🎧: Virgin Black, Weep For Me
Kalbinde enkaz olanın, dilinde keşke bitmez.
Öyle bir keşkemsin ki, kalbimi yıkıp yeniden yapsalar bile göğüs kafesim daima bir gecekondu mahallesi.
Ve o mahallenin sokaklarında önce kimsesiz çocukları vururlar.
Kimsesizim sevgilim, biraz affet, sonra da vur beni.
Genç adamın saati devamlı olarak aynı rakamlara ulaştığında duruyor, piller bitiyor, bileğindeki saatlerin kayışları eskiyor, yeni saatler bileğine dolanıyordu ama bu düzen bir türlü değişmiyordu. Saati her akşam 23:29’da yeniden duruyordu.
O akşam, Toprak’ın bileğini saran siyah kayışlı saat, sanki zamanı o günde mühürlü kılıp saniyeleri dondurmak istiyormuş gibi yeniden durdu.
İki dudağı arasındaki mesafeye hiç yalan sığdırmaz, çayı dudak payı bırakmayacak kadar çok doldururdu ince belliye. Saçlarını daima kısa kestirirdi, serçe parmağındaki tırnağı anlam yüklemeden uzatır, televizyonda hiç izlemediği bir kanalın konusunu bilmediği bir dizisi oynarken koltukta uyuyakalırdı genelde. Toprak, nereden baksan yalnız bir adamdı; etrafında kalabalık bir çember olan…
Parmakları arasında çevirip durduğu dolma kalemin ucundaki siyah mürekkep, beyaz sayfanın üzerinde gitgide genişleyen siyah bir delik oluşturmuştu. Siyah delik bir girdap gibiydi, o kalemi çevirdikçe büyüyor, Toprak gözlerini çekmeden önüne çektiği beyaz kâğıda açtığı mürekkep izini izliyordu. Bir kelimeye ihtiyacı vardı, kelimeyi kâğıda kondurmalı ve içindeki tüm duygular çözülmeliydi; çünkü ona göre bu, kâğıdı kelimelerle yaralamaktı. Üstelik biliyordu ki insanın kalbi, kâğıdı dolduran kelimeler kadar yaralıydı. Bir insan ne kadar yazarsa, kalbindeki yara o kadar büyüyordu. Bu yüzden geceleri babasından yadigâr kalan kristal kadehe konyak doldurur, kelimelerden yara izleri çizerdi kalbine.
Son yazdığı yazıda saklanan her duygu, hatırında kalan bir çift kahverengi gözün yüreğine indirdiği tedavi buseleri gibiydi.
Biliyordu, bir gün ruhu tedaviyi kabul ederse, kollarını açıp koşacağı tek ilaç, o kız olacaktı.
Kolunda duran saatin sessizliğine kulak verdi, kalemi bir kez daha çevirdi ve kelimeleri bulmaya çalıştı. Bakışlarını kaldırıp duvardaki yuvarlak, öne doğru göbekli saate baktığında iki dudağı arasında bir yalan boşluğu oluşmuştu; ama o boşlukta yine yalnızca doğrular vardı. Duvardaki saatin de durduğunu görmek, kalbinde amansız bir patırtının eli ayağı gibi olmuştu. Şimdi o patırtı yürüyordu, onun ruhuna dokunuyor, zihninde süzülüyordu.
“Toprak,” dedi kendi kendine, pürüzlü sesi kelimelere bıraktığı duygular yüzünden donuktu; bazı insanlar onun hislerinin olmadığını düşünürdü, oysa o tüm hislerini kâğıda bırakır, kalem ile paylaşırdı. “Eğer bu tedaviye yanıt verirsen, kurtulan ruhun, acıyan yine kalbin olacak.”
💫
“Sığınak.”
Dudaklarımın esaretinden kurtularak onun zihnindeki özgürlüğe doğru yola koyulan kelime buydu.
Sustu.
Kar taneleri, yeryüzünün kirli tenine dokunmak için dökülürken, bu görüntü bana, kar tanesi kadar duru bir kadının ruhu kirli bir adama dokunmak için gösterdiği çabayı hatırlatıyordu. Kartal’ın sessizliği bir ninni gibi kafamın içinde, yakamı bir türlü bırakmayan o gürültünün üzerine kül misali yağıyordu. Parmakları, buzun yüzeyi kadar soğuyan sert yanağımda dolaşınca kirpiklerimin kirpiklerine dokunma arzusu, içimde fırtınalara gebe kaldı ve gözlerimden gözlerine akan her duygu, onun kalbinde yangın gibi büyüyerek yanmaya başladı.
Boynumdan sarkarak gerdanımda intihar edip, ardından bir Anka kuşu misali yeniden doğan güneşin eşi, karanlığın gümüş rengi temsilcisi olan ay da onun boynunda yeniden doğmuştu. Soğuk parmakları, soğuğun lekelediği cildimde bir bıçak hissi yaratsa da dokunduğu her noktadan oluk oluk kan akacak türden yarıklar bile açsa geri çekilemezdim.
Bana dokunduğu noktada ay ve güneş birbirine dokunuyor, şafak gökyüzünde Zühre Yıldızı’na dönüşüyordu.
Bir süre sonra zihni kaldırdığı kelimenin ağırlığına dayanamayıp çökmüş olacak ki, “Sığınak?” diye fısıldadı sorar gibi, fısıltısından akan duygu bana sorduğu sorunun derinliğini hissettiriyordu. Alnımı alnına sürterek geri çekildim. Tanrı’nın parmaklarında ufalanan bulut parçaları gibi dökülmeye devam eden kar tanelerine bakıp sertçe yutkundum.
“Hissettirdiğin bu.” Nefesimin oluşturduğu buharı izlemeye başladığım sırada yeniden bana yaklaştı. Yakınlığı, kalp atışlarım gibiydi. Sanki göğsümün içindeydi ve kalbim gibi atarak büyüyor, yaşamımı kalın halatlarla kendisine bağlamış, sırtında taşıyordu.
“Ama bana sığındığın söylenemez,” dedi, bu bir yakarıştan çok, bana verdiği bir mesaj gibiydi.
Ona sığınmamı mı istiyordu? O zaman tüm yükler onda olurdu. Ben kimsenin yükü olmak istemiyordum. Elimden gelseydi, onun da yükünü sırtıma alırdım ama yeterince güçlü olmadığım da su katılamaz bir gerçekti.
“Bazen bana o kadar yakınsın ki, kalbimin atışları senin sesinmiş gibi hissediyorum,” dedi ruhumu bir bulmaca gibi çözerek benim kelimelerimi bilmeden bana sunarken. “Ama bazen öyle uzaksın ki, parmaklarımı nabzıma bastırıp, yaşayıp yaşamadığımı sorguluyorum. Sanki bir hayaletim ve sen içimden geçip giderken, her yeri dağıtıyorsun ama bu seni sarsmıyor bile.”
Kelimeleri bana yabancı geliyordu. Bağışıklığımın hiç deneyimlemediği kuvvetli bir ilaç gibi… Bana iyi geleceğini biliyordum ama beni iyileştirmeden önce ölümün kıyısına sürüklediği de bir gerçekti. Beni korkutuyordu. Kartal Alaşan, beni korkutuyordu. Hissedebileceğim tüm duygular beni korkutuyordu.
“Bu kadar açık konuşmana gerek yok,” dediğimde kirpikleri gözlerinin üzerine devrilerek bakışlarını gölgeledi. “Ben seni zaten anlıyorum. Bir adım sonrası felaketimiz olur.”
“Felaketin sınırlarında dolaşmak cezbediyor seni,” dedi, duraksayıp kafamı kaldırdım ve hislerini bir türlü kamçılayamayan çıplak gözlerle öylece ona baktım. Bana doğru bir adım daha atıp kişisel alanımı tamamen işgal etti. Kafasını indirip, görkemli kirpiklerinin altında geceyi hissettiren ay parlaklığındaki gözlerini gözlerime iliştirdi. “Hem felaketin ortasındasın, hem felaketten kaçıyorsun hem de felaketi istiyorsun. Uçurumu çok sevmek ama uçurumdan düşmekten korkmak gibi. Dibime kadar geliyorsun, ayağının altından kayıp uçurumdan yuvarlanan taşları görüyorsun ve bu seni heyecanlanıyor. Ama bir adım daha atmaya cesaretin yok.”
Yalanlamak anlamsızdı ama bunu ona söylersem de kalbim, gururlu bir direnişin yenilen ilk askeri olacaktı.
“Çok cesursun, Yabani,” derken kirpikleri bir ok gibi içime saplanıyordu. “Ama iş o bir adımı atmaya gelince, uçurumdan aşağıya sarkan gölgenden bile korkuyorsun.”
Avucumu kaldırıp onun karnına koyduğumda, koyulaşan gözleri gözlerimin içine sızarak zihnime doğru ilerledi ama bu kez bu çıplaklık beni ürkütmedi. Avucumdaki tüm sıcaklığı karnında hissetmesini istiyormuşum da bunu ruhuma itiraf edemiyormuşum gibi avucumu karnına tamamen bastırınca, Kartal’ın zaten kemikli olan yüzü, sıktığı dişlerinin gösterisine yenik düşerek daha da sertleşti.
Parmak uçlarımda onun için hissetmesini bekleyen dokunuşlar vardı.
Onu kaleme alan kadının parmak uçlarında, onun için bekleyen kelimeler vardı.
“Kartal?” Neslihan’ın sesi karanlık mutfaktan balkona doğru sızdığında avucumu sert bir hamleyle geri çekip, Kartal’ın altın kahve gözlerine dikkatle baktım. O da gözlerini indirmiş, tüm algıları bana saplı duran bir bıçakmış gibi beni izliyordu. “Hey, orada mısınız?”
“Evet,” dedim yavaşça geri çekilerek. Bakışlarımı omzumun üzerinden karanlık mutfağa çevirdim, cam kapının arkasında Neslihan’ın gölgesi görünüyordu ama yüzü karanlık bir çerçevenin içine hapsolmuş uğursuz bir fotoğraftan farksızdı.
“İçeri girmeyecek misiniz yahu? Dışarısı buz gibi.” Kapıyı aralayıp kafasını dışarıya uzattı, turuncu saçları uzadığı için aşağıya doğru sarkarak yüzünü çevreledi. “Hem şu Cem midir Cenk midir nedir, söylenip duruyor ortadan kaybolduğunuz için. Birazdan çıkıp didik didik sizi aramasından korktuk.”
“Yapar o deli,” dedim başımı sallayarak. “Geliyoruz.”
“Üşüyeceksin o soğukta,” diye söylendi Neslihan. “Yarana iyi bakmamız gerek.” Geri çekilip karanlıkta kaybolana dek arkasından baktım. Sonunda tam içeriye doğru bir adım atacaktım ki, Kartal dikkatli bir şekilde bileğimi kavrayıp beni durdurdu. Bir süredir ayakta durduğum için bedenim hâlsizleşmişti, bir de üzerine soğuk, henüz taze olan dikişlerimi sızım sızım sızlatıyordu.
Bakışlarımı ona bir namlu gibi doğrulttum. “Hım?”
“Kolyeyi içeriye doğru at,” dedi diğer elini güneş kolyesine uzatıp, parmaklarındaki tüm soğuğu tenime yedirerek kolyeyi iki göğsümün arasına sarkıtırken. “Görmesinler.” Bakışları gerdanımdan sıyrılıp gözlerime saplandı, kalp atışlarımın ağırlaştığını hissettim; sanki kalbim durmuştu. Dokunduğu yerler tüm soğuğa rağmen nasıl olurdu da böyle tutuşurdu?
Yavaşça başımı salladım. “Cenk’in etrafı birbirine katmasını istemeyiz,” diye mırıldandım, sesime birden çektiğim duvar onu afallatır sanmıştım ama bakışları çok sakindi. Bu duruma alışmış gibi bir hâli vardı. Sanırım onu buna ben alıştırmıştım. Tuhaf karşılamıyordu artık.
“Sen istemezsin. Ben onu ensesinden tutup balkondan aşağı halı gibi çırparsam zaten istemediğim hiçbir şeyi bir daha asla yapmaz.”
“Ona ne şüphe?” Dudaklarım yukarı kıvrılır gibi oldu, silik gülümsemem yüzümü aydınlatmaya yetmemişti ama anın büyüsü bozulduğu için bedenim biraz daha gevşemişti. Bileğimi tutan eli gevşedi, geri çekilip ona sırtımı döndüm ve balkondan kalbimdeki atışlar yeniden düzene girmeye başlarken yavaşça ayrıldım.
Bazen bana öyle şeyler yapıyordu ki, onun içindeki iyiyi de kötüyü de aynı anda görüp afallıyordum. Bazen bana öyle şeyler yapıyordu ki, düşünmem gereken her şeyi sakladığım yerde sadece onunla ilgili şeyler buluyordum. Karanlık koridora çıkıp, nefesimden dökülen buharın yok oluşunu izleyerek salona doğru ilerlemeye başladığımda, o bir süre daha mutfakta, belki de balkonda kalmıştı.
İçeriye girdiğimde Sibelay ve Cenk’i bilek güreşi yaparken bulmayı beklemiyordum. Birden yaşadığım şaşkınlık yüzünden olduğum yerde donup kaldım. Suphi, sakin gözlerle Cenk’i izliyor olsa da Neslihan durmadan, “Bastır Kara Arı, kır onun bileğini!” diye bir holigan misali naralar atarak Sibelay’ı gazlıyordu. Cenk, kürkünü çıkarmamış, bileklerini yukarı sıyırmıştı ve bileğinde gümüş, şaşalı bir bileklik vardı.
“Suphi, Allah’ın belası!” diye haykırdı Sibelay’ın gücüne kıpkırmızı bir suratla meydan okurken. “Sen de bana şu partiye muşmula kılığında gelen kadın hanımefendinin yaptığı gibi tezahürat yapsana, aptal adam!”
Suphi derin bir nefes alarak ellerini birbirine çarpıp, “Haydi Cenk haydi, tam zamanı tam zamanı şimdi!” diye isteksiz bir tezahürat savurunca, Cenk birden Sibelay’ın elini sertçe itip, Suphi’ye doğru döndü.
“Sen beni sarı kanarya mı sandın geri zekâlı?” diye bağırdı. “Futbol takımı mıyım ben, Suphi? Sen bana on bir erkeğin, hatta yirmi iki erkeğin altında yuvarlanan top mu demeye çalışıyorsun? Neler diyorsun sen bana, Suphi?”
“Ne alakası var hayatım?” diye sordu Suphi, sesi öyle sakindi ki, bazen ruhunun Harry Potter’daki ruh emiciler tarafından emilmiş olduğunu düşünüyordum. Belki de ruhunu emen Cenk’ti…
“Ver lan şu elini, hıyar,” dedi Sibelay sertçe Cenk’in elini kavrayarak. Cenk ona dehşet içinde baktı. “Bitmedi bu güreş!”
“Ay hoşt be! Lan dedi bana…” Bileğini geri çekmeye çalıştı. “Bırak kız, kolumu kopartacak, karıya bak! Bırak dedim sana aptal kadın, canımı acıtıyorsun…”
“Seni yenemem demiyorsun da…”
“Diyorum hayatım,” dedi Cenk gözlerini iri iri açarak. “Geri ver kolumu lütfen, değerli bir kol o. Koptuğu yerden yenisi de çıkmıyor onun… Saç mı bu kız?” Duraksadı. “Bana hıyar mı dendi az önce, Suphi?”
“Evet,” dedi Sibelay, Cenk’in kolunu koparacak gibi sıkarken. “Hıyar dedim, şimdi de o hıyarı ortadan ikiye böleceğim.”
“Tuz ile güzel giderim ben,” dedi Cenk korkmuş gözlerle Sibelay’a bakarak. “Amazon kadını seni, kara şeytan, Luciferiye.”
“Kolunu kopardın çocuğun,” dedi İrem korkulu gözlerle Sibelay’a bakarken. “Ne kadar güçlüsün öyle, korkunç…” İri, mavi gözlerine dağılmış derin bir şaşkınlıkla öylece Sibelay’a bakıyordu. Sibelay ilk bakışta da insana narin bir kız gibi görünmüyordu, yırtıcı olduğu gözlerine çizilmiş ifadeden bile belliydi ama gücü gerçekten sınırsız görünüyordu.
“Tam bir Kara Arı, değil mi?” Neslihan, göz ucuyla İrem’e baktı. “Beni deli ediyor…”
İrem kıkırdadı, tam da o anda Kartal salona girdi ve koltuğa oturdu. Onun varlığı beni anlık tedirgin hissettirse de aslında gölgesinin üzerime devrilmiş olması beni gevşetiyordu. Gölgesi üzerimdeyken, en kızgın güneşin alevden kolları bile beni yakamazmış gibi hissediyordum. Ağır adımlarla Kartal’ın yanına ilerleyip, üzerinde oturduğu kanepenin kenarındaki boşluğa yerleştirdim yorgun düşmüş sancılı bedenimi.
“Şu doğruluk ve cesaret oyunundan mı oynasak?” Fikri ortaya savuran isim Sibelay’dı, salondaki herkesin dikkatini çekmişe benziyordu. “Bir şişe kimin soracağını, kimin seçip ondan isteneni yapacağını belirler. Hemen bir tane getiriyorum.”
“Lavin bu hâldeyken seçebileceği tek şey doğruyu söylemek olacak,” dedi Kartal bana yan yan bakarak.
“Biraz daha konuşursan sen de sayemde sakat kalacaksın ve sen de benim gibi sadece doğruları söylemek zorunda kalacaksın,” diye homurdandım. Kartal bana tek kaşını kaldırarak yandan bir bakış attı ama bu bakışa karşılık olarak hiçbir şey yapmadan önüme döndüm.
“Sen bir şişe kap, ben de içecekleri ayarlayayım,” dedi Yunus, bakışları kısaca bana çevrildi. “Sen meyve suyu içeceksin…”
Benim için hava hoştu. Sigarama karışılmadığı sürece, alkol olmasa da olurdu, şart değildi. Sibelay, şişe bulmak için odadan ayrıldı, Yunus Emre de içecekleri ayarlıyordu. Burak’ın koca cüssesi yemek masasını hiç zorlanmadan salonun ortasına taşıyacak kadar heybetli ve güçlüydü. Bu oyunu kalabalık oynamanın daha eğlenceli olacağını düşünüyorduk, hem diğerlerinin de beni görmek istedikleri kesindi. İrem herkese telefon etmiş, herkesi bizimkilerin evine çağırmış ve adresi her birine mesaj olarak yollamıştı. Hep birlikte masaya geçene dek herhangi bir konu üzerinde kafa patlatılmamıştı. Çok uzun sürmemişti, gecenin getirdiği sakinlikten midir bilinmez İstanbul trafiğine çok takılmayan grup, birkaç dakika aralıklarla eve gelmişlerdi. Ceyda, Berra, Emir ve hatta Ogün bile şimdi buradaydı.
Masaya oturduğumuzdaysa oyunu benim başlatmamı istediler. Alkol alamadığım için gözlerinde en az eğlenecek kişi ben gibi görünüyor olmalıydım, bu yüzden de bir şekilde önceliği benim almamı sağlıyorlardı. Büyük, içi boş şarap şişesinin mantar tıpayla kapatılmış ağzı sorunun sorulacağı kişi olacaktı, arka kısmıysa soruyu soracak olan kişiyi işaret edecekti; tıpkı tehlikeli bir pusula gibi…
Sırtımdaki ağrı çok hissedilir değildi, o yüzden hafifçe eğilmek için sandalyemi masaya yaklaştırdığımda canım acımamıştı ama Kartal’ın gözlerindeki temkinli ifade hemen orada, onun gözlerinin içinde bir asker gibi dikilmiş beni izliyordu. Herkesin önünde bir kısmı içilmiş içkilerle dolu şarap kadehleri vardı. Ogün o kadar üşümüştü ki bir süre hiç montunu çıkarmamıştı, tıpkı bir Eskimo gibi görünüyordu. Montunun şapkasında da hâlâ erimemiş, buza dönmüş kar taneleri vardı, burnunun ucu o kadar kırmızıydı ki İrem’in alay etmesi kaçınılmaz olmuştu.
Şişeyi çevirmemle birlikte tüm nefesler tutuldu ve şarap şişesi masanın üzerinde takırtılar çıkararak dönmeye başladı. Döndü, döndü ve yavaşladı. Sonunda durduğundaysa soruyu soracak olan kişi Neslihan, cevap verecek olan kişiyse Cenk’ti. Cenk doğruluktan yana olduğu için Neslihan hiç geciktirmeden, “Suphi’yle ne zaman bu kadar yakın olabilecek seviyeye geldiniz?” diye sordu.
Cenk, sarı saçlarını savurup dirseğini masaya yasladı, şarabından bir yudum alıp, “En zor zamanımda yanımdaydı,” dedi. En zor zamanını merak ettim. Cenk birden sessizleşmiş, ıssızlaşmış göründü gözüme.
Şişeyi tekrar çevirmek için uzanacaktım ki Kartal da benimle aynı anda uzanınca parmaklarım onun parmaklarına temas etti ve güçlü bir his akımı bedenimi yararak ruhumu ateşe verdi. Parmaklarımı geri çekmedim, o da çekmedi, gözlerini bana çevirdiğinde saniyeler kar taneleri misali göğsüme düşüp kalbime yığılıyordu. Bakışları karların esir aldığı bir okyanus gibiydi; derindi, içinde hazineler gizliydi ama üzerini kaplayan buz tabakası, o hazineleri herkesten gizleyen acımasız bir muhafıza benziyordu.
“Hareket edip durmak sadece canını yakacak,” dedi kaya gibi sert bir sesle, bakışlarım anlık uzun, kıvrımlı kirpiklerinde asılı kalsa da sonunda gözlerine devrilmeyi başardım. Altın kahverengi gözlerinden gözlerime tutunan bakış her saniye daha da derinleşerek içimi kuşatma altına alıyordu. Parmaklarımı onun parmaklarının üzerinden çekmedim, herkesin bizi beklediğini bilmek bile beni o dokunuştan alıkoyamamıştı ve bu garipti. Benim için gerçekten garipti.
“Sorun değil, üç günlük ömrüm kalmış gibi davranmana gerek yok,” diyerek meydan okudum ona. “Bırak da şişeyi çevireyim, bizi bekliyorlar.”
“İnadı bir köşeye bırakıp eğlenmene bak,” diyerek parmaklarıma bastırdı, gözlerimi ellerimize indirdim.
“Eğlenmek istediğim için şişeyi ben çevireceğim, şimdi bırak da şişeyi çevireyim,” dedim, gözlerim bir bıçak gibi ona uzandı ve ona dik dik bakmaya başladım.
“Şu an seni yatırmadığım için şükretmen gerek, hâlâ dikkafalılık ediyorsun,” diye mırıldandı.
“Bacaklarına sarılıp teşekkür etmem mi gerekiyor?” diye sordum sertçe, beklemediği tepkim iki kaşının arasına bir bilinmezlik çukuru oydu. Gözlerimi ondan alarak şişeye diktim. “Ben çeviriyorum.”
“Aman Allah kahretsin sizi ya, verin ben çeviririm,” dedi Cenk, gözlerini devirdi ve şişeyi sertçe ellerimizin altından kaptı. “Durmuşuz çocuk gibi birbirlerini didikleyişlerini izliyoruz.”
Şişe durduğunda soruya maruz kalacak kişi benken, soruyu soracak kişi İrem’di.
İrem gözlerini yüzüme dart tahtasının tam ortasına saplanmış ok gibi sapladığında, gözlerimde sakin bir ifadeyle onu izleyerek bana yönelteceği soruyu bekliyordum. Cesareti seçemezdim, bunu biliyordu, o yüzden doğrudan gerçekleri isteyecekti benden. “Özay ile nasıl tanıştınız?” Sorusu bir ateş gibi masanın üzerine düşerek masaya yayılmaya ve şarap kadehlerini içine alarak yakmaya başladı.
Bu sorunun verebileceğim binlerce farklı, uydurma şekli olabilirdi ve hepsini de basite indirgeyebilirdim ama masada Cenk ve Suphi vardı, bu da demek oluyordu ki, yalan söylemek anlamsız olacaktı. Muhtemelen Özay bir şekilde onlara nasıl tanıştığımızdan da bahsetmiş olmalıydı. Tam karşımda, İrem’in sandalyesinin yanındaki sandalyede oturan Kartal’ın bakışları, bir katilin avucundaki bıçağın saplanacağı bedenden vazgeçerek diğer bedeni seçip, ona çevrildiği gibi yüzüme çevrildiğinde, ona bakacak gücü yüreğimde bulamadım. Neden böyleydi bilmiyordum ama duysun istemiyordum. Özay’dan bahsetmek, Kartal’dan bir şeyler almak gibiydi. Sanki ikisi aynı parkta oynayan iki farklı çocuktu, birbirlerini tanımıyorlardı, tek ortak noktaları bendim. İkisi de oyunlarını benimle paylaşmak istiyordu ve ne zaman Özay’dan bahsedilse, Kartal elinde kalan son oyunuyla beni izlerken ondan uzaklaştığım ânı, sırtımdan bir an olsun çekemediği altın kahve gözleriyle izliyordu.
“Lisedeyken kulüp toplantıları olurdu, o benim üst sınıflarımdandı, onu hiç görmemiştim ama katıldığım kulübün toplantısı, onun okuduğu sınıfta oluyordu,” diye mırıldandım, sesim dalgındı, kelimeler kaçışarak benden uzağa gitme niyetindeydiler; onlara ulaşabileyim, dokunabileyim, onları sarf edebileyim istemiyorlardı. Kartal’ın sessizliği, beni dinleyen herkesin üzerine sinmiş sessizlikten daha da derindi. Bir çığlık gibiydi… Kimselerin duyamayacağı kadar uzakta atılmış, kayalıklara çarparak ulumaya dönüşmüş acı dolu bir çığlık gibi. İsyan dolu bir çığlık…
“Şans eseri her seferinde onun oturduğu sırada otururdum, sonra bir gün sıranın üzerine bir şeyler yazarak konuşmaya başladık, yani ne zaman kulüp toplantısı olsa o sıraya giderdim ve bana yazdığı bir şeyi görür, hemen altına cevabı kazırdım. Sırası tamamen bizim konuşmalarımızla dolmuştu. Artık yazacak hiçbir yer kalmadığında bir gün sıraya sevdiğim bir yazarın bir kitabını bıraktı, kitabın içinde bir not vardı ve ismi yazıyordu. Kitabı okuyup bitirdikten sonra sırasına geri bıraktım, geri bıraktığım anda sınıfa girdi ve o an karşılaşmış olduk.”
“Aman Allah’ım!” Berra iri iri gözlerle bakıyordu, yutkunup sadece yüzüne baktım. “Bu tıpkı romanlarda olduğu gibi, değil mi, Ceyda?” Dirseğiyle Ceyda’yı dürttü. “Böyle roman gibi başlayan bir aşkın bitmesi kalbimi kırmadı desem yalan olur.”
Ceyda, “Gerçekten güzel bir hikâyeniz varmış,” dedi başını sallayarak.
Kartal’a bakmıyordum, belki de bakamıyordum ama onun gözlerinin bana saplı bir bıçak olduğunu, acıyan ruhumdan, sızlayan kalbimden anlayabiliyordum. Öyle yoğun bakıyordu ki, ruhum kanıyordu. Ne hissetmişti? Ya da ne hissetmemişti? Onun da kalbinin atışları benimki kadar yavaş mıydı yoksa benim tam aksime, onun kalbi yerinden çıkacakmışçasına hoyrat mı çarpıyordu? Kalp atışlarımın yavaşlığı ölümü değil, bir adamı hatırlatıyordu bana. Ve bu adam, Kartal Alaşan’dı.
Özay, bir zamanlar hızlanan kalbim, sıklaşan nefesimdi. Kartal ise daha başkaydı, farklıydı, aynı değildi, anlam veremiyordum. Yeryüzündeki hiçbir erkeğe hissetmediğim bir şey hissediyordum; adı yoktu, rengi yoktu, kimliği yoktu, yere düşecek bir gölgesi bile yoktu ama öyle ağırdı ki, ağırlığı kalbimi ağrıtıyordu.
Kartal, benim yavaşlayan kalp atışlarım, sızlayan damarlarım, almazsam ölecekmişim gibi hissettiğim derin nefeslerimdi.
Kelimeler sahiplerinin dillerinde parçalanan yalanlar gibiydi. Kısa süren sessizlik, yeni cümlelere gebe kalmak üzereyken Kartal, birden şişeyi sertçe çevirdi ve tüm sorular, şişenin çıkardığı sesin itmesiyle birlikte derin bir kuyunun dibine düşüp eskimeye koyuldular. Şişe durduğunda, şimdi soru sahibi Kartal, cevap sahibi bendim. Şimdi kafamı kaldırıp o suçlayıcı bakan gözlere nasıl bakacaktım? Anlamadığım, beni suçlaması için bir sebep olmadığı hâlde beni suçlamasıydı.
Gerdanıma sürtünen güneş kolyesinin soğukluğunu hissettiğimde içimde bir duygu kafasını kaldırıp gözlerimin içine baktı. Bana bakışı karanlık bir gece gibiydi, o gecenin içinde kar yağıyordu ama yer alev alev yandığı için kar bir türlü tutmuyor, alevler bir türlü gökyüzüne ulaşamıyordu. İkilemde kaldığını o an anlamıştım. Beni suçlamak ve beni aklamak arasında öyle çok kalmıştı ki, ortada yanan da donan da o oluyordu. Asıl işkenceyi kendi kendine yapıyordu.
“Eğer gitmeseydi,” dediğinde kelimelerini oluşturan her bir harf, farklı bir ölüm şekli gibi gelmişti bana, “yani o adam hep seninle kalsaydı, şu an bile onu seviyor olmaya devam eder miydin?”
Bunu yapar mıydım? Eğer gitmeseydi, tüm diretmelerime rağmen onu göndermeyi başaramasaydım, şu an ne konumda olurduk? Özay ile bir gelecek hiç düşünmemiştim. Bizim için hep yaşanan an vardı, o an ne yaşıyorsak oydu, fazlası hiç olmamıştı. Farklı şehirler, ülkeler, kültürler için birlikte yola düşmeyi hiç hayal etmemiştik mesela. Aynı okulda okuma hayalimiz hiç olmamıştı, bir gün içinde yaşayacağımız bir evin hayali de yoktu, birlikte uyuyacağımız bir yatağın hayaliyse zihnime ben yalnızken bile uğramamıştı. Özay benim için hep yaşanan anın insanıydı. Benim de onun için öyle olduğumu düşündüğüm olsa da genel olarak o benden daha duygusal bir yapıya sahipti, içten içe bu tür hayalleri olmuş olabilirdi ama bana hiç söylememişti.
“Bir sorunun cevabı bu kadar uzun olmamalı, Lavin,” dedi Kartal, sesi kimse anlayamasın diye etrafı dikenli tellerle örülmüş bir sürü anlam içeriyordu. “Evet ya da hayır diyeceksin.”
“O benim için hep o an yaşananların insanıydı. Yarın yoktu, ondan sonraki gün yoktu, dün bile yoktu,” dediğimde birden tüm bakışlar üzerime devrildi. “O şu an dün. Bugünümde yok ve bugün olmayan birinin bana ne hissettireceğini asla bilemem.”
“Uzun bir cevap,” dedi Kartal şişeyi parmaklarıyla masanın üzerinde yuvarlarken. Gözleri bende değil, şişedeydi. Hislerini tüm insanların aksine böyle net görüyor olmak boğazımı yumrularla doldurdu. “Ama kesin bir cevap değil.” Şişeyi sertçe çevirerek cevap vermemi önledi. Dudaklarım aralanır gibi olup geri kapandığında, bakışlarım yeniden dönmeye başlayan şişeye inmişti.
Şişe Yunus ile Berra’nın karşısında durdu, soruyu soracak olan kişi Berra, cevabını verecek olan kişi ise Yunus’tu. Cesareti baştan elemişti Yunus, saçını soktukları son hâlden sonra cesareti kesinlikle seçmeyeceği açıktı. Yüreğime oturmuş sıkıntılıyla dirseklerimi masaya yaslayıp yüzümü avuçlarımın içine aldım ve gelecek soruyu beklemeye başladım. Oysa bir önceki soru hâlâ ortada yanan ateşi beslemeye devam eden dev, yaşlı bir ağaç gibiydi.
Berra, “Sorması ne kadar doğru olur bilmiyorum ama…” dediğinde, devamında gelecek kelimelerin bir yıkım yaratmasından korkarak bakışlarımı Berra’ya çivi misali çaktım. “Eğer bir sakıncası yoksa bilmek istiyorum, hiç terk edildin mi?”
“Edildim,” dedi Yunus Emre, yüzü bir metal kadar soğuk, ifadesizdi. “Ama terk eden kişi bunu istediği için değil, mecbur olduğu için yapmıştı. O da gitmek istemiyordu.”
“Aa…” Berra birden üzüntüyle dudaklarını büktü. “Severek ayrılmak çok zor olsa gerek.”
“Severek ayrılmak, terk edilmekten daha zor.” Yunus Emre’nin cümlesi iç ağrıtan bir şarkının son sözü gibiydi, melodisini gözlerinde taşıyordu. İçime çökmüş bir yorgunlukla Yunus’a baktım. Omzuna dokunmak, geçmeyeceğini bildiğimden susup sadece yanında olduğumu hissettirmek istedim. Belki bu dışarıdan çok basit bir hareket gibi durabilirdi ama bir insanın omzuna avucunu koymak, aslında çok büyük bir şeydi.
Biri bana geçeceğini söylemek yerine avucunu omzuma koysa, bu bana kendimi daha iyi hissettirirdi.
Severek ayrılmak… Bu benim yaşadığım bir şey miydi? Belki babam için, belki annem için, belki Kardelen için evet, bu yaşadığım bir şeydi ama Özay için değildi. Özay’dan ayrılmak bir arkadaştan ayrılmak gibiydi, bir daha görüşeceğin günün geleceğini bilerek otobüsün camından seni izleyen o insana elini sallamak gibiydi… Ama ne Kardelen ne annem ne de babam bir daha geri dönmeyeceklerdi ve işte bu, benim lügatimde severek ayrılmak demekti.
“Belki bir gün yeniden bir araya gelirsiniz,” dedi Berra ışıltılı bir gülümsemeyle. “Her zaman bir şans vardır.”
“Şans hâlâ hayatta olanlar için olan bir şey,” dedi Yunus birden, herkes dehşetle sarsılırken, Cenk’in dudakları aralanmış, Suphi’nin kaşları havaya kalkmıştı. Yunus Emre hiçbir şey söylemeden şişeye uzandı, şişeyi tek seferde çevirdi ve şişenin çıkardığı ses üzerimize dışarıda yağan kar taneleri gibi dökülmeye başladığında, tüm bakışlar bir karanlığın ardına gizlendi. O karanlığın ardından izlenen isim Yunus Emre’ydi.
Soran kişi Emir, cevabı verecek kişi Kartal olacağından birden bir gerginlik yaşanır gibi oldu. Emir, “Doğrular mı yoksa cesaret mi?” diye sorunca oluşan sessizlik, içinden kurşun geçse bile yerinden kırılmayacak buz tutmuş bir ayna gibiydi. Kartal cesaret derse, Emir sırf inadına ondan herkesin içinde yapacak olursa çoğu şeyi riske atacak bir şey isteyebilirdi, fakat doğrulardan yana olursa, alacağı soru da hayatımızı olduğu yerden kökleyerek başka bir yöne savurabilirdi.
“Doğrular,” dedi Kartal. Herkesin önünde duran şarap kadehlerinin aksine önünde duran viski matarasından büyük bir yudum içti.
“Hayatında biri var mı?” diye pattadak sorulan soru, kafamı hızla kaldırıp Kartal’ın yüzüne bakakalmama neden oldu. Kartal’ın yüzünde kas oynamıyordu. Güçlü, uzun parmaklarını matarasının gümüş gövdesine doladı ve bakışları Emir’den ayrılarak bana çevrildi.
“Bunu ona hiç sormadım,” dedi.
“Vay, o geçenlerde bana bahsettiğin kız mı?” İrem’in sorusu, Kartal ile aramızda uzanan bakışmayı bölmeye yetmedi. Duraksadım.
“Evet,” dedi Kartal sadece, bakışlarını benden çekmiyordu. “O.”
Bakışlarımı ondan kurtaran taraf ben oldum. Biraz daha onun gözlerine baksam, sanki kalbim sesini tamamen kesecek, göğsümdeki cansızlığa rağmen kaburgalarımda çiçekler açacaktı. “Şu kızla tanışmayı deli gibi istiyorum,” dedi İrem. “Senin gibi birini bile muma çevirebiliyorsa, kesin mükemmel bir kadındır.”
Masada Kartal’ın tüm arkadaşları sessizdi. Sibelay ve Nesli’nin gözleri sık sık bana dokunuyor, ardından birbirlerine bakarak sessizliklerine sessizlik katıyorlardı. Bu durum beni olduğumdan daha da gergin bir ruh hâline büründürmüştü.
“Beni muma çevirdiğini mi düşünüyorsun?” Kartal bu soruyu sorarken çoktan şişeyi çevirmişti bile.
İrem başını salladı, mavi gözleri kısaca Kartal’ın yüzünü karışladı.
“Evet,” dediğinde dudaklarındaki kıvrım, gülümseyişine bekçilik ediyordu. “Uzun zamandır olmasa da seni tanıyorum, dizginlenmesi zor bir karakter olduğun attığın adımlardan bile belli oluyor. Bana kalırsa seni dizginleyebilen tek kişi o kadın. Eğer o olmasaydı, muhtemelen şu an doludizgin koşuyor olurdun ve o şekilde pusulasız koşmak seni ya yorar ya da sonunda düşürür, bir daha koşamaman için bacağını kırar. Bana kalırsa o kadın senin rotan, pusulan, dümenin, haritan, Zühre’n.”
İrem’e tam olarak ne anlattığını tam da bu cevaptan sonra merak ettim.
Kartal bir süre konuşmadan İrem’i izledi, yüzünde düşünceli bir ifade vardı, sonra yavaşça bakışlarını İrem’den koparıp matarasına indirdi. Sessizliği, dudaklarını mühürlemiş bir duygunun susmuş kalp atışları gibiydi. Gözlerine baktığımda kelimeleri görmeyi dilemek belki saçmalıktı, önceden istemediğim bir şeydi üstelik ama şu an zihnine sızmayı, aklından geçen her düşünceyi bir kitabın sayfasını okur gibi okumayı öyle çok isterdim ki… Saçma bir istekti, içimde yer edinmemesi gerekiyordu ama onu kalbimde misafir etmekten alıkoyamıyordum kendimi.
O kadın senin rotan, pusulan, dümenin, haritan, Zühre’n…
Kalbim acıdı. Kelimeler çok ağır geliyordu.
Şişe durdu. İrem soran kişiydi, Ogün ise cevap verecek olan kişi. İçim birden adrenalinle doldu. Ogün vurulduğumu bilen kişiydi, gelecek herhangi bir soru, onun bizi ele vermesine neden olabilir miydi? İrem ona neden bizle ilgili bir soru sorsundu ki? Kuruyan dudaklarımı yalarken kafamı kaldırıp zümrüt yeşili gözlerin sahibine tedirginliğimi gizlemeden baktım.
“Cesareti seçersen sana neler yaptıracağımı tahmin bile edemezsin, Ogün Sergüzer,” dedi İrem tehditkâr ama seksi bir gülümsemeyle Ogün’e bakarken. “O yüzden seçimini doğru yap derim. Doğruluk mu yoksa çok hoşlandığın şey olan cesaret mi?”
Ogün gülümsedi ve “Beni ne kadar köşeye sıkıştırabilirsin ki?” diye sorarak burnunun ucunu kaşıdı. “Seçimim her ikisinden yana olacak.”
“Hem cesaret hem de doğruluk,” dedi İrem kaşlarını kaldırarak. “O hâlde şimdi şu şişenin,” diyerek masanın ucunda duran, ağzına kadar dolu viski şişesini havaya kaldırdı, “dibini görene kadar fondip yapacaksın. Sonra da sorduğum soruya hiç beklemeden cevap vereceksin.”
Kaşlarım havaya dikildi. Ogün’ün gözlerinde herhangi tereddüt görmedim, aksine dudakları alayla yukarı kıvrılmıştı. Şişeye uzandı, şişeyi aldı ve açıp birdenbire kana kana içmeye başladı. Saniyeler hızla akıp geçti ve nihayet Ogün viskinin son yudumunu içip nefes nefese viski şişesini masaya koydu. Gözlerini kaldırıp, yüzünde ekşi bir ifadeyle İrem’e baktı.
“Hiç yanıtlamadığın o sorunun cevabını istiyorum senden,” dedi İrem ve hiç beklemeden sorusunu oluşturdu. “Neden hayatına bir kadın almaktan ölesiye korkuyorsun?”
Ogün hiç düşünmedi, birkaç saniye bile beklemedi. “Çünkü tanıdığım her kadın, yalnızca kendini düşünüyordu, hiç fedâkâr ve cesur bir kadınla tanışmadım.”
İrem duraksadı, Ogün’e yönelttiği bakışlar yumuşarken, “Öylesine seks yapmak için takıldığın kadınlarla arana bir çit örsen, bence gerçek aşkı bulursun,” dedi. “Dişileri çiftleşmek için gördüğünüz için doğru kadınların hiçbiri size güvenmiyor.”
“Belki,” dedi Ogün dudak büzüp omuz silkerek. “Umurumda değil.”
“Yalnızlıktan ölüyorsun,” diye söylendi İrem. “Benim umurumda. Yatağını değil, kalbini ısıtacak birini bul yoksa oğluna kız bakan anneler gibi sokağa çıkıp senin için uygun bir kadın arayışına gireceğim.” Gülerek bana baktı. “O koca şişeyi nasıl içtiğini gördünüz, değil mi? Onu arabama taşımak zorunda kalacaksınız çünkü öyle çok sarhoş olacak ki, trafiğe çıkarsa ya ölür ya da ehliyetine el konulur.”
“İrem yine bir anne edasıyla beni evlendirmeye çalışıyor,” dedi Ogün dalga geçerek.
Gülümsedim. Ve sonra birden dondum. Siktir, o benim vurulduğumu biliyordu ve sarhoşken ağzını açacak olursa, herkes bu gerçeği öğrenmiş olurdu.
“Şişeyi çeviriyorum!” diye bağırdı Cenk neşeyle. Şişe dönmeye başladı ve gözlerimi zümrüt yeşili gözlerden ayırıp şişeye indirdim. İçimde bir duygu daha saklandığı koruluktan çıkıp karşıma dikilmişti. Bu duygunun ismi korkuydu.
Şişe durduğunda, soracak olan kişi Ceyda, yanıtlayacak olan kişi Yunus Emre’ydi. Bakışlarım usulca Yunus’a kaydı, Ceyda’nın Yunus’a bakıyor olması bir şeyi değiştirmiyordu, Yunus’un gözleri durmuş şişeden ayrılmamıştı çünkü.
“Doğruluk mu yoksa cesaret mi?”
Yunus şişeye bakarak boş boş güldü, ellerini saçlarının arasına geçirip uzun, ince parmaklarıyla saçlarını taradıktan sonra, “En son cesaret uğruna yaptığım şeyi görüyor musun?” diye sordu. Gözleri hâlâ şişedeydi, Ceyda ise başını sallayıp anlayışla onu dinliyordu. “Saçlarımı hâlâ bu sikik yeşil boyadan tam olarak kurtarabilmiş sayılmam. Yeniden böyle bir şey yaşansın da istemiyorum. Sonuçta beni masanın üzerine çıkartıp dansöz gibi dans ettirebilirsin. O yüzden doğruluk.”
“Öyle bir şey yapmayacaktım!” Ceyda gülerek ellerini masanın üzerine koydu. “Sorum seni rahatsız eder mi bilmiyorum ama bir gün yeniden birini sevebileceğine inanıyor musun?”
Yutkundum, neden ona böyle sorular soruyorlardı ki? Yunus’un gözleri şişede takılıp kaldı, birleştirerek yumruk şeklini verdiği elleri masanın üzerinde hareketsiz duruyordu. Kafasını hafifçe aşağıya eğmişti, kirpikleri gözlerini gizliyordu ama bakışlarının şişede olduğu aşikârdı.
“Hayır,” dediğinde sesindeki keskinlik kalbimi ikiye bölen bir duygu gibiydi. Sanki Yunus’un söyleyecek başka şeyleri de vardı ama sustu. O kadar sustu ki, hiç kimse onun kadar susamazdı.
Ceyda sessizce başını salladı. Yunus Emre kafamda acısıyla öyle bütünleşmiş bir adamdı ki, bir daha kalbinin kapılarını bir kadına aralayamayacağını biliyordum. Bu acıydı ama gerçekti, onun tek ve gerçek aşkı artık nefes almıyordu; o yüzden bundan böyle alacağı her nefesin biri kendisi, diğeri Leyla için olacaktı. Sormak anlamsızdı, ondan birini sevmesini beklemek anlamsızdı, onun iyileşmesini istemek anlamsızdı. Ondan beklenen her şey bencillik olacaktı çünkü o, kimseden bir şey beklemeden her şeyi içinde halletmeye çalışan yaralı bir adamdı.
Cenk, “O kadar çok mu seviyorsun?” diye sorana kadar, masanın üzerindeki şişe hiç dönmemişti. Şişeyi yavaşça çevirdim, şişe dönmeye başladı, sessizlik dinmedi, Yunus’un bakışları saplı olduğu noktadan ayrılmadı, kelimeler birleşip acıyı anlatan satırlara dönüşmedi. Oysa acı onun öyle bir içindeydi ki, dışarı sızacak tek bir cümle, binlerce sayfalık bir kitaba bedel olabilirdi.
“Üzerini toprak örten birini, bir süre sonra üzerinde uyuduğu yatak bile toprağı görmediği hâlde beklemeyi bırakır, soğur. Ben toprağı üzerine attıktan sonra bile onu seviyordum.” Yunus, gözlerini kaldırıp Cenk’e baktı. “Evladını kaybeden bir annenin kalbinde bile kırk bir ateşin kırkı söner, biri yanar. Benim içimde her gün bir kırk bir ateş daha yanmaya başlıyor.”
Söylenebilecek her cümle, Yunus’un kalbinde yanan ateşte kül olana kadar yanabilirdi.
“Neden suspus oldunuz?” Yunus, gülerek kafasını kaldırdı. “En nefret ettiğim olayı yapıyorsunuz şu an, sordunuz, söyledim, uzatıp dramatize etmeyin.” Şarap kadehine baktı, derin bir nefes aldı. “Şarap kesmiyor, gidip çilekli süt alacağım…”
Kartal’ın dudakları yukarı kıvrıldı. “Ben de alırım bir çikolatalı sütünü,” dedi alayla.
“Ben de ballı süt alırım,” dediğimde Yunus gülümsüyordu.
“Muzlu sütüm masaya gelmezse olay çıkar,” dedi Burak.
“Ben ağır bir adamım,” dedi Ogün, duraksayıp ona baktım. “Alırım sek sütünüzü.”
Gülümsemem derinleşti, Yunus başını iki yana sallayarak salondan çıkarken üzerimize çökmüş sakinliğe rağmen aslında hepimiz buruk bir şekilde bile olsa gülümsüyorduk. Yunus’un çıkıp hava alması onun kârına olacaktı bence. Biraz yalnız kalmak için sütün arkasına sığındığı o kadar açıktı ki… İnsanların ona acıyan, üzülen, anlayışlı gözlerle bakması kesinlikle onun canını sıkıyordu, bu apaçık ortadaydı. Onun hiçbir zaman biriyle acısını paylaşmak isteyen biri olduğuna inanmazdım. Çünkü uzun zamandır herkesin acısına ortak olsa da özünde var olan acıyı yalnız başına omuzluyordu.
Ceyda, Yunus’un çıkmasıyla, “İntihara meyilli biri gibi görünüyor,” dedi, bu birden masaya yıldırım gibi düştüğünden, Sibelay öfkeyle Ceyda’ya döndü.
“Ne diyorsun sen ya?” diye sordu sert bir sesle. “Yunus bu dünyada intihar edecek son insan bile değil. Etseydi en başında ederdi. Aptal romantik düşüncelerine ihtiyacımız yok, salak salak varsayımlarınıza sakın ama sakın Yunus’u dahil etmeyin.”
Nesli, Sibel’in omzunu okşayarak, “Sakinleş,” diye fısıldadı, ardından yırtıcı gözleri Ceyda’ya çarptı. “İyileştirmek için bir adam arıyor olabilirsin ama o Yunus olmayacak,” dedi birden tokat gibi, bu cümle beni şoka uğratırken, Ceyda da şaşkına dönmüş gibi görünüyordu. “Benim bir kadın olduğumu unutma, bir erkek değilim,” diye devam etti Neslihan sözüne. “Yunus da senin tedavicilik oynayabileceğin bir adam değil.”
“Ben kimseyle…” Ceyda susup yutkundu, masadaki sessizlik bir anlığına büyüse de anında ikiye bölünmüştü.
“Doktorculuk oyunu oynayacaksan doğru kişi Yunus değil,” dedi Sahra başını sallayarak. “Ona nasıl baktığını gördüm, unut bunu.”
“Bunu da nereden çıkarıyorsunuz?” Ceyda kulaklarına kadar kızarmıştı. “Amacım bu değildi.”
“Ona nasıl baktığını ben de gördüm,” dedi Sibelay, sesi hâlâ saldırgandı. “Onu beğenmiş olabilirsin ama sakın ona yaklaşmak için doktorculuk oynamaya kalkma.”
“Sakin olsanıza,” dedi Emir araya girme ihtiyacıyla, bunu yapması gerekiyordu çünkü Sibel ile Nesli gerçekten Ceyda’ya karşı birden cephe almışlardı. “Böyle bir tepkiye gerek yok, Ceyda’nın kötü niyeti olmadığına emin olabilirsiniz.”
“Arkadaşının arkadaşımızdan hoşlandığı açık ve net,” dedi Sibelay tek seferde, kendinden emin duruşu, bu düşüncenin doğruluğunu onaylar cinstendi. Aslında Ceyda’nın Yunus’a olan bakışları bu gecenin en net görünen yapboz parçalarından biriydi ama yine de kötü bir niyeti olduğunu düşünmüyordum. Sadece Yunus’a yaklaşmak istemesi, fırtınaya yaklaşmak istemesi gibiydi ve hortuma kapılırsa, o hortumu yok edemezdi ama hortum onu istemediği noktalara sürükleyebilirdi. Ceyda’nın tedavi etmeyi düşündüğü bir şey var mıydı bilmiyordum ama eğer varsa, tedavi edeceği şeyin bir insan değil, bir fırtına olduğunu fark etmesi gerekiyordu.
“Öyle bir şey söylemedim bile,” diye savunmaya geçti Ceyda. Ortam çok ani bir şekilde alevler içinde kalmıştı. Kartal ile ikimiz olan biteni şaşkınlık ve sessizlikle izliyorduk. “Ona karşı kötü bir niyetim yok, neden böyle bir şey olsun?”
“Kötü niyetin var demedik, ondan hoşlanıyorsun dedik, neden buna bir cevap vermiyorsun?” Sibelay, Ceyda’ya dik dik baktı. “Ondan hoşlanıyorsun, değil mi?”
Ceyda, gözlerini Sibelay’ın gözlerine dikti, birbirlerine ateşler saçarak bakıyorlardı. Sibelay’ın tehditkâr bakışları kesinlikle Ceyda’nın öfkeli gibi görünen bakışlarının yanında cehennem ateşi gibiydi; Ceyda ise yanmış bir fidan gibi görünüyordu.
“Onun intihara meyilli olduğunu onu iyi etmek istediğim için söylemedim, gördüğümü söyledim ben,” dedi Ceyda sonunda konuştuğunda. “Onun boğazındaki dövmeyi görmeyecek kadar kör müsünüz?”
“O bıçak neyi temsil ediyor, biliyor musun?” Sibelay yavaşça masaya doğru eğildi. “Leyla’yı.”
Ceyda sertçe yutkundu.
“Ve ömür boyu da onu temsil edecek.”
“Olabilir,” dedi Ceyda, bozulduğunu fark etmek Sibelay’ın sözlerinin doğruluğunu onaylıyordu. Bakışlarım Kartal’a kaydı, ardından yeniden Sibelay’a baktım.
“İntihar sanıyorsun ya, ondan söyleyeyim dedim,” dedi Sibelay. “O her nefesinin birini Leyla için alıyor, o yüzden o nefeslere asla ihanet etmez. İntiharmış. Her şey okuduğunuz kitaplarda, izlediğiniz dizilerdeki gibi işliyor sanıyorsunuz. Kıza bak ya… Arkadaşım için düşündüğü şeye bak.” Öfkeyle başını iki yana salladı. Sibelay’ın haklı olduğu bir yanı kesinlikle vardı, evet, tepkisi ağırdı ama neticede arkadaşından söz ediliyordu. Yunus’un intihara meyilli olduğunu böyle açıkça söylemesi, Ceyda’yı herkesin gözünde suçlu konuma çekiyordu. Niyeti ne olursa olsun, söylediği yersizdi. Kimse arkadaşının intihar etme ihtimalinden hoşlanmaz, bunu düşünmek istemezdi. Bu kadar yükselmelerinin nedenin de bu olduğunu düşünüyordum.
“Üzgünüm,” dedi sadece Ceyda. “Yanlış anlaşıldım. Üstelik o bıçak dövmesinin neyi temsil ettiğini de bilmiyordum. Sadece gözüme çok umutsuz göründü.” Sessizliğe gömülmeden önce utançla Sibelay’ın gözlerine bakınca, Sibelay öfkesini durdurmak istiyormuş gibi derin bir nefes aldı.
“Ondan hoşlanman sorun değil, Ceyda,” dedi net bir sesle. “Asıl sorun, ondan hoşlandığın için onu iyileştirilmesi gereken bir adam gibi görüyor olman.”
“Sibelay, büyütüyorsun,” dedim yavaşça. “Tamam, yanlış bir cümleydi ama sadece boşta bulunup söyledi.”
“O benim en yakın arkadaşlarımdan biri,” dedi Sibelay. “O benim için dünyalara bedel. Kalkmış, sırf hayatını bağladığı bir damar kopuk olduğu için onun kendini öldüreceğini söylüyor. Onu tanımıyor bile. Yunus Emre’yi tanımıyor.”
“Tanımak istiyorum,” dedi Ceyda bir anda açıkça. “Onu tanımak istiyorum, tamam mı?”
“O zaman onu tanı, ondan sonra onunla ilgili fikirlerini çat diye söylersin.” Sibelay sırtını sandalyeye yasladı. “Kusura bakma, bunu söyleyen en yakın arkadaşım olsaydı, yüzüne şarap kadehini çarpmıştım. Yakınım olmadığın için şanslısın.” Kollarını göğsünün üzerinde topladı. Yunus söz konusu olduğunda, bu gruptaki herkesin ne kadar saldırganlaşabileceğini gözlerimle görüyordum.
“Barışın,” dedi Ogün, gözleri alkolün etkisiyle kızarmıştı, ona bakınca birden yumuşayıp gülecekmişim gibi hissettim. Kesinlikle olaydan son derece kopuk görünüyordu.
“Başlarda Ceyda gibi düşünüyordum,” dedi Sibelay birden dalgın bir sesle. Bir elini uzatıp şarap kadehini yakaladı, kadehin dibinde birikinti gibi görünen kızıl renkteki içkiyi izlerken derin bir nefes alıp sertçe yutkundu. “Leyla öylece elimizden kayıp gittiğinde, her Allah’ın günü, telefonum ne zaman çalsa, Yunus ne zaman gözlerimin önünden kaybolsa, ona bir şey olabileceği düşüncesi benim için ölümdü. Öyle ağır günlerdi ki.” Dişlerini sıkınca yanakları içeri göçtü. “Leyla gitti, Yunus o günden sonra bitti. Bir sebebi yoktu, yaşamak için bir gayesi olduğunu düşünmüyordum. Her Allah’ın günü Ceyda gibi düşünmek benim için eziyetti, anlıyor musunuz? Her telefonunuz çaldığında, karşı tarafın kötü haberi eveleyip geveleyerek söylemeye çalışmasını düşünmek kalbimi nasıl acıtıyordu, biliyor musunuz? Onu tanıyor olmama rağmen, öyle çok sevdiği bir şeyin elinden kayıp gitmesinin onu mahvedeceğini bilmek, ona yabancıymışım gibi hissettiriyordu. Ama bakın, Yunus hayatta, şimdi onunla ilgili böyle bir düşünce içimde bir yerlerde hiç var olmamış gibi hissediyorum ve böyle hissettirecek her şeyi yok ederim.” Gözlerini kaldırıp Ceyda’ya baktı. “O çok güçlü, eğer biri iyileştirilecekse bu biziz ve bizi yalnızca Yunus iyileştirebilir.”
Ceyda duraksadı, Sibelay’ın her kelimesi içine ateş gibi düşmüş olacak ki, gözlerini ellerine indirmiş, Sibelay’dan kaçırmıştı. Sibelay tekrar şarap kadehinin içine çevirdi buğulu bakışlarını. Tekrar konuştu: “Yunus her acısına rağmen, canımız acıdığında bizim için orada olan ilk kişi oldu. O ne kadar güçlü, bunu hiçbiriniz tahmin bile edemezsiniz. Ben de edemem. Fark etmediniz mi biraz önce olanı? O bir şey söyledi, canı yanan oydu ama bizim paramparça olduğumuzu görünce, canı acıyan o olmasına rağmen yine ortalığı toparlayan o oldu. Çünkü Yunus böyledir.”
Nesli, “Yunus, Sibel için çok önemli,” dedi. “Bizim için de öyle. Anlık öfkelenebiliyoruz, kusura bakma. Herkes herkesten hoşlanabilir, bu doğal. Sadece boşa kürek çekmeni istemem.”
Ceyda sadece sustu. Konuşmadı, bir şeyler söylemedi ama bana kalırsa o da durumun farkındaydı. Yunus’un duvarları taştan değil, aşktandı ve bu duvarları bir başka duygu aşamazdı. O zaten en büyük duyguyla örmüştü bunları, benzerine ihtiyacı yoktu, aşılmaya ihtiyacı yoktu, hiçbir şeye ihtiyacı yoktu. Uzun süren anlayışlı sessizlik, Yunus’un ellerinde sütlerle gelmesiyle yerini biraz önce hiçbir şey yaşanmamış gibi neşeli bir ortama terk etti.
Neredeyse sabaha karşı üçe kadar oturmuştuk, Ogün gerçekten sarhoştu ve her hareketi, karizmatik havasını dağıtacak kadar komik olduğundan keyfimizi yerine getirmişti. Herkes evden ayrıldığında Emir, Ogün’ü kendi arabasına almıştı çünkü Ogün kabul etmese de sarhoştu ve o gece olanlarla ilgili konuşarak tüm okları üzerimize çevirebilirdi. Bu yüzden Emir, işimizi garantilemek için Ogün’ün sorumluluğunu üzerine almıştı. Gece boyu hiç dinlenme şansım olmadığından sırtımda bir ağrı baş göstermişti, başımın ağrısını saymıyordum bile. Aklım fikrim kesinlikle o gece çektiğim fotoğraflardaydı.
Ballı süt kutusunu koltuğun kenarındaki komodinin üzerine bırakıp, koltuğa bir yatağa serilir gibi serilmiş çarşafların üzerine oturdum. İçeride lamba yanmıyordu, sokak lambasının ışıkları pencereden sızarak zemine bir ölü gibi uzanmıştı. Salonun kapısı yavaşça aralandığında kafamı çevirip gelenin kim olduğuna baktım. Sahra, iki avucunun arasında tuttuğu beyaz bir kupayla içeriye girip, ağır adımlarla bana yaklaştı ve elindeki kupayı bana uzattı.
“Kartal sıcak bir şeyler içebileceğini söyledi,” dedi. Açık tonlardaki düz saçlarını kulağının arkasına sıkıştırdığı sırada ben çoktan elindeki kupayı almıştım bile. Ona yorgun bir gülümseme bahşettiğimde bana uzun uzun baktı.
“Bana kızgın mısın?” diye sordu.
“Hayır,” dedim, başımı iki yana sallayıp elimle koltuğun üzerine vurdum. “Otursana.”
Çekimser davranıyordu. Oturup oturmamak konusunda ikilemde gibi duruyordu ama sonunda benimle konuşmadan sakinleşemeyeceğini kavramış gibi yelkenleri suya indirerek yanımdaki boşluğa oturdu. İnce telli saçları yeniden yanağına doğru düştüğünde parmaklarıyla saç tellerini sertçe kulağının arkasına sıkıştırdı.
“Burak, psikolojik açıdan rahatlamam için yumruklayabileceğim bir kum torbası değil,” dediğinde sesindeki kırgınlık beni anlık bozguna uğrattı. Omzumun üzerinden çatık kaşlarımın altına yerleştirilmiş bir çift şaşkın gözle ona baktım. “Güvensizlik sorunumdan bahsediyorum. Psikolojik açıdan bir sorun olduğunun farkındayım ve bunu gidermek için durmadan Burak’a yüklenemem. O benim sevdiğim adam, ona güvenmem gerek, biliyorum.”
“Daha önce seni aldattı mı?” diye sordum açıkça.
Başını iki yana sallayarak, “Hayır,” dedi. “Hayatında ben varken tek bir an bile başka bir kadının gölgesi üzerine düşmedi. Benim üzerime de başka bir kadının gölgesini düşürmedi.”
“O zaman neden ona karşı güvensizsin?”
“Ona karşı değil, Lavin,” gözleri birden bana çevrilince yutkundum, “ben hiç kimseye güvenmiyorum.”
“Bunun bir nedeni olmalı, değil mi?”
Başını salladı. “Evet. Bir nedeni var.”
Sormak doğru olmayabilirdi, bunun yerine Sahra’nın anlatmasını beklemek daha doğru olacağından kafamı sallamak dışında verdiğim herhangi başka bir tepki olmadı.
“Babam annemi başka bir kadın için bırakıp gitti,” dedi hiç beklenmedik bir anda. “Üstelik annemi o kadar çok seviyordu ki, başka bir kadının olduğuna inanmamız çok uzun sürdü.” Derin bir nefes alınca narin omuzları inip kalktılar. “Annem için babam her şey demekti, sevgi demekti, iyilik demekti, güven demekti. Benim için de öyle. Babam bu hayatta güvendiğim tek erkekti, onu delice seviyor, onun her dediğini tek doğrum kabul ediyordum.” Kaşlarını çatarak sık sık oynadığı parmaklarına baktı. Elleri terliydi. “Sonra onu benim yaşımda bir kızın kolunda gördüm, o gün bizi neden bırakıp gittiğini anladım, ihaneti gördüm, tanıdım. Deliler gibi seven bir adamın ihanetini gördüm, herkesin özendiği bir ilişkinin nasıl mahvolabileceğini, nasıl bitebileceğini gördüm. Gördüm.”
“Ağır,” dedim yavaşça.
“Buna rağmen geri döndüğünde onu affetmiştik,” dediğinde şaşkınlıktan küçük dilimi yutacağımı düşündüm. Buruk bir gülümsemeyle bana baktı. “Ama insanlar ikinci bir şansı hak etmez, Lavin. İhanet eden kişinin sadakati, yeniden ihanet etmek için bir sebep buluncaya kadardır.”
“Yine mi gitti?”
“Hayır,” dedi Sahra. “Keşke gitseydi.”
“Ne oldu?”
“Onu annemle uyudukları yatakta yine benim yaşlarımda başka bir kadınla yakaladım,” dedi Sahra. “Ama annem buna hiç inanmadı. Benim güven problemim olduğunu, babamı affedemediğimi söyledi ve beni öylece okulun yurdunun kapısının önüne bırakıverdi.”
Boğazım düğüm düğüm olmuş hâlde, “Şaka yapıyorsun,” dedim. Yüzümü buruşturdum, bu yaşananlar ağır şeylerdi, hem de çok ağır şeylerdi.
“Evet.”
“Şimdi birlikteler mi?”
“Hayır,” dedi Sahra gülerek. “Beni evden kapı dışarı ettiler ve aradan bir yıl geçmeden babam yine kayıplara karıştı, başka bir kadınla.”
“Annen ne yaptı?”
“Beni arayıp ağladı sızladı, eve dönmemi istedi.”
“Sen?”
“Döndüm, bana ihtiyacı vardı ama sonra gizlice babamla görüştüğünü öğrendim, babam onunla barışmak istiyordu ve annemin de bunu kabul edeceğini fark etmiştim. Sonra babam birdenbire benim yaşlarımdaki başka biriyle evlendi, annem yine güvendiğiyle kaldı ve bir sayfa böylece kapanmış oldu.”
“Bunlar ağır şeyler,” dedim. “Burak sana anlayış göstermeli.”
“Konuyu tam olarak bilmiyor ki.” Omuz silkti. “Bildiği tek şey babamın annemi aldattığı, hepsi bu. Ayrıntılar önemsizdir.”
“Hayır,” diye çıkıştım. “Ayrıntılar önemlidir. Bir katile bile mahkemede bunu neden yaptığını sorarlar.”
“Bilmiyorum, sadece Burak böyle acınası şeyler yaşadığımı bilsin istemiyorum,” dediğinde birden bir tarafım ona delicesine hak verdi. Gururu, tüm gerçeklerin üzerine çökmüş karanlık bir gölge gibi olmalıydı. “Bir insanın yaşadığı şeylerden utanması normal mi sence?”
“Utanması gereken sen değilsin, biliyorsun.”
“Biliyorum ama yaşayan benim.”
Sessizce yüzüne baktım.
“Benim yüzümden her şey boka sarabilirdi,” dedi Sahra, sertçe yutkundu. “Ogün senin vurulduğunu herkese söyleyebilirdi, her şeyi mahvetmiş olabilirdim. Gidip İrem’e anlatıp anlatmayacağı bile kesin değil. Üstelik öyle acılar içindeyken benim aptalca tavırlarım yüzünden…”
“Kes şunu, lütfen,” dedim üzerine basarak. “Ben zaten vurulmuştum, bunu değiştiremezdin. Evet, Ogün’ün orada olması sorundu ama bir şekilde onu kandırdık.”
“Bu benim sorumsuz bir kaltak olduğum gerçeğini değiştirmiyor ne yazık ki.”
“Kendine haksızlık ediyorsun,” dedim. “Bir daha kendine kaltak diyeyim deme sakın.”
“Etmiyorum, doğrular bu, Lavin. Ne söylersen söyle, Burak da diğerleri de haklılar. Kimseye güvenmeyen ahmak bir kaltağım. Herkesi babam gibi sanıyorum ve bu kıyametim olacak. Burak’ı kaybetmek istemiyorum.” Gözlerimin içine içtenlikle baktı. “Onu kaybedersem, yolumu da kaybederim.”
Avucumu onun omzuna koyduğumda gözlerinin yaşlarla parladığını fark ettim. Yeşil gözlerinin etrafını inci gibi saran gözyaşları akmıyordu ama kendini ne kadar sıkarsa sıksın, elbet akacak gibi görünüyordu.
“Onu kaybetmeyeceksin. Seni seviyor.”
“Birini sevmek, ondan vazgeçmemek için yeterli bir sebep değil.”
Cümlesi, üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken cümlelerden biriydi. Haklıydı. Ama her ne olursa olsun, Burak onu sevmekten vazgeçmez, onu hiç terk etmez gibi geliyordu bana.
“Burak’tan özür dileyip ona bunları anlatmalısın,” dedim, ona destek olabilecek cümleler kurmak istesem de ne diyeceğimi bilemediğimden her kelime, sonu görmek için dudaklarımdan hızla atlayıp kayıplara karışıyordu.
“Ondan özür dilesem bile bir sonraki adımım yine aynı olacak sanıyor, belki de haklı,” dedi. “İçimden bu hissi söküp atamıyorum. İhanet benim kâbusum.”
“Bunu yalnızca birlikte aşabilirsiniz, biliyorsun değil mi?”
“Evet,” dedi sadece.
“O zaman bırak sana yardım etsin.”
“Bilmiyorum.” Bakışlarını bana çevirdi. “Beni boş ver, bir şekilde halletmeye çalışacağım. Sen nasılsın? Ağrıların var mı?”
“Evet,” diye mırıldandım. “Ama altından kalkamayacağım kadar kötü değil. Halledebilirim.”
“Kartal çok endişeliydi, biliyor musun?” Uzanıp yanağıma süzülmüş saç telini kulağımın arkasına itti. “Onu Kardelen’den sonra bir daha hiç kimse için endişeli görmem sanıyordum.”
Kelimeleri bir ok olup kalbimi nişan aldığında yapabildiğim tek şey, susup onun gözlerinin içine bakmak oldu. Benim için endişeleniyordu, benim için öfkeleniyordu, benim için ismi suya yazıldığı için okunmayan duygular hissediyordu.
“Eskiden senin için bu kadar endişeleniyor muydu? Yani… Sen henüz sadece onun kız kardeşinin arkadaşı olduğun zamanlar?” Sorusu beni sarstı.
“Hayır,” dedim hızlıca.
“Hım,” diye mırıldandı ama nedense sustuğu başka şeyler de varmış gibi hissettim.
Gözlerimi pencereye çevirdim, dışarıda yanan sokak lambasının yeryüzüne akıttığı ışığın içinden yıldız tozları gibi dökülen kar tanelerini görebiliyordum. Bazıları hoyrattı, döne döne düşüyorlardı ve onları Kartal’a benzetmiştim. Bazıları ise öyle duru, öyle masumiyeti resmedercesine düşüyorlardı ki, onlar benim için Kardelen’di.
“Söz konusu Kartal olduğunda, tıpkı söz konusu senken susan o gibi, sen de sessizliğe gömülüyorsun.”
Haklıydı. Bu benim elimde değildi ki. Konu o olduğu zaman dilim kelimelerin celladı oluyordu; kelimeler, dilimin darağacında kendilerini ölü buluyordu.
“Peki ya Özay?” diye sordu Sahra. “Söz konusu o olduğunda da susuyor musun?”
Yutkundum. “Onunlayken susarak anlatırdım derdimi ama onu sorduklarında hiç susmadım,” dedim, Sahra’nın dudakları yukarı kıvrıldı. “Ama Kartal…” Kaşlarım çatıldı. “Onun karşısındayken çığlık atabiliyorum ama biri bana onu sorduğunda, yapabildiğim tek şey susmak.”
“Bunun nedenini hiç düşündün mü?”
“Düşünmek istemiyorum,” dedim açıkça. Beni anladığını biliyordum, ben de kendimi anlıyordum ama sonuna kadar kendime yalan söyleyebilirdim; ondan istediğim, onun da bana yalan söylemesiydi.
“Neden korkuyorsun?” Sahra’nın gözleri doğrudan üzerimdeydi. “Hissettiklerinden mi?”
“Sahra, yapma,” dedim başımı iki yana sallayarak. “Gerçekten.”
“Kartal için hissettiklerin mi korkutuyor seni, Lavin?” Sorusu öyle açık bir şekilde kalbime bıçağı saplamıştı ki, birden beni hayata bağlayan o damardan kanlar fışkırdığını hisseder gibi oldum. Damarlarım anında uyuşmuştu.
“Yoksa artık Özay için hissetmediklerin mi seni korkutan?”
Sorusu canımı acıttı. Göstermesem de söylemesem de bu böyleydi. Hissettirmesem de gerçek tam olarak buydu.
“Bunları konuşmak bana bir şey kazandırmayacak,” dedim. “Ama çok şey kaybettirebilir.”
“Neyi?”
Karanlığın içinde usulca havaya kalkan elimi takip eden gözleri parlıyordu. Parmaklarımı kalbimin üzerine bastırıp, hiçbir şey söylemeden onun gözlerinin içine baktım. Dudaklarına çizdiği gülümseme, bir mezarın önündeyken, o mezarın içinde uyuyan biriyle yaşanmış güzel bir ânı hatırlamak ve ardından dudakların yukarı kıvrılmasıyla tıpatıp aynıydı.
“Özay’ı seviyordun, değil mi?”
Sorusu içime ateş gibi düştü, mazi alev aldı. “Evet. Onu seviyordum.”
“Peki ya Kartal’ı? Onu seviyor musun?”
Birden bu soruyu sormasını beklemesem de sakinliğimi korudum. Sustum. Yapabileceğim tek şey buydu. Sahra’nın dudaklarındaki gülümseme genişledi ama gözleri artık daha kederli bakıyordu.
💫️
Boğazıma kül gibi dolan sigara dumanını hissettiğimde gözlerimi araladım. Karanlık kafamın üzerindeki tavanda, karanlık içinde olduğum odada, karanlık zihnimi tüketen düşüncelerin ortasındaydı.
Dudaklarımın kuruluğu öyle fazlaydı ki, avuç avuç kum yutmuşum gibi hissediyordum. Dışarıda kopan fırtınanın uğultusu evin içindeydi, her yer karanlık olsa da gözlerimin karanlığa alışması uzun sürmediğinden şanslıydım. Üzerimi yarım bir şekilde örten yorganı ayaklarımla itip, uzandığım yataktan yavaşça doğrularak kalktım.
Onunla kaldığımız evdeydim. Dönmüştük, diğerlerinin evinde geçirdiğimiz süre biraz uzamıştı ve tüm o süreyi yatakta geçirdiğim için bana bir asır gibi gelmişti. Öyle çok uyuyordum ki, üzerime karlar yağmıştı da sonunda farkında olmadan ölüm uykusuna dalmıştım sanki. Bir an uyandığıma inanmak bile istemedim.
Sonuna kadar kapalı perdenin arkasında yanan sokak lambasının ışığı yok denecek kadar azdı, hatta dönüp perdeye dikkatle bakmasam, sokak lambasının yanıyor olduğuna bile inanmazdım. Yavaşça doğrulup kalktım, üzerimde yalnızca siyah bir sütyen vardı, sırtımdaki yara sargıyla örtülmüştü ve artık acısını neredeyse hiç hissetmiyordum.
Tekli deri koltuğun sırtına serilmiş siyah tişörtü alıp kafamdan geçirdiğimde tişörtün soğukluğu tenimi ürpertti. Tişörtü bu sabah onun üzerinde gördüğümü hayal meyal hatırlıyordum. Tişörte sigara, içki ve onun kokusu sinmişti. Sanki yağmurun altında bir gece geçirmiş gibi kokuyordu, üstelik öyle soğuktu ki bir an gerçekten öyle olabileceğini düşünmüştüm. Tişörtü mini bir elbise gibi kalçalarıma doğru sarkarak beni örttüğünde ağır adımlarla pencereye ilerledim. Ayağımın altındaki yer kayıyormuş gibi hissediyordum.
Kalın perdeyi avucumun içine alıp sertçe çekerek açtığımda, turuncu sokak lambasının ışığı birden gözlerimi kör edecekmiş gibi hissettim. Sanki güneşe bakıyormuşum hissine kapılarak gözlerimi kıstım. Işık akıntısının içinden kar taneleri geçiyordu. Kar hiç durmamış olmalıydı.
Dişlerim nikotinsizlikten kamaşıp duruyordu. Yavaşça eğilip önümde duran cama rağmen aşağıya bakmaya çalıştığımda, sarkan kolyenin soğuk ucu iki göğsümün arasına sürtündü ve güneş kolyesinin varlığını hatırlayıp irkilerek doğruldum. Kolyenin varlığının yangınını tenimde hissederken dönerek düşen kar tanelerini izlemeye başladım. Sigaranın ağır kokusu her yerdeydi.
Çıplak ayaklarımı yere sürterek odanın çıkışına yöneldiğimde, odanın kapısı aralık durduğu için salondan gelen sesleri duyabiliyordum. Biri sık sık elindeki şişeyi ya da kadehi masanın üzerine bırakıyor, sigarasından derin bir nefes çekiyordu. Ev öyle sessizdi ki, onun dudaklarının emdiği sigaranın çatırtısı kalbimin atış sesi kadar yakından geliyordu.
Koridora çıkıp etrafıma bakındım, evin her noktasında sigara içmiş olmalıydı, bu kokunun başka bir açıklaması kesinlikle olamazdı. Salona girdiğim an onu koltukta, önünde dizüstü bilgisayarı açık bir şekilde bulmayı beklemiyordum. Yanılmamıştım, viski şişesi dizüstü bilgisayarını üzerine koyduğu sehpanın üzerindeydi, yarıya kadar içilmişti, hemen şişenin çaprazında da ağzına kadar ölü izmaritle dolu siyah, taş bir kül tablası vardı. Kül tablasında henüz yarısına kadar içilmiş bir sigara daha yanıyordu. Onun biçimli ensesine baktım. Ekrana pürdikkat bakıyor olmalıydı.
Boğazımı yavaşça temizleyeceğim sırada, buna ihtiyacı yokmuş gibi, “Günaydın, Ölüm Çiçeği,” dedi. “Yıllardır uyuyamadığın tüm uykuların acısını çıkartmış olmalısın.” Uzun, güçlü parmakları sigarayı kavradı, dudaklarının arasına yerleştirdiğini fark ettim, salona doğru bir adım attığımda sigarayı dudaklarından uzaklaştırıp kül tablasına geri bıraktı.
“Fotoğrafları mı inceliyorsun?” diye sordum uykunun henüz çok da uzaklarda olmadığını kanıtlayan sesimle. Başını salladı, sigaranın dumanı kafasının iki yanından uçuşarak havaya kalktığında dudaklarının aralık durduğunu fark ettim. “Bir şeyler çıktı mı?” Ona biraz daha yaklaştım, gözlerim hâlâ ondaydı, şimdi profilini görebiliyordum. Kemikli yüzünü aydınlatan bilgisayar ışığı, kirpiklerinin gölgelerini gözlerinin altındaki çukurlara çiziyordu. Hiç uyumuş gibi bir hâli yoktu, uykusuzluk bir insan olsaydı kesinlikle Kartal Alaşan olurdu.
Başını iki yana salladı. “Şu âna kadar senin sırtına koca bir delik açılmasına değecek hiçbir şeye rastlamadım,” dedi, birden cümlesi ağır geldi ve sertçe yutkunup ona biraz daha yaklaştım. Hemen diğer yanındaki beyaz kâğıdı görünce duraksadım, kâğıdın üzerinde bir kalem duruyordu ve kâğıt yarısına kadar yazılarla doldurulmuştu. Kartal gözlerini yüzüme çevirince bakışlarımı hızla kâğıttan çekerek ona çevirdim.
“Bir şeyler bulmuşsun,” dedim.
“Bulmadım demedim, sana olanlara değecek hiçbir şey bulamadım dedim,” dedi sert bir sesle. “Ziyaret listemiz epey uzun olacak, Sönmez.”
Bacaklarımın neredeyse tamamen ortada olmasına aldırış etmeden onun yanına ilerleyip, koltuğun koluna yaslandım. Gözleri kısaca üzerimde dolaştı, ardından yeniden bilgisayara baktı.
“Cahit Sıtkıtepe,” dedi düşünceli bir sesle. “İsmine kulak aşinalığım vardı ama onu bu listede gördüğümde kim olduğunu hatırladım. Büyük uyuşturucu baronlarından biri.”
“Bir ilgisi olabileceğini mi düşünüyorsun?”
“Belki,” dedi Kartal. “O gece o kulübe sokulan malın kimden temin edildiğini bulmak bizi sonuca yaklaştırır.”
“Cahit denen adamın Sadık Parlak ile alakası ne?” Kaşlarım çatıldı. “Yani hangi dosyada adı vardı?”
“2008 yılında Sadık Parlak, Cahit Sıtkıtepe’ye dava açıyor,” dedi ve ardından bir klasöre girip, çektiğim fotoğraflardan birini görüntüledi. Fotoğrafı yaklaştırdı. Bu bir mahkeme celbiydi. “Davanın konusu belli, Cahit’in mekânına torba tutması için birilerini yollaması. Yani bir nevi Sadık’ın mekânı, Cahit’in torbacıları tarafından alışveriş yeri olarak kullanılıyor. Sadık da bunu fark edince Cahit’i dava ediyor ama dava düşüyor, dosyaya takipsizlik kararı çıkıyor.”
“Emir’in adam hakkında bildiği bir şeyler var mıdır?” diye sordum.
“Sanmam, bu Emir’in ulaşamayacağı türden taşaklı bir adam,” dedi Kartal. “Cahit Sıtkıtepe’nin uyuşturucu ile alakası olduğunu bilen insan sayısı bir elin parmağını geçmez. Temiz işlerin adamıymış aldığım duyumlara göre. Üstelik Sadık Parlak dışında adama bu konuyla ilgili dava açan kimse olmamış. Şikâyetçi bile olunmamış. Burak’a hepsini araştırttım.”
“O zaman ne yapmamız gerek?”
“Cahit denen deyyusla değil, önce en alt tabakada çalışan itlerinden biriyle karşılaşacağız,” dedi Kartal. “İsa Öztürk. Sabıkalı, sicili kapkara bir herif.”
“Bunu nereden öğrendin?”
“Yunus Emre öğrendi,” dedi sakince. “Asıl olay, İsa iki yıl önce, iki ay boyunca Sadık’ın mekânında barmenlik yapıyor, sonra birden işi bırakıyor.”
“Sadık Parlak onun kimin adamı olduğunu bilmiyor?” dedim sorar gibi.
“Aynen. Ama şimdi İsa ile ilgili bilgi almak için İrem’e ya da Sadık denen herife yaklaşamayız. Şu an İsa Öztürk ile ilgili bilgileri sadece Ogün’den alabiliriz. Çünkü Ogün, o yıl oranın müdavimliğini yapıyordu. İsa’yı işe o almamış ama tanıdığı kesin. İsa’yı bulmak konusunda ondan yardım isteyeceğiz.”
“Ogün onu neden aradığımızı merak eder,” dedim.
“Laf arasında sana askıntı olduğunu, daha önce Sadık’ın mekânında çalıştığını söylediğini, numaranı almaya çalıştığını inandırıcı bir şekilde anlatırsan, eminim Ogün onu hatırlıyorsa bir şeyler diyecektir.”
“Ya hatırlamıyorsa?”
“O zaman konuyu Sadık’a açacağız bir şekilde. O adam hiçbir çalışanının adını unutmaz.”
“Ogün’ün bizden şüphelenmesi demek, İrem’in her şeyi öğrenmesi demek,” dedim yavaşça. “Emir’den yardım istesek? O sorsa Ogün’e ya da İrem’e.”
“Emir bir çuval inciri berbat eder,” dedi Kartal ısrarla. “Başarabilirsen sadece sen başarabilirsin.”
Bana olan güveni içimi yakıyordu. Sessizce başımı salladım. Gözlerim çıplak göğsüne sarkan ucu ay şeklindeki kolyeye kayınca birden içimi garip bir duygu doldurdu. Bakışlarımı hızla yukarı kaldırdığımda, gözleri gözlerimde asılı duruyordu.
“Bu arada eğer iyiysen, artık çiftliğe gidelim,” dedi Kartal bilgisayarın kapağını aniden kapatarak. Bir an ona anlamayan gözlerle baktım. “Yunus’un bahsettiği çiftlik. Hem senin için de iyi olur değişiklik.”
Omuz silktim. “Fark etmez.”
Gözleri yavaşça dudaklarıma dokununca birden gerildiğimi hissettim. Aramızdaki çekimi hissediyordum ve bunu hissetmek göğsümü delip geçiyordu. Yavaşça doğrulup kalktım, beni izlemeye devam ediyordu. Bir şey söylemeden odadan çıktım. Ağır adımlarla odama girdim, komodinin üzerindeki telefonumun ekranı sık sık yanıp sönüyordu ama sesi çıkmıyordu. Bataryanın boşaldığını düşünüp telefona yaklaştığımda, sessize alınmış telefonumun çaldığını fark ettim. Bakışlarım tanımadığım numarada uzun süre kaldı, sonra karanlık odanın içine sinip telefonu açarak kulağıma yasladım.
“Yeni öğreniyorum,” dediğinde sesi başta tanımadığım için kaşlarım çatılmıştı. “Cenk söyledi, geç öğrendiğim için kızgınım ama kendimi burada buluverdim işte.”
Özay.
“Aşağıdayım,” dedi. “Ya sen in ya da ben yukarıya geliyorum, Lavin.”
“Özay,” diye fısıldadım birden gerginlikle. “Ne diyorsun?”
“Düşmüşsün,” dedi sertçe. “Yeni öğreniyorum. Eğer yürüyemeyecek hâldeysen yukarıya geliyorum.”
“Çıldırdın mı?” Gözlerim iri iri açılmıştı. “Hem burayı nasıl buldun sen?”
“Cenk’ten adresini öğrenmesini istedim,” dediğinde derin bir nefes alıp gözlerimi yumdum, Cenk’in koca ağzını dikmek istiyordum. “Seni görmeden gitmeyeceğim, anladın mı?”
“İyiyim, gitmelisin,” dedim yavaşça. “Seninle gidip gitmeyeceğini tartışmak istemiyorum. Sadece gitmelisin.”
“Gitmeyeceğim,” dedi. “Seni görmeden gitmeyeceğim.”
“Sadece bekle,” dedim telefonu kapatarak. Ne halt ettiğini sanıyordu? Ona kızmamam gerekirken neden kalbim bu denli kızgın hissediyordu? Elbise dolabından bir tayt çıkarıp hızla bacaklarıma geçirdim, Kartal’ın tişörtünü çıkarmadım, onun yerine üzerime bir mont aldıktan sonra çoraplarımı ve spor ayakkabılarımı giyerek yavaşça karanlık koridora çıktım. Özay yeniden aradığı için telefonun ışığı bir yanıp bir sönüyordu. Bakışlarım karanlık koridorun diğer ucuna kaydı, Kartal hemen içerideydi, çıktığımı duymamasının imkânı yoktu ama şimdi aşağıya inmezsem, Özay’ın yukarı geleceğine emindim. Özay’ı kapıda görmek, Kartal’ın kavga çıkartması için gayet yeterli bir sebep olurdu.
Kapıya yavaşça yaklaştım, nefesimi tutup kapıyı açtığımda, çıkan sesin Kartal tarafından duyulmamış olması için içten içe dua ediyordum. Montun cebine attığım yedek anahtarı sıkıca kavrayarak araladığım kapıdan dışarıya çıkıp, kapıyı büyük bir ağırlıkla kapattım. Asansöre doğru attığım her bir adımda içimdeki tedirginlik büyüyordu.
Binanın çıkış kapısına yöneldiğim an, birazdan olabilecek her şeyin ihtimali kafamdaki sinema perdesinin ucunu tutuşturmuş, alevlerin ortasında oynuyordu. Otomatik kapının açılmasıyla hemen ileride, bahçenin arkasındaki sokak lambasının altında dikilen Özay’ı görmem bir oldu. Ağzından dökülen soğuğun buharıydı, ellerini şişme montunun cebine koymuştu. Zaten açık renk olan saçları sokak lambasının aşağıya dökülen ışıklarıyla birleştiği için şimdi daha da açık renk görünüyordu. Benim çıktığımı fark ettiği an bana doğru döndü ve bakışlarının yüzümde bıraktığı ağırlık kalbimi sızlattı.
Neden beni özgür bırakmıyordu?
Karların içinde attığım her adım temkinliydi, gözlerim olabilecek her şeye karşı tetikte bir şekilde etrafı gözlüyordu. Bahçeden çıkıp sokak lambasının önünde dikilen Özay’a doğru ilerlemeye başladım. Ellerini montunun cebinden çıkardı, burnunu çekip bana bakmaya devam etti.
“Merhaba,” diyebildim aramızda az bir mesafe kaldığında.
Özay bana doğru bir adım atınca kafamı kaldırıp geçmişimde ayak izleri olan adama baktım.
“İyisin?” dedi ama bunu daha çok sorar gibi söylemişti.
“Evet ama burada olmaman gerekiyordu. Bu şekilde olmamalıydı.”
“Ne şekilde, Lavin?” Özay bana duydukları ona ağır geliyormuş gibi baktı. “Senin için geldim ve düşündüğün hiçbir şey umurumda değil. Umurumda olan sensin.” Bana doğru bir adım atınca, tamamen yok olan mesafe içimi ağrıttı. “Bana yabancı gözlerle bakma, ben senin tek tanıdığınım.”
“Öylesin,” diyerek kabullendim. Sonra düzelttim. “Öyleydin.”
Özay duraksadı, gökyüzünden dönerek düşen kar taneleri açık renk saçlarının arasına tutunuyordu. Kirpiklerime düşen kar tanelerinin soğuğunu zihnimde hissediyordum.
Özay, “Seni görmeye hakkım yok mu?” diye sordu.
“Var,” dedim içimde büyüyen o his beni dağıtmaya hazırlanırken. “Saçmalama, Özay, elbette buna hakkın var.”
Bana tüm bu olanların onun nasıl canını yaktığını göstermek ister gibi bakıyordu. Bir an elini kaldırdı, elimi tutmak istiyor gibiydi ama sonra elini geri indirip gözlerini yerde birikmiş kar tabakasına indirdi. İfadesini göremedim, belki de bu benim için iyi olandı. Gördüğüm her şey ruhumda kendisine ait bir fotoğraf bırakıyordu.
“Yok,” dedi birden bir ses.
İçim düğüm düğüm olurken, Özay gözlerini hemen arkamdaki bir yere çevirdi. Sertçe yutkundum. Buradaydı, arkamdaydı, her şeyi duymuştu. Bakışlarımı omzumun üzerinden ona çevirdiğimde, karların çıplak bedenine, simsiyah saçlarına tutunduğunu görmüştüm. Altında yalnızca siyah bir kot vardı, dövmelerin sardığı kolları soğuktan dipdiri olmuştu ve boynundan aşağı sarkan ay kolyesi, teni gibi ışıldıyordu.
“Sen neden karışıyorsun? Neden her şeye burnunu sokuyorsun?” diye sordu Özay sertçe. “Onu görmek benim hakkım.”
“Sana bunun cevabını vermiştim,” dedi Kartal ölüm gibi bir sesle. “Lavin’den uzak dur.”
“Benim için onun ne anlama geldiğini tahmin bile edemezsin sen,” dedi Özay sertçe, çenesi kasılmıştı. “Benim için onun kim olduğunu, bendeki yerini, ona hissettiğim hiçbir şeyi bilemezsin sen.”
“Eğer onu gerçekten seviyor olsaydın, cümlen benim için diyerek değil, onun için olarak başlardı,” dedi Kartal alevlere esir olmuş sesiyle.
“Peki sen? Sen kim için kuruyorsun bu cümleleri? Kendin için, değil mi?” Özay’ın sesinde sorgu vardı.
Kartal, yamuk bir şekilde gülümsedi. “Onun için,” dedi.
Kalbime yumruk yemişim gibi sarsılsam da nefesimi tutmaktan ileri gidemedim. Özay tam ağzını açacakken sırtımı dönüp, “Burada bekle,” dedim Özay’a. “Geleceğim.”
Adımlarım Kartal’a doğru düşmeye başladı. Hiç beklemediği bir anda buz kesmiş elini tutup onu çekerek bahçeye soktum. Onu bez bir bebek gibi sürükleyen ben olsam da eğer buna müsaade etmeseydi kesinlikle bunu yapamazdım. Kartal’ı binanın içine soktuğum anda, “Bana bak,” diyerek ona doğru döndüm.
Boş bakışları yüzüme çevrili duruyordu.
“Özay’a son söylediğin şey,” dedim ve anlık duraksamanın ardından, “ne demek istedin?” diye sordum.
Altın kahve bakışları şimdi zift siyahıydı. “Anlamayacak kadar aptal olmadığını, bendeki şeyleri benim bile anlamadığım kadar iyi anladığını biliyorum,” dedi, sesi bir alev gibi yüzüme yayılıp bedenimi ateşe vermişti. “Sesli söylememi mi istiyorsun? Direkt söyleyeyim mi istiyorsun? Öyle daha kolay olacak diyorsan, söylerim.”
Kalbimin atışlarını duyamayacak hâle geldiğimde, “Söyleme,” diye fısıldadım.
Kartal dişlerini sıkarak yüzüme bakıyordu. Konuşmuyordu, sadece bakıyordu ve kalbim, cehennemin alevlere göğüs geren kayaları gibi cayır cayır yansa da sağlam bir şekilde göğsümün altında asılı durmaya devam ediyordu.
“Sakın,” dedim. “Sakın onunla kavga etme. Geleceğim. Yukarı çıkıp beni bekle.”
Cevap vermedi.
“Bekle,” dediğimde sadece gözlerimin içine bakıyordu. Bir şey söylemeden yavaşça binadan çıkıp, arkamda bıraktığım duygu yoğunluğu sırtımı izleyerek çığlıklar atarken Özay’a doğru ilerlemeye başladım. Tam karşısında durduğumda, allak bullak bakışları yüzümdeydi.
“Neden karışıyor sana?” diye sordu benim konuşmama izin bile vermeden. “Neden sen karşımdayken arkanda beliriyor ve bir gölge gibi seni içine alıyor?”
“Özay…”
“Kim bu adam, Lavin? Bu adam senin için kim?” Özay bunu haykırır gibi sormuştu. İçimdeki o adını bilmediğim duygu yine benim yüzümle karşımda belirip aynı soruyu fısıldadı: Kim bu adam, Lavin? Bu adam senin için kim?
Cevap vermeden yalnızca gözlerinin içine baktım.
Gözlerini yumup birkaç saniye bekledi. Elimi yavaşça boynuma attım, güneş kolyesini çıkarıp tişörtün üzerine bıraktığımda, Özay’ın gözleri açıktı ve bakışları kolyedeydi. Burnumu çekip kafamı kaldırdım ve onun ela gözlerine bakmaya başladım. Bakışları kolyeden kopup bana dokundu.
“Lavin,” diye fısıldadı. “Onu seviyor musun?”
Başımı yavaşça salladığımda gözümden bir damla yaş yavaşça yanağımdan süzüldü ve diğer yanağıma bir kar tanesi düştü. “Evet,” diye fısıldadım. “Felaketim olacak, biliyorum ama onu seviyorum.”
Özay sadece başını sallayıp tam arkama baktı, o an kalbimin atışlarının sustuğu andı.
Arkama baktım.
Oradaydı.
Bana bakıyordu.
Kardan adamın kordan kalbi, tam göğsünün ortasında yalnızca benim için yanıyordu.