🎧: Levithan, Red Moscow
🎧: Duman, Melankoli
Bıçak tenine saplandı diye, suçlu bıçak mı?
Sen hiç, bir bıçak olmadın mı?
Sen hiç, bir katilin ellerindeyken birine saplanmadın mı?
Güneşin geç doğduğu bir şehirde, yıldızların kuşları ışıklarıyla vurup öldürdüğü bir gecenin içindeydim.
Hapishanem olduğunu fark ettiğim dört duvar usul usul üzerime yıkılmaya başladığında, gözlerimi fotoğraf karesinden çekip onun nabzı zayıf bir güneş gibi ölüme hazırlanan kahverengi gözlerine baktım.
Bana bakışı, bir takvim yaprağının üstüne çizilmiş öleceğim günü gösteren tarihe bakıyormuşum gibi hissettiriyordu.
Gözlerimi Özay’ın gülen yüzüne indirdiğim saniyelerde, kalbimin içinde bana ait olmayan bir his, güçsüz bedenini eğe kemiğime yaslamış, uyuşmuş kolunu ovuyordu.
“Sen bunları nereden buldun?”
Kartal’ın başını yavaşça salladığını görür gibi oldum ama bu kez kafamı kaldırıp ona bakmadım, belki bakmak istemedim belki de bakamadım. Tam yerde duran fotoğrafa elimi uzatacaktım ki ayağını fotoğrafın üstüne koyup fotoğrafı acımasızca çiğnedi. Gözlerimdeki yerini koruyan ruhsuzlukla ayağının altında ezilen fotoğrafı izlerken tek kelime etmedim.
Bunu yapma hakkını kendinde nasıl oluyordu da bulabiliyordu?
“Güzel gülüyormuşsun,” dedi soğuk sesiyle. Gözlerim hâlâ ayaklarındaydı. Ona bakmamak konusunda ısrarcıydım ve biliyordum ki ona bakmadığım için şu an olması gerekenden daha da sinirli hissediyordu.
“Ne önemi var?” diye sordum sonunda konuştuğumda. Gerçekten ne önemi vardı? Gözümün önünde bana ait bir anıyı ayaklarının altına alan bu adamın karşısında, dizlerimin üstünde oturuyordum. Bir önemi olmadığını göremiyor muydu? Ben anılarımı Kardelen ile birlikte toprağın altına gömmüştüm.
“Doğru,” dedi lav gibi. “Hiçbir önemi yok.”
“Evet,” dedim. “Özay benim anılarıma ait bir moloz yığını.”
“Öyle mi?” diye sorunca kafamı kaldırıp ona baktım. Ardından hiç beklemediği bir şekilde ayağa kalkıp, fotoğrafların oluşturduğu anı okyanusunun içinde dimdik durdum.
“Evet,” diye mırıldandım. “Ama sen benim anılarımda bir moloz yığını bile değilsin, Alaşan.”
Eğer ona kulağından kan akmasına neden olacak oktavda bir tokat atmış olsaydım, bana böyle büyük bir şokla bakamazdı, biliyordum. Meydan okuyan gözlerim şimdi burada, onun gözlerinin içindeydi ve ben o gözlerin gerisinde uyuyan düşünceleri görmek için pürdikkat ona bakıyordum.
“Benimle de anıların var.”
“Arkadaşımın çok da yakından tanımadığım abisi olduğun anılardan mı bahsediyorsun?”
Dişlerini sıktı.
“Eğer istersem senin tüm anılarını bana ait yapabilirim,” dedi Kartal tekrardan konuştuğunda ama sesi artık ona ait değil gibiydi. Sanki bir canavar, karanlığa ait bir ruh, cehenneme sahip bir şeytan konuşuyordu benimle.
“Neden?” diye sordum bu kez. “Bir moloz yığını olmak için mi?”
Dişlerini sıktığını gördüm. Sabrının sonlarında olduğunu biliyordum ama bunu umursamıyordum. Beni bileğimden yakalayıp kendine doğru çekince ona karşı koymadım, aksine onun gözlerine aynı boşlukla bakmayı sürdürürken sadece ona sokuldum. Kafamı kaldırdım ve o kahverengi gözlerin içine bakmaya devam ettim.
“Moloz yığını demek,” dedi, nefesi dudaklarıma çarpıyordu.
Bir elini usulca belime kaydırdı, ince belime bastırdığı avucundan akan sıcaklığı tenimde hissettiğimde, kalbimde anlam veremediğim bir ağrı dolaşmaya başladı. Diğer eliyle çenemi kaldırdı ve kafamı yukarıya doğru açılayarak yüzümü tamamen odağı hâline getirdi. Kirpiklerimde sancılı bir his ile onun gözlerini izlemeyi sürdürdüm. Ortasında durduğumuz fotoğraflar sanki yanıyor, alevler bedenimizi bir çemberin içinde tutuyordu. Yüzünün yüzümün sınırlarına yaklaşmaya başladığını hissettim. Gözlerimi içlerine cam kırıkları batıyormuş gibi telaşsızca kıstım. Dudaklarını dudaklarımın zindanına yaklaştırdığı esnada nefesi sanki benim nefesimmiş gibi yakındı.
Dudaklarımızı birleştireceği sırada, “Beni asla hiçbir fotoğraf karesinde seninleyken gülümsetemeyeceksin,” dedim.
Sanki avucumun içinde bir bıçak vardı ve ben o bıçağı onun tam iki göğsünün arasına, kalbinin oldukça yakın bir noktasına saplamıştım. Dudakları dudaklarımın trafiğinde tıkanıp öylece aynı yerde kaldığı sırada, geri çekilip bu birleşmenin önüne büyük bariyerler, aşılması güç dağlar dikmiştim. Avucumu kalbinin üstüne bastırarak onu itip ondan uzaklaştım. Arkama bile bakmadan kapıya doğru yürümeye başladığımda dudaklarının kilidi açıldı. Kelimeleri tam olarak şöyleydi:
“Belki seni gülümseten adam olamayacağım ama bundan sonra akacak olan tüm gözyaşlarının tek sahibi ben olacağım.”
Bir an ondan nefret etmek, dönüp bu nefreti onun suratına kusmak istedim ama nefret etmek bile bir duyguydu, kalbinde bir oda ayırmaktı ve ben ona kalbimde bir oda ayırmak istemiyordum. Kapıyı açıp yavaşça odadan çıktım, tek kelime etmeden bana ait olan odaya giderken arkamdan gelmeyeceğini biliyordum. Gelmesini istemiyordum.
Odanın kapısını sıkıca örtüp makyaj masasının önündeki sigara paketini aldım ve odanın penceresini açıp kalçamı pencerenin pervazına yaslayarak sigaramı yaktım. Oda o kadar karanlıktı ki tek ışık içime çektiğim zehir, ateşin kollarını kullanarak sarıldığı tütündü.
Sokağı ölü bir kente çeviren soğuk, yüzüme büyük, nasırlı avuçlarıyla dokunurken, kalbimde taşıdığım anlam kaymalarıyla sigaramı içmiştim. Sabahın ne getireceğini bilmiyordum ama bu gece de tıpkı diğer geceler gibi benden bir şeyler alıp götürmüştü.
Her seferinde sabah eli kolu boş bir şekilde geliyor, gece ise gitgide azalan benden yepyeni şeyler koparıp götürüyordu.
Yine öyle olmuştu.
💫
Gözüme girmeyen uykunun girdiği yer kafam olacak ki, öyle büyük bir ağrı çekiyordum ki bunun haddi hesabı yoktu. Parmaklarımın arasında tuttuğum sigarayı kül tablasının içine silkip kafamı kaldırdım, Sahra karşımda oturuyordu. Burak ve Sahra sabahın köründe gelmişlerdi, Kartal odadan çıkmadığı için onları ben içeri almıştım. Son yarım saattir masanın etrafına dizilmiş olan sandalyelerin üzerine oturmuş, birbirimizi izliyorduk.
Burak, pet şişeyi kafasına dikince, vakumladığı pet şişeden rahatsız edici bir ses çıktı ve pet şişe saniyeler içinde Burak’ın büyük avuçlarının içinde buruş buruş oldu.
Sahra’nın yan gözle sevgilisine baktığını gördüm, dirseğiyle Burak’ın boşluğunu dürtüp, “Şu suyu insan gibi iç,” diye uyarıda bulundu. Ardından gözlerini bana doğru çevirdi. “Geldiğimizden beri suskunsun. Bir sorun yok değil mi?”
“Hayır,” dedim sadece. Sigarayı kül tablasının siyah yüzeyinde biriken gri kül birikintisinin içine gömdüm, ezerek söndürdüm. Sahra’nın iri gözleri uzun bir süre daha yüzümde gezinmeyi sürdürse de o bakışlar sonunda benden ayrılıp erkek arkadaşına döndü.
“Kartal neden hâlâ odasından çıkmadı?”
“Sızıp kalmıştır,” dedi Burak.
“Sızıp kalması sence de yeterince büyük bir sorun değil mi, Burak?” diye sordu Sahra çatık kaşlarla. “Arkadaşımızın günden güne nasıl daha büyük bir alkoliğe dönüşeceğini mi izleyeceğiz?”
“O zaten bir alkolik,” dedi Burak yüzünde mermer gibi bir ifadeyle doğrudan kız arkadaşının yüzüne bakarak. “Bunu anlamıyor musun?”
“Ama onu kurtarmak için hiçbir şey yapmıyoruz.”
“Çünkü o kurtarılmak istemiyor,” dedi Burak. Ardından sandalyeyi yerde sürükleyerek kalkıp salonun ortasına doğru ilerlemeye başladı. “Kartal, kurtulmak istemiyor.”
“Ve sırf kurtarılmak istemediği için biz onu kurtarmayacağız,” diye fısıldadı Sahra başını olumsuz şekilde iki yana sallayarak.
“Sahra, sorun istemiyorum bebeğim, tamam mı?” Burak, Sahra’ya doğru dönüp başını yavaşça salladı. “Sorun yok, tamam mı?”
“Şu Ender denen pisliğe ne oldu?” diye sordu Sahra, bu kez o dramatik duygu yerini öfkenin pençesine bırakmıştı.
“Bilgim yok. Sen bunlara kafanı yormasana, senin düşünmen gereken şeyler bunlar değil.”
“Polis, Kartal’ın peşine düştüğünde de düşünmem gereken şeyler bunlar olmayacak, değil mi?” diye sorduğunda artık Sahra’nın sesi sertti. Aslında çok mantıklı konuşuyordu. “Bu işin sonunu görebiliyorum, anladın mı? Bu işin sonunda Kartal’ı tamamen kaybedeceğiz.”
Burak derin bir nefes aldıktan sonra, “Ne zaman kazandık ki?” diye sordu ve işte bu, benim göğsümde uyuyan duyguları uyandıran soru cümlesi oldu.
Kartal, aslında yapayalnızdı. Bu yalnızlığı kendisi seçmiş olsa da yapayalnızdı. Okyanusun içindeki su damlası gibi… Etrafı sularla kaplı olsa da o bir başınaydı.
“Benim hakkımda olan yorumlarınız nihayete erdiyse artık evden çıkabiliriz.” Bu ses ona aitti. Gözlerimi salonun girişine çevirdim, orada dikiliyordu. Beyaz, yuvarlak yakalı bir tişört giymişti ve tişörtün üstünde de siyah deri ceketi vardı. Dizleri eskitilmiş gibi duran siyah kot pantolonu altındaydı. Dağınık görünen siyah saçları biraz uzamış gibiydi ama çok uzun görünmüyordu, yine de elimi saçlarının arasına soktuğumda parmaklarım o yoğunluğun içinde kaybolurdu kesin. Bu düşünce karnımın çekilip sanki tam ortasına bıçak saplanmış gibi sancımasına neden oldu.
Gözlerine baktım ama o bana değil, salonun ortasında dikilen arkadaşına bakıyordu. Altın parçalarına sahip kahverengi gözleri, salonun loş aydınlığının etkisiyle şimdi viski rengindeydi. Kirpikleri ıslak gibi duruyordu. Yoğun, ıslak ve simsiyah. Bu görüntünün nedeni yüzüne çarptığı sudan kaynaklıydı, su damlaları çenesinden aşağı süzülüyordu. Gözyaşları gibi… Bir an çarpıcı kahverengi bakışları beni bulur gibi oldu ama gözlerimiz birleşmeden hemen önce hızlıca gözlerini gözlerimden uzaklaştırıp Sahra’ya çevirdi.
“Nereye gidiyoruz?” diye sordu Sahra, sesi şaşkın çıkmıştı.
“Bu oyunun içinde olmayı seçen siz değil misiniz?” diye sordu Kartal gözlerini Sahra’nın iri gözlerinden çekmeden. Çenesi kaskatı görünüyor, su damlaları çenesinden aşağı süzülüyordu.
“Uzatma,” dedi Burak, bu kez sesi yorgundu. “Nereye gidiyoruz?”
“Akademiye.” Kartal, topuklarının üstünde döndü. “Bu iş çok uzadı. Kız ve ben yalnızken ilgi çekiyoruz. Çevremizin biraz daha kalabalık olması, dikkatin dağılması gerek. Sadık Parlak konusunda son elleri oynayacağım. Bir şey çıktı çıktı, çıkmazsa…”
“Çıkmazsa ne?” diye sordu Sahra çatık kaşlarla.
“Çıksa da çıkmasa da Sadık Parlak ölecek.” Sesi kurşungeçirmez bir yelek gibiydi, yeleğin önünde çarpan bir kalp, arkasında tonlarca kurşun izi vardı.
Sahra durdu, ardından dudakları usulca aralandı: “Ne?”
“Beni çok oyaladı, bunun bir bedeli olmalı.”
“Bunun bedeli ölüm mü? Sen kafayı yedin galiba?”
Kartal’ın omuzlarında, Azrail’in gölgesi bir palto misali asılı duruyordu. Gözlerine, kana karışan zehir gibi karışan karanlık duyguları görmek istesem de şu an bize bakmıyordu. Salondan çıkıp dar koridorda gözden kayboldu. Sahra yerinden kalkıp ellerini saçlarının arasına daldırdığı esnada Burak, yüzünde demir gibi bir ifadeyle, “Sakın başlama!” diye bağırdı. “Yeter!”
Sahra, “Bana neden bağırıyorsun?” diye bağırarak karşılık verdi Burak’a. “Tüm bunların suçlusu benmişim gibi!”
“Şu adamın hayatına karışmaktan vazgeç, bokunu çıkardın iyice! Tüm arkadaşlarının hayatını yönetemezsin.” Burak’ın öfkeli sesi bir an için Sahra’nın duraksamasına neden olsa da Sahra geri çekileceğe benzemiyordu. Yüzünün arazisini saran bir kırgınlıkla hışımla koltuğa doğru yürüdü. Koltuğun üstünden ceketini aldıktan sonra ceketi kolunun içine astı ve salonun çıkışına yöneldi.
“Nereye gidiyorsun?” diye sordu Burak, sesi allak bullaktı.
“Bana bağıramayacağın bir yere.”
“Buraya gel, Sahra,” dedi Burak, sesi yorgundu.
“Ben o akademiye falan gelmiyorum, anladın mı? Gelmiyorum!”
Sahra koridora çıktı, Burak arkasından gitmişti ama Sahra’nın aksine Burak daha sakin görünüyordu. Birlikte büyük bir hızla evden çıkmış olsalar da bina boşluğunda yankılanan seslerini duyabiliyordum. Tartışıyorlardı. Sırtımı sandalyeye yaslayıp gözlerimi tepede duran avizeye çevirdim, avizenin kristal kollarında yansımam vardı; her kol, bana benzeyen yansımalarla doluydu. Burak ve Sahra’nın birbirlerine bağırışlarını dinlerken gözlerimi yan yana dizilmiş gibi duran yansımalarımdan ayırmadım.
Bir süre sonra bu bağırış sesleri Sahra’nın hıçkırık sesleriyle daha da dramatik bir havaya büründü. Burak, bağırmayı kesmişti ve Sahra, ağlıyordu. Gözlerimi yansımadan bıçakla bir şeyi ikiye yarıyormuşum gibi büyük bir hızla çekip ayağa kalktım. Odaya geçtiğimde artık ne Sahra’nın ne de Burak’ın seslerini duyamıyordum. Elbise dolabını kaydırarak açtıktan sonra bakışlarımı bana ait olmayan ama bedenimi içine bir astar gibi diktiğim pahalı kıyafetlerde dolaştırmaya başladım.
Beyaz, balıkçı yaka ince bir kazak alıp, gitgide daha da incelen bacaklarımı içine yerleştirebileceğim lacivert, dar paça bir kotu askıyı kırmak pahasına çekerek dolaptan çıkardım. Giyindikten sonra makyaj masasının önüne geçtim. Taramaya üşendiğim saçlarımı büyük bir topuz yapıp, sırt çantamı omzuma attım.
Odadan çıkarken cep telefonumu kotumun ön cebine, sigara paketimi de sırt çantamın ön gözüne atmıştım. Koridora çıktığımda onu hemen vestiyerin önünde gördüm. Dudaklarının arasında eğreti duran bir sigarayla eğilmiş spor ayakkabısının bağcıklarını bağlıyordu. Sigaranın dumanları kıvrılarak onun siyah saçlarının arasına karışıp yok olurken kafasını kaldırdı ve o an, onunla göz göze geldiğimiz ilk andı.
Birkaç saniyeyi altın kahve gözlerine yatırdıktan sonra, dün gece olanlar sanki hiç yaşanmamış gibi soğukkanlı bir yüz ifadesiyle arkamda kalan kapıyı yavaşça kapattım. O da ayağa kalkıp sigarasının uzayan külünü büyük avucunun içine silkti. Onun yapabileceklerini düşünürken kalbim göğsümün altında kaskatıydı ama o bunu bilmiyordu. Yavaşça ona doğru yürüdüm, sırtını bana dönünce duraksayıp kaşlarımı çattım.
“Hep dört ayağının üstüne düşeceğini mi sanıyorsun?” diye bir soru attım ortaya. “Zeki ve akıllı olmak arasında dağlar kadar fark var, Doktor. Zekisin ama akıllı değilsin.”
“Sana fikrini soran mı oldu? Benim tam aksime sen de akıllısın ama zeki değilsin, Lavinia. Şimdi yürü.”
“Yürür müsün?” diye düzelttim onu kanımda kaynayan o başkaldırma isteğiyle.
“Her ne sikimse.” Kapıyı sertçe çekerek açınca bina boşluğundaki sessizlik bir mızrak gibi aramızdan geçti. Burak ve Sahra artık burada değillerdi.
“Bilmediğin bir şey daha var, Doktor,” dedim yerimden bir santim bile hareket etmeden onu izlerken.
Bana yandan alay dolu bir bakış atıp, “Neymiş?” diye sordu.
“Zekânın olmadığı yerde aklın, aklın olmadığı yerde de zekânın hiçbir anlamı yoktur.”
Bana suyun yüzeyine düşmüş yansımasını izliyormuş gibi bakıyordu. Sanki o su hafifçe dalgalanıyor, yansıması bir parçalanıyor, bir kırılmış kemik gibi yavaşça birbirine kaynıyor, bir de dağılıp siliniyordu. Ona doğru yürümeye başladığım saniyelerde o altın rengi gözler hâlâ bendeydi.
Tam yanında durdum.
“Bu işi kökünden çözebilmemiz için birbirimize ihtiyacımız var.” Yan gözle ona baktım, hâlâ bana bakıyordu. “Ve duygulara değil. Mantığa.”
“Bunu sen mi söylüyorsun?” diye sordu, şaşırmışa benziyordu.
“Hım?”
“Daha dün gece eski sevgilisinin yalnızca fotoğraflarını bile görünce ne yapacağını şaşıran o küçük kız çocuğu mu mantıktan bahsediyor?” Güldü, burnundan verdiği o sert nefesi yanağımda hissetmiştim. Kaşlarımda öfke tohumları çatlamaya başlayınca, alnımın ortasında bir yarık filizlendi. “Ölüm Çiçeği, sen duygularının esirisin.”
“Duygularının esiri olan ben değilim. Sensin. Ve zekâ, duygularla aynı yolda ilerlemeye başladığı zaman, ilk virajı dönemeyince sahibini uçurumdan aşağı uçurur.”
Bana boş, anlamsız gözlerle baktıktan sonra yanımdan sıyrılıp geçti. Bir şeyler demesini zaten beklemiyordum. Onun için kolay olan belki de buydu. Bir şeyler söylerdi, benden karşılık aldıktan sonra da ya yediremez ya da ciddiye almazdı ve giderdi. Bazen tüm bu olup bitene bir anlam yükleyemiyordum. Kısa süre içinde her şey değişmiş, hayatlarımız altüst olmuştu.
Kartal, bana doğrultulmuş bir silah gibiydi ve bu silahı Kardelen tuttuğu için kendimi savunamıyordum.
Aracın içindeyken hiç konuşmadık. Okula geldiğimizde Burak ve Sahra’nın son durumlarının ne olduğunu merak etsem de ağzımı açıp Kartal’a bu durumla ilgili tek kelime bile etmedim. Emir, akademinin bahçesinde, gövdesi kalın ağacın altında oturuyordu.
Kartal önüme geçip binaya doğru ilerlemeye başladığında alnımın ortasında duran yarıkla onun gidişini izledim. İçimdeki sıkıntı gitgide büyürken ağır adımlarla Emir’in yanına doğru yürümeye başladım. Biraz sonra tam ters istikametten İrem’in de Emir’e doğru yürüdüğünü görmüştüm ama İrem beni görmemişti, Emir’e el sallıyordu. Emir’in yanına ilk varan İrem oldu, sonra görüş alanlarına ben girdim.
Nereye gittiğimi bilmeden bir yerlere gidip duruyordum. Arkamda şehirler ölüyor, önümde kıtalar doğuyordu ve anılar, her zaman nefesini hissettiğim bir Azrail gibi beni öldüreceği günü bekliyordu.
“N’aber?” diye sordu Emir.
“Aynı. Dersin yok mu?” diye sordum.
“Aa, delinin zoruna bak. Babam gibi konuşuyor…”
İrem, sırıttı. “Yalnız bir gün cidden babanın elinde kalacaksın. Şu mekânda çıkardığın ne kadar vukuat varsa hepsi babanın kulağına gidiyor. Bikeç ailesi kriz masası…”
“Sus kız sen de,” dedi Emir homurdanarak. “O kriz masasına beni yatırıp kıtır kıtır kesmesine az kaldı pederin…”
“Hak ediyorsun ama,” diye söylendi İrem, ardından buz mavisi gözlerini gözlerime dikti. “Biraz yorgun musun? Yoksa uyumadın mı?”
“Uyumadım,” dedim kuru bir sesle. Sonra durup, “Sabaha kadar dizi izledim, insanın işi olmayınca saracak bir şeyler arıyor,” diye yalan söyledim.
İrem’in gözlerinde görmeye alışkın olmadığım anlayışlı bir ifade gördüm.
Emir, “Konsere gelecektiniz değil mi?” diye sordu.
“Bir aksilik çıkmazsa.”
İrem, “Kartal’a bağlı yaşayacak değilsin ya. Eğer gelmek istiyorsan benimle gelebilirsin,” dedi. “Kartal bu konuda kıskanç bir abi gibi davranmazsa iyi olur. Çok sıkıcı…”
Bir an gerçekten gülecek gibi oldum ama kendimi toparlayarak, “Teşekkürler, İrem,” dedim.
“Sen daha düne kadar Kartal’dan hoşlanmıyor muydun ya?” diye sordu Emir kaşlarını kaldırıp gözlerini İrem’e dikerek. “Hangi dağda kurt öldü?”
“Ben yakışıklı olan her şeyden bir anlığına hoşlanırım, Emir.”
“Bu demek oluyor ki zamanında benden de hoşlandın…”
İrem, yüzünü buruşturdu. “Sen yakışıklı değilsin,” diye söylendi.
Emir, yüzünde aşağılayıcı bir ifadeyle İrem’e baktıktan sonra saçlarını düzeltip, “Hadi oradan sarışın, ben güzelim,” dedi.
Kendi etrafını ören bir duvar gibiydim. Duvarlarımdaki eksik tuğlaların yarattığı boşluklardan içeriye hava sızıyor, bu hava bir yaradaki çürükmüşüm gibi beni sızlatıyordu.
Emir ve İrem’in konuşmaları zihnimden çok uzaklarda can buluyordu ve ben bu konuşmaların içinden kendimi dondurduğum bir kayığın ortasında oturmuş yavaşça yüzerek geçiyordum. Kayık su alsa da sözcükler zihnime bulaşmıyordu.
Okul kapısının önünde yaşanan kargaşa, tüm sularımın hızla derinlere çekilmesine, kıyılarımdaki kum ve taşların çırılçıplak kalmasına neden oldu. Gözlerim kargaşaya tutunmaya çalışan bir dikkatle kalabalığa çevrildi, Emir ayaklanmıştı ve İrem’in dudaklarından şaşkınlığın cümlelere yansımış ezgisi dökülüyordu.
“Ne oluyor?” diye bağırdı Emir. Ben daha ne olduğunu konusunda kafamda bir fikir oluşturamadan o tanıdık yüz görüş alanıma girdi. Bu kişi Toprak’tı. Toprak’ın kucağında zayıf bir çocuk vardı ve Toprak, panikle bağırıyordu. Onun burada ne işi olduğu ya da neden o çocuğun onun kucağında baygın hâlde yattığı bir kenarda dursun, ben çocuğa ne olduğunu anlamaya çalışıyordum.
İrem’e doğru döndüğümde, İrem’in donakalmış hâlde kapıya baktığını gördüm. Onun koluna dokundum, bu sıçramasına neden oldu. Bana afallamış bakışlarını dokundurduğu esnada Emir kalabalığa doğru koşmaya başlamıştı.
“İrem?” dedim sorar gibi.
Mavi gözleri gözlerime tutunmadı. Hızla Toprak’a doğru döndü. Toprak, kucağındaki zayıf çocukla merdivenleri koşar gibi inmeye başlamıştı. Bir siren sesi tüylerimin hızla havaya dikilmesine neden oldu. Kalabalığın içinde Kartal da vardı. Gözlerini Toprak’ın kucağındaki çocuğa dikmiş, pürdikkat çocuğa bakıyordu; güzel yüzü kireç gibiydi.
Kalabalığa doğru yürümeye başladım. Adımlarım hızlandıkça omzuma asılı olan spor çanta aşağıya doğru kayıyor ve ben panikle onu yukarıya doğru çekiştiriyordum. Ambulansın siren sesi bir kez daha geçmişten aldığı bıçaklarla doğrudan bana saldırarak okulun bahçesinde inlemeye başlayınca olduğum yerde donup kaldım.
“Geri çekilin!” diye bağırdı Toprak, koyu renk saçlarından su damlaları akıyordu. “Hava almasına izin verin! Kriz geçiriyor!”
“Ona ne oluyor, Toprak?” diye sordu genç adamlardan bir tanesi.
“Soyunma kabininde bu hâlde buldum, büyük ihtimalle yüksek dozdan bu hâlde,” dediğini duyar gibi oldum Toprak’ın. Kanım çekildi. Toprak, kollarında göğsüne dövdürdüğü kaderi taşıyormuş gibi hissettim.
Çok geçmeden ambulans bahçesinin ortasındaydı, ambulansın başında duran ışıklar, renklerini ağaçlara çarparak yanıyor, sağlık görevlileri ambulanstan büyük bir hızla inerek Toprak’ın kucağındaki çocuğa doğru koşuyorlardı.
Sedye bozuk yolda tangırtılar çıkararak ilerlemeye başladı. Kartal, ağır adımlarla merdivenlerden inerken, ben de ona doğru yürüyordum ama elim ayağım birbirine karışmış, terli parmaklarım panikle titremeye başlamıştı. Toprak, merdivenlerin sonuna gelince, Toprak’ın kucağındaki çocuk bir anda kusmaya başladı. Bembeyaz kusuyor, köpüklü kusmuğu zemini kaplamaya başlarken sağlık görevlileri onu Toprak’ın kucağından almaya çalışıyorlardı.
Çocuğu sedyeye yatırdılar fakat çocuk öyle bir titriyordu ki sedyenin üstünden düşecek gibiydi. Birkaç sağlık görevlisi çocuğun düşmesine engel olmak için çocuğa dokunduklarında çocuk acı çığlıklar koparmaya başladı. Sanki tüm organları bedeninin içinde usul usul kaynayıp eriyor, o ağzından burnundan gelen kanla karışık kusmuklarla aslında bir nevi organlarını kusuyordu. Bir an gerçekten dizlerimin üstüne düşeceğimi sandım; o an omzuma dokunup düşmeme engel olan kişi Kartal Alaşan’dı.
“Gidelim buradan,” dedi Kartal kulağıma doğru fısıldayarak. Gözlerimi yere yayılan sıvı ve kandan ayıramıyordum. Kartal’ın parmakları tenime bir ceset misali gömülünce, gözlerimdeki mezarlığın demir kapısı korkunç bir gıcırtı eşliğinde aralandı.
Toprak’ın tişörtü kusmuk içinde olmuştu, ellerinde de aynı şekilde kanlı sıvı vardı ve gözleri doğrudan sedyenin üstünde durmadan kusan genç çocuktaydı. Kartal’ın kollarını bu kez belimde hissedince güçsüz bakışlarımı onun güçlü olacağına inandığım gözlerine çevirdim; gözleri bir enkazdı. Gözleri, temmuzun ortasında soba yakmak gibiydi.
“Hiç şansı yok,” diye fısıldadı gözlerimin içine bakarken. “Hastaneye yetişemeden ölmüş olacak.”
Başımı iki yana sallarken gözlerim bir bebeği rahminden kusmak isteyen kadın gibi ağrı çekiyordu. “Hayır,” dedim zorla. “Ölecek olsaydı ambulansın gelmesini beklemezdi.” Yutkundum. “Ölürdü.”
“Boşuna ümit etme, Ölüm Çiçeği.”
“Sen doktor değil misin?” Gözlerimi sedyedeki çocuğa çevirdim. Sağlık ekipleri boğulmaması için müdahale etmeye çalışıyordu. Oysa çok vakit kaybedilmişti, onu artık bir hastaneye götürmeliydiler. “Bir şeyler yap.”
“Benim yapabileceğim bir şey yok,” dedi Kartal, sanki bu onun lanetiydi.
Farkında olmadan onun tişörtünü avuçlayıp gözlerine, gözlerinin tam içine baktım. “Kartal, bir şey yap,” diye fısıldadım.
Gözlerini yumup birkaç saniye öyle bekledi. Alnındaki damarlar, bir şehri diğer şehre ulaştıran yollar gibiydi. Ellerini belimden koparıp benden ayırdı. Bedeni bedenimden, ortasından ikiye kopan ip gibi ayrıldı. Büyük bir hızla sedyeye doğru koşmaya başladığında titreyen ellerimle onun arkasından bakakalmıştım. Sedyenin önüne geldiği sırada bir sağlık görevlisi onu uzaklaştırmaya çalışınca adamın elini iterek adama ters ters baktı. Genç çocuğun bilincinin açıp olup olmadığını kontrol etmeye başlamıştı. Tüm gözler onun üzerindeydi. Çocuk bir kez daha kusmaya başladığında, Kartal çocuğun başını bir tarafa doğru çevirip ağzını sedyedeki bez ile temizledi. Parmağını boynundaki nabız yoluna bastırdı, gözlerini sağlık görevlisine çevirdi.
“Burada neden vakit kaybediyorsunuz?” diye sordu.
“Girişte ambulansın lastiği patladı,” diye açıklamada bulundu görevlilerden bir tanesi. “Lastik değiştiriliyor. Hemen halledeceğiz. Uzaklaşın lütfen.”
“Kes!” dedi Kartal gözlerini genç çocuğa indirerek. “Bu çocuk ölüyor. Tuzlu su getir bana.”
Toprak, Kartal’ın yanında dikiliyordu. Kartal, Toprak’a bir işarette bulunarak çocuğu döndürmesi konusunda ondan yardım istedi. Herkes olup biteni sanki film seyrediyormuş gibi izlerken aslında yürekler ağızdaydı. Öğretmenlerin yarısından çoğu dışarıya dökülmüş, kalabalık bir süre sonra curcunayı doğurmuştu. Kartal, getirilen, içinde muhtemelen tuzlu su olan şırıngayı aniden çocuğun ağzının içine sokunca bir an herkes çığlık atmaya başladı. Bense donmuş hâlde onun sakin hareketlerini izliyordum. Tuzlu suyu çocuğa tamamen enjekte ettikten sonra onu tekrar çevirdi ve çocuk bir süre sonra daha kuvvetli bir biçimde kusmaya başladı.
Öyle çok kusuyordu ki o kustukça Kartal onun başına dokunarak, “Hadi oğlum, dayan,” diyordu.
Çocuk daha şiddetli kusmaya başlayınca, Kartal kafasını kaldırıp sağlık görevlilerinden birine, “Opiat reseptörlerini bloke eden antidot naloxone kullanılmalı. Sakın bana bu panzehire erişim sadece tıbbi personel için açıktır tatavası yapayım deme. Bu bir acil ambulansı değil mi? Şu an burada bu panzehir olmalı. Hemen getir bana!” dedi hiddetle.
“Bunu yapamam, işimden olurum,” dedi adam şok içinde.
“Çocuk ölüyor ulan pezevenk, senin görevin bir insanın hayatını kurtarmak!” diye bağırdı Kartal. “O panzehir gerekli. Bunu sen de biliyorsun.”
“Bunu sadece bilinçli biri yapabilir. Şu an dozajı ayarlayabilecek kimse yok burada!” dedi adam dehşet içinde.
“İntravenöz, intramüsküler ve subkutan olarak 0.4 – 08 mg dozda uygulayacağım. İki üç dakika içinde etki olmadığında tekrar uygulamaya izni olan bir panzehir. Sonucunda solunumu normalleşecek ve tansiyonu yükselecek. Bu bilgi senin için yeterli mi?” Kartal, sedyeye sertçe vurdu. “Şimdi getir onu bana!”
Ceyda’nın varlığını hisseder gibi oldum ama pürdikkat Kartal’ı izliyordum. Şimdi ne olacaktı? İnsanlar onun bu kadar bilgili olmasını normal karşılamazdı. Peki o genç çocuk? Sağlık görevlisinin panikle ambulansın içine girdiğini gördüm, adamlar tekerleği değiştirmeyi başarmışlardı ama sağlık görevlisi onları durdurmuştu. Nasıl olmuştu bilmiyordum ama Kartal, onun güvenini kazanmıştı. Adam elindekilerle tekrar olay yerine döndüğünde Kartal’ın alnından ter damlaları süzülüyordu. Binanın gövdesinin gölgesi bedenini örtmüştü, ben ise güneşin altında cayır cayır yanıyordum sanki.
Kartal, “Antidotu kullandıktan sonra yoksunluk belirtileri göstermeye başlayacaktır,” diye uyarıda bulundu. “Bu işlemi uyguladıktan sonra kırk beş dakika içinde onu hastaneye götürmelisiniz. Naloxone, sadece kırk beş dakikaya kadar etkilidir.”
Kartal uygulamaya başladığında aynı anda sağlık görevlisiyle konuşup onu bilgilendiriyordu. Ruhumda dondurucu bir soğuk vardı, güneş beni kavursa da sanki ruhumla birlikte ben de buzdan bir heykele dönüşüyordum.
Genç çocuğu ambulansa götürmek için harekete geçildiğinde kalabalık artık daha dağınıktı, insanlar fısıltılar hâlinde bir şeyler konuşuyorlardı ve şaşkınlık hâlâ ortada yanan bir ampul gibi ışık saçıyordu. Kartal, sedyeyi takip ederek ambulansın açık duran kapısının önüne kadar geldi. Tutmayan bacaklarımı zorlayıp onu takip ettim. Sağlık görevlisi tam ambulansın kapısını kapatacaktı ki Kartal’ı görünce durup gözlerini Kartal’ın gözlerine sabitledi.
“Sağ ol, delikanlı,” dedi. Ardından gözlerini çocuğa çevirdi, durumu kötü değildi ama iyiye de gitmiyor gibi duruyordu. “Her ne kadar bilinçli olsan da faturası bana bayağı pahalıya patlayacak.”
“Kartal Alaşan,” dedi Kartal hiç beklemediğim bir anda. Etrafımıza hızla bakındım, hemen karşıda Toprak vardı. Onun dışında biri duymuş olamazdı. Adam, Kartal’a anlamayan gözlerle bakında Kartal tekrar etti: “Kartal Alaşan.”
“Ne?”
“Bunu başhekime söyle. Adımın bu olduğunu söyle.”
“Sen…” Sağlık görevlisi durdu. “Soyadın…”
“Bu kadar,” dedi Kartal, geri çekilince bir an sırtı göğsüme çarptı ve bu duraksamama neden oldu. Bakışları bana kaydı, ambulansın kapısı sert bir ses eşliğinde kapanırken birkaç saniye birbirimize baktık.
“Sana yaşayacak demiştim,” diye fısıldadım.
“Yaşayacak dedin, yaşatacaksın demedin.” Gözlerini yüzümün her bir köşesinde gezdirdikten sonra bakışlarını dağılan kalabalığa çevirdi. “Şimdilik Azrail’i kandırmışa benziyor.”
Ona yumruk atma isteğiyle, ona sarılıp kemiklerini ağrıtana kadar sıkma isteği terazinin iki farklı ucunda, aynı seviyede duruyordu. Gözleri güneşin altında daha parlak, turuncu bir ateş gibi yanıyordu.
“Doktor,” diye fısıldadım.
“Söyle, hasta.”
Yüzümü buruşturup başımı iki yana sallarken, “Teşekkür ederim,” diye mırıldandım.
“Seni değil, onu yaşattım. Ne diye teşekkür ediyorsun?”
“Tekrar benzer bir sahneyi yaşatmadığın için.” Bir adım geri atarak ondan uzaklaştım, kurduğum bu kısacık cümle bizim yaşadıklarımızın en kısa özeti gibiydi.
Sustu, ben de sustum ama bu kısa sürdü.
“Sana Alyeska demiştim, hatırlıyor musun?”
“Evet,” dedi sadece.
“Fikrim hiç değişmedi.”
Gözlerimin içine bakışı, kalbimi bulandırdı.
Süregelen o bekleyiş, Toprak’ın, “İyi iş çıkardın,” demesiyle parçalara ayrılarak şehrin farklı noktalarına dağıldı. Gözlerimi Toprak’a çevirdim. Üstü leş gibiydi, yüzünü saran o kireç rengi tedirginlik biraz olsun terk etmişti onu.
“Eyvallah,” dedi Kartal. Toprak’ın burada, akademinin sınırlarında olması onu da huzursuz etmiş miydi? Yoksa hissettikleri daha farklı şeyler miydi?
Toprak tek seferde, “Doktor olduğunu bu kadar belli etmemelisin bence,” dedi.
“Etsem ne fark eder?” diye sordu Kartal.
“Sadece öneri.”
Kartal, “Neden buradasın?” diye sordu.
“Ben aynısını ikinize sormadım,” dedi sadece.
“Lavin?” dedi o tanıdık ses. Kafamı çevirip sesin yükseliş noktasına baktım, Emir oradaydı. Yaşanan olay hâlâ çok sıcak olduğundan onun da yüzünde şaşkınlık lekeleri vardı. Toprak, hiçbir şey söylemeden bizden uzaklaşmaya başlayınca bir an duraksasam da ben de Emir’e doğru yürümeye başladım. Kartal’ın huzursuzca Toprak’ın arkasından baktığını hissedebiliyordum.
“İyi misin?” diye sordu Emir, ardından bakışları kısaca hemen arkamda uzaklaşmaya devam eden Toprak’a kaydı ama gözleri orada çok oyalanmadı, tekrar bana döndü. “Betin benzin atmış. Az önce yaşanan şey bizim kızları da çok etkilemiş.”
“Kötüydü,” dedim başımı yavaşça sallayarak. “Çocuğun kim olduğunu biliyor musun?”
“Adını bilmiyorum, arada denk geliyordum okuldayken ama kullanıcı olduğunu bilmiyordum,” dedi Emir, sonra durup kaşlarını çattı. “Kartal olmasaydı ölebilirdi.”
Kalbim sıkıştı. “Evet,” dedim.
“Benim anlamadığım, bu kadar şeyi nasıl böyle ayrıntısıyla bilebildiği,” dedi Emir, şaşkın görünüyordu. “Beni gerçekten şok etti. Sağlık falan mı okudu lisedeyken?”
Yalanlar üzerine kurulu bir hayatın, gerçeklerin tam ekseninde hareket ediyor olması, su alan bir kayığın okyanusun ortasında ilerlemeye çalışmasından farksızdı. Dilime yeni bir yalanın tıpkı halat gibi dolanmasına izin verecektim ki o an, “Lavin, hadi derse git artık,” dedi Kartal. Gözlerimi Kartal’a çevirdim. Merdivenlerin başında dikilmiş ikimizi izliyordu.
Emir ona doğru dönerken, “Bir şey soracağım,” dedi, sesi ciddiydi.
“Sor.”
“Sen o kadar tıbbi bilgiyi nereden biliyorsun?” diye sordu. “En ufacık bir yanlış o çocuğu ölüme daha kolay yoldan götürebilirdi.”
“Ama ölmedi, değil mi Doldurulmuş Tavşan?” diye sordu Kartal ters bir sesle, ardından dudaklarını sinirle yalayıp devirdiği gözlerini kıstı. “Tıp okuyacaktım ama vazgeçtim,” dedi, aslında bu bir açıklama değil, yeni bir tuzaktı.
“Yine de bayağı bilgilisin.”
“Sporu bile daha kolay yollardan şişmek için protein tozu kullanarak yapmış bir adamın, tıp okumadan önce tıbbi terimleri, ilkyardımları, hastalık türlerini, müdahale türlerini öğrenmek gerektiğini, hiç olmazsa biraz bilgi sahibi olmak gerektiğini bilmesini bekleyemezdim zaten. Haklısın,” dedi Kartal alayla.
“Ben protein tozu falan kullanmadım,” diye homurdandı Emir. “Bu kasların hepsi doğal.”
“Bu kasları yapmak için kendi yaşın kadar yıl spor yapman gerekir. Milli güreşçiler bile senden daha zayıf.”
Onları öylece izlerken buz tutan ellerimdeki titreme bir nebze olsun durmuştu.
“Ben protein tozu falan kullanmıyorum,” dedi Emir inatla.
Sonra Berra’nın güldüğünü duyar gibi oldum, artık onlara bakmıyordum, sadece sesleri buradaydı. “Yalan atma,” dedi Berra gülüşlerinin arasından. “Sütüne protein tozu karıştırıp içerken gördüm ben seni…”
“Değildi o protein tozu falan!” dedi Emir sinirle.
Sessizce, “Ben eve gitmek istiyorum, Kartal,” diye mırıldandım.
Bana, beni bundan sonra anlayabilecek olan tek insan oymuş gibi baktı.
Gözlerini tek bir an olsun benim gözlerimden ayırmadan, “Tamam,” dedi. “Gidelim.”
Omzumdaki çantayı düzeltip başımı yavaşça sallayarak araca doğru yürümeye başladım. Bugün okların hedefi olmuşuz gibi hissediyordum ama umurumda olduğu söylenemezdi. Cipin ön kapısını açıp, ön yolcu koltuğuna oturdum ve sırt çantasını ayakucuma koyup kafamı koltuğa bastırdım.
Cipin kapısını açıp aracın içine binince araç bir an sarsılır gibi oldu. Aracın kapısını sertçe çekip kapattı.
“Senden şüphelenirler mi?” diye sordum. Kartal, bu sırada aracın motorunu çalıştırmış, aracı geri geri sürerek park alanından çıkarmaya başlamıştı.
“Neden şüpheleneceklermiş benden?”
“Yaptığın şeyden bahsediyorum. Normal hiçbir insanın tıbbi bilgilerinin bu kadar engin olmayacağını herkes bilir.”
“Kimseye doktor değilim diyerek girmedim o dans akademisine, Lavin. Hem Doldurulmuş Tavşan’a söylediğim şey yeterliydi, şimdi okulda tıp okumaktan vazgeçtiğim dedikodusu yayılır. Bir ajan aramıyor ki okuldakiler, bizim kim olduğumuz onların eden umurlarında olsun? Yapmamız gereken tek şey, amacımızın ne olduğunu anlamalarına engel olmak.”
“Bazen seni anlamıyorum.”
“Biliyorum.”
Gözlerimi ona doğru çevirdim, gözleri ön camdan akıp giden trafiği takip ederken hiç olmadığı kadar sessiz görünüyordu. Ona baktığımı bildiğini biliyordum ama yine de bakışlarıma karşılık vermedi. Belki de bu en iyisiydi. Biz birbirimize baktığımız zaman cennetten bir melek eksiliyor, cehennemde yeni bir şeytan doğuyordu.
“Bu işin içinde bir bit yeniği var,” dediğinde ışıklarda durduk.
“Nasıl yani?”
“Bu okuldaki uyuşturucu salgınından bahsediyorum.” İşaret parmağını hafif fiskeler şeklinde direksiyona vururken güneş, onun altın rengi gözlerinin bir mücevher şelalesi gibi parlamasına neden oluyordu. “Şu bağımlı kız, az daha gözünü kaybedecekti hani. Sonra bugünkü çocuk.” Kartal, bir şeyleri toparlamaya çalışıyor gibiydi. “Bu çocuğun okulun içindeyken nasıl rahatlıkla bu kadar yüksek doz aldığını anlamıyorum.”
“Bizim konumuzla ne gibi bir ilgisi olabilir ki?” diye bir soru attım ortaya, bana göre mantıklı olan bu soru, Kartal’ın iki kaşının ortasında duran ölüm oyuğunun daha da derinlere çökerek kararmasına neden oldu.
“Şu kız,” dedi, ardından durup bakışlarını bana çevirdi. “İrem’den söz ediyorum. Sadık Parlak’ın kızının bu işin içinde parmağı olabilir mi?”
“İrem mi?” Yüzümü buruşturdum. “Saçmalama. İrem’in uyuşturucu ticareti yapacağını düşünmen tam bir kaçıklık.”
“İrem’in kullanıcı olmadığının farkındayım, eğer kullanıcı olsaydı bunu fark ederdim ama dediğim gibi, kimin ne taraklarda bezi olduğunu ikimiz de bilemeyiz. Ne ben Tanrı’yım ne de sen insanları izleyip her şeyi izlemekle görevlendirilmiş bir meleksin.” Gözlerini yola çevirdi, trafik bir şelaleden akan su misali akmaya başladı. Kartal aracı kullanırken gözlerim onun hareketlerini takip ediyordu. “Sonuçta siyahın ne kadar karanlık olduğunu yalnızca beyaz kâğıdın üstüne döküldüğü zaman görebiliriz.”
“İrem’in böyle bir şey yapacağını düşünmüyorum.”
“Neden? Onu ne kadar tanıyorsun ki?”
“İrem’i senin daha iyi gözlemliyor olman gerekmez miydi? Gereksiz yakınlığınızın asıl amacı onu giriş bileti olarak kullanmaktı, o süre zarfında onu tanıma şansı elde edemedin mi?”
Gözlerinin kısıldığını görür gibi oldum. “Onunla yeterince zaman geçirmedim,” dedi, mideme oturan cümlesinin doğurduğu tiksinti dolu bakışlarımı ön cama sabitledim.
Evin önüne geldiğimizde elimde telefon ile aracın önünde dikiliyordum, Kartal araçtan çantaları çıkarırken ben sessizdim. Gözlerim telefon ekranındaydı. Aniden panele düşen bildirim duraksamama neden oldu.
Emir: Neredesin? Eve mi geçtiniz mi? İyisin, değil mi?
Lavin: Eve geldik.
Emir: Yarın konser var, konsere geleceksiniz değil mi?
Lavin: Konsere gelmek istiyorum. Muhtemelen Kartal da istiyordur.
Emir: Ah benim güzel kuşum…
Yüzümü buruşturdum, tam o esnada biri telefonu elimden çekip alınca ne olduğunu şaşırmış hâlde şaşkın bakışlarımı telefonumu eline alan Kartal’a çevirdim. Gözlerini yüzüme dokundurmadan, bakışları bakışlarıma temas etmeden gözlerini doğrudan telefon ekranına indirdi. İfadesiz bakışlarına ördüğü duvarın çatlaklarından karanlık sızıyordu.
“Ne yapıyorsun ya?” diye bağırdım yüksek sesle, birkaç site sakininin gözünü üzerimizde hissettim. Bir kadın balkonda kahvesini yudumluyor, bir adam da pencerenin önünde sigarasını içiyordu.
Dudaklarında parazit gibi duran bir düzlükle, kıpırtısız, duygusuzca mesajları okuduktan sonra gözleri gözlerime tutundu. Parmaklarının arasında duran telefonu geri alabilmek için ona doğru atakta bulundum ama hızla kolunu havaya kaldırarak telefonu ondan almama engel oldu.
“Şu telefonu versene,” dedim kaşlarımı çatarak.
“Neden? O Doldurulmuş Tavşan’la daha rahat mesajlaşabilmen için mi?”
“Telefonu ver.”
“Bence telefon kullanma cezası için geç bir yaş değil.”
“Ne diyorsun ya?”
“Boş zamanlarını bu ayaklı protein tozuyla mesajlaşarak geçirmek yerine daha fazla düşünüp fikirler üretebilirsin, değil mi?”
Telefonu biraz daha havaya kaldırdı, omuzlarımı düşürüp alttan alttan telefona bakarken yüzümde sinir bozucu bir ifade belirmişti.
“Her şeye karışmak zorunda değilsin bence. Telefonu geri verecek misin?”
“Biliyor musun, ben canımın istediği her şeye karışırım.” Bana üstünlük taslayan bakışlarını göndermeye devam ederken, onun ne kadar ciddi olduğunu daha net görebilmiştim. Telefonu biraz daha yukarı kaldırdı. “Onunla mesajlaşmanı gerektirecek bir durum yok. Eğer biriyle mesajlaşmak istiyorsan neden İrem ile mesajlaşıp onunla arayı iyi tutmuyorsun?”
“Bu benim değil, senin görevin,” diye hatırlattım ona, kelimelerim karanlıkta kalmış küçük çocuklar gibi korkularla dolu olsa da dudaklarımdan çok sağlam bir şekilde firar etmişlerdi.
“İrem’i kendi yönetimim altına almamı istiyorsun, öyle mi?” Bana kaşlarını kaldırarak baktı, ben de ona bakıyordum ama bakışlarımda ne gördüğü konusunda hiçbir fikrim yoktu. Ona nasıl baktığımı bilmiyordum çünkü.
“Benim isteklerimin bir önemi yok, doğru olan neyse o olmalı. Üstelik bu iş bitene kadar benim hiçbir isteğim olmayacak, kendimi tüm isteklere kapattım.”
Telefonu bana vermeden, “O hâlde benim isteklerim senin de isteklerin olmalı,” dedi.
“Şu telefonu vermeni istiyorum.”
“İsteklerinin olmayacağını kendin söylememiş miydin sen?” Bana alayla baktı. “Vermiyorum.”
“Bir şeylerin bokunu çıkarmamıza gerek yok.”
“Hadi ya?”
Parmaklarımın ucunda yükselerek ona doğru yaklaştım, bir elimi onun göğsüne yerleştirip avucumu göğsüne bastırırken, diğer elimi yukarıya kaldırıp telefonu almaya çalıştım. Bir an nefesi, sanki kendi nefesimmiş gibi içime sızarak bana karıştı. Gözlerim, gözlerinin barajında taşmaya başlamış su gibi önce onun dudaklarına dokundu, ardından usul usul hareket ederek gözlerimi gözlerine taşıdım. Havaya kaldırdığım elimi sallayarak daha yukarı itmeye çalıştım, bu esnada onun tişörtünün kumaşını da avucumun içine toplayıp sıkmıştım.
Kartal’ın gözleri daha da kısılınca bir an yasaklı bölgede olduğumu, elimi derhâl onun tişörtünden çekmem gerektiğini düşündüm ama herhangi panikle yapacağım bir hareket, işlerin daha da çıkmaza girmesine neden olabilirdi. Çatık kaşlarla onun yüzüne bakıp hafifçe zıpladım ve parmaklarımı onun kalın, damarlı bileğine doladım. Bileğini saran ağaç kökü misali kalın damarlar, parmaklarımın arasında canlanmış sarmaşıklar gibi çarpmaya başladığında başımın üstü onun keskin çenesine çarpmıştı. Hırıltılı bir ses çıkardığını duydum, yüzüm artık boynuna yakın bir yerdeydi ve ben onun havada olan koluna asılı duruyordum sanki.
“Telefon,” diye homurdandım, geri çekilmek yerine bileğini daha sıkı kavrayarak.
“Güzel kuş demek.”
“Ne?”
“Duman’ın sevdiğim bir şarkısının içinde geçiyordu bu. Bu dallama neden öyle diyor sana?” Sesi sakindi fakat yüzünü odağıma alamadığım için mimiklerinin ne tür bir savaşa girdiğini, yüzüne nasıl bir renk oturduğunu bilmiyordum.
Farkında olmadan tişörtünün önünü daha sıkı kavradım, parmak uçlarım onun tenine battı. Başımı onun çenesine sürterek kafamı kaldırdığımda yüzlerimiz arasında bir kafa mesafesi vardı. Gözleri gözlerimi kafesinin açık kapısını izleyen bir kuş gibi izlemeye başladı. Gözlerimin arkasında bir özgürlük olduğunu biliyormuş gibi bakıyordu.
Yavaşça ondan uzaklaşıp, “Özel hayatım seni ilgilendirmez,” dedim. “Eski sevgilimle çekildiğim fotoğraflar, yaşadıklarım, Emir ile olan mesajlarım seni ilgilendirmez. Senin planını tehlikeye atmadığım sürece yaptığım hiçbir şey seni ilgilendirmez.”
“Emir’le bu kadar yakın olman her şeyi berbat edebilir.”
“Evet. Belki öyle ama Özay’la olan fotoğraflarım, anılarım ve diğer hiçbir şeyin senin planınla yakından uzaktan alakası yok.”
“Umursadığımı mı sanıyorsun?” derken sesinde alay olsa da yüzü mermer gibiydi.
“Umursamıyor musun?” diye sordum aynı alayla.
Telefonu tuttuğu elini yavaşça aşağı indirdi ama açık duran avucumun içine telefonu bırakmak yerine bana dik dik bakmaya başladı. Aramızda asırlara sayfa sayfa kazınacak türden bir bakışma uzamaya başladığı sırada bir aracın korna sesi bir anlık irkilmeme neden olsa da gözlerimi gözlerinden ayırmadım.
“Telefonu ver.”
Korna bir kez daha uzun uzun çaldı.
“Burada durmuş neden bir film sahnesinden fırlamışçasına birbirinize bakıyorsunuz?” Bu sesin sahibini tanıyordum ama gözlerimi Kartal’ın gözlerinden çekmedim. Sesin sahibi Yunus Emre’ydi.
Kartal cep telefonunu sertçe avucuma bırakınca gözlerim kısıldı. Bakışlarım Yunus Emre’ye döndü. İndiği aracın kapısını sertçe kapatıp güneş gözlüğünü gömleğinin ön cebine koydu.
“Neden buradasın?” diye sordu Kartal.
“Arkadaşımın yanına gelmek için belediyeye gidip görüş izni mi çıkartmam gerekiyor?”
“Görüş günü dışında yanına yaklaşıldığında hırçın bir mahkûma dönüşüyor,” diye lafa daldım.
“Sen de gardiyanı mısın?” diye sordu Yunus Emre alayla.
“Gardiyanı olsam, güneş yüzü görsün diye avluya bile çıkartmazdım,” diye homurdandım, Kartal’ın bana baktığını hissediyordum. Gözlerimi avucumdaki telefona indirdim.
“Bir şey mi oldu?” diye sordu Kartal, benim söylediklerimi hiç söylenmemiş varsayarak.
“Tekrar ediyorum, birader. Yanına gelmem için bir şey mi olması gerekiyor?”
“Evet. En azından içinde bulunduğumuz durum göz önünde bulundurulduğunda, artık yanıma geldiğiniz zaman bir şeylerin olması gerekiyor.”
Kafamı kaldırıp Yunus Emre’ye baktım. Başını iki yana salladıktan sonra, “Dürüstlüğün gözlerimi yaşartıyor,” dedi. “Seninle yeni bir bilgi paylaşmak için buradayım. Yoksa senin sikime benzeyen suratını görmeye meraklı değilim, suratını görmek istediğimde boxerımın içine bakarım, yeterli olur ve özlemim diner.”
“Ne zamandan beri görkemli bir sikin var?”
Yunus Emre yamuk bir şekilde güldükten sonra, “Görmek ister misin?” diye bir soru attı ortaya.
Çatık kaşlarla, “Bunu baş başa kaldığınız bir anda konuşur musunuz? Baş başayken birbirinize istediğinizi de gösterebilirsiniz üstelik,” diye araya girdim. Ardından Yunus Emre’ye pürdikkat bakarak, “Bilgiyi öğrenebilir miyiz?” diye sordum.
“Bu kız senden daha olgun,” dedi Yunus Emre.
“Falan filan.” Kartal’ın sesindeki umursamazlık sinirlerimi bozsa da ona bakmadım. “Yukarı çıkalım, ne yumurtlayacaksan evde yumurtla.”
Eve çıktığımızda bizi karşılayan karanlık bir koridor olmuştu. Tüm pencereleri açıp, ışıkları yaksak bile bu ev hep kasvetli, hep loş olacaktı sanki. Kendimi koltuğa bıraktığımda Kartal’ın içki şişelerinin olduğu dolaba doğru yürüdüğünü gördüm. Pahalı viski şişelerinden birini çıkarıp dolabın üstündeki tezgâha koyduktan sonra başını omzunun üstünden arkadaşına doğru çevirdi.
“İçecek misin?”
“Ben sadece geceleri zehirlenmeyi severim,” dedi Yunus Emre. “Sen benim aksime, gece gündüz kendini zehirlemeyi seviyorsun.”
Kartal, viski şişesinin kapağını açıp şişeyi dudaklarına yaklaştırdı, ardından dudaklarını şişenin ağzına yaslayarak viskiden birkaç yudum aldı. Şişeyi dudaklarından uzaklaştırırken, içkinin ıslattığı dudakları şu kelimeleri doğurmuştu: “Belki de kendinizi ayık olmaya bu kadar çok zorladığınız için, kendi kendinizi asıl zehirleyen sizlersinizdir.”
Gözlerimi Kartal’dan ayırmak yerine, daha da dikkatli bir şekilde onu izlemeye başladığımda, altın kahve gözleri bir anlığına bana doğru dokunur gibi oldu ama bu çok uzun sürmedi, hızla benden kopup tekrar arkadaşının yüzüne sabitlendi. Elinde tuttuğu viski şişesinin tabanını dizine yaslamıştı.
“Anlatmayacak mısın, Yunus?”
“Sadık Parlak’ın, gittiğiniz şu kıytırık dans akademisinin hisselerinin gizli bir kısmına sahip olduğunu ve her yıl düzenli olarak okula milyonlarca lira yardım yaptığını biliyor muydun?”
Kartal’ın kaşlarının çatıldığını gördüm, başını çok hafif bir açıyla omzuna doğru yatırırken aynı zamanda yavaşça yana doğru çevirmişti. İfadesi büyük bir hızla karardı. “Ne?” diye sordu, sesi pürüzlü ama toktu.
“O akademiye girerken sadece İrem Naz Parlak odaklı girdiğin için bu ayrıntıyı atladın,” dedi Yunus Emre. “Ama ben bu ayrıntıyı atlamadım. Sadık Parlak, kızına son derece önem veren, kızına ilgi göstermese de kızını gözünün önünde tutmak isteyen bir adam. İrem’i o okula bırakırken aklında soru işaretlerinin kalmaması gerekiyordu,” dedi, durdu ve derin bir nefes aldı. “Yani bu demek oluyordu ki, asıl adamımızın bu okul ile bir bağlantısı vardı. Bilirsin, bilmece çözmeyi severim.”
“Yani sen akademiyi de araştırdın öyle mi, ruh hastası?” diye sordu Kartal. Başını iki yana salladı. Yüzünde hâlâ o şüphe denizi dalgalanıyordu. “Doğru insanlarla arkadaş olduğumu bana kanıtlamaya bayılıyorsun.”
“Eğer bir yola çıktıysam, gitmek istediğim yere ulaşana kadar arkamda iz bırakmayı sevmem.”
“Bu önemli bir ayrıntıydı,” diye mırıldandı Kartal düşünceli bir sesle. “Özellikle bugün yaşananlardan sonra.”
Gözlerimi Yunus Emre’ye çevirdim. Yüzünü oluşturan toprağın içinde bir sarmaşık gibi büyüyerek gözlerini saran yoğun bir merak duygusu vardı.
“Bugün yaşananlar?”
Kartal, içkisinden bir yudum daha alırken, “Siktir et şimdi,” diye geçiştirmeye çalıştı.
“Eksik parçaları olan bir yapbozun bütün olduğunda ortaya sereceği görüntüyü bilsen bile, parça eksik olduğu sürece, bildiğin görüntünün hiçbir anlamı olmaz. Çünkü o görüntü asla tamamlanmaz.” Yunus Emre, başını omzuna doğru eğip kaşlarını çattı. “Parçaları bizden saklamaman gerek. Yapbozu tek başına tamamlayamazsın.”
“Yapbozmuş, oymuş buymuş benim umurumda değil.” Kartal, şişeyi dudaklarına dokundurdu ama içkiden bir yudum almak yerine şişeyi dudaklarına sürtüp tekrar dudaklarından uzaklaştırdı. “Başka taze bilgi var mı?”
“Şu geberen torbacı,” diye konuştu Yunus Emre, soğukkanlılığı beni ürpertmişti. “Ölümünün arkasında soru işaretleri kalmadı, evet ama medyaya yansıyacak gibi görünüyor.”
Kartal, tek kaşını kaldırıp, “Medya sıcak haberi sever, buz gibi olmuş bir cesedi değil. Onun cesedi çoktan çürümeye başladı,” dedi kapı aralığından içeri girmek için hazırlanan kara bir haber gibi.
“Medya, nekrofiliye meyilli bir ucube gibidir. Sıcak bir beden bulamadığında, teni soğumuş bir bedenle de ihtiyaçlarını giderebilir,” dedi Yunus Emre ciddiyetini bozmadan. Ona baktım, bazen kurduğu cümlelerde onun kafasının içindeki karmaşayı görüyordum; o karmaşa, şu âna kadar gördüğüm en düzenli alandı.
“Sayın filozof, sapyoseksüel bir kadının iç çamaşırını sırılsıklam edebilecek kadar zeki ve ağzı iyi laf yapan bir adamsın ama benim günlük kotamı doldurdun. Eminim birkaç kilometre ilerideki herhangi bir kitapçıda, senin müthiş beyninin kıvrımlarında dilini gezdirmek isteyen bir ateş parçası vardır ama o ateş parçası ben değilim. Biz seni daha fazla tutmayalım.”
“Kibarca kovulduğumu hissediyorum.”
“Ağzımı bile açmadım,” dedi Kartal ellerini havaya kaldırarak, içki şişesini de havaya kaldırmıştı.
Yunus Emre, bakışlarını bana çevirip yüzüme uzun uzun baktı, bana baktığında yüzümde ne gördüğünü bilmiyordum ama o gözlerin içinde anlam veremediğim bir sıkıntı vardı. Hiçbir şey söylemeden salondan ayrıldı. Kartal, arkasından gitmek yerine olduğu yerde durmuş içkisini içmeye devam ediyordu. Yunus Emre’nin dış kapıyı açtığını, ardından tekrar kapattığını duydum ve artık Kartal ile baş başaydık.
Kartal, gözlerini gözlerime örttü. “Fark ettin mi?” diye sordu.
“Neyi?”
“Şu bağımlı kızdan sonra bugün okulda madde kullanan biri daha olduğunu görmüş olduk,” dedi düşünceli bir sesle. “Yani bu demek oluyor ki, bu okula rahatça madde sokabiliyorlar. Ve hissedarlardan birisi de Sadık Parlak.” Gözleri kısıldı. “Hem de okula büyük para yardımları yapıyor.”
“Aradığımız kişinin Sadık Parlak olduğunu mu düşünüyorsun?”
“Düşünmüyorum,” dedi karanlık bir güvertenin camına vuran deniz dalgası gibi. “Ama aradığımız kişiyi onun da tanıyor olabileceğini düşünüyorum.”
“Ülkede yüz binlerce torbacı var. Belki de aramaya İstanbul yerine Antalya’dan başlamalıydık.”
“Bir şekilde oklar hep Sadık Parlak’ı işaret ediyor. Antalya sadece vakit kaybı olurdu.” Kartal, içkisinden bir yudum aldı. “Her katil suç mahalline geri döner klişesine inanıyor musun? Hiçbir katil suç işlediği yere geri dönmez.”
“O akademiye İrem için girerken, okul hakkında hiç araştırma yapmadın mı gerçekten? Bu detayı atlayabilmiş olmana inanmak istemiyorum.”
“Her şeyi tek başıma düşünecek değilim,” dedi sadece.
“Güzel, o zaman ben düşünürken benim kafamı karıştırma.”
“Gözlerini benden alamadığın için kafan karışıyor.” Şişeyi tezgâhın üstüne bırakıp tekrar bana doğru döndü. Ona sinir bozucu bir şeye bakıyormuş gibi baksam da aslında haklıydı, o gerçekten güzeldi. Altın kahverengi gözleri bana bir güneşi anımsatıyordu ve o ne zaman bana baksa, güneş sönüyor, gözleri yıldızları ölmüş bir gece gibi görünüyordu.
“Kendini beğenmiş.” Oturduğum yerden kalkıp salondan çıktım.
Odaya geçip temiz kıyafetler almış, ardından banyoya girmiş ve uzun süre sıcak suyun altında kalmıştım. Odaya döndüğümde, ıslak saçlarımı kurutma gereği bile duymadan yatağın içine girdim. Yorganı boynuma kadar çektim, yan yatarak sırtımı kapıya, yüzümü de hemen karşımda duran pencereye çevirdim. Koyu renk perde yarıya kadar çekilmiş, pencerenin bir kısmını örtmüştü ama diğer kısmının arkasındaki gri gökyüzünü görebiliyordum.
Uzun süre denedim ama kendi kendime uyuyamadım.
Yanağımı yastığa iyice gömüp, kaşlarımı çattım ve gözlerimi daha sıkı kapatarak, “Aptal mıdır nedir ya?” diye homurdandım. “Kendini beğenmiş. Ben seninle uyumak falan istemiyorum.” Gözlerimi yavaşça araladım, artık hava daha kurşuni bir gri rengindeydi. “Ama yanımda olmana alışmışım sanırım. Bunun suçlusu da sensin. Ben değilim. Salak.”
Muhtemelen gece yarılarına kadar içmeye devam edecek, sonra da koltukta sızacaktı ve sızmış olmasına rağmen sık sık gözlerini aralayacak, asla tam olarak uykuya dalamadan sabahı edecekti. Onun alkol alırken büyüyen göz bebeklerini, alnını saran ter damlacıklarını, bileklerindeki damarların belirginleşerek kollarına doğru kökler sardığını hayal edince kalbimin bir deniz gibi kanla dolduğunu, ardından o denizin çekildiğini ve kalbimin de tıpkı o deniz gibi kuruduğunu hissettim.
Sonunda bu şekilde uyuyamayacağımı anlayınca yorganı ayaklarımla iterek yatakta doğruldum. Avuçlarımı yatağa bastırıp zifiri karanlık odanın içine göz gezdirdim ve dayanamayıp ayaklandım. Parmak uçlarımda yükselerek odadan ayrıldım. Salondan içeri girdiğimde onun biçimli ensesini, saçlarını, bir de omuzlarının yükseltisini görmüştüm; sırtını koltuk örtüyordu. Varlığımı hissettiğini biliyordum ama dönüp bana bakmadı. Büyük koltukta oturuyordu, boşalan viski şişesi tezgâhtaydı ve Kartal’ın elinde yeni bir içki şişesi vardı. Şişeyi dudaklarına yaklaştırdığı sırada koltuğun önüne geçip onun yanındaki boşluğa oturdum. Tepki vermedi, bana bakmadı, ben de ona bakmadım.
Aramızda süregelen sessizliği, birbirimizden uzak tuttuğumuz gözlerimizle taçlandırmıştık. Ne o bana bakıyordu ne de ben ona. Omzum omzunun hizasındaydı, omuzlarımız birbirlerine temas ediyordu. Aldığı her nefes onun omzunu yukarı taşıyorken, nefes almadığım hâlde benim omzumu da onunkiyle birlikte yukarı taşıyordu. Bu bir müddet böyle devam etti.
Elindeki şişeyi kaç kez dudaklarına yasladı, kaç kez o sessizliği yutkunuşuyla bozdu hatırlamıyorum ama sonunda dayanamayıp ona bakmadan elindeki şişeye uzandım. Parmaklarımız birbirine sürtündü. Viskiden uzun yudumlar aldıktan sonra şişeyi ona doğru uzattım, o da tıpkı benim gibi bana bakmadan ona uzanan şişeyi elimden alıp dudaklarına yasladı.
Şişeyi dudaklarından uzaklaştırırken, “Uyuduğunu düşünmüştüm,” dedi kuru bir sesle, boğazı toprak doluydu sanki.
“Uyumadım,” diye mırıldandım duvarı izleyerek.
“Neden uyumadın?”
“Uyku tutmadı.”
Bakışlarını bana çevirdiğini hissettim ama ben derin bir ısrarla duvarı izlemeyi sürdürüyordum. Bana bakarak şişeyi bir kez daha dudaklarıyla buluşturdu.
İçkinin nemlendirdiği dudaklarını yalayarak, “Uyku tutmadı demek,” diye fısıldadı.
“Evet.”
“Neden bana bakmıyorsun, Ölüm Çiçeği?”
“Duvar bile senden daha çekici,” diye mırıldandım.
“Bunu gerçekten inanarak söyledin, öyle mi?” Burnundan sert bir nefes vererek güldü, sonra gözlerini yüzümün sınırlarından alarak uzağa götürdü. Artık o da bana bakmıyordu. Gözlerimiz, izlediğimiz duvarın üstünde buluşmuştu sanki.
Bu kez ben gözlerimi usulca ona doğru çevirdim. Gökyüzünün tavanına asılmış yıldızlar gibi görünen benleri, loş ışığa rağmen burada, teninin mezarlığında bir toprak gibi yayılmış öylece duruyordu. Üstünde tişört yoktu, altındaki eşofman ona büyüktü ve iplerinden bir tanesi eşofmanın ip deliğinden içeri kaçarak gözden kaybolmuştu; diğeri hâlâ dışarıdaydı.
“Verdiğim sözleri tutmadığım zaman karnım ağrıyor, Doktor,” diye mırıldandım.
“Verdiğin sözler?” Bana bakmadan konuşmuştu. Dudaklarının aralanışını, kelimelerin onun sesinde can buluşunu ve boğazında sık sık kayan âdem elmasını izlerken tepkisizdim.
“Günün sonunda burada olacağımdan bahsettiğim söz.”
Kartal’ın duraksadığını görür gibi oldum. Duvara kilitlenmiş gözlerinde hızla bir duygu büyür gibi oldu ama o, o duygunun harelerine kadar yayılmasına izin vermeden o duyguyu öldürdü.
“Daha açık konuş,” dedi gözlerini duvardan tek bir an olsun ayırmadan.
“Her ne yapmış olursan ol, uyumana yardım edeceğimi söylemiştim,” dedim açıkça. “Ve sen gerçekten çok sikik görünüyorsun.”
İçki şişesini kaldırdı, tam dudaklarına götürecekken elimi onun bileğine sararak bunu yapmasına engel oldum. Durdu, gözlerini onun bileğine sardığım uzun parmaklarıma indirip kaşlarını çattı.
“Benim mükemmel suratıma bakmadan önce yakın gözlüklerini taksan iyi edersin. Benim sikik görünmem mümkün olmadığına göre sen bir kör olmalısın.”
Gözlerimi devirip parmaklarımı yavaşça gevşettim, onun bileğini bırakmadım ama artık çok sıkı da tuttuğum söylenemezdi. Sanki bir çölün ortasındaydım, üstümde bembeyaz bir elbise vardı. Kızgın kumların içine batıp çıkarak ilerliyordum ve ayaklarım kumlara battıkça, eteğim yukarı kalkarak kumların üstüne bir gelinlik gibi yayılıyordu. Güneş tam tepedeydi. Ben yürüdükçe beni takip ediyor, her bir adımda beni daha da yakmaya başlıyordu. Kafamı kaldırıp ona bakıyordum. Güneşe. O da bana bakıyordu.
“Sözünü tutmadığında…” dedi sessizliğim onu huzursuz etmiş gibi konuşma gereği hissederek. “Karnın mı ağrır?”
“Evet.”
“Karnının ağrısını bir doktor olarak tedavi etmem gerekir.”
“Sanırım.”
Kartal, bileğini elimden kolayca kurtarıp içki şişesini koltuğun çaprazına, yere bıraktı. “Ayağa kalk,” dedi.
Gergin bir ifadeyle ona bakıp oturduğum yerden kalktım. Kartal, ummadığım bir şey yaparak koltuğa uzandı, sırtını koltuğa iyice bastırıp koltukta küçük bir yer daha açtığında, başında dikilmiş ona garip garip bakıyordum. Gözlerini kaldırıp bana tek kaşını kaldırarak baktı, ardından, “Ee?” diye sordu.
“Ne ee?”
“Tedaviye yanıt vermeyecek misin?”
Başında dikilip sadece onu izlemekle, onun kollarının arasına girip yanına uzanmak arasındaki o ince çizgide duruyordum. Altın rengi bakışları bir güneş gibi genişleyerek tüm çehresini yuttuğunda ve ben, artık saf bir ışığa bakıyormuşum gibi hissetmeye başladığımda, ruhumun iskeletini dimdik tutan o inat duygusunun zayıfladığını fark etmiştim.
Başta benim için zor olan bu şey, bir süre sonra bir ihtiyaca dönüştü.
Yanına oturdum, ardından da yan yatarak sırtımı ona verdim ve benim için açtığı boşluğa bedenimi serdim. Sırtım onun göğsüne yaslandığında dudaklarımı birbirine bastırmıştım. Bu küçük alana sığması zordu ama bedenim onunki gibi büyük olmadığı için bir şekilde benim için ayırdığı alana kendimi sığdırabilmeyi başarmıştım. Sıcak nefesi enseme bir sonbahar rüzgârı gibi çarptığında, dudaklarında biriktirdiği kelimelerin ılıklığını zihnimin içinde hissediyordum. Gözlerimi biraz evvel izlediğim duvara sabitledim, göğsüm aceleci bir tavırla inip kalkıyordu.
Bana dokunmasına gerek yoktu, zaten vücutlarımız birbirlerine ait uzuvlarmış gibi temas hâlinde duruyordu.
“Karnının ağrısı geçti mi?” diye sordu, dudaklarının saç tellerime dokunduğunu hissettim.
“Evet.”
“Güzel.”
“Öyle.”
“Başarılı bir doktorum öyleyse,” dedi uykulu bir sesle.
“Evet. Öylesin.”
“Bana kızgın değil misin?” diye sordu, bir an bu sorusu bana çok masum geldi. Gözlerimi kısıp ağır ağır, boğazımda bir şey varmış hissine kapılarak yutkundum.
“Kızgınım.”
“Bana kızgınken sözlerini tutmana gerek yok,” dedi sakince. Başını saçlarımın arasına yaklaştırdığını hissettim, ardından hislerim beni yanıltmadı ve alnını ensemin biraz üstüne yerleştirdi.
“Ne yaparsan yap diye bir şart koşmuştum. Ne yaparsan yapın içinde beni kızdırman da var.”
“Ama bu çok saçma,” dediğinde biraz olsun alkolün etkisinde olduğunu anlayabilmiştim.
“Saçma olan neymiş?”
Alnını enseme bastırınca omzumun üstünden gergin bir ifadeyle arkama doğru baktım. Yüzü görünmüyordu, koyu renk saçlarını görebiliyordum ve başı, başımı çevirdiğim için ensemle çenem arasına sıkışmıştı. Kazıldıkça daha derine gömülen hisler, ruhuma dokunmaya başlamıştı. Tekrar önüme döndüm. Bir süre ondan bir cevap bekledim ama konuşmadı. Sessizliği verecek bir cevabı olmamasından değildi sanırım çünkü kolunu hiç düşünmeden aniden belime sarmış, sırtımı iyice ona yaslamamı sağlamış ve yüzünü saçlarımın arasına bir mezara gömülen ceset gibi gömerek uykuya dalmıştı.
Karnımda duran eline baktım, parmak boğumlarının eskimiş yaralarla dolu olduğunu şimdi fark ediyordum. Loş ortama rağmen, parmaklarındaki yaralardan sanki ışık huzmeleri yayılıyor ve her bir ışığın içinde başka bir anının bobinleri dönmeye başlıyordu. Düzenli nefesleri saçlarımın arasına karışıyor, bu bana bir ninniyi hatırlatıyordu. Hoş melodiye sahip bir müzik kutusunu… Müzik kutusunun içinde dönen balerin bendim. Gözlerim kapanmaya başladığında müziğin gitgide daha da kısıldığını, balerinin hareketlerinin yavaşlamaya başladığını düşündüm.
Avucumu, onun karnımın üstünde duran elinin üzerine örtmüştüm. Müzik kutusunun kapağı, balerinin üzerine bir tabut kapağı gibi kapandı. Artık aynı rüyanın içinde, beraberdik.
💫
Aynadaki yorgunluktan uzak görüntüme baktım. Son birkaç günün aksine canlı, yenilenmiş görünüyordum ama sanırım bunu yüzüme yedirdiğim fondöten, göz kapaklarımı aydınlatan açık renk far ve yanaklarımdaki şeftali tonlarındaki allığa borçluydum.
Dudaklarımdaki kaygan, ten rengi ruju dudaklarımı birbirine bastırarak yavaşça sürtüp dudağımın her köşesine yayılmasını sağladım. Uçları maşa sayesinde bukle bukle olmuş açık renk saçlarım, omuzlarımdan aşağı doğru akıyordu. Bukleler yanaklarıma düşmüş, bazı küçük bukleler perçem boyutu alarak alnımı daraltmıştı. Üstümde kırmızı siyah ekose bir gömlek, altımda da gömleğin eteklerini içine soktuğum siyah, dar bir kot pantolon vardı. Gömleğin kollarını dirseklerime kadar katlamış, bileğime siyah kayışlı bir saat takmıştım. Ayağımdaki botların tabanı düzdü, siyah deridendi ve bağcıklarını gevşek bir şekilde bağlamıştım.
Bugün sevdiğim bir müzik grubunun konserine katılacaktım, bunun için kendimi iyi hissetmem gerekiyorken ben üstümdeki her şeyi çıkarmak, şortumu giymek ve yorganın altına girmek istiyordum. Ender’in son durumunun ne olduğunu bilmiyordum, onun orada o hâldeyken -yani insani şartlardan epey uzak bir ortamda yaşam savaşı verirken- çok fazla dayanabileceğini sanmıyordum. Şeffaf ojeyle parlayan, uzamış tırnaklarımı önümdeki makyaj masasının ahşap zeminine birkaç kez vurduktan sonra aynanın önünden ayrılıp, yatağın üzerine bıraktığım küçük zincirli omuz çantasına doğru yürüdüm. Tam eğilip çantayı alıyordum ki odamın kapısı tıklatıldı, ben daha ağzımı açıp herhangi bir komut vermeden kapı açıldı. Kapının aralığından kafasını içeri doğru uzatan kişi Sahra’ydı.
“Selam,” dedi çekingen bir gülümsemeyle.
“Selam,” diye mırıldanıp eğildim, çantayı olduğu yerden aldıktan sonra doğrulup kalktım ve tekrar ona baktım. Bir defileden fırlamış gibi görünüyordu. Güzel kesim, gri kumaş bir pantolon giymiş, üstüne de sarı bir bluz giymeyi tercih etmişti ama onda görene dek gri ve sarının birbirine bu kadar yakışacağını hiç düşünmemiştim. Dümdüz fönlenmiş saçlarını sıkı bir atkuyruğu şeklinde toplamıştı. Küçük yüzü ilgi çekici görünüyordu, yine de saçlarını bu modelken görmeye alışkın olmadığımdan garipsemiştim.
“Hazırsın?” İçeri girip kapıyı kapatarak sırtını kapıya bastırdı, elleri kapı ile arasında kalmıştı. “Spor ama şık görünüyorsun.”
“Şahsen nasıl göründüğüm umurumda bile değil,” dedim çarpık bir gülümsemeyle. Bana anlamayan gözlerle baktı, sonrasında gözlerindeki o anlamsızlık yerini anlayışa terk etti. “Sanki ona bir şey olmamış gibi hayatıma devam ediyor olmaktan nefret ediyorum.”
“Atlatılamayacak kadar büyük bir şey olduğunun farkındayım.”
Sabah regl olduğumu hatırlamama neden olan kasık sızısıyla etrafıma bakındım.
Sahra sessizce odadan çıkıp beni tek başıma bıraktı. Yatağın ucuna oturup gözlerimi karşımdaki boy aynasına diktim. Sadık Parlak’ın akademideki hisseleri, akademiye yaptığı yardımlar kafamı kurcalıyordu. Kartal’ın da kafasında sürekli olarak bu konunun döndüğünü hissedebiliyordum ama bana renk vermiyordu.
Odadan çıktığımda koridorda o küçük kalabalığı görmeyi beklemiyordum. Sahra, sevgilisinin gömleğini parmaklarıyla ütüler gibi düzeltirken kafasını kaldırmış pürdikkat Burak’ı dinliyordu. Aralarının iyi olduğunu görmek beni rahatlatmıştı. Yunus Emre, simsiyah gömleğinin içinde, gözlerini boşluğa dikmiş öylece bekliyor, Neslihan ve Sibelay da her zamanki gibi kimseyi umursamadan birbirlerine şefkat gösteriyorlardı. Bu kalabalığın içinde gözlerim Kartal’ı aradı ama onu göremedim.
Neslihan’ın turuncu saçları diğer günlere nazaran biraz daha yoğun ve uzun görünmüştü gözüme fakat hâlâ kısaydı. Beni görünce kollarının arasında tuttuğu Sibelay’a daha sıkı sarılarak bana göz kırptı. “N’aber?” diye sordu. Sibelay’ın bakışları omzunun üstünden bana çevrildi, bana hafifçe tebessüm edip yanağını Neslihan’ın göğsüne bastırdı.
“İyi, sen?”
“Kollarımın arasında bu kadın varken kötü olmamın imkânı var mı?” Genişçe gülümsedi. Bu Sibelay’ı da gülümsetmişti.
“İnsan kollarının arasında tuttuğu kadına dikkat etmeli,” dedim başımı sallayarak. “Yoklukları acıtıyor sonra.”
Neslihan, duraksadı. Dudaklarını saran tebessüm bir sarmaşık gibi yüzüne dolanmış olsa da gözlerinde kederi görmüştüm. Banyonun kapısı açılınca gözlerim otomatikman Neslihan’dan uzaklaşarak kapıya çevrildi. Kartal, kapıdaydı. Uzun, güçlü parmaklarını saçlarının arasından geçirdi; eklemleri bu eyleme ayak uydurarak istediği şekli aldı ve parmaklarından bileklerine uzanan yeşil, mavi damarlar belirginleşti. Boğazlı, siyah bir kazak giymişti. Altında siyah bir kot, yine siyahlara ihanet etmeyen siyah asker botları ile görmeye alışkın olduğum Kartal Alaşan’dı bu. Kazağının kollarını dirseğine kadar sıyırmış, bileğine tıpkı benim gibi siyah kayışlı bir saat takmıştı ama onun saati daha klasik bir modeldi. Babamın her zaman kullandığı saate çok benziyordu.
Ölürken bile bileğinde olan o saate.
Babamı yıkarlarken bedeninden ayırıp bana verdikleri saate.
Gözlerimi onun yüzüne taşımadım ama onun bana baktığını biliyordum. Bakışlarımı Yunus Emre’ye çevirdim, hâlâ aynı boşluğu izliyordu. Bazen onun bu dünyadan koparak başka bir âleme geçtiğini düşünüyordum; o kadar burada ama aslında değildi ki…
“Çıkalım,” dedi Kartal.
Kartal’ın sesi, Yunus Emre’nin yüzündeki okyanusun, sakinlikle uykuya dalmış dalgalarının aniden uyanarak kabarıp çarpmaya başlamasına neden oldu. Yunus Emre, gözlerini arkadaşına çevirerek, “Sadece ikinizin gitmesi yeterli değil mi? Biz neden geliyoruz?” diye sordu, sesi sorgulamaktan uzak, bir bakıma sakindi.
Kartal, bileğindeki saatin kayışını düzeltirken koridorda sert adımlar atarak ilerlemeye başlamıştı bile. “Eğer sapyoseksüel bir sevgilin olsaydı, şu an seni terk ederdi,” dedi Kartal. “Yani sana daha önce ettiğim iltifatı geri alıyorum.”
Yunus Emre, boş boş baktı. “Ee?” dedi, sorusuna verilmesi gereken asıl cevabı bekliyormuş gibi.
“Her yere yalnızca ikimiz gidersek ne olur biliyor musun?” Kartal, ona dik dik baktı. “Asıl o zaman insanların garip bulduğu bir çift oluruz.” Bizden çift olarak bahsetmesi dumura uğramama neden olmuştu ama renk vermedim, o da konuşmaya devam etti. “Onların hayatında tek bir kişiye yer yok, etraflarında birçok kişiyle yaşamaya alışmış tipik zengin aile çocukları. Bizden farklı yetiştirilmişler, kültürleri, anladıkları dil, hoşlandıkları şeyler farklı. Bir avuç çocuktan bahsediyorum. Bizi kendileri gibi sanmalılar. Çevresi geniş, umursamaz, eğlenceli.”
“Kısacası boş insan diyorsun yani,” diye tamamladı Yunus Emre onu.
“Aynen öyle.”
Sibelay, yüzünü buruşturarak, “Bu gece o tiplere değil de Duman’ın şarkılarına odaklanırsam iyi bir gece geçirebilirim sanırım,” diye homurdandı, sesi huysuz, küçük bir kız çocuğununkine benziyordu.
Neslihan, “Eğer geceyi güzelleştirmek istiyorsan Duman’a değil, bana ihtiyacın olacak,” dedi göz kırparak.
Evden çıkıp araçlara geçtiğimizde yine Kartal ile baş başaydım. Sahra ve Burak bir araçta, Yunus ve kızlar da bir diğer araçtaydı. Aracın içi karanlıktı, sokağın sonundaki ışıklar yan yana dizilmiş binlerce kor parçasına benziyordu. Kartal aracın motorunu çalıştırırken emniyet kemerinin tokasıyla oynuyordum.
“Şu senin Emir mesaj attı mı?” diye sordu hız kesmeden.
“Nereden benim Emir oluyormuş?” diye sordum ona yandan zehirleyici bir bakış atarak.
“Aynen,” dedi, direksiyonu hafifçe sağa kırarken bana cins cins baktı. “Nereden senin oluyormuş?”
“Kendin söyledin.”
“Bir gün kendi ağzımı siktireceksin bana,” diye söylenerek önüne döndü. “Mesaj attı mı atmadı mı o Doldurulmuş Geyik?”
“Tavşana ne oldu?”
“Soruma cevap verecek misin, Lavinia?”
“Sen benim sorularıma cevap verdiğin gün, ben de senin sorularına cevap vereceğim, Doktor,” diye mırıldanıp önüme döndüm.
“Bana karşı hep bir beklenti içindesin,” dedi Kartal, araç yokuş aşağı inmeye başladığında hemen karşımda duran ay da benimle birlikte aşağı çekiliyordu.
Ona karşı beklenti içinde miydim gerçekten? Bununla ilgili düşünmemeye çalıştım. Yol boyunca konuşmadık. Emir’in bana yazıp yazmadığını merak ettiğini biliyordum ama inadım inattı, ona hiçbir şey söylemeyecektim. Mekâna vardığımızda gözlerim tanıdık birilerini aradı ama taş merdivenleri inip içeri girene kadar hiç kimseye rastlamamıştık. İçerisi hıncahınç doluydu. Sahne kıpkırmızıydı, sahnenin dışındaki her yer karanlıktı ve insanların silüetleri birer kara gölge gibi görünüyordu.
Saniye başı yanıp sönmeye başlayan kızıl ışık insanlara dokundu, birkaç kişiyi aydınlattı. Kalabalığın içinde, Kartal’ın yanında ilerlemeye başladığımda, akordu yapılan gitarın sesi göğsümün içinde zonkluyordu. Kızıl ışık insanların tenlerini sıyırarak geçti, yüzümde yanıp söndü ve ardından aynı şekilde Kartal’ın yüzünde yanıp, uzun uzun yanarak, sönmeden yüzünü aydınlık bıraktı. Ardından bir yıldız gibi usulca sönerek onun yüzünü ayın karanlık yüzüne dönüştürdü.
Birkaç kişi yanımdan geçerken bana sertçe çarptı, gergin bakışlarımı karanlık bedenlerin sahiplerine dokundurdum ama beni görmediklerine emindim. Biri elimi kavrayınca irkilerek gözlerimi karanlık bedene çevirdim, Kartal birkaç adım önümde ilerliyordu ama eli arkadaydı, elimi kavramıştı ve parmaklarım gevşeyerek onun parmaklarının aralıklarına girmesine izin vermişti. Ne düşündüğünü hissedemiyordum ama eğer hissetseydim, düşündüğüm şeyin doğruluğu beni korkutabilirdi.
Yüksek, yuvarlak bir masanın önüne geldiğimizde ellerimiz karanlığın içinde, kimsenin şahit olamayacağı bir hüzünle usulca birbirlerinden ayrıldı. Masanın etrafındaki isimler hemen dikkatimi çekmişti. Ceyda, Ogün, Berra, Emir ve İrem buradalardı. Kızıl ışık, sanki onları bana göstermek istiyormuş gibi tek tek yüzlerinde yanıp sönerek onları tekrar karanlığa sakladı.
“Ucu ucuna yetiştiniz,” dedi Emir yüksek sesle.
Sahra ve Burak birbirlerine sarılmış hemen arkamızda dikiliyorlardı, onları etrafıma bakmak için kafamı çevirdiğim sırada fark ettim. Neslihan ve Sibelay masadakilere selam verdikten sonra masadan biraz uzakta birbirlerine sarılmış şekilde alkol almaya başladılar. Gözlerim Yunus Emre’yi aradı, bir süre sonra onun yüksek sandalyelerden birinde, duvar kenarında oturuyor olduğunu gördüm; kızıl ışık birkaç kez onun yüzünü, bedenini ve sandalyesini yasladığı duvarı aydınlatmıştı.
Berra, “Arkadaşınız neden uzakta kaldı?” diye sordu çenesiyle Yunus Emre’yi işaret ederek.
Kartal, “O bu müzik grubundan pek hoşlanmaz,” dedi sabit bir sesle. “Bizim zorumuzla geldi. Topluluğa uydu, yoksa gelmezdi.”
Bir an durup Kartal’a baktım. Yalan mı atıyordu yoksa haklı mıydı bilmiyordum. Gözlerimi tekrar Yunus Emre’ye çevirip sessizce onu izledim, sessizce ama uzun uzun… Tepkisizdi. Gözlerini dizlerinin üzerine koyduğu avuç içlerine indirmişti ve parmaklarını çıtlatıyordu.
Grup sahneye çıktığında başta bunu umursamam sanmıştım ama Kaan’ın sesini duyduğum an düşüncelerim ışık hızıyla değişti. Zorlama değildi, olduğu gibiydi, insanlara nasıl dokunacağını iyi biliyordu ve sesinin canlıdayken kayıtlardan çok daha iyi olduğuna yemin edebilirdim. Sesi zihnimdeki ölüleri besliyordu.
Grup dördüncü ya da beşinci şarkıya geçmişti, artık ortam iyiden iyiye ısınmıştı. Herkes telefonun ışıklarını yakıyor, çakmaklarını çakarak ateşleri havaya fırlatıyor ve ellerini kaldırıp ritmik bir şekilde sallayarak muazzam bir görüntünün doğuşuna öncülük ediyordu. Yunus Emre’nin hâlâ aynı sandalyede oturduğunu, ayakta durup yaktıkları ateşi, telefonlarını sallayan insanları izlediğini ve bir yandan da içkisini içtiğini görmüştüm. Kartal da elleri bir türlü havaya kalkmayanlardandı. Yalnızca şarkıyı dinliyor, yüzünde belirsiz bir tepkisizlikle sahneyi izliyordu.
Sonra aniden şarkı bitti ve bir başka şarkının melodisi, mekânın duvarlarında gözlerini usulca açarak uyuduğu uykudan uyanmaya başladı.
O an her nedense tüm gözlerin, -Sibelay, Neslihan, Burak, Sahra- Yunus Emre’ye döndüğünü hissettim. Onların aksine Kartal ona bakmıyordu. Gözleri sahnedeydi ama dişlerini sıkmıştı ve kemikli yüzünün mezar taşları yıkılarak kendi çukurlarını tarihlerle doldurmuştu. Topluluğa uyarak Yunus Emre’ye baktığımda, Yunus Emre’nin elindeki içki bardağının dudaklarına yakın bir yerde asılı kaldığını ve Yunus Emre’nin donmuş bir şekilde boşluğa baktığını gördüm. Hareket etmiyordu. Bardağı dudaklarıyla ne birleştiriyor ne de bardağı dudaklarından uzaklaştırıyordu.
Kaşlarım çatıldı. Yunus Emre oturduğu yerden doğrulup kalktı, elindeki bardağı sandalyenin üzerine bıraktı ve çevresindeki kalabalığa çarpa çarpa o kalabalığı yararak çıkışa doğru ilerlemeye başladı.
Kaçıyordu. Bir şeyden kaçıyordu. Şarkıdan mı yoksa o şarkıya sakladığı bir kadından mı kaçıyordu?
Özledim seni harbiden,
Aklıma da düşüverir aniden,
İçince, açılınca…
Elimde olmadan masadan uzaklaştım, masadaki gözlere aldırış etmeden kalabalığı yararak arkasından ilerlemeye başladım. Birkaç saniye içinde onu gözden kaybetmiştim ama dışarı çıktığını biliyordum. İnsanların ördüğü etten duvarı yıkarak geçerken içimde çok garip bir his vardı; bu hissin temelinde ne olduğunu bilmiyordum.
Mekânın ön değil, arka kapısını iterek çıktığını görünce hızla merdivenleri tırmandım, kapattığı kapı tam yüzüme çarpacaktı ki, ellerimi kapıya siper ederek kapıyı önce durdurdum, ardından açarak arkasından dışarı çıktım. Dışarısı soğuktu, Kaan’ın sesi boğuk olsa da duyuluyordu.
Yunus Emre’nin korkulukların önünde olduğunu gördüm. Sırtı bana dönüktü, gömleği rüzgârın etkisiyle arkaya doğru kabararak uçuşuyordu. Birkaç saniyeyi karşımda duran hüzünlü fırça darbelerinin resmettiği bir tabloya benzeyen eseri izleyerek geçirdim. Tedirgin adımlarım yere düşmeye başladığında, Yunus Emre’nin başı hafif bir açıyla yukarı kalkmıştı. Gökyüzünü izliyordu ama başını tam olarak havaya kaldırmıyordu.
Başının boynu bükük olabilir miydi bir insanın? Bu adamın başının boynu büküktü.
Göğe bakınca göreceğinden mi, göremeyeceğinden mi korkuyordu?
Bekledin, sana gelmedim,
Geceleri gönlüme eğledim,
Uçunca, uyuşunca…
Söyledin, seni duymadım,
Leyla’ya Mecnun’u oynadım,
Sevince, sevilince…
Ona doğru bir adım attım ama sanki attığım her adım aramıza daha derin, yüksek, aşılması güç bir uçurum olarak geri dönüyordu. Avuç içlerimi pantolonuma silerek yanında durup, ellerimi korkuluklara koyarak ona bakmadan derin bir nefes aldım. Bana bakmıyordu, sessizdi ama varlığım onu huzursuz etmişe de benzemiyordu. Belki de öyle kaybolmuştu ki kimsenin varlığını göremiyordu.
Anladım ki yanılmışım,
Öylesine yılana sarılmışım,
Sen ölünce, gömülünce…
Yunus Emre’nin elini havaya kaldırdığını fark edince omzumun üstünden ona baktım. Belki de onu yalnız bırakmam gerekiyordu ama bunu yapmak içimden gelmiyordu. Yalnızca işaret ve başparmağı havadaydı, diğer parmakları eklem yerlerinden kırık duruyordu ve uçları avucunun içine dönüktü. Ne yaptığını anlamaya çalışan gözlerle öylece onu izliyordum. İşaret parmağını eklem yerinden hafifçe kırdı ama diğer parmakları kadar daraltmadı. Ardından diğer parmaklarını da yavaşça kaldırarak ritmik bir hareketle açıp kapatmaya, sanki bir şeye dokunuyormuş gibi hareket ettirmeye başladı.
Sanki yanağımı soğuk bir duvara yaslamıştım, orada öylece durmuş zihnimin içinde hareket eden otobüsün camında görünen özneleri izliyordum. Özneleri taşıyan otobüs önümden geçiyordu ve tüm öznelerin gözleri kısaca bana dokunuyordu.
Bu adamın başkasının duvarına yasladığı bir merdiveni vardı, o merdivende ağır ama sağlam adımlar atarak yukarı doğru ilerliyordu ama hiç beklemediği anda o duvar yıkılmıştı; artık sağlam attığı adımların hiçbir anlamı yoktu çünkü o da yıkılan duvarın altında kalmıştı. Parmaklarının içimi sızlatan hareketlerini seyrederken sessizliğimden kanıyordum.
“Özledim seni harbiden,” diye fısıldadı ama bu bir şarkıyı mırıldanır gibi değildi, bu düpedüz kurulmuş vurgun yemiş bir cümleydi.
“Lavin!” diye bağırdı biri arkamdan. İrkilerek sesin sahibine baktığımda, Kartal’ın kapının önünde dikilmiş ikimizi izlediğini fark ettim. Kendi sırtına basan bir duygu tam ortamızda kendini asmıştı. O an Yunus Emre’nin de bana baktığını hissettim. “Buraya gel,” dedi Kartal.
Gözlerim Yunus Emre’ye kaydı. Kan çanağı olmuş gözlerle yüzüme bakıyordu. Bakışlarını benden koparıp tekrar gökyüzüne çevirdi ama başını yine tam olarak yukarı kaldırmamıştı. Gözlerini yumdu. Şarkı bitene kadar öyle bekledi. Artık Kartal’ın yanındaydım ama sırtı bize dönük Yunus Emre’ye bakıyordum.
“O şarkıyla ilgili kötü bir anısı mı var?” diye sordum pürüzlü bir sesle.
“Hayır,” dedi. “İyi bir anısı var.”
Kaşlarımı çatıp, “Ne?” diye sordum.
“İnsanı kötü anıları değil, iyi anıları ağlatır,” dedi. Bana baktığını hissedince ona baktım. “Çünkü o ânın bir daha yaşanmayacağını bilirsin.”
Başka hiçbir şey sormadım. Tekrar içeri girdiğimizde kafamda hep aynı cümle dönmüştü: Çünkü o ânın bir daha yaşanmayacağını bilirsin.
Masaya geldiğimizde bir sessizlik hâkimdi. Grup sahneden inmiş, yerini amatör sanatçılar almıştı. Herkes sessizce şarkıları dinliyordu. Kartal’ın kolu koluma sürtüyor, arada gözlerimiz buluşuyordu ama konuşmuyorduk. Yunus Emre, bir daha içeri girmemişti.
“Neden öyle bakıyorsun?” diye sordu Kartal kulağıma doğru eğilerek.
“Nasıl?” dedim, dudaklarım boynuna yakın bir yere geldiği için ani bir panik yaşasam da bu paniği ona biraz olsun hissettirmemiştim.
“Garip. Gevşemiş.”
“Düşündüğüm şarkıyı söylemedikleri için rahatladım.”
Kartal geri çekilip, suratıma içinden soru işareti olan gözlerle baktı.
“Bal,” diye mırıldandım, sesimi duyması mümkün değildi ama gözleri dudaklarıma dokunmuştu, o an harfleri dudaklarımdan aldığını anlamıştım. Dudaklarımı kapattığımda gözleri hâlâ dudaklarımdaydı, birkaç saniye sonra gözlerini gözlerime taşıyıp bana hayatım boyunca unutamayacağım bir bakış bahşetti. “Çünkü bilirsin,” dedim bu kez duyabileceği bir sesle. “İnsanı kötü anıları değil, iyi anıları ağlatır. Çünkü o ânın bir daha yaşanmayacağını bilirsin.”
O gün o karaoke partisinde, gözlerimin içine bakarak Bal’ı söyleyen gökyüzü tenli kızı bir daha göremeyecektim. Güzel bir anıydı, dünyanın en güzel anısıydı ama artık yalnızca anıydı. Sadece bir kez yaşanmış, bir daha yaşanmayacak olan, gözlerimi dolduran bir anı…
Beni sarsıla sarsıla ağlatacak bir anı.
Kartal, başını yavaş yavaş salladı, dişlerini sıktı ve yüzünde yine o göçükler oluştu; insanın gömülürken öldüğünü değil, gömüldüğünü düşüneceği güzellikteki göçükler.
Bana sırtını dönüp sahneye doğru yürümeye başladığında, kafasındaki planın ne olduğunu bilmiyordum ama gözlerimi ondan ayırmadım. Ahşap merdivenleri tırmanıp kızıl ışığın altına yürüdü. Baterideki çocuğun kulağına doğru eğildiğinde, Emir, “Bu ne yapıyor?” diye sordu.
Ve bateristin başını sallayarak gülmesini takip eden o melodi, kalbime bir yıldırım gibi düşerek olduğum yerde donup kalmama neden oldu. Kartal’ın yere sağlam basan adımlarının mikrofona doğru yaklaştığını fark ettim. Parmaklarını mikrofonun gövdesine sardığında, sanki mikrofonu değil de kalbimi sarıyordu. Kızıl ışığın koyulaştığını, bordoya yakın bir tona ulaştığını fark ettim.
“Hadi be!” dedi Ceyda heyecanlı bir şekilde alkış tutarak. “Cidden, şarkı mı söyleyecek?”
Kartal, gözlerini gözlerime dikti, gözlerinden gözlerime mezarlar, kuyular, uçurumlar, vadi etekleri ve volkanlar ulaştı. Lavlar önce ruhumu sardı, taş etti ve en son kalbime ulaştı, kalbimi yaktı ve kül etti. Dudaklarını mikrofona yapıştırarak ağzını araladığında, gözleri usul usul kısıldı. Uzun kirpikleri, altın kahve gözlerini arasında saklamaya başladı.
İnce, narin parmaklarını mikrofonun etrafına sardı. Dalgalı saçlarını sallayarak uçuşmalarına izin verdi. Dudaklarında silinmeyen bir kum saati gülümsemesi vardı; ne zaman gülümsemekten vazgeçse, o kum saatini ters çevirirdim ve o tekrar gülümsemeye kaldığı yerden devam ederdi. Dudaklarını mikrofona yapıştırdı, gözlerini usul usul kıstı, o iri gözleri uzun kirpiklerinin altında saklanmaya başladı.
Aynı kişiydiler ama bambaşkaydılar.
Gitarın telleri, baterinin darbelerini takip etti. Kartal’ın boğuk sesi, duymak istemediğim o sözleri ruhumun içine fısıldamaya başladı. Diğer elini de kaldırıp mikrofona koydu, dudaklarını hafifçe aralıyor ve her seferinde boğuk sesiyle bir kelimeyi daha anılarımın olduğu çukura kurban ediyordu.
Diğer elini de kaldırıp mikrofona sardığında, ince ve titreyen sesi, sözleri kalbimin içine fısıldamaya başlamıştı. Dudaklarını hafifçe aralıyor ve ince, titreyen sesi bir kelimeyi daha zamanın içine düşürerek anılarımın saçlarını örüyordu.
Onun boğuk sesi devamlı bir çark gibi dönerek her seferinde başka bir anının üzerinde duruyordu ve ben tam o çark durdu sandığım anda çark yeniden anılarımın üstünde dönmeye başlıyordu. Kartal’ın parmaklarının mikrofonu aslında sıkmadığını, gevşek bir şekilde tuttuğunu fark ettiğimde, altın kahve gözler hâlâ kirpiklerinin altında saklanıyordu. Sesinin hoş bir tınıya, boğuk ve çekici bir tona sahip olduğunu biliyordum ama bu kadar iyi şarkı söyleyebildiğini bilmiyordum.
Işıklar dönerek dinleyicilerin üzerinde dolaştı, artık Kartal karanlıktaydı ama sesi karanlığın içinde sahipsiz bir çığlık gibi dolaşmaya devam ediyordu. Işık tekrar onun başından aşağı yağmur gibi yağmaya başladığında gözlerini usul usul araladı. Ne zaman bal dese, mikrofonun önünde ona çok benzeyen bir kadın beliriyordu ve sanki omuzları birbirine dokunurken bu şarkıyı benim için fısıldıyorlardı.
Şarkıyı söylemeyi bitirdiğinde ortamda içimdeki çığlıkları duymama neden olacak bir sessizlik yaşandı. Kartal mikrofondan uzaklaştırdığı ellerini birbirine sürttü ve kalabalığa aldırış etmeden ahşap merdivenleri inerek tekrar masaya doğru yürümeye başladı. Sadece birkaç dakika içinde olanlar bende öyle derin bir yara açılmasına neden olmuştu ki, kafamı kaldırıp onun yüzüne bakamıyordum çünkü gözlerimden damla damla akmak için kirpiklerimi ateşe veren duyguları görmesini istemiyordum.
Masada duran içki bardağına uzandım, adının ne olduğunu bilmediğim ama tadının en az viski kadar yakıcı olduğunu şimdi deneyimlediğim içkiden üç büyük yudum alıp gözlerimi masanın diğer ucunda dikilen Emir’e çevirdim. Bakışlarıma karşılık vermişti. Göz kırparak başını, sorun ne, anlamında sallayarak bana baktığında, omzumu yavaşça silkerek karşılık verdim.
“Dans dışında yeteneklerin de var yani,” dedi İrem, ona bakmasam da kaşlarını kaldırdığını hissedebiliyordum. Kartal’a karşı artık daha mesafeliydi, herhangi bir yakın olma çabası gözetmiyordu. Hatta bu aralar Kartal umurunda bile değilmiş gibi hissediyordum.
“Her konuda yetenekliyimdir ama tabii ki bu yetenekleri herkes göremez,” dedi Kartal kabuk gibi bir sesle.
“Eminim görmek isteyenler vardır ama açıkçası ben de merak etmiyorum,” dedi İrem hiç beklemediğim bir atakla. Ardından, “Lavin,” dedi dümenini bana doğru çevirerek. “İyi misin?”
Elimdeki içki bardağını sıkıca kavrayarak başımı kaldırıp ona baktım.
Kaşlarını kaldırıp masaya doğru eğildi ve “İyi misin?” diye sordu.
“Evet.”
Sibelay ve Neslihan da artık bizim olduğumuz masadaydılar. Burak ve Sahra’yı göremiyordum ama büyük ihtimalle kalabalığın içinde bir yerde hâlâ sarmaş dolaştılar, belki de dans ediyorlardı. Gözlerim onları pek aramadı. Elimi göğsüme bastırıp kalbimin atışlarını susturmak istiyordum.
Bana böyle hissettirdiği için o şarkıya çok kızgındım.
Acıyı tekrar tadabilmek için mi durmadan kendimi iyileştiriyordum?
“Bal,” dedi Emir beklenmedik bir şekilde. Gözlerim onu kadrajına aldı. Kartal’a bakıyordu. “Senin için önemli bir şarkı mı? Şarkıyı söylerken gözlerini neredeyse hiç açmadın.”
Kartal, “Hayranlıkla beni izlediğin için gözünden kaçmadı sanırım,” dedi.
“Sesin güzel ama aniden sahneye çıkıp şarkı söyleyecek kadar özgüvenli olduğunu düşünmüyordum,” dedi Emir kaşlarını kaldırarak. “Yani senin bile özgüveninin bir sınırı olduğunu düşünmüştüm.”
“Sen sadece düşünürsün, Emir,” dedi Kartal yamuk bir gülümsemeyle. “Ben uygularım.”
Aralarında yanardöner bir bakışma yaşandı. İçkimi içerken kimseyle konuşmuyor, sadece şarkıları dinliyor ve gideceğimiz ânın gelmesini bekliyordum. Saat epey geç olmuştu, sohbet derindi ama Kartal ve ben sohbete dahil olmuyorduk. İkimiz de önümüzdeki içkiyle ilgileniyor, bize yöneltilen sorulara kısa, tek kelimelik cevaplar veriyorduk; bazen bu cevaplar yalnızca mimiklerimizi kullanarak verilen cevaplara dönüşüyordu ve ağzımızı bıçak açmıyordu.
Masaya sık sık gelip boşalan kadehlerin bize ektiği tohumun kökleri sarhoşluğun gölgeleriyle serinleyecekti, bu belliydi ve ben yanılmamıştım. Bir süre sonra masadaki neredeyse herkes çakırkeyifti, hatta İrem ve Berra’nın kafasının iyiden iyiye güzel olduğunu görebiliyordum. Berra, yanağını Emir’in geniş göğsüne yaslamış şekilde tavanda yanıp sönen ışıkları gözlerken, Emir büyük avucunu onun omzuna örtmüştü ve omzunu belli belirsiz bir baskıyla ovalıyordu. Onları bu kadar yakın gördüğüm nadir anlardan biriydi bu. İrem, kırmızı rujunu dudaklarında gezdirip şakaklarını ovarak sahneye baktı. Sahne duman altıydı, bir müzik grubu bir yandan sigaralarını içiyor bir yandan da melankolik melodilerin eşlik ettiği, daha önce hiç denk gelmediğim şarkı sözlerini mırıldanıyorlardı.
Burak ve Sahra da sonunda saklandıkları kalabalığın içinden çıkagelmişler, masada tanımadıkları kişilerle tanışmışlardı. Burak ve Emir birbirlerini tanıdıkları için masanın kaynaşması sandığımdan daha hızlı olmuştu.
“Berra ayakta zor duruyor,” dedi Ceyda yüzünü buruşturarak. “Annesi onu alkol konusunda devamlı olarak uyarıyor. Berra’nın alkol eşiği fazla kuvvetli değil, hemen sarhoş oluyor.”
İrem dişinde kalan kırmızı ruju parmağıyla silerken gözleri küçük makyaj aynasındaydı. Gözlerini devirdi. “Bir daha genç olmayacak, bazen sarhoş da olması gerekiyor. Kontrol manyağı bir annesinin olması onu gençliğini yaşamaktan alıkoymamalı.”
“Böyle konuşma,” diye mırıldandı Emir. “Beril abla harika bir kadındır.”
“Kesinlikle öyle,” diye onayladı İrem, Emir’i. “Ama bu tıpkı babam gibi kontrol manyağı olduğu gerçeğini değiştirmez.”
“Babandan şikâyetçi misin?” Bu sorunun sahibi Kartal’dı. Bir süre önce bana tek bir şarkıyla hissettirdiklerini bir köşeye iterek, alkolün kıstığı gözlerimi onun profiline çevirdim. Yeşil bir ışık yüzünün yarısını aydınlatmıştı, diğer yarısı karanlık görünüyordu. Uzun kirpiklerinin altında sivri bir ok gibi uzanan bakışlarının İrem’in üzerinde olduğunu fark ettim.
“Her kız çocuğu kadar,” diye homurdandı İrem. Ceyda, dirseğiyle İrem’e hafifçe vurarak ona uyarı dolu bir bakış attı ama İrem, bunu pek önemsemişe benzemiyordu. Aynı şekilde yanında duran Ogün de onun koluna dokunmuştu. “Ne var? Babamı seviyorum,” diye söylendi İrem sitemkâr bir sesle.
“Babanı seviyorsun,” diye söze girdi Sibelay. “Ama sanırım sorunlarınız var.”
“Herkeste olduğu kadar.”
Sahra, “Seni kızdırıyor sanırım,” dedi gülerek. Bir an ikisine dönüp düz düz bakmak istedim. Bir insanın yarasını deşerek ondan bir şeyler koparmaya çalıştığında, kopardığın şey istediklerin değil, yara kabukları olurdu. Bunu bilmiyorlar mıydı?
“Bu konu hakkında konuşmasa daha iyi olur,” dedi Ceyda tedirgin gözlerle arkadaşını kontrol edip, gözlerini Sahra’ya çevirerek. “Şu an kafası pek yerinde değil. İstemediği şeyler söyleyebilir ve söyledikten sonra bu şeyler yüzünden pişmanlık duyabilir.”
“Ah, doğru.” Sahra başını salladı, yanağını sevgilisinin göğsüne bastırıp mahcup bir gülümsemeyle Ceyda’ya baktı. “Haklısın. Söylememesi gereken şeyler söyleyebilir.”
Ceyda başını sallayıp, “Diğer arkadaşınız nerede?” diye sordu etrafına bakınarak. “Erken mi ayrıldı?”
“Yunus böyle ortamlardan pek hoşlanmaz, bizi kıramayıp gelmişti,” dedi Sahra.
“Çok durgun biriydi,” dedi İrem bilinçsiz bir sesle. “Bir şeye çok üzülmüş gibi bakmıyor muydu? İnsan çok üzüldüğünde soğuk bir maske takar ya hani yüzüne…”
“Bizi ilgilendirmez.” Ceyda, İrem’i sıkıca kavradı. “Gidelim mi artık?”
“Erkenden ayrılacak mısınız?” diye sordu Kartal beklenmedik bir ilgiyle.
“Erkenden mi?” Emir, inanamıyormuş gibi baktı Kartal’a. “Saat gecenin bir yarısı oldu, zaman kavramını sahnede mi unuttun?”
“Keşke seni de burada unutup gitsek ve bir daha asla bulamasak,” diye homurdandı Kartal.
“Bana karşı romantik hisler beslediğini ve bu hisleri gizlemek adına bana kötü davrandığını düşünmeye başlayacağım yakında.” Emir, Berra’yı biraz daha sıkı kavrayarak kızın dengesini kaybetmesine engel oldu. “Bana olan ilgin gözlerimi dolduruyor.”
“Az önce gözlerini yeterince boşalttığımı düşünüyorum.” Kartal, ona garip bir bakış attı.
Emir, gözlerini kıstı. “Az kalsın etkilenecektim, hayatım,” dedi alayla. Ardından gözlerini Berra’ya indirdi. “Seni cüce, kim dedi sana bu kadar iç diye? Şu tipe bak.”
“Seni duyuyorum,” diye huysuzlandı Berra, yumruğunu güçsüz, muhtemelen Emir’in hissetmeyeceği bir şekilde Emir’in göğsüne vurdu. “Deve.”
Ogün, “İrem ve Berra’yı eve bırakalım, Emir,” deyince Emir başını sallamakla yetindi. Onlar masadan ayrıldığında, artık sadece Kartal’ın arkadaşları buradaydı.
Kartal, “Biz de gidelim artık, veletler elden ayaktan çekildi,” dedi.
Neslihan tedirgin bir şekilde, “Yunus’u arasanıza bir,” dedi.
Kartal, “Yalnız bırakın,” dedi. Ardından cüzdanından yüklüce miktar para çıkarıp masanın üzerine bıraktı. “Hadi, gidelim.”
Mekânın çıkışına doğru yürümeye başladığımızda o yöne bakmasam bile sırtımdaki gözlerin ağırlığını hissedebiliyordum. Neslihan, Sibelay’ı kolunun altına çekti, ardından sigarasını tek eliyle yakıp bir nefes aldı ve sigarayı dudaklarından uzaklaştırdı. “Yunus’u merak ediyorum ben yine de,” diye mırıldandı. “Bir arasaydık.”
“Bu gece eve dönmez,” dedi Kartal. “Adamı rahat bırakın.”
Sırlarla dolu konuşmalarını dinlerken kendimi buraya ait hissetmiyordum. Ayrılıp araçlara geçtiğimizde, karanlık aracın içinde oturmuş radyonun saçtığı minik ışığı seyrediyordum. Kartal, kanındaki alkol miktarının farkındaymış gibi aracı ağır ağır kullanıyordu.
Evin yakınlarına gelene kadar konuşmadık. Ona neden o şarkıyı söylediğini sormak, belki ondan hesap sormak istiyordum ama kendimi hâlsiz de hissediyordum. Kabul etmesem de kafam biraz güzeldi, yine de tamamen sarhoş sayılmazdım. Evin olduğu yokuş göründü, ileride yanan sokak lambaları peşi sıra yakılmış mumların titreyen ateşlerine benziyordu.
Sonunda dayanamayıp, “O şarkıyı neden söyledin?” diye sordum.
“Güzel olduğundan,” dedi sadece.
“Ben sana onu söyledikten hemen sonra çıkıp söylemen çok zalimceydi.”
Direksiyonu sıktığını fark ettim. İçinde devamlı olarak ateşlenmeye müsait bir öfke vardı, çoğu zaman bu öfkeyi dizginleyemiyordu. Sebebini merak etmiyordum, sebebini biliyordum.
Aracın silecekleri ritmik bir şekilde çalışmaya başlayınca kaşlarımı çatarak aracın ön camına baktım. Ön cama irili ufaklı yağmur damlaları düşmeye başlamıştı. “Yağmur,” diye fısıldadım.
“O şarkıyı söyledim çünkü görmeni istedim,” dedi bir anda.
“Neyi?”
“Yunus Emre’nin ne hissettiğini.”
Kalbimde alacaklı bir ritim bozukluğu vardı. “Yunus Emre ile ne alakası var?” diye sordum.
“O şarkıyı neden duymak istemediğini biliyordum,” dedi Kartal ser verip sır vermeden. “Yunus Emre’nin de diğer şarkıyı neden duymak istemediğini biliyordum.”
Araç yokuşu tırmanmaya başladı ama ben ağzımı açıp tek kelime etmedim. Dilimin üstüne bir bıçak koydum, bıçağın ucunu kelimelerle yaktım, fikrimdeki közler ağzımın içini doldurdu ve sustuklarım közleri dondurdu; külleri yutup boğuldum.
“Yunus Emre, birini mi kaybetti?” diye sordum, dilimi kılıçtan geçirmek istememe neden olan bu soruyu yeryüzünden silmek istiyordum.
“Evet.”
“Çok önemli birini mi?”
“En az ikimiz için önemli olduğu kadar önemli birini.”
“Kardelen mi?” diye sordum kara zorla, bu isim dilimi yakmıştı ve biliyordum ki aynı isim onun da içinde yangındı.
“Hayır.”
Ona yan gözle bakıp derin bir nefes aldım. “Ailesini mi?”
“Hayır.” Bana bakmıyordu.
“Peki kimi?”
“Leyla’sını.”
“Leyla mı?”
“Koşulsuzca sevdiği biri.”
“Koşulsuzca sevmek…”
“Evet.” Araç evin önünde yavaşladı, hatta durdu ama motor hâlâ çalışıyordu. Yağmur damlaları ön cama vurmaya devam etti, artık silecekler çalışmadığı için tıpkı gözyaşları gibi kayan yağmur damlalarını izleyebiliyordum.
“Sevdiği kadını kaybetti.”
“Öyle,” dedi.
“Onun için çok zor olmalı.”
“Bazen kendini dünyadan silmek istiyor,” dedi Kartal bana bir sır veriyormuş gibi fısıldayarak. “Bunu bana söylemiyor ama ben bunun böyle olduğunu biliyorum. Çünkü onu biliyorum.”
“Neyi biliyorsun?”
“Yani bunun, bir insanı koşulsuzca sevmenin nasıl bir kanser olduğunu biliyorum,” diye mırıldandı, gözlerimiz karanlık aracın içinde birbiriyle buluştu. Gözleri, kendi içinden kopardığı bir yaranın kökünden sızan kanı izlediği gibi beni izliyordu. “Akciğer kanseri gibi.”
“Akciğer kanseri mi?” diye sordum, bu beni şaşırtmıştı.
“Bir insanı ciğerin yana yana sevme hastalığı, en çok akciğer kanserine benziyor.”
Söyledikleri bir romandaki yanmış harfler gibiydi. Aksini iddia etmek istemeyen tarafıma savaş açarak, “Bence kalp yetmezliği,” dedim.
Kartal, gözlerimin içine gözlerimin içine değil de aynaya bakıyormuş gibi baktı.
“Kalbinde kalıp ciğerine bir kez olsun uğramamışsa, ona aşk diyemezsin.”
Söylediğine diyecek bir şey bulamadım.
“Muhtemelen Leyla’yı tanıyorsundur,” dediğinde, bakışlarım Kartal’ın çehresinde dolaştı. “Kardelen, Leyla’yı çok severdi.”
Kardelen’in alnını dizlerime bastırıp, “Leyla ablam,” diye ağlarken saçlarını çaresizce okşadığım o geceyi hatırladım. “Belalı maviş, Lavin. Belalı maviş gitti.”
Kardelen’i bir çocuk gibi ağlatan o kadın, Yunus Emre’nin canını alan kadın mıydı aynı zamanda?
O kadınla sadece bir kez karşılaşmıştım. Adını biliyordum, hikâyesini ise Kardelen’den bile dinlememiştim çünkü bu hikâye Kardelen’i yalnızca ağlatıyordu. Buruk bakan mavi gözlerine rağmen bir fotoğraf karesinde, dudaklarında samimi bir gülümsemeyle Kardelen’e sıkıca sarılan o kadın, biliyordum ki o dönem hastalığının son evresindeydi. Gözünün üstünde tek bir kirpik vardı kopmayan ve ben bir kapıdan girerken, o benim girdiğim kapıdan çıkıyordu. Dışarıda yağan yağmura gülümseyerek baktıktan sonra bakışları bana anlık dokunmuş, “Merhaba,” demişti. Sanki onu hatırlamamı istiyormuş gibi bana sesini ve bakışlarını armağan ettiği o kapı eşiğindeki karşılaşma ânımızı hiç unutmadım.
Sanki sen geliyorsun, hoş geldin, ben gidiyorum, hoşça kal, diyordu. Eşikten geçtiğimde eşikten çıkıp gitmişti. Onun Kardelen’i parçalayan hikâyesini hiç bilmemiştim. Onun, kimin hayatındaki kanayan yara olduğunu da bilmemiştim.
Sadece Kardelen’in gözyaşları arasından, “Emre abim,” dediğini hatırlıyorum. “Emre abime ne olacak?”
Eve girene kadar bu konu hakkında tek kelime etmedik ama o kadın hâlâ o kapı eşiğindeydi ve beni izliyordu sanki. Karanlık koridorda ilerlerken ayağımdaki botları ve çorapları çıkardım. Kartal’ın varlığını önemsemeden üstümdeki gömleği de sıyırıp attım. Altımda bir büstiyer olmasına güvenerek yaptığım cesurca bir hareketti bu. Kartal ise botlarını çıkarmadı, tıpkı benim gibi üstündeki kazağı sıyırıp, bir köşeye atıp arkamda bir hayalet gibi beni takip ederken, botlarının yere emanet ettiği sesleri dinliyordum.
Salonun ortasında durup gözlerimi karşımdaki duvara çevirdiğimde, sırtımdan aşağı, roman sayfalarındaki o kelimeler dimdik duran jiletler gibi dökülmeye başladı.
Salondaki duvarı kaplayan o dev tablo, ikimizin olduğu resimdi.
Beril Hanım’ın çizdiği resmin bir kopyası. Hem de büyütülmüş, bir duvar ile aynı boyuta getirilmiş hâli. Birden kaderimi yazan o kadının burada olduğunu hissettim. Odanın her yerindeydi, elindeki roman sayfalarını bir bir kaldırıyor, üzerindekileri kısaca okuyor ve yere atıp odanın içinde ilerliyordu. Ayak bileklerime kadar roman sayfalarının içine battığımı hissettim.
Kartal’ın nefesini boynumda hissettim, ardından güçlü kolu, ince belimi bir filin hortumu gibi kıvrılarak sardı. Başını öne doğru eğip yeni tıraş edilmiş yanağını benim yanağıma bastırdığında, kaderimi yazan kadın tam karşımda duruyordu ve elinde tuttuğu roman sayfalarından birinde, ikimizin duvarda duran resminin aynısını bana gösteriyordu.
“Anılar Lavin,” dedi Kartal yanağını yanağımdan çekmeden. “Geçmişte bile ikimizi içinde yaşatmaya devam edecekler.”