🎧: Ghostly Kisses, The City Holds My Heart
Ruhumun kendini korumak için diktiği duvarların rutubeti, kalbimi hasta etmişti.
Okulun bahçesindeki büyük sedir ağacına sırtımı yaslamış, çiseleyen yağmurun zemine bıraktığı koyu renk lekeleri izliyordum. Avucumda bir rulo şeklinde dürdüğüm kâğıdın içinde seçtiğim bölümün ve benim bilgilerim vardı. Kâğıdı tutan avucumu farkında olmadan sıktım, kâğıdın ortası avucumun içinde kırılarak ezildi.
Zihnimin ortasına mum gibi diktiğim sessizlik meşalesi, ağır ağır yanmaya devam ediyordu.
Akademinin otomatik cam kapısı kayarak açıldığında, içeriden çıkan birkaç kızın arasında Ceyda’nın da olduğunu gördüm. Daha sonra Ceyda’nın arkasında biri daha belirdi. Takım elbisesinin içindeki kumral adamın boyu hemen hemen bir seksen beş, bir doksan olsa gerekti; uzun ve sıkı bacakları vardı ve uzun görünmesine neden olacak gürlükteki saçlarını ıslak bir şekilde geriye doğru taramıştı. Ceyda gülümseyerek genç adama doğru döndüğünde, genç adamın yüzündeki ciddiyet biraz olsun büküldü ve hafifçe tebessüm etti. Aralarında geçen konuşma kısa sürdü, Ceyda yeniden olduğum yöne döndüğü anda gözleri gözlerime tutundu ve beni fark eder etmez elini kaldırıp salladı. Ben başımı sallayarak ona karşılık verirken, Ceyda’nın arkasındaki takım elbiseli genç adamın bakışları da beni bulmuştu. O birkaç saniyelik bakışmanın sonunda adam Ceyda’ya doğru eğildi, gülümseyerek bir şey söyledi ve Ceyda da homurdanarak dirseğini adamın boşluğuna geçirdi ama o da eğlenmiş gibi görünüyordu. Yeni insanların da akademinin kapısından çıkmaya başlamasıyla Ceyda ve arkadaşı gözden kayboldular.
Ayağımdaki hardal rengi botların bağcıklarından biri neredeyse çözülüp açılacak gibi gevşemişti. Eğilip bağlamaya üşenerek bağcığı izlemeye başladığımda kotumun cebindeki telefon titremeye başladı.
“Evet?”
“Tıpkı küçük bir çocuk gibi firar edip duruyorsun,” dedi Kartal sert bir sesle. “Yine nereye kayboldun?”
Sesi gerçekten kalındı, sesiyle ilgili ilk kez düşündüğümde sanırım lisenin son sınıfında olmalıydım, Kardelen’i almaya gelmişti ve onun adını seslendiği anda bakışlarım ona çevrilmiş, onun ne kadar kalın bir sese sahip olduğunu düşünmüştüm. O zamanlar bu kadar olgun değildi, yine de sesi tıpkı şimdi olduğu gibi sertti.
“Ben bir çocuk gibi firar etmiyorum ama sen beni tıpkı bir çocukmuşum gibi azarlayıp duruyorsun.”
“Bana nerede olduğunu söyle,” dedi, hattın öteki ucundan kalabalığın karmaşık sesi geliyordu.
“Çok mu merak ettin?”
“Söyleyecek misin?”
“Bahçedeyim, Doktor.”
Başka bir şey söylemeden telefonu kapattı, aldığı cevap onun için yeterli olsa gerekti. Sırtımı yasladığım sedir ağacının gölgesinden ayrılıp yağmurun altında yürümeye başladım. Kafamın içindeki toprak, yağmurun suyuyla buluşup çamurlaşacak gibiydi. Otomatik kapı bir defa daha açıldı ve Kartal’ın dikkatli, bıçak gibi kesen bakışlarının ağırlığını tüm bedenimde hissettim. Altında ipleri beyaz, siyah bir eşofman ve üzerinde yalnızca gri bir sporcu atleti vardı. Avucunda tuttuğu rulo şeklindeki kâğıdı diğer avucuna vurarak merdivenleri üçerli beşerli inmeye başladı.
Yağmurun altında dikilip yanıma gelmesini bekledim. Tam önümde durduğu anda avucunda tuttuğu kâğıtla hafifçe kafamın üzerine vurdu. Kaşlarım ânında çatılınca bana göz kırptı. Bu beni duraksattı.
“Seçimini yaptın mı?” diye sordu çenesiyle elimde tuttuğum kâğıdı işaret ederek.
Hoşnutsuz bir şekilde, “Modern dans,” dedim. Bakışları birkaç saniye yüzümde yoğunlaştı. “Peki sen?”
“Karışık,” dedi, gözünü kırpmadan bana bakmaya devam ediyordu.
“Sonuçta oyun bitene kadar katlanacağız buna,” diye fısıldayıp, gözlerimi ondan ayırarak yere çevirdim. Bu oyun bitene kadar başka kan dökülecek miydi? Eminim dökülecekti. Birden bu gerçek omuzlarıma çok ağır geldi. Sahiden, bu oyunun sonunda bizi bekleyen neydi?
Kartal ile akademiden ayrıldığımızda saat akşamın altısıydı. Gökyüzü puslu bir griye boyanmıştı, çok yakında karanlığın kanı tüm göğü kaplayacaktı. Yanağımı aracın soğuk camına yaslayıp akıp giden yolu izlemeye başladım.
“Ne düşünüyorsun?” diye sordu Kartal.
Gözlerimi şeritlerden ayırmadan, “Hiç,” dedim.
“Hiç? Bir hiç için mi bu kadar düşüncelisin?”
“Ne düşündüğümün bir önemi var mı ki?” diye sordum gözlerimi cama çevirerek. Camdaki yansımasını görebiliyordum. Sokak lambaları yanmaya başlamıştı ama gökyüzü hâlâ tam anlamıyla karanlığa teslim olmamıştı.
Kartal’ın derin bir nefes aldığını gördüm, ardından o nefesin sesini duydum. Direksiyonu tutan parmaklarını yavaşça hareket ettirip, “Var ki soruyorum,” dedi kısaca.
“Gece hakkında düşünüyorum,” dedim açıkça. “O adamla ilgili.”
“Geberdi gitti işte, düşünmene gerek yok.”
“Ondan daha fazla bilgi alabilirdin ama bunu yapmak yerine onu…”
“Ne yaptım?” Omzunun üstünden bana baktığını gördüm ama ben hâlâ camdaki yansımasına bakıyordum. “Onu öldürdüm, değil mi?”
Çatık kaşlarla, “Evet,” dedim.
“Hayatı boyunca insanlara zarar verecekti. İnsanlara, kendine, hayatına giren kadınlara. Hiçbir zaman âşık olamayacaktı çünkü onun gibiler, birilerini kendilerine âşık eder ve kullanır. Onun yanındaki kadının ne kadar korktuğunu hatırlıyor musun?”
Sessizce, “Hatırlıyorum,” dedim. “Aşkın varlığına inanıyor gibi konuştun.”
“İnanmadığımı mı düşünüyorsun?” Gözlerini tekrardan yola çevirirken sorduğu soru beni duraksattı. Onu çok uzun zamandır tanıyor olmama rağmen, aslında hiç tanımıyordum. Hiç âşık olmuş muydu? Son ilişkisini ne zaman yaşamıştı? Onu neredeyse hep yalnız görüyordum, hakkında çapkın olduğuna dair şeyler duyuyor ve kadınların ona ilgi duyduğunu görüyor olsam da bu böyleydi.
“Aşkın varlığına inanıyor musun?”
“Aşkın varlığına inanıyorum ama insanlara inanmıyorum,” dedi. “Bu tıpkı Tanrı’nın varlığına inanıyor olmam ama dinlere inancımın olmaması gibi.”
“Deistsin,” dediğimde, “Evet,” dedi sadece.
“İnanmadığın birine mi âşık oldun?” diye sordum bu kez ve gözlerim omzumun üstünden ona doğru ilerledi. Ona baktığımda, artık o da bana bakıyordu. Gözlerinin içinde altın renginde bir ateş yanıyordu. Sanki sorduğum soru onun gözlerinin ateşine odun atmış gibi hareleri tutuşmuştu. Birbirimize öyle bir bakıyorduk ki, bir geçmiş, geleceği burada, gözlerimizin ortasında duran boşlukta yakıyordu. Gözlerini ilk kaçıran ben oldum. Bakışlarımı ön cama sabitleyip parmaklarımı kotumun bağlarında gezdirmeye başladım. Kartal’ın dikkatli bakışları bir süre daha yüzümün sınırlarında dolaşsa da sınırlardan içeri adım atacak herhangi bir atakta bulunmadı.
Cevabı merak ediyordum ama soruyu ikinci kez soracak cesaretim yoktu. Eve geldiğimizde ikimiz de yorgunduk. O, hiç konuşmadan duşa girdi, ben de odama geçip üzerime rahat bir şeyler giydim. Kasıklarım ağrıyordu, regl olmama az kalmış olsa gerekti. Altımdaki kısa şortun iplerini sıkıca bağlayıp, gitgide incelen belimden düşmesine engel olduktan sonra odadan çıktım. Saçlarımı kuş yuvası gibi dağınık şekilde toparladıktan sonra salona geçtim ve üşüyen kollarımı, avuçlarımı tenime sürterek ısıtmaya çalıştım. Üzerimde gri, tek omuzu düşük, büyük bir kazak vardı.
Önce şampuanın, sonra da parfümün kokusu odaya yayıldı. Kartal, elinde küçük bir el havlusuyla saçlarının suyunu alarak salona girdiğinde altında sadece gri bir eşofman vardı. Kaslı göğsünden akan su damlaları, eşofmanının önünde koyu lekeler bırakmıştı. Oturduğum koltuğun üzerinde küçücük olup, dizlerimi göğsüme çektim ve kollarımı bacaklarımın etrafına sardım.
“Sen duş almayacak mısın?”
“Uyumadan önce alacağım.”
Bir şey demedi. Bar dolabından bir bira şişesi çıkarıp şişenin kapağını dişiyle açtı. Birasından bir yudum alırken, “Sence o adamı bulmuşlar mıdır?” diye sordum.
“Oraya gelen keşlerden biri cesedini muhakkak bulmuştur,” dedi umursamazca. Kanımın damarımın içinde donuklaştığını hissettim. Ölüm olup üzerine çöktüğü adam hakkında konuşuyorduk ve bunu normal bir şeymiş gibi sakince yapıyorduk. Yine de bir yanım onun haklılığını savunuyordu. Canavarca olsun ya da olmasın, bu umurumda bile değildi. Kalbine yayılan acı o kadar kuvvetliydi ki, önüne çıkan tüm engellerin üzerine ölüm olup çökebileceğine emindim.
“Yakalanmayacaksın,” dedim kendimi rahatlatmak ister gibi.
“Şüphen mi vardı?” diye sordu yapay bir şekilde gülerek. Biradan bir yudum daha aldı. “İçerisi buz gibi. Üşümedin mi sen?”
“Üşüyorum.”
“Benim için sorun değil ama senin yaşayabileceğin bir alan oluşturmak zorundayım.” Elindeki bira şişesini masanın üzerine bırakıp elektrikli şömineyi yaktı. “Yarın peteklere bir baktıracağım, sanırım çalışmıyorlar,” derken gözleri bende değil, şöminedeydi. “Kusura bakma.”
“Soğuk alanda da yaşayabiliyorum. Alışkınım ben.”
“Yanımda hasta bir çocuk taşımak istemiyorum.”
“Yanında çocuk taşıyan benim,” dedim dik dik bakarak. “Tıpkı çocuklar gibi laf sokup duruyorsun.”
Dönüp bana bakmadı. Çıplak sırtını göğü dolduran yıldızlar gibi dolduran benlerini izlemeye başladım. Yelkovan, akrebin yaralı bedenini çiğneyerek hareket etti. Kartal yavaşça bana doğru döndü.
“Karnım acıktı,” dedi. “Zıkkımlanabileceğimiz bir şeyler söyleyeyim.”
Aslında ben de tok sayılmazdım. Sabah akademideyken sade bir tost yemiştim, onun dışında ağzıma tek bir lokma girmemişti.
“Sen aç değil misin?”
“Benim için fark etmez, aç da yatarım,” dediğimde duraksadı, gözleri gözlerimin içindeki kancada asılı kaldı.
“Nasıl bir hayatın içindeydin de ben bunu hiç göremedim?” diye sordu aniden. Sesinin rengi öyle koyuydu ki, dilinin ucundaki fırçayı geçmişimin karanlık boya kutusuna daldırıp çıkarmıştı sanki.
Ne diyeceğimi bilemediğimden sadece gözlerinin içine baktım. Dudaklarının dağından akan lavlar kalbimi yakmıştı. Birkaç saniyesini gözlerime emanet etti.
“Yiyecek bir şeyler sipariş edeceğim,” dedi. “Ne yemek istersin?”
“Fark etmez ama lütfen köfte olmasın.”
Dudakları yukarı kıvrıldı. “Varoş mideli,” dedi dalga geçer gibi.
Aynı yerden kendine lahmacun, bana da pizza sipariş ettikten sonra birasını kafasına dikip son damlasına dek içti. Sipariş yaklaşık kırk dakika sonra gelmişti. Sehpayı koltuğun önüne çektiğim sırada elinde paketlerle salona girdi ve elindekileri sehpanın üzerine bırakarak yanıma oturdu. Oturmadan önce kendine yeni bir bira da açmıştı. Lahmacun paketini açıp, lahmacunun içini soğan salatasıyla doldurduktan sonra sardı. Yemeğinden bir lokma alıp yan gözle bana baktı.
“Kızım yesene,” derken yanağı ağzına aldığı lokma yüzünden şişmişti.
Gözlerim şişen yanağına dokundu ve dudaklarıma yerleşen tebessümü gizleyemedim. “Çok soğan koydun, İrem yanına yaklaşınca bayılmasın sonra.”
“Benim ağzım hiç kokmaz.”
“Soğan yedikten sonra da mı?”
“Sus,” diye söylenerek bir lokma daha ısırdı.
Önümdeki pizza kutusunu açtım. Orta boy, tavuklu pizzaya bakarken karnım guruldadı ve Kartal, ağzında lokma varken burnundan sert bir nefes vererek güldü.
“Kıza bak, anasını satayım,” dedi keyifle. “Tavuğa yıllardır aradığı büyük aşkını sonunda bulmuş gibi bakıyor.”
Birasından bir yudum alarak bana bakmaya devam etti, eğlendiği apaçık ortadaydı. Pizza dilimlerinden birini alıp büyük bir lokma ısırdıktan sonra gözlerimi yumdum ve “Bak şu an sana çok saçma geliyor olabilir ama kutsandım,” dedim. “Cennetin ırmaklarında duş alıyorum.”
Gülerek, “Daha çok orgazm oluyormuşsun gibi görünüyor,” dedi.
Yanaklarım bir anda ısındı. Gözlerimi hızlıca açıp sessizlik içinde pizza dilimine baktım. Bir kez daha ısırdığımda Kartal’ın bana doğru eğildiğini hissettim ama hareket edemedim. Poşetin içinden kutu kolayı çıkarıp açtıktan sonra bana uzattı.
“Yavaş ye de boğulma, Bal Arısı.”
Kolayı elinden alıp bir yudum içtim ve bir süre hiç konuşmadan pizzamı yemeye devam ettim. Üçüncü dilimi almak için uzanırken, “Bal Arısı nereden çıktı?” diye sordum.
“Geç açılan internet tarayıcısı gibisin, şimdi mi dank etti kafana bunu sormak?” diye sordu kaşlarını kaldırarak.
“Bana isimler takıp durma, direkt ismimi söyle. Benim adım Lavin.”
“Benim adım Cafer, boyum 1.10, dayak yemeyi severim,” dedi kendi kendine, ona onu anlamayan gözlerle baktığımda birasını dudaklarına götürüp bir yudum daha içti ve “O videoyu bilmiyor musun?” diye sordu.
“İnternette komik videolar izlediğini bilmiyordum.”
“İnternette izlediğim video türleri hakkında düşündüğünü bilmiyordum.” Tek kaşını kaldırdı. “Müstehcen içeriklere baktığımı düşünüyordun kesin.”
“Zaten bakıyorsundur,” dediğimde yalanlamak yerine göz kırparak biradan bir yudum daha içti.
Karnımızı doyurup, birlikte ortalığı topladıktan sonra dişlerimi fırçalamak için lavaboya girdim. O da hemen arkamdan içeri dalınca kaşlarım çatıldı. Elimde diş fırçası ve diş macunuyla ona dik dik baktığım sırada, “Soğan yedim,” dedi omuz silkerek. “Seni bekleyemem.”
“Yemeseydin. Önce ben girdim.”
“Ben sana çocuksun diye boşuna demiyorum.”
Gözlerimi devirip fırçamı suyla ıslattım. O da kendi diş fırçasına uzanırken kolu omzuma sürttü. Bedenim dağlanmış gibi sızladığında kafamı kaldırıp ona baktım. Gözlerini indirmiş dikkatle beni süzerken diş fırçasını ve macununu alıp geri çekildi. Aynı anda dişlerimizi fırçalamaya başladık. Sanki sözleşmişiz gibi ikimiz de aynı yönde, aynı anda, aynı hareketlerle dişlerimizi fırçalarken önümüze dönmüş, aynaya düşen yansımadaki görüntümüzü izlemeye başlamıştık. Tek fark, o benim yansımamı, ben de onun yansımasını izliyordum.
Hafifçe eğilip tükürdüm. Gözlerinin üzerimde olduğunu bilmek yanaklarımı yaksa da sakin göründüğüme emindim. Ağzıma biraz su aldıktan sonra suyu çalkaladım ve hafifçe tükürüp gözlerimi kaldırarak aynaya baktım. Tükürmemden hiç de rahatsız olmuşa benzemiyordu. Gözlerini kısıp eğildi, ağzının içine su aldı. Doğrulup dudaklarımı havluyla kurularken o da ağzının içini çalkalıyordu. Fırçasını yıkadıktan sonra kenara koydu ve büyük avuçlarına doldurduğu suyu suratına çarpmaya başladı. Suratına çarptığı su, tenime sıçradığından birkaç adım geri çekildim ve havluyu dudaklarıma bastırmaya devam ettim. Kafasını kaldırdığında, ıslak avucunu yüzünde kaydırıp saçlarının arasına soktu ve gür saçlarını geriye doğru itti. Yüzünden sicimle inen su damlaları çenesine aktı, çenesinden damlayarak boynuna kaydı. Islak kaşları dağılmıştı, kirpikleri suyun etkisiyle daha yoğun görünüyordu. Gözlerini aynaya diktiği anda onunla göz göze geldik. Kartal yavaşça suyu kapatıp bir süre gözlerini ayırmadan beni izledi. Ne kadar zaman geçmişti bilmiyordum ama bu bakışma boyut atladığında, ikimiz de farkına vararak gözlerimizi birbirinden ayırdık.
Lavabodan ilk çıkan ben oldum. Merak ettiğim, gece de birlikte uyuyup uyumayacağımızdı. Bunu merak ediyor olmak beni rahatsız etmişti aslında. Onunla uyumaya mı alışmıştım? Yoksa daha mı fazlasıydı? Ona mı alışıyordum? Birden bu düşünce iliklerimi donduran bir rüzgâr gibi esip geçerek zihnimi alabora etti.
Sanırım bu geceyi kendi odamda geçirmem daha doğru bir karar olacaktı. Ona alışmak istemiyordum. Ona alışmaktan korkuyordum. Bir insana alışmak, benim için çok korkutucuydu. Varlığına alıştığın birinin yokluğunun nasıl hissettirdiğini biliyordum. Aynı şeyi tekrar hissetmek istemiyordum. O, babam gibi, annem gibi, Kardelen gibi gidenler kervanına katılırsa, yeni bir yıkımı kaldıramayabilirdim. Yeni bir kayba hazır değildim.
Odamın kapısına geldiğimde Kartal da lavabodan çıktı. Elimi kapının kulpuna yerleştirdiğim an öksürüp boğazını temizledi. Kulpu çeviremedim, kapıyı açamadım. Bedenim de ruhum da yorgundu.
“Yatıyor musun?”
“Uzanacağım,” dedim kuru bir sesle. “Yorgun hissediyorum.”
Bir süre hiç konuşmadı ama gözleri sırtımda saplı duran bir bıçak gibiydi. “Anladım,” dedi sonunda konuştuğunda. “İyi geceler.”
“İyi geceler.”
Kapının kulpunu çevirmemle o tok ses aramıza bir duvar gibi örüldü. Karanlık odaya girdim, kapıyı kapattım ve sırtımı kapının yüzeyine yasladım. Kapının hemen arkasında Kartal’ın olduğuna dair saçma bir his, anlamsız bir düşünce zihnimin limanına gemisiyle vurduğunda, limanın sınırlarını belirleyen o taşın parçalandığını düşündüm. Geceleri neden bu kadar yoğun hissetmek zorundaydım? Gündüzleri göğüsüm altına ittiğim o düşüncelerin tümü, geceleri göğsümün üstüne binip tepinmeye başlıyordu.
Gözlerimi yumup Kartal ile alakalı düşüncelerden uzaklaştım, Kardelen’i hatırladım. Bir anı, ruhumun sınırlarını ateşe verdi ve içime yeniden sızarak tüm canlılığıyla beni ele geçirdi.
Kardelen’in kalbini hızlandıran o adamı bana anlattığı geceyi hatırladım. Üzerinde koyu mor bir pijama takımıyla yatağımda uzanıyor, ayaklarını duvara yaslamış oynatırken dudaklarındaki gülümsemeyi gizleyemiyordu. Yaşadığı derin bir kalp kırıklığının ardından bu bana ilk kez bir erkeği anlatışı olacaktı, konunun bir erkek olduğunu anlasam da o gece, o bana onu anlatana kadar hiç konuşmadım.
Hemen yerde duran kahverengi tüylü ayıcığı kucağına çekip, çenesini ayıcığın kafasına yaslayarak bana baktığında, parmaklarıma sürdüğüm bordo rengindeki ojeyi çıkarmak için pamuğu asetonla ıslatıyordum.
“O ojeler ellerine yakışmıştı.”
Sonunda kıvranmayı bırakıp konuştuğu için gülümsedim. “Sen neden öyle kedi gibi beni izliyorsun bir saattir?”
“Sadece izliyorum,” dedi. Bazı zamanlar, sesinde bir hüzün yakalar gibi olurdum ama hüznün zarif boynunu parmaklarımın arasına alamadan benden kaçırır ve o hüznü yok etmeme engel olurdu.
Ojenin rengiyle kirlettiğim pamuğu kenara koyup gözlerinin içine daha dikkatli baktığımda, yakalanmış gibi ellerini havaya kaldırdı.
“Tamam, söyleyeceğim.”
“Dinliyorum.”
“Geçen hafta dilek feneri uçurmuştuk, hatırlıyor musun?”
“Evet.”
“Onu o gün mutlaka görmüşsündür. Şu bir dönem sana askıntılık eden Atakan’ın kuzeniyle aynı evde kalan çocuk,” dediğinde gözlerimi kıstım. “Yani, arkadaş olduk gibi ama arkadaş kalmak istiyor muyum bilmiyorum.” Avuçlarını yanaklarına bastırıp gözlerini sıkıca kapattı. “Anla işte! Dilek fenerini uçururken gözlerimin içine çok farklı baktı. O kalabalığın içinde, o kadar uzağımda, sanki dibindeymişim gibi…”
“Ondan hoşlanıyorsun.”
“Korktuğum da bu ya zaten.” Birden ellerini yüzü boyunca kaydırıp boynuna indirdi. İnce parmaklarıyla boynuna dokunurken tavana bakıyordu. “En son birini sevdiğimde, kalbimi kaybediyordum. Artık bir kalpsiz oluyordum. Sanki çok sevmekten ölüyordum.” Gözlerini bana çevirdiğinde sessizce yutkundum. Parmakları hâlâ boynundaydı. “Ya Toprak’ı da kalbimi kaybediyormuş gibi seversem ve bu kez kalbimi kaybedersem, Lavin?”
“Bir daha bir korkağı sevmeyeceğine yemin etmiştin.”
“Lütfen Toprak da korkak biri olmasın,” diyerek doğrulup bağdaş kurdu, heyecanla bana baktı. “Değildir, değil mi?”
“Kartlarını açık oyna, cesur ol. Aşk, cesaret ister, Kardelen. Bir korkak kalbini kırdı diye, sen de bir başkasına karşı korkaklık edecek değilsin.”
“Toprak’ın gözlerinin içine baktığımda tek ve eşsiz olduğumu gördüm, çok mu abartıyorum?” diye sordu kendi kendine.
“O zaman korkaklık etme. Sonuçta ondan bal gibi de hoşlanıyorsun. Hatta bence onu seviyorsun. Aşk biraz da cesaret işidir.”
“Aşk için fazla korkak, ölüm için de fazla gencim ben,” dedi sessizce tebessüm ederek. “Aşktan korkmayı, bir korkak olmayı bana biri öğretti. Şimdi nasıl cesur olabilirim bilmiyorum.”
“Küçük bir kız çocuğundan farkın yok,” dedim gülümseyerek. “Bir adamın senin bir kez daha canını yakmasına izin vermem.”
Kardelen çenesini ayıcığın kafasına gömerken, “Çok güzel gözleri var,” diye fısıldadı. “Kapkara, gece gibi, dipsiz gözleri.”
Gülümsedim, gülümsedi.
Karların altında yetişen kardelen çiçeği, toprağa mı âşık olmuştu?
Kırılan kalbini onarıp, ona yeniden güveni ve aşkı veren bir insanı kendi içine gömmüş, sonra da toprağın içine o insan içindeyken gömülmüştü. Sevdiği adamın adı Toprak olduğundan mı toprak çekmişti onu içine? Gözlerim karanlıkta saplı dururken hissettiklerim kalbimi ağrıtıyordu. Herkes bana sırtını dönse bile asla sırtını dönmeyecek olan kişiyi kaybetmiştim. Bir tek ben değil, Toprak da kaybetmişti. Ne hâldeydi tahmin bile edemiyordum, açıkçası kendi yarama o kadar odaklanmıştım ki onun ne hâlde olduğuyla ilgilenmemiştim bile. Ne onu toprağın içine koyduğumuz mezarlığa gelmişti ne de ortalarda görünmüştü, sanki adı gibi gerçekten toprağa dönüşmüş, onu içine almış ve onunla yok olmuştu. Toprak, bir yerlerde mezar olmayı bekliyor olmalıydı.
Peki ya diğeri? O ne yapıyordu? Korkaklığının bedelini nasıl ödüyordu? Karlarını esirgediği çiçeği toprak almıştı, şimdi mutlu muydu? Onun en büyük kalp kırıklığı olmuştu, onun en büyük iç yangını olmuştu, onun en büyük cesareti ve korkaklığı olmuştu. Şimdi o yoktu, merak ediyordum, ondan esirgediği aşkla onsuz nasıl yaşıyordu?
Yatağa uzanıp sessizce düşüncelere savaş açtığım saatlerin birinde, odanın kapısının yavaşça açıldığını fark edince gözlerimi hızla yumdum. Kapının önünde durup içeriyi izlediğini hissettim ve çok geçmeden içeri girdi. Adımlarının yere emanet ettiği güven veren sesleri dinledim. Yatağın önünde dikildiği anda üzerime düşen gölgesini hissettim. Gölgesi o kadar ağır geldi ki, bir an yan dönüp kıvrılacağımı ve bir çocuk gibi ağlamaya başlayacağımı sandım. Bu gölge, bana içimde yara olmuş bir şeyin yokluğunu hatırlatmıştı.
Yavaşça eğildiğini, sıcak nefesinin alnıma çarpmasıyla fark ettim. Alkol kokusunu ânında soludum, düşüncelerin üzerime yığıldığı o süre zarfında içmiş olsa gerekti.
Büyük avucunu alnıma bastırdı. Kalbim atışını hızlandırdı. Avucunun içi sıcaktı. Alnıma düşen birkaç saç telini geriye doğru iterken avucunu da ittiği saçlarımla birlikte başımın üstüne doğru kaydırdı.
Kalp atışlarım ağırlaştı. Elini çekti.
Kartal, yatağın içine girip beni kollarına çekerken gözlerimi açmadım. Bedenini bedenime yasladı ve onun teninden yükselen alkolün kokusunun bana da bulaştığını hissettim. Dudakları saçlarımın biraz üzerinde duruyordu. Burnundan verdiği sıcak nefesleri, saç diplerimde hissedebiliyordum. Bu yakınlık beni parçalara ayırmaya başlamıştı. Kartal’ın vücut sıcaklığı benim buz tutmuş tenimi ânında çözerken eli karnıma doğru kaydı ve diğer eliyle de yorganı üzerimize çekti.
“Mecbur değilsin, biliyorum,” diye fısıldadı alkol kokan nefesiyle. “Ama ben kendimi buna mecbur hissediyorum.”
Karnıma kör bir bıçak saplanmış gibi hissetmeme rağmen sesimi çıkarmadım. Dudaklarını saç diplerimde hissettim, kanım damarlarımın içinde usulca geri çekildi. Nefesimi tuttum, göğsüm kalbimi altında un ufak edene dek ezdi.
“Sorun değil,” diye fısıldayabildim.
Kartal, uyanık olduğumun farkındaymış gibi çenesini sap diplerime bastırıp beni onayladı.
“Yine çok içmişsin,” diye fısıldadım, sanki acı bir gerçeği fısıldamışım gibi paramparça çıkan sesime ben de şaşırmıştım.
Kuru bir yutkunuşun ardından, “Her zamanki hâlim,” dedi.
“İyi geliyor mu bari?”
“İyi geliyor diyemem.”
Karnımın üzerinde duran elinin avucundan tenime yayılan sıcaklık çok yoğundu. Bir an nefes alamadım.
“O zaman neden içiyorsun?”
“Olduğum yerden biraz olsun uzaklaşabildiğim için.”
“Uzaklaştığın yere tekrar geri dönmek daha acı verici değil mi?” diye sordum. Gecenin içinde birbirimize kaderimizi fısıldıyorduk.
“Aynı şeyi her gece yaşıyorum. Kendimi buna alıştırdım.”
Ruhumdan büyük bir parça daha kopmuş gibi hissettim.
“Acıya mı alıştırdın kendini?”
“Yaşamaya alıştırdım.”
Yutkundum. “Peki ya acı?”
“Yaşamak zaten acıdır.”
Ne söylersem söyleyeyim, yaralarını saramayacağımı bildiğimden sustum belki de. Kartal’ın yalnızca ruhu değil, hisleri de yaralarla kaplıydı ve yaranın açık ağzından kan sızıyordu. Yarasına mikrop kaptırmak istemedim ve sustum.
Çenesini saç diplerime biraz daha sert bastırdı, ardından uzun bacaklarını bacaklarıma doladı. Yakınlığını garipsemedim. Dokunuşundan, yakınlığından, varlığından rahatsızlık duymadım. Başka biri olsa bu yakınlıktan farklı anlamlar çıkarabilirdi ama ben onun ruhunun sessiz çığlığını bu kadar net duymuşken, istesem de kötü bir düşünceyi zihnime ekemezdim.
Yaşanılanların içime açtığı oyuk o kadar büyüktü ki, bedenim Kartal’ın bedeninin yarısı kadar olsa da Kartal o oyuğa rahatlıkla sığardı.
“Uyu, Kartal,” diye fısıldadım. Sokak lambasının turuncu ışığı camdan içeri sızarak yere yığılmıştı.
Yüzünü saçlarımın arasına gömdü. Dişlerimi sıkarak gözlerimi yumdum ve bekledim.
“Teşekkür ederim,” diye fısıldadı saçlarımın içine doğru. “Uyuyorum.”
💫
Müdire Hanım’ın ofisinde kumral, yeşil gözlü adamı gözüm bir yerden ısırıyordu. Kapıdan içeri girdiğim anda, onun da beni tanıdığını alenen ortaya seren yeşil gözleri dakikalardır üzerimdeydi. Ceyda’nın yanında gördüğüm adam olmalıydı, üzerinde yine takım elbise vardı ve bugün daha fiyakalı görünüyordu. Elimdeki dolma kalemi üçüncü kez çevirip masada duran belgeye baktım.
“Bu belgeyi imzaladıktan sonra derslere giriş çıkışın tam anlamıyla onaylanmış olacak,” dedi Müdire. Ardından gözlerini yaklaşık on beş dakikadır tam karşımdaki deri koltukta oturan kumral adama çevirdi. “Seni de bekletiyorum, kusuruma bakma lütfen. Bugün burası çok yoğun.”
“Lafı bile olmaz,” dedi adam elini kibarca öne doğru uzatarak. “Keyfinize bakın lütfen.”
“Sanırım biraz kararsızsın, Lavin,” dedi Müdire, sabrının son demlerinde olduğu belliydi ama Kartal’ın okula saydığı paraların hatırına olsa gerek, hâlâ gülümsüyordu. “Eğer bölümün konusunda endişelerin varsa…”
“Belgelerim hazır, sadece imza kaldı,” dediğimde başını sallayıp gözlerini adama çevirdi, kadının sitemkâr bakışları adamı gülümsetti. Telefon çalmaya başladığında ofisteki sessizlik birdenbire bölünmüştü. Müdire Hanım telefonu açtı, birkaç saniye ahizeyi sadece yanağına yaslı bekletip hiç cevap vermedi ve sonunda, “Tabii, geliyorum,” diyerek telefonu kapattı. “Seni birkaç dakika bekleteceğim,” dedi adama. Gözlerini bana çevirdi. “İmzaladıktan sonra çıkarsın, Lavinciğim.” Ayaklanıp masasından ayrılırken ona cins cins bakmakla yetindim.
Kadın odadan çıktığında, adamla yalnız kaldığım için gergin bir şekilde gözlerimi kaldırıp yeşil gözlerine baktım. Hâlâ gülümsüyordu.
“Komik olan ne?” diye sordum birdenbire. “Müdireyi illallah ettirmem mi yoksa başka bir şey mi?”
Parmağını sus çizgisine bastırıp gülüşünü durdurduktan sonra gözlerimin içine ciddiyetle baktı ve “Neden güldüğümü zaten biliyormuşsun,” dedi. Kalın, aksanlı bir sesi vardı. Sanki uzun zamandır yurt dışında yaşamış bir Türk’tü ve zaman, dilinin altındaki Türkçe kelimeleri usulca süpürmeye başlamıştı.
“Şu an benden nefret ettiğine eminim,” dediğimde tekrar güldü ama bu kez gülmesine aldırış etmeden kâğıdın altındaki boş köşeye imzamı çaktım.
“Madem bu kadar kolaydı, neden on beş dakikadır kadıncağıza işkence ediyorsun?”
Yan gözle ona baktım. “Çünkü beni başından savmak ister gibi davranmasından hoşlanmadım.”
Alt dudağını yalayıp başını sallarken hâlâ tebessüm ediyordu. Büyük, kemikli ellerini diz kapaklarının üzerine yerleştirip, “Hangi bölümü tercih ettin?” diye sordu. “Tabii özel değilse.”
Omuz silkip, “Modern dans,” dedim.
“Ne kadar zamandır dansla ilgileniyorsun?”
Kaşlarımı kaldırıp karşımdaki yabancıya düz bir bakış attım. “Küçük yaşlardan beri,” dedim. Ceyda’nın arkadaşı mı yoksa bir aile dostu muydu merak ediyordum, gözlerim yüzüne sabitken, “Seni Ceyda’nın yanında görmüştüm yanlış hatırlamıyorsam,” dedim.
“Evet, doğru hatırlıyorsun. Ben de seni görmüştüm.”
“Akademide öğrenci olduğunu düşünmüyorum,” dememle kaşlarını kaldırdı.
“Yaşlı mı göründüğümü ima ediyorsun?”
“Hayır.” Gözlerimi bedenine indirdim. “Bence hiçbir öğrenci buraya takım elbiseyle gelmezdi.”
“Arkadaşlarımı ziyarete geldim, gelmişken öğretmenlere de bir merhaba demek istedim çünkü önceden ben de onların öğrencisiydim,” dedi bacak bacak üstüne atıp. “Ceyda’yı tanıyorsan İrem’i, Berra’yı ve Emir’i de tanıyorsundur diye düşünüyorum. Onların arkadaşıyım.”
“Anladım,” dedim kaşlarımı kaldırarak. Kaymak tabakadan olduğu zaten belliyken, şimdi radarımıza eklenen isimlerden biri de olacaktı belli ki. Gözlerinden hiçbir şey kaçmayan biriymiş gibi bakıyordu, zeki biri olduğunu gözlerimiz birbirine değdiği anda hissetmiştim. Aynı zamanda flört etmeyi de seviyor olsa gerekti çünkü bana yönelttiği bakışları ve dudaklarına yerleştirdiği tebessümde flörtü görebiliyordum. Çapkın ve elit, hiç benlik değildi.
Müdire Hanım’ın yeniden odaya girmesiyle oturduğum yerden kalktım ve adam da benimle aynı anda oturduğu yerden kalktı. Bir şey söylemeden odadan çıktım, birkaç saniye sonunda adam da arkamdan çıktı ve koridorda ilerlerken onun da arkamda yürüdüğünü hissettim.
“Bekle,” demesiyle adımlarım bir bıçak gibi kesildi. Omzumun üstünden sesin sahibinin yakışıklı suratına meymenetsiz bir ifadeyle baktım. Elini yavaşça havaya kaldırıp beni işaret ederken, “Lavin’di, değil mi?” diye sordu.
“Evet.”
“İki kelamda bulunduğun insanlarla tanışmak kibarlık değil midir?” diye sorarken keskin kaşlarını havaya kaldırmış, yüzüne yine o kibar ama alaycı gülümsemesini eklemişti.
“Öyle midir?”
Elini bana uzatırken, “Öyledir diye düşünüyorum,” dedi. “Ben Ogün.”
Önce bana uzanan büyük eline, sonra da yeşil gözlerine baktım. Onların çevresinden biri olduğu için ona kaba saba davranmayacaktım, bir başkası olsa tavrım net olurdu ama onların tayfasıyla şimdilik iyi geçinmek niyetindeydim. Elimi Ogün’ün elinin içine kaydırırken, “Lavin,” dedim tekdüze bir sesle.
“Memnun oldum, Lavin.” Dudaklarındaki içten tebessüm bu kadar davetkâr değildi, daha samimiydi.
“Ogün?” Sesin sahibine doğru dönerken karşımda İrem’i bulacağımı biliyordum, sesi hafızamın içine kazınmıştı. İrem, mavi gözlerini önce bana, ardından Ogün’e çevirdi. Dudaklarına bulaşan gülümsemenin derinleştiğini gördüm. “Madem buradaydın, neden aramıyorsun beni?”
“Derstesindir diye düşünmüştüm,” dedi Ogün, İrem onun kollarının arasına girerken ikisine ifadesiz gözlerle bakıyordum. Sarı saçları, Ogün’ün siyah takımının ceketine yayılırken, “Lavin, bu adam benim biricik Ogün’üm!” dedi heyecanla.
“Onu anasınıfına gittiği zamanlardan beri tanırım,” dedi Ogün şefkatle İrem’e bakarak. “Ama bizi birbirimize tanıtmak için geç kaldın, sarışın. Biz çoktan tanıştık.”
“Gerçi sen de haklısın,” dedi İrem imayla kaşlarını kaldırarak. “Bu kadar güzel bir kızı fark etmemen imkânsız.” İrem, kıkırdayarak bana bakıp fısıldadı: “Konu güzel kadınlar olunca bu adamın radarlarının nasıl çalıştığını tahmin bile edemezsin.”
“Beni çok yanlış tanıtıyorsun,” diye homurdandı Ogün.
“Şaka yapıyorum, hemen de kızıyorsun.” Kollarını Ogün’ün ince beline sıkıca sardı. “Ogün’le yaklaşık iki yıldır yüz yüze görüşemiyorduk. San Francisco’daki çok ünlü bir sanat okulunda asistan olarak yüksek lisans yapıyordu. Üç gün önce İstanbul’a geri döndü, büyük ihtimalle San Francisco’da yarım bıraktığı işini burada, bizim akademide devam ettirecek. Şimdiden çok heyecanlıyım!”
“Benden daha heyecanlı, gördüğün gibi,” dedi Ogün bana gülümseyerek bakarken. Aralarında gerçekten içten, samimi bir ilişki olduğu, birbirlerini sevdikleri belli oluyordu. “Bu arada Cenk ve Suphi’den de selam getirdim sana. Yaklaşık bir aydır facetime yapamıyormuşsunuz, Cenk dudak dolgularını benden habersiz çoğaltmışsa dudaklarını iğneyle patlatacağım onun dedi haberin olsun.”
İrem, gür bir kahkaha atarak, “O ikisini deli gibi özledim!” dedi. “Sahi, onlar ne zaman dönecekler? Biliyor musun?”
“Şimdilik San Francisco’daki okulda gayet mutlu gibiler ama Cenk’in kız kardeşinin durumunu biliyorsun, Cenk eninde sonunda buraya dönecek çünkü Ceylin’den uzak kalmayı pek sevmiyor.”
Gözlerimi İrem’e çevirdim. “Cenk ve Suphi kim?”
“Arkadaşlarımız, onlar da bu akademideydiler ama sonra yetenek sınavına girip yurt dışındaki sanat okuluna girmeye hak kazandılar,” dedi İrem. “Cenk bizimle büyüdü sayılır.” Sırıtarak Ogün’e döndü. “Cenk’in saçlarına sakız yapıştığı günü hatırlıyor musun? Sapsarı saçlarını üçe vurdukları için günlerce ağlamıştı.” İrem’in dudakları büküldü. “Ogün ona o kadar üzüldü ki, Cenk’in gözyaşları dinsin diye kendi saçlarını sıfıra vurmuştu.”
Ogün, çekingen bir gülümsemeyle başını salladı, elimde olmadan ona gülümsedim. Gözleri anlık gülümsememe takılı kalınca dudaklarındaki tebessümün donduğunu fark ettim.
Gözlerimi kaçırıp, “Neyse, ben gideyim,” dedim. “Tekrar tanıştığımıza memnun oldum.”
Ogün, “Umarım yeniden karşılaşırız,” dediğinde, İrem ona yandan imalı bir bakış atıp sırıttı.
Başımı sallamakla yetindim. Böyle anlarda ne söylenirdi bilmiyordum çünkü hayatımın büyük bir bölümünü çalışırken karşımdaki adamlardan gelen saçma sapan teklifleri tersleyip reddederek geçirmiştim. Şimdi bir erkeğe karşı nasıl kibar olunurdu, hiçbir fikrim yoktu doğrusu. Gerçi Ogün, bana askıntı olan o saçma sapan adamlar gibi değildi, her ne kadar davetkâr bir gülümsemeye sahip olsa da beni rahatsız edecek imaları olmamıştı. Oysa genelde çoğu erkek ilk cümleden beni rahatsız edebilecek bir kelime illaki kullanırdı.
Tüm işlemleri tamamladığıma göre bugün ilk derse girebilirdim. Soyunma kabinlerinin olduğu alana gidip çantamdan kıyafetlerimi çıkardım ve boş bir kabinde üzerimi değiştirdim. Koyu gri sporcu sütyeni ve aynı renk sıkı bir taytla kabinlerin olduğu alandan çıktığımda Emir’in koridorun diğer ucunda, yanında kızıl saçlı güzel bir kızla dikildiğini gördüm. Tam yanından geçerken omzuna hafifçe vurdum.
Kafasını çevirip bana sırıtarak baktı ve “Güzellik,” dedi. “Vay, fişek gibi olmuşsun. Hazırsın demek.”
“Sanıyorum Mümtaz Hoca’nın dersine gireceğim. Hangi derslik biliyor musun?” diye sordum söylediklerini es geçerek. Kızıl saçlı kızın gözlerini üzerimde hissedebiliyordum, muhtemelen varlığımdan hoşnut değildi.
“Ben de onun dersine gireceğim,” dedi Emir. O sokak danslarıyla ilgilenmiyor muydu? Yanlış mı hatırlıyordum? Kaşlarımı çatıp sorguyla ona baktığım sırada gözlerini kızıl saçlı kıza çevirip, “Sen git, Pınar,” dedi. “Sonra görüşürüz.”
Pınar, uzanıp Emir’i yanağından öptükten sonra bana soğuk bir gülümsemeyle baktı ve “O hâlde sonra görüşürüz,” diye mırıldandı.
Kız gider gitmez, Emir, “Kartal nerede?” diye sordu.
“Buralardadır herhâlde. Sahi sen neden benimle aynı derse giriyorsun?”
“Pınar’dan kurtulmak için küçük bir yalan uydurdum. Tam zamanında gelip beni kurtardığın için sana minnettarım,” dedi Emir gözlerini devirerek. “Sadece iki kez kahve içtik diye gelecekteki çocuklarımıza kundak bakmaya başladığını hissediyorum, umarım beni kalbine gömer.”
“Çok merhametsizsin,” dedim umursamazca. “Derslik nerede, biliyor musun?”
“Ben de geliyorum,” diyerek koridorun öteki ucuna doğru döndü. “Başka dersim yok. Seni izlemiş olurum.”
“Sen bilirsin,” dediğimde dersliğin olduğu yöne doğru yürümeye başlamıştık. “Ogün’le tanıştım bu arada.”
“Burada mı hâlâ o? Dün de buradaydı,” dedi Emir kaşlarını kaldırarak. “Özlemiştim piçi, iyi oldu geldiği. Bundan sonra bolca görüşeceğiz gibi zaten.” Kaşlarını çattı. “Hangi ara tanıştınız?”
“Müdire Hanım’ın odasındaydı. Sonra da İrem bana onu tanıttı.”
“Yakışıklı çocuktur Ogün, dikkat et kalbini çalmasın,” diye alay ettiğinde ona cins cins baktım.
“Ne alaka?”
“Şaka yapıyorum. Yine de Kartal’ın kıskanç hâllerini izlemek çok eğlenceli olurdu.”
Dersliğin önüne varana dek sohbet ettik. Dün gece neler yaptığını, alkolü fazla kaçırınca babasına yakalanmamak için balkondan odasına tırmanmaya çalıştığını, tırmanamayıp bahçedeki havuza düştüğünü ve babasına yakalandığını anlatırken elimde olmadan kıkırdıyordum.
Dersliğe girdiğimizde tüm duvarların aynalarda çevrili olduğunu gördüm. İçeride sekiz dokuz kız, iki üç de erkek öğrenci vardı. Hepsi bağdaş kurarak yere oturmuş, kendi aralarında bir şeyler konuşuyordu. Omzuma astığım çantayı düzelttim.
Emir, aynanın önüne bağdaş kurarak oturunca ben de yanına çöküp oturdum. “Mümtaz Hoca diğer hocaların aksine konuşma değil, dans etme taraftarıdır,” dedi. “İlk işi ısınmanızı istemek olacak. Ona göre dans kelimelerle değil, bedenle öğrenilir.”
“Bu iyi bir şey.”
Dersliğin kapısı aniden açıldı. Kartal, altında siyah eşofman, üzerinde gri sporcu atletiyle içeri girdiğinde donup kaldım. Dersliğini falan mı şaşırmıştı bu adam? Emir’in bakışları kapıya dönünce, bendeki şaşkınlığın aynısını yaşadığını hissettim.
“Bunu biliyor muydun?” diye sordu Emir hayretler içerisinde.
“Hayır. Bana söylemedi.”
“Kuzenin yarı zamanlı stalkerın olabilir mi?”
Kartal’ın gözleri dersliğin içini taradı. Emir ve benim oturduğum yere çevrilen bakışları mümkünmüş gibi daha da sertleşti. Gözleri yavaşça Emir’e kaydı, tehditkâr bir ifadeyle çocuğu süzdü.
“Burada olmamdan pek de memnun olmadı,” dedi Emir, Kartal’a bakarak. “Beni aynalara çarpa çarpa dövmek istiyor gibi bakıyor.”
“Aldırış etme. O her zaman böyle bakıyor.”
Emir’in bu söylediğime inanmadığı barizdi. Kartal’ın içeri girişi, tüm kadınların dikkatini çekmişti. Hemen Kartal’ın arkasından dersliğe giren kişi Mümtaz Hoca’ydı. Beyaz keçi sakalında tek bir siyah tel yoktu ve mücevherden bir toka ile sakalının ucunu toplamıştı. Uzun saçlarını topuz yapmıştı ve kemik gözlük takıyordu.
Gözlüklerini burnunun ucuna indirip Kartal’a bakarak, “Geçmeme izin verecek misin?” diye sordu.
Kartal, omzunun üstünden hocaya baktıktan sonra gergin bir şekilde kenara çekildi. Hoca, elinde tuttuğu dosyayı kolunun altına sıkıştırdıktan sonra gözlerini kısaca yere yayılarak oturmuş öğrenci gruplarında dolaştırdı.
“Ee? Kalkmayı düşünüyor musunuz?” diye sorarken sesinde duygu yoktu.
Herkes bu sorunun sorulmasını bekliyormuş gibi ayağa kalktı. Kartal bize doğru geldi, Emir’in yanından geçerken ona seğiren, kaskatı bir çeneyle baktı ve ikimizin arasına girip tam ortamızda dikildi. Kollarını göğsünün üstünde topladıktan sonra bana bakmadan kafasını hafifçe eğip, “Bu tavşanın burada ne işi var?” diye fısıldadı.
Gözlerimi hocadan çekmeden, “Asıl senin burada ne işin var?” diye sordum.
“Hayırdır, rahatınızı mı bozdum?”
Gözlerimi devirmek dışında başka bir şey yapmadım. Mümtaz Hoca çok konuşan bir adam değildi, sadece birkaç kelimeyle kendisini gayet net ifade edebiliyordu. “Burada olduğunuza göre nasıl ısınmanız gerektiğini biliyorsunuzdur,” dediği sırada kolunun altına sıkıştırdığı dosyayı masaya bırakıyordu. “O yüzden benim çenemi yormayın ve başlayın.”
Aynaların önüne yerleştirilmiş uzun korkuluğa tutunup kendimi ileri doğru ittim. Kartal’ın bakışlarını yüzümde hissedince gözlerim yüzüne kaydı. Hareket etmeden beni izliyordu.
“Madem bu derse girdin, o zaman hareket et,” dedim.
“Sen benim sabrımı sınamak için mi gönderildin acaba?” diye sorarken sesi sertti. Yüzünü aynaya dönüp, demir korkuluğa tutundu ve bacaklarını hafif bir açıyla araladı. Dizlerini kırarak parmak uçlarında yükseldi, gözlerini tekrar omzunun üzerinden bana çevirdi. “Bu dağ ayısının senin yanında ne işi var, Lavinia?”
Omuzlarımı dik konuma getirip, kalçalarımı hafifçe sıkarak parmak uçlarımda yükseldim, korkuluğa tutunarak kendimi öne iterek kalçamı kaldırabildiğim kadar havaya kaldırdım. Gözlerim artık Kartal’da değildi, hemen karşımda duran dev aynadaki yansımamdaydı ama Kartal’ın ısrarcı bakışlarının hâlâ bende olduğunu biliyordum.
“Bana arkadaş olmak için geldi,” dedim ve bacağımı seksen derecelik bir açıyla yana doğru açtım. Kaslarımın kasılarak yavaşça yanmaya başladığını hissettim. Oldukça yavaş bir şekilde bacağımı geri indirdim ve aynı yavaşlıkla geri kaldırdım.
“Bir arkadaşa ihtiyacın olduğunu bilmiyordum.”
Aynaya düşen yansımasına baktım. Avuçlarını demir korkuluğa bastırarak kendini yukarı çekti, ayakları zeminden ayrılarak havalandı. Çıplak kollarındaki pazuların genişlediğini gördüm, damarları bir ağacın kökleri gibi derisinin altından dışarı fışkırdı ve tenindeki benler ışığın altında parlamaya başladı.
Bacağımı yavaşça kaldırıp parmak uçlarımı gererek ileri doğru uzattım ve başımı arkaya atıp küçük bir daire çizerek öne getirdim. Gözlerimi yumdum, kaslarımın içinde ilerlemeye başlayan alevi hissettiğimde bu hissi ne kadar özlediğimin de farkına varmıştım.
“Neden buradasın?” diye sordum gözlerim hâlâ kapalıyken, bacağımı demir korkuluğa yasladığımda da gözlerimi açmadım.
“Çünkü canım burada olmak istedi.” Gözlerimi aralayıp aynadaki yansımasına baktım. “Çok esneksin,” dedi.
“Çok hamlamışım.”
“Buradan bakınca hiç de öyle görünmüyor.”
Bacağımı indirip, bu defa diğer bacağımı ona doğru uzattım ve başımı omzuma yatırarak yüzümü buruşturdum. “Normalde daha esnektim.”
“Zamanla geri kazanırsın.”
Bakışlarım Emir’i buldu. İkimizi izliyordu ve dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme vardı. Ona göz kırptığım anda gülümsemesi genişledi. Kartal’ın ıslıklı bir nefes aldığını duydum.
“Şunu kessen iyi edersin,” dedi dişlerinin arasından. “Ona yüz verme.”
“Ona bu kadar sinir olman normal değil.”
“Benim neye sinir olup neye sinir olmayacağıma sen karar veremezsin.”
“Benim kime yüz verip kime yüz vermeyeceğime de sen karar veremezsin,” dediğimde bana kısık gözlerinde parlayan bir tehditle baktı ama zerre umursamadım.
Mümtaz Hoca’nın bakışlarını üzerimizde hissedebiliyordum. Bir an gözlerim ona dokununca kaşlarını çattı. “Sen,” dedi beni işaret ederek.
Demir korkuluktan ayrılıp ona döndüm. “Evet?”
“Asıl alanın neydi?”
“Anlamadım?”
“Dans geçmişin var mı? Varsa, alanın neydi?”
Göğsümdeki sıkışıklık hissiyle, “Bale ve buz pateniyle ilgilendim,” dedim.
Adam hiç şaşırmamış gibi başını salladı. “O hâlde sana ilk ödevini veriyorum,” dedi ve neredeyse iğrenti dolu bir ifadeyle adama bakakaldım. Kartal’ın benim aksime şaşkınca hocaya baktığını hissedebiliyordum.
“Ödev mi?”
“Evet.” Dosyanın sayfalarını karıştırırken gözleri artık bende değildi. “Demek önceden beyaz bir kuğuydun. Bu kuğuyu gelecek derste görmek istiyorum,” dedi.
“Böyle bir şey yapmayacağım,” dememle, hocanın tek kaşı havada bir şekilde kafasını kaldırıp bana bakması bir oldu. Çenemi havaya diktim.
“Karşı mı geliyorsun?”
“Evet,” dedim doğrudan.
“Nedenmiş o?”
“Henüz bana ders vermediniz, sizden bir şeyler öğrenmedim. Bir şeyler öğretmeyen bir hocanın teknik olarak ödev vermeye de hakkı yoktur.”
Kaşı seğirdi, Kartal gibi diğerlerinin de bana baktığını hissettim.
“Adın ne?”
“Lavin,” dedim.
“Lavin.” Doğrulup başını sallarken bir elini pantolonunun içine soktu. “Kuğu olmaktan mı sıkıldın yoksa iyi bir kuğu olamadığın için mi ödevi reddediyorsun?”
Yanlış insanı köşeye sıkıştırmaya çalışıyordu. Ne bekliyordu? Ağlayarak sınıftan çıkmamı ya da tüm cesaretimi toplayıp meydan okuyarak ödevi kabul etmemi mi? Güldüğümde, hocanın yüzündeki kararlı tavrın sekteye uğradığını gördüm.
“Sadece teknik olarak henüz bana hiçbir şey öğretmemiş bir hocanın bana ödev vermesini doğru bulmuyorum. Gelecek derste eğer baleyle ilgili öğretecekleriniz olursa, ki ben öğrenmeye çok açık biriyimdir hocam, o zaman öğrendiklerimi de pekiştirerek verdiğiniz ödevi seve seve yapacağım.”
Mümtaz Hoca burnundan sert bir nefes vererek alayla, “Biraz lakayt tavırlar içerisindesin, Lavin,” dedi. “Peki madem, öyle olsun.”
Zaferle gülümsedim. Ders bitene kadar Mümtaz Hoca’nın gözleri sık sık bana dokundu. Dersten çıkarken Emir ile dip dibeydik, hemen arkamızda ilerleyen Kartal’ın bu durumdan hiç memnun olmadığını hissedebiliyordum.
“Ona böyle bir karşılık verdiğin için dansı sana zehredecek,” dedi Emir yüzünü buruşturarak. “Onu sinirlendiren şey senin karşı çıkman da değil, haklı olman oldu bana kalırsa.”
“Mantıken evet, haklıyım,” dedim. “Ama ilk günden Mümtaz’ın radarına takılmak istemezdim. Gözlerini bana dikti ve tüm ders boyunca bir açığımı görecek olursa hayatıma bir karabasan gibi çökeceğini vurgulayarak gözlerime baktı.”
“Çünkü tam olarak bunu planlıyor,” dedi Emir alayla.
“Çok rahatlattın.”
“Yanlış adamın radarına yakalandın, kızım.”
Aslında radarına girmek yerine ona boyun eğebilir, bakışlarından kurtulabilirdim ama yapmak istemiyordum. Bale benim için yanmış bir geçmişti ve ben eğer o geçmişi avuçlayacak olursam, yangını tekrardan başlatabilirdim. Bu yangın tekrar başlarsa, her şeyden önce beni yakardı. Zaten küllenmiş bir ruhu tekrar yakacak olursam, artık elimde küllerim de kalmayacaktı.
“Evet,” dedi Kartal büyük avucunu Emir’in omzuna koyup onu kaba bir şekilde iterken. “Burada yollarımız ayrılıyor.”
Emir, “Ya canım, ben de seni çok seviyorum,” dedi.
“Sorma, körkütük oldum senin uğruna,” dedi Kartal mermer kadar sert, granit kadar soğuk bir sesle. “Lavin’in etrafında çok fazla dolaşıyorsun. Bacaklarını kırarsam dolaşamazsın, ne güzel olur.”
“Uzun bacaklarıma kıyabilecek misin?”
“Amına bile koyarım,” dedi Kartal kabaca.
İkisiyle de uğraşacak kafada olmadığımdan onları geride bırakarak duş kabinlerine gittim. Temiz kıyafetleri duş kabinin içindeki küçük bölmeye yerleştirdikten sonra kabinin kapısını kilitledim ve ılık su kaslarımı pelte kıvamına getirene kadar uzun bir duş aldım. Kurulanıp kotumu ve gri, omzu düşük kazağımı giydikten sonra kabinden çıktım. Kabinlerin olduğu alanda içlerinde İrem’in de olduğu bir kız grubu vardı. Spor ayakkabılarımın bağcıklarını bağlarken İrem’in gözlerinin bende olduğunu biliyordum. Ayağa kalktım, saçlarımın ucundaki suyu yere sıktım ve yere düşen birkaç damla su, yerde ufacık bir nehir yarattığında İrem tam da dibimde bitmişti.
“İlk ders nasıldı?” diye sordu samimi bir şekilde.
“Sanırım Mümtaz benden hoşlanmadı.”
“İlk dersinde Mümtaz Hoca’ya maruz kalman tüyler ürpertici doğrusu…” Dudaklarını öne uzatıp bir süre bekledikten sonra, “Kartal da seçimini yaptı mı?” diye sordu.
Tenime saplanan tuhaf bir his tüm bedenimi uyuştururken, “Evet,” dedim sakince.
“Hangi bölümü seçti?”
“Benimle aynı bölümde. Modern dans,” dedim ve hissettiğim yersiz tatmin duygusuyla gülümsedim.
İrem’in parlak mavi gözlerinde herhangi kötü bir duyguya rastlamadım, aksine gülümsememe gülümsemesiyle karşılık verip, “Ayrılmaz ikilisiniz,” dedi.
Birden, “Öyleyiz,” çıktı dudaklarımdan.
“Çok tatlısınız,” dedi. “Bir ara sen, ben, Kartal, Emir ve Ogün falan birlikte yemeğe çıkalım, ne dersin? Ceyda ile Berra da gelir.”
“Güzel olur.” İstemiyordum.
Başka bir şey söylemeden yanından geçtim. Muhtemelen benim bir buzdolabı, soğuk nevale olduğumu düşünüyordu ama yine de bana karşı kibar ve atılgandı. Sebebi Kartal mıydı yoksa gerçekten iyi niyetli bir insan mıydı zerre anlayamıyordum, açıkçası her şekilde beni irite ettiği yok sayılamaz bir gerçekti. Kotun ön cebine yerleştirdiğim telefon titremeye başladı. Arayanın kim olduğunu biliyordum, o yüzden bakmadan koridorda yürümeye devam ettim. Saçlarımı sıkı bir topuz yapmıştım, bu şekilde kuruması zaman alacaktı ama açıkçası umurumda değildi. Görüş alanıma Kartal girince gözlerimi yukarı kaydırmamak için kendimi sıktım.
“Neredeydin? Beni o Merzifon eşeğiyle baş başa bırakıp kayboldun.”
Islak saçlarımı işaret edip, “Duş aldım,” dedim. Kör müsün de demek istedim ama canım zıtlaşmak istemiyordu.
Kartal, çatık kaşlarının altına yerleştirdiği bronzlaşan kahverengi gözlerinin yüzeyinde parlayan sert aynayı gözlerime tutmuştu. O sert aynanın içinde kendi yüzümü görüyordum.
“İşlerimiz var,” dedi gözlerimin içine bakmayı sürdürerek.
“Ne işi?”
“Gökçe’yi bulacağız. Okula uğramaz olmuş. O kız, ikimizin bir şeyler peşinde olduğunu biliyor. Öylece kendi hâline bırakamayız.”
“Hiçbir şey yapamaz. Elimde ona ait bir ses kaydı var.”
Kafasını salladı. “Evet, yapamaz ama kız müptezel. Onun girip çıktığı yerleri, haritanın üzerine çizilmiş, beni sonuca ulaştırabilecek hedefe giden yollar olarak düşün. O yollardan geçmeden esas varmam gereken noktaya varamam.”
Gözlerinin içine uzun uzun baktım. “Katili bu şekilde bulabileceğimizi mi düşünüyorsun?” diye sordum.
Kartal’ın gözlerindeki ifade donuklaştı. Derin bir nefes alıp gözlerini koridorun öteki ucuna çevirdi. “Evet,” dedi. “Her olayın bir çıkış noktası vardır. O noktaya ulaştığında, her şeye ulaşırsın. Bunlar birbirinden haberdar şekilde hareket eden bir grup. Sorsan, on yıl önce onların arasından biri tarafından işlenen cinayeti bile bilebilecek kadar bilgililer. Onları içi suç kayıtlarıyla dolu bir kütüphane gibi düşünebilirsin.”
“Peki ya onların arasından biri yapmadıysa?”
“Sonuçta o şeyi alan kişi de onlardan birinden aldı, değil mi?” diye sormadan hemen önce dişlerini gıcırdattı. “O gece her kim onun kanında rastlanan maddeden satın almışsa, hepsini bulacağım.” Bana doğru bir adım attı ve yüzlerimiz birbirine yaklaştı. “Şu an o kişi mezarda bile olsa, mezarından çıkarıp ölüsünü öldüreceğim.”
Sadece gözlerinin içine baktım, sadece gözlerimin içine baktı.
“Cesedine bile huzur vermeyeceğim,” dedi kendinden emin bir sesle.
İlk kez yakıcı bir göğüs ağrısıyla ona hak verdim. İlk kez onunla aynı şeyi bu kadar çok istediğimi hissettim. Benim içimde hastalanmış bir duygu vardı. O duygunun adı merhametti ve ölmek üzereydi.
“Cesedine bile huzur vermeyeceğiz,” diye düzelttim onu.
Gözlerindeki donmuş lav çatladı, yarıklardan yeniden ateş akmaya başladı.
“Güzel.” Onun gözlerindeki alevler, merhametimin üzerine akıyordu. “Aferin, Ölüm Çiçeği’ne.”
Bu kez ona tırnaklarımı geçirmedim. Hiçbir şey söylemedim. O da hiçbir şey söylemedi. Etrafımızdan akıp giden kalabalığa aldırmadan bir süre, belki de uzunca bir süre birbirimizin gözlerine düşen anıları izledik.
Bana kendini göstermediğini biliyordum, ben de ona kendimi göstermiyordum ama bazen göstermediğimiz şeyler bizden izinsiz birbirimize doğru koşup yaralarını açıyor ve üflememizi istiyordu. Gerçek şu ki, onun yarasına üflediğimi hayal bile edemiyordum ama o yaranın sadece tırnak kadar olan kısmını görebiliyordum. İçeride, henüz göremediğim ve tüm bedenini kaplayacak büyüklükte bir yara olduğunun farkındaydım.
Kabullenememek çok zordu. Elinde, ateşi titreyen bir mumla karanlıkta yürüyordun ve rüzgâr ölümü fısıldar gibi elindeki bıçakları ateşe saplayıp duruyordu. Mum avucunun içine damlıyor, donuyor, donduğu zemine yeni acılar armağan ediyordu.
Onun ölümü beni yutan bir bataklıktı. Bataklığın dibinde onun mezarının olduğunu bilsem, çırpınmadan batmayı beklerdim.
Zamanı ikiye ayıran o bıçağın bir yüzünde ben, diğer yüzünde Kardelen vardı ve bıçağın yüzlerinden biri yaşama, diğeri ölüme bakıyordu. Keşke ölüme bakan tarafa düşen ben olsaydım. Benim varlığım anlamsızdı. Bir hayalim, arkasından koştuğum bir gelecek, beni mutlu eden ondan başka kimsem yoktu. Ama onun kaybettiği o kadar çok şey vardı ki… Kaybettiği tek şey ruhu değildi.
Ben bu dünyada iyilerin kaybettiğini bir kez daha anlamıştım.
Ve kazanmak için, kötü biri olmaya karar vermiştim.
Üzerime asker yeşili bir yağmurluk giydim. Yağmurluğun şapkasını kafama örterken cipin önündeydik. Kartal, elindeki telefonu deri ceketinin ön cebine attıktan sonra aracın kapılarını kilitledi. Gökyüzü gıpgri olmuştu, hava inanılmaz derecede sisliydi ve öğlen sonu şiddetlenen yağmur yüzünden yolların çoğu araç yığınıyla kapanmış, trafik resmen felç olmuştu. Etrafıma bakındım. Taş tuğlalarla örülmüş binaların arasında duruyorduk, hemen ileride boş bir arazi vardı ama arazi sis altında kalmıştı.
Avuçlarımı birbirine sürttüm. Dudaklarımın arasından çıkan buhar, havanın ne kadar soğuk olduğunun bir kanıtıydı. Atıştırmaya devam eden yağmurun altında yürümeye başladık. Tuğla binalar çok yüksekti, kenarlarına yerleştirilmiş yangın merdivenlerine bakarken başımın döndüğünü hissettim. Tepeye bakmaya çalışırken yüzüme gelen birkaç yağmur damlası boynuma kadar kaydı.
“Neredeyiz?” diye sordum Kartal’ı takip ederken.
Islanan saçlarının arasından parmaklarını geçirdi. Saçlarını hafifçe karıştırıp çatık kaşlarla ara sokaklardan birine baktı.
“Gökçe’nin buralarda olduğunu duydum,” dedi ama nereden duyduğu konusunda tek kelime etmedi.
“Böyle bir yerde ne işi var?” diye söylendim. Burası hiç tekin değildi, hoş, Gökçe de tekin bir tip değildi. Hemen ilerideki araziye bir ceset atılsa, o ceset birkaç ay sonra, çürüyüp tanınmaz hâle geldiğinde bulunurdu.
“Mal bulamayınca yolu buralara düşmüştür,” dedi Kartal yürümeye devam ederek. “Eğer hâlâ birilerinin kuryeliğini yapmıyorsa, sadece kendi içebileceği bir şeyler bulmaya çalışıyordur.”
“Bir gün başına bir şey gelecek,” dedim. Gerçekten öyle olacağını düşünüyordum. Gökçe bu bataklığa saplanmıştı ve kurtulamıyordu. Eninde sonunda bu işleri yapanların elinde kalacaktı ve bu gerçeğin bence o da farkındaydı.
“Kendine ne yaptığı benim sikimde bile değil.”
“Benim de.”
Kartal, ara sokaklardan birine saptı. Sokağın sonunda demir ağlar vardı. Park edilmiş eski bir motosiklet dikkatini çektiğinde, kaşlarını çatarak çevresini kolaçan etmeye başladı. Yağmur hâlâ atıştırıyordu fakat binaların arasında olduğumuzdan dolayı bizi çok etkilemiyordu. Yağmurluğun şapkasını çıkarıp hâlâ taramadığım topuz şeklindeki saçlarımın diplerini kaşıdım.
Binaların arasından birinde bir ses duyulduğunda ikimiz de dikkat kesildik. Sanki biri inliyor, kesik nefesler alarak ağlıyordu. Sırtımda hissettiğim garip ürperti katlanarak çoğaldı ve tüm enseme yayılıp zihnime kadar sızdı. Gözlerimi Kartal’ın profiline çevirdim. Dikkat kirpiklerine kadar bulaşmış, yayını germiş, altından okunu gözlerinin göbeğine yerleştirmiş atış için bekliyordu.
Bir adım attı. Araya doğru yöneldiğini fark edince elimi dirseğine koyup dirseğinin altını avuçladım. Duraksadı. Ona doğru sokulup, “Bu iyi bir fikir olmayabilir, Kartal,” diye fısıldadım.
Etin ete çarpma sesi yükseldi. Bir inilti, acı dolu bir feryat sokağın duvarlarında çınladı. Ardından aynı ses bir kez daha yükseldi. Şiddetini arttırmıştı.
Kartal dişlerini sıkarak, “Emin misin?” diye sordu. “Şu an orada birini öldürüyor olabilirler. Ondan soruyorum.”
Duraksadım. Bakışlarım araya doğru kaydı. Hiçbir şey görünmüyordu. Görebilmemiz için oraya yaklaşmamız, belki de o daracık araya girmemiz gerekiyordu. Sertçe yutkundum. Elim hâlâ onun dirseğinin hemen altında asılı duruyordu. Kartal beni çekerek o araya doğru yürüttüğünde ona karşı koymadım. Beni duvarın dibine kadar yürütüp sırtımı duvara yaslamamı sağladı. Ağır adımlarla sesin şiddetlendiği araya doğru yürüdük, sırtımız duvara dayalıydı. Ara görüş alanımıza girdiği an gözlerim kocaman açıldı. Kartal’ın bakışlarındaki değişimi göremesem de elimin altındaki kolunun sertleştiğini hissettim.
Gökçe, oradaydı. İri yarı esmer bir adam onu boğazından yakalamış, duvara yapıştırmıştı. Gökçe’nin yara bere içindeki kollarında, açılan damar yollarının ve saplanan iğnelerin çürük izleri vardı. Gökçe’nin ağzından bir dolu kan boşaldı, kanına salyası da karışmıştı. İnleyerek gözlerini yumdu. Gözlerinden bir tanesi mosmordu ve küçücük kalmış, neredeyse kapanmıştı.
“Beş kuruşun yok, hazırda bekleyen bir ton borcun var ve utanmadan benden kristal istemeye geliyorsun öyle mi, bağımlı orospu?” diye bağırdı adam. Ağzından saçtığı tükürükler kızın dağılan suratına yapışmıştı. Midem allak bullak olurken Kartal’ın dirseğinin altını sertçe tutup sıktım.
“Yalvarırım, Fuat abi!” dedi Gökçe çaresizce. “Beni öldür ama ver.”
“Sen ruh hastasısın kızım!” Fuat, kızın kafasını sertçe duvara çarpınca, Kartal hareketlenir gibi oldu. Dişlerini gıcırdattığını duydum. “Sana kuryeliği bırak diyen mi oldu? Eğer işine devam etseydin bedavadan ekmeğini yemeye de devam ederdin. Şimdi sana bakınca hiçbir işe yaramayan bir sokak köpeği görüyorum. Seni öldürmediğime dua et! Düş ulan artık yakamızdan!”
Kartal kolunu sertçe çekip elimden kurtardıktan sonra aniden adama doğru yürümeye başladı. Gökçe hafif araladığı gözlerini Kartal’a dikti ama adam Kartal’ın varlığından bihaberdi. Adam tam yumruğunu kaldırıp Gökçe’nin suratına geçirecekti ki, Kartal adamın bileğini havada yakalayıp arkaya doğru büktü. Adamın kırılır gibi bir ses çıkaran kolu arkaya bükülürken dudaklarından kirli bir inilti döküldü.
“Ne oluyor amına koyayım?” diye bağırdı.
“Ecdadını, yedi sülaleni, gelmişini geçmişini sikerim senin,” diye fısıldadı Kartal, adamın büktüğü kolunu biraz daha çevirip yüzünü adamın yüzüne yaklaştırarak. “Topraksız mezarın olur, seni bu tuğlaların arasına gömerim.”
“Sen kimsin ulan?” diye bağırdı adam. “Lan! Gökçe! Sikicilerini mi salıyorsun lan üzerime? Nankör orospu!”
Adam tam kıza tekme atacakken Kartal adamı çekti. Diğer duvara doğru itip adamın üzerine yürüdü. Adam bükülen kolunu diğer eliyle ovarak Kartal’a baktığında yüzü çektiği acıdan dolayı buruşmuştu. Kartal adama doğru atılıp hakikatli bir yumruğu adamın yüzünün ortasına indirdi. Adamın burnundan gelen çatırtıyı duyduğumda elimi ağzımın üzerine örtüp kusmamak için dişlerimi sıktım. Kan adamın burnundan aşağı akmaya başladı, çenesine kadar indi ve adam şoka uğramış gözlerle Kartal’a baktı. Aslında istese karşılık verebilirdi, fiziksel olarak Kartal’dan çok daha iri görünümlüydü ama hiçbir şekilde karşılık veremiyordu. Kartal dirseğinin keskin ucuyla adamın yüzüne bir tane daha geçirdi. Adam dizlerinin üzerine çöküp, inleyerek yüzünü örtüp kendini korumaya çalıştı.
“Oğlum sizin gücünüz fiziksel olarak sizden daha narin olan bir insana mı yetiyor lan?” diye bağırdı. “Ulan bu kızın canı ne? Görmüyor musun? Orospu çocuğu, ona bunu aşılayan, bu sike alıştıran sizsiniz! Bana da ona vurduğun gibi vursana lan, hadi bana da vur!”
“Sen kimsin?” diyebildi adam. Avucu kan ile dolmuştu ama hâlâ yüzünü saklamaya çalışıyordu. Gökçe, kayarak yere düştü. Yığılıp sırtını duvara yasladı ve hâlsiz bir şekilde Kartal’ı izlemeye başladı. Ona doğru yürüyüp, onu omuzlarından tutup dik konuma getirdim.
“İyisin,” diye fısıldadım. “Yüzüme bak, Gökçe. İyisin.”
Kız odağı kaymış gözlerini yüzüme çevirdi ama gerçekten perişan hâldeydi. Yüzüne düşen saçları elimle geriye ittim. Bakışlarım Kartal’a doğru kaydı. İpler kopmuştu, Kartal kendini kaybetmiş gibi adamı tekmelemeye başladı.
“Sizin açtığınız yaradan akan kanım ben!” diye bağırdı Kartal bir tekmeyi daha adamın boşluğuna savurarak. Adam sarsıldı, gözleri kocaman açıldı ve elleri iki yana düşerken dizlerinin üzerinde yüzüstü yere düştü. “Vicdanınızın üzerine tüm geçmişinizi yatırıp sikeceğim!”
“Kartal, sakinleş,” diye fısıldadım. “Kızın durumu iyi değil.”
Kartal duraksadı. Tekmesini bir kez daha adamın yerde yatan bedenine indirip bana doğru döndü. “Onu arabaya taşıyıp bagajdaki ipi bana getirebilir misin?” diye sordu, sesi keskindi. “Ben bu şeref yoksununu paketleyip araca getireceğim.”
“Ne?” Allak bullak olmuş bir ifadeyle ona baktım. “Onu neden ara-”
“Onun olduğu ortamlara gireceğiz,” dedi keskin bir sesle. “İkimizi de gördü. Onların dünyasına girmeme engel olabilir. Çünkü…” Adama baktı. “Leşini çıkardım.”
“İyi de onu rehin alman neyi değiştirecek?” Gökçe’yi tuttum. “Bak, bu çok saçma.”
Aracın uzaktan kumandasını bana doğru atınca havada yakaladım.
“Onu rehin alacağımı kim söyledi?” diye sordu Kartal gaddar bir sesle.
Elindeki kızgın demiri tenime gömmüş gibi irkilerek ona baktım. Ne demek istiyordu? Sanırım ben onun ne demek istediğini çok iyi biliyordum.
Gözlerimi hızla ondan ayırıp Gökçe’ye çevirdim. Zorlanarak onu kaldırdım. “Tutun bana,” diye fısıldadım. Kız elini zorla da olsa omzuma koyduğunda onu itip burada ölüme terk etmek istiyordum ama yapmadım. Gökçe’nin bacağı aksıyordu ve bu yüzden tüm yükünü benim omuzlarıma bırakmıştı. Zorlanarak da olsa onu aracın olduğu yere kadar götürmeyi başarmıştım. Etrafımı hızla kolaçan edip aracın kilidini açtım ve kızı arka koltuğa yatırdım. Hızlı hızlı soluyor, gözü gitgide daha da şiş hâle geliyordu.
“Lavin,” diye fısıldadığında olduğum yerde donup kaldım. Gözlerimi ona çevirip, aracın açık kapısına tutundum. “Teşekkür ederim.”
Neden bana teşekkür ediyordu ki? Eğer elimde olsaydı onu ölüme terk edebilecek kadar vicdanen körelmiş hissediyordum ben kendimi. Aracın kapısını çarparak kapatıp bagajı açtım. Kartal’ın bahsettiği kalın ipi aldım ve hızla bagajı kapatıp sokağın sonuna doğru koşmaya başladım. Sis çoğalmış, yağmur neredeyse dinmişti.
Kartal’ın olduğu dar araya girdiğimde adamın beline ayağını bastırmış etrafını izliyor olduğunu gördüm. Kartal elimdeki ipi aldı ve adamın ellerini sırtının oyuğunda birleştirip bileklerini birbirine bastırarak sıkıca bağladı. Ardından ipin diğer ucunu adamın bacaklarına dolayıp ayak bileklerine indirdi. Ayak bileklerini sıkıca birbirine bastırıp kalın düğümler attı.
“Onu taşımanın imkânı yok,” dedim. “Adam ayı gibi.”
“Onu taşıyacağımı da kim söylemiş?” Kartal adamın kollarının kenarından tutup onu sürüklemeye başladığında gözlerim kocaman açıldı. Adamı sürükleyerek o aradan çıkardı ve “Etrafı kolaçan et. Başka paketlenecek biri olursa gözden kaçırmayalım,” dedi mermi gibi bir sesle.
Gözlerim adamın olduğunu düşündüğüm eski motosiklete kaydı.
“Bu ne olacak?” diye sordum, sesim titriyordu.
“Kimse sikine bile takmaz bunun yokluğunu. Bunun gibi pezevenkler vasıtalarını böyle ara sokaklara park edip günlerce iş peşinde koşturur. O yüzden kimsenin dikkatini çekmez. Asıl onun motorunu yok edersem ilgi çekerim.”
Onun kafa yapısını bir türlü anlayamıyordum. Garip bir düşünce şekli vardı ve beni hayrete düşürüyordu. Kartal, adamı resmen yerde sürükleye sürükleye cipin önüne getirdiğinde, “Bagajı aç, Lavin,” dedi çenesiyle bagaj kapağını işaret ederek.
Dediğini yaptım. Kartal adamın önce üst bedenini bagajın içine tıktı, ardından ayaklarını tutup dizlerinden kırdı ve bagajın içine soktu. Adamın hemen arkasında kalan eski battaniyeyi alıp adamı örttü ve gözden kaybolmasını sağladı. Bagajın kapağını kapatırken ter içinde kalmıştı.
Gözlerimi yüzünde gezdirmeye başladım. Bana değil hemen ilerideki sislerin örttüğü boş araziye bakıyordu.
“Bu ikisini ne yapacağız?” diye sordum.
“Gerekeni.”
Onun karanlık zihninde hangi düşünce meyve vermişti bilmiyordum ama bu işin sonunda bagaja tıktığı adamın canının yanacağını biliyordum. Ön yolcu koltuğuna bindiğimde Kartal da direksiyonun başına geçip ısıtıcıyı çalıştırdı ve cipi sürmeye başladı. Gökçe’nin arkada inlediğini duyabiliyordum ama kulağımı ona vermemeye çalıştım.
Araç yağmurun ıslattığı yolda su gibi akıp gitmeye başladı. Emniyet kemerinin klipsiyle oynarken o kadar sessizdim ki, sessizliğim zihnimin içindeki gürültüyü ele verebilirdi. Bir gün birinin kafamın içinde yükselen sesleri duymasından korkuyordum.
“Kızı bir hastaneye götürmeliyiz,” dedim. “Durumu iyi değil. O piç, kızı çok dövmüş.”
“Neden susup sadece kısa bir süreliğine her şeyi bana emanet etmeyi denemiyorsun?” Sorusu bir makasın açık ağzı kadar keskindi.
“Çünkü bana hiç güven vermiyorsun şu an.”
Buna bir cevap vermedi. Bana değil, hemen önünde uzanan yola bakıyordu. Tenha yolları tercih ettiğini fark ettim.
“Güvenini beklemiyorum ama sadece emanet et işte,” dedi öfkeyle.
“Her şeyi sana emanet edecek olursam, önümüze serilen cesetlerden yürüyecek yolumuz kalmayacak.”
Kartal’ın bakışlarının karardığına şahit oldum. Profilinden bile seçilen, akşam güneşini andıran o gözlere karanlık çökmüştü. Bana herhangi bir cevap vermedi. Zaman usulca akmaya başlamıştı. Dağlık bir yolda ilerliyorduk ve çevremizde neredeyse tek bir araç dahi yoktu. Kuruyan dudaklarımı dilimle ıslatıp dikiz aynasından arka koltuğa baktım. Gökçe’nin nefes aldığını fark edince rahatlayıp gözlerimi tekrar ön cama çevirdim. İstanbul’dan çıktığımızı fark ettiğimde ne kadar zamandır aracın içindeydik hiçbir fikrim yoktu.
“Nereye gidiyoruz?” diye sordum. Kartal, radyoyu açmıştı. Kısık sesle çalan Türkçe şarkının sözleri sanki farklı dildeymiş gibi geliyordu kulağıma, dinlediğim şarkıdan hiçbir şey anlayamıyordum.
“Gittiğimizde görürsün.”
Öfkeyi hissettim ama kelimeler kayıptı. Gözlerimi açık tutmaya çalışsam da her nedense geceleri zihnime uğramayan o uyku, beni içine çekti. Gözlerim kapanırken kendimi Kartal’ın avuçlarına bıraktım. Bizi nereye götürdüğü, götürdüğü yerde bizi neler beklediği konusunda pek bir fikrim yoktu. Uyku tenimin üzerine tıpkı giysi gibi oturdu.
Gözlerimi tekrar açtığımda ağaçların daha sık olduğu, yılan gibi kıvrılan yemyeşil bir yolda ilerlediğimizi fark ettim. Cip, taşları ezip geçerken zerre sallanmıyordu. Yağmur bulutları, neredeyse yeryüzüne kadar inmişti. Sisten önümüz zor görünüyordu ama buranın bir dağ eteği olduğunu anlayabilmiştim. Gece çoktan günü kucağına misafir etmişti.
“Saat kaç?” diyebildim, sesim çatlaktı.
“Gece yarısına birkaç dakika kaldı,” dedi granit kadar soğuk bir sesle.
Boğazımı temizleyip gözlerimi göstergeye çevirdim. Haklıydı. Aracın içi o kadar karanlıktı ki, eğer hemen önümüzde yanan far ışığı olmasa göz gözü görmezdi.
“Nerede olduğumuzu söyleyecek misin artık, Kartal?”
Kartal gözlerini yavaşça dikiz aynasına taşıdı ve arka koltuğa baktı. Kızın uyku hâlinde olduğunu fark edince, kısık sesle, “İnegöl’deyiz,” dedi.
“Neden buradayız?” diye sordum şaşkınlıkla.
“Küçük bir işimiz var. Sabaha dönmüş oluruz.”
Aracı tenha bir yerde kenara çekip adamı öldürdükten sonra toprağın altına mı gömecekti? Sayısız teori kafamın içinde şekillenmeye başlamıştı ama ağzımı açıp tek kelime edemiyordum. Yapar mıydı? Bir zehir tacirini hiç düşünmeden ölüme terk edip, ölümü o bedene armağan bırakmıştı, bunu da yapabilirdi. Ben nasıl bir şeyin içine düşmüştüm böyle?
Kendimden kaçarken kendimden daha büyük bir enkazın altında kalmışım gibi hissediyordum. Bu enkazın adı, Kartal Alaşan’dı.
Bir süre daha aynı yolu takip ederek ilerlemeye devam ettik. Korku, ecelin soğuk nefesi gibi ensemden aşağı akıyordu. Sonunda araç yavaşladığında gözlerimi cama çevirip etrafımı inceleyebildim. Koskoca araziyi tek bir sokak lambası aydınlatmaya çalışıyordu ama bu o kadar imkânsızdı ki, sokak karanlığın koynuna gömülmüş gibi görünüyordu.
Kartal’ın gözleri karanlığı taradı. Aradığını bulmuş gibi direksiyonu sıkıca kavrayıp gözlerini karanlık bir noktaya diktiğinde bakışlarım onu takip ederek far ışığının yardığı noktaya çevrildi. Hemen ileride bir kibrit kutusundan daha küçük duran bir ev vardı. Etrafı karlarla örtülüydü ama kar erimeye başlamıştı. Evin etrafının tel örgülerle çevrili olduğunu fark etmiştim. Evin hemen önünde büyük, dalları evin duvarlarına sürten bir dut ağacı vardı. Ev çift katlıydı.
“Oraya mı gidiyoruz?” diye sordum eve gözlerimi dikerek. Kartal, aracı hızlandırdı. Dar bir patika yolda kıvrıla kıvrıla eve doğru yaklaşmaya başladık. Evin hemen altında durduğumuzda, kafamı kaldırıp tümseğin üzerine yerleştirilmiş eve baktım. Beyaza boyanmış evin demir kapıları ve pencerelerinin kenarları kahverengiydi. Kartal, aracın farlarını söndürmeden bir süre evi izledi.
“Burada tam olarak ne yapacağız?”
“Önce şu kızı araçtan çıkaralım. Sonra sana bilmen gerekenleri anlatırım.”
Kartal kendi tarafındaki kapıyı gürültülü bir şekilde açınca dışarıdaki kuru soğuk uğuldayarak aracın içine doluştu. Erimeye başlayan karın soğuğu o kadar kuvvetliydi ki, cildim soğuktan gerilmişti. Araçtan inip yağmurluğumun yakalarını kaldırarak boynuma siper ettim ve kendimi karın kuru rüzgârından korumaya çalıştım. Kartal arka kapıyı açıp Gökçe’yi kolunun altlarından tutarak dışarı doğru çekti. Kızın ayakları yere değince kız huzursuz bir şekilde inledi ama gözlerini açmadı.
“Yürüyecek hâli yok,” dedi Kartal kızı kucaklayıp dört basamaklı ahşap merdivene doğru yürürken. Onun arkasından gittim. Tel örgüden yapılma kapıyı iterek açtım. Kartal evin bahçesine girdi ve ben de onun arkasından bahçeye daldım.
“Lavin.” Çenesiyle bir yeri işaret etti. “Anahtarları oradan al.”
Gösterdiği şey eski bir sandalyeydi ama etrafında ya da üzerinde bir anahtar yoktu. Kaşlarıyla sandalyenin sırtını kaldırmamı işaret edince, sandalyenin sırtını çektim ve gizli bir bölme açıldı. Açılan yerden düşen anahtarı alırken hayretler içerisindeydim. Evin kapısına uzanan iki merdiveni tek adımda çıkıp anahtarı kapının deliğine soktum ve çevirdim. Kapı tok bir ses çıkararak açılırken içeriden gelen koku o kadar garipti ki, bana bir hastanenin koridorunu hatırlatmıştı.
Kartal iki merdiveni tek adımda çıkıp kapıdan içeri girdi. Sol tarafa doğru uzandı ve beyaz floresanın ışığı tiz bir şekilde etrafı aydınlattı. Giriş gayet normal bir ev gibi duruyordu, bundan yana hiçbir şüphem yoktu ama içeri girdiğimde tüm düşüncelerim altüst oldu. Üst kata tırmanan merdivenler sürekli steril ediliyormuş gibi çok temiz görünüyordu. İçeriye doğru yürüdüğümüzde salona değil, daha farklı bir odaya girmiştik ve bu odanın sonu bir koridora çıkıyordu. Dar koridorun duvarlarına dizilmiş kapılara bakakaldım.
“Bu taraftan,” dedi Kartal önümden geçerken. Gökçe kucağında sanki cansız bir şeymiş gibi öylece yatıyordu ve gözleri kapalıydı.
“Kartal, burası da neresi?” diye sordum etrafımı süzerek.
Kartal, koridorun duvarlarına belirli bir mesafeyle sıralanmış kapılardan birini açıp içeri girdi. Işığı yaktığında hemen arkasında dikiliyordum ve onun büyük bedeni görüşümü engelliyordu. Geri çekildiği an dudaklarım aralandı. Donup kaldım.
Hemen karşımda bir sedye, beyaz bir paravan ve birkaç büyük ecza dolabı vardı. Bakışlarım sedyenin yanında duran küçük metal kasaya kaydı. Kasanın üzerindeki malzemeler tüylerimi diken diken ederken bir adım geri gittim ve omzumu duvara yaslayıp ayakta kalmaya çalıştım. Metal kasanın üzerinde bir şırınga, küçük makaslar, cımbıza benzeyen garip bir alet ve etil alkol ile pamuk vardı. Sertçe yutkundum. Kartal, kızı sedyenin üzerine yatırıp ecza dolabının çekmecelerini karıştırmaya başladı. Aniden duraksadı.
“O götvereni orada unuttum,” dedi elini alnına vurarak. “Şu pezevenk havasızlıktan gebermeden onu alıp geliyorum.”
Bakışları bir an beni odağına alınca gözlerimiz beyaz floresan ışığının altında kesişti. Bedenim, ellerim, ruhum buz gibiydi. Kartal bakışlarımı fark edince duraksadı.
“Sen iyi misin?” diye sordu. Hayır, iyi falan değildim. Neyin içindeydik? Ne oluyordu burada?
“Burası neresi?” diye sorabildim.
“Anlatacağım,” dedi bana doğru yürürken. “Sadece burada bekle.”
Olduğum yere düşüp bayılmaktan korkuyordum. İçinde olduğum ev, yasak işlerin döndüğü bir muayenehane gibi görünüyordu. Kartal evden çıktığında ayaklarıma sert bir emir vererek hemen köşedeki güneşliği sıkıca örtülü olan pencere doğru yürüdüm. Küçük ipi çektiğim an güneşlik küçük çizgilerini genişleterek açıldı. Duraksadım. Cipin farları yanıyordu. Kartal’ın cipe doğru yürüdüğünü gördüm. Spor ayakkabılarımın içi bastığım karlardan dolayı hafif nemliydi. Ayak parmaklarımı içeri doğru çekerek sertçe yutkundum. Kartal cipin arkasına doğru dolandı ve bagajı açtı. Birkaç saniye oyalandıktan sonra sonunda bağladığı adamı dışarı çıkarmıştı, adam hareket etmeye çalışıyordu ama adamın kendine gelmesine izin vermeden adamın kafasına bagajında sakladığı beyzbol sopasıyla sertçe vurup bilincini kaybetmesini sağladı. Az önce az da olsa hareket edip çırpınan adam, artık ölü gibi yatıyordu.
Tırnaklarımı avuç içlerime batırıp Kartal’ın erimeye başlayan karların içinde adamı sürükleyerek eve taşıyışını izledim. Sanki dehşeti izledikçe, bu dehşete alışıp bu dehşetten bir parça hâline geliyordum. Kartal tekrar içeri girdiğinde adam yanında değildi.
“O darbe onu birkaç saat daha idare eder,” dedi hemen odanın kenarındaki musluğa yönelirken. Musluğun önünde bir ayna ve hemen altında beyaz mermerden bir tezgâh vardı. Kartal, deri ceketini çıkarıp kazağının kollarını dirseğine kadar sıvadıktan sonra elini suyun içine uzattı ve dirseklerine kadar yıkadı. Antibakteriyel sıvı sabunla bir kez daha ellerini yıkadıktan sonra, “Bana şu dolaptan kâğıt havlu çıkarsana,” dedi dolabı işaret ederek.
Dolabı açıp kâğıt havluyu aldım ve ona doğru uzattım. Her hareketim bana hiç olmadığı yabancı geliyordu. Sanki şu an Kartal’ın dediklerini yapan ben değildim de bir başkasıydı. Kartal ellerini kurulayıp havluyu küçük çöp kovasının içine attı. İçerisi tıbbi malzemeler dışında bomboş bile sayılabilirdi. Yavaşça sedyenin önüne doğru yürüdü ve sedyenin tepesinde duran, duvara monte edilmiş tepe lambasını yakıp kızın çenesini tutarak havaya kaldırdı. Kızın yüzünü incelemeye başladı.
Kız acıyla inledi.
“Kes sesini,” dedi Kartal soğukkanlılıkla. “Gözlerini aç.”
Kız tekrar acıyla inledi.
Kartal, “Zorluk çıkarma da gözlerini aç. Sana yardım etmeye çalışıyorum burada!” diye bağırdı bir anda. Kız gözlerini güç bela açmaya çalıştı ama acı çektiği her hâlinden belli oluyordu. Kartal, metal kasaya uzandı ve kasanın çekmecesini açtı. Çekmeceden küçük, kaleme benzeyen beyaz bir alet çıkarıp aletin başına bastı. Aletin ucundan küçük bir ışık yayılmaya başladı. Bu ışığı kızın gözünün içine tuttu. Kız acıyla çığlık attı.
“Gözünü yırtmış o adi pezevenk,” diye homurdandı Kartal.
Kız panikle, “Ne?” diyebildi, sesi boğuk çıkıyordu.
“Gözünde küçük bir yırtık var.”
Duraksadım. Kartal’a doğru yürüdüm. “Ne olacak şimdi?”
“Gözünden iğne vurmam gerek ama bu yalnızca ameliyathanede yapılabilir.” Gözlerimin içine bakarken kızın gözüne ışığı tutmaya devam ediyordu. “Ama eğer bunu yapmazsam, tek gözünü kaybetme ihtimali de var.”
Kız acılar içinde kıvranırken aynı zamanda panikle titredi. “Onu hastaneye götürmeliydik,” dedim başımı iki yana sallayarak.
“Evet,” dedi alayla. “Kanında yine uyuşturucu madde olduğunu fark edip onu hastaneye ya da cezaevine tıksalardı ve biz de ondan öğreneceğimiz şeyleri öğrenemeseydik. Sorguya alındığında adımızı vermeyeceği ne malumdu?”
“Ona uyuşturucuyu sen vermedin. Ne diye adını verecekti?” diye bağırarak sordum. “Görmüyor musun, acı içinde!”
“Aptal,” dedi kuru bir sesle. “Sen gerçekten hiç düşünmüyorsun. Kafanı kullan. Çalıştır biraz.”
“Kes sesini!”
Kartal başını iki yana sallayarak, “Bana bak,” dedi Gökçe’ye dönüp. “Eğer istersen sana o iğneyi vururum. Gözünü en az hasarla kurtarırım. Belki zerre hasar bile kalmaz. Ama burada gördüğün her şeyi hafızandan sileceksin. Beni duydun mu?”
Gökçe, artık sarsıla sarsıla ağlıyordu. Küçücük kalan gözünden akan yaşlar gözünü daha çok yakmış olacak ki yumruklarını karnına indirmeye başladı.
“Lütfen!” diye inledi. “Yardım edin bana. Yalvarırım!”
“Bu dağ başında o bahsettiğin iğneyi nereden bulacağız?” diye sordum dehşet içinde.
Kartal, dişlerini sıktı. Yanakları içeri doğru çökerken yüzünün sınırlarını çizen o sert kemikler belirginleşti. Alnındaki damar büyük bir Y harfi çizercesine üçe ayrıldı ve zonklamaya başladı.
“O iğne burada var,” dedi dişlerinin arasından.
Onu sorgulamama izin vermeden ışığı kapatıp o küçük aleti kenara koydu ve odadan çıktı. Birkaç dakika boyunca Gökçe’nin akıttığı gözyaşlarını izleyip onun acı dolu iç çekişlerini dinledim. Yüzünden tekrar akmaya başlayan kan, kurumuş kanın üzerinden geçip sedyedeki beyaz çarşafa damlamaya başladı. Başımı iki yana sallayarak yanına doğru yürüdüm ve yanağına doluşan kanı temiz bir havluyla hafifçe kurulayıp temizledim.
“Sakinleş. Dediğini yapar o. Endişelenme.”
Kızın şu an nasıl bir psikolojide olduğu konusunda hiçbir fikrim yoktu. Kartal tekrar içeri girdiğinde elinde küçük bir kutu vardı. Kutunun etrafından soğuk dumanlar yükseliyordu. Kutuyu bana doğru uzattıktan sonra sedyenin kenarlarından tutup kilidini açtı ve sürükleyerek odadan çıkardı. Elimdeki soğuk kutuyu sıkıca kavrayıp onu takip ettim. Dar koridorda birkaç adım ilerledikten sonra kapılardan birine uzanıp kapıyı açtı ve sedyeyi yavaşça içeri soktu. Girdiğimiz odanın hemen ortasında çok büyük bir ameliyat masası vardı. Hayatım boyunca hiç canlı görmediğim neredeyse tüm malzemelerin köşedeki masada olduğunu fark edince yutkundum. Bu gece bu uğradığım kaçıncı şoktu?
Kartal sedyeyi ameliyat masasının önüne çektikten sonra, “Onu soymak ve hazırlamak uzun zaman alacak ve o piç kurusunun da ne zaman uyanacağı konusunda hiçbir fikrim yok,” dedi aceleyle. Gökçe’yi ameliyat masasına yatırdı. “Yaratabileceğim en güvenilir ortamı yarattım. Malzemeler eski ama iş göreceğini biliyorum. Onu testten geçirmeden ona narkoz vermem hiç doğru değil, bu yüzden narkozu en az seviyede vereceğim.” Onu hayretle izliyordum. Söylediklerinden hiçbir şey anlamadığımın farkında mıydı? “Göz çevresini kısaca temizledikten sonra iğneyi yapacağım ve sonra da güçlü ağrı kesiciler vereceğim. Erken uyanacağı için ağrıyı daha net hissedecektir, bu yüzden uyandığında biraz daha kuvvetli ilaçlar vermeyi düşünüyorum.”
“Ya bir şey olursa?” diye sordum tedirgin bir sesle.
“Kutuyu buraya getir.”
Sanki söylediklerimin onun için hiçbir önemi yoktu. Kendi kafasına göre bir şeyler yapmaya alışmıştı. Kartal köşedeki askılıkta asılı duran beyaz önlüğü giydikten sonra ellerine aynı önlüğünün rengindeki lastik eldivenleri geçirdi. Galoş falan kullanmıyordu. İmkânlarının yalnızca bununla sınırlı olduğunu bildiğimden sırtımı kapattığım kapıya yaslamış öylece onu izliyordum. İçinde narkoz olduğunu düşündüğüm diğer iğneyi Gökçe’ye vururken gözlerinde beliren o ciddi ifade, onun gerçekten doktor olmak için dünyaya geldiğinin gözlerimin önüne sunulan en ilahi kanıtıydı.
“Ondan geriye saymaya başla,” dedi üstten üstten Gökçe’ye bakarak.
“On,” diye fısıldadı kız. “Dokuz. Sekiz. Yedi. Altı. Be-” Ve bilinci karanlık suların dibine gömüldü. Kartal, önce Gökçe’nin gözünün etrafını temizledi. İşini o kadar ciddi bir şekilde yapıyordu ki, her hareketi mideme kramp saplanmasına neden oluyordu.
Gözleri bir anlığına beni buldu. Tavanda yanan beyaz floresan cızırdadı.
“Görmek istemiyorsan çıkabilirsin.”
“Göreceğim kadar çok şey gördüm,” dedim yavaşça. Elim ayağım buz kesmişti ama bunun sebebi odanın çok soğuk olmasından kaynaklı da olabilirdi. Bilmiyordum. Kartal ikilemde kalmış gibi birkaç saniye yüzümü izlese de sonunda Gökçe’nin gözünü açıp sabit durması için garip bir şeyle göz kapağını kaşına doğru tutturdu. Bu görüntü midemin allak bullak olmasına neden olmuştu. Göz kapağının içindeki et tabakasını görebiliyordum. Yüzümü buruşturup dişlerimi sıktım. Bu tarz görüntülere alışmam gerektiğini kendime hatırlatıp durdum. Kartal flakonun kapağını açtı, kauçuk kısmın açığa çıkmasını sağladı. Enjektöre çektiği çözücü sıvıyı kauçuk kısmın tam ortasında flakonun içine enjekte etti. Çözücü sıvıyı flakona enjekte ederken iğnenin ucuna baktım. Toz hâlinde bir ilaç, iğnenin etrafında uçuşuyordu. Enjektörü flakondan çıkardı, sıvının toz hâlindeki ilacı tamamen çözmesini bekledi. İlaç erimeye başladı. Eriyen ilacı flakondan enjektöre çekebilmek için bir miktar havayı enjektöre çekip flakonun içine verdi. İlaç enjektöre dolmaya başladıkça iğnenin ucunu yavaş yavaş kauçuk kısma doğru çekmeye başladı.
Kızın gözünün içine iğnenin ucunu doğrulttuğu anda gözlerimi hızla o görüntüden uzaklaştırdım. Tüm damarlarım çekilmeye başlamıştı. Bir an ellerimin tutmadığını hissettim. Kartal birkaç saniye sonunda kafasını kaldırıp, “Bu kadar,” dedi derin bir nefes vererek. Kızın göz kapağına tutturduğu şeyi çıkarırken sonunda o tarafa doğru bakabilmiştim. “İlk kez böyle bir şey yapıyorum. Elim biraz titreseydi onu gözünden edebilirdim,” dedi allak bullak bir ifadeyle bana doğru yürüyerek.
“Şimdi ona ne olacak?” dedim, elim yüzüm bembeyaz kesilmişti.
“Birazdan ayılmaya başlar. Ona sağlam bir ağrı kesici vuracağım. Bu gece dinlensin.”
“Göz senin alanın değil,” dedim nefes nefese odanın kapısını açıp kendimi dışarı atarken. Koridorda yürümeye başladığımda arkamdan geliyordu. “Bu yaptığın çok tehlikeliydi.”
“Ona iyilik yaptım, sen bunun farkında mısın?” diye sordu. Koridorun diğer ucunda boydan boya yatan bağlı adamı görünce yüzümü buruşturdum. Adamın yanından sıyrılıp geçecektim ki, adam ayak bileğimi yakaladı ve elleri bağlı olmasına rağmen bileğimi sıkıca kavrayıp tuttu. Elimde olmadan dudaklarımdan bir çığlık koptu, şok olmuş gözlerle adama baktığımda adam gözlerini açmaya çalışıyordu.
Kartal, hızla bana doğru atıldı. Adamın tam karnına sert, yankısını tüm iskeletinde hissedeceği türden bir tekme savurdu. Adam inleyerek ayak bileğimi serbest bıraktı.
“Bitin kanlandı yine senin,” dedi Kartal tıpkı bir yırtıcı gibi adama bakarken. “O kolunu kökünden sökerim. Kime dokunduğuna dikkat et.”
İrkilerek sırtımı duvara yasladım ve tedirgin bakan gözlerimi yerde yatan yaralı adama diktim. Kartal elini omzuma koyunca bakışlarım yavaşça ona doğru kaydı. “Sorun yok,” dediğinde tam gözlerimin içine bakıyordu. Sesinde anlam veremediğim bir güven vardı ve ben o güvene sırtımı dönüp aksi yöne doğru koşamıyordum.
“Bana burada neler döndüğünü anlatacak mısın? Neden böyle bir yerin var?”
“Anlatacağım, Bal Arısı,” dedi ve göz kırptı. Gözlerimi yüzüne dikerek omzumu silktim ve omzuma koyduğu elinin düşmesini sağladım.
“Kes laubaliliği de anlat.”
Kartal, “Biraz daha bekle,” dedi gözlerini adamın yerde yatan bedenine çevirerek. “Biraz işimiz var bu götü sikliyle.”
Kartal adamı ensesinden tutup koridorun diğer ucuna doğru sürüklemeye başladı. Endişe, göğsümün kemikten kafesinin etrafına tıpkı bir zehir gibi yayıldı. Ölümcül hastalıkları meyvelerine gömmüş bir sarmaşık gibi göğüs kafesime dolandı. Ağır adımlarla onun arkasından yürümeye başladım. Göreceklerim beni daha ne kadar büyük bir dehşete düşürecekti? Kartal, bir kapıyı açtı. Kapının açılmasıyla adamı merdivenlerden aşağı yuvarlaması bir oldu. Ahşap merdivenlerden aşağı yuvarlanan adamın acı dolu isyanını, feryadını duyabiliyordum. Kartal tam merdivenleri inmeye başlayacakken durup göz ucuyla bana baktı.
“Sana orada kal dedim, Lavinia.”
“Ona ne yapacaksın?”
Kartal, büyük işaret parmağını bana doğru uzatıp iki göğsümün arasına bastırdı. Nefesimin kesildiğini hissettim. Parmağını bastırdığı yer içeri doğru çökecekti sanki.
“Ne yapacağımı bilmek istemezsin.”
“Bu işin içine birlikte girdik. İstemesem bile bilmek zorundayım.”
Kartal kaşlarını kaldırarak bana alay dolu gözlerle baktı ama parmağını bastırdığı yerden çekmedi.
“Öyle mi?” diye sordu.
“Öyle.”
Elini iki göğsümün arasındaki tümsekten çekti. Eliyle merdivenlerin aşağısını işaret ederek, “Buyur o hâlde,” dedi. Gözleri alev alev yanıyordu. Bunun nedenini merak etmiştim. Aşağısı çok karanlık olduğu için önümü göremiyordum. Kartal, dirseğimin altından tutup kolumu kaldırdı ve atacağım adımlar konusunda bana yardımcı olmaya başladı. Ahşap merdivenleri inerken, bastığım her adımda sanki ahşap içeri çökecek ve ayağım merdivenin içine girecekmiş gibi hissediyordum. Aşağıya indikçe ağırlaşan koku, yüzümü buruşturmama neden oldu. Çevremde bir şey görebilme umuduyla etrafıma baktım ama o kadar karanlıktı ki, hiçbir şey göremiyordum.
Sonunda son merdiveni de indiğimde Kartal cebinden bir çakmak çıkardı ve çakmağın ateşini çaktı. Ateş ürpertici bir uğultu çıkararak yanmaya başladığında etrafın aydınlanmasıyla birlikte iskeletimi ayakta tutan kemiklerin yıkılacak gibi titrediğini hissettim. Bir mağaranın duvarlarına benzeyen oyuklu, dışa vurgulu duvarlar beni şoka uğrattı. Resmen yerin içine oyuk açılmıştı. Yerde yatan adama baktım. Yerdeki çamurun içine gömülmüştü. Saçları, yüzünün bir kısmı ve tüm kıyafetleri çamur içindeydi.
Kartal, mağarayı andıran duvarların kenarlarına dizilmiş mumlardan bir tanesini aldı ve beyaz mumun ucundaki ipi ateşle tutuşturdu. Mum yanmaya başladı. Mumu elime uzattığında sertçe yutkunup mumu onun elinden aldım. Attığım her adımda mumun alevi titriyordu. Spor ayakkabımın önü şimdiden çamur içinde olmuştu bile. Kartal, yerde yatan adamı çamurlu zeminin üzerinde sürüklemeye başladı. Adam artık ne karşı koyabiliyor ne de sesini çıkarabiliyordu. Tıpkı bir ölü gibi sessizce yatıyor, Kartal’ın ona hükmetmesine izin veriyordu. Tıpkı bir yokuş gibi gitgide aşağı doğru uzanan koridorda aşağı doğru yürümeye başladım. İlgimi çeken ilk şey, tıpkı kapı gibi sıra sıra dikilmiş demir parmaklıklar ve hemen arkalarında oda gibi duran oyuklardı. Kanım damarımın içinde ilerlemekten vazgeçip âdeta dondu.
Kartal, demir parmaklıklardan oluşan kapılardan birini asılarak açtı. Kapının hemen üzerinde bir asma kilit, asma kilidin üzerindeyse büyük bir anahtar vardı. Adamı içeri ittikten sonra kapıyı çarparak kapattı ve adam gözlerini hafifçe aralayıp onun üzerine kapanan demir parmaklıklardan yapılma kapıya dehşetle baktı. Kartal, asma kilidin kalın zincirini doladı, ardından asma kilidin kafasına bastırıp kilidin sıkı bir şekilde kapanmasını sağladı. Anahtarı çekip çıkardı ve cebine koydu.
Mumun sıvısı avucuma akıyor, avucumun içinde donuyordu ama bunu hissedemeyecek kadar büyük bir şokun içindeydim. Sanki karanlık bir kâbusun içine sıkışmıştım ve kimse beni uyandıramıyordu.
“Bana tüm bunların bir şaka olduğunu söyle,” diye fısıldadım. Mumun alevi nefesimin baskısıyla titredi. Mağara duvarlarına benzeyen bozuk duvarların yüzeylerinde gölgelerimiz büyüdü.
“Burası benim ruh çıkmazım,” dedi Kartal, gözlerini parmaklıkların arkasında ona bakan adama dikerek.
Ruh çıkmazı.
Bir insanı akıl sağlığından ederken ruhunun boynuna ipi dolayıp altındaki iskemleyi tek bir tekmeyle ittiği yerdi burası. İlk kez ondan korktuğumu hissettim. İlk kez hemen dibimde duran bu adamın zihnindeki çıkmazda inşa ettiği o korkunç labirentin içine girdiğimi ve çıkış yolunu asla bulamayacağımı fark ettim.
Kayhan Bey, elindeki neşterin yüzeyini temizlerken son derece dikkatli görünüyordu.
Burası onun günah tohumlarını ektiği arazisiydi. Arazide yeşeren tüm çiçekler ölüm kokuyordu.
İri gözlerinin üzerine dikilmiş gür kirpiklerini kırpıştırarak babasını izlemeye başladı küçük erkek çocuğu. Henüz yedi, belki de sekiz yaşlarındaydı. Yaşını sorduklarında hep bir rakam fazlasını söylerdi. Çabucak büyümek, babası gibi başarılı bir doktor olmak istiyordu. Elinde tuttuğu oyuncak stetoskopun ucunu kalbine bastırdı ve kalp atışlarını duymak için gözlerini yumdu. Babasının ünlü bir kalp cerrahı olduğunu biliyordu.
Bir gün o da tıpkı babası gibi bir kalbe dokunup o kalbe can vermek istiyordu.
Alt kattan yükselen bir çığlık sesi, sanki kalbinden gelmiş gibi kulaklarının içini deşerken ürpererek kafasını kaldırıp babasına baktı. Burası Kayhan Bey’in kendi imkânlarıyla yarattığı, hayat verip hayat aldığı mucizeler eviydi.
Babası Kartal’a her seferinde, “Seni mucizeler evine götüreyim mi? Ama anneye söylemek yok!” derdi ve Kartal da babasına söz verip babasının onu mucizeler evine götürmesini isterdi.
Yine mucizeler evinde oldukları bir gündü.
“Baba,” dedi küçük çocuk gözlerini kocaman açarak. “Hasta ablalardan bir tanesi mi o bağıran?”
Kayhan Bey yüzünde çelik kadar soğuk bir ifadeyle, “Burada kal, Kartal!” dedi ve hızla odadan çıktı. Küçük çocuk stetoskopu tekrar kalbine bastırdı ve atışları duymaya çalıştı ama o kadar çok korkmuştu ki, kalbinin atışlarını duymak için bir stetoskopa ihtiyacı yoktu.
Yavaşça oturduğu koltuktan zıplayarak indi. Küçük adımlarla koridora çıktı ve bakışları babasını odağına aldı. Babası kapıyı açıp merdivenlerden aşağı inmeye başladığında, küçük erkek çocuğu sınırsız hayal gücüyle süslediği zihninin getirisi olan meraka yenik düşerek babasının arkasından merdivenleri yavaşça indi. Hiç görmediği bu yer, onun ürpermesine neden olmuştu. Tıpkı bir mağaranın içini andıran bu oyuk o kadar korkutucuydu ki, bir an arkasını dönüp kaçmak ve ağlayarak oradan uzaklaşmak istedi ama yapmadı ve babasının yavaşça kaybolduğu koridorun eğimli yokuşundan inerek babasını takip etmeye başladı. Yerler çamurdandı, temiz ayakkabılarının tabanının çamura battığını hissedebiliyordu.
Bir kadının tıpkı yırtıcı bir hayvan gibi feryat ettiğini duydu. Ürperdi. Demir parmaklıkların sıralı durduğu küçük odaları izledi. Kalbi ağzında atıyordu ve oyuncak stetoskopu hâlâ kulağında asılı duruyordu. Sertçe yutkunduğunda babasının beyaz önlüğünün sırt kısmı odağına girmeyi başarmıştı.
Kayhan Bey, “Kötü kalbinin kokusu her yeri sarmış,” dediğinde, Kartal hayretle kaşlarını kaldırdı. Babası kimle konuşuyordu? “Sanki senin gibi yaratıkları iyileştirmek zorundaymışım gibi…”
Babası hafifçe geri çekildiğinde, babasının büyük bedeninin örttüğü o kadını gördü. Kadın ranzanın üzerinde oturmuş ileri geri sallanırken tırnaklarını diz kapaklarına geçiriyor, acımasızca, uzamış kirli tırnaklarını diz kapaklarına saplıyordu. Küçük çocuk korkuyla birkaç adım geri attığında gözleri kadının çıplak göğüslerine doğru kaydı ve o an hayatının şokunu yaşadı. Kadının göğsünde inanılmaz derecede büyük bir yarık, içi açık bir göçük vardı ve kadının kalbi görünüyordu. Kalp tıpkı bir üzüm salkımı gibi öylece asılı durduğu yerde çırpınarak çarparken küçük çocuk eğilip kusmaya başladı. Kayhan Bey, kadının çığlıklarından dolayı oğlunun hemen arkasında kustuğunu bile fark edememişti. Öyle ki, kusmuğun kokusunu bile ayırt edemeyecek kadar pis kokuyordu burası.
Küçük çocuk koşarak merdivenleri tırmandı ve etrafa çarpa çarpa kendini sokağa bıraktı.
O gün, babasının mucizeler evi diye tanıttığı o evde, babasının insanları bir denek olarak kullandığını kendi gözleriyle görmüştü. Kötü insanların kalbinden gelen kokuyu o gün solumuştu, iyi insanları iyileştirmek için kötü insanları kurban verebileceğini o gün öğrenmişti, babasıyla bağı ilk kez o gün kopmuştu.
💫
Bahçedeki eski divanın üzerine oturmuş, hayvanların geceye karışan seslerini dinlerken ikimiz de sessizdik. Gökçe’ye güçlü bir ağrı kesici yapmıştı. Elinde tuttuğu küçük su şişesinin kapağını açtı ve şişeyi kafasına dikti. Aldığı her yudumda pet şişe buruştu, en sonunda ellerinde küçücük kaldı. Kartal son yudumu da içtikten sonra ezdiği pet şişeyi köşeye fırlatıp gözlerini gökyüzüne çevirdi.
“Burası babama ait,” dedi. “İzni olmayan bir yer. Kayıtlarda bile yok.”
Duraksadım. Kayhan amca böyle bir yerde ne yapıyordu ki? Meraklı gözlerimi Kartal’ın profilinde gezdirmeye başladım.
“Yasal değil yani?” diye sordum.
“Yasal olsa kayıtlarda böyle bir konut olduğuna dair bir belge, bir şey olurdu değil mi?” Güldü. İçi boş, neşesizdi. “Burası babama göre adaleti sağladığı yer olsa da bana göre oyun alanıydı.”
“Adaleti sağladığı yer mi?”
“Çok uzun zaman bazı ana nedenine tamamen ulaşılamamış kalp rahatsızlıklarıyla ilgili araştırmalar yapıp konferanslar verdi,” dedi. “Bazı rahatsızlıkları incelemek için canlı bir kalbe ihtiyaç duyarsın ama hayatta olan birini deneğin olarak kullanmak yasal değildir.” Damarlarımdaki gerginlik hissiyle Kartal’a bakakaldım. “Daha sonra hem adaleti sağlayabileceği hem de yakından gözlem yapabileceğini düşündüğü bu oyun alanını kurdu. İlk hedefi organ mafyaları oldu, o dönem çocukları kaçırıp organlarını alıyorlardı, babam da çocuklara bunu yapan pisliklere aynısını yapabileceğini düşündü. Kendinde bu hakkı gördü. Zalimlerin karşısında zalim olmanın sorun olmayacağını düşünen birisidir Kayhan Alaşan. Ve oyunu bu şekilde başladı.”
“İlk kez bir hastanın kalbini durdurmadan açık kalp ameliyatını yapan doktor babandı,” dediğimde yaşadığım farkındalık onu gülümsetti. “Bunu, bu sayede mi başarabilmişti yani?” Hislerimi durdurmaya, Kartal’a yaşadığım şoku hissettirmemeye çalışsam da bunu görebildiğine emindim.
“Artık Kayhan amcandan korkuyorsundur,” dedi tatsız bir sesle.
Kayhan amcanın kahverengi gözlerini hatırlamak beni duraksattı. Bana karşı her zaman nazik ve düşünceliydi, ellerini her zaman üzerimde hissederdim ama bunu göstermeden yapardı. Özellikle de ihtiyacım olduğu anlarda. Bazen onun da buzdan duvarları olduğunu hissederdim. Nazik, içten gülümseyişine rağmen hep sessizdi, olabildiğince az kelime kullanarak konuşurdu. Çok sayıda ödül almıştı, birçok ilke imza atan ismin sahibi de oydu, Türkiye’nin önde gelen hekimlerinden biriydi. Vicdan terazim yaşadığım dehşetten dolayı dengesini şaşırmış olsa da yorum yapamadım. Yaptığı şeyin korkutucu yanını görmezden gelemedim, öte yandan yaptığı şey sayesinde kurtardığı hayatları da görmezden gelemedim.
“Bunu bana anlatırken babanın başını belaya sokma ihtimalim umurunda olmadı mı?” diye sordum buz gibi bir sesle.
“Başımız yeterince beladayken bunu yapmazsın,” dedi sadece.
“Bir ihtimal, babanın kullandığı yöntem birileri tarafından biliniyor olabilir mi peki?” diye sordum bu defa. Yaşadığım dehşeti bir kenara bırakmak, mantıklı düşünmek zorundaydım. Kayhan Alaşan başarılı bir hekim olsa da suçlu insanları denek olarak kullanıyorsa ve bu insanlardan birinin bile ailesi ondan şüphelenmişse, bu Kayhan Alaşan’ın ailesini açık hedef hâline getirebilirdi. Kartal, neyi ima ettiğimi anlamış gibi gülümsedi.
“Tüm deneklerin bilgileri elimde. Enikleyip taşın altına yavrularını saklamış dahi olsalar, bilirdim. Babam da bilirdi. Araştırmalara devam etsem de rahatlıkla söyleyebilirim ki, bu işin arkasında ne babam ne de babamın adaletine kurban gitmiş birisi var.”
“Nasıl bu kadar emin olabilirsin?”
“Her adımımı emin atarım. Ben ihtimallerle yaşamıyorum, kesin olanlarla yaşıyorum.” Gözlerini boşluğa çevirdi. “Konunun babamla ve onun kafamın içinde bir canavar yaratan adalet anlayışıyla bir ilgisi yok.”
Doğru kelimeyi bulmaya çalıştım ama başaramadım, vereceğim yanlış bir tepkinin onu yaralamasından korktum. Her nedense, duyduklarımdan çok, Kartal’ı yaralama ihtimalimden korktum. Anlattıkları kan dondurucuydu, perde arkasında daha neler vardı Allah bilirdi.
Konuyu buz gibi olmuş kanımı çözmek için değil, Kartal’ın daldığı düşünceleri durdurmak için değiştirmek adına, “İnegöl’deydik değil mi?” diye sordum.
“Evet. Erikli Yaylası’nda, Allıkaya Tepesi’ndeyiz.”
Bana güveniyor muydu? Böylesi karanlık bir sırrı verdikten sonra, konum bilgilerini de hiç düşünmeden benimle paylaşmıştı.
Gözlerimi evin hemen altında duran manzaraya çevirdim. Şafağın sökmesine ramak kalmıştı, tan hemen dağların başladığı o küçük noktadan mavi ışıklarını bize doğru uzatıyordu ama bu mavi o kadar cansızdı ki, sanki bize dokunmadan hemen önce bir cenazeye uğramıştı.
“Ruh çıkmazı derken demek istediğin tıpkı baban gibi, senin de farklı bir adalet anlayışının olduğu mu? Sen hesabı ruhlardan mı sormak istiyorsun?”
“Öylece ölüp gitmelerine göz yummak istemiyorum. Bir şeylerin daha ağır bir bedeli olmalı.”
“Eğer tüm bunlar ortaya çıkacak olursa, doktor olma şansını sonsuza dek kaybedebilirsin.”
“Eğer kaybetmekten korksaydım beyin cerrahı değil, kalp cerrahı olmak isterdim.” Bana bomboş gözlerle baktı. O gözlerde saklanan geçmiş çok sancılı duruyordu.
“Baban bir kalp cerrahı,” dedim sessizce.
Dudağının kenarı alaycı bir kıvrımla yukarı büküldü. Gözlerini manzaradan ayırmadan burnundan içeri derin bir nefes doldurdu. Yorgun görünüyordu.
“Biliyor musun?” diye fısıldadı. “Eğer bir insanı denek olarak kullanma şansım olsaydı o insanın kalbiyle değil zihniyle oynardım.”
“Bunu fark ettim.”
“İnsanın merhametinin yolunu gösteren şey menfaatleridir,” dedi cebinden sigara paketini çıkarıp, paketi bana doğru uzatarak. “Menfaat yol göstermeyi kesince, merhamet kendi kendini imha eder.”
Uzattığı sigara paketinden bir dal çekip aldım. Kartal çakmağını çıkarıp bana uzattı.
“O yüzden mi şu an bu kadar merhametsizsin?” diye sordum.
“Bana böyle olmam öğretildi,” dedi omuz silkip, sigara paketini dudaklarına yaklaştırarak. Paketin içinden dudaklarıyla bir sigara çekti. Ben sigaramın ucunu ateşlerken gözleri kısaca bana doğru kaydı. “Her insanın menfaati farklıdır.” Sesi, dudaklarının arasında sigara olduğundan tuhaf çıkmıştı.
Ciğerlerimin içini zehirle doldururken şakaklarıma saplanan ağrıya aldırış etmedim. Elimdeki çakmağı ona uzattım ve sigarasını yakışını izledim. Sigaranın dudaklarımın arkasında sakladığım gri dumanını yavaşça dışarı üflediğimde, Kartal sigarasından sert bir nefes çekti ve sigaranın ucunda yanan turuncu ateş çatırdadı.
“Gökçe konusunda ne yapmayı düşünüyorsun?”
“Sabah onu İstanbul’a geri götüreceğim,” dedi, sigarasının dumanı dudaklarının yarattığı o kısık aralıktan süzüldü. “Bana bir vefa borcu var. Ödemek zorunda.”
“Menfaatçi herif.”
“E ama dedim ben sana,” dedi, sesi eğleniyor gibiydi.
Sigaramın uzayan ölü külünü yavaşça yere silktim. Dizlerimi karnıma doğru çekip çenemi dizime yasladım ve gözlerimi gökyüzüne çevirdim. Tepelik bir alanda olduğumuzdan yıldızlar ışıl ışıl görünüyordu buradan bakınca. Ne zaman gökyüzüne baksam onun gül yüzünü görmek zorunda mıydım? Ne zaman bitecekti bu acı? Ne zaman kalbimin çıkmazından kurtulup, labirentin sonuna varmayı başaracaktım ben?
“Sence burası hakkında bir şeyler söyler mi insanlara?” diye sordum gözlerimi yıldızlardan bir an olsun ayırmadan. “Baban için büyük sorun teşkil etmez mi böyle bir ihtimal?”
“Yol boyunca baygındı. Nasıl bir eve sokulduğunu bile bilmiyor. Burayı hastane sandığını bile düşünüyorum şu an.” Omuz silkti. “Bir terslik çıkmayacak. Rahat ol. Ayrıca sikeyim babamın şarap çanağını.”
“Pişman mısın peki?” diye sordum. Aklıma o adamı tek bir iğne darbesiyle öldürdüğü gün gelince göğsüm yanmaya başlamıştı. Birini öldüren kişinin o olmasına rağmen ben bile bu kadar etkilendiysem kim bilir o şu an ne hissediyordu?
Bakışlarımı yavaşça ona doğru çevirdim.
“Değilim,” dedi hiç düşünmeden.
Sigarayı dudaklarıyla buluşturdu. İçine derin bir nefes doldurdu. O zehir yavaşça ciğerlerine yayılırken, gözlerine de bir başka zehrin yayılışına şahit oldum. Gözleri yavaşça bana doğru döndü. Birkaç dakika boyunca yalnızca birbirimizin gözlerinin içine baktık. Benim kaşlarımın ortasında endişenin attığı çizik, onun kaşlarının ortasında öfkesinin ona armağan ettiği o yarık vardı. Dışarıdan bakan biri yalnızca kaşlarını çatan iki insan görebilirdi ama aslında gerçek çok daha farklıydı.
Başımı yavaşça salladım.
Başını yavaşça salladı.
Ona baktığımda her şey yerli yerindeymiş, birazdan babam kapıyı açıp içeri girecekmiş gibi hissediyordum bazen. Sanki evimdeymişim gibi. Ben bunun çok saçma bir düşünce, anlamsız bir his olduğunun zaten farkındaydım ama içimden, en önemlisi de zihnimden söküp atamıyordum. Bir kalbi denek olarak kullanmaktansa bir zihni denek olarak kullanacağını söylemişti ama farkında olmadan ikisini de denek olarak kullanmaya başlamıştı zaten.
“Bazen senin bir kavanozun içinde olduğunu düşünüyorum,” dedi altın kahve gözlerini, bal rengi gözlerimin askısına asarken.
Ona anlamayan gözlerle baktım.
“O kavanozun içindesin ve kapak sıkıca kapalı. Kavanozun dışından içi görünüyor ama içinden dışı görünmüyor. Kavanozu önüme koymuşum da seni izliyorum sanki. Sen izlendiğinin farkında bile değilsin.” Durdu. Gözlerini yüzümde gezdirdi. Sigaranın dumanı ikimizin arasında kavisler çizerek yükseliyordu. “Bazen nefessiz kalıyorsun. Boğulacak gibi. Tam o sırada uzanıp kavanozun kapağını gevşetiyorum. Soluk soluğa kafanı kaldırıp kapağa bakıyorsun ama beni görmüyorsun. Tam yaşayabilecek kadar nefesi ciğerine depoladığın anda tekrar o kapağı sıkıyorum. Boğulmaya başlıyorsun.”
Sertçe yutkundum.
“Sonunda seni yok etmekten korkuyorum,” dedi dalgın bir sesle.
“Sorun değil. Zaten silinmiş bir sayfayı yaksan da fark etmez artık.”
Sessizce gözlerimin içine baktı. Bir şey söylemedi. Ama her nedense söylemediği şeyler ikimizin de boğazına dizilmiş gibiydi.
Bakışlarımı göğe çevirdiğim an, o da gözlerini benden çekti. Turuncu, kızıl bir ışık yayarak parlayan yıldızı fark ettiğimde gülümsedim.
“Aldebaran Yıldızı,” diye mırıldandım sessizce.
Gecenin koynunda uzanan parlak tüm yıldızları, hatta Kutup Yıldızı’nı bile geride bırakarak kızıl bir ışık yayan o yıldıza baktım. Kutup Yıldızı Kartal ise, Aldebaran Yıldızı kesinlikle Kardelen’di.
“İzleyen, takip eden anlamlarına gelir Aldebaran. Ne kadar da ona benziyor, değil mi? Hâlâ ışığı üzerimizde, hâlâ bizi izliyor, hâlâ bizimle yanıyor.”
“Sönmüş bir Aldebaran Yıldızı,” dedi Kartal, sesi yere düşen bir gerçekti.
Bizim Aldebaran’ımız sönmüştü.
💫
Sabah olduğunda Gökçe’yi araca kadar birlikte taşımıştık. Bilinci hâlâ tam olarak yerine gelmemişti. Kartal bunun sebebinin çok güçlü ağrı kesicilerden kaynaklı olduğunu söylemişti. Allıkaya Tepesi’nden ayrılırken o adamı o evin dibindeki mahzende bıraktığımız için içim pek rahat olmasa da bunu Kartal’a yansıtmadım. Adama orada ne olacaktı? Hiçbir fikrim yoktu. Yine de ona durumla alakalı bir soru sormadım çünkü her nedense buraya gelişimizin son olmadığından çok emindim. Araç yaylaya çıktığında Gökçe nihayet kendine gelmeye başlamıştı. Arka koltukta hafifçe doğrulduğunu fark edince dikiz aynasından ona baktım.
“Başım çatlıyor,” diye fısıldadı elini saçlarının arasına sokarken.
Kartal gözlerini yoldan ayırmadan, “Gözüne dikkat et,” dedi, sesi sertti.
Gökçe hafifçe inledi. Gözlerini dikiz aynasına dikip Kartal’a baktı ve duraksadı.
“Şey…”
“Kör kalmayacaksın,” dedi Kartal eğimli bir yokuştan inmeye başlayarak. “Ve teşekkür etmene gerek yok.”
Gökçe, sertçe yutkunup başını salladı. Mahcup olmuş gibi görünüyordu.
“Şey, Fuat nerede?”
“Anasının amında,” diye hırladı Kartal. Dilini dişlerinin arasına alıp ezdi ve burnundan sert bir nefes verdi. Gökçe ürpermiş gibi sırtını koltuğa yaslayarak göz ucuyla bana baktı. Dikiz aynasının yüzeyinde onunla göz göze gelince gözlerimi ondan çekip ön cama, önümüzde akıp giden yola çevirdim.
“Kimseye bir şey söylemeyeceğim,” diye fısıldadı. “Gerçekten.”
“Söylememen senin lehine olur,” dedi Kartal umursamaz bir sesle.
“Bunu korktuğum için değil, bana yardım ettiğin için yapacağım.” Gökçe bir elini diğer koluna koyup dirseğini avuçlayarak sıvazladı. “İnsanlar bana yardım etmez.”
“Yardıma değer biri olmadığını bilmen güzel.”
Gökçe’nin utanarak gözlerini dizlerine düşürdüğünü görür gibi oldum ama bakışlarımı tekrar ön cama çevirip ona bakmamayı tercih ettim. Bize o ev hakkında tek bir soru bile sormadı. Belki de o evi gerçekten bir hastane sanmıştı. Dağın başına inşa edilmiş o evin içinde dönen kan dondurucu şeyler aklıma gelince bilinçsizce titredim.
Yol bitene dek hiçbirimiz konuşmadık. İstanbul’a giriş yaptığımızı yol kenarına dikilen tabelalardan anlamıştım. Gökçe bize evinin adresini verdi. Onu evine yakın bir yerde indirdiğimizde gerçekten dünkünden çok daha iyi görünmüştü gözüme. Gökçe araçtan inerken Kartal onu birkaç konuda uyarıp onunla iletişime geçeceğini söylemiş ve alması için ona bir damla ismi vermişti. Damlayı kullanması gerektiğini söylemişti. Eve dönüş yolunda artık araçta yalnızdık ve yorgunluk omuzlarıma öyle ağır bir şekilde çökmüştü ki, sanki kafamı dikenli tellerin üzerine koysam, koyduğum o dikenli tellerin üzerinde uyuyakalacaktım. Gözlerim kapanıp duruyordu.
“Az kaldı eve,” dedi. Öğlen güneşinin göz alan sütunları aracın ön camından içeri giriyordu. Bugün hava dünün aksine açıktı. “İstersen uyu. Ben gelince seni uyandırırım.”
“Az kaldıysa hiç uyumayayım. Uykumdan uyanınca tekrar uyuyamıyorum.”
Kartal direksiyonu sağa doğru kırıp bir araya girdi. Bir fırının önünde durdu ve fırından bir şeyler alıp tekrar araca döndü. Elindeki poşeti kucağıma koyup tekrar aracı çalıştırdı ve sürmeye başladı. Kucağımdaki poşeti açıp, fırının adının yazdığı kese kâğıdını açarak sıcak poğaçalardan birini elime alıp gözlerimi ona çevirdim.
“Sen yemeyecek misin?”
“Ye sen.”
Gözleri bana değil, önünde akıp giden yola bakıyordu.
Poğaçadan bir ısırık alıp çiğnemeye başladım. Kartal uzanıp radyoyu açtı ve yabancı bir şarkı aracın içini doldurmaya başladı. Telefonunun melodisi yabancı şarkının melodisine karışınca gözlerim tekrar ona doğru döndü. Kartal gözlerini yoldan ayırmadan bir elini direksiyondan çekti ve deri ceketinin iç cebinden telefonunu çıkarırken tek eliyle araç hâkimiyetini korumayı sürdürdü.
“Söyle,” dedi gözlerini yoldan ayırmadan. Birkaç saniye karşı tarafı dinledikten sonra kavisli kaşlarının çatıldığını fark ettim. “Sana ne, neredeysem neredeyim?”
Duraksadı.
“Ne?” Tek kaşını kaldırdı. “Ulan senin burada işin ne?” Yüzünü buruşturdu. “Burak, hadi seni anladım da… Onların burada işi ne amına koyduğumun dalyarağı?”
Derin, ıslıklı bir nefes aldı.
“Tamam. Zemin katta Hüsnü abi var. İn ondan anahtarı iste. Bir sorun çıkarmaz. Seni daha önce yanımda görmüştü.” Gözlerini devirdi. “Siktir git, göt.”
Telefonu kapatıp iç cebine atarken, “Ne olmuş?” diye sordum, yanağım aldığım lokmadan dolayı şişmişti.
“Burak ve diğerleri şu an İstanbul’daymış.” Durdu. “Hatta şu an binanın önündeler.”
“Diğerleri?”
“O gün Antalya’dan çıktığımızda bir geceyi geçirdiğimiz ev var ya, oradaki tayfadan bahsediyorum.”
“Neden gelmişler?”
“Ben de bilmiyorum,” dedi direksiyonu sıkarak. “Umarım çabuk giderler.”
Kartal cipi park ederken ben çoktan araçtan inip apartmanın bahçesine girmiştim bile. Havuzun üstünde yüzen ölü yaprakları izlerken Kartal’ı beklemeye başladım. Birlikte üst kata çıktık. Cebinden anahtarı çıkarırken gözlerim apartman boşluğunda dolanıyordu. Kartal’ın kapıyı açmasıyla Burak’ın kapının arkasında belirmesi bir oldu. İrkilerek geri çekildim. Burak yumruğunu Kartal’ın omzuna vurarak, “Özledim seni pezevenk!” deyip göz kırptı. Bakışları kısaca bana kayınca, belli belirsiz tebessüm etti.
“Anahtarı almışsın,” dedi Kartal içeri girerken.
“Başta beni tanıyamasa da sonradan Sahra’nın dırdırına katlanamayıp anahtarı verdi.” Burak güldü. “Ee, siz neredeydiniz?”
Salona doğru yürürken kendimi gergin hissediyordum. Salona girdiğimizde odak noktama ilk giren kişi Sahra olmuştu. Hemen çaprazındaki tekli koltukta da Yunus Emre oturuyordu. Yunus Emre soğuk bakışlarını kısaca yüzümde gezdirdikten sonra Kartal’a bakıp kafasıyla kısaca selam verdi.
“Tam kadro toplanmışsınız,” dedi Kartal.
Sahra bana göz kırparak ayağa kalktıktan sonra, “Ne kadar da misafirperver bir adamsın sen öyle,” diye homurdandı. “Selam Lavin.”
“Selam,” dedim yavaşça. “Ben bir su içeyim.” Gözlerim kısaca Kartal’a doğru kaydı. Bana göz ucuyla bakıp ‘sorun yok’ dercesine kafasını salladı.
Mutfağın aralıklı duran kapısını itip içeri girdiğim anda kafamı kaldırmamla olduğum yere çakılmam bir oldu. Adının Sibelay olduğunu hatırladığım esmer kız mutfak tezgâhında oturuyordu. Bacaklarının arasında duran kısa, turuncu saçlı kızın Neslihan olduğunu biliyordum. Hızla mutfaktan çıkarken onların benim varlığımdan bihaber olduklarından emindim.
Kartal salondan çıktığında koridorda burun buruna geldik. Çekingen gözlerle ona baktığım an, altın kahve gözlerini gözlerime dikti. Dikkatli bakışlarından kaçmak ister gibi gözlerimi kaçırdığımda, büyük eli çeneme yerleşti ve bir an olduğum yere mıhlandığımı sandım. Parmakları çenemi kavrayarak bakışlarımı ona doğru çevirdi. Gözlerinin içine baktım. Gözlerinin içindeki altın kahve parıltıları, benzine benzetiyordum. Ne zaman ona baksam, gözlerimiz arasında bir çakmak tetiğine basıyordu ve onun gözlerinin içi alev alıp cayır cayır yanmaya başlıyordu.
“Gözlerini benden sürekli kaçırmanı gerektirecek bir şey yok, amber bakışlı.”
Duraksadım. Gözlerimi kırpıştırmak istedim ama bunu yapamadım. Bir an aramızdaki o bakışma uzadı, takvim yapraklarından oluşan bir sarmaşık etrafımızı sarıp bizi birbirimize bağladı.
“Eşyalı bir daire kiralamışlar kısa süreliğine. Burada kalmayacaklar,” dedi bir anda. “Evde yabancı birileri olmayacak yani, rahatlayabilirsin.”
Başımı yavaşça salladım. Kartal’ın bakışları gitgide daha yoğun bir hâl alırken elimi yavaşça elinin üstüne koyarak çenemdeki parmaklarını itip, bakışlarımı odamın kapısına çevirdim.
“Ben biraz uzanayım.”
“Uzan. Akşam dışarı çıkacağız.”
“Nereye?” diye sordum duraksayarak.
“Aniden yanımızda biten farklı insanları normal karşılamayacaklardır. Böyle arkadaş grupları buluştukları gibi eğlenmeye giderler. Normal görünmek zorundayız.”
Yüzümü buruşturarak, “Nasıl her şeyi böyle en ince ayrıntısına kadar düşünebiliyorsun sen?” diye sordum hayretle.
“Düşündüğüm tek şeyi aldılar. Ben de her şeyi düşünmeye başladım.”
Dişlerimi sıkarken kalbimin tonlarca ağır bir acının ayakları altında ezildiğini hissettim. Odama geçip kendimi yatağa attığımda, kafamdaki soru işaretleri yastıkla kafamın arasında kalıp zihnimin derinliklerine batarak gömülmüştü sanki. Fuat denen adama ne olacağını merak ediyordum. O evin karanlık hikâyesinin altından başka neler çıkacaktı, bunu da merak ediyordum.
Bu yolun sonunda göreceğim yüzün kime ait olacağını merak ediyordum.
Akşama doğru ılık bir duş alıp birbirine girmiş saçlarımı taradım. Sahra odamın kapısını çalıp içeri girdiğinde, ıslak saçlarımın uçlarını son kez havluyla kurularken yatağın üzerinde bağdaş kurmuş şekilde oturuyordum. Gülümseyip yatağın kenarına oturdu.
“Nasıl gidiyor?”
“Aynı.”
“Kartal…” Duraksayıp odamın kapalı kapasına baktı. “O ne durumda?”
“Durmasını bekliyor olamazsın.”
“Durmayacağını bildiğimden soruyorum,” dedi yüzünü buruşturarak. “Başına bir iş almasından korkuyorum. Burak bana şu kaydolduğunuz dans akademisinden bahsetti. Bir de kuzen rolü kesiyormuşsunuz.”
Yanaklarımın içini havayla doldurup, “Yanlış insanla konuşuyorsun,” dedim. “Ne yaparsa yapsın, arkasında olacağım.”
Sahra birkaç saniye yüzümü izledi. Gözlerinin aynasında parlayan endişe çok gerçekçiydi, arkadaşlarının onun için gerçekten önemli bir yere sahip olduğunu anlamamak mümkün değildi.
“Kendini mahvetse bile mi?” diye sordu çaresizlik içinde. “Gerçekten böyle mi düşünüyorsun?”
Duraksadım. Gerçekten söylediğim gibi miydi düşüncelerim? Onun kendini bitirişini izlerken ona destek mi olacaktım? Kendini bitirmesini izlerken bitirmesinde ona yardımcı olduğumu düşünmek kanımı dondurdu. Bir an için zihnim bambaşka bir görüntü üretti. O görüntüde Kartal’ın üzerinde beyaz bir gömlek vardı ve gömleğin göğüs kısmı kan içindeydi. Kartal elindeki küçük makası alıp gömleğin kanlı kısmını keserken etini de kesiyordu. Kesilen deri sarkarak gömleğin kumaşıyla birlikte açılırken onun kalbini görüyordum ve bana uzattığı kanlı makası tutup kalbini kendi eliyle söküşünü izliyordum. Bu yaptığımın bundan ne farkı vardı?
“Öldürülen…” Dilimi ısırdım. Hâlâ alışamadığım bu durum değişmeyecek bir gerçekti. “Öldürülen benim tek varlığımdı.”
“Onun da kız kardeşiydi.” Gözleri paramparça bakıyordu. “Kendini de ziyan edeceksin,” dedi Sahra sertçe yutkunarak. “Onun yandığı ateşe kendini atıyorsun.”
“Ben zaten ateşe bir kez düştüm, Sahra. Bundan sonra defalarca atlasam da daha farklı yerimden yanmam.”
“Ne dersem diyeyim, ne seni ne de onu bu yoldan döndüremeyeceğimi biliyorum,” dedi gözlerini yumup derin bir nefes alırken. “Ve Burak da karıştığım için bana kızıyor ama korkuyorum. Arkadaşımı kaybetmekten çok korkuyorum.”
Garipti ama onu anlıyordum. İçimde bir yerlerde ona hak veren bir Lavin vardı. Benim aksime o Lavin, merhametiyle hareket etmeyi tercih edendi. Ben o Lavin’in sesini, Kardelen’in bedeni toprağa karışırken kesmiştim. Sanki ruhum bir darağacıydı; merhametim, ruhumun ipiyle sallandırılmış, benim tarafımdan idam edilmişti.
“Seni anlayabiliyorum. Ama Kartal’ı durdurmayacağım.”
Başını yavaşça sallarken, “Biliyorum,” dedi.
Sessiz kaldım. Sahra yavaşça oturduğu yerden kalkıp elbise dolabımı açtı. Oturduğum yerden bomboş gözlerle onu izlerken birkaç parça kıyafet çıkarıp yatağın üzerine attı.
“Ee?” diye sordu omzunun üzerinden bakıp yavaşça tebessüm ederek. “Ne giyeceksin?”
“Bilmiyorum.”
“Uzun zamandır eğlence mekânına gitmiyorum,” dedi Sahra elbise dolabına dönerek. “Seni ben hazırlayayım mı?”
Kaşlarım çatıldı. “Buna gerek yok. Kendim hazırlanırım.”
“Hadi ama lüfen, insanları süslemeyi seviyorum.”
Kara zorla da olsa bir şekilde kabul edip Sahra’nın beni hazırlamasına izin verdim. Siyah deriden mini bir etek, deri eteğin altına dizlerime kadar uzanan, teni gösteren siyah bir çorap giymiştim, dizin hemen bittiği yerde çorabın kumaşı kalınlaşıp bir şerit çiziyordu. Sahra uzun ve ince bacaklarım olduğunu, bunun bir avantaj olduğunu ve mutlaka kullanmam gerektiğini söylemişti. Siyah, dar badi çok sadeydi ve deri eteği star parça hâline getirmişti. Sahra’nın saçlarımın uçlarını maşayla hafif kıvırması ve gözlerime siyah bir göz makyajı yapmasıyla görüntüm tamamen gotik bir hâl aldı. Dudaklarıma sürdüğü toprak tonlarındaki rujun rengi doğaldı, göz makyajının daha da belirgin görünmesini sağlamıştı. Elmacık kemiklerimi bronz bir allıkla belirginleştirdikten sonra eserine gurur duyarak baktı.
Elbise dolabının aynasına düşen görüntümü izlemeye başladım. Işıl ışıl görünmeme rağmen gözlerim o kadar cansız bakıyordu ki bu anlatılması güç bir şeydi. Belki de atlatılması güç bir şeydi. Bilmiyordum.
Sivri burun, topuklu botları giymek için yatağın ucuna oturdum. Sahra giyinmek için odadan çıkmıştı. Badinin üzerine etekle uyumlu bir deri ceket geçirip telefonumu ve sigara paketini deri ceketin cebine koydum. Odadan çıkarken sanki ruhumu o yatağın üzerinde yas tutması için bırakmıştım. Koridorda duran, lacivert gömleğinin manşetlerini yukarı kıvıran Kartal, beni fark edince bir an duraksayıp beni baştan aşağı süzdü. Bakışlarını büyük bir ağırlıkla gömleğinin manşetlerine indirdi.
Bana bakmadan, “Deri yakışmış,” dedi ve vestiyerden bir çift şık ayakkabı çıkardı.
“Tamamen isteğim dışında gelişti,” dedim.
Neslihan saçlarını geriye doğru atarak salondan çıktığında olduğum yerde dikilmeye devam ediyordum. Gözleri bana kaydı. “Sahra sana derinin çok yakıştığını söylemişti. Maşallah,” dedi ve bunu söylemesiyle Sibelay, Neslihan’ın sırtına atlayıp, “Gözünü deşerim senin!” diye homurdandı. Gülüştüler.
Kartal gözlerini devirerek ayakkabılarını ayağına geçirdi. Burak ve Sahra da aynı anda salondan çıktılar. “Kardeşim, insan bir oda ayarlar. Hepimiz banyoda giyindik,” diye homurdandı Burak.
“Kör müsün pezevenk? Başka oda mı var?” diye sordu Kartal omzunun üstünden Burak’a cins cins bakarak. “Yunus nerede?”
“Bir işi varmış,” dedi Burak. “Mekâna gelecek.”
Evden ayrıldığımızda ben her zamanki gibi Kartal’ın sürdüğü araca binmiştim. Diğerleri Burak’ın aracındaydı. Burak, Kartal’ı takip ederek ilerliyordu. Kafamı kaldırıp önüme baktığımda İrem’in babasının mekânının önünde olduğumuzu fark edince duraksadım. Aslında doğru bir seçimdi. Zaten kendilerini de İrem ve tayfasına kanıtlamaya çalışıyorlardı. Acaba İrem de burada mıydı? Bir an anlam veremediğim bir ağrı karnıma saplandı.
Kartal emniyet kemerini çözerken, “O şişko tavşan falan da burada,” dedi. Nereden bildiği konusunda hiçbir fikrim yoktu. “Ona göre davran.”
“Nasıl davranıyormuşum ki ben?”
Dişlerini sıkarak ön camdan dışarı bakarken, “Gereksiz bir yakınlık kurmanızın manası yok,” dedi.
“İrem ve senin gereksiz bir yakınlık kurmanın manası var ama,” dedim aniden. Aldığım nefes bir zehir olup ciğerlerimi deşmeye başladı. Ne diye böyle bir şey söylemiştim ki şimdi? Dilimin ucunu ısırarak ona baktım ama o bana değil, hâlâ aracın ön camından dışarıya bakıyordu. Yine de onun da kaskatı kesildiğini görebilmiştim.
“Bana o kızla yatmak için geberiyormuşum gibi davranma,” dedi dişlerinin arasından. “Ne düşündüğüm, ne istediğim konusunda hiçbir fikrin yok senin.”
“Düzgün konuş!”
Kartal aracın kapısını resmen kıracakmış gibi sert bir hareketle açınca dışarıdaki soğuk hava içeri sızdı. Tırnaklarımı avuç içlerime bastırıp araçtan indim. Hemen arkamızdan Burak ve diğerlerinin geldiğini biliyordum. Mekânın önündeki iri yarı adamlar bizi kısaca inceledikten sonra çekilerek bize yol açtılar. Mekânın içine giden kıvrımlı merdivenleri inmeye başladığımda Kartal arkamda kalmıştı. Attığım her adımın üzerinden fosforlu renkte ışıklar geçiyordu. Hareket eden ışıklar gitgide daha yukarı tırmanarak yüzüme çarpmaya başladı. Mekân henüz erken olmasına rağmen kalabalıktı.
Gözlerim tanıdık bir yüz aradı. Kartal’ın sıcak nefesini saç diplerimde hissedebiliyordum. Elini belime koyarak yürümem için beni hafifçe öne doğru itti. Kalabalığı yararak ilerlerken onun eli hâlâ benim belimdeydi. Hemen ileride Emir’in gömleğinin düğmelerini neredeyse karnına kadar çözmüş şekilde elleri havada ritim tuttuğunu görünce, dudaklarım benim elimde olmadan yukarı kıvrıldı. Emir’in güzel gözleri kalabalığı taradı, elleri hâlâ havadaydı. Bir an onunla göz göze geldik. Kartal’ın belimdeki parmaklarının sıkılaştığını hissettim.
Emir, üstünde durduğu yüksek basamağın üzerinden aşağı atladı. Kalabalığı yararak elleri havada bana doğru yürürken ritim tutmaya, dans etmeye devam ediyordu. Garson çocuğun elinde tuttuğu tepsiye uzanıp bir kokteyl aldı ve çocuk ona bakakalırken önemsemeden bana doğru yürümeye devam etti.
“Sokacağım ama ha!” diye homurdandığını duydum Kartal’ın ama aldırış etmedim. Emir dibimizde bitti.
“Yine ateş ediyorsun!” dedi bana göz kırparak. Boncuk gözleri benden ayrılıp hemen arkamdaki Kartal’a, ardından da Kartal’ın arkasındaki diğer gruba kaydı. “Burak?” dedi sorar gibi. “Sen de mi buradasın?”
Emir’in, Burak’ı tanıdığını zaten biliyordum. Burak ve Emir tokalaşırken Neslihan ve Sibelay’ın yavaşça bizden uzaklaştığını gördüm. Kalabalığın içine karışırken ikisinin de ellerinde birer bira vardı. Hangi ara o biraları almışlardı bilmiyordum ama bizden bağımsız bir şekilde eğlenmeye başlamışlardı bile.
Yüksek masalardan birinin önünde durduk.
“Bugün burası çok kalabalık. Localar falan da hep rezerve. İrem gelmediği sürece buraya mahkûmuz,” dedi Emir kokteylinden bir yudum alırken. “Ee, ne içeceksiniz?”
“Sizi bilmem de ben daha hafif bir şeyler istiyorum. Buradan çıkışta kiraladığımız eve geçeceğiz. Evin yolunu bulamayacak hâle gelmek istemem,” dedi Burak. “Bir bira yeter şimdilik.”
Sahra, Burak’ın kolunun altına girip kollarını adamın ince beline sardı. “Ben alkol almayacağım. Sadece churchill istiyorum.”
“Bana bir kadeh viski,” dedi Kartal. “Lavin’e de bir bira.”
“Buna sen mi karar veriyorsun?” diye sordum ona cins cins bakarak.
“Bira,” dedi Kartal tekrardan bana bakmadan.
Aslında bir bira iyi olabilirdi. Emir kaşlarını kaldırıp bir süre ikimizi izledikten sonra siparişleri verdi. Ayağımdaki topuklular şimdiden tabanlarımı sızlatmaya başlamıştı. Birkaç dakika içinde siparişlerimiz geldi. Buz gibi biradan bir yudum aldığımda şakaklarıma saplanan kuvvetli ağrıyla gözlerimi yumup dişlerimi sıktım.
Biranın yarısına gelmemiştim ki, İrem’in kahkahası mekânın içinde çınlayan yüksek sesli müziği bile yırtıp geçti. Omzumun üstünden onun kahkahasının yükseldiği yöne baktım. Yeni geldiği belliydi, elinde bir margarita vardı. Margaritasından bir yudum aldıktan sonra gözleri olduğumuz masaya doğru döndü. Sahra, huzursuz bir şekilde yanağını Burak’ın göğsüne bastırıp kaşlarını çattı.
İrem elini kaldırıp göz kırparak güldü. Kartal’ın gözleri kısaca kıza kaydı. İrem’in deri elbisesi miniydi, elbisenin kolları sıfırdı ve uzun sarı saçlarını salmıştı. Saldığı saçları beline kadar uzanıyordu. Ayağındaki kırmızı topuklu ayakkabılar onu olduğundan çok daha olgun ve kadınsı göstermişti. Yanındaki kızlara gülerek bir şeyler söyledikten sonra bizim masaya doğru yürümeye başladı.
“Erkencisiniz, gençler,” dedi gülerek. Elindeki margaritayı masanın üzerine bırakıp Kartal’a doğru döndü. “İki gündür yoksun ortalarda, Kartal Bey. Yüzünüzü gören cennetlik.”
Kartal dirseğini masaya yaslayarak kısık gözlerle İrem’e bakarken, “Cennete mi gideceksin şimdi sen?” diye sordu, sesi tehlikeliydi.
İrem alt dudağını ısırarak Kartal’ın gözlerinin içine bakarken bir elini saçlarının arasına daldırıp uzun saçlarını geriye doğru savurdu.
“Cennetine mi çağırıyorsun?” diye sordu, sesinde ahlaksız bir tını vardı.
Avuç içlerim alev alev yanmaya başladı. Birayı kafama dikip etrafıma bakındım. Sahra rahatsız olmuş bir şekilde İrem’i izliyordu ama ben İrem’e her nedense bakamıyordum.
“Yaramaz kızlar cennette kabul görülmez,” dedi Kartal gözlerini kısarak. Ona bakmasam da göz ucuyla da olsa hareketlerini teyit edebiliyordum. Bir an bu durumdan ölesiye nefret ettiğimi hissettim.
Gözlerimi Emir’e çevirdim, Emir umursamaz bir şekilde kalabalığı izliyordu. Ona doğru yürüyüp kolundan tuttum ve kalabalığın içine doğru çekmeye başladım. Bana karşı koymadan beni takip etti. Kartal’ın ve masadaki diğer herkesin ikimize baktığını biliyordum ve benim istediğim de buydu zaten.
“Neyin var?” diye sordu Emir arkamda yürürken. Elimi bileğine indirdim ve sıkarak bar tezgâhının önüne doğru yürüdüm.
“Bana içki ısmarla.” Barın yüksek taburesinin üzerine çıkıp oturdum. “Bu gece kafamı dağıtmaya ihtiyacım varmış gibi hissediyorum.”
Emir’in kaşları alayla havaya kalktı. Dudaklarında çelişkili bir gülümseme büyüyüp tüm yüzünü kapladı.
“Benim için sorun değil ama Kartal bu duruma ne der?”
“Onun ne dediği kimin umurunda?” diye sordum kaşlarımı kaldırarak. “Bana karışamaz.”
“Dışarıdan bakınca hiç de öyle görünmüyor, güzellik,” dedi Emir. “Her neyse. İrem seksiliğiyle onun aklını başından alacaktır. Bu gecelik seni görmezden gelebilir bence.”
Hemen dibimdeki barmenin kuruladığı cam bardak parçalanıp en büyük parçası boğazıma saplanmış gibi kasıldım. Gözlerimi bar tezgâhına doğru çevirip barmene baktım.
“Baksana,” dedim çocuğa. “Bana bu geceyi hatırlamayacağım türden bir şeyler versene.”
Barmen çocuğun dudakları yukarı kıvrıldı. “Hayhay,” dedi. “Küçük hanım için sert bir şeyler hazırlıyorum.”
Emir yanımdaki boş sandalyeye oturup kaşlarını çattı. “Adamı tavladın mı az önce sen?” diye fısıldadı kulağıma doğru eğilerek.
“İstediğim an, istediğim kişiyi tavlama yeteneğim var,” diye alay ettim.
Barmen, kadehin içindeki şeffaf renkteki içkiyi önüme bıraktığında, önümde duran şeyin ne olduğuna dair en ufak bir fikrim olmamasına rağmen parmaklarımın arasına çekip içkiden bir yudum aldım. Sert ve yakıcı bir tadı vardı. Kulaklarıma tırmanan ateşin aynı zamanda soluk borumda bir yangın başlattığını düşündüm. Yüzümü buruşturdum.
“Tadı kötüymüş.”
Emir gülerek barmene baktı ve “Bana bir vişne votka,” dedi.
Kartal’ın söyledikleri aklıma geldi. Normal bir öğrenci gibi davranmalıydım. İçkiden bir yudum daha alıp dudak büzdüm. “Şu Mümtaz denen hoca beni tedirgin ediyor,” dedim. “Sanırım ilk dersten ona battım.”
Emir votka vişnesini önüne çekerken, “İnanılmaz kıl birisidir,” dedi. “Yani bebeğim, kesinlikle onun gözüne battın.”
İçkiden bir yudum daha aldım.
“Bir şekilde halledeceğiz artık,” dedim omuz silkerek.
Emir duraksadı. “Aslında buradan bakılınca bir hocanın sana takmasını sorun edecek birine benzemiyorsun.”
Durgun gözlerimi onun gözlerine çevirdim. Birbirimize baktık. Hiçbir şey söylemeden gözlerimi tekrar kadehime çevirdim ve kadehin dibinde kalan içkiyi de tek seferde kafama dikip içtim. Kadehi tezgâhta kaydırıp, “Bundan bir tane daha istiyorum,” dedim barmene bakarak.
Barmen bana bunun pek de iyi bir fikir olmadığını belli etmek ister gibi baktı.
“O biraz ağırdır ama?”
Emir, “Sorun yok,” dedi. “Ben onun yanındayım. Ne istiyorsa ver sen.”
“Bünyesi sağlamsa sıkıntı yok,” dedi barmen. “Ama kusarsa falan, sen temizlersin.”
Emir, güldü. “Yavşaklık yapma, Berat. Ver kızın istediğini.”
Berat bir kadeh daha doldurup önüme koydu. Kartal’ın yoğun bakışlarının şu an burada, hemen ikimizin üstünde olduğunu biliyordum ama buna aldırış etmedim. Dönüp ona bakmadım. İrem’le ilgilenmesi gerekiyordu sonuçta. Sertçe yutkundum. Kadehteki içkiyi tek seferde dikip tüm duyularımın yanmaya başlamasını sağladım. Emir dehşetle bana bakıyordu.
“Hızlı olmadı mı bu? Çabuk çarpar bu tarz içkiler.”
“Sorun değil.”
İçince çok konuşan, yersiz itiraflar yapan biri değildim. Emir’e içinde olduğumuz gerçekler hakkında tek kelime etmeyeceğimden emindim. Zihnimde açılıp kapanan kapıların sayısını karıştırmaya başladığımda şu an kaçıncı kadehin dibine gelmek üzereydim bilmiyordum ama saydığım kadarıyla dört ya da beş kadeh biteli epey zaman olmuştu. Hafifçe hıçkırıp elimi tezgâha koydum ve avucumu tezgâha bastırarak kalkmaya çalıştım.
Bir an boşluğa basıyormuşum gibi sarsılınca Emir’in güçlü kolu belime dolandı ve “Ops!” dedim telaşla.
Emir gülerek başını iki yana salladı. Evet, sarhoş olmuştum. Körkütük müydü peki? İşte orası tartışılırdı. Başım pervane gibi dönüyor olmasına rağmen bedenime çöken dinginlik o kadar iyi hissettirmişti ki, zihnimin bile gevşediğini hissettim. Sanki ihtiyacım olan şişenin dibini bulmaktı. Belki de Kartal bu kadar içmekte haklıydı. Belki de içki gerçekten yaranın üstünü örten bir banttı ama yaranın iyileşmesine yardımı olduğu söylenilemezdi. Sadece yaran gizleniyordu ve bu sana daha güvende hissettiriyordu. Daha özgürdün. Hepsi buydu.
Emir belimden kavrayarak beni tezgâha yasladı. Etrafına bakındı. “Sanırım biraz hızlı gittin,” dedi karmakarışık bir ifadeyle kalabalığı izlerken. “İyi misin?”
“Evet,” dedim kendimden emin bir sesle. İyiydim. Şimdilik. “Beni bırak.”
Onun elini yavaşça iterek ayakta durmaya çalıştım ve bu kez dengeyi sağlayabildim. Bir an kendimi yanıp sönen bu ışıkların altında çok savunmasız hissettim.
Böyle yerler gerçeği yüzüme vurup duruyordu benim.
“Kartal beni öldürmek için sebep arıyordu zaten,” diye takıldı. “Bence bu gayet yeterli bir sebep.”
“O gitsin İrem’in donunu yesin,” dedim. Sanki bana ait olmayan bir ses kafamdan geçeni sesli bir şekilde okumuştu.
Emir bir an dondu kaldı. Ardından öyle gür bir kahkaha patlattı ki, mekânı âdeta yıkan müziğe rağmen birçok kişinin dönüp bize baktığını fark ettim. Gözlerim kalabalığı taradı. Kartal’ı aradım ama bulamadım. Kaşlarımı çatarak kalabalığı taramaya devam ederken Emir kadehinin dibindeki içkiyi içip kadehi tezgâhın üzerine bıraktı.
“Dans etmek ister misin, son don bükücü?”
“Bu geri zekâlı nerede ya?” diye bağırdım kalabalığa doğru. Birkaç kişi daha dönüp bize baktı ama çok sürmeden önlerine dönüp dans etmeye devam ettiler.
“Kim?” diye sordu Emir.
“Kaç tane geri zekâlı var?” diye bağırdım bu kez onun suratına doğru. “O benekli geri zekâlıyı diyorum!”
“Benekli mi?”
“Benekli tabii,” diye homurdandım. “Göğsünde.” Duraksadım. “Boynunda.” Yutkundum. “Omuzlarında.” Gözlerim daldı. “Sırtında. Hatta birkaç tane de yüzünde. Benekleri var.”
“Ne diyorsun, güzelim?”
Dişlerimi sıktım. Sanki içki içimdeki alevleri söndürmek yerine, bir benzin gibi ateşin içine akıp alevleri daha da koyulaştırmış, içimi saran yangını dizginlenemez hâle getirmişti. Bir an için çok büyük bir karanlığın içine çekildiğimi hissettim ve dizlerimin bağı çözülür gibi oldu. Aksayarak tezgâha tutundum. Çalan şarkının nabzı sanki damarlarımda çarpıyordu. Yanıp sönen ışıkların altındaki yüzleri tarayarak onu aramaya devam ettim.
Sonra onu gördüm. Hemen ileride, duvar kenarında dikiliyordu. İrem yanındaydı. Aralarındaki mesafenin azlığı karşısında kaşlarım çatıldı. Sarı saçları kızın yüzünü kapattığından onun yüzündeki ifadeyi göremiyordum ama Kartal’ın ona bakan yüzünü görebiliyordum. Kıza bomboş gözlerle, isteksiz bir şekilde bakıyordu. İrem kafasını hafifçe eğip yanağını Kartal’ın koluna sürttükten sonra gür bir kahkaha attı. Sanki diplerindeymişim gibi kızın kahkahası zihnimin içini darmaduman etmişti.
Alt dudağımı yaladım. Dans etmek istiyordum. Olduğum yerde zıplamak bile yeterdi. Hareket ederek içimdeki bu hissi kusmamın bir yolu var mıydı? Ben neden böyle hissetmek zorundaydım ki? Midem bulanıyordu. Kusacağımdan falan değildi. Bu hisler içime fazla gelmişti. Alkolü değil, hisleri çıkarmak istiyordum.
“Dans edelim,” dedim kısık bir sesle.
Emir beni bileğimden tutarak dans pistine sürüklemeye başladı. Ona karşı koymadım. Onunla dans etmeyi isteyen bendim. Beni belimden tutup kendine doğru çekti. Parmaklarımı onun geniş omuzlarına yerleştirdim. Yanıp sönen ışıkların altında yavaşça hareket etmeye başladığımızda artık alkolün bana değil, benim alkole hükmettiğim o zaman diliminin içerisindeydik. Çılgınlar gibi dans edip ter atmak istiyordum.
Bir elimi hafifçe havaya kaldırıp salladım. O sırada Emir belimi tutuşunu gevşetti ve aramıza mesafe ekleyerek yavaşça dans etmeye başladı. İçimdeki o yangının beni yakıp kavurmasını, kül etmesini seyretmektense, o yangının içine atlayıp kendimi yakmak daha bana göreydi. Müziğin ritmine ayak uydurdum. Kalabalığın yabancı dudaklarından yükselen çığlıkları dinledim ve farkında olmadan ben de artık çığlıklar atıyor, kabinde ellerini kaldırmış insanları coşturmaya çalışan DJ’ye bakıp ona ayak uyduruyordum.
Bir yerlerde Kardelen beni izliyorsa eğer, bana darılır mıydı?
Darılmasın istiyordum. Ben onun acısını bir türlü yenemiyordum ki.
Bir an adımlarım bıçak gibi kesildi ve bedenim hareketlerini sonlandırdı. Gözlerim boşluğa takıldı. Emir’in büyük avucu hâlâ belimdeydi ve o kendinden geçmiş gibi bağırarak dans ediyordu. Duraksadığımı fark etmeyecek kadar kendini kaptırmıştı. Yavaşça Emir’i itip ondan ayrıldım. Emir bana bakmadan kalabalığın içinde dans etmeye devam etti. Ona gülümseyerek baktım. Gerçekten küçük bir çocuktan farkı yoktu. Kardelen’e o kadar çok benziyordu ki…
Sarsak adımlarla dans eden kalabalığın arasında yürümeye başladım. Kafamı çevirip bir an olsun Kartal ve İrem’in kırıştırdıkları duvar dibine bakmadım. Işık sanki tavanda değil de zihnimin içinde yanıp sönüyordu. Sertçe yutkunup kafamı kaldırdım ve ışığın çıkış noktasına baktım. Güçlü bir elin beni kavradığını hissettiğimde başım aniden döndü, ışıklar beni bir anlığına kör ederken gözlerimi sıkıca yumdum. İçerideki ağır alkol ve sigara kokusunu bastıran kokusunu soludum. Bu kokuyu tanıyordum.
Yağmurdan sonraki toprak kokusu.
“Gerçekten çok aptalsın,” diye fısıldadı. Kulak boşluğuma akan sıcak nefesi ürpermeme neden oldu. Beni kendine doğru çekti. Diğer elini karnıma koyup beni kalın koluyla sararken sertçe yutkunup gözlerimi açtım ve hemen karşımdaki kalabalığa baktım.
Sırtım, Kartal’ın kaslı göğsüne yaslandı. Dar gömleğinin altında kasılan kaslarının o garip hareketini sırtımın yüzeyinde hissedebiliyordum. Elimi yavaşça dudaklarımın önüne getirip hafifçe öksürdüm.
“Bu kadar içmeni gerektirecek ne vardı?” diye sorduğunda dudakları kulağıma dokunuyordu. Sırtımı tamamen onun göğsüne yaslayıp bomboş gözlerle kalabalığı seyretmeye devam ettim.
“Konuşmayacak mısın benimle?” diye sordu dudaklarını kulağıma sürterek.
Kuruyan dudaklarımın yarıklarını dilimdeki ıslaklıkla doldurdum. “Eve gidebilir miyiz?” diye sordum.
“Gidebiliriz,” diye fısıldadı.
Başımı ağır ağır salladım.
“Eve gitmek istiyorum.”
Kartal avucunu karnıma bastırınca gözlerimi hafifçe kısıp dudaklarımı birbirine bastırdım ve dilimi dişlerimin arasına alarak ısırdım.
“Sana çok kızgınım,” diye fısıldadı sakince, sesi bu denli sakinken onun kızgın olduğuna inanmak imkânsızdı.
“Neden ki?”
“Çünkü her zaman kafanın dikine giden bir kadındın,” dedi ve sonra fısıldadı: “Her zaman böyleydin.”
Gücüm geriye doğru çekilirken hiçbir şey söyleyemedim. Diktiğim duvarların altında kalmışım gibi hissediyordum. Kartal beni oradan çıkarırken Burak’a bir şeyler söylemişti ama ne söylediği hakkında en ufak bir fikrim bile yoktu. Sanki başka bir âlemde, başka bir dünyada tek başıma, çırılçıplak koşuyordum ve yollar bomboştu.
Mekândan çıktığımızda saatin kaç olduğunu bilmiyordum ama hava o kadar soğumuştu ki, dişlerimin birbirine vurduğunu fark ettim. Kartal beni zorla yürüterek aracın önüne kadar getirdi ve aracın ön yolcu kapısını açarak beni hiç zorlanmadan içeri soktu. O kapıyı kapatırken ben kafamı aracın konforlu koltuğuna yaslamıştım, camdan dışarıyı seyrediyordum ama bakışlarım bomboştu; sanki bu dünyada sadece nefes almak için vardım.
Direksiyona geçip cipi çalıştırdı ve sürmeye başladı. Alnımı soğuk cama yaslayıp şehrin ışıklarını izlemeye başladım. Zihnimin içinde biri tetiğe basıp duruyordu. Bir tabancanın patlarken çıkardığı o sesi duyuyordum ve ardından anılarımdan akan kan tavandan damlamaya başlıyordu. Zorlanarak yutkundum.
“Kafana göre iş yapmaktan vazgeç,” dedi kısık bir sesle.
Cevap vermedim.
“Kendini kaybedecek kadar içip insanlara bir şeyler anlatacak olursan her şeyi berbat edersin.”
Cevap vermedim. Sokak lambalarının sarı, turuncu, beyazımsı renkteki ışıkları aracın içini bir aydınlatıp bir karartırken sessizce altımızda hareket eden yolu izliyordum. Bunu izlemek başımı daha çok döndürse de tuhaf bir şekilde sakinleşmemi sağlamıştı.
“O piç kurusuyla bu kadar yakın olman doğru değil,” dedi dişlerinin arasından. “Onunla yakın olmayı kes.”
Yine cevap vermedim.
Kartal aniden direksiyona vurunca kaşlarım çatıldı.
“Bana cevap verecek misin?” diye bağırdı, o sakinliğinden eser kalmamıştı.
“Neden bana bağırıp duruyorsun?” diye sordum kısık bir sesle.
Duraksadığını hissettim. Ona bakmadım, yolu izlemeye devam ediyordum.
“Sürekli bana bağırıyorsun. Sürekli bana bir şeyleri yapmam için diretiyorsun. Sürekli benden bir şeyler istiyorsun.”
“Çünkü anlaşmamız böyle,” dedi ama sesi şaşkın çıkmıştı.
“Bizim yaptığımız şey bir anlaşma, evet,” dedim. “Ben senin işçin değilim. Ortağınım.”
“O zaman o adamdan uzak durmayı öğren,” dedi kesin bir dille.
“Ben hiçbir şeyi öğrenmek zorunda değilim.”
“Zil zurna sarhoşken bile nasıl bana kafa tutabiliyorsun?” Bana baktığını hissettim. “Neden bu kadar sert bir kabuğun var?”
“Sert bir kabuğum olmak zorunda.”
“Sarhoşken bile mi?”
“Evet, sarhoşken bile,” dedim zorla yutkunurken. “Narin bir kabuğu herkes kırar. Avucunun içinde ezer. Parçalar.” Gözlerim kısıldı. “Sert bir kabuk, onu kırmak isteyen elin acısı olur.”
“O adam seni kırmış mıydı?” diye sordu alakasızca. Bir an kimden bahsettiğini anlayamadım ama sonradan ona Özay’dan bahsettiğimi hatırlayınca sertçe yutkunup kaşlarımı çattım.
“Beni kırmasına izin vermedim.”
Kartal tek kelime etmedi.
Eve geldiğimizde iyiden iyiye kanıma karışan alkol, tüm duyularımın aktif bir şekilde çalışmaya başlamasını sağlamıştı. Kartal beni asansöre bindirip üst kata çıkarırken tek bacağımın üstünde duruyordum, omzum Kartal’ın omzuna yaslıydı. Asansörün kapıları kayarak açılınca beni belimden kavrayarak dik durmamı sağladı ve asansörden çıkardı.
“Miden bulanıyor mu?” diye sordu beni yürütürken.
“Sadece biraz başım dönüyor.”
“Cidden.” Kartal’ın gözlerini devirdiğini görür gibi oldum. Kapının önüne geldiğimizde cebindeki anahtarı çıkarıp kapı deliğine soktu. Yüzümü onun boynuna sakladığımda bedeni kaskatı kesildi. Anahtarı çevirdiğini çıkan tok sesten anlamıştım. Yüzümü onun sıcak, hoş kokulu boynundan bir an olsun çıkarmadan beni içeri sokmasını bekledim.
“Alkol o sert kabuğunu kırmaya yetmiyor ama sana cesaret veriyor,” diye fısıldadı karanlık bir sesle.
“Şu kapıyı aç ve içeri sok beni artık,” diye serzenişte bulundum. Sıcak, alkol kokulu nefesim onun boynuna çarpıp tekrar burnumun içine doluştu.
Kartal kapıyı açtı. Beni içeri sokarken bir an ayağım takıldı ve dizim boşa doğru kıvrıldı. Kartal beni belimden tutarak bedenimi bedenine yapıştırdı ve bedenimi bedenine sürterek yukarı çekti. Dudaklarım boynundaki kalın damara temas etti, bedenim bedenine sürtünürken dudaklarım da o damara sürtündü.
Kartal dişlerini sıktı. Dişlerini sıktığını belirginleşen çene kemiğinin alnıma sürtmesinden anlamıştım. Kapıyı ayağıyla itip kapatırken sertçe yutkunduğunu duydum.
“Sert içkilerden uzak durman gerek senin, Ölüm Çiçeği,” dedi gergin bir sesle.
Parmaklarımı göğsüne bastırıp yüzümü boynuna gömdüm. Huzursuz bir şekilde homurdanarak, “Şu an iyiyim,” dedim kısık bir iniltiyi andıran sesimle. “Biraz daha iyi hissetmeme izin ver.”
Kartal, âdeta donup kalmıştı. Ne yapacağını bilmiyor gibiydi. Onun yanındayken ne yapacağımı bilemediğim çok fazla zaman olmuştu ve şimdi sıra ondaydı.
Kartal, beni salona kadar taşıdı. Bedenimi koltuğun üstüne bıraktıktan sonra önümde eğilip ayağımdaki topuklu botları çıkardı. Botları bir köşeye attı.
“Sana sert bir kahve yapacağım,” dedi, doğrudan gözlerimin içine bakıyordu.
Bir an gözlerinin ölüm kadar ulaşılması acı bir güzelliğe sahip olduğunu düşündüm.
“Gözlerin çok güzel,” dedim kendimi tutamayarak. “Eskiden beridir gözlerinin çok güzel olduğunu düşünür dururdum.”
Önümde eğilmiş bir şekilde otururken ayak tabanım büyük avucunun içinde duruyordu. Altın kahve gözlerinin içinde gecenin karanlığında uçuşan ateş böceklerinin kanatları yanıyordu. Bana allak bullak olmuş bir ifadeyle baktı. Kaşları çatıktı, dudakları düz bir çizgi şeklinde gerilmişti ama gözleri…
Gözleri çok farklı bakıyordu.
“Bana içecek bir şey verir misin?” diye sordum gözlerinin içine bakarak. Gözleri o kadar güzeldi ki, gözlerimi gözlerinden ayırmak istemiyordum. Benim bir yaram vardı, aynı yara onda da açık şekilde duruyordu ve onun gözlerinin merhemi yarama akarken, benim gözlerimdeki merhem zerre kıpırdamıyordu. Biliyordum. Benden bir yaraya merhem olmazdı.
“Çok fazla içtin, güzelim,” dedi sakin bir sesle. “Bu gecelik bu kadar yeter.”
Omuz silkerek, “İstiyorum ama,” dedim.
Kartal elini ayağımdan çekip bana donuk gözlerle baktı.
“Eğer istediğini vermezsem kafa sikeceksin,” diye homurdandı.
Gözlerimi yüzünde gezdirirken sessiz kaldım.
“Peki,” dedi gözlerini devirerek. “Sadece bir tane bira. Başka yok, ona göre.”
Başımı yavaşça salladım. Kartal önümden kalkıp içki dolabına doğru yürüdü. Dolabı açıp eğildi, dolaptan bir bira çıkardı. Biranın kapağını açıp bana doğru döndü, biradan bir yudum aldı ve birayı bana uzattı. Dudaklarını dokundurduğu biradan bir yudum alırken kendimi gerçekten hâlsiz hissediyordum ama sanki beni bıraksalar birkaç sokak boyunca hiç dinlenmeden koşabilirdim.
“Yarın ilk işim o tavşanı sikmek olacak,” dedi Kartal.
“Neden ki?”
“Bu kadar fazla içmene göz yumması tepemin tasını attırdı.”
“Gelip engel olabilirdin,” dedim biradan büyük bir yudum alırken. “Ama doğru, o sırada İrem’in elbisesinin altına kafanı sokmayı düşünüyordun muhtemelen.”
Kartal, kaşlarını çattı. İçki dolabından kendine bir kadeh viski doldurduktan sonra, “Ne saçmalıyorsun sen?” diye sordu bana üstten üstten bakarak.
“Saçmaladığım falan yok. Gördüm. Neredeyse duvara yapıştırıp soyacaktı seni.”
Kartal karman çorman bir ifadeyle yüzüme bakarken karanlık salonu aydınlatan tek ışık sokak lambasının turuncu ışığıydı. Omuz silkerek biramdan bir yudum daha aldım.
Kartal, “En büyük isteğimin İrem’i koynuma almak olduğunu mu düşünüyorsun?” diye sordu, sesinde alay vardı.
“Düşünmüyorum,” dedim. “Görüyorum.”
“Emin ol onu koynuma almak istesem şimdiye çoktan almıştım.”
Biradan bir yudum daha alıp gözlerimi sokak lambasının durgun ışığına çevirdim.
“Onunla yatacak mısın?”
Viskisinden bir yudum daha alıp kadehi masanın üstüne bıraktı. Sigarasını dudaklarının arasına yerleştirip yaktıktan sonra derin bir nefes alıp ciğerlerini dumanla doldurdu.
“Ne önemi var?” diye sordu düşünceli bir sesle.
Ne önemi olduğunu ben de bilmiyordum. Ayaklarımı koltuğun üstüne çekip tabanlarımı koltuğun kumaşına bastırdım. Altımda etek olmasını zerre umursamadım. Zaten karanlıkta sayılırdık, bedenimi görmezdi. Görse bile ne değişirdi ki? Bu tarz şeyleri önemsemiyordum.
“Haklısın. Bir önemi yok.”
Çenemi dizime koyup gözlerimi kaldırarak ona baktım. Bana bakarken dudaklarının arasından sızan sigaranın dumanı, tıpkı geçmişin hayaletleri gibi ikimizin gözlerinin arasında yukarı doğru sızarak yok oldular.
“İrem güzel bir kadın. Seksi de…” dedi gözlerini kısarken. “Onunla yatmakta bir sakınca görmüyorum.”
Göğsümün derisinin altında asılı duran kalbime kordan bir şiş sokulmuş gibi hissetsem de bunu dışarı yansıtmadım.
“Evet,” dedim.
“Neden öyle bakıyorsun?” diye sordu. Parmaklarının arasında tuttuğu sigaranın ölü külü uzadı, yavaşça bel kemiğinden kırılarak yere döküldü.
“Nasıl bakıyorum?”
“Böyle.”
“Nasıl?”
“Küçük bir kız çocuğu gibi.”
“Öyle bakmıyorum,” diye karşı çıktım.
“Öyle bakıyorsun.”
“Hayır.” Gözlerimi yumdum. “Öyle bakmıyorum ki.”
Yüzüne dağılan ifadeyi göremesem de içimde bir şeyler koptu, kopan o parçalar yere serildiğinde, o parçaların aynasına düşen yansımasını görür gibi oldum. Bir an bana gerçekten şefkatle baktığını düşündüm. Gözlerimi araladığımda gözleri orada duruyordu. Düşündüğüm gibiydi. Yere düşen parçada gördüğüm o gözler gibi bakıyordu.
Sigarayı dudaklarının arasına aldı, iki dudağıyla sigaranın izmaritini kıstırırken gözlerim dudaklarına kaydı. Sigaranın ucunda yanan turuncu ateşin rengi canlandı, ateşi harlandı ve Kartal’ın yanakları içeri çökerken o zehirli dumanın onun içine yavaşça yayıldığını anladım.
“İrem’in gururu incinmez mi?” diye sordum saf saf.
Bir an duraksadı.
“Onun bana olan yaklaşımını gördün, onu bir şeye de zorlamıyorum. Neden gururu incinsin?”
Alttan alttan baktım ona.
“Onunla yatacak mısın?” diye sordum tekrardan.
Gözlerine yayılan o şey her neyse bir an duraksamama neden oldu. Avucumun içindeki bira kutusunu sıkıca kavradım ve yüzümü dizlerime gömüp ona bakmayı kestim.
“Peki sen?” diye sordu bir anda. “O adamla yattın mı?”
Gözlerimi açtığımda gördüğüm karanlık diz kapaklarımdı.
“Özay’la mı?”
“Adını söylemene gerek yok,” dedi, sesi gergindi.
“Hayır. Özay’la yatmadım.”
“Adını söylemene gerek yok dedim.”
“Neden ki?”
Bunu cevaplamadı.
“Onunla ne kadar ileri gittiniz?” diye sordu, sesindeki meraka anlam veremiyordum.
“Ne demek istiyorsun?”
“Sana dokundu mu?”
“Hayır,” dedim kafamı kaldırıp hızla iki yana sallarken. Duraksadım. Zihnimde geçmişin gölgeleri devleşti. Durgun bir sesle, “Ama beni öptü,” diye fısıldadım. Sanki bir suç işlemişim gibi kurduğum bu cümle bir an kalbime öyle ağır geldi ki, Özay’ın dudaklarına değen dudaklarım sızladı.
Gözlerim Kartal’ın altın kahve gözlerinde dolandı. O gözlerde bir şeyler aradım ama bulamadım. Donuk bir şekilde beni izliyordu. Doğrulup biramdan bir yudum aldım, ardından çenemi tekrar dizime bastırdım. Kafam gitgide duman altı oluyordu. Bu birayı diğer biralardan ayıran içindeki alkol oranının fazla olmasıydı. Sertçe yutkunup boğazıma doluşan o acı tadı itmeye çalıştım.
“Onu sevdin,” dedi gözleri yüzümü eleğinden geçirirken.
Başımı yavaşça sallayarak onu onayladım.
“Evet, onu sevdim.”
“Ben bunu pek sevmedim,” dedi, gözlerimin içine bakmaya devam ediyordu.
Diyecek hiçbir şey bulamadım. Birayı bitirene kadar konuşmadım. O da başka hiçbir şey sormadı ama her nedense ikimiz de huzursuzduk sanki. Bira kutusu elimden kayıp yere düştüğünde kutunun dibinde kalan birkaç damla zemine döküldü.
Tam eğilecektim ki, “Tamam,” dedi Kartal. “Sorun yok.” Uzanıp yerdeki bira kutusunu aldı ve kafasını kaldırıp bana baktı. Yüzü çelikten daha sertti.
Elimi kaldırıp onun yanağına bastırdığımda, Kartal donup kaldı. Avucumun içini yanağına bastırarak onun kemikli yüzünü hissetmeye çalıştım. Yanağında yeni yeni yeşermeye başlayan sakal izlerinin pürüzünü avuç içimde hissettim. Kartal dişlerini sıkınca avucum yanağının içine doğru göçtü.
“Ne yapıyorsun?” diye sordu, sesi sakin çıksa da gözlerinde hiddet vardı.
“Hiç,” diye mırıldandım.
Kartal avucunun içinde duran bira kutusunu tek seferde ezip küçücük yaptı. Başparmağımı usul usul onun gözünün altında gezdirdim, gözünün altındaki çukurlar ona uykusuzluğunun ve yorgunluğunun armağanıydı.
“Bayağı sarhoşsun,” dedi gözleri kısılırken.
Sessizce başparmağımı gözünün altındaki çukurda gezdirmeye devam ettim.
“Kalk bir elini yüzünü yıkayalım,” dedi Kartal gözlerimin içine bakarak. Başımı yavaşça salladım.
“Başım çok ağır,” diye fısıldadım yüzümü buruştururken. “Neden bu kadar ağır?”
“Bunun suçunu alkole atamazsın,” derken o kadar dikkatli bakıyordu ki dikkati tenimi bıçak gibi kesiyordu.
“Atmıyorum,” dedim yavaşça. “Kartal.” Avucumu yüzüne bastırırken gözlerimi yumup yüzümü tamamen buruşturdum. “Bedenim terliyor.”
“Bu normal,” diye fısıldadı. “Endişelenme. Sadece alkolü fazla kaçırdın.”
Göğsüm aldığım nefeslerle yukarı kabarırken zorlanarak yutkundum. İçerisi iyiden iyiye soğumaya başlamıştı ya da benim az önce ateşler içinde yanan bedenim şu an donuyordu. Titreyen bedenimin aksine içimde bir yangın yeri vardı. Aldığım nefesin ciğerlerimi sızlatırcasına yaktığını hissediyordum. Çok garipti.
Kartal başını iki yana sallayarak beni kucağına aldı. Dizlerimin altından geçirdiği kolundaki şiş damarı hissedebiliyordum. Bir kolumu onun ensesine dolayıp yüzümü boynuna saklarken diğer elimi yüzünden çekmedim.
“Aptal kız,” diye fısıldadı ama sesi o kadar yumuşaktı ki, bir babanın kızına kıyamadığı o kısacık, küçücük bir ânı anımsatmıştı bana. Benim dünyamda babalar kızlarının saçlarını okşardı, kızlarını sever ve tüm kötülüklerden korurdu. Kızdıklarında bile. Bu yüzden şanslıydım en azından. Ya da şanssızdım. Benim koruyucum gözlerimin önünde parçalanmıştı çünkü.
Boğazımın derinlerinde bir hıçkırık büyüdü.
“Bir gün,” diye fısıldadım onun kucağında taşınırken. “Bir kızın olursa onu çok sever misin?”
Kartal duraksadı ama bu duraksama attığı adımlara yansımadı. “Bir çocuğum olacağını sanmıyorum,” dedi, sesi kuruydu.
“Neden öyle diyorsun ki?” Cevap vermedi. “Biliyor musun, benim babamın süper güçleri vardı.” Tırnağımı farkında olmadan onun ensesine batırdım. “Ama ölüm, süper güç dinlemiyormuş.”
Kartal odanın kapısını açarken çok sessizdi, sanki üzerine babamın üstünü örten toprak dökülmüştü.
“Benim süper kahramanım gözlerimin önünde parçalandı.”
“Sus. Daha fazla konuşma.”
“Sadece birkaç saniye içinde tüm hayatım paramparça oldu.” Yutkundum. Gözlerim dolmaya başlamıştı ancak ağlamayacaktım. “Hayatımdan dökülen parçaların altında kaldım.” Ruhsuz ruhsuz güldüm. “Eğer beni korumak için kendini siper etmeseydi şu an yaşıyor olacaktı.”
Aracın tekerleklerinin çığlığı zihnimde yankılandı. Ön cam parçalandı ve parçalar havada uçuşurken, o uçuşan her bir cam parçası zihnime saplanıp orada gömülü kaldı. İçli bir nefes aldım. Kartal, beni sıkıca tuttu.
“Kes şunu,” diye fısıldadı. “Lütfen.”
Kartal beni yavaşça yatağa oturttu. Uzanmamak için ona direndim ve dizlerimi karnıma çekip kollarımı bacaklarıma dolayarak olduğum yerde küçücük kaldım. Saçlarım dağılmış bir şekilde yüzümün sınırlarını çizen deriyi örterken gözlerimi kısıp boşluğa baktım. Odası kapkaranlıktı, perdelerden içeri sızan sokak lambasının ışığı yok denecek kadar azdı.
“Ağlamak istiyorsan ağla,” dedi. Kahverengi gözlerini üzerimde hissettim ama kafamı kaldırıp ona bakamadım. “Zehrin dolduğu yere bir iğne sokup orayı patlatmazsan, zehir ölümcül bir seviyeye ulaşıp seni yok eder. Bırak aksın zehrin.”
“İğne sen misin?” diye sordum gözlerimi yerden çekmeden.
“Belki.”
Sanki kalbi eski, yırtık pırtık bir çuvaldı da içi dikenlerle doluydu.
“Ön camdan içeri giren o kalın demir çubuk onun kalbinden girip sırtından çıktı biliyor musun?” Bedenim titredi. “Zihnimin içi fotoğraf albümleriyle dolu.” Burnumu çektim. “Hepsi kadraja düşen cesetlerden ibaret artık.”
Kartal ne diyeceğini bilemez şekilde beni izlerken ona bakamadım. Onun gözlerinde kendi acımla göz göze gelecektim. Bunu biliyordum. Bunu istemedim. Yavaşça doğrulup yataktan kalktım. Sarsak adımlarla onun penceresine doğru yürüdüm. Gözleri üzerimdeydi ama karşı koymadı. Dışarıda atıştırmaya başlayan yağmurun sesini duydum. Perdeyi açmadan hafifçe araladım ve gözlerimi yüksek binanın dibine serilen sokakta gezdirdim. Yağmurun lekeleri kaldırım taşlarına gölge gibi düşüyordu.
“Benim yüzümden,” diye fısıldadım. Bunu Kartal duymamıştı. Yumruğumu sıktım. Öyle sıkı sıktım ki, tırnaklarım avucumdaki kader çizgilerini kanattı. “Benim yüzümden,” dedim acımasızca. Pencerenin hemen dibindeki duvara yumruğumu vurduğumda Kartal’ın arkamda hareketlendiğini hissettim. “Benim yüzümden.” Bir kez daha yumruğumu duvara geçirdim. Parmak boğumlarımdaki kan çekildi, yumruk yaptığım eklemlerim hafifçe açılıp zedelendi. Tam bir yumruğu daha kaldırıp duvara indirmiştim ki, yumruğumun duvara değil de daha yumuşak bir yere çarptığını fark ettim. Ama bu beni durdurmadı. Yumruklarımı arka arkaya Kartal’ın duvar ile yumruğum arasına koyduğu elinin avucuna sertçe geçirirken sarsıla sarsıla ağlamaya başlamıştım.
“Benim yüzümden!”
Bir yumruğu daha onun avucunun içine sertçe geçirip duraksadım. Gözlerim yavaşça hemen yanımda duran adama kaydı. Gözlerimden sicimle inen yaşlar çenemde asılı kaldı. Burnumu çekerek ona baktığımda yumrukladığım büyük avucunu bileğime kaydırdı ve beni bileğimden tutarak kendine çekip sıkıca sarıldı; tenindeki gezegenlerin halkası kırılıp kalbime saplandı.
Yüzümü onun boynuna gömüp kollarımı onun ince beline doladım. Büyük avuçlarını omuzlarıma bastırdı ve beni kendine yapıştırıp avucunu sırtıma yasladı. Sertçe yutkunup, “Senin suçun değil,” dedi kısık bir sesle. “O yalnızca çaresiz bir babaydı.” Bacaklarımdaki derman çekildi. Kendimi tamamen ona teslim ederken bedenim aşağı doğru kaydı. Ben tam düşecekken Kartal beni yakaladı. Dudaklarını saç diplerime bastırarak, “Kendini suçlamaktan vazgeç,” dedi. “Bundan vazgeç.”
“Yapamıyorum.” Öyle dağılmış hissediyordum ki, beni neremden tutarsa tutsun toparlayamazdı. “Babam beni korurken öldü. Annem yaşasaydı, babam beni korurken öldü diye benden nefret eder miydi?” Tırnaklarımı onun ensesine bastırıp yutkundum, gözyaşlarım öyle hızlı akıyordu ki. “Kardelen’i gözümün önünden ayırmasaydım şu an yaşıyor olacaktı. Ölmesi gereken benim! Görüyor musun? Nefes alıyorum. Nefes alıyorum ve bu beni yaşamaya mahkûm edilmiş bir cesede çeviriyor!”
“O sert kabuğunu giyin!” diye bağırdı. “Yapma şunu.”
“Korkuyorum,” diye fısıldadım gözyaşlarımın arasından. “Çok korkuyorum.”
“Neden?”
“Böyle kalmaktan. Sabah kalktığımda böyle kalmaktan çok korkuyorum. Bir gün o kabuğun parçalanmasından, insanların beni tüm çıplaklığımla görmesinden, kendi varlığımın altında kalmaktan… Ben değişmekten çok korkuyorum.”
“Kalmayacaksın,” diye güvence verdi bana. “Sabah kalktığında bana pençelerini geçiren o küçük kız çocuğuyla karşılaşacağım. Yine bana günü zehredecek hareketler yapıp kafasının dikine gidecek.”
“Sözünü asla dinlemeyeceğim,” diye direttim başımı sallayarak.
“Evet,” diye kabullendi.
“Söylediklerinin hep tam tersini yapacağım.”
“Biliyorum.”
“Sana günü zehredeceğim.”
“Evet,” dedi tekrardan. “Edeceksin.”
“Beni değiştiremezsin,” diye fısıldadım.
“Biliyorum,” diye fısıldadı.
Sertçe yutkunup alnımı göğsüne yasladım. Her manzara uzaktan güzel görünüyordu göze. Dışarıdan bakan çok yakışıklı bir adam görüyordu ama ben o adamın dibindeydim. Yakından o kadar acı doluydu ki.
“Sen suçsuzsun,” diye mırıldandı parmaklarını bel oyuntuma bastırarak.
Cevap vermedim.
Ne kadar süre o şekilde kaldık hatırlamıyorum. Ben kurumuş bir nehirdim ve zamanın suyu yatağıma damlıyordu. Parmaklarımın arasında tuttuğum çürümüş, küflenmiş, paramparça edilmiş ne var ne yoksa hepsi birleşip bir mikrop yaratıp kalbimi hasta etmişti.
Kartal beni yavaşça kucaklayıp yatağa yatırdı ve ben bu kez ona mâni olmadan kıvrılıp yatağa uzandım. Üstündeki dar, lacivert gömleğin düğmelerini çözmeye başladığında odanın içine oturan karanlığa rağmen onu görebiliyordum. Kısık gözlerle yatakta sere serpe yatarken onu izlemeye devam ettim. Gömleği çıkarıp kenara attı. Dizini yatağa bastırdı, yavaşça yatağın üstüne çıkıp kollarını kafamın iki yanına koyarak avuçlarını yatağa gömdü.
Gözlerim boynunu, göğsünü ve omuzlarını saran, karanlıkta bile parıldayan benlerine kaydı. Teninin uzayındaki galaksiler, ışıklarını yakmıştı. Yavaşça yutkunup ıslak gözlerimi kırpıştırdım ve ona dikkatle baktım.
“Onunla yatacak mısın?” diye fısıldadım.
Gözlerini kıstı. Bana üstten üstten bakarken ilahi görünüyordu. Aslında Kartal’ın beni mahvedebilecek kadar güçlü olduğunu biliyordum. Biraz daha eğildiğinde artık gözlerine değil, omuzlarındaki benlere bakıyordum. Yüzünün yüzüme yaklaştığını hissedince göğsüm telaşla sıkıştı. Parmaklarımı yavaşça omuzlarına koyduğumda duraksadı. Gözlerimi gözlerine çevirdim.
“Saydım,” diye fısıldadım tekrardan. Parmaklarım benlerinin üstünde kayarak şekiller çizerken gözlerimin içine bakıyordu. “Gökyüzü tane.”
Kartal, kaşlarını çattı. Hafifçe eğildiğinde kalbim hızla çarpmaya başladı. Dişlerini sıktı. Yanaklarına açılan ölüm çukurları derinleşti, elmacık kemikleri yüzünün ince derisini parçalayacak gibi belirginleşti. Kısık gözleri kısaca gözlerimin toprağını deşti.
Dudaklarını sertçe alnıma bastırdı.
“Uyu, Bal.”
Yavaşça gözlerimi yumdum.