🎧: Ill Factor & Katie Garfield, Weight Of Everything
Dokunduğum ölümlerin mezarını kazan gözlerim, uykuya kördü.
Kirpiklerime bulanan ne kadar acı varsa hepsini, kan dolu bir küvetin içinde bileklerini kesmiş bir şekilde uyur hâlde bulmuştum. Ölüm, uykunun ikiz kardeşiydi. Ölürken bileklerinden akan kan, uyurken bileklerinden akan kâbuslara dönüşürdü. Sessizce gerçeğe susmuş ne kadar insan varsa uyurken çığlık çığlığa kusardı.
Çığlık çığlığa gerçeği kustuğum bir saat diliminde onun soğuk ayaklarının tabanını ayaklarımın tabanında hissediyordum. Ayaklarım onun ayaklarının yanında o kadar küçük kalmıştı ki, ayağımı ne zaman hareket ettirsem ayağının farklı bir noktasına temas ediyordum.
Uykunun çöktüğü zihnim yavaşça ayılmaya başladığında, dışarıda yağan yağmurun sesi zihnimde çınlıyordu. Gözlerimin odağına önce duvar, ardından da duvarda kayıp giden yağmurun gölgeleri girdi. Gün çoktan doğmuş olmasına rağmen gök o kadar esrarlı bir rengi giyinmişti ki, sanki şafak yeni söküyordu.
Uzun zamandır kırık olan kemiklerimin birbirine kaynadığını hissettim.
Yavaşça ayaklarımı ayaklarından uzaklaştırdım ve dirseğimi bükerek üstüne yüklendim. Farkında olmadan yüzümü buruştururken bir an ayağa kalkamayacağımı düşündüm. Onu uyandırmak istemiyordum. Uykusunu alması gerekti. Olabildiğince yavaş hareket ederek doğrulmaya çalıştım. Yatağın üstünde döndüğünü hissettiğimde gözlerimi sıkıca yumdum ve hareketlerimi yarıda kestim. Birkaç saniye bekledim, sakinlik tekrar sahneye çıktığında tam kalkacaktım ki elini belime yerleştirdi ve beni tekrar yatağın içine çekerken hiç zorlanmadı. Sırtüstü yatağa düşmemle birlikte onun ateş gibi yanan nefesini nefes boşluğumda hissettim.
Kalbim son sürat çarpmaya başladı.
“Kartal,” diye fısıldadım uyanmasını dileyerek.
Dudakları boynuma çok yakın bir yerdeydi. Aldığım nefesi içebilecek kadar dibimdeydi sanki. Kaskatı olmuş bir şekilde geri çekilmesini bekledim. Geri çekilmedi, yüzünü nefes boşluğuma biraz daha yaklaştırdı. Alnı boynuma değdiğinde duraksadım, alnı ter içindeydi. Burnundan sert bir nefes verdi ve tuhaf bir homurtu çıkardı. Şok içinde olanları algılamaya çalışırken ellerim buz kesmişti. Elimi belime doladığı kolunun üstüne koydum ve onu yavaşça itmeye çalıştım.
“Kartal?”
Cevap vermedi. O sıcak, ateşin buğusuna benzeyen nefesini bir kez daha boynumda hissedince irkildim.
“Geç kalacağız,” diye yalan söyledim ama sesim o kadar cılız çıkıyordu ki, beni duymasına imkân yoktu. “Uyanmalısın.”
Aslında uyumasını istiyordum. İstediği kadar uyumalıydı çünkü gözlerinin altını mesken tutan o mor halkaların kaybolmasını istiyordum. Ne zaman o kararmış göz altlarına baksam kendimle yüzleşmek beni yormuştu. Acımızla yüzleşmekten bıkmıştım. Kaynayan nefesi bir kez daha nefes boşluğumda aktı. Sanki onun nefesi benim boğazımdan geçiyordu.
“Uyanmalısın,” diyebildim tekrardan. Sonra bir şey söyleyemedim. Sesim yavaşça zayıfladı, harfler patır patır döküldü ve kuracağım tüm cümleler geçmişin bıçağından geçip yere serildi.
Bir süre onun sıcak nefesini hissederek yatağın üstünde öylece bekledim. Sanki akrep kalbime batıyor, yelkovan akrebin üstünden sürtünerek geçerken akrebi kalbime daha da sert bastırıyordu.
Bana biraz daha sokulduğunda artık nefes alamayacağımı ve öleceğimi düşünmeye başlamıştım. Çıplak tenini çıplak kolumda hissedebiliyordum. Alnını boynuma tamamen bastırdı ve tam damarımın attığı yerde terinin kabardığını hissettim. Dudaklarının çok hafif bir baskıyla nefes boşluğuma dokunduğunu hissettiğim an onu gerçekten iteceğimi düşündüm ama onu tam itecekken, “Kardelen,” diye fısıldadı ve o an içinde olduğumuz odanın tavanı başıma yıkılmış gibi öylece donakaldım.
Uykuyu etrafına tel gibi çekmiş sesinin katlarında duyduğum öyle bir şeydi ki, sanki yıllarca anlatsa bile tam olarak anlatmaya asla yetmeyecek olan bir acıyı bana tek bir isme kattığı ses tonuyla, yalnızca bir saniyede anlatmıştı.
“Kardelen,” diye fısıldadım tıpkı Kartal gibi.
Gök, sanki iki yakasını yırtıyormuş gibi çığlık attı ve yağmur camlara sertçe çarpmaya başladı. Bunun Kardelen’in bize verdiği bir cevap olduğunu düşünmeden edemedim.
Onu bir daha göremeyecek olmanın acısı omuzlarıma bindiğinde, nefesi tenime dökülen bu adamın varlığı tam düşecekken tuttuğum bir dal gibi hemen burada, yanı başımda duruyordu.
İkimizin de elinde olmayan sebeplerle birbirine uzanan elleri vardı.
Sonunda kirpiklerinin hareketini boynumda hissettiğimde ensemden akan terin kuruyacağına sevindim. Hareketsiz bir şekilde gözlerimi sıkıca yumdum ve sanki her şeyden bihabermişim süsü vererek onun tamamen uyanmasını beklemeye başladım. Uyanmıştı ama neden geri çekilmiyordu? Bir an önce çekilse iyi ederdi. Kirpiklerinin bir açılıp bir kapandığını boynuma sürtünüşünden anlayabiliyordum. Bir süre orada öylece oyalandı. Ne yapmaya çalıştığını anlayamasam da hareket edemiyordum. Gözlerimi daha sıkı yumdum ve çekilmesini diledim çünkü neredeyse nefessizlikten ölmek üzereydim.
Kafasını biraz oynattı ama geri çekilmeden yüzünü biraz daha yakınıma getirip burnunu nefes boşluğuma yasladı. Şok olmuş bir şekilde gözlerimi daha sıkı yumdum, bedenim terlemeye başlamıştı. Uzun kirpiklerinin hareketini tekrar hissetmeye başladım. Ağır ağır açıp kapattığı gözlerinin ucuna taktığı mezar taşları tenimin toprağına dikilip duruyordu.
Aniden cep telefonun melodisi odanın duvarlarında yankılanmaya başladığında tuttuğum nefesi verdim. Kartal hızla geri çekildi ve ben gözlerimi ağır ağır aralarken yatağın diğer ucuna gittiğini gördüm. Sırtı bana dönüktü, yanık iziyle burun buruna geldiğimde gözlerimi hızla kaçırdım. Telefonu açıp kulağına götürürken ben de yavaşça doğrulmuş, ayaklarımı zemine basmıştım bile.
“Ne var amına koyduğumun hıyarı?” diye hırladı telefonun diğer ucundaki kişiye. “Uyuyordum. Bu saatte insan aranır mı lan?”
Gözlerim saate kaydı. Saat sabahın on biriydi, dudaklarım küçük bir o harfi şeklini alırken, “Benim için henüz sabah,” dedi Kartal, muhtemelen telefonun ucundaki kişi ona neredeyse öğlen olduğunu söylemişti. “Evet.” Aniden durgunlaştı. “Uyuyordum.”
Sanki karşı taraftaki kişi onun uyuduğuna bir türlü inanmıyordu.
“Hayır amına koyayım, kimsenin üstünde değilim. Cidden uyuyordum.”
İrkildim çünkü az önce gayet de üzerimdeydi.
“Gelme buraya. Duş alıp akademiye geçeceğim ben.”
Kapıya doğru yöneldiğimde, “Lavin,” diyerek beni durdurdu. Omzumun üstünden ona baktım, bana bakıyordu. “Hayır sana demedim, adın Lavin mi senin? Ha. Evet, burada? Lan ne diyorsun sen? Hayır yani burada değildi şimdi girdi içeri.”
Ona düz düz baktım. O da bana düz düz baktı.
“Yunus, kapat şu telefonu sikerim götünü.”
Bir an gerçekten güleceğimi sandım ama o kadar gergin görünüyordu ki onu daha da sinir etmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Kartal telefonu kapatıp yatağın üstüne attıktan sonra saçlarını karıştırdı ve “Bugün şey yok muydu, o kızın annesinin sergisi?” diye sordu.
“Kimden bahsediyorsun?”
“Şu minik olan. Neydi adı?”
“Berra.”
“Heh, o.”
Odanın kapısını açtım tam çıkacakken, “Bana bak,” diye seslendi tekrardan. “Bu akşamdı değil mi?”
“Evet,” dedim. “Öyle olması gerekiyordu.”
“Arayıp sorsana bir kıza.”
“Kızın bende numarası yok.”
Kartal, kaşlarını çattı. “Emir’in var ama,” dedi düz bir sesle.
“Emir’i mi arayıp sorayım?”
“Hayır.”
“Öğrenmiş olurduk.”
“Öğrenme bir şey. En fazla gitmeyiveririz.”
Tek kaşımı kaldırıp, “Emir ile ne alıp veremediğin var senin?” diye sordum.
Bana boş boş baktı. “Sana ne?”
“Çocuğun her hareketi batıyor sana.”
“O bana batamaz ama ben ona batırırım,” dedi kabaca. Ona inanamayan gözlerle baktığımda omuz silkerek, “Hadi git hazırlan,” diye homurdandı.
Gözlerimi devirdim. Sanırım Yunus Emre’ye her ne kadar gideceğim demiş olsa da akademiye falan gitmeyecektik bugün. Odadan çıkıp üstüme birkaç parça kıyafet aldım ve duşa girdim. Duştayken Kartal’ın sesini duyabiliyordum. Yine biriyle telefonda konuşuyordu ama konuşmaları tam olarak duyamıyordum. Banyodaki saç kurutma makinesiyle saçlarımı kurutup giyindikten ve dişlerimi hızlıca fırçaladıktan sonra banyodan çıktım. Her ne kadar saçlarımı kurutmuş olsam da saçlarımın uçları hâlâ hafif nemliydi ve bu yüzden saçlarım düz olmasına rağmen uçları lüle lüle olmuştu.
Kartal aniden önüme çıktığında yüreğim ağzıma geldi, başparmağımı damağıma yaslarken, “Yavaş!” diye homurdandım. Önce uçları kıvrılmış saçlarıma ardından da yüzüme baktıktan sonra, “Korkak,” dedi. Sonrasında hiçbir şey söylememe izin vermeden banyoya girdi ve kapıyı sertçe çekip kapattı.
“Aynen ayı,” diye söylendim arkasından.
Onun duş alması biraz daha kısa sürmüştü. Oldukça pratik bir adamdı. Beline sarılı bir havluyla salona girdiğinde pencereyi açmış sigara içiyordum ve çiseleyen yağmuru izliyordum. Küçük bir el havlusuyla saçlarının suyunu alırken, “Hazırlanmaya başlamadın mı sen hâlâ?” diye sordu bana. “Üstüne bir şeyler giy, seni kuaföre bırakayım.”
“Ne kuaförü ya?”
“Gideceğimiz yer öyle mahalle arasındaki bir kafe falan değil,” derken oldukça ciddiydi. Elindeki el havlusunu koltuğun üstüne attıktan sonra sehpanın üzerinde duran sigara paketinden bir dal sigara çıkarıp dudaklarının arasına koydu ve çakmağı aramaya başladı. Havlu her an kalçasından kayacak ve yere düşecek gibi duruyordu.
“Kuaförleri sevmem,” diye geçiştirdim.
“Sevip sevmemen umurumda değil,” dedi sonunda çakmağı bulduğunda. “O kuaföre gidilecek.”
“Bana emir vermekten vazgeç.”
“O zaman sen de bana uymayı öğren artık,” dediğinde dudaklarımın arasına sigarayı yerleştirip onu duymazdan geldim. “Akşam Berra denen kızın annesinin sergisine İrem’in babası da mutlaka gelecektir. Muhabbeti arttırmamız gerek, anlıyor musun?”
“Sadık Parlak mı?” Aralanan dudaklarımdan sigaranın dumanı süzüldü. “Ya gelmezse?”
“Gelecektir. Bu tip insanlar birbirinin götünde dolaşır.”
“Ne yani sırf Sadık Parlak görsün diye mi kuaföre gideceğim ben?”
“Hayır, salak” dedi sertçe. Bana salak dediği için ona, onu öldürecekmiş gibi baktım. “Sadece düzgün bir imaj çizmeliyiz ki bizi ciddiye alıp konuşmaya çalışsın. Tanımak istesin.”
“Öncelikle iki lafından birinde bana gömmeyi kessen iyi edersin. Yok korkakmış, yok salakmış. Asker arkadaşın değilim ben senin,” diye uyardım. “Tamam, kuaför iyi bir fikir. Ve gerçekten rica ediyorum, hatta rica etmiyorum, uyarıyorum, şu evin içinde yarı çıplak dolaşmaktan vazgeç. Tek yaşamıyorsun.”
“Gözüne gönlüne bayram etkinlikleri düzenliyorum işte,” diye alay etti ama sesi soğuktu.
Onu dikkate almadan salondan çıkıp odaya geçtim ve üstüme bir şeyler giydim. Saçlarımı basit bir şekilde atkuyruğu yapmıştım, üzerimde bir kazak, altımda da kot pantolon vardı. Akşam sergide giyeceğim kıyafetleri küçük bir el çantasının içine koyup el çantasının fermuarını çekmeden hemen önce ayakkabıları da çantanın içine atmıştım. Tam odadan çıkacakken ön cebime sıkıştırdığım telefonum çalmaya başladı.
Arayanın Emir olduğunu gördüğümde telefonu açıp kulağım ile omzum arasına sıkıştırdım ve kapıyı araladım. “Efendim?”
“Güzelim benim, sen neredesin ya?” diye sordu endişeli bir sesle. “Sabah gelmediniz.”
“Uyuyakalmışız.” Duraksadım, sabah yaşananlar aklıma gelince ellerim buz kesti.
“Maşallah, ne uykusuna yattınız?” diye sordu gülerek.
“O ayı olduğu için kış uykusuna yattı.”
Emir, hattın diğer ucunda uzun uzun güldü.
“Akşam geliyorsunuz değil mi sergiye? Harika bir organizasyon olacak. Sergiden sonra partiliyoruz.”
“Evet. Hatta şu an kuaföre gitmek için evden çıkıyorum.”
“Hadi ya,” dedi bir anda durularak. “Ulan bunların hepsi kuaföre gitti, belki sen gitmezsin diye düşünüp seni aradım, bir şeyler yaparız falan demiştim.”
Kartal bana doğru yürürken, “Zaten kendi isteğimle gitmiyorum,” dedim iğneleyici bakışlarımı altın kahve gözlerine dikerek. “Götürülüyorum.”
Emir, “Kartal, değil mi?” diye sorarken tekrar gülmeye başlamıştı. Kartal bana öyle dikkatli bakıyordu ki, gözleri sanki beni delip geçecekti.
“Aynen.”
“Neyse, o zaman ben size konumu atarım, akşam görüşürüz.”
“Tamam, görüşürüz.”
Telefonu cebime koyarken, Kartal, “O piçle mi konuşuyordun sen?” diye sorunca yüzümdeki ifade ânında sinirle gerildi.
“Düzgün konuş,” diye tısladım umursamadan çıkışa yönelirken.
“Onunla aranda duygusal bir bağ olmaması gerektiğini sana kaç kez daha hatırlatmalıyım?” diye sorduğunda sırtım ona dönüktü. Adımlarım havada asılı kalırken yüzüm kaskatı kesildi. Bu herif harbiden geri zekâlı olmalıydı, başka bir açıklaması olamazdı bunun. Önceden de böyle biriydi de ben mi göremiyordum acaba? Hep böyle miydi?
“Onunla aramda duygusal bir bağ falan yok. En fazla arkadaşlık denir buna.”
“Arkadaşlık falan anlamam ben. O da bağ demek.”
“Her şeye burnunu sokmak yerine hareket et,” dedim kavga etmemek için onu başımdan savarak. Bir şeyler söyledi ama duymazdan geldim. Araca gidene kadar ona cevap vermedim. Ön koltuğa binip emniyet kemerini bağlarken, “Emir bize konum atacak,” dedim.
“Sokacağım şimdi Emir’e. Ben bulurum orayı, atmasın bir şey.”
Direksiyonu sertçe kırınca bir an direksiyon gerçekten elinde kalacak sandım. Park alanından büyük bir ustalıkla çıktı ama gerginliği arabayı sürüşüne yansıyordu. Araba yokuşu indi ve düz yolda su gibi akmaya başladı. Oldukça elit bir mimariye sahip olan binanın önünde durduğumuzda arabanın camına sokuldum ve binayı inceledim. Duvarlarının büyük bir kısmı camdandı, geri kalanıysa zarif tuğlalarla örülmüştü.
“Burası da amma pahalıdır ha,” dedim kendimi tutamayarak.
Arabanın camının hizasında duran aynaya baktığımda gözlerinin üstümde olduğunu görünce yanaklarım yanmaya başladı. Bakışlarında alay yoktu, çok daha farklı bir şey vardı. Sanki beni hem anlıyor hem de hiç anlamıyordu.
“Ne giyeceksin?” diye sorduğunda, arka koltuğa koyduğum küçük çantayı gösterdim. “Ne giyeceğini sordum, çantayı değil.”
“Çantanın içinde işte.”
“Kızım, ne giyeceksin diyorum?”
“Kızımlı falan konuşma bana. Kızın değilim ben senin,” diye çemkirdim. “Siyah, askılı bir tulum.”
“Söyle o zaman ona uygun bir saç yapsınlar.”
Gözlerimi tekrar arkaya doğru kaydırıp devirirken, “İşime karışma,” diye homurdandım. Arkamdan gelmeyi teklif etmişti ama ben onu hiç de kibar olmayan bir dille reddetmiştim. Binanın içine girdiğimde, indiğim arabayı gören kişiler benim gerçekten cebi para dolu bir insan olduğumu düşünerek çevremde dönmeye başladılar. İlk başta özel bir bakım uygulanmıştı. Ardından saçlarıma bir bakım uygulanmış, sonrasında da saçlarım yıkanmıştı ve yıkanmanın hemen ardından bir bakım daha uygulanmıştı. Ellerime manikür yapan genç kadın tırnaklarıma siyah ojeyi sürerken, diğer kadın da ona az önce bahsettiğim balerin topuzunu yapmak için önce saçlarımı düzleştiriyordu.
Hemen yan tarafımdaki müşterinin aşk hayatını dinlerken uykum gelmeye başlamıştı. Kadın evli bir adamla beraberlik yaşıyordu ve bunu göğsünü gere gere anlatabiliyordu. Enteresandı. Anladığım kadarıyla ilişki yaşadığı adam bir futbolcuydu, hem de bayağı kodaman biriydi. Tırnaklarımı boyayan kadınla her göz göze gelişimizde ikimiz de gözlerimizi deviriyorduk çünkü gerçekten mide bulandırıcı bir hikâyeleri vardı. Kadın, ayak tırnaklarımı da ellerimle aynı renge boyadı.
Topuzum yapılmaya başlandığında makyaj artisti olduğunu düşündüğüm genç kadın dibimde bitti. “Nasıl bir makyaj yapalım?” diye sordu.
“Doğal.”
“Mükemmel bir göz renginiz var,” diye iltifat etti gülümserken. “Siyahın belirgin olduğu bir göz makyajı inanılmaz yakışır size.”
“Abartılı olmaz mı?”
“Hayır,” dedi genç kadın ısrarla. “Güvenin bana, mükemmel olacaktır.”
Her ne kadar tereddütte kalmış olsam da kadın bir şekilde içimi rahatlattı ve beni koyu göz makyajına ikna etti. Başta baz sürdüğü gözlerime önce siyah bir far uygulaması yaptı ve tıpkı bir kediye benzettiği gözlerimin kenarlarındaki siyahlığı buğulandırarak fırça hareketleriyle dağıttı. Eyelinerı ince bir şerit şeklinde gözümün üstüne sürüp, kirpiklerimi rimelle kaldırıp kavislendirdi ve hacmini arttırdı. Takma kirpik takmaya ikna etmeye çalışmıştı ama inatla reddetmiş, istemediğimi kadına defalarca söylemiştim. Yüzümde çok ağır olmayan ince tabakalı bir fondöten dışında hiçbir şey yoktu. Elmacık kemiklerimi belirginleştirmek için toprak tonlarında bir allık uygulandı. Dudaklarıma dokundurduğu mat rujun rengi o kadar doğal görünüyordu ki, dikkatle bakmayan biri dudaklarımda ruj olduğunu anlayamazdı. Topuzum da tamamlandığında kıyafetlerimi giymek için boş bir odaya gittim. Siyah tulumu üstüme geçirdikten sonra siyah, önü açık, bantlı ve gayet zarif duran topuklu ayakkabıları da giydim. Karşımda duran boydan aynaya dikkatli gözlerle baktım. Bembeyaz tenimin tam zıttı olan simsiyah tulumun içinde çok farklı görünüyordum. Bu göz makyajı bakışlarımın daha da donuklaşmasına neden olmuş gibiydi.
Kapı hafifçe tıklatıldığında, “Girin,” diye fısıldadım ve az önce makyajımı yapan genç kadın içeri girdi. Bakışları üzerimde dolaştıktan sonra, “İnanılmaz güzel olmuşsunuz,” dedi sıcak bir sesle.
“Teşekkür ederim.”
Kadın avucunda tuttuğu şeyleri bana uzatınca tek kaşımı kaldırdım. “Bunlar nedir?”
“Sizin için. Bir armağan.” Bana uzattığı şeyler uzun, zarif, siyah küpeler ve küpeye uygun zarif, siyah bir bileklikti. “Bu arada erkek arkadaşınız ödemeyi yaptı. Dışarıda sizi bekliyor.”
Kadının bana uzattığı şeyleri alırken dudaklarımı araladım ama hiçbir şey söyleyemeden geri kapattım. O adamın erkek arkadaşım olmadığını söylesem bile ne anlamı vardı ki? Sessizce başımı sallayarak, “Gerçekten teşekkür ederim. Bunlar çok güzel,” diye fısıldadım. Kadın gülümseyerek odadan çıktığında küpeleri ve bilekliği de takıp, son kez aynadaki görüntümle bakıştıktan sonra çantayı alıp odadan çıktım. Kartal’ın beni hemen binanın önünde beklediğini bildiğimden bugün bana yardımcı olan insanlara teşekkür edip merdivenleri inmeye başladım.
Merdivenlerin sonunda, binanın hemen çıkış kapısının önünde sırtı bana dönük duran adamı gördüğümde, topuklarımın her bir basamakta çıkardığı tıkırtının sesini dinliyordum. Yavaşça bana doğru döndü, altın kahve gözler bedenimi bir halat gibi sardı. Simsiyah takımının içinde beyaz bir gömlek vardı ama gömleğin üstüne kravat takmamıştı. Dövmelerinin hiçbiri görünmüyordu ve piercinglerini de çıkarmıştı. Bakışları gözlerimde birkaç saniye dolaştıktan sonra yavaşça bedenimde turladı, ardından tekrar gözlerime tırmandı.
“İyi iş,” dedi yalnızca ama gözlerini gözlerimden bir an olsun ayırmadı.
Son basamağı da indikten sonra, “Bayağı iyi görünüyorsun,” dedim onu süzerek.
“Her zamanki hâlim.”
Bakışlarım yakasının kenarından sarkan etikete takılınca dudaklarım ben farkında olmadan yukarı kavislendi. Elimde tuttuğum çantanın içine tıkıştırdığım kotun cebinden çakmağı çıkardım. Ben bunu yaparken o anlam veremeyen gözlerle bana bakıyordu. Yavaşça ona sokuldum ve çakmak hemen ikimizin yüzünün arasında alev aldı. Bakışlarımız aynı anda çakmaktan yükselen ateşe kaydı. Yavaşça yakasına yaklaştırdığım ateşin ucunu etiketin ipine değdirmemle birlikte etiket kopup yere düştü. Kartal şaşkına dönmüş gözlerle bir bana, bir elimdeki ateşe, bir de yere düşen etikete bakıyordu.
“Her zamanki hâlin demek…”
“Bunu az önce karşıdaki mağazadan aldım,” dedi. “Etiketini sökmeyi unutmuşum.”
Gülmemek için kendimi zor tutarken, “Daha dikkatli olmalısın, Alaşan,” diye alay ettim.
“Her zaman dikkatliyimdir, Sönmez.”
“Görüyoruz.”
“Ne kadar dikkatli olduğumu göreceğin zamanlar da gelir…”
Gözlerimi devirip, yanından geçip gittim. Pis pis sırıttığını hisseder gibi oldum ama dönüp ona bakmadım bile. Araca bindiğimizde Emir sanki hissetmiş gibi konumu göndermişti.
Kartal’a konumu gösterirken, “Geç kalsa şaşardım, şişko tavşan,” diye homurdandı.
Karanlık çökmeye başlamıştı ama arabanın tavan lambası yanmıyordu. Trafiğin içinde sim gibi parlayan ışıklar, arabanın içindeki karanlığı yırtmak ister gibi gözlerimin eteklerine dökülmüştü. Sırtımı tamamen koltuğa yasladım ve telefonda açık duran haritaya baktım. “On beş dakika içinde orada olurmuşuz. Öyle yazıyor bu haritada.”
“İnanma o haritaya,” dedi. “Burası İstanbul.”
“Ne?”
“Diyorum ki, o on beş dakika olur sana kırk beş dakika.”
Haklı da çıkmıştı. Trafik öyle bir sıkışmıştı ki, yaklaşık on dakika kadar olduğumuz yerde bir kaplumbağadan daha yavaş hareketlerle ilerlemiştik. Bir ara cidden araçtan çıkıp koşmayı düşünmüştüm. Koşarak daha hızlı varırdım, orası kesindi. Kartal’ın karanlıkla örtünen yüzünün duvarlarını kaplayan gerginliği görebiliyordum. Arabanın camını açtı, içeri doluşan soğuk kollarımın ürpermesine neden olurken, bakışlarımı onun profiline sabitlemiştim.
“Ben senin gibi trafiği kaldırıma yatırıp sikeyim,” diye söylendi bir sigara yakıp, yaktığı sigarayı tutan elini camdan dışarı salarken. “Ulan İstanbul’un nüfusundan fazla araba var bu avradını siktiğimin şehrinde, yemiyorsunuz içmiyorsunuz araba mı alıyorsunuz?”
“Birader,” diye seslendi biri diğer arabadan. “Ayıp olmuyor mu?”
“Sana ne lan amcık?” diye bağırdı Kartal adama. “Sok lan kafanı camdan içeri. Kapat lan camı! Sikerim belanı!”
“Ne diyorsun kardeşim sen?” dedi adam şok içinde. “İndirme beni aşağı!”
“İn lan hadi!” Kartal direksiyonu adama doğru kırdı ve arabayı adamın arabasının neredeyse dibine kadar soktu. Allah’tan adam direksiyondaydı, eğer diğer tarafta olsaydı Kartal uzanırdı ve adamın boğazına yapışırdı. Trafik biraz açılınca araba ilerledi, adam korkuyla arabasını ileri doğru sürünce Kartal’ın kolunu tuttum. “Çek lan kenara!” diye bağırdı Kartal camdan dışarı kafasını uzatarak. “Çeksene lan, boynuzlu pezevenk!”
“Kartal!” Onu çekiştirdim. “Dur yerinde bir ya!”
“Ne?” diye bağırdı bana dönerek. “Kaçıyor bir de. Aldım lan plakanı! Kork oğlum benden!” Sinirle soludu. “O egzozunu götünde patlatıyor muyum patlatmıyor muyum senin ben? Hadi bakalım.”
“Biraz sakin olur musun?” diye sordum ona düz düz bakarken. “Adam gitti. Duymuyor şu an seni.”
“Karışma bana,” dedi sakinleşirken. “Ben öyle elin herifine söverken de tutma benim oramı buramı.”
“Az daha camdan çıkacaktın adama, Kartal?”
“Kızım sinirli adamın eli kolu tutulmaz,” dedi bana ters ters bakarak. “Aynı Kardelen gibisin anasını satayım ya. Kavga ederken bırakın kızım beni.”
Durdum. Durdu. Karanlıkta çığlık atan gözlerimizin aynasında, birbirimize olan bakışlarımızın gölgesi yere serildi. Âdem elmasının çizdiği o belirgin kavisi fark etsem de gözlerimi gözlerinden ayırmamıştım. Gözlerini ilk kaçıran ben oldum. Elimde duran telefonun ekranına gözlerimi indirdiğim esnada dişlerimi sıkıyordum. Kartal birkaç saniye daha bana baktı ve sonunda gözlerini ön cama çevirip gaza bastı. Boşalan yolda hızla kayıp gitmeye başlayan aracın tekerleklerinde parçalanan sanki ruhumdu.
Birçok kez yere düşen parçalarımı ellerimle toplamıştım. Avuçladığım ne kadar geçmiş varsa hepsi avucumun içindeki çizgilere kan deresi çizerdi. Avuç içlerimde onunla olan anılarımız vardı.
Gözlerim peşi sıra dizilmiş sokak lambalarının ışıklarının aydınlattığı her bir köşeyi içine döşedi; yeni anılara kapalı olan kapım, yaşanacaklar tarafından yumruklanıyordu.
Kayalıkların kalbine hapsedilmiş bir deniz, deniz kızının mezarlığı da olabilirdi, yuvası da.
Koyu renk kalın dalgalara sahip gür, hacimli saçları neredeyse beline kadar geliyordu. İri kahverengi gözlerini kaldırıp hemen tepesinde asılı duran dikiz aynasına baktı. Dikiz aynasının dikdörtgen şeklindeki kutusunda yalnızca gözleri, ok gibi duran kirpikleri ve keskin kaşları görünüyordu. Gecenin karanlığı, dilek fenerleri gibi parıldayan sokak lambaları tarafından deşiliyordu. Genç kızın iri bakışları yavaşça kısıldı ve muzip bir ifade gözlerinin tenhasında şenlendi. Gözleri yavaşça hemen yan tarafında duran adama, abisine doğru kaydı ve dudaklarınca ciğerci kedisi sırıtışı belirdi.
Genç adamın altın tozu serpiştirilmiş gibi parıldayan kahverengi gözleri dikiz aynasından kız kardeşine doğru kaydı. Onun ona baktığını görünce omzunun üstünden kardeşine baktı.
“Ne bakıyorsun sen öyle bana?” diye sordu adam, gülmemek için kendini zor tutuyordu ama bozuntuya vermedi.
Genç kızın yüzündeki o sırıtış daha da büyüdü ve başını tamamen aşağı indirerek çok da belirgin olmayan gıdığını sıkıştırmaya çalıştı.
“Hihihi,” diye bir ses çıkararak güldü.
“Kardelen, söyle abim.”
Kardelen duruşunu bozmadan bir kez daha aynı sesi çıkararak güldü.
“Abim, kızıyorum.”
“Ya hemen her şeye kızıyorsunuz ha,” diye homurdandı Kardelen dudaklarını büküp. “O da böyle.”
“O?”
“Canım Bal işte.”
Kartal’ın bakışları keskinleşti, gözlerini ön cama, akıp giden trafiğe çevirdi. Canım Bal dediği kızın yüzü ânında gözlerinin önünde belirmişti, gecenin içinde açık kumral saçlar savruluyormuş gibi hissetmesine neden olmuştu.
“Abim Adam,” dedi Kardelen tekrar gıdığını sıkıştırıp pis pis gülerken.
“Kardelen.”
“Of ya!” Dudak büktü. “Valla of ya! Hemen de geriliyorsun!”
“Kızım çevirme lafı da ne diyeceksen de.”
“Abim Adam, eve gitmesek ya? Hı? Hı? Lütfen!”
“Eve gidilecek, yine büte kalmak istemiyorsan çalışmak zorundasın,” dedi abisi hiç düşünmeden.
“Ya dün gece çalıştım!”
Kartal, kız kardeşine inanamıyormuş gibi bakınca, Kardelen sırıttı.
“Sadece bir saat,” diye uyardı Kartal. “Sonra eve gidilecek, yatmadan önce biraz çalışılacak.”
“Tım.”
“Ne?”
“Tımım.”
“Ne diyorsun, Kardelen?”
“Çarpılır mıyım şimdi acaba tamam desem ve sonra çalışmasam, onu bir şey edeyim kafamda, öyle tamam diyeceğim ben, Abim Adam…”
“Çok gamsızsın sen. Okulda uzatmalara oynamak mı istiyorsun?”
“Ya uzatmalara oynamayacağım, söz. Şimdi Barlar Sokağı’na sürer misiniz acaba?”
Kartal inanamayan gözlerle kardeşine bakarken, “Ne?” diye sordu. “Barlar Sokağı? Pardon?”
“Go to the Barlar Sokağı?”
“Barlar Sokağı falan yok. Unut onu. Hem daha birkaç gün önce çıkmadın mı sen eğlenmeye? O arkadaşınla.”
“O arkadaşın dediğin kişi Lavin,” diye söylendi. “Lavin öyle yerleri çok sevmiyor. O yüzden sadece sinemaya gitmiştik…”
“O avukat kız neden sevmiyor öyle yerleri?” diye sordu Kartal gözlerini yoldan ayırmadan.
“Sana bin kez avukat değilim diye çemkirdi, hâlâ inatla avukat kız diyorsun,” dedi Kardelen sırıtarak. “Bilmem, gürültüden pek hoşlanmıyor, kalabalığı da sevmiyor. Çok uzun süre öyle mekânlarda çalışmak zorunda kaldığından sanırım, öyle yerlerle arası pek iyi değil.”
“Hala o mekânda mı çalışıyor?” diye sordu bu kez Kartal.
“Evet,” dedi Kardelen rahatsız bir sesle. “Mezuniyetten sonra adli yargı sınavına girecek, o zamana kadar çalışmak zorunda.”
Kartal bir süre sustu, arabayı sessizlik içinde kullandığı sırada Kardelen onun zihninden taşan düşünceleri görebiliyormuş gibi omzunun üstünden abisine bakıp, onu izlemeye başladı. Trafik sıkıştığında, aracın hareketleri kesintiye uğradı.
Kardelen ayağını ön konsola uzatıp, “Ee gitmiyor muyuz şimdi eğlenmeye?” diye çemkirdi. “Abim Adam, bak açarım arabanın kapısı atarım kendimi.”
“Aç at,” dedi Kartal. “Araba ilerlemiyor şu an.”
Kardelen kafasını kaldırıp önde tıkanan trafiğe boş boş baktı. “Bir intihar girişimim daha hedefe ulaşamadan iptal edildi,” diye söylendi.
Kartal bu kez güldü, Kardelen abisinin gülüşünü izlerken dudakları farkında olmadan yukarı kıvrıldı ve belki de bir insanın edemeyeceği kadar büyülü, peri güzelliğinde bir tebessüm yüzünün çukurlarını doldurdu. Bu adama karşı hissettikleri o kadar derindi ki, abisine hayrandı. Abisi ne derse o olurdu, yapardı, abisinin gittiği yol onun için en doğru yoldu. Abisi, hiçbir abinin olamayacağı kadar mükemmel ve tapılası bir abiydi.
“Çok seviyo’m seni,” dedi abisini izlerken.
Kartal, göz ucuyla kız kardeşine baktıktan sonra yavaşça eğildi ve kız kardeşinin alnının üstünü öpüp direksiyonu Barlar Sokağı’na kırdı.
“Bir gün benden başkasını alnından öpersen, ondan bir kızın olacak,” dedi Kardelen kocaman gülümserken. “Junior Kardelen is back!”
Kartal, yüzünü buruşturdu. Kız kardeşinin oturduğu yerden kehanetler savurmasına alışıktı aslında. Araç kız kardeşinin istediği yönde ilerlerken trafik artık daha açıktı ama arkada durmadan sinyal veren adam Kartal’ın sinirlerini zıplatmaya başlamıştı. Kardelen de abisinin gerildiğini fark edince oturduğu yerde küçücük oldu. Her zaman kalbinde küçük bir kız çocuğunun nahifliğini taşırdı ama insanlardan korkmazdı. Onu korkutan tek şey abisinin tersiydi. Çünkü abisi ne kadar mükemmel olursa olsun, tersi gerçekten pisti.
Adam aracını Kartal’ın aracının hizasına soktuğunda, Kartal arabasının camını indirdi ve ters bakışlarını adamın yüzüne çevirdi. Adam direksiyon başında olduğu için aralarındaki mesafe biraz daha açıktı. “Ne sinyal verip duruyorsun lan?” diye bağırdı Kartal gergin bir sesle.
“Lanlı lunlu konuşma benimle!” diye bağırdı adam.
Kartal’ın direkt ensesinden saplanan o öfke öyle büyük bir kuyu kazdı ki, gözlerinin dehlizlerinde alevler büyüdü. “Ağzını götüne dikerim senin, orospu çocuğu! Nasıl? Beğendin mi bunu lan?” diye bağırdı bu kez Kartal. Direksiyonun başındaki adam şoka uğramış şekilde Kartal’a bakarken, Kardelen korkuyla abisinin koluna yapıştı.
“Abim Adam!”
“Bırak!” diye bağırdı Kartal. “İn lan aşağı, göt!” diye bağırdı Kartal aracı biraz daha yavaşlatıp adamla aynı hizada gitmeye başladığında. Kardelen’in göğsündeki o küçücük kalp, korkuyla teklemeye başladı. Abisinin kılına zarar gelmesine katlanamazdı ama bildiği bir şey vardı ki, dünyanın en güçlü adamı bile abisinin karşısında sıfırdı. Hayır, aslında dünyanın en güçlü adamı abisiydi. Ve en güçlü kadını da Lavin’di. Onun için.
“Bak düzgün konuş, kardeşim!”
“Nereden kardeşin oluyorum lan senin ben?” diye bağırdı Kartal. Aslında çok daha okkalı bir laf sokabilirdi ama bir anneye olur olmaz yere küfretmeyi çok da sevmiyordu. Orospu çocuğu dedikten sonra bile dilini ısırma huyu vardı, bir kadını aşağılamak isteyeceği son şeydi çünkü. “Çeksene sen bir kenara. Sikiyor muyum sikmiyor muyum senin sinyal veren yerlerini.”
“Ya dursana!” diye bağırdı Kardelen abisinin kolunu asılırken. “Sen de bas git valla tükürürüm bak arabana! Görmüyor musun sinirli işte.”
“Sen konuşma onunla!” diye hırladı Kartal. “İn lan, çek şuraya!”
Adam o ikisine sanki deliye bakıyormuş gibi baktıktan sonra arabanın gazına kökledi ve hızla caddedeki diğer arabaların arasına karışarak gözden kayboldu.
“Bak abim,” dedi Kartal sinirle Kardelen’e dönerken. “Sinirli adamın eli kolu tutulmaz. Sinirliyken bırak beni, dokunma.”
“Oy!” dedi Kardelen dudaklarını öne doğru uzatarak. “Sinirli adamım benim!”
Kartal gözlerini devirip bakışlarını yola çevirirken Kardelen gözlerinde beliren bir şefkatle abisine bakmaya devam etti.
Kayalıkların kalbine hapsedilmiş bir denizdi abisi, kendisi o denizi mesken, yuva bellemişti.
💫
İçerisi tıpkı bir balo salonu gibiydi. Kafamı kaldırıp çevremi incelerken Kartal hemen yanımda dikiliyordu. Bakışlarım bir süre kalabalığın sırtını verdiği duvarlara yerleştirilmiş tablolarda asılı kaldı. Burası hem kendimi delice ait hissettiğim bir yer gibiydi hem de ölesiye yabancılık duyuyordum. Viyolonselin huzur veren sesi bana küçüklüğümden bir kareyi hatırlatmıştı. Babam sanatı seven bir adamdı. Katıldığımız her davette, sergide, yemekte bu tarz müzikler duymaya alışmıştım ama uzun zamandır bu şeylerin içinde olmadığım için şimdi tuhaf hissediyordum.
Kartal, kolunu dirseğinden yavaşça kırdı ve bakışlarını profilime çevirdi. Bir an anlam veremesem de koluna girmem gerektiğini çok geçmeden fark edip tedirgin bir tavırla onun koluna girdim. Odağımıza ilk giren tanıdık sima Berra’nın simasıydı. Berra el sallayarak bize doğru yaklaştı. Pudra pembesi rengindeki mini elbisesinin içinde olduğundan daha küçük duruyordu. Dümdüz fön çekilmiş saçlarını kulağının arkasına itip, “Gelmeyeceksiniz sandım!” dedi genişçe gülümseyerek. “Hoş geldiniz!”
“Hoş bulduk,” dedim, Kartal pek aldırış etmeden etrafı incelemeye devam ediyordu.
“Emirler falan bu tarafta,” dedi Berra sol tarafı işaret ederek. “Ceyda’nın elbisesinin üzerine kokteyl döküldü. Onu temizlemeye çalıştılar bir saat.” Güldü. “İrem tüm o rezilliğin fotoğraflarını çekmiş. Aşırı eğlendik. Ceyda elbisemin pembe oluşuyla çok alay etmişti, üstüne dökülen kokteyl de pembeydi…”
“Bayağı komikmiş,” dedi Kartal farklı yerlere bakmaya devam ederken. “Yerlere yatacağım şimdi.”
Berra’nın yanakları kızarırken, “Siz onların yanına geçin, ben geleceğim birazdan,” dedi mahcup bir tavırla. Kartal’a kötü kötü baktıktan sonra başımı olumlu anlamda salladım ve Kartal’ı resmen çekiştirerek kızdan uzaklaştırdım.
“Kıza neden öyle davranıyorsun?” diye tısladım onu Berra’nın bize işaret ettiği masaya doğru sürüklerken.
“Komiğime gidiyor,” dedi. “Minicik falan…”
“Ya sen insanları görüntüsüyle yargılayan o pisliklerden misin?”
Durup yüzüme baktı. “Ben onu görüntüsüyle yargılamıyorum. Onun kötü göründüğünü falan söylemedim. Aksine minikliği şirin gösteriyor onu, o yüzden takılıyorum. Küçük bir kız çocuğuna benziyor.”
“O kız benimle aynı yaşta,” dedim gözlerimi devirirken.
“Tamam, çocuk işte.”
Cidden ağzına patlatmak istiyordum. İrem bizi fark ettiği an elini havaya kaldırdı. Emir, hemen önlerinde duran yüksek masanın üstündeki kokteylinin gösterişli çubuğuyla oynuyordu. İrem’in bize doğru elini kaldırdığını fark edince kafasını bize doğru çevirdi ve yüzündeki durgun ifade kırıldı, hafifçe tebessüm ederek el kaldırdı.
“Hormonlu tavşan,” diye homurdandı Kartal masaya yaklaşırken.
Yanlarına gittiğimizde ilgimi çeken yine İrem’in âdeta ben buradayım diye çığlık atan göğüs dekoltesiydi. Benimkinin neredeyse iki katı olan müthiş göğüslerine hayretle baktıktan sonra bakışlarımı ondan uzaklaştırıp Emir’e çevirdim. Emir bana eliyle onay işareti yapıp, “Gözlerin var ya şu an her yere ateş ediyor!” dedi.
“Biraz daha devam edersen onun gözüne gerek kalmayacak, ben ateş edeceğim sana,” dedi Kartal buz gibi bir sesle. İrem’in bakışları Kartal’ın üzerindeydi. Adama öyle dikkatli bakıyordu ki, yüzündeki her ayrıntıyı net bir şekilde analiz ettiğini görebiliyordum. Sıkıntı içinde derin bir nefes aldım.
“Çok güzel görünüyorsun gerçekten,” dedi İrem bakışlarını sonunda Kartal’dan ayırıp bana çevirdiğinde. “Gözlerinin rengini zaten beğenmiştim ama bu kadar güzel olduğunu bilmiyordum. Bu makyajı çok daha sık kullanmalısın.”
“Sık kullanılabilecek bir makyaj olduğunu düşünmüyorum. Temizlemeye çalışırken pandaya dönüşürüm.”
İrem kahkaha attı.
Ceyda, “Sergiyi gezecek misiniz?” diye sordu. Elbisesinin önü biraz ıslak gibi duruyordu, sanırım pembe kokteylin lekesinden kurtulmayı başarmıştı ama henüz elbisesi kurumamıştı.
“Şimdilik düşünmüyoruz,” dedi Kartal.
“Emir, Beril teyzenin bir tablosu varmış ya hani, Berra bahsetmişti. Bir hikâyesi mi ne varmış… Onu bulamadım ben. Bir baksak ya ona?” dedi Ceyda, Emir’e dönerek.
Emir ve Ceyda masadan uzaklaşırken, İrem ve Kartal ile baş başa kaldığımız için gerçekten gergin hissediyordum kendimi. Acaba İrem’in babası şu an buralarda bir yerde miydi? Parmaklarımı masanın üzerine vurmaya başladığımda, tırnaklarımın zeminde yarattığı tıkırtılar Kartal’ın da İrem’in de ilgisini çekmeyi başarmıştı. İrem gözlerini ellerime dikip, “Ne kadar beyaz ellerin,” dedi. “Hiç solaryuma falan girmedin mi?”
Kaşlarım ânında çatılırken kafamı kaldırıp ona baktım. “Neden solaryuma gireyim ki?”
“Bronzlaşmak için,” dedi tek kaşını kaldırarak. “Hiç güneşlenmiyor musun yoksa?”
Tam ağzımı açacaktım ki, “Beyaz ten bir ayrıcalıktır,” dedi Kartal ikimize de bakmadan, gözlerini ellerimden ayırmadan. “Teni ay gibi parlıyorken neden güneş ışığıyla tenindeki ay ışığını söndürsün ki?”
“Beyaz tenli kadınlardan mı hoşlanıyorsun?” diye sordu İrem bir anda.
“Seksi buluyorum diyelim.”
“Anladım.” Güldü. “Bronz tenli kadınlar seksi değil mi yani?”
“Benim standartlarımda beyaz tenliler bir adım önde diyelim.”
İrem, kokteylinden bir yudum alırken gülmeye çalışıyordu ama o kadar bozulmuştu ki bir türlü gülümseyemiyordu. Bir süre ne İrem ne de ben birbirimizin yüzüne bakamadık. Masada oluşan sessizliğin mimarı Kartal’dı. İrem kafasını kaldırdı ve kalabalığı inceledi. Bakışları bir an aydınlandı.
“Baba!” dediği anda ortaya yıldırım düşmüş gibi hissettim. Kartal da ben de aynı anda birbirimize bakarken, gözlerimizde yürüyen gölgeler, aynı kaldırım taşının üstünde birleşti ve tek bir şeyi oluşturdu. Amaç.
İkimiz de kaskatı olmuş bir şekilde Sadık Parlak’ın masamıza gelmesini beklerken, İrem babasına el sallamaya devam ediyordu. Şimdi ne olacaktı hiçbir fikrim yoktu ama Kartal’ın planladığı şeylerin yavaş yavaş gerçekleşmeye başladığını hissedebiliyordum.
Sadık Parlak, “İyi akşamlar,” dedi bize ithafen. Kafamı çevirip ona baktığımda çok daha yaşlı birini görmeyi bekliyordum ama adam oldukça dinç görünüyordu. Saçlarının boya olduğu belliydi ama bunun dışında oldukça sağlıklı bir fiziği vardı. Spor yaptığına emindim. İrem’in beline kolunu doladı ve kızını yanağından öperken bakışlarını bana çevirdi. “İrem, beni arkadaşlarınla tanıştırmayacak mısın?”
“Tabii ki tanıştıracağım,” dedi hevesli bir şekilde. Sanki babasından gelen ilgiye muhtaçmış gibi bir hâli vardı. Heyecanlı görünüyordu. “Lavin ve Kartal akademiye yeni başladı, baba. Kuzenler.”
Sadık Parlak bakışlarını yüzüme sabitleyip birkaç saniye beni izledikten sonra elini bana doğru uzattı. Tıpkı İrem’in gözlerinin bir kopyası olan açık mavi gözlerine bakarken hissettiğim tek şey tehlikeydi. “Demek Lavin?” dedi sorar gibi, gülümsüyordu ama gülümseyişi bile rahatsızlık vericiydi.
“Evet,” dedim elimi ona doğru uzatıp, yapmacık bir biçimde tebessüm ederken.
“Sadık ben,” dedi gözlerini gözlerimden ayırmadan. “Bu güzeller güzeli kızın babasıyım.”
İrem yanağını babasının koluna yaslarken ağlayacak gibi bir hâli vardı. Pek anlayamadım, babasının ilgisini çok sık görmediği için mi bu kadar duygulanmıştı yoksa babasına hayran olduğu için mi? Çok bilinmeyenli bir denkleme bakıyormuş gibi hissettim.
Sadık Parlak, elini elimden çekmeyince gerginliğimin getirisi olan rahatsızlık hissini köşeye itemedim ve elini çeken ilk taraf ben oldum. Adamın gözleri bu kez Kartal’a döndüğünde artık daha normal bakıyordu. “Merhaba,” diyerek elini bu defa Kartal’a uzattı.
“Merhaba, Sadık Bey,” dedi Kartal adamın elini sertçe sıkarken.
Kartal her ne kadar bu tanışmadan memnunmuş gibi görünse de zihninde ne tilkilikler döndüğünü az çok tahmin edebiliyordum. Sadık Bey bir süre bizi tanımaya çalıştı ama Kartal o kadar usta cevaplar veriyordu ki, adamın bizden şüphe duymasının neredeyse hiç imkânı yoktu.
“Ee Lavin?” dedi Sadık Bey bir anda bana dönerek. “Baleyle ilgileniyor olmalısın. Fiziğin bir balerininkiyle aynı ve…” Güldü. “Sanırım tarzın da öyle. Balerin topuzu falan.”
Bir an kendimi toparladım ve bakışlarımı adamın yüzüne sabitledim. Ne vardı bir kez olsun oyunun içinde bile olsa gerçeği söyleseydim? Emir ve Ceyda’nın masaya döndüğünü, Emir’in omzuma dokunup gülümseyerek karşıma geçtiğini gördüğümde fark ettim. “Çok küçük yaşlarda bale eğitimi almıştım,” dedim bir anda. Kartal da dâhil olmak üzere masadaki herkesin bakışları bana dönerken, ben gözlerimi Sadık Bey’den ayırmadım.
“Biliyor musun ben gerçekten tahmin etmiştim,” dedi Emir işaret parmağını sallarken. “Ee o zaman neden bölüm seçeceğim diye uğraşıyorsun yavrum? Varmış işte bir geçmişin. Baleyle ilgilensene?”
İrem huzursuz bir sesle, “İsteseydi seçerdi değil mi ama?” diye sordu Emir’e dönerek. “Bunca zaman aklının ucundan bile geçmedi demek ki.”
Gözlerimi İrem’e çevirip, ruhsuz bir sesle, “Hiçbir fikrinin olmadığı şeyler hakkında çok fazla yorum yapıyorsun,” dedim. İrem’in mavi gözleri irileşti, Ceyda kaşlarını kaldırarak Emir’e ve ardından da bana baktı.
“İrem, boşboğazlık etme,” dedi Sadık Bey uyarı dolu bir sesle. Bir an, bakışları öyle keskinleşti ki, İrem’in o bakışlardan çekindiğini hissettim ve bu beni rahatsız etti. Sadık Parlak’ın gözleri yeniden bana çevrildiğinde içimde İrem’e karşı durduramadığım bir şefkat hissi belirmişti. “Neden baleye devam etmiyorsun, Lavin?”
“Aslında bir süredir düşünüyorum,” dediğimde Kartal’ın bakışlarının profilimi ateşe verdiğini hissettim. Ona bakmasam da bana olan bakışlarının özünde dinlenen ifadeyi hayal edebiliyordum. “Bildiğim kadarıyla bir değil, birden çok bölümün dersine giriliyormuş.”
“Evet,” dedi Ceyda. “Ama yorucu oluyor.”
Omuz silktim. “Birileriyle yaşamaktan daha yorucu olamaz,” dedim göz ucuyla Kartal’a bakarak. Göz göze geldiğimiz an, altın kahve gözlerin içindeki yansımamı gördüm. Ceyda ve Emir söylediğim şeye gülerken, Kartal ve ben birbirimize kilitlenmiş, birkaç saniye bakışlarımızı birbirimizden ayıramamıştık.
“Öbür ay dersler de başlıyor,” dedi Ceyda tekrar konuştuğunda.
“Dersler mi?” Durdum. Orası yalnızca bir dans akademisi değil miydi?
“Sakın hazır olmadığını söyleme,” dedi Ceyda gülerken. “Eğer bu akademiyi iyi bir ortalamayla bitirirsek yurt dışında eğitim görme şansımız olacak. Bu gerçek bir başarı. Düşünsene, ebeveynlerinin sana verdiği imkânlarla değil de kendi imkânlarınla yurt dışındaki bir sanat okulunda okuyorsun… Bu müthiş.”
İyi de ben zaten istediğim bölümde okuyordum ki. Bomboş gözlerle Ceyda’ya bakarken, Sadık Bey başka bir konudan konuşmaya başlamıştı. Berra ve annesi masamıza gelmiş, Berra’nın annesi Beril Hanım ile tanışmıştım. Bana gösterdiği ilgi beni utandırmıştı bile diyebilirdim, oldukça sempatik bir kadındı. Kartal ve Sadık Bey muhabbeti arttırdığında, konu nihayet gece hayatına gelmişti. Kartal da ileride bir gece mekânı açmak istediğini söyleyerek ortaya bir yem atmış, Sadık Parlak da o yeme balıklama atlayan sazan olmuştu. Hatta öyle büyük bir yakınlık kurmuşlardı ki, Sadık Bey bizi mekânına davet etmiş, kendisinin geleceğini de vurgulamıştı. Bu fırsat gerçekten kaçmazdı. Hafta sonu için sözleştiler.
Sadık Bey müsaade isteyerek yanımızdan ayrıldığında garsonun getirdiği şampanyalardan bir tanesini aldım ve dudaklarımı kadehe bastırırken gözlerimi tabloların olduğu duvarlara diktim. Kartal’ın, “Alkol alıyorsun demek,” demesiyle birlikte bakışlarım tablolardan ayrıldı.
“Başım ağrıyor,” dedim kısık bir sesle. “Belki gevşetir.”
“Gevşetmez, genişletir,” dediğinde gözlerimin içine bakıyordu. “Aşırıya kaçmadığın sürece sıkıntı yok.”
“Farkında mısın bilmiyorum ama buraya rakı sofrası kurmadım zaten. Bir kadeh şampanya içiyorum, hepsi bu.”
“Şunun hareketlerine bak,” dedi kulağıma doğru. “Rakı sofrasını da biliyor.”
Ondan uzaklaşıp ona dik dik baktığımda, “Hadi gel biraz sergiyi gezelim,” dedi ve çenesiyle ileriyi işaret ederek benden uzaklaştı. Onun arkasından yürümeye başladığımda masada İrem hariç kimsenin gözü üstümüzde değildi. Attığım her adım ne kadar sağlam gibi görünse de aslında boşluğa düşüyordu bir süredir. Boş bir koridora girdiğimizde dar koridorun iki duvarında da asılı duran tabloları inceleyerek yürümeye başladım. Kartal da hemen yanımda yürüyordu.
“Sana İrem’in iyi bir giriş bileti olduğunu söylemiştim,” dedi, ben Beril Hanım’ın tablolarına pürdikkat bakarken. Bir an attığım adım havada dondu ve duraksayıp kaşlarımı çatarak Kartal’a baktım.
“Kızdan bilet diye bahsetmen hiç hoş değil.”
“Onu mu savunuyorsun?”
“Savunduğum falan yok. Yalnızca hoş değil. Ayrıca sana karşı gerçekten ilgisi var.”
“Her kadının bana karşı ilgisi olur,” dedi Bay Kendini Beğenmiş.
“O zaman ben kadın değilim,” diye söylendim.
“Evet,” dediğinde yüzü ifadesizdi. “Sen çocuksun.”
“Aynen.”
Hiçbir şey söylemedi ama onun bakışları yüzüme böyle kilitlendiğinde bir şey söylemesine gerek kalmıyordu. Çok kısa sürede birbirimizi anlamaya başlamıştık, bu beni biraz korkutsa da alışmaya başladığımı yalanlayamazdım.
Elimdeki boş kadehi yanımızdan geçen garsona uzattığım sırada, “Buradan çıkıp bir şeyler içmeye ihtiyacım var,” dedi, gözlerini benden kopardı.
Bu saate kadar ağzına içki koymadığını hatırlayınca duraksadım. Bir tablonun önüne geldiğimizde adımlarım tekrar sekteye uğradı ve bedenimi tamamen tabloya doğru açılayıp duvardan tarafa döndüm. Tablo ilk bakışta bembeyaz gibi görünse de üstünde kırmızı lekeler vardı; kırmızı lekeler o kadar tuhaf bir şekilde yerleştirilmişti ki, bu suya damlatılmış mürekkep gibi görünmesine neden olmuştu. Tabloya dikkatini tamamen vererek baktığında, bu tabloda birbirine sarılmış iki insan silüeti olduğunu görebiliyordun. Bembeyazdı, yalnızca birbirlerine sıkı sıkı sarılmış çıplak silüetlerin bedenlerinin kıvrımlarının izleri vardı ve kırmızı, suda dağılmış mürekkep gibi görünen o lekeler, ikisinin kalplerinin hizasında renklenmeye başlıyordu.
“Çok enteresan,” diyebildim, büyülendiğim her hâlimden okunuyordu. Rengârenk onlarca tablonun içinden belki de en soluk olan bu tablo, acayip bir şekilde ilgimin tek sahibi olmuştu.
“Beğendin mi?” Bu ses Beril Hanım’a aitti. Bakışlarım omzumun üstünden sesin geldiği yöne kaydı. Beril Hanım, elinde iki kadehle hemen dibimde dikiliyordu. Beyaz şarap dolu kadehi bana uzattıktan sonra diğer elindeki kırmızı şarap kadehini de Kartal’a uzattı.
“Çok beğendim,” dedim kadehi elinden alırken. Aslında bir kadehi daha yeni bitirmiştim ama reddetmek istemedim.
“Biliyor musun, en büyük emeğim bu tablo olmasına rağmen senden başka kimsenin ilgisini çekmedi.”
Beyaz şaraptan bir yudum aldım. Kartal’ın bir kadeh şarapla bile mutlu olduğuna emindim çünkü ihtiyacı vardı, biliyordum.
“Siz ciddi misiniz?” dedim şaşkına dönmüş hâlde. “Tüm tablolar harika görünüyor ama bu… Çok farklı hissettirdi.”
Beril Hanım’ın badem şeklindeki gözleri biraz daha kısıldı, genişçe gülümsedi. “Çünkü yalnızca o, çok farklı hislerimin göğsümde kaynadığı bir zamanda dünyaya geldi.” Güldü. “Ah, bakmayın bana. Ben tablolarımı doğurduğum çocuklar gibi görürüm.”
“Ceyda bir tablonuzun hikâyesi olduğunu söylemişti. Bu o mu?”
“Hayır,” dedi Beril Hanım. “Aslına bakılacak olursa, benim tüm tablolarımın bir hikâyesi vardır ama bu tablonun hikâyesini henüz kimseye anlatmadım.”
Kartal, birkaç adım daha attı ve kolumun dibine kadar geldi. İlgiyle tabloya baktığını göz ucuyla da olsa gördüm. Kırmızı şarabından bir yudum aldı; belirgin âdem elması boğazının üstünde kayıp kavisler çizerek yerine geri oturdu. Uzun kirpikleri tıpkı birer savaş oku gibiydi. Delip geçeceği ruhun kalbini hedef alıp, sırtından ucunu çıkarabilirdi.
“Kader kalpten beslenir,” dedi Beril Hanım hiç ummadığım anda. “İki insanı birbirine bağlayan bir doğum da olabilir bir ölüm de.” Tamamen ürperirken gözlerimi tabloya çevirdim. “Bu tablodaki çıplaklık cinselliği değil, teslimiyeti temsil ediyor. Bir ruhun, bir diğer ruha olan teslimiyetini. Dikkatli bakarsanız orada çıplak bir şekilde birbirine sarılan bir çift göreceksiniz. Dikkatli bakmadığınız sürece onları göremezsiniz. Çünkü birbirlerinden başka herkese şeffaflar, görünmezler. Onları yaratan fırçanın ucunu ölüme batırdım ve onları bir ölümün birleştirdiğine inanarak çizdim. Başta acıyı resmettiğimi sansam da zamanla teslimiyete dönüşen bu tabloya onların ruhunu mühürlediğimi fark ettim.”
Hikâyenin özünü, nasıl doğduğunu tam olarak anlatmasa da söyledikleri içimde bir yere dokunmuştu. Beril Hanım’ın bakışlarını yüzümde hissedebiliyordum.
“Aranızda müthiş bir elektrik, akılalmaz bir ten uyumu var. Beni yanlış anlamayın lütfen, ben bir sanatçı gözüyle baktığım için böyle düşünüyor olabilirim.” Ne diyeceğimi bilemez şekilde kadına baktığımda, “Seni utandırmak istemedim,” dedi ellerini iki yana sallayarak. “Yalnızca… Enerjiniz çok güzel. Sizi yan yana görünce gidip bir şeyler çizesim geldi.”
Yanaklarımın ısındığını hissettim ama dışarı renk vermedim. “Teşekkürler ama biz kuzeniz,” diyebildim. Kartal, hiçbir şey söylemiyordu.
“Gerçekten mi? Kan bağınız olduğunu fark etmedim, affedersiniz. Ama… Sizi çizmek isterdim.”
“Çizin o hâlde,” dedi Kartal, sesi kutuplardan daha soğuktu ve olduğum yerde buz kesmeme neden oldu. Şok içinde ona doğru döndüğümde, tepkisiz gözlerle tabloyu izlediğini gördüm. “Gördüğüm kadarıyla hiç insan portresi, çizimi falan yok. İlk olmayı severim.”
“Gerçekten mi?” Kadının sesindeki şaşkınlığı soludum. “Modelim olur musunuz yani?”
“Evet.”
“Kartal.” Durdum ve bakışlarımı yüzüne diktim, kesinlikle bana bakmıyordu. “Bu ne kadar doğru bir fikir?”
“Biz kuzen değil miyiz?” Dönüp bana baktığında öylece kalakaldım, her zaman altın kahve görünen gözleri tam şimdi acı kahveydi, koyulaşmıştı ve uzun kirpiklerinin gölgesi gözlerinin altındaki çukurları örtmüştü. “Sana yakın olacak kişi bensem, bu ikimiz için de sorun teşkil etmez. Sanata ve sanatçıya saygı duymalıyız, değil mi?”
Ne olduğunu idrak edemeyen gözlerle ona bakarken, “Sana bir kartımı vereyim öyleyse, uygun olduğunuz bir gün beni mutlaka arayın,” dedi Beril Hanım. “Hemen geliyorum.”
Beril Hanım bizden uzaklaştığında dehşete düşmüş gözlerle Kartal’a bakıyordum. “Sen ne yaptığının farkında mısın?” diye bağırdım sesimin ayarını tutturamadan. “Bu nasıl bir saçmalık?”
Kartal ifadesiz bir yüzle, “Ne var?” diye sordu. “Eğlence işte.”
“Eğlence mi?” Ona öfkeyle baktım. “Eğlenceye ayıracak zamanımız mı var, Kartal?”
“Çok fazla zamanımız var,” dedi Kartal gözlerini yüzüme dikerek. “O yüzden mızıkçılık yapma.”
Ne yapmaya çalıştığını anlayamıyordum. Başımı iki yana sallayarak, “Ben model falan olmak istemiyorum. Saçmalık bu,” dedim.
Kartal, kadehindeki son yudumu da aldıktan sonra, “Söz ağızdan bir kez çıkar,” dedi uyuz uyuz. “Şimdi vazgeçtik de diyemez. Kadın o kadar heveslendi…”
“Kendi başına karar veremezsin.”
“Verdim bile,” dedi ve bakışları arkama kaydı. “Evet, Beril Hanım da geliyor.”
Dönüp kadına bunun asla olamayacağını, istemediğimi söylemek istedim ama kadının gözlerinde gördüğüm heyecan çok duruydu, onun heyecanının üstüne gölge gibi çökmek istemedim. Sessizce kadını izlerken, kadın elindeki kartı Kartal’a uzattı ve “Gençler, ne kadar teşekkür etsem azdır. Beni çok heyecanlandırdınız,” dedi. “Gerçekten sabırsızlanıyorum.”
Kartal kartı alırken, “Sizi mutlaka arayacağız,” dedi, sesi ilk kez sevecen gelmişti ama bunun yapmacık olduğunu biliyordum. Gözlerimi devirmemek için kendimi zor tuttum. Kadın tekrar tekrar teşekkür ettikten sonra bizden uzaklaştı ve Kartal ile baş başa kaldığımızda onu haşlamak için tam ağzımı açacaktım ki, kolumdan tutarak beni koridorun ucundaki kapıya çekiştirdi. Kapıyı açtığında, kapının arkasının bir terasa açıldığını fark ettim. Olduğumuz ortam oldukça karanlık olsa da şehrin ışıklarının küçük birer sim parçası gibi parlıyor oluşu ortamı aydınlatmaya bir nebze olsun yetiyordu. Elimdeki hâlâ içinde şarap olan kadehi yere bıraktım, ellerimi taş korkuluğun üstüne koydum ve şehrin manzarasını izlemeye başladım.
“Burası güzelmiş,” dedim. Rüzgâr sıkı bir topuz şeklinde toplanmış saçlarımı dağıtamadı ama kirpiklerimin titrediğini hissettim.
“Güzel olduğu gibi sigara içilebilen bir yer aynı zamanda,” dedi Kartal, takım elbisesinin iç cebinden çıkardığı sigara paketini açıp dudaklarının arasına aldığı bir dal sigarayı çekerken. Bakışlarım omzumun üstünden ona doğru kaymıştı, hareketlerini izledim. Uzun parmakları sigarayı kavradıktan hemen sonra sigara paketini ceketinin iç cebine koydu ve çakmağını çıkardı. O sırada gözleri beni buldu ve yine göz göze geldik. Şehir gözlerinin aynasında parlıyordu.
“İçecek misin?” diye sordu.
“Hayır.”
İçtiğim bir kadeh şampanya ve bir kadeh şarap dahi olsa beni biraz olsun gevşetmiş gibiydi. Belki de bunda rüzgârın da etkisi büyüktü. Bakışlarımı Kartal’dan uzaklaştırıp şehre çevirdim ve birkaç saniye sonra gözlerimi yumup rüzgârın yüzüme dokunmasına izin verdim. Gökyüzündeki yıldızlar parlamaya başlamıştı, sanırım bugünlük artık yağmur yağmayacaktı. Kartal’ın çakmağının ateşinin yanarken ve yakarken çıkardığı çatırtıyı dinledim. Bu adamın yaptığı her şey geçmişimden bir parçayı önüme seriyordu.
“Şu modellik işini biraz da ilgi çekmemek için kabul ettim,” dediğinde gözlerim hâlâ kapalıydı ama söylediklerine dikkat kesildim. “Kimse bir anda ortaya çıkıp, her şeyden geri duran iki tuhaf insanı normal karşılamaz.”
“Bunun için modellik yapmamıza gerek yoktu bana kalırsa.”
“Sana göre öyle,” dediğinde sigarasından bir duman aldığını hayal edebiliyordum. Sesi buğuluydu. “Bu kadar büyütmene gerek yok.”
“Yine de bu çok anlamsız geliyor.”
“Bir bildiğim olmasa yapmam değil mi? Sadık Parlak’ın ikimizi nasıl incelediğini görmediğini söyleme bana. Adama kendimizi kanıtlayana kadar götümden ter aktı. Adam beklediğimden daha çetin ceviz, o yüzden fazla insan içinde olmalıyız. Kendimizi göze ne kadar sokarsak o kadar gözden uzak oluruz.”
“Pekâlâ,” dedim ve gözlerimi açıp hemen ileride, binaların arasından zor da olsa görünen denize baktım. “Peki ne düşünüyorsun? Bu işin içinde Sadık Parlak’ın parmağı var mı sence?”
“Mekânında uyuşturucu döndüğünü bilmeyecek kadar geri zekâlı olamaz. Dediğim gibi, adam çetin ceviz. Göz açtırmaz birçok şeye. Bildiğinden yana şüphem kalmadı.” Derin bir nefes aldı. “Zaten bilmemesinin imkânı yoktu.”
“Adamımız uyuşturucu işinde yani,” dedim parmaklarımı soğuk taşa bastırarak. “Ne yapmayı planlıyorsun?”
“Gökçe denen kızla iletişimi kesmemeyi planlıyorum, birinciliği buna verdim.” Bana doğru yürüdüğünü fark ettim. Hemen yanımda dikilip gözlerini uzağa dikti. Sigarasını dudaklarıyla buluşturdu, dumanı yavaşça dışarı üfledi. “Ayrıca o mekânın içinde dönenlerin az çok farkındayız. İstanbul’daki şubesinde de aynı boklar dönüyor mu diye önce mekânın içini karışlamamız gerek. Her şeyi bilmeliyiz. Bu adamın derin bağlantıları olduğunu düşünüyorum. Büyük oynuyor, küçük oynayacak kadar basit düşünen biri değil. O gece Antalya’daki o mekâna uyuşturucuyu sokan kişinin ya da kişilerin kim olduğunu bulmak için önce özüne, en derinine inmemiz lazım. Bu mekânların güvenlik görüntülerinin bir şekilde sistem hatası olduğu öne sürülerek silindiği söylenmişti ve konuyu kapatmaya çalıştılar. Sistem hatası diye bir şey yok, sistem hata verse bile görüntülerin bir kopyası kaydoluyor. Yunus Emre bununla ilgili araştırmalara devam ediyor, emin olduğumuz tek şey, o geceye ait görüntüler var ama o görüntüler o kişi tarafından ele geçirildi.” Kartal, oldukça sessiz konuşuyordu, onu benden başka kimsenin duymasının imkânı yoktu. İşini garantiye almayı seviyordu. Sigarasının külünü aşağı silkti. “Doğru iz üstünde yürüdüğümüze inanmak istiyorum.”
“Umarım,” diye fısıldadım.
“Ne olursa olsun bu işin içindeki herkesi yok etmek istiyorum.” Duraksayıp gözlerimi ona diktim. “Daha fazla insanın kanına girilmesin. Bu işin ekmeğini yiyen herkesin ipini ben çekmek istiyorum.”
Sessiz kaldım.
Gözlerini bana doğru çevirdiğinde gözlerimi ondan kaçırmadım. Sanki ikimizin de dudaklarının bitiremediği cümleler vardı ve gözlerimiz bu cümleleri tamamlayan aynalarımızdı.
Bakışları gözlerimden uzaklaştı ve alnıma doğru kaydı. Yanaklarımda o çirkin baskıyı hissettim. Açık alnıma bu denli dikkatli bakması canımı sıkmıyor değildi ama bakışlarından da kaçamıyordum. Kafamı çevirmek kolaydı. Kolay mıydı? Değildi.
“Uzay boşluğu gibi alnın var,” dedi bir anda. Ona alık alık baktığımda hâlâ alnıma bakıyordu. “Küçücük suratın var, suratından büyük yemin ediyorum.”
“Ne diyorsun ya?” diye çemkirdim kafamı farklı yöne çevirirken.
“Utandın mı?” diye sorduğunda cevap bile vermedim. Sigarayı tuttuğu eliyle yüzüme dokununca irkildim, sigaranın ucunda yanan ateşin sıcaklığı yanağıma gölgesini düşürüyordu. Yüzümü yüzüne doğru çevirdi ve gözleri kısaca alnıma dokunduktan sonra gözlerime indi. “Sana boşuna çocuğa benziyorsun demiyorum,” dedi sabit bir sesle. Külün yanağımın hemen dibinde uzadığını biliyordum. “Harbiden benziyorsun.”
“Benzediğim falan yok benim çocuğa.”
“Saçlarını böyle toplayınca, tam çocuksun.”
Kafamı çekip onun dokunuşundan uzaklaşmaya çalıştım ama Kartal buna izin vermedi. Bana doğru bir adım atınca karnıma kazık saplanmış gibi irkilip kaşlarımı çatarak ona baktım. İşaret parmağını yavaşça kaldırdı ve gözümün altına yerleştirip gözümün altındaki çukura yavaşça dokundu. Ben ne olduğunu kavrayamadan işaret parmağı gözümün altındaki çukur boyunca kaydı ve elmacık kemiğimin üstünde gezindi.
“Bir şeyler içmem gerek,” derken sesi pürüzlüydü, gözlerini elmacık kemiğime dikmişti.
“İyi misin?”
“Bilmiyorum,” dedi gözlerimin içine bakarken. “İyi miyim?”
“Hım?”
Bana doğru bir adım daha attığında ürperdim. “Bir şeyler içmem gerek benim,” derken gözlerimin içine kafası karışmış gibi bakıyordu.
“Peki. Gidelim mi?”
“Evet.” Geri çekilirken parmağı elmacık kemiğim boyunca kaydı ve dudağımın kenarına dokundu. Bakışlarını benden hızla uzaklaştırdı. “Gitsek iyi olur.”
Terastan çıkarken yüzüm kireç gibiydi ama kendimi kara zorla da olsa toparladım. Derin bir nefes aldım ve koridorda yürüyüp kalabalığa karıştım. Kartal’ı arayan gözlerim onun çıkış kapısına yöneldiğini görünce, Ceydaların olduğu masaya yöneldim. “Biz gidiyoruz,” dedim kısık bir sesle Emir’e doğru uzanarak.
Emir, boncuk gözlerini yüzüme dikerek, “Nereye?” dedi tek kaşını kaldırıp. “Buradan çıkıp mekâna gidecektik.”
“Bizsiz devam edin,” dedim. “Bir dahaki sefere artık.”
“Kartal mı mırın kırın ediyor?”
“Hayır,” diye yalanladım. “Sadece kendimi pek iyi hissettiğim söylenemez. Gitsem çok daha iyi olacak.”
Emir, yüzünü buruşturdu. “Getirirdik keyfini yerine, güzelim,” dedi abi gölgesi barındıran bir tavırla. “Eve mi kapatacaksın kendini şimdi?”
“Duş alıp uyumayı düşünüyorum,” diye yalan söyledim. Emir bu fikirden pek hoşlanmasa da Ceyda kabullendi. Onlarla vedalaştıktan sonra çıkışa yürüdüm ve büyük çift kanatlı kapıdan dışarı çıktım. Kartal, asansörlerin önünde beni bekliyordu. Sırtını metal duvara yaslamış, kollarını göğsünün üstünde toplamıştı.
“Onlara gitmemiz gerektiğini söyledim.”
“Emir’e ne zamandan beri hesap veriyorsun?”
“Emir’e hesap falan vermedim?” dedim sorar gibi.
“Seni merak etmesini istemedin o zaman. Senin için endişelenmesi seni korkuttu mu, Lavinia?”
Asansörün düğmesine bastıktan sonra, “Saçmalamaya başlama istersen,” dedim sabırlı olmaya çalışarak. Asansörün kapısı açıldığında içeri girdim ve sırtımı metal duvara yasladım, hemen çaprazımdaki aynaya baktım. Kartal da içeri girdi ve asansörün kapısı kapanırken kaşlarımı çatıp aynadan onu izlemeye başladım.
O da karşımdaki metal duvara yaslandı. Asansör ağır ağır aşağı inerken ben aynadan onu izliyordum, o ise direkt gözlerini bana dikmişti. Tenimde ağır ağır dolaşan idamlık his beni kavururken, sessizce asansörden ineceğimiz ânın gelmesini bekledim. Çok kısa sürdüğünü bilsem de o kadar uzun geldi ki, bir an asansör hiç durmayacak, kapılar kayarak açılmayacak sandım. Asansörden çıkarken alamadığım o nefesi derin derin içime çektim ve binadan çıktım. Araca bindiğimizde gözüme ilk takılan gösterge olmuştu. Saat çoktan gecenin on bir buçuğu olmuştu, aslında serginin bitmesine daha vardı ama yine de orada bayağı kaldığımızı yeni fark ediyordum.
Emniyet kemerini bağlarken araç çoktan hareket etmişti bile. Kartal çok hızlı kullanmasa da araç ne zaman çok hafif sarsılsa baldırlarımın gerildiğini hissediyordum. Sokak lambalarının ışıkları sıralandığı köşede bir görünüp bir kaybolurken, arabanın içine çizip durduğu şeritler yüzümü bir aydınlatıyor bir karanlığın kollarına itiyordu. Arabanın içi karanlıktı, bu gevşememi sağlamıştı. Kartal bir eliyle direksiyon hâkimiyetini korurken diğer eliyle ceketinin bir kolunu çıkardı, ardından diğer elini direksiyona koydu ve ceketi üstünden tamamen çıkarıp arka koltuğa fırlattı. Tekrar bir eliyle direksiyonu tutarken diğer eliyle de gömleğinin ön düğmelerini çözüyordu. Son düğmeyi de çözdüğünde gözlerim tenine kaydı; karnı kaskatı görünüyordu ve karanlığa rağmen karnındaki benleri görebiliyordum. Bakışlarımı hızla teninden uzaklaştırdım.
Direksiyonu tutan eli hafif hafif titriyordu. Durdum ve elinin titreyişini izlemeye başladım. Endişe kalbimin sarp kayalıklarında dalgalarını patlatırken, onun gerçekten alkole bağımlı olduğunu anlamaya başlamıştım. Kardelen onu bu hâlde görseydi ne hissederdi hiçbir fikrim yoktu. Tam olarak ne zaman bu hâle gelmişti? Geçmişimin içinde bıraktığım Kartal ve şu an hayatımda olan Kartal, iki farklı insan gibiydi.
Kalbimin üstüne çöken bulutların içinde Kardelen’in gözyaşları vardı. Sanki yüreğimin ortasına bir salıncak kurmuş, salıncağa oturmuş yavaş yavaş sallanırken gözünden akan yaşları kazağının kumaşına siliyordu. Burada değildi belki ama her neredeyse bizi görüyor ve hâlimize yas tutuyordu.
Uzun süren yolculuğun sonunda nihayet eve varabilmiştik, saat gece yarısını çoktan geçmişti. Kartal anahtarı kapının üstünde bırakarak içeri girdiğinde apartmanın içinde öylece durup K.A harflerine sahip anahtarlığa baktım. İçeride bir şeylerin tangırtısını işittim, içkilerini aradığını fark edince omuzlarım düştü. Anahtarı kapının deliğinden çıkardıktan sonra içeri girdim ve kapıyı kapatıp, anahtarları vestiyerin önündeki kutunun içine koydum. Topuklu ayakkabıları çıkarıp kenara koyarken sızlayan ayak parmaklarımı oynattım ve salona doğru yürüdüm. Sıkı topuz beynime çiviler çakmaya başlamıştı. Sokak lambasının turuncu ışığı pencereden içeri sızıyordu, salon karanlık sayılabilecek kadar loş görünüyordu. Kartal’ın içki şişesini dudaklarına yasladığını görünce duraksadım. Gömlek üstünde tıpkı bir ceket gibi duruyordu. Kartal bir süre şişeyi dudaklarından uzaklaştırmadı. Kana kana içti.
Ben de onu canım yana yana izledim.
“İyi mi böyle?” diye sordum salonun ortasında dikilmiş onu izlerken. Şişeyi dudaklarından uzaklaştırdı ve birkaç saniye zemini izledi, bana cevap vermedi. “Sana iyi mi hissettiriyor?” diye sorduğumda yine cevap alamadım. Sanki zihnine gemici düğümleri atmıştı, kendini bir süre her şeyden soyutladı. Varlığımı bile hissetmediğini düşündüm ama burada olduğumu bildiğini biliyordum.
Ona baktığımda gördüğüm şeyler kalbimin sancımasına neden oluyordu. Gözlerimin birçok kez dolduğu zamanlar olmuştu, yaşların yanaklarımdan akmasına izin vermeden toparlamıştım. Ama içinde bulunduğu acının kokusu o kadar ağırdı ki, gözlerimi yakıyordu.
Saniyeler geçti, dakikalar birbirini kovalamaya başladı. Kartal elindeki şişeyi tekrar dudaklarına götürmeden hemen önce, “Odana git sen,” dedi. “Biraz yalnız kalmalıyım.”
“Zaten yalnızsın,” dedim açık sözlülükle.
“Odana git.”
Birkaç saniye orada öylece durdum. Sonunda üstüne gitmemeye karar verdim ve sırtımı ona dönüp karanlık koridora doğru yürüdüm. Telefonum çantada, çanta ise Kartal’ın arabasında kalmıştı. Zaten bir telefona da ihtiyaç duymuyordum. Odanın kapısını açtığımda beni karşılayan karanlık oldu. Yaklaşık yarım saat, belki de kırk beş dakika kadar karanlık odada, yatağın ucunda oturdum. Sonunda kalkıp üstümdeki tulumu çıkarırken ışığı yakmadım, pencereden içeri hafif hafif vuran sokak lambasının ışığı işimi halletmem konusunda bana yeterli aydınlığı sağlıyordu. Hem yerlerde hâlâ o hapların parçalarının olduğunu biliyordum, onları görmek istemiyordum ama çıplak ayaklarımın altında birkaç parçanın ezildiğini hissedebilmiştim.
Üstümde askılarını çıkardığım siyah bir sütyen ve siyah külotla kaldığımda elbise dolabına doğru yürüdüm. Dolabın önünde durduğumda, dolabın kapağında asılı duran aynaya düşen karanlık yansımama baktım. Parmaklarım yukarı dolandı, siyah tel tokaları yavaşça çıkarmaya başladım ve saçlarım ağır ağır çözülürken odamın kapısı açıldı. Saçlarım yavaşça belime doğru döküldü, omzumun üstünden açılan kapıya doğru baktığımda Kartal’ın kapının önünde dikildiğini gördüm. Bedenim buz kesti, karanlığın sakladığı vücudum neredeyse çıplak sayılırdı.
“Sen…”
“Görmüyorum,” diye fısıldadı, sesindeki boşluk duraksamama neden oldu. Alkol damarlarında yarıklar açarak kanını bulandırmaya başlamış olmalıydı. “Karanlık.”
“Yine de çık,” diyebildim, dönüp ona tekme atabilirdim ama alkolün etkisine girmişti ve bugün onu o hâlde görmek beni yeterince sarsmıştı.
“Çıkamam,” dediğinde ürperdim. İçeri tamamen girdi ve bana doğru yürüdü, ayakkabılarının zeminde çıkardığı takırtıları dinlerken ne yapacağımı bilemez hâlde ona bakıyordum. “O şişe bir işe yaramıyor.”
“Ne?”
“Benimle kokunu paylaş.” Şok olmuş gözlerle onun karanlık gölgesine baktım. “Sadece bu gecelik.”
“Ne diyorsun?”
Ona bağırıp çağırmak, belki de onu kovmak istiyordum ama öyle bir yerden vurmuştu ki, aldığım yara hareket yetimi kaybetmeme neden olmuştu.
“Bir daha istemem, Lavin,” dediğinde hiç olmadığı kadar ciddiydi. “Ama bu gece uyumam gerek.”
Hiçbir şey söyleyemeden elbise dolabının kapağına uzandığım an nefesini ensemde hissetmemle birlikte irkildim. Tenim boyunca kayıp giden nefesinin sıcaklığı bedenimde kırmızı alarmın devreye girmesine neden olurken, onun elini omzumda hissettim ve gözlerim kocaman açıldı. Çenesi kafamın biraz üstüne denk geliyordu, bu yüzden aynada onun yüzünü de görebiliyordum. Sırtıma uzanan kanat dövmesine dokunduğunu fark ettiğimde aniden ona doğru döndüm ve ellerimi onun çıplak göğsüne yaslayarak onu kendimden uzaklaştırdım.
“Ne yaptığını sanıyorsun?” diye fısıldadım. “Sen sarhoşsun.”
“Amacım farklı bir şey değil,” dediğinde kafamı kaldırıp yüzüne baktım. Ellerim hâlâ göğsünün üstünde duruyordu. “Seni baştan çıkarmaya çalışmıyorum,” diye fısıldadı. “Tek istediğim şey uyumak.”
“Ne diyorsun?” diye sorarken sesim yükselmişti.
“Bağırma,” diye fısıldadı bir kez daha. “Benimle uyuyacak mısın?”
Ellerini onun göğsüne koyduğum ellerimin bileklerine yerleştirdi ve parmakları yavaşça bileklerimi sardı. “Bu tamamen sınır ihlali,” derken sesim sertti.
“Sınırları sikeyim,” dedi gözlerimin içine bakarken. “Sadece uyumak istiyorum.”
Sırtımı aynaya yasladım. Ne dersem diyeyim aynı şeyi tekrar edip duracakmış gibi hissediyordum. Kötü bir amacının da olmadığını tabii ki biliyordum. “Yatağa git,” dedim kuru bir sesle. Bileklerimi daha sıkı tuttuğunda, “Tamam,” diye fısıldadım. “Sadece yatağa gir ve beni bekle.”
Birkaç saniye inanmak istiyor gibi gözlerimin içine baktı ama gözlerinin rengini göremiyordum. Yüzünün tamamı karanlık tarafından örtülmüş gibiydi, bileklerimi serbest bıraktığında ellerimi yavaşça göğsünden uzaklaştırdım. Benden uzaklaştığı an ayakkabılarının altında ezilen hapların sesiyle ikimiz de birbirimizin gözlerinin içine dikkatle baktık. Az önce basmadığı hapın üstüne şimdi mi basası tutmuştu? Dişlerimi hızla sıkarken, Kartal’ın bakışları yüzümden uzaklaştı, hissettiğim kadarıyla yere baktı ve yavaşça diz çöktü. Kalbim endişeyle çarparken ayak parmaklarımı içe doğru çektim, bunun açıklamasını sarhoş bir adama yapmak falan istemiyordum ben.
“Bunlar…” Duraksadı. “Bunlar nereden çıktı?”
Yol yakınken onları süpürmem gerekirdi. Yapmamıştım. Bazı şeyleri erteleme huyumdan nefret ediyordum. Bazı şeyler vaktinde yapılmalıydı. Gitmen gerektiğini hissettiğin o ilk anda gitmeyi bilmeliydin; kalman gerekirken gidecek kadar korkak olmayı seçmemeliydin. Şu âna kadar birçok yanlış yapmıştım, bu da o büyük yanlışlardan birisiydi bana göre. Kız kardeşini uyuşturucudan kaybetmiş bir adamın evinde uyuşturucunun olması nasıl bir ironiydi? Kalbim ağzıma doğru yükselirken, “Bunlar ne, Lavin?” diye bağırdı Kartal aniden, sesinin kazandığı volüm göğsümün kemikten kafesini titretirken ne yapacağımı bilemedim.
“Benim değil,” dedim panikle. “Onlar bana ait değil.”
“Lavin!” Kartal eline aldığı şeyi yere savururken hızla ayağa kalktı. “Açıkla.”
“Ben…” Parmaklarımı saçlarımın arasından geçirdim. “O gece… O mekânı polislerin bastığı gece biri cebime koymuş. Benim değil. Yemin edebilirim.”
Durdu. Bir an gözlerine bulanan ifadeyi hayal etmeye çalıştım ama yapamadım, yine de bana baktığını biliyordum.
“O orospu çocuğu yaptı,” dedi aniden donuklaşan sesiyle. “O orospu çocuğu… Senin başını yakmak için yaptı.”
“Bilmiyorum,” diye geçiştirdim.
“O adamın canına okuyacağım. Sana yemin ederim, bu kez durmayacağım.”
Hiçbir şey söyleyemedim. Ona öylece bakarken elbise dolabının kapağını kaydırarak açtı, teni tenime inanılmaz yakındı. Nefesimi tuttum ve kaşlarımı çatıp uzaklaşmasını bekledim ama her şey karman çormandı kafamın içinde. Eline gelen ilk kazağı çıkardığında gözlerim onun hareketlerini takip etti. Bol, kalçamı örteceğinden emin olduğum ama karanlıkta rengini pek de seçemediğim kazağı kafamdan geçirirken ikimiz de sessizleşmiştik. İnat etmeyi kestim ve o bana kazağı giydirmeye çalışırken ona yardımcı oldum.
Nefesinden dökülen sıcak içki kokusunu soluyabiliyordum. Yavaşça benden uzaklaştığında yorganı kaldırdım ve yatağın üstüne çıktım. Ben yorganın altına girerken Kartal da hemen yanıma uzandı. Ayakkabılarını çıkardı, üstündeki gömleği çıkarmamıştı ama çıplak teni ortadaydı, pantolonunu da çıkarmadı. Yorganı üstümüze örttüğümde aslında hâlâ gergin hissediyordum ama bir şekilde kendimi gevşetmenin yolunu buldum. Çıplak bacaklarım onun pantolonunun kumaşına sürtünüyordu.
Neden böyle olmak zorundaydı? Çok değil, bir süre önce biz birbirini tanıyan ama birbirine yakın olmayan iki insandık, şimdiyse onunla aynı yataktaydım. Birkaç dakika tavanı izledim; kolu koluma değiyordu ama ne o ne de ben hiçbir şekilde birbirimize bakmıyorduk.
“Ne zamandan beri alkol alıyorsun?” diye sordum sessizce, bunu tavana bakarak sormuştum. Tavanda sokak lambalarının ışıklarından yansıyan çizgiler vardı. “Bu kadar içtiğini hatırlamıyorum.”
“Liseden beri,” dedi normal bir şeymiş gibi.
“Bu kadar sık mıydı peki?”
“Öyle olmadığını biliyorsun,” dedi kısaca. Evet, biliyordum. Onu içkinin kollarına bırakan şeyin ne olduğunu ben çok iyi biliyordum. “Benden bir şeyler saklama,” dediğinde sesi artık daha pürüzlüydü.
“O şeyleri cebimde bulduğum zaman şoka girmiştim,” dedim kısık bir sesle. “Sana söylemek doğru gelmedi bana.”
“Eğer polislere yakalansaydık ve o şey cebinden çıksaydı, onun ölümünden seni bile sorumlu tutabilirlerdi.” Sesi ruhsuzdu, ondan bahsettiği için kalbim sızladı. En yakın arkadaşımın ölümünden sorumlu tutulmak? Bu bir kâbustan daha karanlık ve kan dondurucu geliyordu gözüme. Onun son nefesini verdiği kolların sahibiydim ben.
“Haklısın,” dedim sessizce.
“Her zaman haklı olduğum için mutlu olmuyorum, bil,” dedi kuru bir sesle. “İnsan bazen haksız olmak istiyor.”
Söylediği şeyi yok sayarak, “Kafan ne âlemde?” diye sordum.
“Az önce seni yatağa atıp farklı şeyler yapacağımı düşünen senden daha mantıklı düşünebiliyorum.”
Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım.
“Gerçekten baleye dönecek misin?” diye sordu aniden. “Orada sorma fırsatım olmadı.”
Yanağımı yastığa bastırıp gözlerimi ona çevirdim, o da aynısını yaptığında göz göze gelmiştik. “Bilmiyorum,” diye fısıldadım. “Sanırım orada İrem’i gıcık etmek istedim.”
“Ondan hoşlanmıyorsun,” dedi gözlerini ağır ağır kapatıp açarak beni izlerken. Çok sakin görünüyordu. İçki onu gerçekten sakinleştiriyordu.
“Kişisel bir sebep olarak algılama,” dedim mırıldanarak. “Ona karşı ne hissettiğimi bilmiyorum.”
“Kişisel bir sebep olması için herhangi bir neden yok zaten,” dedi. “Birbirinizden oldukça farklısınız, belki de ondandır.”
Gözlerimi devirip bakışlarımı tekrar tavana yönlendirdim. “O kız sana âşık olmaya başlayacak ya da başladı,” dedim durgun bir sesle. “Bu işin içinden sıyrıldığın zaman arkanda gözü yaşlı birini bırakabilirsin.”
“Umurumda değil,” dedi acımasızca. “Neredeyse hiç tanımadığın, hakkında hiçbir bilgi sahibi olmadığın birine neden âşık olursun ki? Beni suçlayamaz. Suçlasa bile kendimi zerre suçlu hissetmem.”
Kaşlarım çatıldı.
“Biz kadınlar için işler böyle yürümez, Kartal. Biri gelir ve gözlerini kör edebilir, genelde böyledir.”
“Biri gözlerini kör etmiş gibi konuşuyorsun,” dediğinde sesindeki merakı hissedebilmiştim. Özay konusunda ağzımı mı arıyordu yoksa Özay’la ilgili hiçbir şey hatırlamıyor muydu tam olarak kestiremedim.
Geçmişin sayfalarının açılma sesi zihnimin duvarlarındaki çivilerin gevşemesine neden oldu. Bir süre önce zihnimin duvarlarına ellerimi kanatarak, acıtarak çaktığım o çivilerin uçlarına geçirdiğim çerçevelerde, yalnızca Kardelen’i sakladığım hatıralar elbette ki yoktu. Çerçevelerin arkasına, kimsenin, hatta benim bile göremeyeceğim bir kısma sakladığım bir fotoğraf daha vardı. Özay. Onun koyu yeşil gözlerini anımsadığımda hissettiğim şey kalp ağrısı değildi ama yine de bedenimde bir ağrı nüksetmişti.
“Eski defterleri açmanın ne yeri ne de sırası,” diye fısıldadım. “Uyumak istemiyor muydun? Uyusana.”
Kartal’ın dikkatli bakışlarını yanağımda hissedebiliyordum. Birkaç saniye, belki de dakika bilemiyordum, hiçbir şey söylemeden beni izledi.
“Ne kadar sürdü?” diye sordu bu kez, sesi artık daha zayıftı. Özay’ı mı soruyordu yoksa bir başkasını mı? Özay’ı hatırlayıp hatırlamadığını merak etsem de bunu ona sormadım.
Dudaklarımı bükerek, “Hatırlamıyorum,” diye yalan söyledim.
“Neden ayrıldınız?”
“Okul için gitti.”
Karanlığın içinde paslı bir bıçak, anılarımı doldurduğum balonun ince zarına yanmış ucunu bastırıyordu. Kartal sustu, ben de sustum. Özay’ı sevmiştim, belki tüm kalbimi ona vermemiştim ama kalbimin içine onu da buyur etmiştim. Belki çocukçaydı, belki hiçbir anlam teşkil etmeyen hislerdi ama hissedilmişti. Ondan ayrılırken ruhumdan düşen bir parçayı onda bırakmıştım. Hiç ağlamamıştım. Bir erkek için gözyaşı dökmeye niyetim yoktu. Karaları bağlamamıştım ama bir süre yokluğuna alışma evresine girip, kabullenme süresince bana onu hatırlatan hiçbir şeye dikkatli, alıcı gözle bakamamıştım.
“Ayrılmayı sen mi istedin yoksa o mu?” diye sordu cevabım onu tatmin etmemiş gibi.
“Ben,” dedim kuru bir sesle. “Alışkanlıkları öldürmek çok zor ama zamanla küfleniyor, bizimkisi küflenmişti.”
“Onu hatırlıyorum,” dedi aniden. “Her neyse, salağın önde gideniymiş.”
Hiçbir şey diyemedim. Özay ile yaşananların bana kattığı şeyler de benden alıp götürdüğü şeyler de oldukça fazlaydı aslında. Belki de aramızdaki bağın kopmasına neden olan bendim.
Sessizliğim Kartal’ın da aynı sessizlik tarafından örtülmesini sağladı. Bedenim yavaşça gevşedi, ruhum onun varlığını hissetti ve avucunda sıkı sıkı tuttuğu bilinç iplerini yavaşça serbest bıraktı. Gözlerim kapanmaya başladığında artık bedenime ben değil, uyku hükmediyordu. Farkında olmadan ona sokulduğumu hatırlıyorum, gerisi buzlu camın arkasından izlenmeye başlanan bir masalın herhangi bir sayfasıydı.
💫
Kartal’ın sesiyle uyandığımda yatakta, yanımda değildi. Koridorda biriyle konuştuğunu duyabiliyordum ama kendimi konuşmalara tam olarak veremiyordum. Bir bacağım yorganın dışındaydı ve resmen donmuştu. Kartal’ın koridorda yalnız olmadığını fark ettiğimde şakaklarımı ovdum. Yunus Emre’nin tanıdık sesini duyabilmiştim.
“Kesin, değil mi?” diye sordu Kartal, sesindeki tedirginliği duydum.
“Ne zaman boş konuştum?” diye sordu Yunus Emre.
“Günaşırı?”
“Sana iyilik de yaramıyor ha,” diye homurdandı Yunus Emre. “O kız nerede?”
“Uyuyor.”
“Akademiye gitmeyecek misiniz?”
“Bugün değil. O işi halletmemiz gerek önce.”
Hangi işten söz ettiği konusunda en ufak bir fikir sahibi bile değildim. Yunus Emre, “Çıkmam gerek,” dedi kuru bir öksürükle. “Ve bak, Burak’a da aynısını yapıyormuşsun, yüzümüze telefon kapatmaktan vazgeç. Bıçağı götüne takarım.”
“Oğlum çok sıkmayın beni.”
Yunus Emre hiçbir şey söylemedi ama yüzünün aldığı ifadeyi hayal etmek çok zor olmadı benim için. Onu pek tanımıyordum ama Kartal’a verdiği değeri net bir şekilde görebilmiştim. Kapının açılıp kapanma sesini duydum, ardından Kartal odanın kapısını açtı ve yatağın üstüne tünemiş oturan beni görünce duraksadı.
“Sen uyanık mıydın?”
“Yeni uyandım,” diye fısıldadım.
“Benim biraz işim var, sen duş al,” dedi gözlerini yüzüme dikerek. “Muhammed Ali ile boks yapmış gibi görünüyorsun.”
“Ne kadar da espri yeteneği gelişmemiş bir doktor,” dedim yataktan kalkarken. “Senin ne işin var?”
“Biriyle ilgili araştırma diyelim,” dedi ve kapıyı kapattı.
Duş alıp tazelenmek neredeyse iki saatime mâl olmuştu. Suyun altında oldukça uzun bir süre kalmıştım, çıktığımda artık kendimi daha iyi hissediyordum. Saçlarımı kuruttuktan sonra üzerimi giyindim ve hızla odayı süpürdüm. Salona geçtiğimde Kartal koltukta oturuyordu, sehpayı önüne çekmiş, dizüstü bilgisayarını da sehpanın üzerine koymuştu. Bir web sayfasında dolaştığını görünce meraklı gözlerimi bilgisayarın ekranına sabitledim.
Beni fark ettiğinde, “Akşam küçük bir işimiz var,” dedi duymaktan korktuğum şeyi söyleyerek.
“Akademiye gidilmiyor yani?” dedim sorar gibi.
“Evet.”
“Aynen, hiç ilgi çekmiyoruz şu an, Kartal.”
Bana dik dik baktı. “Ne istiyorsun?” diye sordu. “Hiçbir şey yapmayalım mı?”
“Kendinle çelişiyorsun,” dedim kazağın kollarının uçlarını avucumun içine alıp, kollarımı göğsümün üzerinde toplarken. “Çok fazla ilgi çekiyoruz. İki gündür oraya uğramadık.”
“Ne o?” diye sordu omzunun üstünden bana bakarak. “Doldurulmuş Tavşan’ını mı özledin?”
Yanaklarımın içini havayla doldururken, ona bu konudan sıkıldığımın altını çizen boş bir bakış gönderdim. “Nereye gidiyoruz akşam?”
“Karanfil’in inine,” dediğinde duraksadım. “Şu cebine o şeyi bırakan şerefsizden bahsediyorum. Unuttun mu?”
“Hatırlamak istemiyorum desem daha doğru olur.”
“Kendi torbasını tuttuğu yerin adresi elimde. Hatta onunla ilgili o kadar çok şey biliyorum ki, bu iş çok eğlenceli olacak.”
Durup kaşlarımı çattım. “Yarasa diye birinden bahsediyordu değil mi?” diye sordum. “Peki o ne olacak?”
“Her şeyin bir sırası var, Lavin. O Karanfil denen adamın icabına sonra bakacaktım ama beni kendisi buna zorladı,” dedi keskin bir sesle. “Artık olacaklardan ben sorumlu değilim.”
Ne demek istediğini tam olarak anlayamasam da ona karşı çıkmadım, bir yerden başlamamız gerektiğini biliyordum. Saatin ivmesi göğsümde kırılmış gibi akan her dakika içime batarken, Kartal bilgisayarı kapatmış, birkaç saatliğine ortadan kaybolmuştu. Aslında aynı evin içindeydik ama yine de sesi çıkmadığı için onu yalnız bırakmıştım. Bir şeyler içtiğini biliyordum, boş şişeleri mutfakta görmüştüm. Onun boşalttığı şişeleri toplayıp çöp poşetinin içine doldururken gözlerim bomboş bakıyordu.
Evden çıkarken cebine bir şey koyduğunu gördüm ama aldırış etmedim. Çıkmadan önce ayakta bir şeyler atıştırmıştık. Olabildiğince sıradan giyinmiştim, buna o da izin vermişti ama izin vermeseydi de umurumda olmazdı çünkü zaten ondan izin isteyen yoktu. Kapıya indiğimizde gündüzün üstüne devrilen akşam, göğü laciverte yakın bir renge boyamaya başlamıştı. Kartal diğer cebinden bir uzaktan kumanda çıkardı ama bu arabasına ait değildi, düğmeye bastığında hemen yolun başındaki motorun ışıkları yandı ve tuhaf bir ses yükseldi.
“Ne?” diye sordum kaşlarım çatılırken. “Bu senin mi?”
“Sayılır,” dedi Kartal motora doğru yürürken.
“Peki bugün bunu kullanacak olmanın özel bir sebebi var mı?”
“Belki vardır belki yoktur.”
Kartal motorun üstüne atlarken başta gerçekten tereddüt ettim. Sonrasında bu tereddüt toz olup uçtu gitti. Motosiklet çalıştığında Kartal’ı öyle sıkı kavradım ki, bir an gerçekten güleceğini sandım. “Hız yok,” dedim tedirgin bir sesle. “Hız yok, duydun mu?”
“Duymadım,” derken sesi keyifliydi. “Tekrar söyle.”
“Hız yok!”
“Ney?”
“Kartal!” diye bağırdığımda motosiklet yokuş aşağı hızlanmaya başladı. “Allah belanı versin senin! Yavaş!” Kazağını resmen parçalayacak gibi tuttum. “Seni Allah bildiği gibi yapsın! Yavaş! Hız yok! Allah!”
“İmana geldin bakıyorum,” dedi gür bir sesle. Gerçekten keyfi yerindeydi.
“Kartal!”
“He?”
“Yavaş!” Ona daha sıkı tutundum, motosiklet birkaç kez hoplayınca çığlığı bastım. “Allah belanı versin!”
“Şşh, tövbe de.”
“Demiyorum!”
Aniden motoru öyle bir hızlandırdı ki, boğazımdan kopan ikinci çığlığa engel olamadım. “Tövbe be, vallahi tövbe!” diye bağırdım korkuyla. “Allah!”
Kartal gülmeye başladığında aslında şaşırmıştım. Kazağının kenarlarını sıkıca tutup yanağımı sırtına yapıştırdım ve gözlerimi sıkıca yumdum. “Elbet duracak bu motor!” diye bağırdım. “Göreceksin sen.”
“Ney, duyamadım?”
“Yavaş ulan, Allahsız ayı!”
Rüzgâr saçlarımı tıpkı bir flama gibi geriye doğru uçuştururken tırnaklarımın dipleri sızlıyordu. Kartal’a ondan başka hiçbir şeyim yokmuş gibi sıkıca sarıldım; kollarımı beline doladım ve kazağını avucumun içine alıp sıktım. Korkudan hızla çarpan kalbimin üstüne bir sürü kaldırım taşı konmuştu sanki. Ağırlıktan ve baskıdan kalbim de kulaklarım da uğulduyordu.
“Durdur şu motoru, bak ölürüm şurada ben!”
“Sende bu çene varken ölmezsin sen.”
“Bak gerçekten atarım kendimi motordan, Kartal!” diye bağırdım beni duyması için.
“Motordan kendini atmayı düşünen biri için fazla sıkı sarılıyorsun, Lavinia,” dediğinde biraz olsun yavaşladığı için gerçekten ensesini falan öpeceğimi sandım.
Hiç tekin olmayan bir mahalleye girdiğimizde motor artık daha yavaş hareket ediyordu. Kafamı kaldırıp etrafı incelemeye başlamıştım. Mahalledeki tüm binalar harabeden farksızdı. Çoğunun ışığı yanmadığı gibi, büyük bir çoğunluğu da terk edilmişti. Hemen köşede bir çöp kutusu vardı, çöp kutusunun önünde yatan büyük bir köpek görmüştüm. Köpek çok yaşlı görünüyordu, önünde duran kemiği arada bir yalıyor, hantal kafasını kaldırıp etrafa boş bakışlar atıyordu. Yüksek, tuğla taşlarla örülmüş bir binanın önünde durduğumuzda, motorun lastiği su birikintisinin içinde bir tur attı ve suyu etrafa sıçrattı. Hantal köpeğin ürkek bakışları ağır ağır bizi buldu ama tehlike arz etmediğimizi fark edince kafasını tekrar önünde duran kemiğe gömdü.
“Bir dahaki sefere kask olmadan beni bu ölüm makinesine asla bindiremezsin!” dedim motordan inerken.
“Huysuzluk etme, çok eğlenceliydi,” diye dalga geçti. “Özellikle en son zikir çekecek seviyeye gelmen beni bir hayli eğlendirdi doğrusu…”
“Biliyor musun, şu an gerçekten üstüne başına kusmak istiyorum.”
Kartal yüzünü buruşturdu. “Aklından bile geçirme.”
“Aklımdan geçmese bunu sana nasıl söyleyebilirdim acaba?”
“Her şeyi düşünüp tartmadan söylediğin için aklından geçip geçmediğini tahmin edemedim, affedin Lavin Hazretleri. O çılgın fikirler üreten zat-ı muhterem kafanızı koparırım.”
Gözlerimi devirdim. Kartal kısaca etrafı incelerken yağmur çiselemeye başlamıştı. Motosiklet binanın gölgeliği sayesinde ıslanmıyordu. Binanın girişine doğru yöneldi, ben de onu takip ettim. Demir, büyük bir kapının önüne geldiğimizde Kartal, “Şimdi madde etkisindeymişiz gibi rol keseceğiz,” dedi bana bakarak. “Anlaşılmayan bir şey?”
“Bunu daha önce söyleyebilirdin. Hazırlıklı değilim.”
Bana boş boş baktı. “O kadar hızı boşuna mı yaptım? O beynin şu an çılgınca uyuşmuş olmalı. Başın dönmüyor mu?”
“Çok merak ediyorum, acaba kendine işe yarar bir beyin bulabilmek için mi doktor olmayı tercih ettin?” diye sordum küçümseyerek.
Beni yok saydı ve start vermeden direkt kapıyı çalıp gözlerine baygın bir ifade verdi. Ben şok içinde ona bakarken demir kapının arkasındaki hareketliliğin sesini işittim. Demir kapının arkasından, “Söyle,” dedi biri, sesi sert ve tanıdıktı.
“Ateş-buz buraya düştü mü?” diye sordu Kartal inanılmaz baygın bir sesle.
Kapı yavaşça aralandığında karşımda Karanfil’i bulacağımı biliyordum. Bir an onunla göz göze gelince ne yapacağımı bilemedim. Beni gördüğünde yüzündeki tüm çizgilerin gerildiğini fark ettim. “Beni nereden buldunuz?” dedi ikilemde kalmış bir şekilde.
Kartal geri çekilip çatık kaşlar ve kısık gözlerle, “Sen kimsin amına koyayım?” diye sordu, gerçekten çok iyi rol kesiyordu.
“Uçmuş bu,” dedi Karanfil bana bakarak.
“Ateş-buz,” dedim Kartal’ı taklit ederek. “Var mı yok mu? Yoksa başka yere gidelim.”
Adam birkaç saniye yüzümü izledikten sonra, “Paçayı iyi sıyırdınız geçen sefer,” dedi düz bir sesle. Renk vermedim. “Geçin içeri. Var.”
Ateş-buz diye bahsettikleri şeyin ne olduğunu bile bilmiyordum ama yine de ona uymak zorundaydım. Her zamanki ifadesizlik yüzümün çehresini kıskacı altına alırken, ruhuma tırnaklarını geçiren o his, yine ayaklanma yaşıyordu. İçerisi ağır derecede ot kokuyordu, yani sanırım bu otun kokusuydu. Hemen dar koridorun ortasında, tepeden bir iple aşağı sarkmış ucuz bir ampulün sarı ışığının etrafında sinekler uçuşuyor, aptal bir sinek durmadan aynı noktaya çarparak kafayı buluyordu. Adamın bizi içeri soktuğu odada tek bir kanepe dışında neredeyse hiç eşya yoktu. Ortada beyaz, kontrplaktan yapılma eski bir masa vardı ve masanın üzerinde içine tütün sarıldığını bildiğim beyaz çarşaflardan vardı. Büyük bir kül tablasının içi ağzına kadar sarılıp içilmiş tütünlerle doluydu. Aslında onun tütün olmadığını biliyordum.
Adam kanepeyi işaret ederek, “Sevgilini şuraya oturt, iyi görünmüyor,” dedi uzak bir sesle. “Ne kadarlık alacaksınız? Tavsiyem çok almaması, adam uçmuş.”
Kartal’ın keskin bakışları kısaca yüzüme dokundu, bu sırada sırtı adama dönük olduğundan dolayı adam onun o bakışlarına maruz kalmamıştı. Gözlerinin aynasına düşen ifadeden yakaladığım çok şey vardı; kahverengi sarp kayalıkların arkasından bana elini uzatan o canavarın avucundaki not kâğıdında dikkatli olmam gerektiği yazıyordu.
“Bana da lazım,” dedim yavaşça. “Parası sorun değil.”
“Zenginsiniz orasını anladık,” dedi adam gülerek.
Karanfil denen adamın daha lüks bir yerde yaşam sürmesini beklemiştim ama durum böyle değildi. Belki de burası yalnızca iş gördüğü bir yerdi. “Az önce iyi bir satış yaptım,” dedi kanepenin diğer ucundaki rulo şeklinde sarılıp sarı lastikle tutturulmuş parayı göstererek. “Kısa günün kârı diyordum ama sanırım daha kazanacak param varmış… Birazdan evden çıkmayı düşünüyordum. İyi ki çıkmamışım.”
Kartal, kanepeye resmen yığıldı ve alttan alttan adamı izlemeye başladı. Gözleri bir an kanepenin üstündeki ilaç kutusuna kaydı ve kirpiklerine bulaşan tehdidi görür gibi oldum. Ürpererek bakışlarımı Karanfil lakaplı adama çevirdim. Her soluk alıp verişimde içime batıp çıkan o nefret hissi, bu adama her bakışımda alev alıyordu. Adam masanın altından bir kutu çıkardı, çıkardığı kutuyu masanın üzerine koydu ve kutuyu açtı. Kutunun içinde gördüklerim gözlerimin kocaman açılmasına neden oldu. Tüm zehirlerin özü kutunun içi gibiydi. Karnımda şiddetli bir ağrı hissettim, bakışlarımı kutudan ayırıp adama doğru çevirdim.
Kartal, “Sen hiç denedin mi, birader?” diye sordu pürüzlü bir sesle. “Nasıl? İyi mi?”
Adam parmaklarını büküp dudaklarına götürdü ve parmak uçlarını öptü. “Ne diyorsun be? Lokum lokum!”
“Hadi be!” dedi Kartal gülerek, gözleri hâlâ baygın bakıyordu. Adam güldü, onun da madde etkisinde olduğunu görebiliyordum. “Çek ulan benimkinden, parasını vereceğim. Senin malını sana hediye ediyorum!” dedi Kartal tekrar gülerek.
Adam şaşırdı ama gözlerinin parladığını da gördüm. “Uçmuşsun sen,” dedi kahkaha atarken. “Bak ben daldım mı bırakmam, aslanım.”
“Köpeğin olsun,” dedi Kartal gözlerini kısarak. “Hem gözümle görmüş olurum nasıl hissettirdiğini.” Kartal bana baktı. “Aşkım, sen de dene istersen.”
Aşkım mı? Boğazıma parmak batırıp kusmak istiyordum.
Kartal’ın da gözlerinde yürüyen alayı görünce, “Siz bir başlayın sıra bana da gelir,” dedim sakin bir sesle. Adam sanki bu teklifi bekliyormuş gibi çıkardığı şeyi denerken gözlerimi ona çevirmemeye çalıştım. Birinin kendini nasıl zehirlediğini merak falan etmiyordum. Gözlerimi Kartal’a diktim. Adam her zevkle nefes alışında Kartal’ın bakışları düzleşiyor, gözlerindeki ruh çekiliyordu.
“Birader hadi ama,” dedi adam tıpkı maymuna dönmüş gibi. Adamın elini aniden bileğimde hissettiğimde irkilerek geri çekildim. Her şey o saniyeler içerisinde gerçekleşti. Kartal öyle hızlı ayağa fırladı ki, adam aptal aptal ona baktı. Adamın göğsüne yavaşça dokundu ve adamın kanepeye düşmesini sağladı.
“Hayırdır, birader?” diye sordu Kartal dizini kanepeye yerleştirip adama doğru eğilirken. “Kızıma mı asılıyorsun?”
Adam gülerek ellerini havaya kaldırdı. “Yok oğlum,” dedi, sesi hiç olmadığı kadar bayık geliyordu. “Yengedir o.”
“Değil mi?” diye sordu Kartal, adama cin gibi bakıyordu ama adam maddenin etkisiyle öyle bir gevşemişti ki, hiçbir şeyi idrak edemiyordu. “Bir şey soracağım sana götlek?”
Adam duraksadı.
“İnsanların çocuklarını zehirlerken çok eğleniyor musun?” Kartal kafasını yavaşça sağ omzuna doğru yatırdı. Gözlerinde boşluk büyüyordu, kara bir delik sanki kirpiklerinin diplerinden başlayıp göz altındaki çukurlara dek büyümeye ve önüne gelen her şeyi yutmaya başlamıştı.
Adamın kollarına baktığını gördüğümde, adam ne olduğunu anlamayan gözlerle Kartal’a bakıyordu. Kartal’ın bakışlarını takip ederek adamın kollarına baktım. Kollarında sayısız iğne deliği izleri vardı, yüzümü buruşturdum. Kartal elini yavaşça pantolonunun cebine attı ve cebinden bir şırınga çıkardı, şırınganın içindeki sıvının ağır hareketlerini görebiliyordum.
Tenimden buz gibi bir soğuk geçerken, “Kartal?” diye fısıldadım.
Adam, “Kardeşim ne yapıyorsun?” diye sordu ama gözlerinde korku falan yoktu, uzay boşluğundan çok daha büyük bir boşlukla Kartal’a bakıyordu. Bir kez daha uyuşturucunun ne kadar tehlikeli bir şey olduğunu fark ettim ve ensemden aşağı soğuk terler boşalmaya başladı.
Yemini avucuna zimmetleyen bir adamın aldığı her nefes intikam olurdu. Onun gözlerine baktığımda, intikamın bir adamın ayaklarına geçirdiği zincirleri görüyordum. Korkmadığını biliyordum. O cennetin ihtimallerini çoktan tüketmişti. Cehennemin bile kapısının kendisine kapanacağını bilse dahi istediği şeyden vazgeçmeyecekti. Ölümü, gözlerinin yere düşürdüğü gölgesinden görebiliyordum. Kartal, bir an olsun düşünmedi. Dudaklarım aralandı, kelimelerin kırıkları dudaklarıma battı. Kartal, elindeki şırınganın ucundaki iğneyi adamın boğazına soktu ve bastırdı, sıvı yavaş yavaş adamın boynundan içeri, damarına doğru akmaya başladı.
Adamın önce dudakları aralandı. Dişlerimi sıktım ve gözlerimin önünde uçuşmaya başlayan siyah noktaların hareketlerini izlerken kendimi çığlık atmamak için sıkıca tuttum. Adamın gözleri kaydı, gözlerinin beyazını gördüğüm an karnımda çürük bir sızı büyüdü, omurgamın sancıdığını hissettim. Kartal son damlasına kadar sıvıyı adamın damarına enjekte ettikten sonra geri çekildi ve boşalan şırıngayı cebine soktu.
Bana doğru döndüğünde olduğum yere çakılmış, gözlerimi bile kırpmadan, çok hafif aralıklı dudaklarla doğrudan adama bakıyordum. “Lavin,” dedi düz bir sesle.
Ona bakmadım.
“Üst kata çık, beni koridorun sonunda bekle,” dedi sanki burayla ilgili her detayı biliyormuş gibi.
“Ona ne oluyor?” diye bir soru döküldü dudaklarımdan. Ne yapacağımı bilmiyordum, ne düşüneceğimi bilmiyordum. Zihnimin ortasında bir bina yıkılmıştı ve binanın içinde yaşayan ne kadar düşünce varsa, kimisi kendini açık camdan aşağı atmış, kimisi çöken binanın altında kalmıştı.
Sanki Kartal’ın ellerinde bir kum saati vardı ve akan kum tam yarıya gelmişti ki, elindeki kum saatini yere fırlatıp kırılmasını sağlamıştı. Kırılan saatin içindeki zamanı yaratan kumlar ayaklarımın üstüne serpilirken, öylece ona bakmıştım.
Adam, “Kalbim,” diye fısıldadı acılar içinde. “Kalbim.”
“Var mıydı?” diye sordu Kartal ruhsuz bir sesle.
“Ona ne yaptın?” diye sorduğumda, Kartal artık sadece gözlerimin içine bakıyordu. “Allah kahretsin! Ona ne yaptın?”
“Ölüyor!” dedi aniden, şok içinde ona baktığımda, “Sana hemen yukarı çık dedim!” diye bağırdı.
“Nasıl?” Dehşet içinde ona bakarken anlamak istemiyordum. “Bunu yapamazsın!”
“Onlar yaptı!”
“Ne?”
“Kardelen’i onun gibiler öldürdü!” diye bağırdığında, adamın iniltilerini duymazdan geldim.
Cehennem başıma yıkılmış, tüm şeytanlar saçlarımı asılmaya başlamıştı. Kalbim öyle büyük bir hızla karardı ki, tepki bile veremedim. Tutulan bir ay gibi karardım, güneşe sırtımı döndüm. Adamın gözleri bir kez daha döndü, beyazı ortaya çıktı. Adama sırtımı döndüm ve koridora doğru koşmaya başladım.
Koridorun sağ tarafında yukarı tırmanan tuğladan merdivenleri gördüğümde Kartal’ın buradan bahsettiğini anlamıştım. Kalbim avuçlarımdaymış gibi avuçlarımı sıkı bir yumruk yaptım. Sanki avuçlarımda çok değerli bir şey tutuyordum, düşürürsem hayatım kayacakmış gibi hissediyordum. Soluk soluğa kalmış hâlde üst kata çıktım, kıpkırmızı bir ışığın aydınlattığı başka bir koridora çıktığımda kan ter içinde kalmıştım. Adımlarım yavaşladı, bakışlarım çevremde dolanmaya başladı. Cebimdeki sigara paketini neredeyse düşmek üzereydi, bunu evden çıkmadan önce cebime sıkıştırmış olduğumu hatırladım.
Gökyüzünü bağrında taşıyan kızın ruhunun ilk kurbanı, alt katta can vermek üzereydi.
Üşüdüğümü hissettim.
Aynı anda yandığımı hissettim.
Koridorun sonundaki kızıl ışığın köreldiği yerde cızırdayan bir görüntü adımlarımın havada asılı kalmasına neden olurken, kafamı kaldırdım ve bakışlarımı o cızırdayarak ışık saçan görüntüye sabitledim. Kardelen. Oradaydı. Ama değildi. Görüntüsü kesik kesikti. Bembeyaz elbisesi dizinin üzerindeydi, ayakları çıplaktı. Tıpkı ölmek üzere olan birisinin nabzı gibi bir zayıflıyor, bir tamamen sönüyor, bir yandan da yanmaya çalışıyordu.
Cızırdayan görüntüye doğru bir adım atarken, “Kardelen?” diye fısıldadım.
Bir elini yavaşça diğer koluna götürdü ve avuçlarken görüntü tamamen kayboldu, ardından görüntü bir kez daha cızırdadı. Bu yalnızca zihnimin bana oynadığı bir oyundu, biliyordum ama yine de ondan kopmak istemiyordum. “Canım Bal.” Ses o kadar tuhaftı ki, kuyunun dibinde çığlık atıyordu sanki. “Canım Bal.”
Gözlerim yanmaya başladığında, “Kardelen,” diye fısıldadım ve ona doğru bir adım daha attım.
“Yanında ol.”
Durdum. Görüntü cızırdadı, tekrar kayboldu, nabız gibi yavaşça söndü. “Canım Bal.”
Her şey söndüğünde, Kardelen orada değildi.
Her şey birbirine girdiğinde ne zaman bu duvar dibine geldiğimi bilmiyordum. Parmak uçlarımda yanan sigarayı ne zaman yakmıştım, bunu da bilmiyordum. Ruhum kenarda can çekişiyordu da onu izliyordum sanki.
Onu düşündüm.
Aslında onun da pençeye benzeyen gözlerinin attığı bir yardım çığlığı vardı.
Sırtımı soğuk duvara yasladım. Koridorun başında belirdiğinde gözlerimiz birbirine kilitlendi. Üstündeki tişörtü çok terlediği için çıkarmıştı. Göğsüne serpiştirilen benlerin görüntüsü bir an için bana uzayda asılı duran gezegenler ve yıldızları anımsatsa da şu an düşünmem gerekenlerin çok daha farklı şeyler olduğunu biliyordum.
Birini öldürmüştü.
Ama elinde öldürdüğü kişinin kanı yoktu.
Pantolonunun arka cebinden sigara paketini çıkardı ve bir dal sigarayı dudaklarının ucuyla paketin içinden çıkarıp, paketi arka cebine geri koydu. Koridorun tavanında yanan kızıl renkli ışığın tenine çizdiği gölgeleri seyrederken midem bulanıyordu. Sigaranın ucunu çakmaktan fırlayan ateşle tutuşturduktan sonra zehri ciğeriyle buluşturdu.
Sigarayı içtiği sırada her nefeste içeri doğru çöken yanakları bana bir mezarın içini hatırlatmıştı. Attığı her adımda gözlerinin içine çökmüş çaresizliğe rağmen bedenini ele geçiren o nefretin zeminde yarattığı sarsıntıyı ruhumda hissediyordum. Bir bacağımı diz kapağımdan itibaren kırarak ayağımı duvara yerleştirdim ve parmaklarımın arasında duran sigarayı dudaklarımla birleştirdim. Sigara dudaklarıma dokunmadan hemen önce uzayan ölü külü yere düşmüştü. Kartal elinin tersiyle burnunu kaşıdı ve ağır adımlarla bana doğru yürümeye devam etti.
“Nasıl hissediyorsun?” diye sorduğumda sigaranın dumanı önce dudaklarımın boşluğundan, ardından da burun deliklerimden dışarı döküldü. O nasıl hissediyordu bilmiyordum ama ben şu an hissedemiyordum.
Başını sağ omzunun üstüne doğru yatırıp tek kaşını kaldırırken oldukça soğukkanlı görünüyordu. “Ne?”
“Az önce ilk cinayetini işledin. Nasıl hissediyorsun?”
Solmuş bir güneşe benzeyen kahverengi gözleri, birkaç saniye boyunca gözlerimin içinde esir kaldı.
“İlk cinayetim olduğunu kim söyledi?” diye sordu, sesi buzun soğuk yüzeyi gibiydi. Bir an donup kaldım, Kartal’ın gözlerinde yavaşça yumuşayan o ifadeyle birlikte kaşlarım çatıldı. “Evet,” dedi tekrar konuştuğunda. “İlk cinayetimdi.”
“Buradan bir an önce çıkmak istiyorum.”
“Neden? Yakalanmaktan mı korkuyorsun?”
“Bir şeylerden korkuyor olsaydım şu an burada olmazdım, Doktor.”
Bana biraz daha yaklaştığında farkında olmadan sırtımı duvara yasladım. Gözlerinin kahverengi dehlizlerine saklanan canavarların büyük ellerinde Kartal’ın parmaklarını ıslatmayan kan vardı. Altın kahve gözlerini bal rengi gözlerime sabitleyip yüzünü yüzüme biraz daha yakın bir noktaya taşıdı. Sigarayı tutan elinin avucunu açtı ve sırtımı yasladığım duvara koydu.
“Bak gördün mü, Ölüm Çiçeği?” dediğinde nefesi tenimi yaktı. “Yolun sonuna varana dek canlı göreceğimiz tek yüz, birbirimizin yüzü olacak. Bizim yolumuzda cesetler var.”
“Bana birini öldüreceğinden söz etmemiştin.”
“Sana birini öldürmeyeceğimden de söz etmemiştim.” Biraz daha eğildi. “Ve bu ölen ilk kişi olmayacak.”
“Sen bir doktorsun,” diye fısıldadım.
Dudağının kenarı şeytani bir kıvrımla yukarı doğru kalkarken gözlerindeki yaralı Azrail’i gördüm.
“Ben kız kardeşi öldürülmüş bir doktorum.”
Parmaklarının arasında yanan sigaranın ucundaki ateşi göğsüme bastırıp, ateşi bağrımda söndürerek kalbimi küllük olarak kullansaydı, bu kadar büyük bir acı duymazdım.
“Her uyuşturucu tüccarını öldüremezsin,” dediğim sırada sesim bile acı çekiyordu.
“Evet,” diye kabullendi. “Onlar da her adamın kız kardeşini öldüremez zaten.”
Cevap veremedim. Sadece gözlerinin içine baktım. Sigarasının ucunda yanan ateşin öldürdüğü tütünün cesedi omzuma döküldüğünde gözlerimi yavaşça kapattım. “Hâlâ benimle misin, Bal?” diye sordu hiç beklemediğim bir anda. Dişlerimi sıkarken gözlerimi açmadım, başımı yavaşça olumlu anlamda salladım.
“Seninleyim, Alyeska.”
Gözlerimi açıp ona baktım. Bana bakıyordu ama bakışlarında hiçbir şey göremiyordum. Buradaydı ama burada değildi. Geri çekilip sigarasından bir nefes daha aldı ve izmariti yere atıp botunun tabanıyla izmaritin hâlâ kalbi atan cesedini çiğnedi.
“Gidelim.” Bana sırtını döndüğünde onun çıplak sırtına baktım. Sırtında da tıpkı göğsünde olduğu gibi onlarca ben vardı. İrili ufaklı, tıpkı gezegenlerin ve yıldızların sıralanışını anımsatan benleri kalbimi ağrıtıyordu. Parmaklarımın arasında duran sigarayı yere atıp arkasından yürümeye başladım. Birkaç saniye ortadan kayboldu, döndüğünde elinde çıkardığı kazak vardı ama üzerine giymemişti. Binanın yangın merdivenlerini kullanarak aşağı indik. Sokak oldukça karanlıktı; sokak lambası yanmıyordu, hemen en uzakta yanan sokak lambasının ışığı da bizim olduğumuz bölgeye biraz olsun dokunmuyordu.
“Üşüyor musun?” diye sordum.
“Üşüsem kazağı giyerdim.”
Motosiklete bindikten sonra kazağı bir top yapıp bana doğru fırlattı. “Yakala.”
Kazak önce göğsüme doğru çarptı ama yakalamayı başardım. Ona soru işaretlerinin mezar taşları gibi dikili durduğu gözlerimi diktiğimde, “Giy üzerine,” dedi hiç düşünmeden. “Motorun üstünde donarsın.”
“Senin giymen daha mantıklı,” dedim kaşlarımı çatarak. “Çıplak olan ben değilim.”
Yeni bir ceset, hikâyemizin tam ortasında asılı durmuyormuş gibi soğukkanlı bir şekilde konuşuyor olmamız kanımı donduruyordu.
Bir sigarayı daha dudaklarının arasına yerleştirmeden hemen önce, “Hâlâ yeterince çıplak sayılmam,” dedi alayla. Sanki yaşanan durumdan bu şekilde uzaklaşıyordu.
Belki yaşadığım şoktan, belki bu gecenin içime ektiği korkudan sessiz kalmayı seçmiştim. Kazağı giyip eteğini aşağı çekiştirdikten sonra motosiklete doğru yürüdüm ve arkasına binip ellerimi ince belinin kenarlarına yerleşirdim. Bir an gerildiğini hissettim ama hareket etmek yerine motosikletin kenarındaki aynadan bana baktı. Ona kaşlarımı çatarak karşılık verdim. “Gidebilir miyiz artık?”
“Sen soru eklerini de mi öğrendin?”
Sorusuna cevap alamadı çünkü hâlâ olayın şokunu atlatabilmiş değildim, soğukkanlı görünsem de kafamın içinde kaos hüküm sürüyordu. Motosikleti çalıştırdı ve dudaklarının arasında küçülmeye başlayan sigarayı kenara fırlattı.
Teni buz gibiydi, parmaklarımda sert derisini hissediyordum. Motosiklet yavaşça ilerledi ve hemen ardından biraz hızlandı. Spor ayakkabıların içindeki ayaklarımı sıktım, parmaklarım endişeyle kıvrıldı. Teni çok soğuktu. Diri ve sertti. Düşüncelerimi durdurmaya çalıştım. Tenini düşünmeye çalıştım. Birini öldürdüğünü değil. Arkamızda bir ceset bırakmış olmamızı değil. Aksi hâlde kafayı yiyebilirdim, kenara çekmesi için yalvarıp dizlerimin üzerinde ağlayarak kusabilirdim, aciz biri gibi titreyip korkularımı haykırabilirdim ama hiçbirini yapmadım.
Birini öldürmüştü. Öldürdüğü kişiyi bulduklarında ne olacaktı? Kafamın içi soru işaretleriyle doluydu. Oraya son giren ikimizdik. Bizden şüphe etmezler miydi? Her şeyi düşünmüş olması gerekirdi ama yine de kalbimde bir endişe büyümüştü. Her şeyi bitirmeden kodesi boylamak istemiyordum. Daha alınması gereken bir intikam vardı. Gerçek suçluyu bulmadan bunu bitiremezdik. Hissettiğim vicdan azabı değildi, hissettiğim korkuydu ve bu korkunun tek sebebi içimde bıçak gibi gezinen intikamı alamayacak olma ihtimalimdendi.
Motor gitgide hızlanırken, hızın daima sırtıma geçirdiği korku kamçısıyla farkında olmadan tırnaklarımı Kartal’ın belinin kenarlarına geçirdim ve bedenimi tamamen onun çıplak sırtına yapıştırdım. Yanık izinin olduğu yere temas ettiğimi hissettim. Kartal, tırnaklarımı derisinde hissettiği an tuhaf bir ses çıkarıp direksiyon hâkimiyetini bir an kaybeder gibi oldu. Korkuyla, “Yavaşla!” diye çığlık attım. Bomboş sokakta motorun hırıltısı ve çığlığım yankı uyandırdı.
“Sikeyim, o zaman tırnaklarını o şekilde saplama!” diye bağırdı hafifçe arkaya bakmaya çalışarak. “Sabrımı mı sınamaya çalışıyorsun?”
“Ne?” diye bağırdım.
“Tırnaklarını saplama diyorum, geri zekâlı!”
“Sensin geri zekâlı!”
“Lan hâlâ saplıyorsun!”
Cadde, saatin de getirisi olan bir ıssızlığa bulanmıştı. Kayalıklara yakın bir yerde motosikleti durdurdu. Motosikletin üstünden inerken bir an eğilip kusacağımı sandım ama kendimi toparladım. Dağılan saçlarımı parmaklarımla düzeltirken Kartal hemen arkamdaydı. Dalgaların kayalıklara çarparken çıkardığı sesi dinlerken, “Sana bir şey soracağım,” dedim kendimi toparlayarak.
“Sor.”
“O adamı bulduklarında ne olacak?” diye sordum kollarımı göğsümün üstünde toplayıp kayalıklardan birinin üzerine tırmanırken.
“Hiçbir şey.”
Omzumun üstünden ona baktığımda, onun da kayalığın üzerine çıktığını gördüm. “Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?”
“Çünkü eminim.”
Sanki biri ölmemiş gibi rahatça tartışabiliyorduk, bu akılalmazdı. Acı insanı her şeye çevirebilir miydi? Bir canavara? Caniye? Gecenin içinde iki canavar ilerliyordu, biri bendim, biri oydu.
“Nasıl?”
“Ben işimi şansa bırakmam. Hakkında araştırma yapmadığım birini öldürecek kadar yeni yetme birine mi benziyorum?”
Birini öldürmek… Ne kadar kolay dile getirebiliyordu. Gerçek şu ki ondan pek de farkım yoktu. Bu durumu sanki ölümün içine doğmuşum gibi doğal karşıladığımı fark ettiğimde aslında kendimden de korkmuştum.
“Hakkında araştırma yapmış olman onu öldürdüğün gerçeğini değiştirmez. Oraya son giren kişi biziz ve adam öldü.”
“Adamda kalp yetmezliği vardı.” Gözlerini yüzüme dikerek kurduğu cümle karşısında gözlerim irileşti. “Digoksin içeren ilaçlar kullanıyordu zaten. Hatta haplar onu kesmediği için ilacı doğrudan iğne yoluyla da aldığı oluyordu. Böylece ilaç çok daha çabuk etki ediyordu. Kollarındaki izleri görmedin mi?”
Durdum. Ona inanamayan gözlerle baktığımda konuşmaya devam etti.
“Aynı zamanda adamın uyuşturucu kullanıcısı olduğu da biliniyor. Dosyaları var emniyette. Bazı kalp ilaçları uyuşturucuyla birlikte alındığında, ölümü engellemek neredeyse imkânsızdır.”
Aklıma Kartal’ın işini halletmeden hemen önce adama uyuşturucu verdiği gelince kanımın buz kristalleriyle dolduğunu hissettim.
“Ona uyuşturucu verdikten sonra damarına enjekte ettiğin sıvıda da o zehir vardı,” dedim taşları yerine oturtarak.
“O bir zehir değil ama evet,” dedi hiç düşünmeden. “Böylelikle kimsenin içinde küçücük bir şüphe bile kalmayacaktı.”
“Ama iğneyi boğazına sapladın.”
“O iğnenin açtığı delik yalnızca birkaç saniye içinde kapanıyor,” dediğinde ona bakakaldım. “Ne var? Ben bir doktorum. Ayrıca iz falan da bırakmaz. Özel bir iğne o. Tek yapman gereken şırıngayı doldurup, iğneyi ucuna takmak.”
“Yine de o evde bizle ilgili bir şeyler mutlaka bulabilirler,” dedim onun zekâsı karşısında şoka uğrarken.
“Orası bir torbacının evi, Lavin,” dedi Kartal dümdüz bir sesle. “Senin benim gibi binlercesi girip çıkıyor o eve. Parmak izi işine falan başlasalar, şüpheli diye alınacak en az beş bin insan çıkar.”
Her şeyi önüme alıp düşündüğümde Kartal’ın haksız olması imkânsızdı. Kayalardan birine oturup, “Tüm bunları önceden mi planlamıştın? Yani o adam cebime o şeyleri koymasaydı da bu sonu yaşayacak mıydı?” diye sordum. Kayalıkların kenarına sıkışmış küçük taş parçalarını alıp denize fırlatmaya başladığım saniyelerde sorduğum soru hakkında düşünüyor gibi bir hâli vardı.
“Bir şeyleri planlayacak kadar vaktim var mıydı sence?” diye sordu buz kırağı bir sesle. Keşke sormasaydım, diye iç geçirirken, Kartal’ın telefonu çalmaya başladı. Birkaç saniye telefonunun ekranına bile bakmadı ama sonunda telefonu açıp kulağına götürdü. “Evet?” dedi sorar gibi.
Arkadan gelenin bir kadın sesi olduğunu anladım ama tepki vermedim. Bomboş gözlerle denizi izlemeyi sürdürdüm ama bakışlarım bazen farkında olmadan Kartal’a kayıyordu.
“Güzel bir teklif ama gelemem,” dedi Kartal soğuk bir sesle. “Ayrıca gecenin bu saatinde rahatsız edilmekten hiç hoşlanmam ben, İrem.”
Bir an kanımın tersine akmaya başladığını hissettim.
“Evet, Lavin ile birlikte dışarıdayız.” Kafamı kaldırıp ona baktım, o da bana bakıyordu. “Sana selamı var,” dedi bakarak.
Gözlerimi devirdim. Kartal, “İyi geceler,” diyerek telefonu kapatıp arka cebine koydu.
“Seni bu saatte arayacak kıvama geldiğine göre, amacına çoktan ulaşmışsın demektir.”
“Cazibeme dayanamıyor, haksız da sayılmaz.”
“Seni çağırmadı mı?” diye sorarken ben ona bakmıyordum ama onun gözlerinin bende olduğunu hissedebiliyordum. “Gitseydin.”
“Ne diye gidecekmişim?”
“Çağırıyor sonuçta, davete icabet etmek gerekmez mi?”
“Sen beni çağıran tek kadın o mu sanıyorsun?” diye sorduğunda kafamı kaldırıp ona boş bir bakış attım. Az önce birinin ölümüne neden olmuş birine göre oldukça alaycı ve rahat görünüyordu.
“Senin kadınlarla olan ilişkilerin benim biraz bile umurumda değil,” dedim oturduğum yerden kalkarken. Üzerimdeki kazağı çıkarıp ona uzattım. “Al kazağını. Burası buz gibi, giymezsen hasta olursun ve hasta olursan sana bakmam haberin olsun.”
Önce uzattığım kazağa, sonra da gözlerimin içine bakıp, “Bakmaz mısın?” diye sordu.
“Bakmam.”
“Doğru,” diyerek elimdeki kazağı aldı. “Benim hastalığımı Kardelen’den başkası çekmezdi.”
Kalbimin etrafını saran o zincirin sıkılaştığını hissettim.
Kartal kazağı üzerine geçirirken bana bakmadı. “Gün neredeyse ağardı,” dedi sırtını bana dönerek kayalıklardan inerken. “Eve uğrayalım, oradan da akademiye geçeriz.”
Yine uyumayacaktı. Hoş, sanırım birinin canını aldıktan sonra uyumak çok da kolay olmazdı. Bir ölüm meleği, bir can aldıktan sonra uyuyabiliyor muydu acaba? Cevap vermedim, bir şeyler söylemektense gözlerimi boşluktan ayırıp onun arkasından gittim.
Sanki parmak uçlarımda kanserler vardı ve dokunduğum her bedene ölümü emanet ediyordum.
Eve döndüğümüzde Kartal içki şişesini aldı ve odasına geçti. Vicdan azabı yalnız kaldığım anda kapımı çalar sandım ama kalbimi nasıl susturduysam, ne vicdan azabı ne de kavurucu ve pişmanlık akıtan başka bir duygu hissetmedim.
Hissettiğim tek bir duygu vardı, kahır duygusuydu ve bu duyguyu bir ölü için değil, Kartal için hissediyordum. Kayalıkların orada kurduğu o cümle kara bir gölge olmuş, benimle ilerliyor, üzerime uzanıyor, beni altına alıp boğuyordu sanki. Duş aldığım süre boyunca bu cümleyi düşünmeye devam ettim. Başımdan aşağı akan su değildi de onun kelimeleriydi ve o kelimeler zihnime bıçak gibi saplanıyordu. Bir şort ve askılı tişört giyip ıslak saçlarımı kurutmadan topuz yaptım. Göğsümdeki ağırlığın sebebini durmadan sorguladım, bunu cinayete yormayı denedim ama yapamadım, intikam ateşi cehennemden bile gaddar yanıyor olmalıydı içimde. O hâlde göğsümdeki ağırlığın sebebi neydi?
Sonunda bu ağırlıkla başa çıkamayacağımı anladım ve hızla onun odasının önüne gittim. Kapısı aralık duruyordu, içerideki ayaklı lamba yanıyordu ve lambanın ışığı kapının aralığından dışarı sızarak koridora uzanan kızıl sütunlar çiziyordu. Odanın kapısından içeri kafamı uzattım. Kartal yatağın başlığına sırtını yaslamıştı, bir bacağı yatağın üzerinde, diğer bacağı dizinden kırık şekilde yerde duruyordu. Beni fark edince gözleri kapıya çevrildi. Elindeki içki şişesinin dibine ulaşmış olmalıydı. Üstündeki kazağı çıkarmıştı ama kotu hâlâ altındaydı.
“Gireyim mi?” diye fısıldadım.
“Girdin zaten.”
Pişmanlık mı duyuyordu? Onun açısından zor olsa gerekti. O iğneyi adamın boynuna batıran ben değildim, Kartal’dı, kader sayfasının üzerine bir başkasının kanını sıçratmıştı. Eminim içinde bir yerlerde bu durum ona işkence ediyordu. Her ne kadar güçlü gibi görünse de onun gözlerini çınlatan yardım çığlıkları belimi büküyordu. Kapıyı üzerimize kapattıktan sonra ona doğru yürüdüm. Kafasını kaldırıp bana baktı, elindeki şişeyi alırken gözlerini kıstı ama karşı çıkmadı. Şişenin dibinde kalan içkiyi tek yudumda içtikten sonra boş şişeyi komodinin üzerine koydum. Yıldız gibi parlayan gözleri hâlâ yüzümdeydi.
“Yana kay,” dedim hiç beklemediği bir anda.
Bir an duraksadığını gördüm, gözlerimin içine öylece bakakaldı. Yavaşça yana kayarken o bakışlar bende kalmaya devam etti. Yatağa çıkıp bana yarattığı boşluğa yerleştikten sonra içgüdüsel olarak ona doğru sokuldum.
“Senin yatağın küçük,” diye fısıldadım, ona biraz daha sokularak çıplak beline kollarımı sararken. Bu hareketi beklemediğini, bedeninin aniden taş kesilmesinden anlayabilmiştim. Başımı göğsüne yaslarken tüm zincirlerimi bir şafak vaktinde çözdüğümün farkındaydım. Gün tamamen turuncuya boyandığında eminim bunun utancını da hissedecektim ama Kardelen’in o cızırtılı görüntüsü sanki kapının önünde yine belirmiş, iri, kız çocuğu kahverengisi gözlerini üzerimize sabitlemişti.
Kartal’ın aniden beni saran kollarının bana verdiği his bambaşkaydı. Bu hisse alışmaktan korktum.
“Çekerim,” diye fısıldadım, parmak uçlarımdan damlayan kanserlere aldırmadan parmaklarımı onun çıplak koluna bastırarak.
“Ne?”
“Hasta olursan, seni çekerim.”
Duraksadı, bir cevap vermedi, belki de veremedi.
“Bakarım da,” diye mırıldandım uyku tenimi uyuştururken.
“Evet,” dedi yavaşça.
“Yanındayım,” derken gözlerim tamamen kapanmıştı.
Kartal, derin bir nefes aldı.
“Yanımdasın, Bal.”
Uzayı delen kahkahanın sahibinin göğsünde bir yıldız yanıyor, küçük bir kız çocuğunun dileği gerçekleşiyordu.