toprağın kokusu kanatlarını açarak penceresinin aralık duran camından odasının içine doğru uçmaya başlamıştı.
Bir süre boğazında, tam da şah damarının üzerinde bir ustura varmış gibi yutkunmadan, hatta nefes almadan bekledi. Kaleme tekrar uzanacağı sırada gözleri dışarıda, kaldırımda yalnız başına oturmuş, yerdeki yağmur birikintisini izleyen çocuğa takıldı. Kaşlarının ortasında merakının doğurduğu bir çizgi oluştu, kahverengi gözlerini sakin bir şekilde çocuğun üzerine örttü ve sonra çocuğun hareketlerini zihnine taşıdı.
“Lavin,” diye fısıldadığında kendi kendine konuşmaya alışkın olduğu için duvarlar bunu yadırgamadı. “Çok merak ediyorum, ben yokken hep böyle miydin?” Ellerini masaya bastırarak oturduğu yerden kalktı, bir elini hırkasının geniş cebine sokup avucuna rengârenk paketleri olan şekerleri doldurdu. Diğer eliyle camı aralayıp, “Hey!” diye seslendi kaldırımda oturan kız çocuğuna. Avucunu yavaşça camdan dışarıya uzatarak gülümsedi. “Yanına gelsem, şeker yer miyiz?”
Kız çocuğu dağınık bir şekilde iki yandan, iki orantısız atkuyruğu şeklinde toplanmış saçlarını geriye doğru atıp, kafasını kaldırarak sesin geldiği yöne baktı, bir müddet gözlerindeki buzlar erimedi ama sonunda başını aşağı yukarı salladı; kelimeler yoktu ama olmasa da olurdu. Kardelen kelimeler olmadan da sarılabilmenin bir yolunu her zaman bulmuştu.
“Geliyorum,” dedi dudakları bir gülümsemeyle yukarı doğru bükülürken.
Kız masasının önünden uzaklaştığında, aralık duran pencereden içeri sızan rüzgâr defterin sayfalarını uçuşturdu. Kalem masanın diğer ucuna doğru yuvarlanmaya başladı ve sayfalardan biri açıldı.
Sayfada şöyle yazıyordu:
Düşmemen için seni tutmaya çalıştığımda dengemi kaybettim ve sonra birlikte düştük. Önemli değil, Beyaz Yanım, diz kapaklarımızı barıştıralım mı?
💫️
Beklemek, sisin içinde, canavar seni sivri dişlerinin arasına almak için her an önünü kesecekken ilerlemek gibiydi.
Kartal büyük avucunu varilin pompasına bastırdı ve bira dudaklarına akmaya başladı. Bir çeşmeye ağzını yaslamış gibi kana kana birayı içmeye başladığında, sarı renkteki köpüklü sıvı keskin çenesinden ve parmaklarından akıyordu. Bir alkış tufanı kopunca olduğum yerde yavaşça sallanarak gülüp alkışa ayak uydurdum. Kafasını kaldırdığında elini pompadan çekmişti ama bira bir süre daha akmaya devam etti ve ıslak dudaklarıyla bana yakıcı bir bakış attı.
“Çocuk musun?” Alkolün esiri olmuş sesimden dökülen soru, onu kaşlarını alayla kaldırarak gülmeye itmişti. Avucumla ağzını sildiğimde bir an durdu ve gözleri yüzümde gezindi, çok geçmeden Burak pompaya bastırıp hemen yanımızda eğilerek birayı içmeye başladı. Göz ucuyla Burak’a baktım, bu esnada Kartal’ın gözleri bendeydi.
“Ağzım her ıslandığında böyle silecek misin?” Dudaklarında serseri bir kıvrım eşliğinde yönelttiği soru, yanaklarımda ani bir kan zelzelesi yaşanmasına neden oldu. Bakışlarımı ondan koparmak istesem de içimdeki yırtıcı dişlerini göstererek tıslayıp saldırı pozisyonunu aldı; doğasında sakince yaşam sürerken belgeselciler tarafından görüntüsü alınan bir leopar edasıyla zihnime saldırgan kelimeler doldurdu.
Yine de o kelimeleri yutup hiçbir şey söylemeden, alkolün getirdiği o hafif gülümsemeyi takındım. Ağzımı bira çeşmesine dayayıp daha fazla alkolün içimde dolaşmaya çıkmasını istiyordum. Kartal buna mâni olmadı ama olsaydı da bir şeyler değişmezdi, istediğimi almama engel olamazdı.
Orman hâlâ kalabalıktı, yeni yılın ilk saatlerindeydik ve neredeyse herkes zil zurna sarhoştu ama kaybolan bilinçler, eğlencelerin bellerine balta vurmamıştı. Aksine herkes eğlenmeyi biliyor olmalıydı ki, olaysız bir şekilde seyreden parti gitgide daha da alevleniyordu. Köşede sızan birkaç kişi dışında aktifliğini yitiren kimse yoktu görünürlerde. Aklım Casper’da olsa da alkol kanımda ilerledikçe bir şeyleri çok fazla zihnime sığdırma isteği yavaşça elini ayağını benden çekmişti. Birdenbire sadece sırıtıp dans eden bir kıza dönüşmüştüm, ki bu benim için çok da doğal bir durum değildi.
Burak, “Damacana bitmiş olabilir,” diyerek varilin önünden doğrularak kalkınca ona dehşet içinde baktım. Ellerini havaya kaldırdı. “Ne bekliyordun? Onunla doymamı mı?” Gözlerini etrafta gezdirdi. “Alper ve Yunus Emre’yi gördünüz mü? Yunus geri geldiğinden beri onları göremiyorum. Korkum çok sarhoş olup bir ağaca yaslanarak öpüşmeye başlamaları ya da Yunus Emre’nin, Alper’i çıplak bir şekilde ağaca bağlaması. Ki bunu yaptı.”
“Hangisini? Öpüşmeyi mi?” diye sormamla, Kartal’ın elinin tersini ağzına bastırarak gülmesi bir oldu.
“Hayır, Alper’i dut gibi sarhoş bir anında tufaya getirerek çıplak hâlde ormandaki bir ağaca bağladı. Evet, bunu yaptı. Alper’i olaydan yaklaşık yedi saat sonra, donmak üzereyken bulduk.” Burak sırıttı. “Bu Yunus Emre’ye göre sadece bir şakaydı ama Alper ondan şikâyetçi olsaydı eminim bir yaptırımı olurdu bu şakanın…”
“Planlı adam öldürmeye giriyordu bu,” dedi Kartal, sonra ekledi: “Bunu Alper’e söylemedik, hâlâ Yunus’un onu çok sevdiğini düşünüyor…”
“Yunus onu sevmiyor mu?”
Kartal, “O benden başkasını sevmez,” dedi yüzüme eğilerek. “Tıpkı senin gibi…”
“Ne yani, rakibim Yunus mu?” diye sorduğumda, yüzlerimiz birbirine öyle çok yakındı ki, tek nefeste dudaklarımız birbirine yaslanabilirdi.
“Ecem mi olsun isterdin?”
Bir an yükselecekken Burak’ın kurbağa gibi vıraklaması bir oldu. Aynı anda Burak’a baktık ve duraksadık.
Ortam her geçen dakika tenhalaşacağına, sanki mümkünmüş gibi kalabalık artıyor gibiydi. İnsanlar eğlencenin tadını, tıpkı kanın tadını almış vampirler gibi alarak çemberlerini genişletmişti. Sahra ve Sibelay’ın uzaktan bize doğru geldiklerini gördüm, ikisinin de kafası gerçekten güzel olmalıydı, sık sık gülüşüp birbirlerine abartılı ses tonlarını kullanarak bir şeyler anlatıyorlardı ve hareketlerinde de tıpkı seslerinde olduğu gibi büyük bir abartı vardı.
“Bira içmeyecek misin?” diye sordu Kartal, sesi serin bir rüzgâr gibi tenimi okşadığında ona sakince baktım.
“Burak hepsini bitirmiş.”
“Sadece takılıyor,” dedi, dudakları belli belirsiz yukarı büküldü.
Burak’ın yanından geçerek varile doğru eğildim, avucumu pompaya bastırmamla bira dudaklarımdan önce avuçlarıma ve sonra da çalı çırpının içine aktı. Panikleyerek ağzımı avucumun içine yaslayıp tıpkı su içiyormuş gibi birayı içmeye başladım. Başta köpüğündeki acı tat damağıma yayılıp bulantı hissimi tetiklemiş olsa da birkaç yudumun sonunda bira bana çok lezzetli gelmeye başladı ve hiç zorlanmadan içtim. Avucum sürekli olarak pompada dursa da nefes almak için bazen ağzımı avucumun içinden uzaklaştırıyordum, bu esnada avucuma dolan bira yere akıyordu. Çalı çırpı ıslandıkça gökyüzünden belli belirsiz dökülen kar taneleri de tutundukları yeri beyaza boyayamadan içkinin dokunuşlarıyla eriyordu.
Sonunda pompanın üzerinde duran elimin üzerine sıcak bir avucun gölgesi düştü, dokunuşunu hissedince uyluğumdan yukarı bir his süzüldü ve irkilerek başımı içkiden kaldırarak elin sahibine baktım. Kartal eğilmiş, yüzünde alaycı bir gülümsemeyle beni izliyordu. Dudaklarımın kenarlarından firar eden içkiyi elimin tersiyle silerek geri çekildiğimde, elimi tutup pompanın üzerinden kaldırdı ve bira birkaç damla daha aktıktan sonra akmayı kesti.
“Ara sıra nefes de al, olur mu?” Sorusu yüzüme sıcak nefesiyle birlikte çöktü. Ona sakin gözlerle baksam da onun yüzüne bakınca elimi ensesine atıp onu kendime çekerek öpmek istiyordum; bu isteği gözlerimden göremediğine emindim çünkü öfkeli bir ifade takınmıştım. “Neye kızdın yine?”
“Kızmadım bir şeye,” diye söylendim, sesimde alkol ağır bastığından bu onu güldürdü ama yapay öfkemin üzerine herhangi bir cümle kurmadı.
“Nes nerede?” diye sordu Sibelay, uykulu gözlerini ovuşturdu, elinde tuttuğu votka kadehine baktım, bunu nereden bulduğuna dair en ufak fikrim bile yoktu. Votkasından bir yudum daha aldıktan sonra ileriye diktiği gözlerinin parladığını gördüm. “Aman Allah’ım, işte benim bebeğim geliyor.” Dudakları yukarı kıvrıldı, bir sonraki aşamada kaşları çatıldı ve homurdandı. “Alper ile Yunus’un dadısı olduğunu bilmiyordum.”
“Bırakayım da birbirlerini mi yesinler?” diye sordu Neslihan. Yunus, ellerini ceplerine sokmuş sakin bir yüzle arkasından geliyordu, Alper ise hâlâ enerji depoluydu, dans ediyor, etrafına sataşıyor, Yunus’a bir şeyler anlatmak için Yunus’un kulağına doğru eğiliyor ve tepki alamamak onu durdurmaya yetmiyordu.
Birkaç saniye yalnızca Yunus’un yüzünü izledim. Alkollü olduğu apaçık ortadaydı, yüzünde sabit bir ifade vardı, ne gülüyordu ne de öfkeli görünüyordu. Sadece biraz dağılmıştı. Hatta geceye başlarken olduğu hâlinden çok daha dağınık bir görüntüsü vardı. Beyaz gömleğinin düğmeleri neredeyse karnına kadar çözülmüş durumdaydı, kemikleri belirgin vücudu görünüyordu ve soğuğu hiç ırgalamıyor gibiydi. Alper ise öyle çok hareketliydi ki o bedenin üşümesinin imkânı yoktu.
“Eğlence yeni başlıyor, gençler,” dedi Alper, neşesinden hiçbir şey kaybetmemiş olması dikkatimden kaçmamıştı. Hiç yorulmuyor muydu bu adam? Avuçlarını birbirine vurarak, “Buradan Bursa’ya kadar yürür müyüz?” diye sordu.
Bir an şaşkınlıkla bir ona, bir Kartal’a baktım ama Kartal da dahil olmak üzere kimsenin yüzünde herhangi bir şaşkınlık dalgası kabarmamıştı. Alper’in bu söylediği sanki çok normalmiş, hep yaptıkları bir şeymiş gibi stabil bakışların yüzlerindeki yerini izlemek beni daha da şaşırtsa da bir yorumda bulunmadım. Bulutların üzerine düşen adımlarım beni her yere taşıyabilecek kadar özgürdü şu an. Yine de hepimizin kafaları belli düzeyde bulutlara erişmeyi başarmışken bu dağ başından Bursa’ya kadar nasıl yürürdük hiçbir fikrim yoktu. Belki onların bir fikri vardır diye herkesin yüzünü bir bir izledim.
Sonunda Sibelay, “Bu çok yorucu olur, kendimi eskisi kadar genç hissetmiyorum,” deyince, bunu önceden yaptıklarını anlayıp uyum sağlamak ister gibi sakince bekledim.
“Kaç yaşındasın? Yetmiş sekiz mi?” Alper bu soruyu sorarken bir pişmiş kelle misali sırıtıyordu. “En azından merkeze inmeden, ormanın diğer ucundaki köprüye kadar gideriz. Eskiden o köprünün altından geçen akarsuya dilek parası atardık.”
Bunu duymak beni her ne kadar o âna ait olmasam da o anın içine sürükledi. Mavimsi gri bir havada, şafak henüz sökmeye yeni yeni başlamışken orada, hiç görmediğim bir köprüde eğilmiş, dupduru akan suyu izliyorlardı. Kalabalık bir arkadaş grubuydu. O grupta Leyla da vardı. Avuçlarında demir paralar, gözlerini kapatıp bir anlığına geleceği düşleyerek belki de o demir paraya binlerce anlam yüklüyorlardı. Parayı suya bir bir attıklarında, su içine kabul ettiği demir paranın ağırlığıyla daire şeklinde bir dalga oluşturarak genişliyordu. Gülümsüyorlar, belki de yüksek sesli kahkahalar atarak birbirleriyle dilekleri hakkında konuşmaya başlıyorlardı.
Zaman beni yukarı çektiğinde, parmak uçlarıma bulaşan anılarda artık olmayan bir kadının da hisleri vardı.
Birdenbire göğsümde bir ağırlık hissettim ve konuyla ilgili konuştukları kısa süre zarfında ağzımı bıçak açmadı.
“Ee, ne dersin, yenge?” Alper’in sorusu kafamı sokup zihnimi boğduğum acıyla yüklü denizin yüzeyine çıktı ve ona bakmamı sağladı. Sorusunu kavramış olsam da öncesinde kurduğu her cümleye kilometrelerce uzak kaldığımdan afallamış bir şekilde ona baktım. Dudaklarında anlayışlı bir gülümsemeyle, “Hiç dilek diledin mi?” diye sordu.
Sakince, “Bilmem,” diye fısıldadım. “Hatırlamıyorum.”
Sonra zaman bir girdap oluşturdu ve o girdabın beni içine çekmesiyle gözlerim boşlukta donup kaldı.
Dilek fenerinin içinde güçsüzce yanan alevi izlerken başını genç kızın benlerle kaplı beyaz omzuna yerleştirdi. “Ne yani, böyle şeylere inanıyor musun?” diye sordu anlamlardan uzak, donuk sesiyle.
Genç kız, beyaz omuzlarına yayılan bal rengi saçların sahibinin yüzüne kısaca baktı, ardından dilek fenerini hafifçe yukarıya doğru dengeleyip usulca özgür bıraktı. Dilek feneri önce sendeledi, sonrasında yavaşça yukarı doğru yüzdü ve birden salına salına uçmaya başladı.
“Böyle şeylere inanıp inanmamak değil, eğlenip anılar biriktirmek önemli,” dedi bağışlayıcı, narin bir sesle.
Derin nefesi dudaklarının içinden dışarı döküldü, kafasını yavaşça eğerek omzuna başını koyan genç kızın başının üzerine yerleştirdi. Bir süre diğer dilek fenerlerinin arasına girip gökyüzünde yüzüyormuş gibi süzülerek uzaklaşan dilek fenerini izlediler. Deniz kıyısına yakın bir yerde olduklarından rüzgârın akımı daha şiddetliydi ve dilek fenerleri önce yüzüyormuş gibi yana savruluyor, ardından ileri doğru kulaçlar atıyorlardı.
“Bence sen çok romantik birisin,” dedi Lavin, sesinde alay yoktu, küçümsemek için de konuşmamıştı. Kalbinde hissettiği bir şeydi bu. Kardelen’in kalbinin bu dünyaya ait olmadığını düşünürdü. “Kalbin bu tür romantik şeyler için çarpmayı seviyor.”
“Hoşuna gitmediğini mi demeye çalışıyorsun?” Dudaklarından dökülen soru, ardından bir kıkırdamayı da dışarı taşıdı. Lavin dudaklarını öne doğru büktü, bir şey söylemeden uçmaya kaldığı yerden devam eden dilek fenerini izledi. “Lavin, neden anı yaratmaktan korkuyorsun?” Sorusu birden Lavin’i duraksattı ama kız bozuntuya vermedi, gözleri hâlen daha uçarak süzülen dilek fenerindeydi. “Kafanın içine kazılı kalmasından korktuğun için mi yoksa sadece ağırlık yaptığını düşündüğün için mi?”
“Bilmem, sadece çok romantik buluyorum.” Dudaklarını yalayıp başını omzundan kaldırmadan bekledi. “Hem şöyle bir düşündüm de, bir şeyin kafanın içinde kazılı kalması çok rahatsız edici değil mi?”
Kardelen kaşlarını hayretle kaldırıp, gözlerini omzunda yatan Lavin’e indirdi. “Nasıl yani? Çok sevdiğin birini bir daha hiç göremeyeceğini düşün. O insanın yüzü gözlerinin önünden silinsin ister miydin? Ya da sesini unutmayı…”
Lavin’in kalbi ağırdan sızlasa da sadece başını iki yana sallayıp, “Bilmem,” dedi. “İstemezdim sanırım.”
“Anılar, bir daha hiç göremeyeceğin bir insanın yüzü gibidir.” Gözleri birbirleriyle buluştu, Kardelen’in iç ısıtan gülümsemesi yüzünü tam anlamıyla kapladı. Bir meleğin kanatlarında taşıdığı iyilik gibi bakıyordu. Tamamen cennetten kopup gelmiş bir gülümseyişi vardı. Her detayıyla cennete aitti. “Onları var edersen hiç unutmazsın. Tıpkı bir daha göremeyeceğin bir insanın yüzü gibi… Kalbimizde anıları ve insanları taşırız. Unutmak ilaç gibi geliyor kulağa ama insan unutunca kaybeder. İnsanları kaybedince geride kalbi yaşatacak anılar kalmalı.”
“Ya anılar da kalsın istemiyorsa insan?”
“Tanrı sana o kalbi sadece kan pompalasın diye vermedi,” dedi bilmiş bilmiş, tıpkı küçük bir kız çocuğu gibi. “Eğer öyle olsaydı, tüm organlarını parmağının ucunda oynatan beynin, nasıl kalbinin maskarası olurdu?”
Cümleleri Lavin’in kalbine bir ışık gibi aktı. Onu aydınlattı. Yine de genç kız, kelimeleri bir kenara bırakarak arkadaşının omzuna yaslanmaya devam etti. Kardelen’in bir yaradan fazlası olan kahverengi gözleri kalabalığa doğru kaydığında, ileride iki eliyle dilek fenerini tutan, kesik kollu gri tişört giymiş genç adam, gözlerinin iklimine ilişti. Bir süre durdu ve adamı izledi. Kısa, üç numara kesilmiş siyah saçlar, ucu kalkık bir burun, ince sayılabilecek türden koyu renk dudaklar, profilinin görünen kısmında yanağına konmuş bir ben… Uzun kirpiklerini kısmış dilek fenerinin içinde yanan ateşi izliyordu adam. Kardelen’in bakışlarını hissettiği an, bir rüzgâr ikisinin teninden kayıp geçti ve o an, adamın siyaha çeyrek kala zifiri terk etmiş koyu renk gözleri kızın yüzüne tutundu.
Saniyeler gözlerinde sustu.
Kelimeler gözlerinde bir araya geldi ama dudakları o kelimelere daima yabancı kalacak gibiydi.
Genç adamın tenine uyumlu koyu renk dudakları kimsenin seçemeyeceği bir kıvrımla yukarı kıvrıldığı an, Kardelen’in kalbinin kapakları bir çiçeğin yaprakları gibi açılarak kalbini çıplak bıraktı. Tek bir nefesi ciğerlerine sığdırdı. Ruhunun ipi avuçlarından kaydı. Genç adam, zifir rengi gözlerini genç kızdan çekmeden dilek fenerini özgür bıraktı ve fener yalpalayarak havalanırken gözleri birbirine düğümlendi.
“Bir gün,” diye fısıldadı Kardelen, gözlerini genç adamın ondan ayrılmayan gözlerinden çekmeden, “bir dilek hakkın olursa ve bir insanı dilersen, ya dileğin evrene ulaştığı an, onun dileğinde onunla göz göze gelirsen?”
Lavin sadece güldü. “Bu yalnızca filmlerde olur.”
Kardelen’in kalbindeki çarpıntı çoğalırken gözlerini adamdan kaçırıp denize çevirdi. “Sana da oldu mu? Sanki az önce bir film sahnesinin içindeymişiz gibi.”
“Hım?”
“Hi-hiç.”
“Kardelen.”
“Efendim, Canım Bal?”
“Dileklerimizi birbirimize söylersek gerçek olmaz mı?”
Kardelen, gülümsedi. “Bir şey mi diledin?”
“Yok,” dedi kuru bir sesle. “Ama senin dileğini merak ettim sanırım.”
“Şansına küs,” dedi Kardelen eğleniyormuş gibi. “Bunu seninle paylaşmayacağım.”
“Kötü birisin,” diye homurdandı Lavin. “Nasıl dilek dilenir?”
“Hiç Özay’la ilgili dilek dilemedin mi cidden?” Kardelen kafasını Lavin’in kafasına vurdu. “Tam bir odunsun. Seni birine çok benzetiyorum.”
“Kime? Tanıdığım biri mi?”
“Evet. Odunun teki.”
“O zaman bir gün dilek dilersem, kesin o odunun tekiyle aynı şeyi dilerim,” diye homurdandı Lavin dalgın gözlerle.
Kardelen’in gözleri denizde takılı kaldı, dudakları usulca yukarı kıvrıldı. “Bence de.”
“Kardelen,” dedi tekrardan, sesi uykuluydu.
“Hım?”
“Bugün bende kalmanı diledim şu an.”
“Çok sahtekârsın, Lavin,” diye homurdandıktan sonra güldü. “Kalırım.”
“Makarna yapmanı da diledim galiba, tavuklu kremalı.”
“Gitgide daha enayi hissetmeye başladım kendimi…”
“Bir de ne diledim biliyor musun?” Sırıtarak baktı. Kardelen de ona sırıtarak baktı. “Şu geçen yılki Rock festivalindeki kız var ya, şu biramı döktüğü yetmemiş gibi bana bağıran ve kalabalığa karışıp kaçan kız, işte o, tam ileride dilek feneri uçuruyor. Bir tekme atıp onu da fenerinin arkasından uçurmayı diledim.”
Gülüştüler.
“Domuz, çok kindarsın… Kızın yüzünü bile unutmamış ya.”
“O biramı dökmüştü.”
“Gerçekten benziyorsunuz.”
“Şu odunun teki olan birine mi?” Gülüştüler.
“Evet,” dedi Kardelen. Sonra iç geçirdi. Lavin bunu duymamıştı. “Beyaz Yanım, Siyah Yanım’a çok benziyorsun.”
“Şu odunun tekini de merak eder oldum,” dedi Lavin esneyişinin hemen arkasından zayıf bir sesle. Kardelen tanıdığını söylediğine göre onun çevresinden biriydi.
“O da seni merak ediyor,” diye fısıldadı ve sonunda ekledi: “Kardelen, bu parfümün ismi ne?” diye birinin sesini taklit ettiğinde, Lavin ona garip garip baktı.
“Ne?”
“Hiç, öylesine. Kendi kendime konuşuyordum.”
Gülümseyerek sustuğunda Lavin’in de soracağı sorular gecenin içindeki kalabalığın arasına karışıp kaybolmuşlardı. Kardelen o akşamı hatırladı, abisinin yarı sarhoş bir şekilde bir gece önce Lavin’in üzerine başını koyup uyuduğu yastıkla Kardelen’in odasına girip, “Kardelen,” deyişini. “Bu parfümün ismi ne? Tanıdık da geliyor.” Sonra da yastığa sarılarak odasına gidişini, o yastıkla uyuyuşunu…
“Bu parfümün ismi Lavin,” dedi kendi kendine gülerek başını iki yana sallarken.
Lavin uykulu uykulu, “Ne diyorsun yine ya?” diye sorsa da Kardelen sadece gülmüş, dilek fenerleri gökyüzünde alev alev yanarken kalabalık dağılmaya başlamıştı.
Eli avucumun içine kayınca irkildim, o karanlık girdabın beni dışarı itişini ruhumun derinliklerinde hissettim. Etrafıma bir anlığına hiçbir şeyi algılayamıyormuşum gibi baktığımdaysa, kalbimin atışları göğsümü yaracak kadar şiddetliydi. “Hadi,” dedi Kartal eli elimdeyken bana bakmadan. “Gidiyoruz buradan.”
“Nereye gidiyoruz?” Şaşkınlıkla sorduğum soru kaşlarını kaldırıp omzunun üzerinden bana bakmasına neden oldu.
Gözlerimdeki ifade onu rahatsız etmiş gibi bir anlığına kaşlarını çatsa da devamında dudaklarını yalayıp başını iki yana sallayarak, “Dilek köprüsüne,” dedi. “Alper’in bahsettiği akarsuya.”
“Doğru,” diyebildim, bana garip garip baktıktan sonra elimi daha sıkı kavradı.
“Kafan çok iyiyse gidip uyuruz,” dedi anlayışla, sesindeki boğuk, erkeksi kıvrım eğer bir beden olsaydı, o bedeni saran deriye dokunmak isterdim; sesi sadece tınısıyla sevişilecek kadar tutkulu hissettiriyordu.
“Ateş, ss!” diye bağırdı Alper birkaç metre ötemde, kollarını yerde kar meleği yapıyormuş gibi açıp kapatarak. Ne ara benden o kadar uzağa gittiğini algılayamasam da dilimdeki kekremsi tada aldırış etmeden gülümsedim. “Hadisenize, dilekss!”
“Dilek!” dedim başımı aşağı yukarı sallayarak. Kardelen’in kalbime kattığı bir şeydi bu. Belki de uzun zamandır kalbimde var olan ama açığa çıkarmadığım bir şeydi işte. Kardelen kalbime binlerce tohum ekmişti, şimdi Kartal o tohumları suluyordu. Duraksayarak Kartal’a baktım. “Peki ya Casper?”
“Arabayı güvenilir biriyle çiftliğe gönderdim, Casper’ı da öyle,” dedi bana güvence sunarak. Başımı salladım.
Parti alanından Kartal’ın elini sıkı sıkı tutarak ayrıldığımda, sırtımda gece boyunca görmediğim ama sonunda korulukta Tuğberk ile dikildiğini fark ettiğim Ecem’in sivri bakışlarını hissetmiştim. Pek umursamamıştım, alkol kafamı iyiden iyiye bulandırmıştı.
Bir tarafı uçurum, bir tarafı koruluk ve dağ olan, tenha ve bozuk yolda ilerlerken herkes önde, biz Kartal ile arkadaydık. Dağınık bir şekilde ilerliyorduk. Alper ile Sibelay önde dans ederek bağıra çağıra şarkılar söylüyordu, hemen arkalarındaki Neslihan sadece başını iki yana sallayarak gülüyordu, Sahra ile Burak sarmaş dolaştılar ve her an koruluğa girip gözden kaybolabilirlerdi, öyle bir hava veriyorlardı. Yunus ise bizden birkaç metre önde ilerliyordu, bir elinde dibinde bir iki damla bile olmaması muhtemel pahalı bir viski şişesi tutuyordu, diğer eli cebindeydi, sakin adımlarla arkadaşlarını takip ediyordu. Birden bu grubun uzun zamandan beri bir üyesi olduğumu fark ettim. Kendimi hiçbir zaman onların yanına ait hissetmemiştim ama bu gece artık onlardan biriydim. Ne kadar kabul edemesem de aslında uzun zamandır onların arasındaydım, beni ben onları kabul etmediğim zamanlarda bile kabul eden onlardı.
Kafam biraz iyi olduğundan gülümsemem yüzüme benden izin almadan yerleşmişti. Kartal’ın bakışlarının yüzüme inmesiyle kafamı kaldırıp ona alttan alttan baktım. “Böyle bakarsan Burak, Sahra’yı değil, ben seni koruluğa çekeceğim şimdi,” diye alay etti, kısık ama etkileyici bir sesle. Sesi ruhuma görülmez halatlar atarak ruhumun etrafını o halatlarla sarmaya başladı ve çok geçmeden kördüğüm olduğumu hissedip boğazımda bir yangınla yutkundum. Susuzluğumu hissetmiş gibi gözlerini dudaklarıma dokundurdu, çok geçmeden dudaklarımdan geriye çekip ileriye dikti.
“Şöyle bakma,” dedi kuru bir fısıltıyla, fısıldadığı her an zihnimde bordo renkte görüntüler oluşuyor, kalbim göğsümün içinde alevlere teslim oluyordu.
“Nedenmiş?” Kuruyan dudaklarımı yalayarak ıslattım. “Neden öyle bakmayacakmışım?”
“Sarhoş,” diye dalga geçti. “Alkoliksin sen. Bir damla suratına bakmadan fıçıya ağız dayamalar, fıçıdan bira içmeler falan. Nesin sen, Kartal’ın bir boy küçüğü mü?”
“Sana mı benziyorum?” Birden şaşkınlık içinde sorduğum soru onu da şaşırttı. Göz ucuyla yüzüme baktı. Ben irileştirdiğim gözler, aralanmış dudaklarla bir cevap beklercesine ona bakıyordum ve bu sanırım onun için cehennemin aralık duran kapısının önünde durup, ateşlerin içinde çok sevdiği bir eşyasının yanışını izlemek gibiydi. Dişlerini sıktığını fark ettim. Kemikli suratı, her hattı özenle çizilmiş bir tablo gibi görkemli görünüyordu.
“Neden her soruyu bir çocukmuşsun gibi soruyorsun? Koskoca kızsın,” dediğinde, ona daha dikkatli baktım. “Ne? Bakma öyle. Benziyorsun dediysem, öyledir. Uzatma.”
“Beni tersleme,” diye homurdandım dudaklarımı öne uzatarak. “Hatırlatırım ki ben hâlâ Lavin Sönmez’im. Seni ayağımın altına bir alırım…”
Kaşları alayla yukarı doğru kalktı. “Hadi ya?”
“Çiğnerim seni. Şak şak diye üzerine basarım topuklu ayakkabılarımla.” Ayaklarıma baktım. “Topuklu ayakkabım yokmuş. Postallarımla o zaman. Küt küt diye vururum sana.” Dudaklarından alaycı bir gülme sesi dışarı doğru yayılınca belinde duran parmaklarımı büküp, uzun tırnaklarımı tenine bastırarak, “Yapamam mı sandın?” diye sordum bilmiş bilmiş. “Gebertirim seni.”
“Çok korktum, gidip Barbieli yorganıma sarılıp ağlayacağım şimdi…”
“Küçükken Barbieli bir yorganım vardı bu arada,” dediğimde bana hayretle baktı. Parmaklarımı kaldırıp bir bir açtım. “Beş mi yaşındaydım acaba yoksa altı mı yaşındaydım, belki de beş buçuk mu?” Parmak hesaplarımı sakince izledi, bir şey söylemedi, sonunda kafamı kaldırıp ona sordum. “Kaç yaşındaydım?”
“Barbieli yorganın benmişim gibi sordun.”
“Yorganım oldun, bu doğru,” dedim başımı aşağı yukarı sallayarak.
“Öyle mi oldum?”
“Beni ısıtıyorsun, bu doğru ama çok ısıtırsan yorganı tekmelediğim gibi seni de tekmelerim.” Birden postalımın ucuyla sertçe ayağına vurdum, Kartal inleyince herkes dönüp bizden tarafa baktı. “Ne bakıyorsunuz lan, bakın işinize!” diye yükseldim.
“Deli bu,” dedi Alper kahkaha atarak. “Harbi diyorum, tahtası kırık bunun…”
“Bu babandır.”
“Özür dilerim yenge, affet beni.”
“Sor seni affediyor muyum diye?” Ona dik dik baktım. “Sor hadi.”
“Beni affediyor musun?”
İki kolumu da Kartal’ın beline sarıp onu durdurdum ve Alper’e kötü kötü baktım. “Bu seni hiç alakadar etmez.”
“Affet usta.”
“Memati’yim ben,” dedim kaşlarımı çatarak.
“Tamam,” dedi Kartal elini kaldırıp Alper’i susturarak. “Öylesin.”
“Sussun, Kartal,” dedim Alper’e pis pis bakarak. “Alper, ben cahille konuşmam ki lafım boşa gitmesin!”
“Niye bana bomba atıyorsun şimdi yenge?”
“Çünkü benim kız kardeşim,” dedi Yunus Emre keyifsiz bir şekilde gülerek.
Kartal dudaklarını saçlarıma sürttü, ben iki elimle ona sarılmaya devam ediyordum. Ona sarılınca hissettiğim her şey birleşiyordu da cenneti var ediyordu sanki. Ona sarılmanın benim kollarımla yarattığım bir cennet olduğunu fark ettim. Ondan ve Kardelen’den önce birine sarılmak sadece sarılmaktı. Şimdi kollarım bambaşka bir duygunun anası gibi hissediyordum.
“Sen böyle sarılacak mısın bana hep?” diye sordu, bundan hiç rahatsız olmadığını sesine bulaşan şefkatten bile anlayabiliyordum. Kollarımı beline daha sıkı sarıp, gitgide bizden uzaklaşan arkadaşlarımızı izledim. Çelikten bile güçlü kolları, kollarımın etrafından geçerek beni sarınca bakışlarımı kaldırıp, onun çöl yangını gözlerine baktım. Şimdi gözleri karanlığa rağmen çöldeki yanan kumlarla aynı renkteydi. “Her alkol aldığında bunu yapacaksan sana durmadan içirebilirim,” dedi alayla ama sonra gözlerinde daha başka bir şey gördüm. Bana farklı hissettiren bir şey… Sanki bu dünyada bir ben olsam ona yetermiş gibi bakıyordu.
“Dilek dilemek istiyorum,” diye fısıldadım, gözlerimi gözlerinden ayırmadım. Gözlerimde göreceklerinden korkmadım. İçimdeki yangınla onu tanıştıralı çok uzun zaman olmuştu.
“Dileklere inanır mısın?” Sorusu zihnime bir zamanlar benim sorduğum soru gibi yayılarak onunla karşılaştı. İki aynı soru kafalarını kaldırıp birbirlerine sakin ama tanıdık gözlerle baktılar.
Kuruyan dudaklarımı yalayıp kollarımı ona sarmaya devam ettim. “Bilmiyorum,” diye fısıldadım, birden onun ismi dudaklarıma doldu ama söylemekten korktum, bir an onun adının, Kartal’ı da beni de çok yaralayacağını düşünerek kelimeleri dilimin altındaki mezarın içine hâlâ nefes alıyorlarken doldurdum.
Bir süre konuşmadan bana baktı.
“Peki sen?”
“O akarsuya arkadaşlarım yanımdayken hep gittim ama hiç dilek dilemedim,” dedi, yüz hatlarına sinen duyguyu izledim, sanki yıllardır içinde taşıdığı bir duyguymuş gibi eski ve yaşlıydı. Ona cevap vermedim, soru da sormadım, sadece kollarımı gevşettim ve o da karşılık olarak beni serbest bıraktı. Birden dengemi kaybedecek gibi olduğum için beni dirseğimin alt kısmından kavrayarak, “Yavaş,” diye fısıldadı şefkatle. “Ayyaş. Yeri öpecektin.”
“Seni öpmemi tercih ederdin,” dedim ve bir şey söylemesine izin vermeden yürümeye başladım.
Arkamdan, “Her seferinde bıçağı en ummadığım anda saplayıp, geri çıkarmadan kaçıyorsun,” diye söylendi ama ona aldırış etmedim.
Neredeyse yarım saat kadar yürümüş, sonunda köprüyü görünce derin bir nefes almıştık. Gökyüzü kızıl beyazdı, bulutları patlatıp dökülmeyi bekleyen daha fazla kar tanesi olduğu çok bariz bir biçimde ortadaydı. Akarsuyun soğuk kokusunu soludum, çağlayışının sesi zihnime doluştu. Alper cebinden cüzdanını çıkarıp birkaç demir para bulduktan sonra, “Toplanın,” dedi, bir sokak lambası olmadığı için göz gözü çok zor seçiyor, herkes gri görünüyordu.
Herkes birer demir para aldı, Alper avucuma bir demir para bıraktığında parayı iki parmağımın arasına alıp havaya kaldırdım ve yüzeyini izledim. Arkadaşlarım taş köprünün korkuluğundan sarkarak akarsuya bakmaya başladılar. Parayı avucumun içinde sıkarak gizleyip taş korkuluğa doğru yaklaştım. Sibelay gülümseyip gözlerini yumdu, onu tam olarak seçemesem de gözlerini yumduğunu fark edebilmiştim. Çok sürmeden avucundaki parayı havaya kaldırıp gözlerini açtı ve derin bir nefesle birlikte parayı suya attı. Bir taşın suyun tenine çarpınca çıkardığı çarpışma sesi duyuldu, akarsu demir parayı yuttu ve karanlık yüzeyde bir halka şeklinde büyüyen dalgayı izledim.
Birden suyu izlemek bana o kadar kederli geldi ki, dalgın gözlerimi sudan çekmedim ve herkes sırayla demir paralarını suyun içine attı. Oluşan her halkayı uzun uzun izledim, sonrasında Kartal’ın sıcak avucunu belimin kıvrımında hissedip bakışlarımı ona yönelttim. Omzumun üzerinden ona çevirdiğim başımın içinde bir sessizlik hâkimdi.
“Önce sen dile,” dedi kısık sesle, yüzüme akan sıcak nefesi tenime yayılarak ruhumu ısıtan cümleleri gibi tenimi ısıttı.
“Nasıl dilenir bilmiyorum,” dedim kilit vuramadığım bir dürüstlükle, dilimin ucundaki alkol tadı çok baskındı. Kartal sakince arkamda durup kollarını bedenimin yanlarından geçirerek, ellerini taş korkuluğa yaslayarak akarsuya doğru baktı. Akarsuyun bir sonu yokmuş gibi duruyordu. Birkaç saniyenin sonunda çenesini başımın üzerine yaslayarak, “Ben de hiç dilemediğim için nasıl dilenir bilmiyorum,” diye itiraf etti. Çenesi saçlarıma yaslı durduğundan sesi doğrudan saçlarımın arasından girerek saç diplerime yayıldı.
“O böyle şeyleri çok severdi,” diye fısıldadım.
Yutkundu. “Evet,” dedi, bu onun için bir zulüm gibi olmalıydı, aslında benim için de öyleydi. Ruhuma yağmur yağıyormuş gibi hissettiren adamın göğsüne sırtımı bastırıp acısını ne kadar içimde, derinlerimde hissettiğimi ona göstermek ister gibi ağır bir ağrıyla yutkundum.
“Hiç dilek dilediği bir anda onunla yan yana oldun mu?” Sorum onu bir an duraksatsa da bedeni kasılmasını hemen sonlandırarak gevşedi. Burnundan verdiği nefesi saçlarımın diplerinde hissettim. Dudaklarımı yalayıp vereceği cevabı beklerken gözlerinin akarsuda asılı kaldığını biliyordum. Yüzüne bakmak istesem bile bunu yapmadım.
“Oldum,” dedi, bir asır kadar süren sessizliği, kanatlarından düşen kanlı tüyler avuçlarımda toplanmış gibi hissettirse de sadece suya baktım. Arkadaşlarımız bir şeylerden konuşuyorlardı, biz ise sessizdik. Sonunda tekrar konuşacağını fark edince kalbimi yoklayan ağrıyı elimi kalbime bastırarak durdurmaya çalıştım ama durması mümkün değildi. “Her 5 Mayıs gecesi beni zorla dışarı çıkarır, saat 12’ye vurmadan bir gül ağacının altına kâğıda yazdığı dilekleri gömdürürdü. Bana da sık sık kâğıt getirirdi, dileklerimi yazmam için.” Birden sustu, çok kısa konuşmuş olmasına rağmen saatlerdir dil döküyormuş da dili damağı kurak bir çöl olmuştu sanki. Elimi korkulukta duran elinin üzerine bastırdığımda bir nefesi daha içine çekti. “Hıdırellez’i çok severdi, kendi boyunda bir ateş yaktırırdı bana. Sonra da o ateşin içinden geçer gibi atlardı. Her seferinde kendini yakmasından çok korkardım ama korktuğumu hiç belli etmeden izlerdim onu. O da her seferinde korktuğumu biliyormuş gibi bana omzunun üzerinden bakar, gülümser, tekrar atlardı. Bu onun, bak yanmadım abi, deme şekliydi. İçimi rahatlatır, sonra oyununa kaldığı yerden devam ederdi.”
“Dileklere inanıyor,” diye mırıldandım. “Dilek dilemediğim için bana kızıyordu.”
“Bana da.”
“Dilek dileyeceğim.” Elimi parmaklarına sürttüm, eklemlerine dokunuşumu bulaştırdıktan sonra diğer elimin avucuna kıstırdığım demir parayı kaldırıp daha sıkı kavradım. Kartal elini bileğime koyunca bir an irkilsem de durup ona bakmadım. Dokunuşu tüy kadar zarifti, her ne kadar güçlü olsa da bana bu gücü olabildiğince az hissettirmişti. Parmakları nabzım boyunca aktı, sonra eklemlerimi kavradı ve şimdi demir para benim avucumda olsa da elim de onun avucunun içindeydi.
“Sen de mi benimle dileyeceksin?”
“Hım?” Kısa mırıltısının ardından burnunu saçlarıma sürtüşünü hissettim. “Evet, olmaz mı?”
“Olur. Ama herkesin kendine ait bir dileği yok mu?”
“Benim dileğim sensin,” demesiyle elimi avucunun içinde toza dönüştürecekmiş gibi sıktı. Yutkundum. “Dileğime dilek dileteceğim.”
“Çok garipsin.” Dudaklarım yukarı kıvrıldı.
“Görüp görebileceğin en garip adamım,” dedi, sonra avucumu avucunun içinde yukarı doğru çekip kaldırdı. “Zihninde bir cümle oluştur, o cümle senin dileğin olsun, sonra o dileği avucunun içindeki paraya doldur. Sonra da suya fırlat, özgür bırak, dileğin bu akarsuda yüzmeye devam ettikçe hep var olsun.”
Kelimeleri bana hep güven vermek zorunda mıydı?
Bakışlarım hâlâ sudayken kendimi zihnimin içindeki bir odada hayal ettim. Odada uzun bir boy aynası vardı, boy aynasının tam ortasındaki derin çatlak, yamuk bir şekilde aşağı doğru iniyordu. O aynanın önüne ilerleyip yansımamla karşılaşmam, sonra da yansımamın ikiye bölünmesiyle görüntüye hapsolmam bir oldu. Kelimeler aynanın iki farklı noktasından bir kâğıdın üzerinde yüzüyormuş gibi ilerleyerek çatlağa doğru yığıldılar.
Kalp atışlarım, göğsümün altında usulca düzene girdi.
Sonra tekrar hızlandılar.
Lütfen, diye iç geçirdim. Kartal’a bir şey olmasın…
Para avucumun içinde ateşe dokunuyormuşum gibi ısındı. Kartal, zihnimin içinde dileğime ulaşmış gibi elimi serbest bıraktı ve avucumun içinde yanan demir parayı fırlattım. Akarsuyun içini delip suya dalan paranın arkasında oluşturduğu halkayı izlerken kalbimin atışları yeniden düzene girmişti. Kartal’ın dudaklarını ensemde hissetmemle tüm algılarım bedenimde yılanlar gibi sürünerek enseme toplandı, nefesim boğazımdan firar edip dudaklarımdan dışarı patladı ve elini kaldırdığını gördüm. Avucunun içindeki parayı göle fırlatırken ensemi öpmeye devam ediyordu.
Başımı sağa doğru devirdiğimde, dudakları ensemden kayarak boynuma doğru su misali aktı. Yutkundum, dudaklarının damarıma yaslı durduğunu fark ettim, yaşamım dudaklarına doğru dalgalanarak bir kalp gibi çarpmaya başladı. Birkaç saniye damarımın üzerinde bekleyen dudakları, zeminine yayılan yaşamla irkilerek yavaşça damarımdan ayrıldı. Nefesi burnundan panik dolu bir ayaz gibi tenime döküldü, nefesim göğsümü ağrıttığında nefesimi içimde esir tuttuğumu yeni fark etmiştim.
Bedenimin her zerresinde onun zaferini hissettim.
Bedenimin her zerresinde onu yenilgiye uğratma isteğini hissettim.
Dilediği dileği merak ettim. Neyi dileyebilirdi ki? Kartal’ı bir şeyleri zihninde kurup arzu ederken düşünmek çok tuhaf geliyordu. Sanki elini kaldırıp parmağını şıklatsa isteği şey olurmuş gibi geliyordu; bir an durup bu düşüncenin ne kadar korkutucu olduğunun farkına vararak titredim. O parmağını şıklatarak her şeyi gerçekleştirebilecek biri olsaydı, şu an Kardelen yanımızda olurdu, belki şu an bu durumda olmazdık, belki her şeyi çoktan çözmüş ve yollarımızı ayırmış olurduk. Boğazım hislerle dolduğunda sessizdim ama gerçekler önüme serildiği için kalbim, birden çok net bir acıyla göğsüme savaş açmış gibi atmaya başlamıştı.
“Sıyrıl düşüncelerinden, kovanımın kraliçesi,” dediği anda, kalbimin atışları duraksadı, göğsümün altında taşıdığım o kırık kalp, her kırığını kaburgamda hissetmemi istiyormuş gibi kaburgalarım boyunca kaydı. Kovanımın kraliçesi… Gözlerimi kısıp bu hitabı sindirmeyi beklesem de çok geçmeden dudakları şakaklarıma sürtünerek sindirmeme mâni oldu.
“Kovanımın kraliçesi mi?” Bunu sadece onun ve benim duyabileceği bir tonla sordum. Alper’in gürültüsü öyle fazlaydı ki kimsenin bizi duyabileceğini sanmıyordum şu an. Şakaklarımda duran dudaklarının yukarı kıvrıldığını daha net bir biçimde hissettim.
“Hıhım.” Dudaklarını yavaşça hareket ettirip heceleyerek yeniden fısıldadı: “Kovanımın kraliçesi.”
“Çok aptalsın,” diye fısıldadım kalbimin atışlarını duymasından korkarak. Elimi arkaya atarak ensesine dokundum ve başımı yüzüne sürterek suya baktım. “Öyle aptalsın ki, neredeyse güneş doğacak.”
Bir elini boynuma yaklaştırdı, gözlerimi kıstım çünkü ne yapacağını biliyordum. Boynumdan gerdanıma sarkan güneş kolyesine dokunup onu dışarı çıkardı, parmaklarının arasındaki güneş kolyesine bakma isteğiyle gözlerimi aşağı doğru indirdim.
“Öyle güzelsin ki,” diye fısıldadı kilidi kırık bir dille. “Neredeyse sabah olacak.”
Köprüde çok uzun sürmese de biraz zaman geçirmiştik. Sonunda oradan ayrıldığımızda sabaha çok yoktu ama güneş bir ara kendini göstermek istese bile kar bulutları buna engel olacak gibiydi. Dönüşümüz, gidişimizden daha kısa sürede olmuştu. Hatta çiftlik evini gördüğümde bu kadar hızlı gelmiş olmamıza şaşırmıştım bile denilebilirdi.
Evin kapısından girdiğimiz an bizi gözümüz körmüş gibi hissettirecek bir karanlık karşıladı. Sibelay öyle çok sarhoştu ki, Nesli onu kolunun altına alarak merdivenlere doğru yürütürken sık sık kıza sessiz olmasını fısıldıyor, iç çekerek sabır dileniyordu. Bu hâlleri bana aşırı tatlı gelmişti. Karanlıkta birer gölge gibi ilerleyerek merdivenlerin önüne vardıklarında, Neslihan omzunun üzerinden bize doğru bakarak, “Alper, bir daha arayı bu kadar açma,” dedi kısık bir sesle. “Müthiş bir geceydi. İyi seneler çocuklar.”
“Açmam, brosista,” dedi Alper elini kaldırıp muhtemelen sırıtarak, yüzünü net bir biçimde göremiyordum. “İyi seneler. Gençler, ben uzayayım artık. Yarın sabah gelir Zafer amcanın da yeni yılını kutlarım.”
Yunus, Alper’e bakmadan, “Dikkatli git,” dediğinde, Alper uzanıp onun saçlarını karıştırdı.
“Endişeleniyor musun benim için bulaşık?” diye sordu neşeyle. “Merak etme kardeşim, arabam çok uzakta değil zaten.”
“Ne endişelenecekmişim senin için ben ya?” Yunus, Alper’in elini itip, Neslihanların arkasından merdivenlere yöneldi. “Ben uyumaya gidiyorum.”
Sibelay kısık bir çığlık attı, ardından gülmeye başladı ve bir gümbürtü sesiyle birlikte gözlerimiz merdivenlerin başına doğru çevrildi. Karanlıktaki gölgelerin birbirinin üzerinde durduğunu görünce bir an şaşkınlıkla dolsam da renk vermedim. Yunus, “Üzerimden kalksanıza,” dedi sakince. Sakinliği beni bir an güldürecek gibi olmuştu.
“Düştüm ben çocuklarım,” dedi Sibelay kıkırdayarak. “Şimdi burada uyuyabilir miyim? Teşekkürler, Yunus.”
“Nesli, al şunu üzerimden ne olursun ya.”
“Kusura bakma,” dedi Neslihan derin bir nefes alarak. “Kalk şuradan, patates çuvalı.”
“Kilo mu aldım ben şeftalim?”
“Almadın aşkım, kalk lütfen.”
“Patates çuvalı dediğini duymadığımı mı sandın?” diye sordu çocuk gibi incelttiği sesiyle. “Uykum geldi.”
Neslihan, “Ah Sibelay ya, kalk hadi,” diye homurdanarak onu kaldırdı. “Hadi güzelim, yatıralım seni.”
“Yatıralım beni…”
Bir süre daha birbirlerinin üzerinde debelenseler de sonunda herkes odalarına dağıldı ve Alper’i de uğurladık. Karanlığın baskınlığı damarlarımda dolaşan alkolü çok daha aktif bir hâle getirmişti. Acıyan gözlerimi ovuşturup merdivenlere yöneldiğimde Kartal da dış kapıyı kapatıp holden geçti ve arkamda yürümeye başladı.
Birkaç basamak daha tırmandıktan sonra tırabzanda duran elim, benim bilincim dışında sıkılaştı. Tırabzanı sıkarak derin bir nefes alıp, “Bu yıl beni buraya getirmek istiyormuş,” dedim kısık, güçsüz, tükenmiş bir sesle. Kartal’ın hemen arkamdayken duran adımlarının bıçağı sırtıma saplanmış gibi acı duysam da yutkunmakla yetindim. “Düşünebiliyor musun? Beni buraya getirmek istiyordu. Belki de onunla burada olacaktım. Yine sen de olacaktın ama o da olacaktı.”
Dudaklarımdan dökülen kelimelerin acısı kalbimde bir hortum gibi büyüyerek döne döne tüm hisleri içine alıyordu. Neden canım birdenbire bu denli çok yanmıştı ki? Yutkunmak istediğim anda bütün kelimeler boğazıma kan aşeren dikenler gibi battı.
“Bu çok büyük bir haksızlık,” diye mırıldandım, sesimde bir cam kırılmıştı ve tüm kırıklar kelimeleri sırtlarına alarak etrafa dağılmıştı sanki. Kartal yalnızca susuyordu ama gözlerinin, karanlığın içinde uzanan kanatları taşıyan sırtımda olduğunu biliyordum. “Bu çok acı değil mi?” Kaşlarımı çattım, bunlar, söylemem gereken son kişiye söylediklerim, öyle acı dolu kelimelerdi ki… “Tüm bunları seninle konuşmuyor olmam gerek, sen bunları konuşmam gereken son kişisin ama senden başkasına nasıl anlatırım bilmiyorum. Senin canını çok acıtacağını bile bile sırf canım çok acıyor ve bunu sadece sen dindirebilirsin diye, neden tüm bunları sana söylüyorum?”
“Ben de tüm bunları bir tek bana söylemeni isterdim,” dedi yalnızca, sesinde bir duygu bulmak istedim ama ya çok sarhoştum ya da Kartal, duygularını karanlığın içine gizleyip benden saklamıştı.
Bir elimi kaldırıp alnıma bastırarak, “Çok saçma,” dedim kuru bir sesle. Tırabzandaki elimi daha sıkı hâle getirip, tırabzanı un ufak etmek istiyormuşum gibi kavradım. Dolan gözlerimi kaldırıp kendimden bile gizlemek istiyormuşum gibi karanlıklarla kaplı tavana baktım. Orası boştu, hiçbir şey yoktu ama yine de o boşluğa bakmak, gözyaşlarımla yüzleşmekten daha iyiydi. “Yani böyle… Olmamalıydı. Beni anladın mı?” Cevap vermese de başını salladığını hissetmek kalbimi acılarla doldurdu. Üç farklı yerinden üç keskin kılıç kalbime saplanmış gibi hissetmeme rağmen dimdik durdum. “Kartal, ben Kardelen’i aşamıyorum.”
Dudaklarını iki kanadımın ortasına bastırmasıyla, gözlerimin kenarından firar eden gözyaşları yanaklarıma doğru aynı anda kayarak, iki yanağımı da nehrin rengine boyadı.
“Lavin, sen onu aşabilseydin eğer, bu kadar bende, bu kadar benim, bu kadar ben olmazdın.”
Dudaklarım bir çocuğun dudakları gibi büküldü ama bunu ne Kartal görebildi ne de bir başkası. Bir Tanrı görebildi, bir de Kardelen… Gözlerimi merdivenlerin sonuna yerleştirdiğim an o titreyen, karıncalı bir ekranı izliyormuşum gibi hissettiren görüntüsü gözlerimin önüne düştü ve sonra karıncalar çoğaldı, görüntü kayboldu. Yüreğimdeki ağrının derinleştiğini hissettim.
Onu böyle çok özlemek benim kıyametimdi.
“Toprak’ın da bu işin peşinde olduğunu düşünüyorum,” dedim sanki bu konuyu daha önce konuşmamışız gibi. “Göğsündeki dövme…” Boşta duran elimi kalbimin üzerine koydum. “Acı çekiyor, değil mi?”
Kartal yutkundu, ona acı verdiğimi fark edince sustum.
“Bir abi için bunu söylemek güçmüş,” dediğinde sesindeki alaya karışan acıyı hissettim. “Ama ona baktığımda, bize bakarken ne hissettiğini de çektiği acıyı da görebiliyorum.”
“Toprak da bizim gibi hissediyor, değil mi?”
Aslında benzer duyguları sadece üçümüzün değil, bizim haricimizde birinin daha hissettiğini biliyordum ama bunu ona söyleyemedim.
“Daha azını hissettiğine inanmak istersen inan, ben inanmazdım,” dedi yavaşça, bu kadar açık olması beni şaşkına çevirse de bir şey demedim. Yarasına parmaklarımı sokmak istemiyordum ama yaramı ondan başkasına da açamazdım ki.
Yavaşça geri çekilip Kartal’a doğru döndüm, o iki basamak kadar aşağıdaydı, bu yüzden neredeyse onunla aynı boyda, hatta ondan bir tık uzundum. Uzanıp onu kollarımın arasına çektiğimde bana hiç karşı koymadı ve kollarımın arasına girdi. Kollarımı onun bedenine sararak onu tam anlamıyla kendime çektim, parmaklarımı omuz boşluklarına bastırarak ona sıkı sıkı sarıldım. Yüzünü göğsüme koyup sarılmam tek ihtiyacıymış gibi bana sığındığında kalbim allak bullak oldu. Dudaklarımı saçlarına bastırıp, sokaktan taşıdığı soğuğun tadını dudaklarımda hissederek saçlarını öptüm. Parmakları belime kaydı, var olan yarayı kumaşa rağmen hissedebilirmiş gibi tam o noktaya dokunup beni sıkıca kavradı. O gece acıdan beni öldüreceğini düşündüğüm yara, şimdi öyle çok hissizdi ki, sanki orada değildi.
“Ben yanındayım,” dediğimde bunu bekliyormuş gibi çenesini göğsüme bastırdı. Dudaklarımı saçlarına sürterek karanlıktaki kör bir noktaya dalıp gittim. “En kötüsünü yaşadık, daha kötüsü olmayacak.” Onu bir çocuk misali avutsam da aslında bu kelimeler kalbimden dökülen gerçeklerdi. Onu yatıştırmak için değil, içimden geldikleri için söylemişti. “Daha kötüsü olmayacak çünkü ben burada olacağım.” Dudaklarımı birbirine bastırıp onu daha sıkı sardım. “Daha kötüsü olmayacak çünkü sen buradasın.”
“Ben gibisin,” dedi, sesi boğuk çıkmıştı, yine de duyguları şeffaf bir biçimde göğsüme akarak içimde kaybolmuştu sanki. Dudaklarım şefkatle büküldü. “Lavin, bana inanıyor musun?”
Duraksadım. Bunu sorması bile dünyanın en saçma şeyiydi, ona inanmasam en başında onunla bu yola çıkmazdım. Aramızda tek bir kıvılcım bile yokken ben ona inanan kişiydim. Kollarımda onu sıkı sıkı tutmaya devam ederken, “Sana inanıyorum,” dedim başımı sallayarak. “Hep inandım.”
Koca bir adam olmasına rağmen bir çocuk gibi sordu. “Hep mi?”
“Evet,” diye mırıldandım. “En başından beri.”
“Her şeyi halledeceğim,” dedi, kararlı bir şekilde kurduğu bu cümle, sanki o benim kollarımda değilmiş de ben onun kollarındaymışım gibi hissettirmişti. Bazen gücünü benim damarlarımda akıyormuş gibi gür bir biçimde hissediyordum. Öyle zamanlarda onun cehennemdeki yangınları bile söndüreceğini, cennetteki meleklerin başlarındaki haleleri ateşe verebileceğini düşünüyordum. “Buna inanıyorsun, değil mi?” Yanağını göğüs kafesime sürterek kafasını kaldırdı ve bana alttan karanlığa rağmen parlayan gözlerle kararlı bir bakış attı. “Sadece bil, terazi benim elimde.” Bir an algılayamadım ama konuşmaya devam etmesini diledim. Belki kelimelere uzanıp parmaklarıma anlamlar bulaşmasını sağlayabilirdim. “Kim hangi tarafa nasıl bir ağırlık koyarsa koysun, sonunda ölçen ben olduğum için onlara kim olduğumu göstereceğim.”
Yutkundum. “Bildiğin bir şeyler mi var?”
“Beni uyutsana,” dedi sadece, durdum ve kalp atışlarımızın birbirine karışmasına izin verdim. Bir şeyler bildiği düşüncesi, zihnime yeni tanıştığım bir yabancı gibi sızdı, odalarımda dolaşmaya başladı, henüz adını bilmesem de hissettirdikleri çok tanıdıktı.
“Uyuturum,” dedim düşüncelere dalmış olmama rağmen. Benim kollarımda bir çocuk misali uyumayı istemesi sanırım sonsuza dek en hassas noktam olarak kalacaktı. Kollarımın arasına girmesini, yüzünü tenimde bir noktaya sokup kendini dünyadan saklar gibi bana bırakmasını bir türlü aşamıyordum.
Evet, o çok güçlüydü.
Belki de yenilmesi imkânsız bir adamdı.
Ama o aynı zamanda çok savunmasızdı.
Çaresizdi.
Kabul edemesem de hayatın yenilmez sandığım bileğini tutup büktüğü bir adamdı.
Birlikte odaya girdiğimizde Casper’ı, cam duvarın önündeki küçük bir yastığın üzerinde uyurken bulmayı beklemediğimden anlık şaşkınlık yaşasam da sonunda onun varlığını kabullenerek ona doğru ilerledim. Camın arkasındaki ormandaki dev çam ağaçlarına tutunmuş kar taneleri henüz erimemişti ve karanlığın hüküm sürmesine yardımcı olan beyaz bulutlar, her an çam ağaçlarının dallarına yeni kar taneleri ekeceğe benziyordu. Kartal ayaklı lambayı yakınca kızıl bir ışık odaya loş bir şekilde yayıldı, Casper kafasını kaldırıp varlığımızdan rahatsızmış gibi esnedikten sonra gözlerini yüzüme sabitledi. Bu onun buz mavisi gözlerini net şekilde gördüğüm ilk andı. Buz mavisi gözleri, bembeyaz teniyle uyum sağlıyordu. Gözlerini yumup geri açtıktan sonra çenesini patisinin üzerine bastırıp burnundan homurtu şeklinde bir nefes verdi.
“Çok güzelsin,” diye fısıldadım, parmaklarımı başının üzerindeki sert, tüylerle kaplı deride gezdirdiğimde burnundan bir sert nefes daha bırakıp gözlerini yüzümde gezdirdi. Uysaldı, bunu yavru olmasına borçlu olabilirdi.
Eğilmiş bir şekilde omzumun üzerinden Kartal’a baktım. Üzerindeki yuvarlak yaka tişörtü söker gibi çıkarıp yere attıktan sonra kotunu çıkarmadan banyonun kapısına yöneldi. Sırtına çarpan kızıl ışığın sırtındaki kasların yarattığı çukurları, bir cehennem çukuru gibi kapkara gösterdiğini fark ettim.
Gölgeler tenine çökmüş şeytan pençeleri gibiydi.
Banyonun kapısını açıp gözden kaybolana dek onu izledim, sonra bakışlarımı yatağa çevirdim ve nevresimlerin değiştirilmiş olduğunu fark ettim. Siyah, saten bir nevresim takımı yatağa ait bir deri gibi görünüyordu. Birden tenim sateni aşeriyor gibi kamaştı ve gözlerim yatağın üzerindeki kitaba takıldı. Bu Kartal’a hediye ettiğim kitaptı, dudaklarım yukarı doğru çekildi ve elimde olmadan gülümsedim.
Casper birden başını elime sürtünce irkilerek gözlerimi ona doğru çevirdiğimde, ilgi bekleyen gözleriyle karşılaşmayı beklemiyordum. Eğilip kulaklarını okşadım ve sonra babamdan öğrendiğim gibi en hoşlandıkları yer olduğunu bildiğim çenesinin altını… Suyun açıldığında çıkardığı sesi duydum, bir uğultu sesi suyun sesini takip etti ve çok geçmeden su yeniden kapandı. Casper bu süre zarfında gözleri kapalı şekilde çenesinin altını sevdirdi. Sonunda banyonun kapısı açıldı, Kartal, banyodan pantolonundaki kemer iki yana kanat gibi açılıp sarkmış şekildeyken çıktı ama pantolonunun fermuarı da düğmesi de kapalıydı. Sakin gözlerle Casper’ı okşamaya devam ederek onu izledim. Kendimi çok hâlsiz hissediyordum. Bir an evvel yatağa girmek, satenler tenime yumuşacık hisler bırakırken derin bir uykuya dalmak… İstediğim buydu sanırım.
Kartal’ın varlığına aldırış etmeden doğrulup kalktım ve üzerimdeki elbiseyi eteklerinden tutup, yukarı çekerek bir çırpıda çıkarıp tenimden kopardım. Bir yara kabuğunu koparır gibi kolayca tenimden kopardığım elbiseyi yere bırakıp, altımda hâlâ dizlerimin üzerine uzanan bir çorap, üzerimde sütyenim varken hızla banyoya girdim. Biraz daha bekleseydim mesanem patlayacaktı ve ben yine rezil olabileceğim yeni bir anı kazanacaktım.
Banyodaki işlerimi hallettikten sonra aynı hızla odaya dönüp yatağa girdim. Kızıl ışık tenime ay ışığı gibi dökülüyordu. Yine de ortam öyle çok loştu ki, utanç geri çekilerek yerini yorgunluğa bıraktı. Kartal’ın burnundan sert bir nefes vererek güldüğünü duydum, çok geçmeden yatak onun ağırlığıyla yavaşça çöktü ve o da yatağa uzandı. Hediye ettiğim kitabı eline aldığını fark ettiğim an ona doğru dönüp, elimi yanağımın altına sıkıştırarak profilini incelemeye başladım. Kitabın ilk sayfasını çevirdi, sonra diğer sayfasını ve bir süre bekledikten sonra kaşlarını kaldırarak bana bakmadan, “Beni böyle izleyecek misin hep?” diye sordu, sesi bir an sert geldiği için kaşlarımı çatıp ona cins cins baktım.
“Canım isterse her an izlerim,” dedim ciddi bir sesle.
Dudaklarını diliyle ıslattıktan sonra bir sayfa daha çevirdi. “Kitap okurken izlenmeyi sevmem ben, Sönmez,” dedi iğneli ama alaycı bir sesle, gözlerim dudaklarına takılı kaldı ama çok geçmeden yeniden uzun, zehirli bir oku anımsatan kirpiklerine baktım. “Lavin,” dedi tekrardan bana bakmadan.
“Hım?”
“Bu benim için değerli.” Hâlâ bana değil, kitap sayfasına bakıyordu.
“Neymiş değerli olan?”
“Senin bana kitap hediye etmiş olman,” dedi bir saniye bile düşünmeden.
Yatakta pozisyonumu koruyarak yavaşça ona doğru kaydım. Gözlerim birkaç saniye onda tutsak kaldı, ardından kitaba baktım ve dudaklarımı birbirine bastırdım. Kafasında Özay ile ilgili soru işaretleri var mıydı merak ediyordum. Sonuçta Özay ile hikâyemin de bir kitap üzerine başladığını biliyordu, bunu benim ağzımdan dinlemişti, acaba ona kitap hediye etmem bir anlığına bile olsa onu öfkelendirmiş ya da yanlış şeyler düşündürtmüş müydü? Bunu düşünmek kalbimi sıkıştırdı. O benim için herhangi biri değildi. Geçmişte yaşamış biriyle kendini bir tutması bile çok kötü olurdu çünkü ona baktığımda geçmişimden bugünüme taşıdığım tek isim o ve Kardelen olabiliyordu.
“Yanlış bir şey düşünmedin, değil mi?”
Bu soruyu bekliyormuş gibi sakince, dudağının tek bir kenarını yukarı bükerek güldü. “O benimle boy ölçüşemez.”
Bu konunun yanlış bir karar olduğunu fark edip, yavaşça elindeki kitaba uzandım ve kitabı elinden alarak yan tarafındaki komodinin üzerine bıraktım. Sonra hiç beklemediği bir anda onun kucağına çıkıp, anın getirdiği cesaretle tam karnına oturarak yüzüne doğru eğildim. Nefesim bir fırtına olup yüzüne estiğinde, uzun kirpikleri bu ağacın büktüğü ağaç dalları oldu ve bana, o ağaç dalları ateşlerin içinde yanıyormuş, ateşler de gözlerinin içindeki kahverengi sonbahar ormanındaymış gibi baktı.
Bir insanı, ona tek bir soru dahi sormadan sevmek mümkün müydü?
Saçlarım yanaklarımın iki yanından sarkarak onun yüzüne serilirken gözleri gözlerimdeydi. O ve ben, bu dünyadaki en sevdiğimiz insanı kaybettiğimiz için yarımızı da kaybetmiştik ve şimdi iki yarım bir araya gelerek tamamlanmıştık. Dudaklarımdaki sarhoş gülümsemesinin saçlarımın yarattığı karanlığa rağmen yüzüme yayılışını izlerken, gözlerindeki alevler şimdi daha da harlanmıştı.
Parmaklarını belimin boşluklarına yerleştirip kucağındaki duruşumu sağlamlaştırdı. Bana öyle bir dokunuyordu ki, sanki kalbimde ona ait duran sevgiyi kavrıyordu. Bana öyle bir dokunuyordu ki, o bana dokunduğunda hiçbir duygu kalbimin dışına çıkamıyordu. Bana öyle bir dokunuyordu ki, o bana dokununca karanlık tenimde dağılıyor, güneş parmak uçlarında doğarak tenimi aydınlıklara boğuyordu.
Gözlerine bakınca yüreğim eziliyordu.
Saçlarım yüzüne sürtünürken biraz daha eğildim ve nefesi yüzüme çarparak kirpik diplerimi sızlattı. Gözlerimi kısıp dudaklarına, sonra da bir şişe içkinin verdiği sarhoşluğu veren viski rengi gözlerine baktım. Burnundan çektiği nefesle birlikte kemikli suratı sertleşti, dudaklarının dışarı doğru vurgu kazanışını izledim, gür kirpikleri gözlerinin üzerinde dikili duran mezar taşları gibiydi. Saçlarımın aralıklarından sızan kızıl ışık, yüzüne çizgiler hâlinde dökülerek onun güzelliğini daha da esrarengiz bir hâle sürüklüyordu.
Gözlerim, onun ellerine ters kelepçeydi.
Ona karşı da tıpkı diğer insanlara olduğu gibi duvarlarım vardı ama ona olan duvarlarım taştan değil, camdandı. Tek bir yumrukla bu camları indirebilir, yanıma gelebilirdi ama o, bunun yerine camın önüne gelip elini cama koyuyor, beni izliyordu ve her zaman benim izin verdiğim kadarını görebiliyordu. Oysa her şeyi gördüğü kesindi, sadece görmesini istemediğimi bildiği şeyleri görmemiş gibi yapmak konusunda ustaydı.
Kahverengi gözleri, tenimden bir parça dokunuş koparmak istiyormuş gibi dudaklarıma döküldüğünde, dudaklarımı dudaklarına yaklaştırma isteği büyüdü, büyüdü ve büyüdü. Pençelerini tenime geçiren o duygu, hiçliğinde savrulduğum mantığın demirlerini bükerek içinden çıktı ve tenime bir zehir gibi yayılarak bana açtığı yaraların içini doldurdu. Tenimde acıyan hisse tutunarak dudaklarımı dudaklarına bastırdım. Başta beni öpüşü her ne kadar bir dokunuşla sınırlı kalsa da, dudaklarım onun dudaklarını aralayıp bazı sırları ondan koparmak istiyormuş gibi işi ısrara bindirdiğinde, Kartal dudaklarını araladı ve dilinin ıslak dokusunu ağzımın sınırlarında hissettim.
Doyumsuz bir hissiyatla dudaklarından bir parça kelime koparmak istiyormuş gibi onu açlıkla, dinmeyeceğini düşündüğüm bir istekle öpmeye başladım. Parmakları belimde sabitli duruyordu ama biraz sonra öpüşmemizin alevleri onun bedenini de çevreleyip yakmaya başlamış olacak ki, belimde sabit duran parmaklarını belim bir mezarmış da cesedi içeri gömüyormuş gibi tenime gömdü. Bir an dudaklarının içine arsız bir inleme bırakacağımı düşündüm, sonra bu inleme karanlığın kapılarını açıp kar tanelerinin usul usul düşmeye başladığı şafağa karışarak kayboldu. Parmaklarını daha sert bastırdı ve ısrarcı dili ağzımın içindeki turuna başladı.
Kalbim dudaklarıma indi.
Sanki kalbimi öpüyor gibiydi.
Bir an tereddüt etmeden dudaklarına doğru inledim, kaşlarını çattığını hissettim ve belime gömülü parmaklarından birini mezardan çıkararak sırtım boyunca kaydırdı. Çıplak sırtımda tırmanan dokunuşu yaramın üzerine geldiğinde sendeleyen bir beden gibi duraksadı ama çok geçmeden yeniden kayarak iki kanat arasından geçti. Omuzlarıma uğramadan doğrudan enseme tırmandı ve saçlarımı diplerinden kavrayarak sıkıca ele geçirdi. Gözlerim kısıldı, dudaklarının tadı dudaklarımı uyuşturdu ve bu dudakların, benim dudaklarımın sahibi olduğunu hissettim. Bunu öyle çok hissettim ki, dudaklarımdaki varlığını daha net hissetmek için ben de onun saçlarını sıkıca kavrayarak dudaklarımı dudaklarına daha sert bastırdım.
“Lavin,” dediğini dudaklarıma parça parça dökülen kelimelerden anlamıştım. Şimdi onun kucağındaydım ama sanki dünya ile arasına girmiş bir mezar kapağıydım, üzerine kapanmış, onu bulunduğu ortamdan kopararak cehennemime kabul etmiştim. Beni öpüşü daha da şiddetlendi, daha ne kadar şiddetlenebileceğini tam olarak kestiremediğim o saniyelerde, alevler büyüyerek çenemden aşağı lav gibi akmaya başladı. Dudakları dudaklarımdan koptu, ıslak ve şişmiş dudaklarım aralanırken dudaklarının baskısını çenemde hissettim, dişlerini çeneme geçirip orayı ısırdı ve sonra öperek boynuma kadar indi. Başımı geriye atarken kalbim öyle hızlı çarpıyordu ki dalgalandırdığı göğsümü yırtacak gibiydi.
Dudakları boğazımda asılı kaldı, gözlerimi tavandaki kızıl ışığa sabitledim ve oradan çekmeden öylece bekledim. Kartal’ın dudaklarının ısısı boğazımı bir idam ipi gibi sardığında, her an tenini darağacında idam edilecekmişim gibi hissederek parmaklarımı saç diplerine bastırdım. Dudakları gerdanıma kadar indi, her bir öpücüğü sarsıcıydı, tüm bedenim ve hatta bedenimin içine zincirli ruhum da dahil olmak üzere titriyor, deprem oluyormuş gibi sarsılıyordu. Kartal’ın belimde durmaya devam eden eli yavaşça bel boşluğumdan yukarı süzüldü, ikiye ayrılan kanat dövmesinin ortasında bir yerde asılı kaldı ve dudakları köprücük kemiklerime kadar bir lav misali sızarak aktı.
Köprücük kemiğimin dışarı doğru vurgu kazanan kıvrımına dişlerini geçirince, dudaklarımı ısırarak iniltimi durdurmaya çalıştım. Bu his de neyin nesiydi? Karnımın açılacağını, içindeki tüm hislerin Kartal’ın tenine yayılacağını zannettim. Dişlerini sürter gibi köprücük kemiğimde gezdirdi, ardından gerçek bir ısırığı tam köprücük kemiğimde hissettim ve bu beni inletti.
Kartal’ın dudakları usul usul köprücük kemiğime sürtünüp ısırdığı bölgedeki hasarı gidermek istiyormuş gibi orada gezindi. Köprücük kemiğimi öptü, sonrasında ıslak dilinin süzülüşünü kemiğimin içinde dolaşan iliğimde hissetmemi sağladı. Başımı geriye doğru atmamla, saçlarım bir kırbaç gibi sırtıma çarptı ve sırtımın ortasında duran elinin üzerini örttü.
Kalçamda karnının ne kadar sert bir hâle geldiğini net bir şekilde hissedebiliyordum. Daha aşağıya indiğimde beni yakacak kadar sıcak ve sert bir şeye temas edeceğimi bildiğimden kendimi tutarak karnından uzaklaşmamaya çalıştım. Dudaklarımı ısırarak köprücük kemiğimde süzülen dilinin hareketlerini sonlandırmasını sabırla beklemeye çalıştım ama onun dili orada kaydıkça, kasıklarımdan aşağı kan doluyor, iki bacak aramda bir sızlama oluşuyordu. Yanaklarımın ısındığını hissettim, bunun sebebi damarlarımda turlayan alkol olamazdı.
Dili köprücük kemiğim boyunca sürtünerek gerdanımın ortasına geldi, yutkunuşum boğazımda bir kurşun gibi ilerledi ve nefesim ciğerlerimi yırtarak dudaklarımdan dışarı döküldü. Nefesimin güçlü sesi, onun beni tutuşunu daha sert hâle getirmişti. Dilinin kıvrımını iki göğsümün arasında hissedince gözlerimin önünde bembeyaz şimşekler çakarak zihnimi aydınlığa boğdu ve o kısa aydınlanma anında, tüm kelimelerin dudaklarında düğümlerle bizi izlediklerini gördüm. Sonra zihnim karardı ve kasıklarımdaki yangın büyüyerek her yanı sardı.
Dili tam iki göğsümün arasında kaydı, orayı öyle çok ıslattı ki, sanki yağmur tenimin üzerine yağmıştı. Nefes nefese geri çekilip, dudakları iki göğüs arama çok yakın bir mesafedeyken, ıslaklığa doğru nefesini verdi. “Bundan bir adım sonrası benim cehennemim olur,” dedi hırıltılı bir sesle. “Bundan bir adım sonrasında o cehennem benim olur ama orada beni yakan sen olursun.”
Ayaklı lambadan yayılan o zayıf, loş ışık, odanın duvarlarına çizilen gölgelerimizin damarlarında dolaşan kana dönüşüyordu.
Nefesini bir süre daha o ıslaklığa vererek, “Neden böyle?” diye hırladı, hırıltılı fısıltısı kasıklarımı daha da sızlattı ve yutkundum. “Neden sana karşı bu kadar zayıfım? Neden böyle?”
“Zayıfsan, sadece bana karşı zayıf ol,” diye fısıldadım. “Aksine zaten hiçbir zaman inanmadım. Seni hiçbir zaman zayıf bulmadım.”
Burnundan sert bir nefes vererek iki göğsümün arasına bıraktığı ıslaklığı daha da çekilmez hâle getirdi benim için.
“Beni reddet,” dedi usulca, sonra gözlerini kaldırıp, o tanrısal uzunluktaki kirpiklerinin gölgeleri altından bana öyle bir baktı ki, kalbim göğsümün içinde ikiye bölünmüş gibi hissettim. “Yoksa içim içine son damlamı da tüketip beni kurutarak akana kadar içinden çıkmam.”
Kartal’ın yüzüme düşen bakışları, kirpiklerinin arasından beni izleyen gözleri ruhumun aynaya düşen yansıması gibiydi.
Parmaklarım çenesine kaydı, kafasını tamamen kaldırmasını sağladım ve sonra onu topladığım son güç kırıntılarını birleştirerek sertçe öpmeye başladım.
Dili dudaklarımdan içeri su gibi akarak kaydı, saçlarımı öyle bir kavradı ki birden acıyla karışık tutku kokan bir inilti dudaklarımdan firar etti. Dişlerini dilim boyunca sürttü, ardından dilini dilimde hissettim ve beni mahveden dudaklarıyla savaşmaya başladım.
“Beni kendini ortaya koyarak korkutamazsın,” diye inledim. “Ben senin yarattığın cehennemde seninle yananım. Sadece seni yakacağımı da nereden çıkardın?”
Birden durup birbirimize nefes nefese baktık. Aramızda duran o kalın halat, hissettiğimiz tutku yüzünden pamuk ipliği misali incecik kalmıştı ve her an kopacakmış gibi duruyordu. “Eğer olacaksa her anını hatırlayacağın, bana ayık gözlerle bakacağın bir anda olsun istiyorum ama kendimi de durduramıyorum.” Sözleri yüzüme serin dalgalar gibi çarptı ve birden kanımda dolaşan alkolden nefret ettiğimi düşündüm.
Her geçen gün şiddetlenerek artan tutkuyu hissetmeyi artık reddedemiyordum.
“Kendimi sana karşı durduramıyorum, böyle zamanlarda beni durdurabilen tek kişi sen ol istiyorum çünkü bunu sadece sen yapabiliyorsun.” Gözlerime derin gözlerle baktı, şaşkın ifademden böyle bir cümle kurmasını beklemediğimi açıkça görebildiğine emindim. Eli saçlarımdan kayarak yanağıma doğru süzüldü ve büyük avucu yanağımı kapladı. Elimde olmadan yanağımı avucuna yaslayıp onu izlemeyi sürdürdüm. Güzelliğini… Tıpkı tenine gölgeler indiren bu kızıl ışık gibi güzel ve esrarlıydı. “Beni durdurabilen tek kadınsın, bu yüzden sana kovanımın kraliçesi diyorum, hep öyleydin. En başından beri.”
Kuruyan dudaklarımı yaladığım an dudaklarımdaki şişkinliği bariz bir şekilde hissettim. Öyle çok öpüşmüş olmalıydık ki dudaklarım feci derecede şişmişti. Yanıt veremedim, gözlerimden bir müddet daha tutkunun devleşen dalgalarını izledi ve ben de onun gözlerindeki cehennemleri seyrettim. Alevler gözlerinin her yerindeydi. Tek yanlış bir hareketimde birden beni belimden kavrayarak altına alacakmış gibi bakıyordu.
Yüzüne doğru eğilip, alnımı alnına bastırarak titreyen bir nefesle fısıldadım. “Seni uyutacaktım, Alaşan.”
Alnı alnımdayken sertçe yutkundu, göremesem de âdemelmasının boğazından kayışını hayal edip yutkundum. İliklerimde dolaşan ateş, kemiklerimi küle çevirecek kadar kuvvetliydi ve bu ateşi harlayan Kartal Alaşan’dı. “Doğru,” dedi, sesinde tutku bir mumun alevi gibi titriyordu. Üflememi bekliyordu. Üfleyip ortalığı karanlığa verdiğim anda, sanki bedenimi bir kefen gibi saracaktı. “Beni uyutacaktın, Sönmez.”
Yavaşça kucağından yana devrildiğimde o hâlâ yüzü tavana dönük, yatakta kaskatı hâlde uzanıyordu. Bir süre ben de onun gibi tavanı izleyerek ve nefesimi normale çevirmek için çabalayarak bekledim. Sonunda, “Sırtını dön de sarılayım,” diye fısıldadı ve ben de gevşemiş bedenimle yavaşça yatakta dönerek ona sırtımı doğrulttum. Yatakta usulca kaydığını hissettim, bedeninin baskısıyla çöken yatağın yayları hafif bir ses çıkardı ve çok geçmeden göğsünün baskısını yarı çıplak ve terli sırtımda hissettim.
Burnunu saçlarıma bastırdı, derin bir nefes aldı ve büyük eli karnıma kaydı. Avucunu karnıma koydu, nefesim birden hızlanır gibi olsa da dokunuşuna alıştığım an soluk alıp verişim normale döndü. Birkaç dakika hiç konuşmadık, kalp atışlarımız da nefeslerimiz gibi normale döndüğünde uyku hâlâ gözlerime oturmamıştı ama Kartal’ın uyuyup uyumadığını anlayamıyordum. Beynim allak bullaktı, zihnimde bir örtü vardı ve bazı şeyleri seçmek ayık olduğum andaki kadar kolay değildi.
Boğazını temizlediğini duyduğumda, uyumadığını anlayıp alt dudağımı ısırarak camdan dışarıya bakmayı sürdürdüm. Nefesim hafifçe hızlanır gibi oldu ama bunu anlaması pek mümkün değil gibiydi. Avucunun baskısı karnıma yayıldıkça bedenimdeki sıcaklık artıyor, yatağın etrafını çember gibi sarmış alevler beni yakıyordu sanki. Onun sırtımı delen parlak gözlerini hayal edince, kalp atışlarım göğsümün içinde çözülmeye başladı. Daha sert yutkundum, beni izlediğini hissettim, yüzümü göremese de gözleri tenimde, saçlarımda, bende olmalıydı. Parmakları karnımda yavaşça gezinince, nefesimi tutma isteğiyle sarsıldım. Parmak uçlarını bir gitarın tellerine dokunuyormuş gibi büküp, hafif hafif göbek deliğimin biraz altını okşamaya başladı.
(+18. Lütfen cinsel içerikten rahatsız oluyorsanız ya da okumak istemiyorsanız ekranı bir sonraki uyarıya dek hızla kaydırın. Sahneyi okumamanız olay akışını bozmayacaktır.)
Göğsümü yoran nefesi içime dağıtmak ister gibi dudaklarım usul usul aralandı, ardından dişlerimi alt dudağıma sertçe saplayıp dokunuşlarının yarattığı titreşimlerin vücuduma dağılışını daha net hissetmek için gözlerimi kıstım. Yavaşça sokulduğunu hissettim, kalçalarıma yaslanan sıcaklığını hissettiğim an gözlerim daha da kısıldı ve dudağımdan sızan kanın metalik tadının dilime yayıldı. Kartal sıcak sertliğini kalçalarıma iyice bastırıp onu hissetmemi sağladı ve nefesim hızlandığında, parmakları karnımın biraz daha aşağısına kaydı. Kasıklarımı tüy kadar hafif dokunuşlarla okşamaya başladı.
Bana dudağımı parçalatacakmış gibi ısırtmıştı ve kendi kanım damağıma yayılırken yapabildiğim tek şey kalçalarımı biraz daha arkaya iterek onu hissetmek için ona yaslanmak olmuştu. Parmakları kasıklarıma dokundukça, kasıklarımdaki sıcaklık artıyordu. Bir süre sonra kalçalarıma yaslı duran sıcaklığın arttığını, sertliğin mümkünmüş gibi daha da belirginleştiğini hissettim. Göğsümde bir pervane dönüyormuş gibi hissettiren duyguya ayak uydurarak kalçalarımı biraz daha arkaya ittiğimde, Kartal’ın sert yutkunuşu zihnimde bir çığlık gibi yankılandı.
Alt dudağımdaki kanın artmasını önemsemeden dişlerimi dudağıma bastırdım. Gözlerim yavaş yavaş tutkuyu daha net bir şekilde, tutku aynanın karşısında kendisini izliyormuş gibi ağırlamaya başladı. Parmakları iç çamaşırımın kumaşının üzerine inince, göğsüm sıkıştı ama hiç sesimi çıkarmadan bekledim. Kalçalarımdaki tüm kasların kasıldığı, eklemlerimin düğümlenmiş gibi uyuştuğunu hissettim. Kartal sertliğini kalçalarıma doğru bastırınca, başımı biraz arkaya doğru bastırdım ve sıcak nefesi enseme doğru tahrik edici bir rüzgâr gibi çarpmaya başladı.
Parmaklarını oranın üzerine bir kumaşın hemen arkasından sürtünce, derimin dalgalanır gibi kasıldığını hissettim. Uyluğumdan yukarı doğru bir his tırmandı. Kartal benim tenimden aşağı sarkan asma bir kilit gibiydi, ruhuma vurulan mühürdü, cehennemi kalbime inşa etmişti. Bakışlarının yoğunlaştığını onu göremediğim hâlde hissettim ve nefes alıp verişlerimi duymasını ister gibi daha da hızlandırdım. Aslında bu isteyerek yaptığım bir şey değildi. Sertliğinin baskısını hissetmek, dokunuşunu hissetmekten daha çaresiz hissettirdi ve karnımı içeri doğru çekmemle, tüm kaburga kemiklerim dışarı doğru kavis oluşturdu. Kartal bunu hissedince gülümsedi, göremesem de o gülümseyişi tam içimde hissetmiştim.
Kartal’ın nefesinin hızının artışı, ruhumdaki yangını başlatan o dev alev dalgaları gibiydi. Parmakları kumaşın daha da alt kısmına inince, onun dokunuşunu cehennem tepesinde hissedip gözlerimi iri iri açtım. Bakışlarımın önünü karanlık sardı, artık bir kör gibiydim, baktığım yerde olan hiçbir şey yoktu. Sanki şafak bir nabızdı ve tenimde atıyordu.
Parmağını kumaşa aldırış etmeden parmaklarının ucunda hissettiğine emin olduğum cehennem tepesine bastırdığında, omuriliğimdeki hisle belim büküldü ve yatakta bir yılan gibi kıvrılırken dudaklarımdan nefesle karışık ateşli bir inilti döküldü. Bu onun yangınına atılmış kuru odunlar gibi olmalıydı çünkü çok geçmeden sertliğini kalçama sertçe bastırıp bana tüm hâkimiyetini hissettirerek gözlerimin önündeki karanlığı tamamen zifire çevirdi.
Parmaklarımı farkında olmadan yüzümün hizasındaki saten çarşafa sapladım ve tırnaklarımın kumaşı yırtacak gibi zorladı. Öyle bir histi ki, canımı alsa sesimi çıkaramazdım şu an. Kalçalarımı ona doğru itip, bana daha fazla dokunmasını arzuladığımdan bacaklarımdan birini hafifçe yukarı kaldırarak kırdım. Bu onu çıldırtmış gibi burnundan sert bir nefes verdi, karşılık verdiğimi anlamak onu daha da alevlendirmişti ama küçük oyununu bozmuyordum. Sinsi bir şekilde bana sokulup benden almak istediği şeyi almasına izin veriyordum.
Avucumu saten çarşafa bastırdığımda, Kartal’ın güçlü parmağı cehennem tepesini altına alarak sertçe ovalamaya başladı ve bu, cehennem tepesini oluşturan kayalıkların, tepenin etrafından dökülerek çukura doğru akmaya başlamasına neden oldu. Hissettiğim o bedenimi kamçılayan duyguyla başımı geriye doğru attım ve karanlık tüm dünyam olmuşken, Kartal diğer eliyle çenemi kavrayıp başımı hafifçe ona çevirmemi sağladı. Işığı arkasına aldığından yüzünü göremiyordum ama bana öyle bir dokunuyordu ki, yüzüne bakabileceğimi de sanmıyordum. Dudaklarıma doğru sert bir nefes bıraktı.
“Uyusun da büyüsün benim bebeğim,” diye hırladı ve sonra o hırıltının devamında inanılması güç bir açlıkla dudaklarıma yapıştı.
Dudaklarımı ısıra ısıra, dudaklarıma doğru inleye inleye deli gibi öpüyordu beni. Ben ona karşılık vermeye çalıştıkça, ağzıma doğru hırlıyor, bu parmaklarının altındaki cehennem tepesinin daha da büyük kayalar düşürmesine neden oluyordu. Tepeyi ezdikçe, ona karşılık verebilmem gitgide daha da zor hâle geldi ve o beni öperken sadece dudaklarım aralık şekilde inlemeye başladım.
“Kartal,” diyebildim, sesim çatlaklarına ayrılmış bir ayna gibiydi. Binlerce görüntüyü içine sığdırmıştı ama hepsi aynı yüze aitti. “Ah!” Nefesim boğazıma bıçak gibi dayandı ama o bıçağı itip nefesimi dışarı bırakamadım. Birden açlıkla inleyip iç çamaşırımı parmağıyla kenara çekti, bu bacağımın arasındaki deriyi acıtsa da kendimi kaybetmiş gibi hissettiğim için hiçbir şey söyleyemedim, karşılık olarak sadece inleyebildim.
Parmaklarını çıplaklığımda hissettiğim an, “Siktir,” diyebildim, nefesimle birlikte kısık bir ıslık şeklinde dökülmüştü bu küfür dudaklarımdan. Nabzım öyle kuvvetliydi ki, bir ağacın kökleri gibi bedenime yayılan damarlarımı aşıp, derimin altında var olarak bir canavarın zehri gibi her noktama yayılıyordu.
Başımı daha da yana eğdi ve beni daha sert bir tutkuyla öpmeye başladı. “Nasıl kaygan,” dediğini duyar gibi oldum ama dili ağzımın içine girdiği an kelimelerinin pek bir anlamı kalmamıştı. Parmakları orada bir girdap oluşturmaya başladı. Cehennem tepem artık cayır cayır yanıyor, lavları eteklerinden çukuruma akıyordu. Gözlerimin beyazı görünene dek kaydığını hissettim ve “Küçük çukurunun içini suyla doldurdun,” dediğini duydum, söyledikleri beni parmaklarının hareketleri kadar etkilerken, tırnaklarımı bilinçsizce çenesinin altına geçirdim ve bu onu hırlattı. Boğazımın gerisinden devamlı olarak içimi sıyıran bir inilti yükseliyordu. “Bu tepe benim,” diyerek tepemi iki parmağı arasında kıstırdı, gözlerimin kenarlarının yaşlarla dolduğunu hissettim ama bu tamamen hissettiğim yoğunluktan kaynaklıydı. Parmaklarını tepemden aşağı kaydırıp, çukurumun etrafında gezdirdi. “Ve bu beni içinde istediği için aralanıp duran çukur da benim.”
Tırnağımı çenesine daha sert bastırmamla, sertliğinin kalçalarıma yapışır gibi yaslanması bir oldu. Bir an uzanıp o sertliği avucuma alarak sıkmak istedim ama ellerimi kaldıracak hâlim kalmamıştı. Tırnaklarım devamlı onun cildinin içine saplanarak onda kalıcı izler bırakma peşindeydi. İç çamaşırımı eliyle biraz daha itince, iç çamaşırımın kumaşı tenimi kesecek gibi acıttı ve bu his zevkle karışınca beni kuvvetsiz bir esinti gibi titreterek inletti.
“Seni öyle çok doldurmak istiyorum ki,” diye fısıldadı baş döndürücü bir tonda, dudaklarını yanağıma sürttü, ısırdı ve sonra da orada dilini dolaştırdı. Parmağını çukuruma indirdi, oraya akıttığı lavları topladı, cehennem tepesine kadar sürükleyip tepenin kuraklaşan kayalıklarına yaydı. Beni kendimden geçirerek okşarken söylediği her şey zihnime yemin gibi kazınıyordu. “Her zerrende nabzımın atışını hissetmeni istiyorum.” Dudaklarını yanağıma bastırıp, tepemi parmaklarının arasına sıkıştırarak beni acıyla kısık kısık inletti. “Sana saplanmak, sana saplandığım anda nabzımı içine yaymak…” Güldüğünü hissettim ama bu dişlerini sıkarak yaptığı bir eylemdi. Gözlerindeki ateşi görme isteğiyle ona baktığımda, orada, gözlerinin arkasında beni izleyen şeytanın kanatlarının alevler içinde yandığını gördüm. “Hissediyor musun bunu?” Sertliğini kalçalarıma yaslayıp zonklayışını bana hissettirdi. “İçinde atmak istiyor.”
“İçime nabzını yaymak ve cansız sandığım her noktamı nabzınla canlandırmak,” diye inledim kısık, bir esintiyi anımsatan sesimle. Bu onda bir şeyleri tetiklemiş gibi sertliğini bana yaslamasını sağladı ve zonklayışlarını hissetmek, ona dokunma isteğimi güçlendirdi. Tam elim güçsüzce onun sertliğine kayacaktı ki bileğimi kavrayıp, parmağını tepeme beni uyarmak ister gibi sertçe bastırdı.
“Unut bunu,” diye fısıldadı. “Seni içindeki tüm suları dilime bulaştırana kadar yalamak istiyorum.”
“Kartal…”
“Bana dokunamadıkça ne kadar ıslanıyorsun bir bilsen,” dedi bu ona kafayı yedirtiyormuş gibi. Birdenbire parmaklarıyla orayı gerdi ve cehennem tepesinin daha da belirginleşmesini sağlarken havanın içime doluşunu hissettim. “Bana ulaşamadıkça öyle çok deliriyorsun ki, kafayı yiyeceğimi de bilsem bana dokunmana izin vermem.”
Kartal’ın parmakları girdabını büyüttü. En hassas noktam bir karahindiba gibi parmaklarının etrafında dökülmeye başlayacaktı sanki. Parmağını oraya daha sert bastırınca nefesim kesildi, dudaklarına doğru saldırarak inledim ve bu onu da inletti.
Çığ gibi büyüdü o his, hiç durmadı, girdap alanını genişlettikçe her parçamı kopararak içine çekmeye, beni tüketip bitirmeye, yok etmeye başladı. “Benim için gel,” diye fısıldadı. “Parmaklarıma yağ, sevgilim.” Dudaklarındaki adi tebessümün dudaklarımın üzerindeyken genişlediğini hissettim.
Girdap büyüdü, büyüdü ve büyüdü…
Başım dönmeye başladığında artık sarsılıyordum ve daha önce hiç hissetmediğim bir duygu karnımdan kaynar su misali dökülerek kasıklarımdan geçiyor, çukurumun kalbinden dışarı dökülüyordu. Durmadı, parmaklarını çekmedi, her şey bittiğinde ve bedenimin daha fazlasını kaldıramayacağını anladığımda öyle çok çırpınıyordum ki, bu onu eğlendirmeye bile başlamıştı. Elini tutup parmağını oradan uzaklaştırması için çok çabalasam da o durmadı, zaten hassas olan ve mümkünmüş gibi daha da hassaslaşan noktayı ezmeye devam etti.
Sonunda çığlığa çok yakın ama bir o kadar da fısıltıya dönüşmüş bir inlemeyle dudaklarına yapışıp onun dudağını sertçe ısırdım. Metalik bir tat dudaklarıma yayıldı, iniltisi ağzımın içinden kalbime kadar aktı. Bileğini koparacakmış gibi tutarak o noktadan uzaklaştırmaya çalıştığım sırada dişlerim hâlâ dudaklarına saplı duruyor, ben bir krizin tam ortasındaymışım gibi sarsılarak titriyordum.
Kartal’ın dudaklarını alnımda hissettim ve yüzümün geri kalan uyuşmuş her noktasında. Zaman bir kaydıraktı da sırtüstü uzanmış kendimi ona bırakmıştım sanki. Bir süre gözlerimin önündeki perde kalkmadı. Kısıtlı hareketlerim Kartal’ı daha da eğlendiriyor olmalı ki, dudaklarındaki tebessümü hissetmemi sağlayacak bir öpücüğü yanağıma bıraktı. Gözlerimi ona doğru çevirdim, dudaklarımdan çıkan kesik nefesleri izledi, ardından gözleri gözlerime tutundu. Bakışları içime aktı.
“Kovanımın kraliçesinin kovanından bal çıkardım,” dedi erkeksi, hırıltılı bir sesle. Gözleri de sesini onaylıyor gibi haşin bakıyordu.
Kuru dudaklarımı yalamak istedim ama o kadar hâlim yoktu ki bunu yapamadım. Bunun yerine ona iyice sokuldum. Terli ve ıslak bedenimi ona yaslayarak, sonradan bedenime dalga gibi vuracak utancı önemsemeden boğazımı temizledim.
“Tenini hissederek uyumak istiyorum,” dediğinde, duraksadım ama bir şey söyleyemedim, dilim düğüm olmuştu sanki ağzımın içinde. “Duş işini sabah hallederiz.” Beni tekrar çevirip sırtımı göğsüne yasladı, gözlerimi kapatıp açtım ve başımı hafifçe salladım. Dudaklarını omzuma sürtüp, ıslak parmaklarını karnıma bastırdı, ardından fısıldadı: “Uyusun da büyüsün benim bebeğim.”
(18 Sahne sonu.)
“Kartal,” dedim pürüzlü bir sesle, uyku eşiğimden geçmek üzereydi.
“Hım?”
“Sıra bana geldiğinde, sen beni durduramazsın.”
Arkamda donup kaldığını hissetsem de bir şeyler söylemedim. Uyku beni içine çekerken bedenim kızarıktı ve yanıyordu, bu yüzden belki de uykunun eşiğinden çok daha kolay geçtim.
Zihnim bir fırtınanın dibine çöktüğünde, tenimde ona ait izler vardı; o benim ruhumu ele geçiren şeytandı ama benim de başımın üzerinde bir hale hiçbir zaman olmamıştı.
💫️
Kokusunu soludum.
Sanki kokusu her yerdeydi.
Dudaklarımı yaladım, dudaklarımın acıdığını ve kanın kuru tadının tekrar damağıma yayıldığını hissettim. Bu benim kanım mıydı yoksa onun kanı mıydı bunu ayırt edemedim. Gözlerimi aralamak istedim. Kirpiklerime taş koyulmuş gibi ağır hisseden göz kapaklarımı bir pencereyi açıyormuş gibi yukarı itemedim. Birkaç defa daha denedim, başarısızlıkla sonuçlandığında şiş dudaklarımı birbirine bastırıp o şişliği daha da fazla hissettim.
Kolunun tenimde ter oluşturmuştu. Kokusunu tekrar soludum ama gözlerimi açamadım. Bana sarıldığını hissetmek, cennette olmak gibiydi. Ona doğru yaslandım ve biraz daha uyumak istedim. Şafağı hayal meyal değil, direkt olarak her ayrıntısıyla hatırlıyordum. Yanaklarıma ısı dolsa da ona yaslanmaya devam ettim çünkü olanlar korkup saklanacağım değil, elimde bir bıçakla fazlası için üzerine gideceğim şeylerdi.
Bana dokunuşunu, en az tenimde olduğu kadar ruhumda da bıraktığı izleri hatırladım. Belki baktığımda o izlerin varlığını belirli bir damga, işaret, simge şeklinde vücudumda göremezdim ama derinlerimde öyle çok hissediyordum ki, kimse görmese de o izlerin var olduğunu bilirdim.
Güçsüz bir havlama sesiyle irkildiğimde, Kartal’ın dudaklarından firar eden kısık küfür de havlama sesine karışarak odanın derinliklerine dağıldı. Gözlerimi aralamaya çalıştım. Başta havlama sesini algılayamasam da çok geçmeden Casper’ın varlığını hatırlamıştım. Derin bir nefes almamla Casper yeniden havladı ama sesi öyle kısıktı ki, kimseyi rahatsız etmezdi. Yine de onu net bir şekilde duyuyordum.
“Oğlum, neden evliliğimizin ilk senesinde çocuk yapmış olmamızın pişmanlığını taşıyormuşum gibi hissettiriyorsun bana?” Kartal’ın uyku pürüzünü taşıyan sesinin ağırladığı soru buydu. Dudaklarım yukarı bükülecek gibi oldu ama gözlerim bu gülüşe engel olarak bana avuçlarındaki uykuyu sundu.
Birden boğazım kurak bir çöl gibi yanmaya başladı. Su ihtiyacı boğazımı tırmalıyor, Casper da devamlı olarak hırıltılar çıkarıp zayıf zayıf havlıyordu. Kartal’ın kolunu itmeden tutup yavaşça çektim ve gözümün tekini açıp etrafa baktım. Hemen karşımdaki orman karlar altında, bir gelinin elbisesi gibi bembeyaz görünüyordu. Dudaklarım anlık aralandı, sonra Casper’ın küçük adımlarla yatağın önüne geldiğini görüp gözlerimi ona çevirdim. Şimdi iki gözümü de açabilmiştim. Kartal kolunu belime sararak beni kendine çekince birden yatağa devrildim ama sanırım Casper’ın bana ihtiyacı vardı.
Kartal’ın kolunun altından kurtuldum. Sadece iç çamaşırlarının içinde olduğumu görmek beni utandırmadı, yataktan inip eğilerek Casper’ın kulaklarını arkaya doğru okşadım. Küçük poposu sevilmenin getirdiği garip bir neşeyle bir sağa bir sola kıvrılıyordu. Boğazımdaki susuzluk hissi büyüse de bir müddet daha durup Casper’ı okşadıktan sonra, “Bir şey istiyor gibi,” dedim kuru bir sesle.
Kartal’ın yastığı çekip kafasına bastırdığını fark edince dudaklarım yukarı kıvrılır gibi oldu. Beni duymazdan geliyordu.
“Çişin mi geldi?” diye sordum Casper’a dönerek.
Buz mavisi gözlerini bana dikmiş, uyku mahmuru gözleriyle yüzümü inceliyor, beni tanımaya çalışıyor gibi bakıyordu.
Üzerime gelişigüzel bir şeyler aldıktan sonra Casper’ı kucaklayıp çiftlik evinden çıktım. Casper tuvalet ihtiyacını gidermiş, sonra mutlu bir şekilde beni hep tanıyormuş gibi bacaklarıma sürtünerek tekrar kucağıma gelmek istemişti. Odaya döndüğümüzde, evdeki herkes uykuda olduğu için sessiz olan çiftlik evinde daha fazla gürültü yapmaması için onun kulaklarını biraz okşamış, sonra da bir havlu aldıktan sonra duşa girmiştim.
Ben suyu açacaktım ki, Kartal’ın telefonunun melodisi duvarlara çarparak tüm odayı sarmaya başladı. Elim vanadayken durup omzumun üzerinden banyonun kapısına doğru baktım. Birkaç çalışın ardından, “Söyle,” diyerek telefonu açan Kartal’ın sesinde uyku agresifliği vardı. “Ha, tamam, iniyorum.”
Bir an sakinleşmesi beni şaşırtsa da suyu açıp yavaşça içine girerek beklemeye başladım. Banyonun kapısının açıldığını duyunca bir an irkilerek, su başımdan aşağı akmaya devam ederken omzumun üzerinden kapıya doğru baktım. Buhar bedenimi belli ölçüde içine alarak örtmüş olsa da çırılçıplaktım ve gözlerimin çarpıştığı gözlerdeki derin davet, bedenimi sudan daha çok yakmıştı. Uzun kirpiklerin örttüğü gözler kalçalarımdan başlayarak sırtım boyunca kaydı ve sonunda gözlerimi buldu; gözlerimi bulduğu an yangın, harelerindeki sonbahar ağaçlarını ateşe vermişti.
“Geleceğim,” dedi, dudaklarının hareketine odaklanan gözlerim bir an kısıldı, kalbimin atışları hızlandı. Kartal duraksadı. “Yani gelmek derken… Hemen geleceğim. Yani bir işim var.” Kaşlarını sertçe çattı, içinden kendi kendine küfrettiğine emindim. “Sikeyim, işim var.”
“Hıhı,” diyerek başımı salladım ve elimi omzum boyunca kaydırıp suyu etrafa sıçrattım. “Tamam.”
Banyodan çıkarken takındığı ifade beni gülümsetecek kadar komikti, hatta ona uymayacak şekilde kısa bir anlığına da olsa çok şapşal görünmüştü gözüme. Suyun altında bir süre öylece durup geceyi düşündüm. Tüm olup bitenleri düşünmek, yanaklarımın suyun sıcaklığından değil de hissettiklerimin verdiği ısıdan kızarmasına neden olmuştu. Su, tenimden Kartal’ın tenime gömdüğü dokunuşlar gibi kayıp geçtikçe nefesim de suyun akışı gibi hızlandı. Geceyi düşünmek karnıma ağrılar sapladı, yanaklarım eriyecek gibi sızlamaya başlamıştı.
Kardelen’in bizimle ilgili düşüncelerini Sibelay’ın ağzından dinlemek garipti. Onun abisi ve benimle ilgili bu tarz istekleri olduğunu hiç bilmiyordum, bana bundan hiç bahsetmemişti, imasını da yapmamıştı. Bazen bizimle dalga geçer, ayrı ayrı bizi ne kadar sevdiğinden bahseder, abisini överdi ama konu hiçbir zaman bu kadar derine taşınmamıştı.
Tenim yeniden utançla dolunca suyu kapatıp, saçlarımı yumruğuma dolayarak suyunu sıktım. Şampuanın kokusu burnumu gıdıklamıştı. Her zaman kullandığım şampuan değildi ama epey güzel bir kokusu vardı, binlerce çiçeğin bir araya gelerek oluşturduğu bir tacı başıma takmışım gibi hissettiriyordu.
Her ne kadar suyun altında uzunca bir vakit geçirmiş olsam da damağımdaki içki tadı bir kenara dursun, damarımda dolaşan alkolü hâlâ hissediyordum. Gece olduğum kadar gevşemiş durumda değildim, hatta gece alkol aldığıma lanet bile ediyordum çünkü başım her ne kadar suyun altından yeni çıkarmış olsam bile parçalanacakmış gibi ağrıyordu. Boğazımdaki kuraklık hissi yeniden baş gösterince bedenimi havluya sararak banyodan çıktım. Kartal odada değildi, Casper gece üzerinde uyuduğu yastığın çaprazındaki mama kabına kafasını sokmuş homurdanarak küçük mama tanelerini parçalıyor, onları yiyordu. Gözlerimi yeniden cam duvara çevirip beyaza gömülmüş ormanı izleyerek bedenimi küçük havlu yardımıyla kurulamaya başladım.
Gözlerim bir an yatağa kayınca tenimden buz gibi bir ürperti geçti, ardından o ürperti yerini sıcak bir tipiye bırakarak ruhumu kavurdu. Siyah, saten çarşaf karışık hâldeydi, dağınık görünüyordu ve biraz daha dikkatli baktığımda, tırnaklarımı saplayarak çıkardığım her bir iz, üzerinde bir yırtıcının bıraktığı pençe izleri gibi duruyordu.
Yanaklarımın içini dişleyerek bakışlarımı cama çevirdim ve çok geçmeden bu düşüncelerden uzaklaşmam gerektiğini düşünerek beyaz bir iç çamaşırı takımını bedenime geçirdim. Beyaz, balıkçı yaka, ince bir kazak giydim, bacaklarımdan yukarı çektiğim siyah kot, bir tayt kadar sıkıydı ve tenimi ikinci bir deri misali sarıyordu. Postallarımı da tekrar ayaklarıma geçirip ıslak saçlarımı kazağımın içinden çıkararak omuzlarımın üzerine serdim. Saçlarımı kurutup taramak birkaç dakikamı bile almamıştı, dışarıda havanın evin içindeki sıcaklığın aksine soğuk olduğunu bildiğimden kalın bir yelek giyip odadan çıkarak merdivenlere yöneldim. Sanırım artık birileri uyanmış olmalıydı. Çekimser adımlarla merdivenleri inerken, merdivenlerin hemen sonunda, holde Neslihan’ın telefonla konuştuğunu görmüştüm. Beni fark edince kafasını kaldırıp gözlerini yüzüme çevirdi ve sıcak bakışlarına samimiyet eklendi. Bana yavaşça göz kırptı, ardından telefonla konuşmasına kaldığı yerden devam etti.
Muhtemelen bok gibi görünüyor olmalıydım. Feci derecede akşamdan kalmaydım, ne kadar duş almış olursam olayım tazelenmiş de hissetmiyordum kendimi. Bacaklarımda da tarifi mümkün olmayan bir uyuşukluk hissi vardı. Basamakları inerken eklem yerlerinden kırılacaklar gibi hissetmiştim. Neslihan’ın yanından geçerken ona gülümsedim, yemek odasının çift kanatlı buzdan camlarının arkasındaki gölgelerden anladığım kadarıyla kahvaltı sofrası hazırlanıyordu. Gördüğüm abartı karşısında kaşlarımı kaldırarak holün sonuna doğru ilerleyip yavaşça çıkış kapısına doğru yöneldim. Biraz hava almak, belki de biraz çiftliğin sınırlarında yürüyüş yapmak istiyordum. Yağan kar erimeden hemen öncesinde kendimi beyazlığın içine bırakmak iyi bir fikir gibi geliyordu. Kartal neredeydi?
Kafamın içinde yanan soruyu geriye atmaya çalışarak çıkış kapısını açacaktım ki, Burak bir anda arkamda belirip, “Aaa, Lavin,” dedi telaşla, irkilerek ona dönüp sakin tutmaya çalıştığım ama beti benzi atmış bir yüzle ona baktım. “Günaydın.”
“Günaydın?” dedim ama sesimde de gözlerimde de soru işaretleri vardı.
Elini ensesine atınca belim kadar kalın olan kolu daha da şişti. “Şey, erken uyanmışsın?”
“Açıkçası ben uyandığımda henüz evde kimse uyanık değildi.” Tam sırtımı dönecektim ki Burak elini kaldırıp aklına bir şey gelmiş gibi yüzünü buruşturdu. Durup ona baktım.
“Şey ya,” dedi, bir süre bir bahane arıyormuş gibi eli havada bekledi, sonra gözleri kapıya doğru kaydı ve kapalı olan kapının arkasından bir gürültü büyüyerek her yana dağıldı. Başta bu gürültünün nereden geldiğini anlayamadım, sonrasında çiftliğin büyük demir kapısının açıldığını fark edip meraklı gözlerle arkama doğru baktım. Tam kapıyı açacaktım ki, “Dur dur,” diyerek durdurdu beni Burak. “Şimdi açma. Yani şey… Sana Sahra’ya yazdığım şiirimi seslendirmek istiyorum…”
“Ne?”
“Sahra’ya yazdığım şiiri…”
“Bana değil de Sahra’ya seslendirmen daha doğru olmaz mı, Burak?”
“Değil mi?”
“Evet.” Ona garip garip bakıyordum.
“Doğru dedin.”
“Biri geldi sanırım,” dedim, bakışlarımı tekrar kapıya çevirip elimi kapının koluna doğru uzattım.
“Aman ya, birileri hep gelir, birileri de hep gitmez mi zaten be, Lavin?”
“Öf, ne diyorsun ya? Zaten kafam kazan gibi,” dedim yüzümü buruşturarak.
“Kazanda da aşure ne güzel olur şimdi değil mi ya?”
“Burak ya,” diyerek ona doğru döndüm. “Hâlâ dünkü içtiklerinin etkisinde falan mısın?”
“Ya Lavin.” Burak kollarını açtı. “Biliyor musun ki unutulanlar unutanları asla unutmazlar?”
“Peki.”
“Lavin son bir şey daha…”
“Söyle,” dedim bezmiş bir sesle.
“Bir berber bir berbere gel beraber ne demiş?”
“Birlikte bir berber dükkânı açalım demiş.”
“Doğru,” dedi Burak ciddi bir şekilde başını sallayarak. “Peki açmışlar mı?”
“Burak, bize ne berberlerden ve dükkânlarından?”
“Öyle deme şimdi, Lavin. İleride Allah korusun ya bir karantina dönemi gelse, mesela diyorum, Kartal yaban gibi gezse evin içinde, hoş mu? Berberler önemli.”
“Aa!” Sahra birden çığlık atarak bize doğru koşunca yüreğim ağzıma indiğinden, bir adım geri çekilip dehşet dolu gözlerle Sahra’ya baktım. “Burak, benim Jumbo boy şövalyem, bana yazdığın şiiri seslendirirken Lavin’in de bize eşlik etmesine ne dersin?” Bana baktı. “Şahsen bana uyar. Lavin. Dinle.”
Burak, Sahra’yı belinden tutup kendine çekti ve “Evet,” dedi abartılı bir ciddiyetle. “Aşkımızın sesini dinle.”
“Bana ne sizden?” Onlara cins cins baktım. “Döndürdüğünüz dolabın farkındayım, ne oluyor bakayım?”
“Aa, neymiş?” Burak bana kınayıcı bir bakış attıktan sonra gözlerini Sahra’ya çevirdi. “Bu kadın insanı ne diyor? Bize dolap molap çeviriyor diyor…”
“Biz ve çevirmek?” Sahra başını iki yana salladı. “Esefle kınıyorum.”
“Var, var bir şeyler,” dedim başımı aşağı yukarı sallayıp, gözlerimi kısarak onlara bakarken.
“Burak, hani beni etkilemek için ilahi söylemiştin ya, yine yap,” dedi Sahra ciddi bir sesle.
“Tabii. Sarı Çiçek?”
Bakıştılar.
“Olur, olur o.”
“Değil mi?”
Başlarını aynı anda salladılar.
“Aynen ya, iyi o.”
“Kartal bir işler peşinde, değil mi?” diye sordum bir elimi belime koyarak. “Dökülür müsünüz?”
“Ben su muyum da döküleyim, Lavin?” Burak’ın sorusu üzerine, Sahra omuz atarak gülmeye başladı.
Dişlerimi öne doğru uzatarak sinir bozucu bir ifade giyindikten hemen sonra, “Kahkaha şelalesi,” dedim tatsız bir sesle.
Gözlerimi kısıp elimi yavaşça kapının koluna koyduğum an, birden ikisi de sıçrayarak beni durdurmak için ellerini havaya kaldırdılar. “Açayım mı kapıyı?” diye sordum onlara sinsi sinsi bakarak. “Açarım.”
“Açma!” dedi Sahra heyecanla. “Ben bakireyim!”
Bir an Burak da ben de sadece Sahra’ya baktık.
“Birinci sorum,” dedi Burak, Sahra’ya dönüp, muhabirlere laf anlatmaya çalışan Ozan Güven mimiği ve elini devreye sokarak. “Bu konunun senin bekâretinle alakası ne? Ne aptal aptal bahaneler bunlar. Lavin sana soruyor mu sen bakire misin diye be salak? Kim inanır buna? Karşında Kadir İnanır mı var senin? Sen bu kızın çakal olduğunu bilmiyor musun? Be insan kadını?”
Sahra, “Özür dilerim,” dedi sadece, şaşkın şaşkın sevgilisine bakıyordu.
“Önemli değil.”
“Teşekkürler.”
“Sağ olun,” dedi Burak, Sahra’ya.
Onlara bakarken kapıyı açtım, soğuk birden bedenime çarptı ve Burak ile Sahra aynı anda, “Hiii!” diye bağırarak bana doğru döndüler.
“Siz ne karıştırıyorsunuz?” Kapıyı ardına kadar açarak bakışlarımı bahçeye çevirdiğimde, bir an zaman tenimi var eden deri gibi soyularak ayaklarımın önüne bir kostüm misali yığıldı.
Pusula tam karşımda duruyor, Pusula’nın siyah yularını Kartal tutuyordu.
Pusula’nın dalgalı yelelerini savurarak, babamı sırtına almış bir şekilde rüzgâra meydan okuyarak koştuğu zamanları hatırladım.
Kalbim acıdı.
Pusula’nın iri, zeytin siyahı gözleri bana çevrildiğinde, gözlerinin içine baktım ve bu, kalbimin içime batmasına neden oldu.
Sanki bir çiftliğin kızgın kumlarla doldurulmuş, etrafı çitlerle sarılı koşu alanındaydım. Pusula, tıpkı yıllar önce göründüğü gibi genç ve dinç hâliyle salınarak çitlere doğru yürüyor, babamın büyük eli ona uzandığı an, siyah, iri gözleri yeniden beni buluyordu; gözlerindeki yansımamı izliyordum. Orada küçük bir kız çocuğuydum.
Şimdi bir çiftliğin bahçesinde, Kartal onun yularını tutarken bana bakıyordu, siyah, iri gözlerindeki yansımamı izliyordum. Burada büyümüş, genç bir kadındım.
Beni tanıdığını fark etmek, bir damla gözyaşının ruhuma bir yağmur damlası gibi akmasına neden oldu. Acının ve geçmişe bir daha dönemeyecek olmanın verdiği çaresizlik, kalbime bir bıçak gibi saplanarak ruhuma oyduğu yaradan sızan kanları damlatmaya başladı. Şimdi gözlerimden ruhuma damlayan gözyaşı ve oyulan yaramdan akan kan damlası birbirlerine karışmıştı.
Kar taneleri yeniden bulutların tenini parçalayarak yeryüzüne düşmeye başladı. Ruhumun buzlarla kaplı duvarlarına çarpmaya başlayan dev dalgalar, sanki yüzümü o dalgaların içine daldırıyormuşum gibi tuzuyla gözlerimi yakmaya başladığında, ağlamaya ne kadar yakın olduğumu fark etmiştim.
“Pusula,” diye fısıldadığımda, sesim geçmiş denen harabenin üzerine yıkıldı. Verandaya çıkıp birkaç adım daha attıktan sonra bacaklarımın tutmadığını hissederek, şaşkınlık ve biraz da kalp sarsıntısıyla elimi havaya kaldırıp indirdim. “Bu sensin.”
Pusula, sanki sesimi de hiç unutmamış gibi bir adım öne çıkarak bana tepki verdiğinde, Kartal omzunun üzerinden ata doğru baktı. Gözlerimi yakan yaşların, kirpiklerimin parmaklıklarını kırarak yüzüme dökülmesine engel oldum ama Pusula beni tanıyordu, şu an ruhuma damlayan her gözyaşını görebiliyor olmalıydı.
Yaşlanmıştı. Onunla ilgili fark ettiğim ilk ayrıntı buydu. Aynı zamanda yorgun görünüyordu ama uzun tüyleri her zamanki gibi parlaktı, aralarına tutunan kar taneleri onun kopkoyu tüyleriyle bir zıtlık yakalıyor ve bu zıtlığı izlemek kalbimi daha da ağrıyla dolduruyordu.
“Oğlum,” diye fısıldayıp güçlükle gülümsediğimde, Pusula beklenmedik bir tepki göstererek başını kaldırıp indirdi, yelelerine tutunan kar taneleri dökülerek etrafa saçıldı ve yerine yeni kar taneleri konmaya devam ederken Pusula, gözlerimin içine daha büyük bir dikkatle bakmaya başladı.
Bir adım daha atmaya çalıştığını fark ettiğim an, kalbimi ikinci bir acıyla yüzleştiren, onun topalladığını görmekti. Gözlerim çok kısa bir an uzun, parlak bacaklarına kaydı, sonrasında hızla toparlanarak gözlerine tırmandı. Pusula bunu görmem onu üzmüş gibi sakince gözlerime bakıyordu. Verandanın birkaç basamağını titreyen bacaklarımdaki tüm derman çekilmişken inip, tam önünde durduğumda, artık aramızda bir adımdan bile daha küçük bir mesafe vardı.
Uzanıp ona dokunursam, anılarıma dokunmuş olacaktım.
Uzanıp ona dokunursam, çocukluğuma dokunmuş olacaktım.
Uzanıp ona dokunursam, babama dokunmuş olacaktım.
Birden hisler öyle baskın geldi ki ne zamanı ne mekânı ne de olduğum insanı dinlemedim. Kar taneleri, sanki Tanrı’nın tek bir göz kırpışıyla kor tanelerine dönüşüp yeryüzüne düşerken soğuğun etkisiyle küle dönüşüyor, saçlarıma tutunan kar taneleri değil, kül taneleri oluyordu. Kollarımı Pusula’nın zarif boynuna dolayarak ata sarıldığımda, sanki buna ihtiyacı varmış gibi başını eğdi ve parmaklarımı onun alnının biraz altına bastırarak onu okşadım.
“Oğlum,” diye fısıldadım ona sıkı sıkı sarılarak tüylerini okşarken. “Seni özledim.” Fısıltım şimdi kimsenin duyamayacağı kadar zayıftı. Sadece kendim duyabilirdim ve belki mümkünse, belki Kartal da duyabilirdi. Gözlerimde biriken yaşlar içimde uzun süre hapsoldukları için artık göz bebeklerimi yakıyordu. “Ölmemişsin, hayattasın.”
Babamın Pusula’nın parlak tüylerini okşarken, gözlerinin elasına vuran güneşle bana baktığı anı hatırladım. Gözleri öyle elaydı ki, harelerine yeşil değil, sapsarı bir güneş oturmuştu da güneş gözlerini kıskanıp tüm ışıklarını ona silah gibi doğrultmuştu. Eliyle gözlerini saklarken birden gözlerine bahar geldi, işte o an gözleri artık çam yaprağı yeşiliydi. “Bırak zaman olması gerektiği gibi aksın, bal gözlüm,” demişti, parmakları Pusula’nın başını okşamıştı, şefkati Pusula’nın tüylerine dağılmıştı. “Bir gün aşk, bu güneş gibi gözünü aldığında, zamanı yine avuçlarının içinde sıkıca tutacak ama asla durduramayacaksın.”
“Ama baba, ben senden başkasına âşık olmam ki,” diye fısıldadı o çocuğun babasının gölgesinde güneşten korunan sesi. Bu ses benim sesimdi.
Babam bir adım geri çekilerek güneşi üzerime devirdiğinde, gözlerimin içini bir anda yangın yerine çeviren güneş yüzünden elimi yüzüme siper edip yüzümü buruşturdum.
“Bekliyor muydun önünden çekilmemi ve gözünü güneşin almasını?” diye sormuştu bana, yüzünde o her zamanki mükemmel gülümsemesiyle.
“Hayır,” diye fısıldamıştım.
“Göğsünü genişletmek için geldiğinde, senden izin istemeyecek, aynı bu şekilde.”
Göğsümü genişleten o adama baktım.
Dudaklarında ağır bir gülümsemeyle bana bakıyordu. Pusula’nın başını okşayarak çekilirken de gözlerim onda kalmaya devam etti.
“Teşekkür ederim,” diye fısıldadım sadece dudaklarımı oynatarak.
İçleri iri, çekik gözlerini kısıp, uzun kirpiklerinin gölgesini göğsüme indirerek bana derin derin baktı.
“Onu nereden buldun?” Gözlerimi Pusula’ya çevirdim. “Onu öldürmemişler.”
“Antalya’da belli çiftlikler vardır, bulmak çok zor olmadı,” dediğinde dikkatini fark etmek boğazımı kurutmuştu. Gözlerimi Pusula’ya çevirdim. “Pusula’nın hayatına son vermemişler çünkü…”
Sustu, sessizliği beni irkiltince omzumun üzerinden ona baktım.
Gözleri bendeydi ama söyleyecekleri dilinin ucunda idam edilmeyi bekleyen mahkûmlar gibi olmalıydı.
Bir süre sadece sustu.
“Baban bir gün senin ya da senin için onu almaya gelen birinin olacağını söylemiş,” dediğinde duraksadım, Kartal da duraksadı. “Oradakilerden biri bunu hiç unutmamış, Pusula’yı sık sık babamla gittiğimiz bir çiftliğe nakletmişler ve öyle işte…”
Gözlerim yaşlarla parlasa da Kartal bunu görmezden geliyor gibiydi. Bakışlarımı tekrar Pusula’ya çevirdim. “Bunca zaman beni mi bekliyordun?”
Pusula topallayan bacağını yavaşça kaldırıp bir adım daha atınca yeleleri saçlarıma sürtündü.
Kartal, “O biri olduğum için mutluyum, Lavin,” diye fısıldayarak ellerini belimin kenarlarına yerleştirdiği an, gölgesinin beni altına aldığı andı. Pusula’nın siyah gözlerini izlerken başımın arkasını onun çenesine bastırıp sessizce yutkundum.
“Ben de mutluyum,” dedim kara zorla. “O sen olduğun için.”
Bir süre Pusula ile ilgilenmiştim. Sonunda onu dinlenmesi için diğer atların yanına götürdüler ve onun için boş bir yer ayarladılar. Kartal ile çiftliğin bahçesinde volta atmaya başladığımız sırada Alper de gelmişti ama içeride kahvaltı yapıyordu. Karla kaplı koruluğa yöneldiğimizde, yanaklarımın içini ısırarak, “Baksana,” diye fısıldadım, dalgın gözleri çok geçmeden beni bulup yüzümü izlemeye başladı. “Pusula’yı buraya kadar nasıl getirdin?”
“Biraz uzun işti,” dedi, ensesini kaşıdı. “Hatta bugün gelmeseydi biraz hayal kırıklığına uğrardım. Rahat bir yolculuk yaptı, merak etme, gayet geniş bir tırda getirildi.”
Birkaç adım daha atıp duraksadım. “Peki artık ona ne olacak?”
“Burada kalacak,” dedi, birden kaşlarımı kaldırarak ona baktım. “İstediğin zaman onu görmeye geleceksin. O artık senin.”
“Ama Zafer amca?”
“Rahatsız olmayacak,” dedi. “Bunu teklif eden zaten oydu. Pusula’nın burada kalmasını yani…”
Yanaklarımın içini dişledim. “O da biliyordu yani.”
“Herkes biliyordu.”
Karları yararak ilerleyen bir başka adım sesi duyduğum anda, omzumun üzerinden arkama baktım. Yunus Emre bize doğru yürüyordu, üzerinde dün gece giydiği ince ve beyaz gömlek vardı, altına ise öylesine bir kot geçirmişti. Saçları dağınık, gözleri uykudan mı yoksa uykusuzluktan mıdır bilinmez şişliklerle doluydu.
“Bu işin içinde sen de vardın,” dedim ona kötü kötü bakarak.
Bana gülümsedi. “Ben her zaman, her şeyin içinde olan adamım,” dedi ukala bir tavırla. “Günaydın. Pusula’yı gördüğün ânı kaçırmışım, tüh…”
Dünün aksine daha aydınlık bir ifade takındığını fark etmemek imkânsızdı. Bir süre sonra, “Eminim Pusula’yı gördüğün an, Leyla’nın Bulut’a baktığı gibi ağlak bir suratla bakmışsındır,” dediğinde, dudağındaki o küçük kıvrıma donuk bir şekilde bakakaldım. Ondan ilk kez bu kadar net bir şekilde bahsetmesi, kalbimi iki taşın arasında ezmekle eş değer bir histi.
Adını söylerken sesi titremiş miydi yoksa bana mı öyle gelmişti?
Bu aşk onun göğsünü her gün biraz daha genişletiyordu.
Bunu anlayabiliyordum.
Titreyen ellerini fark edince bakışlarım ellerine kilitlendi, bunu fark ettiğimi anlamış gibi ellerini ceplerinin içine saklayıp başını havaya kaldırdı, ara sıra serpiştirerek dökülmeye devam eden kar tanelerine baktı.
Gözlerim Kartal’a doğru kaydığında, bana değil, arkadaşına baktığını görmüştüm. Yüzündeki ifadeden bir şeylere çıkarım yapmak imkânsızdı, sadece sakin gözlerine yayılmış belli belirsiz bir kederle Yunus’u izliyordu.
Dudaklarımı yaladıktan sonra cesaretimi toplayıp, “Bence burada olduğun için mutlusun,” diye fısıldadım, başta çekimser çıkan sesim, Yunus’un dudaklarındaki o tebessümün genişlemesiyle göğsümdeki ferahlığın içinde boğulup yok oldu.
“Bana bunu dün geceden önce söylemiş olsaydın, senin kafayı yemiş olduğunu düşünürdüm, Lavin,” dedi sağlam bir sesle. Sonra durup, başını omzuna doğru düşürerek düşünceli gözlerle koruluğa baktı. “Ama şimdi evet, mutlu hissediyorum.” Başını iki yana sallarken yüzünde hâlâ o ifade stabil bir şekilde varlığını koruyordu. “Attığım her adım ama her adım,” Kelimelere bastıra bastıra kafasını salladı, “sanki her adım beni ona çıkaracakmış gibi hissediyorum. Burada her yer Leyla. Her yerde Leyla var. Her yerde gözleri,” gözlerini yumdu, “kokusu,” derin bir nefes aldı, “gülüşü,” dudakları yukarı kıvrıldı, “sesi var.”
Sesi, anılarının onlarca beyaz çarşaf gibi serili olduğu bir terasta dolaşıyor gibi çıkmıştı. Sanki her bir çarşafı aralayıp içinden geçtiğinde, Leyla’nın bir görüntüsüyle karşılaşıyordu. Yunus Emre’nin dudaklarındaki buruk gülümsemeyi izlerken kendimi birdenbire hiç olmadığım kadar yorgun hissettim.
“Leyla’sız çok zor,” dediğinde gözleri hâlâ kapalıydı. Birkaç kar tanesi kaşlarına, kirpiklerine ve dudaklarına tutundu, saniyelere meydan okuyan kar taneleri, zaman gibi kaybolup yok oldu ama geride dokunuşları kalmıştı. Gözlerini açıp gökyüzüne baktı. “Ama Leyla’sız da yaşanıyormuş.” Bu onun çok canını yakıyormuş gibi yutkundu, âdemelması boğazında bir bıçak gibi hareket edip kaydığında, bunun onun canını yaktığını düşündüm. “Leyla’ya öyle bir tutunuyorum ki, olmasa da var edebiliyorum onu. Delirmiş olabilir miyim? Delirdiysem Leyla’ya olan aşkımdan delirdim.”
Zaman onu sırtında iki büyük kılıçla, hiç canı acımıyormuş, yarası yokmuş, hiçbir zaman da olmamış gibi ilerletmeye mecbur etmişti ama ben baktığımda sırtında kanat gibi saplı duran kılıçların kabzasını görebiliyordum.
“Delirdim, değil mi?” Soru işaretini taşıyan kahverengi gözleri gözlerimin önüne, bir çocuğun dizlerinin üzerine düşüp dizlerini sıyırışı gibi düşerek yara bere içinde kaldığında, sadece yutkunabildim. “Biliyorum,” dedi, “ağzımın kenarları kıvrıldı diye gülmüş sayılmıyorum.”
Gözlerimi ondan kaçırdığım an derin bir nefes aldı.
“Hayali gerçeğinden daha çok korur beni,” diye fısıldadı. “Gerçeğinden kendimi saklayabilirdim ama hayali hep benimle.”
“Kardeşim, delirmedin,” dedi Kartal yavaşça. “Sadece bu aşk için ruhunu… Bir ruh verdin.”
Yunus, başını aşağı yukarı sallarken bize bakmıyordu.
“Canımı da verirdim.” Elleri ceplerindeyken kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı. “Kaçamıyorum senden Allah’ın belası.” Yutkundu. “Tanrı’nın cezası.” Gözlerini yere doğru düşürürken, bir gökdelenin en tepesinden kendini boşluğa bırakan bir insan canlanmıştı gözümde. “Kaçamıyorum bizden.”
Onu ilk defa bu kadar açık görüyordum sanırım. Yani bu kadar her şey yolundaymış gibi görünürken ama içten içe parçalanıp, parçalarını kelimelerin sırtlarına bağlayarak özgür bırakırken…
“Alper bile aklıma onu getiriyor,” dedi kendiyle alay ediyormuş gibi. “Dün, eskiden yüzünü yalnızca bir defa gördüğüm insanlarla denk gelmiş olmama rağmen,” durdu, kelimeleri toparlayamıyor gibiydi, “yüzünü bir kez onun yanındayken gördüğüm için bana onu hatırlatan insanlar vardı. Çok zor Kartal, bazen size bakınca bile onu görüyorum.”
İtirafı Kartal’ın yüzündeki kanın bile çekilmesine neden oldu. Bir müddet süren sessizlik, Kartal’ın kelimelerin yerini bulamamasıyla derin bir ıssızlığa dönüşmüştü. Yunus, bu zaten hâlihazırda beklediği bir şeymiş gibi tekrar yürümeye başladığında, gerisinde kalan bizdik ama çok geçmeden bizim de adımlarımız olduğu yerden sökülerek onu takip etmeye başladı. Bir ara Kartal omzunun üzerinden bana baktı, benim de gözlerim onun gözlerine değince anlamlar bir trenin tekerleklerinin kestiği raylara dönüştü. Hiç tepki vermedim, Kartal da vermedi ama gözlerimiz tepkisiz değildi.
Bir süre koruluğa doğru yürüdü, sonunda adımlarını sonlandırdığında aramızdaki mesafe kısıtlanmıştı. Kafasını kaldırıp yüksek, ince bedene sahip olan çam ağacının dallarına baktı, ardından da gökyüzüne… Kar taneleri irili ufaklı parçalar hâlinde gökyüzünden yeryüzüne dökülmeye devam ediyordu. Kar taneleri yeryüzüne tutundukça, cennetin buz gibi suları cehennemin kapılarından sızarak alevlerin üzerine yayılıyordu sanki. Yunus Emre’yi izlerken, hissettiğim yorgunluk birkaç kat daha çoğaldı.
“Bana kafanızı yormayın,” dedi sonunda konuştuğunda. “Ben alıştım.”
“Elimizden kafa yormaktan fazlası gelse keşke,” diye mırıldandım, gözlerim Yunus Emre’ye mıhlı bir şekilde onu izlerken, kirpiklerim sanki kalın meşalelerdi ve her bir ifadesi belleğime kaydedilirken o meşaleler alev almaya başlıyordu.
Konuyu değiştirmek istiyormuş gibi, “Seni vuran kişiyi bulmamız gerek,” dedi, sesi karman çormandı ama yine de zihnimi biraz olsun ondan koparmayı başarmıştı. Zaten bunu amaçlıyor olmalıydı. Başarmıştı.
“Konu bu değil,” dedi Kartal gerilmiş gibi.
“Evet,” dedi Yunus Emre bize bakmadan. “Konu bu. Lavin’e bunu yapanın öylesine biri olmadığına hepimiz hemfikiriz. Bu işin peşinde olduğunuzu bilen, bu işin peşini bırakmanızı isteyen, yolunuzu şaşırtmaya çalışan biri.”
“Sadık Parlak’ı suçlamamızı isteyen biri,” dedim başımı sallayarak. Sessizce zihnime döndüm, zihnimin dibine çöken düşüncelere avuçlarımı uzattım ve o düşüncelerin ne kadar eskiye dayandığını, parmak uçlarıma bulaşan tozları hissettiğimde anladım. “Boş ver bunları, şimdi sırası değil.”
“En başından beri amacınız neyse, sırası o,” dedi Yunus Emre. “Amacınızdan sapmayın. Sizinle oyun oynamaya çalışan biri ya da birileri var. Bulmamız gerek.”
Kartal’ın dişlerini sıktığını görmesem de hissettim. Omzumun üzerinden ona baktığımda bu düşüncenin ne kadar doğru olduğunu görme şansım olmuştu. Bakışlarını arkadaşından uzaklaştırmadı ama planları zihnine serpilmiş toz şeker taneleri gibiydi ve karıncalar, yani düşünceleri, o düşüncelere akın ederek onları farklı noktalara taşımaya başlamıştı.
“Bu konuyla ilgili konuşmaya gerek yok,” dedi Kartal, yine bir şeyden çok eminmiş gibi konuşuyordu. Bir şeyleri biliyor olduğu düşüncesi, ayak bileklerime zehirli bir yılanın kaygan gövdesi gibi dolanarak beni bağladı. Bildiği şey tam olarak neydi? Bunu ona sormadım çünkü zaman beni bu cevaba kendi adımlarımla götürsün istiyordum. Hoş, sorsam bile Kartal’ın beni tatmin edecek bir cevap vermeyeceğine emindim.
Yunus Emre derin bir nefes aldı. “Bu işi tek başına halledemezsin.”
“Tek başıma olduğumu kim söyledi?”
“Başını belaya sokmana da izin vermeyeceğim.”
“Yeterince belada,” dedi Kartal sabit bir sesle. “Şu an benim için tek büyük sorun, Emir’in bir şeyleri biliyor olması, gerisi sikimde değil, ben hallederim.”
“Neyin oranda olup olmaması benim umurumda değil,” dedi Yunus Emre, sesi sertti. “O kadar fazla oyuna daldın ki, oynaman gereken elleri kaçırıyorsun.”
“Kaçırdığımı kim söyledi?” Kartal gerilmişti, bu hâli bir şeyi bildiğini daha da belli ediyordu.
Yunus Emre derin bir nefes aldı. “Alper bir şeyler biliyor mu?”
“Lavin’e hastane olayından bahsettim,” dedi Kartal sert bir çeneyle. Kartal’ın gözleri beni buldu ve bir açıklamaya daha ihtiyacım olduğunu düşünmüş gibi konuştu. “Alper o hastanenin acilinde doktorluk yapıyor.”
“Tüm olup bitenleri biliyor mu?” diye sordum tıpkı Yunus Emre gibi.
“Hayır,” dedi Kartal, “ama o hastaneye girmem konusunda yardım edecek bana, biliyorum.”
Bir an afallayarak, “Onu kullanacak mısın?” diye sordum.
“Hayır,” dedi bana cehennem ateşinde yanmış gibi öfkeyle bakarak. Bir an bu öfkesine anlam veremedim, sorduğum soru açık ve netti, Alper’i kullanmak demek değil miydi bu yaptığı? Damarlarımda akan kandan daha hızlı bir şekilde benden kopan gözlerini Yunus’a çevirdi. “Ona her şeyi anlatacağım. Yardım edip etmemek ona kalmış.”
“Alper sen ona bir sebep vermesen de senin için bunu yapar,” dedi Yunus, sesi soğuktu. “Onun dostluğu gerçek, biliyorsun.”
Sadece Kartal için değil, onun için de yapar, dedim içimden.
Kartal’ın öfkesi zihninde kıtalara ayrılarak mantığıyla bütünleşti. Bakışlarını bana çevirdi, siyah saçlarına tutunan kar tanelerinin gitgide çoğaldığını fark etmiştim. “Şu hemşirelik konusu…”
“Hukuk okuyordum,” dedim ikilemde kalmış bir sesle.
“Ben sana gereken her şeyi öğretirim. Zaten kimsenin sağlığını tehlikeye atmayacağız, sen benimle birlikte işe giren, benim asistanım gibi bir şey olacaksın.”
“Direkt telefonlarına bakan bir yardımcı gibi giremiyor muyum? Hemşire benim için çok fazla.”
“Bu işleri genelde hemşireler yapar o tarz hastanelerde,” dedi. “Yani en azından birinden kan almayı bilen, iğne vurabilen biri olman gerekir. Kadroya katkısı olmayacak insanları fazlalık görürler.”
“Lavin’e bu yaştan sonra hızlandırılmış hemşirelik eğitimi mi vereceksin?” Yunus Emre’nin sorusuna yayılmış şaşkınlık dolu sesine hak verdim. Bunu becerebilir miydim hiçbir fikrim yoktu. Her şeyi daha da çıkmaza sürükleyip boka döndürmek istemiyordum.
“Bu işi mahvedecek biri varsa, o sen ol istiyorum,” diye itiraf ettim. “Ben değil. Eğer mahveden sen olursan, toparlamamız kolay olur ama mahveden ben olursam, kendimi affetmem. Senin gibi değilim.”
“Benim gibisin,” dedi Kartal her bir harfin üzerine basarak. “En başından beri hep benim gibiydin.”
“Sana hayır demeyi bilmiyorum,” diye itiraf ettim, birden bu gerçek beni öyle çok öfkelendirdi ki kendi dişlerimi birbirleriyle kıracakmışım gibi sıkıp gözlerimi farklı bir noktaya çevirdim. Bütün hisler ağır bir şekilde içime çökmüştü; tıpkı gece gibi…
“Biliyorum,” dedi, bunu böbürlenerek değil, bir gerçeğin farkındaymış gibi söylemişti. “O yüzden ne zaman ihtiyacım olsa, kimseye gelemeyen bir adamken kalkıp senin kapına gelebiliyorum.”
Yunus Emre duraksayıp Kartal’a baktı ama Kartal tüm bu kelimeleri sarf ederken Yunus Emre’nin varlığını önemsememişti bile. Sanki kimse yoktu.
O ve ben vardık.
Sadece biz vardık.
Omuz silkip, kabullenmiş gibi başımı salladım ama endişe hâlâ kalbimi altına alan bir gölge gibi göğüs kafesimde dikiliyordu. Gökyüzünden düşen kar taneleri, güneşi dondurmuştu da güneş, ay gibi gökyüzünde beyaz bir şekilde asılı kalmıştı. Bir süre sonra bulutlar dağıldı, kar yağışı kesildi ve çiftlik evine döndük.
💫️
“Sizin varlığınıza da alıştım, şimdi bu koskoca evde yine yalnız başıma kalma zamanı,” dedi Zafer amca, hüzünlü gözlerle verandaya dikilmiş bizi izlerken. Casper kucağımdaydı, yüzünü omzuma yaslamış derin bir uykuya dalmıştı ve güneş, karların üzerine sıcak avuçlarıyla dokunup karları kristal parçaları gibi ışıldatmaya başlamıştı. Yine de hava soğuktu. İçimde alıştığım bir yeri terk etmenin burukluğu olsa da buradan kopmanın zamanı geldiğini bildiğimden bu gidişi normal karşılıyordum.
Gözlerinin kenarlarını kaplayan deri kırışana dek gülümseyip, “Pusula bana emanet,” dedi bana. Gülümsedim, biliyordum. Pusula’yı gitmeden önce görmüştüm, onunla vedalaşmıştım ve yakında onun için tekrar gelecektim. “Emre, kendine dikkat et,” dedi Zafer amca, ardından genişçe gülümseyip elini kaldırarak bize el salladı.
“Sen de öyle,” dedi Yunus, dudaklarında buruk bir tebessüm barındırıyordu. Alper’in gri sedanı çiftliğin bahçesindeki taşları ezerek ilerlediğinde, omzumun üzerinden ona doğru baktım. Sanırım o da bugün bizimle birlikte İstanbul’a geri dönüyordu. Bundan sonraki yolumuzda onun da bizimle olup olmayacağını merak ediyordum ama Yunus’un anlattığı kadarıyla, doğuracağı sonuçlar ne kadar ağır olursa olsun Alper bizimle bu yola çıkardı.
Toprak’ı arada bir görmeme rağmen her görüşümde üzerime bir ağır çöküyordu. Alper her an bizimle olacaksa, onu her gördüğümde üzerime çökecek olan o benzer ağırlıkla nasıl baş edecektim? Bana her an Kardelen’i hatırlatacak birini daha hayatıma almıştım.
Kartal cipe doğru yürürken, “Hadi, Lavin,” diye seslendi bana. Başımı sallayarak Casper’ın rahatını bozmadan ona doğru dönüp cipe doğru ilerledim. Ben cipin ön yolcu koltuğuna bindiğim an, Casper gözlerini açıp tırtıklı diliyle yanağımı yaladı. “Sen arka koltuğa, ayrıca yalayıp durma onu,” diye söylendi Kartal. Emniyet kemerini takıp, tavan aynasını aşağıya indirdi. “Arka koltuğa koy onu, uyusun.”
“Onu arka koltuğa koyar mısın?” diye düzelttim onu, ona dik dik bakarak.
Derin bir nefes aldı. “Hadi da,” dedi birden şiveyi kaydırarak, gülecek gibi olsam da dik dik bakmayı sürdürdüm.
“Mısın.”
“Koyar mısın?” diye düzeltti bayık gözlerle bana bakarken.
“Casper’ı arka koltuğa koyar mısın?” Pis pis gülümsedim. “Bilal’e anlatır gibi anlattırıyorsun.”
Dudaklarını ağzının içine yuvarlayıp gözlerini devirerek sabır dilendi. Ardından, “Bebeğim,” dedi dişlerinin arasından. “Casper’ı arka koltuğa koyar mısın?”
“Koymam.”
“Ulan neden?”
“Çünkü biraz agresif bir istekti,” dedim. “Daha ılımlı olman gerekir.”
“Lavin, beni manyak etmek istiyorsan başardın, hadi.”
“Yo.”
“Bebeğim, Casper’ı arka koltuğa koyar mısın lütfen?”
“Lütfen demen hoşuma gitti, bir daha yap.”
Dudakları alayla yukarı büküldü, bu beni de anlık gülümsetti. Casper’ı arka koltuğa bıraktıktan sonra emniyet kemerimi bağladım ve cipin tekerlekleri, zamanı içinde çeviriyormuş gibi hızlıca dönerek altındaki karla kaplı taşları etrafa dağıttı. Çiftlikten çıkarken güneş bir cam kristali gibi aracın camından içeri sızıyor, geride bıraktığımız karanlık tekrar o tünelin diğer ucunda yeniden bizi bekliyordu.
Yol boyunca pek konuşmamıştık. Sanki aramızda bazen sessizlik duvarı oluşuyordu ama o duvarda da biz yan yanaydık. O duvara sırtımızı yaslıyor, omuz omuza oturup sadece kelimeleri izliyorduk. Kelimeler bir çöl kumuna dönüşüp dilimizin iklimini kavurduğunda, kalbinin atışları bana yolu gösteren ışıktı.
Alper’in bizi sollayarak geçtiğini görünce bakışlarım dalgın bir şekilde araçtan dışarı çevrildi ve derin bir nefes aldım. “Alper’i de katacağız, öyle mi?” Sorum çaresizliğin gölgesi gibiydi. Kartal sadece sustu, bir sonraki cümlemin ya da sorumun ne olacağını merak ediyor gibiydi. Başımı cama yaslayıp yutkundum. “O da seni haklı bulacak.”
“Haklı bulmasa da bir şey değişmez, bana yardım eder,” dedi, sonra bunu istemiyormuş gibi dişlerini sıktı. Kartal öyle bir adamdı ki, aslında kimsenin yardımını istemiyordu. Onun yardıma ihtiyacı yoktu, onun çıkışa ihtiyacı vardı. Sonunu görmeye ihtiyacı vardı.
“Alper’in varlığını diğerleri de görecek mi?” Kuruyan dudaklarımı birbirine bastırdım.
“Diğerleri derken?”
“Emir ve diğerlerinden söz ediyorum.”
“Elbette,” dedi Kartal, bunu önceden planlamış gibi duruyordu, afallasam da bunu ona belli etmekten kaçındım. “Alper her şeyi öğrendikten sonra.”
“Alper’e tüm bunları nasıl anlatmayı planlıyorsun?” Birden bu soruyu sorduğuma pişman oldum ama ağzımdan çıkmıştı işte. Gözlerimi anlık kapattım, onu görmek istemedim, yüzüne çizilecek ifadeden kendimi sakladım. Birdenbire onun ruhundaki yorgunluk benim bedenime yayılmış gibi hissetmiştim.
“Bilmem,” derken sesinde pek bir duygu yoktu. “Birilerine bir şeyleri anlatırken özel olarak konuşma metni hazırlamıyorum.”
Söyledikleri canımı acıttı, ona sorduğum sorunun pişmanlığı daha da çoğalmıştı. “Öyle söylemek istemedim,” diye mırıldandım ikilemde kalmış gibi. “Açıklama yapmak istemiyorum, Kartal, bunu beceremiyorum.”
“Senden bir açıklama istemedim,” dedi yeniden, duvarların arkasına geçerek konuşuyormuş gibi hissettiğimden gözlerimi açıp ona bakma ihtiyacı duydum. “Lavin, ben sana kendimi açarken bile tam olarak açmadım.” Bu cümlesi üzerine gözlerim ardına kadar açıldı, bakışlarım yavaşça ona doğru kaydı. Gözleri bende değil, önünde akıp giden yoldaydı. Direksiyonu daha sıkı kavradığı anda parmaklarını saran damarların kabardığını gördüm, eklemlerinin şişerek kemiklerinin derisini yırtacak kadar çıkıntı kazanışını seyrettim. “Seninle aramızda başlayan bir şey var, bir ilişki?” Durup kaşlarını çattı. “Ama sana açıkça bunun için bir teklifte bulunmadım ya da açıkça bu olalım demedim, olduk, öylece oluverdi. Ben planlamam, olması gerekir ve olur. Sen planlarım dahilinde değildin.” Gazı kökleyince araç bir yırtıcının avına atıldığı gibi öne doğru atıldı. “Seni sevmek planlarım dahilinde değildi.”
“Anladım,” dediğimde, “Biliyorum,” dedi. “Beni bir tek sen anlıyorsun.” Sonra gözleri beni buldu. “Ama anladığın zamanlar bile kabul et, Lavin, beni en çok sen anlamıyorsun.”
Sadece sustum, bu onu gülümsetir gibi olsa da kemikli yüzü bu tebessümü benden kolayca gizledi. Altın tozu rengindeki gözlerini yeniden yola çevirdi.
“Endişelenme,” dedi yolu izleyen sakin gözlerini kısarak. “Varlığıyla yaşamaya alıştığım bir şeyi birine anlatmak, ilk zamanlar olduğu kadar zor değil artık.”
“Böyle konuşma,” diye mırıldandım.
“Kardelen’in yokluğunu kabullenmek zorundayım.”
Kaşlarım çatıldı, başımı ona doğru çevirip, gözlerimi kaldırarak yüzüne baktım. Yolu izliyordu. Konuşmadım, sustum. Araç İstanbul’a girene, birlikte kaldığımız evin olduğu sokağa varana, motorunun sesi susana kadar ben de sustum.
Alper’in aracı hemen arkamızda durunca boğazımda bir yumru oluştuğunu hissettim. İstanbul’da kar yoktu ama yağmur yüklü lacivert bulutlar gökyüzünde asılı duruyor, sokak lambaları karanlığın erkenden çökmesiyle ışıl ışıl parlıyordu. Alper’in arabasından indiğini fark edene kadar sessizce olduğum yerde oturmaya devam ettim. Cipe doğru ilerleyip, kafasını uzatarak elini salladı.
“Şimdi mi?” diye sordum kuru bir sesle.
Kartal bana bakmadan emniyet kemerini çözdü ve “Evet,” dedi. “Ya şimdi ya da hiç.”
Araçtan indiğimizde yorgunluğum daha da katlanarak artmıştı. Gözlerim diğerlerini aradı ama arabalarından eser yoktu. Sanırım bu akşam tek misafirimiz Alper olacaktı. Ona tüm bu olanları anlattıktan sonra bizi bekleyen neydi bilmiyordum ama Alper’i derin bir acının beklediğine neredeyse çok emindim.
“Yalnız ev bayağı iyi yerde, İstanbul’un tam ortasında değil. Ben de bu kısımlara taşınmayı düşünüyorum,” dedi Alper enerjik bir sesle. Casper’ı kucağıma aldım ve Alper’e bakmadan bahçenin girişine yöneldim. Kartal da çantaları aldıktan sonra Alper ile birlikte arkamdan bahçeye girdiler.
“Ee, bana ne anlatacaksın sen?” Alper’in sabırsız sorusu karnıma bıçak gibi girip, karnımda oturan tüm hisleri oyduğunda, adımlarımı hızlandırarak binanın girişinin önündeki basamakları tırmandım. Şifreyi girmemle tok bir ses eşliğinde kapı açıldı. Aralarında geçecek diyaloğu duymak istediğime emin değildim.
Casper kucağımda öyle sakindi ki, bir yavru olmasına rağmen ağırdı ama sakinliği onu taşımamı kolaylaştırıyordu. Asansörün çift kanatlı kapısı açılır açılmaz metal yığınının içine girdim, tam kapılar kapanıyorken Kartal elini kapının arasına koyarak kapıyı durdurdu ve kapı tekrar aralandı. Alper ile Kartal asansöre bindiklerinde bakışlarım Kartal’a çevrilmişti.
“Yukarı çıkıp bir şeyler içelim önce, yol yorgunluğu var,” dedi Kartal sırtını aynalı cama bastırırken. “Konuşuruz sonra.”
“Nasıl diyorsan kardeşim,” dedi Alper rahat bir gülümsemeyle.
Kartal’ın gözlerinin bana yaklaştığını hissettiğim an gözlerimi kaçıracaktım ama çok geçti, gözleri gözlerime çivi misali çakıldı. Bakışlarında bir anlam aradım. Belki de bir çıkış yolu… Sessizliği dudaklarına misafir etse de gözleri yine anlamlarla yüklü bir okyanus gibi bakıyordu. Hisleri iki kaşının ortasına bir mezar kazdı, kaşlarını çattığını fark ettim. Bakışları dudaklarıma kaydı, orada çok gezinmeden gözlerime tırmandı ve her şey bir kenara çekildiğinde, var olan adrenalin duygusu tüm bedenimi bir çember gibi sardı.
Ulaştığımız her katın sonunda bir rakam değişiyordu. Alper de sessizleşmişti. Bu onu yılbaşı gecesinden bu yana sessiz gördüğüm ilk andı. Asansörün kapıları açıldığı an Kartal’ın gözleri benden koptu ama bıraktığı hisler bende kalmaya devam etti.
Eve girene dek aralarında alay yüklü konuşmalar geçmişti. Hiçbirine katılmadan Casper’ı hole doğru bırakarak omzumun üzerinden Kartal’a baktım. “Tuvaleti geldiğinde onu dışarı çıkarabilirim ama mama işi ne olacak?”
“Kat görevlisine söylerim, onun için mama alır,” dedi Kartal sabit bir sesle. Eliyle holün sonundaki salonu işaret etti. “Alper, geçsene.”
“Ciddi ciddi ne zamandan beri İstanbul’dasınız?” Alper karanlık holde dikkatli adımlar atarken sormuştu bu soruyu. Üzerimi değiştirmek için odama geçip, aralarında geçecek muhabbetleri kendi kafamın içinde tamamen sabote ettim ve sesler kesildiğinde derin bir nefes alarak odamın kapısına yaslandım.
Alper’in birçok şeyi öğrendiğindeki yüz ifadesini kestiremiyordum. Diğerleriyle artık arkadaştım, bir şeylere verecekleri tepkileri az çok kestirmek mümkündü ama Alper tamamen sırdı. Bu yüzden bu bilinmezlik beni daha da tedirgin ediyordu. Elbise dolabına ilerleyip, karman çorman düşüncelerle kapağı açarak birkaç parça kıyafet çıkardım. Ev sandığımdan soğuktu, muhtemelen evde olmadığımız günlerde tüm ısıtıcılar kapalı kalmıştı.
Üzerime Kartal’ın kahverengi kazağını geçirdiğim an bedenim o kazağın içinde küçücük kaldı ve kazak kalçalarıma kadar sarktı. Kazağın içindeki saçlarımı dışarı çıkarma gereği duymadan altıma siyah bir tayt geçirdim, tayt her ne kadar pamuk kumaştan olsa da kenarlarındaki çizgiler deriydi. Kalın, bileklerime kadar çekebildiğim beyaz çoraplarımı da ayaklarıma geçirip taytın üzerine çektim ve yorgun bir şekilde karanlık odanın perdesini yırtarak içeri devrilen sokak lambasının güçsüz, turuncu ışığını izledim.
İçeride bir konuşma başladıysa bile onu duyamıyordum. Bir duş almak istesem de Alper’in varlığı şu an için buna engeldi. Her nedense evde yabancı biri varken suyun altına girmek istememiştim, hem bir yanım bu muhabbete dahil olmasam bile izleyicisi olmam gerektiğini söylüyordu.
Peteğe dokunduğum an parmaklarıma buz gibi bir his yayıldı. Evin ne kadar soğuk olduğunu bir kez daha fark ettim. Saçlarımı kazağın yakasından dışarı çıkarmadan odamdan çıktım ve salona doğru yürümeye başladım. Dişlerim nikotinsizlikten kamaşıyordu, acilen bir sigara yakmam gerekiyordu ve yine acilen Alper’in her şeyi öğrenmesi lazımdı.
Kartal, içki dolabının önündeki tezgâhın arkasında duruyordu, bir kadehi tezgâhın önüne koymuş sakince kadehi izlerken, Alper de sırtı bana dönük şekilde koltukta oturmuş elindeki kadehi sallıyordu. Bir yudum aldıktan sonra kafasını kaldırdı. “Hızlı olmadı mı kardeşim?” diye sordu. “Gireli birkaç dakika olmadan üçüncü kadehe geçtin bile?”
Gözlerim hızla Kartal’ın önündeki kadehe çevrildi. Hangi ara o kadar içmişti? Endişe kalbimin damarlarının içinde yürüyen jiletlere dönüştü. Tezgâhın üzerinde duran elinin biraz titrediğini fark etmek bu endişeyi daha da büyütmüştü. Alkole olan düşkünlüğüyle bir defa daha yüzleşmiş gibi hissetsem de kendi kendimi telkin etmeye çalıştım. Sonuçta Alper’e anlatacakları ciddi şeylerdi.
Kartal, bir şişe viskiyi ters çevirince, içki kum saatinin bir odasını terk eden kumlar gibi dökülerek kadehi doldurmaya başladı. Çöl kumu rengini alan gözlerini boşluğa sabitlemişti. Orada ne görüyordu, neyle karşı karşıya duruyordu, neye meydan okuyordu bilmesem de bir an tüm gücümü kuvvetimi toplayıp ona yaklaşmak, saçlarına dokunup okşarken her şeyin iyi olacağını söylemek istedim; her ne kadar hiçbir şeyin iyi olmayacağını bilsem de bunu yapmak istedim.
Kadehini bitirdi.
Sonra Kartal bir kadeh daha doldurduğunda, pencereye kayan gözlerim geceyle karşılaştı. Sokak lambalarının tümü, şehri gökyüzünde yanan yıldızlar gibi yakmaya başlamıştı. Yağmur damlaları güçsüz nabız seslerini şehre bırakarak düşmeye başladı.
Kartal doldurduğu kadehi kafasına diktikten sonra, “Beni çalıştığın hastaneye sokman gerek, Alper,” dedi kesin bir sesle, ardından sesine anlık bir öfke yığılır gibi oldu. “O hastaneye doktor olarak girmem gerek.”
Alper’in afalladığını yüzünü göremesem de hissettim. Sırtı her ne kadar bana dönük de olsa kafasını kaldırıp Kartal’a baktığını anlayabiliyordum. Kalp atışlarım göğsümün içine yayılarak ölümü hatırlatan bir çığlıkla bağırmaya başladı.
“Oraya giremezsem, benim içime giren şu ağrıyı durduramam.” Kartal’ın dudaklarından dökülen kelimeleri havada yakalasam, avucumda koca delikler açılırmış gibi hissediyordum. Kor gibi yanıyordu harfleri.
Alper, sanki Kartal’ın aklından geçenleri okuyabiliyormuş gibi, “Biri sana bir şey mi yaptı?” diye sordu, sesindeki kuşku bir süre sonra bir dalga olup zihnime çarptı ve zihnimdeki gri kayaları daha da koyu bir renge boyadı.
“Kardelen için beni o hastaneye sok,” dedi Kartal söyleyecekleri diline bulaşamıyormuş gibi zorlanarak. Kadehi havaya kaldırıp içindeki içkiyi salladı. Kartal gözlerini Alper’in gözlerine diktiğinde bir adım öne çıktım ve Alper, Kartal’a sabitlediği gözlerini kısaca bana değdirip geri çekti. O gözlerde bir anlaşılmazlık, bir karmaşa vardı. Bir de duyduğu ismin onda yarattığı bozgun. “Kartal,” dedi birden çok ciddi bir sesle. “Bana ne olduğunu söyle.”
“Kardelen ölmedi,” dedi tek dileği buymuş gibi. Belki de mümkün olmayacak, bir insanda barınmayacak bir güçle kadehi sertçe sıktı, kadehin camdan derisinde oluşan çatlağı görene dek, güç sadece ruhunda barındırdığı bir şey sanıyordum. Oysa Kartal, gücünü ruhunda taşıdığı gibi, acıyla dövdüğü bedeninde de taşıyordu. Çatlayan viski kadehinden viski sızmaya, bir benzin gibi akarak tezgâha yayılmaya başladı. “Çiçeğimi öldürdüler.”
Kartal’ın parmaklarından kan ile birlikte sızmaya başlayan viskiyi izlerken, gözlerinde gördüklerim öyle gerçekti ki, belki de beni Kardelen’i, kimsesizliğime kimse olanı kaybettikten sonra en çok yıkan, Kartal’ın gözlerinde gördüklerim olmuştu. Alper’in parmaklarının arasında tuttuğu kadeh kaydı, dört eşit parçaya kırılıp bir çiçek gibi açılarak zemine yayıldı.
Kartal fısıldadı:
“Benim çiçeğimi öldürdüler.”