🎧: Kıraç, Gecenin Kemanı
Sırtım Gurur’un göğsüne yaslı, bir ömür böyle gülümseyebilirmişim gibi hissediyordum.
Askerlerden biri elinde davulla içeri girince dudaklarım aralandı ama elimde olmadan tekrar gülümsedim. Muşta, elindeki davula vura vura toplantı odasına giren askere dik dik baktı ama tek kelime etmedi. Askerler Yener’in etrafını sardığında Gurur yavaşça arkamdan çekilerek, “Ben sözümü her daim tutarım, Dağ Gelinciği,” diye fısıldadı ve Yener’e doğru ilerledi.
O kadar çok eğlendiler ki artık Eylül bile gülümsüyor, onlarla eğleniyordu.
Yener, neredeyse hiç tepki veremiyor, sadece şaşkın şaşkın etrafındaki eğlenceye katılmaya çalışıyor ama katılamıyordu; herhalde bir şeyler kafasında hâlâ oturamamıştı.
Gecenin ilerleyen saatlerinde Dide, Muşta’nın göğsünde uyuyakalınca Muşta onu tesisteki odasına götürdü. Yener, koridora çıkmış, cam duvardan dışarıyı, dağı izlemeye başlamıştı. Gurur elimi sıkıca kavrayarak beni Yener’e doğru yürütmeye başladı. Yener, cama düşen yansımamızı gördü ama hareketsizdi, hâlâ kafası karman çorman olmalıydı.
Gurur, “Hayırlı olsun,” dediğinde, Yener birkaç saniye sustu, ardından, “Gurur,” dedi kaşlarını çatarak. “Muşta kendini yakmadı, değil mi?”
“Kalıcısın,” dedi Gurur bunun olmadığını belirtircesine. “Ama bu seçim, senin seçimin, Yener. Bunu unutma kardeşim. Bu sorumluluk sana ait.”
Yener, başını salladı ve bize doğru döndü. “Evet, bana ait ama bu nasıl oldu? Taramalardan nasıl geçeceğim? Rutin kontroller? Bu nereden bakarsan bak… Kuralların çok dışında.”
“Sen şimdi bunları düşünme,” dedi Gurur. “Sevinmiyor musun lan? Mutlu hissetmiyor musun?”
Yener, “Bir boklar yediğinizi bildiğimden nasıl hissetmem gerektiğini bilmiyorum,” dedi katı bir sesle. “Bir yanım bunun yanlış olduğunu, kaderimi kabul edip defolup gitmem gerektiğini söylüyor ama diğer yanım çok bencil, o kadar bencil ki.” Derin bir nefes alıp camdan dışarıya baktı. “Burada kalacak kadar bencil.”
“Kendini toparlayana kadar tesisteki işleri hallet, görevlere uzun bir süre ara vereceksin ve operasyonlara katılmaman bu süreçte senin lehine olacak,” dedi Gurur, Yener başını önüne eğdiğinde mutluluğun göğsümün içinde parçalara bölünüp kaybolduğunu hissettim. Gurur, elini Yener’in omzuna koydu ve “Bir süreliğine,” diye ekledi. “Hiç değilse iyileşene kadar.”
“Gurur, bu iyileşecek bir şey değil. Sonsuza kadar ayak işlerini mi yapacağım?” diye sordu Yener tedirgin bir sesle.
“Bundan sonrasını düşünmek için zaman var. Önce yaran iyileşsin, sen bir toparlan,” dedi Gurur sertçe. “Daha fazla salma artık kendini. Yaşananlar senin suçun değildi, belki söylediğin gibi benim de değildi ama sorumluluğu hepimiz üstlendik. Bu altına girdiğimiz sorumluluğun karşılığı olarak artık kendini toparlaman gerek, Yener. O motosikletle çıkıp geldiğinde Muşta’yı ne hâle getirdiğini bilmiyorsun.” Yener’in kaşları çatıldı. “Askerliğin dışında hiçbir şeyi umursamadığını biliyorum ama biz seni umursuyoruz, birader. Bu tim seni umursuyor. Sen de artık kendini umursamaya başla. O çukura geri dönemezsin.”
Gurur’un elini daha sıkı kavradım. Cümlelerini biraz daha törpülemesi gerekmez miydi? Aralarına girmemem gerektiğini bildiğimden sustum ama daha acı sözler etmemesini istedim.
“O çukura geri dönmemeyi en çok isteyen bendim Gurur ama günün sonunda en başından beri o çukurun içinde debelendiğimi fark ettim,” dedi Yener, kaşları çatıktı, yüzünde kendini suçlayan bir ifade dolaşıyordu. “Sen çukurdan çıktığını sansan bile eğer çukur senin içindeyse, gittiğin her yere onu da götürüyorsun.”
“Orada yanlışın var, biraderim,” dedi Gurur. “Sen o çukurdan çıktın. Üzerinden akan çamur son damlasını da yere düşürene kadar seni takip edecek ama sonunda duracak. Fakat şimdi o çukura geri dönersen yeniden başa dönmüş sayılacaksın. Yeniden o çamuru etrafına sıçratarak aynı yolları yürüyeceksin ve sırf çamurlar yere damlıyor diye kendini çukur sanmaya devam edeceksin. Bu döngüden çık artık. Yeni bir şansın var. Biliyorum, işler iyi gitmedi, boka battın ama yeniden bir şansın var. Hiç olmamasındansa zor olsun birader, güç olsun ama olsun.”
“Kendini toparla, Yener,” dedim, “bu bir daha elde edemeyeceğin bir fırsat.”
Gözlerimin içine bakıp, “Fırsatları tepmekle ünlü biriyim,” dedi, ardından eli birden alnına gitti ve “Sikeyim ya,” diyerek homurdandı.
“Ne oldu?” diye sordu Gurur.
“Kafam kadar bok yedim,” dedi Yener, ardından bakışlarını dağa çevirdi. “Birini fena hâlde kırmış olabilirim.”
“Bence ne şekilde kırdığına bağlı olarak, durumunu göz önünde bulundurup seni anlamıştır,” dediğimde cevap vermedi, sessizce dağı izlemeye devam etti. Gurur göz ucuyla bana baktı, gözlerimi yavaşça kırpıp açarak durumun düzelebilecek düzeyde olduğunu ona belli etmeye çalıştım.
“Girdap,” dedi Devran hemen arkamızdan, bir an afallasam da sesin geldiği yöne çevirdim bakışlarımı. “Girdap tesise giriş yaptı ama yanında biriyle.”
Devran ne diyeceğini bilemiyormuş gibi sustuğunda, Gurur elimi bırakmadan, “Bir problem mi var?” diye sordu çatık kaşlarla.
“Bunun ne olduğuyla ilgili bir fikrim yok, Gurur,” dedi Devran, “sadece görmelisiniz.”
Endişeyle Gurur’a baktım ama o bana değil, Devran’a bakıyordu. “Gidelim,” dedi Gurur elimi sıkıca kavrayarak. Yener de arkamızdan yürüdü ve birdenbire ortamdaki gerginliğin ikiye katlandığını hissettim.
Üçüncü koridor boştu, sağa saptığında ise beyaz floresanlar göz alarak yanıp duvarları aydınlatıyordu. Tam sola döndüğümüzde Devran duraksadı, Gurur da duraksadı ve bakışlarımı ileriye çevirdim ama Devran’ın büyük cüssesinden bir şey göremedim.
Ardından küçük bir adım atan Devran, önümüzün açılmasını sağladı. Girdap birinin elini tutuyor, tam karşımızda durmuş bize bakıyordu. Gözlerim önce birleşen ellerine dokundu, ardından yavaşça Girdap’ın yüzüne doğru kaydı. Gözlerinin beyazı kıpkırmızıydı, yüzü kireç rengindeydi ama burnu da gözleri gibi kızıl görünüyordu. Bakışlarım Girdap’ın omzunun altında duran kadına çevrildiğinde kalp atışlarım yavaşladı. Tanıdık bir yüz, utangaç gözlerini bize çevirmiş, Girdap’ın elini sıkıca kavramış bize bakıyordu.
Bu genç kadını tanıyordum. Bu kızı hastanenin bahçesinde görmüştüm. Anılar gürültüyle kafamın içine devrildi, görüntüler istemediğim kadar büyük bir hızla zihnimden gözlerime aktı. Gurur’un elini sıktığımı son anda fark ettim.
Devran, sorarcasına, “Girdap?” dediğinde, Girdap bakışlarını Devran’a çevirip, “Bir emanetim vardı,” dedi hiç düşünmeden. “Aldım da geldim.”
Yener, “Mehtap,” dediği anda sırtımdan bir kurşun girmiş gibi hissettim. Kızın gözlerine daha dikkatli baktım. Işıkların altında gözleri yeşil rengine dönmüş, teni ağladığı için olsa gerek kızıla boyanmıştı.
Düşük yapan oydu, eşinden şiddet gören oydu, şimdi karşımdaydı; o gün onun kim olduğunu bilmiyordum ama şimdi onu tanıyordum. Şehrin girdabının yanında duruyor, denize düşmüş bir ay ışığı gibi ürkekçe titriyordu.
Muşta’nın, “Neler oluyor?” diye sormasıyla, gözlerim Mehtap’ın arkasında dikilen Muşta’ya dokundu. Girdap derin bir nefes aldı, Mehtap’ın elini bırakmadan omzunun üzerinden Muşta’ya baktı ve “Biliyorum,” dedi, “senden habersiz birini getirmem yasak ama ben birini değil, kalbimi getirdim, Muşta.”
Mehtap’ın gözlerine bakamadım, nedense bunu kaldıramadım. Yaşadıklarının sadece bir kâğıt parçasına yazılı kısmını biliyordum, fazlası benim zihnimde yer edinmiş bir şey değildi ama yine de her nedense ona bakamadım. Muşta, elini tuttuğu kişinin kim olduğunu anlamış gibi gözlerini Girdap ve Mehtap’ın birleşmiş, birbirinden koptuğu anda kıyameti koparacak gibi sımsıkı kenetlenmiş ellerine indirdi.
“Benimle gelin,” dediğinde o kadar uzun süre susmuştu ki bir ara hiç konuşmayacağını bile düşünmüştüm.
Girdap bakışlarını omzunun üzerinden Mehtap’a çevirerek, “Korkma,” dediğinde Mehtap başını hafifçe aşağı yukarı salladı. “Ben yanındayım, korkmana gerek yok.”
Mehtap gözlerini yere indirdi, bir dolu utanç başından aşağı yağmur olmuştu da yağıyordu sanki. Ona bakarken içimin ezildiğini hissettim. Dönüp Muşta’nın arkasında ilerlemeye başladıklarında Yener, “Nasıl yani?” diye sordu anlamlandıramıyormuş gibi. “Bu kızın burada ne işi var?” Şaşkınlıkla öne doğru bir adım atıp, “Ne zaman geldi?” diye sordu ama tüm bunların cevabı ne bende vardı ne de Gurur’da. Büyük ihtimalle bu cevap Girdap’ın kendisinde bile yoktu.
“Bir gün herkes ait olduğu yere geri dönüyor,” dedi Gurur arkalarından dikkatle bakarken.
“Bu durumdan haberiniz var mıydı?” diye sordu Yener karman çorman bir sesle.
“Hayır, sen ne gördüysen o kadarını gördük, sen ne biliyorsan o kadarını biliyoruz,” dedi Gurur.
Muşta, Girdap ve Mehtap gözden kayboldukları an, koridorun dönemecinde beliren Zafer şaşkınlıkla, “Benim gördüğümü siz de gördünüz mü?” diye sordu şaşkınlığını gizlemeden.
“Bu gece daha fazla şaşırabileceğim bir şey olacağını zannetmiyorum,” dedi Yener. “O kız evli değil mi? Neden burada? Neden Girdap’ın elini tutuyor?” Şaşkına dönmüş hâlde kaşlarını çattı.
“Bilmediğiniz şeyler olabilir,” dedim sessizce, bildiğim şeyi dilimin ucundan dışarı bırakamadım; bunu yapmak benim hakkım değildi.
“O kız Girdap’ı mahvetti,” dedi Zafer kaşlarını çatarak. “Şimdi burada. Girdap’ın elini tutuyor.”
“Neler olduğunu bilmeden yorum yapmayın,” dedi Gurur. “Vardır Girdap’ın bir açıklaması. İllaki vardır bir açıklamaları.” Omzumun üzerinden Gurur’a baktım, Gurur bakışlarıma karşılık vermedi çünkü yüz ifadesi soru işaretlerinden bir uçuruma dönmüştü. “Eylül nerede?”
Dudaklarından dökülen soruyla beraber , “Nihan onu buradaki odasına götürmüştü,” dedim sessizce.
Gurur, “Toplantı salonuna geçelim,” diyerek yürümeye başladığında el ele olduğumuz için onu takip etmek zorunda kaldım.
Toplantı salonunda geçen yirmi dakikanın ardından, içeri Girdap’ın girmesiyle sessizliğin sonuna geldiğimizi fark ettim. Gözlerim Mehtap’ı aradı ama onu göremedim. Girdap, sandalyeyi çekip ters döndürdü ve üzerine oturduktan sonra sandalyenin sırtlık kısmına dirseklerini dayadı. “Ne düşündüğünüzü biliyorum,” dedi, gözleri zemindeydi.
Gurur, ekibin sessizliğinin aksine, “Kız nerede?” diye sordu sakince.
“Beyhan onu kendi odasına götürdü,” dedi, gözlerini zeminden çekmemesi dikkatimi çekmişti.
Yener, “Ne olduğunu anlatacak mısın?” diye sorduğunda, Girdap, “Ne olduğunu ben biliyorum mu sanıyorsun?” diye karşılık verip kafasını kaldırarak Yener’e baktı. “Geldi öylece.”
“Öylece geldi?” Zafer kaşlarını çatıp, “Öylece geldi ve elini tutup onu buraya mı getirdin?” diye sordu sertçe.
Yener, “Senin kalbinle zorun mu var, Girdap?” diye sorduğunda sesi Zafer’in sesine kıyasla daha yumuşaktı ama sinirlendiğini hissedebiliyordum.
Adnan, bir köşede oturmuş, uzun süre susmuştu ve sonunda, “Kalbinin hesabını size verecek değil,” diyerek konuya dahil olmuştu. Ekibin gözleri Adnan’a çevrildi. “Ben aşk nedir bilmiyor olabilirim ama Girdap’ın aşkının ne olduğunu görmüş, o aşkın onu ne hâle getirdiğini onunla deneyimlemiş biriyim. Karşısına geçip böyle sorular soracağınıza durun da nefeslensin adam. Geceler sonra ilk kez nefes alıyor.”
“Bu herif ölüyordu, Adnan,” dedi Yaman kaskatı bir çeneyle, içeride olduğunu buzdan sesi duyulana dek fark etmemiştim bile. “Bu herif bir kadına duyduğu hudutsuz şeyin peşine düşmüştü, ölüyordu. Romantize etmeden önce bunu göz önünde bulundur, olur mu?”
“Sus,” dedi Gurur sertçe. “Çenenizi kapatın.” Elimi daha sıkı kavradı. “Hele konuyla ilgili hiçbir fikri olmayan dalyaraklar hiç konuşmasın. Ne yaşadığını madem bu kadar iyi biliyorsunuz, şimdi ne yaşadığını da fark edip çenenizi kapatın da onu dinleyin.”
Yaman yerinden kalkarken, “Siz aklınızı yitirmişsiniz amına koyayım,” diye homurdandı ve kapıya yöneldi. “Bu kız yarın birdenbire ortadan kaybolursa bana ağlama lan.”
Girdap gözleri zemindeyken, “Gitmeyecek,” diye fısıldadı, Yaman kapının önünde durup omzunun üzerinden Girdap’a baktı. “Gitmeyeceğini söyledi. Söz verdi,” dedi sessizce Girdap. Yaman’ın kaşları çatılsa da dili acı kelimeler dökmedi, sustu, sadece omzunun üzerinden arkadaşına bakmaya devam etti.
Yener, ağır adımlarla Girdap’ın önüne ilerledi, dizinin üzerine çöküp kafasını kaldırarak Girdap’a baktı ve “Nasıl emin olabilirsin bundan?” diye sordu yumuşak tutmaya çalıştığı sesiyle. “Benim amacım senin canını sıkmak değil ama o kız… Evli, Girdap.”
Girdap dişlerini birbirine bastırınca yüzünde çukurlar oluştu. Kaşlarını çatıp gözlerini yumarak bu gerçeği örtbas etmeye çalıştı. Başkalarından değil, kendisinden. Kendisini kandırmayı denedi. Gözlerini açtığında, harelerindeki farkındalık çok acıydı.
“Yalan söylüyorsa bile yalanını tek doğrum yaparım,” dedi Girdap sonunda. Cümlesi öyle ağır geldi ki Yaman bile dişlerini sıkıp kapıya sertçe vurdu ve daha fazla burada kalamayacağını hissetmiş olacak ki odadan çıktı.
Yener, elini Girdap’ın omzuna koyarken, “Girdap’ım,” dedi şefkatle. “Canınla zorun mu var senin biraderim?”
“Yapabileceğim başka hiçbir şey yok,” dedi Girdap. “Onsuz yaşayamam. Bunu benden istemeyin. Giderse yine gelmesini beklerim ama ona gelmişken, git diyemem.”
Yener, gözlerini yumup elini indirerek dizine koydu ve derin bir nefes aldı.
Sessizce, “Sana bir şey söylemedi mi?” diye sorduğumda, Girdap’ın gözleri bana çevrildi.
“Sorular soramadım, korktum,” dedi, daha bu cevabı sindirememişken ben, Girdap sessizce, “Ama kolay şeyler yaşamamış. Biliyorum. Salak demeyin bana. Ben hissederim. Ona bakınca çoğu şeyi göremedim belki, hatta şimdi gördüğümü sandıklarım da koca bir yalan ama… Mehtap eskisi gibi bakmıyor. Gözlerinde ışıltısı yok. Ona bir şey olmuş, Zeliha.” Beni inandırmak ister gibi bakışlarını derinleştirdi. “Mehtap’a bir şeyler olmuş.”
Gurur’un elini yavaşça bırakıp, “Zorlama,” dediğimde Girdap duraksadı. “Bırak o kalbini açsın sana. Madem ona bir şeyler olduğunu düşünüyorsun, şu an yapman gereken sadece onu korumak olmalı. Bırak o sana kalbini açsın. Sen o kalbi zorlama.”
“Yapmam,” dedi Girdap başını hızlıca sallayarak. “Üstüne gitmem, o anlatmadan sormam, o istemezse konuşmam.”
“Bunu göze alabiliyor musun?” diye sordu Ecevit içeri bir adım atarken. Kapıda durmuş olup biteni dinlediğinde gözlerine çöken ifadeleri gördüğümde anladım. “Yeniden gitme ihtimali, gelme ihtimalinden daha yüksek olan birini kabul etmeyi göze alabiliyor musun?”
“Benim göze alamayacağım tek şey ondan vazgeçmek,” dedi Girdap.
Zafer, “Boşanmış mı?” diye sorduğunda Girdap omuz silkip bilmiyorum dercesine başını önüne eğdi. Zafer derin bir nefes alıp oflayarak, “Girdap!” diye homurdandı. “En azından bunu sormak zorundaydın.”
“Bana geldi,” dedi Girdap. “Onu sevse bana gelir miydi?”
“Seni severken de ona gitmemiş miydi?” diye sordu Zafer, birden bu ağır soruyu sorduğu için ona çok öfkelendim ama kendimi Zafer’in yerine koyduğumda, daha farklı bir tutumda bulunur muydum bunu da sorguladım. Ne hâle geldiğini sadece ekip görmüştü, Girdap’ın yaşadığı şeyler çok ağırdı ve tüm bunlar gerçekleşirken ekip buradaydı. “Ben kaç gece uyumadım, gözüm telefonda, tetikte bekledim senden kötü bir haber gelecek korkusuyla, biliyor musun?” diye sordu Zafer. “Kendine bunu yapmana alkış tutmamı bekliyorsan, bekleme.”
Girdap kafasını kaldırıp Zafer’e bakamadı çünkü içten içe Zafer’in kendince çok haklı olduğunu biliyordu.
“Olayları Mehtap’ın ağzından dinlemeden böyle asıp kesme,” derken buldum kendimi, daha sonra o kâğıdı, açılan taksi kapısının ardından bana mahcup bir şekilde gülümseyen yüzünü, hemşirelerin aralarında geçen diyalogları hatırladım.
Zafer, “Seninle değil, Girdap’la konuşuyorum,” dediğinde, Gurur’un saldırgan bakışları Zafer’e yöneldi ama Zafer umursamadı. “O kız sana zarardan fazlası değil ama sen bilirsin kardeşim,” dedi sertçe. “Sen bilirsin.”
Girdap kafasını kaldırıp, “Zararsa bana zarar lan, öleceksem ben ölürüm, sana ne?” diye sordu sertçe. “Karşıma geçmişsin, birini sevmek bir kenara dursun, bir kadına önem vermek nedir bunu bile hiç tatmamışsın, sevdiğim kadını yerip durma lan!” Zafer duraksayarak Girdap’ın gözlerinin içine baktı kaldı. “Uğruna öleceksem ben öleceğim. Kandırıyorsa beni kandırıyor. Ben onu beni kandırıyorsa da kabul ediyorum, oldu mu lan? Oldu mu?”
Zafer sessizce, “Girdap,” dediğinde, “Ne Girdap?” diye sordu Girdap ters bir sesle. “Benim yüreğimi delip geçen acı biliyorum sizi bazı geceler uyutmadı, sağ olun, Allah razı olsun, biliyorum o hakkınızı ödeyemem ama bu kalp benim lan benim! Ben bu kalbi ona karşı ne zaman durdurabildim?”
“Zafer, üzerine varma,” dedi Adnan. “Biz de alkış tutuyor değiliz ama Zeliha haklı, neyi biliyoruz ki?”
Zafer derin bir nefes aldıktan sonra başını salladı, omuzları çökerken, “Ben kıza kötü bir şey demeye çalışmıyorum,” dedi daha hafif bir sesle. “Sen sevmişsin, kalbine basmışsın, bize kabul etmekten başka bir şey düşmez ama senin dostunsam, silah arkadaşınsam, ben senin canını senin düşünmediğin kadar düşünmek zorundayım, Girdap.”
Girdap sustu, büyük bir sessizlik onun suskunluğunun ardından geldi. Dakikalar kayıp giderken Gurur başını aşağı yukarı sallayıp burnundan sert bir nefes verdi. “Neler olduğunu öğren ama varma üzerine, bırak Zeliha’nın da söylediği gibi o açsın sana içini,” dedi Gurur. “Belki de kızın kimseye açamadığı bir derdi vardır.”
Girdap, başını aşağı yukarı salladı ve alnını sandalyenin sırt kısmında duran koluna bastırdı. Gurur başıyla dışarıyı işaret ettikten sonra yeniden elimi kavradı ve birlikte toplanma salonundan çıktık. Diğerleri de arkamızdan çıktı. Zafer burnundan soluyor, Ecevit sessizce açık kapıdan içeri bakıyordu. Adnan ne yapacağını bilemez şekilde Gurur’a sokulup, “Kız hâlâ evliyse bu sorun olabilir,” dedi, “üstelik bir bebeği olmuş olmalı.”
Bildiğim gerçek, bir şarapnel parçası gibi kalbimin içinde hareket edip canımı acıttı.
Gurur, “Bırakın önce Girdap’a anlatsın, sonrası Allah kerim,” dedi. “Ben Zeliha’yı eve bırakacağım. Eylül burada kalsın. Burası ona yaradı, buranın atmosferini hissetmek bir şeyleri kafasında oturtmasını sağlar.”
“Tamam, Eylül bize emanet,” dedi Adnan.
Tesisten çıkıp arabaya ilerlerken gecenin soğuğunun içimde yanmaya başlayan gerçeği söndürmesini umdum ama öyle olmadı. Karanlık aracın ön koltuğuna oturduğumda Gurur, “Tek tek gelin amına koyayım ya,” diye homurdandı. “Bir gelmeye başlıyorsunuz, arka arkaya.” Derin bir nefes alarak motoru çalıştırıp direksiyonu çevirdiğinde gözlerimi omzumun üzerinden ona çevirdim.
“Gurur.”
Arabayı patikaya doğru sürerken, “Söyle güzelim,” dedi.
Ondan bir şey saklamaktan nefret ettiğimi hissederek, “Ben Mehtap’ı daha önce de gördüm,” diye mırıldandım. Dilimin altındaki gerçeği parçalayıp yok edemeyeceksem eğer, Gurur’a bu gerçeği vermek zorundaydım.
Gurur’un durakladığını fark ettim, ardından bakışlarını bana çevirip, “Anlamadım?” diye sordu.
“Onu tanımıyordum ama onunla denk geldim.”
“Ne zaman?”
“Simge’yle birlikte Yener’i görmek için dağ evine gittiğimiz gün,” dediğimde Gurur’un kaşları havaya kalktı. Cümlemin devamını bekliyor gibi derinleşen bakışlarından daha fazla kaçamadım ve “Hastanede,” diye fısıldadım.
Gurur, “Hastane mi?” diye sorarken arabayı yavaşlattı, araba korulukta durduğunda başımı aşağı yukarı sallayarak parmaklarımla oynamaya başladım.
“Bizim indiğimiz taksiye binmeden önce,” dedim, “bir kâğıt düşürdü. Yerdeki kâğıdı aldım ve önemli olabileceğini düşünerek hastaneye teslim ettim. Sonra hemşirelerin kendi aralarında konuştuklarını duydum.”
“Zeliha,” dedi Gurur korkuyla, “öyle ellerine bakıp suç işlemiş gibi durma gözünü seveyim.” Parmaklarını çeneme koyup kafamı kaldırmamı sağladı. “Her ne gördüysen bu senin suçunmuş gibi bakma iki gözüm.”
Gözlerime batan yaşları durdurdum ama içimde kanamaya devam eden bir ânı vardı. “Mehtap düşük yapmış,” dediğim an, Gurur’un gözlerine çöken o korku, yerini şaşkınlığa bıraktı. Parmakları hâlâ çenemde asılı duruyorken teninin ölüm gibi soğuduğunu hissettim. “Eşinden şiddet gördüğü için düşürmüş.”
Gurur, bir süre hiç konuşamadı. Parmakları çenemde asılıyken, kafasının içinde binlerce farklı düşünce aynı darağacında idam ediliyormuş gibi bir hâli vardı. Sonunda, “Şiddet mi?” diye sordu fısıltıyla, sesinde karanlık bir şeye rastladım. Başımı aşağı yukarı salladığımda, “İyi de düşük yapması imkânsız değil mi?” diye sorarken soruyu bana değil de kendine yöneltiyor gibiydi. “Geçen zamanı hesaba katarsak bebeği dünyaya getirmiş olması gerekiyordu. Düşük için oldukça geç bir zaman değil mi?” Kaşlarını çattı, daha sonra işin içinden çıkamıyormuş gibi başını koltuğa bastırıp elini çenemden çekerek, “Yerine oturmayan bir şeyler var,” diye fısıldadı.
“Mehtap sürekli şiddet görüyor olabilir,” dediğimde Gurur’un çenesi seğirdi. “Belki de kaçtı ve buraya geldi. Sığınacağı Girdap dışında biri olmayabilir.”
“Isparta’nın hastanesinde düşük yaptığını söylüyorsun,” dedi, “bu çok mantıksız. Mehtap burada yaşamıyor ki.”
“Gerçekleri sadece Mehtap’tan öğrenebiliriz.”
“Girdap’a anlatırsa kopacak fırtınayı hesaba katıyor olmalı,” dedi Gurur, çenesi hâlâ öfkeyle seğiriyordu.
“Anlatmaz mı?”
“Şu an kendini baskı altında hissediyor ve böyle bir şeyi Girdap öğrenirse, neler olacağını da hesaba katıyor olmalı. Yine de bunu Girdap’a anlatan kendisi olmalı. Onu bir anda yeni bir fırtınanın ortasına bırakmak doğru gelmiyor. Eğer yaşadıkları bu kadar ağır şeylerse…” Gurur derin bir nefes aldı. “Hikâyede yerine oturmayan bir şeyler var, Dağ Gelinciği.”
“Bunu Girdap’a o anlatmalı çünkü bu onun sırrı,” dedim ellerimle oynamaya devam ederek. “Benim maruz kaldığım gerçeklerden fazlası olduğunu düşünüyorum. Mehtap belki de… Belki de en başından beri bazı şeylere mecbur bırakılan taraftı. Belki de o en başından beri kurbandı.”
Gurur arabayı yeniden çalıştırırken, “Girdap durdurulamaz,” dedi karanlık bir sesle. “Bu andan itibaren Girdap Demiralp, durdurulamaz.”
⛓️
Geçen iki gün, tesisteki sessizliğin yankılarının bizim eve de ulaştığı karanlık bir zaman dilimine aitti. Timin Mehtap’a karşı tutumundan çekinen Muşta, Mehtap’ı, Cenan ile birlikte bu binaya yönlendirmişti. Cenan hiç düşünmeden onu kabul etmiş, evinin kapılarını Mehtap’a açarken bir şeyleri sorgulamamıştı bile. Bu süreçte Girdap akşamları binaya uğruyor, kapının önünde sessizce Mehtap’a yemeyi sevdiğini hiç unutmadığını belli edercesine sevdiği yemekleri getiriyordu. Mehtap sessizdi, öyle sessizdi ki sanki bu sessizlik, Girdap’ı sağır etmeye başlamıştı.
Bu sessizliğin ardındaki yaraları biraz olsun sarabilmek adına, mutfak masasında oturduğumuz o kuşluk vaktinde, Gurur’a, “Babam ile konuştum,” demiştim. “Bir iki güne yola koyulma ihtimalimiz var mı? Belki… Mehtap için de iyi olurdu. Kendini açması adına.”
Gurur, söylediğim şeyi enine boyuna düşünmüş, sonunda benimle aynı kararı verip beni onaylamıştı. Mehtap ile kapı ağzında ne zaman göz göze gelsek, o parlak gözlerde bana yalvaran bir ifade beliriyordu; sanki o gün hastanede denk geldiğimizi kimsenin bilmesini istemiyor gibi bakıyordu. Düşük yaptığını bildiğimi bilse, şiddet gördüğünü öğrendiğimi fark etse nasıl paniklerdi hiç bilmiyordum. Sadece denk gelmiş olmamız bile onu gerim gerim germeye yetiyor gibiydi.
O gece babamla uzun uzun konuştuğumuzu hatırlıyorum. Bizim için bir yer ayarlamasını söylediğimde başta şaşırmış, sonra tüm kadronun geleceğini söylediğimde annemle telefonda bağrışmaya başlamışlardı; sebebi hissettikleri heyecandı. Bizimkiler misafir ağırlamayı, yedirip içirmeyi, gezdirmeyi çok severlerdi. Babamı en çok sevindiren Yener’in dönüşüydü, kafasında bir soru işareti oluşsa bile sevincinden olsa gerek bana bunun nasıl olduğunu sormadı. Bir moral tatili, bir gezi, adına ne denirse işte, Muğla’ya doğru yola koyulacaktık.
Babam her şeyi halledeceğini söylemişti, karışmamamızı istemişti, en iyi şekilde ağırlayacağından çok emindim. Valizi hazırlamaya başlamadan önce bugün pastaneden aldığım kurabiye kutusunu alıp evden çıktım. Cenan’ın kapısına yürürken tedirgin hissediyordum çünkü Mehtap’a nasıl yaklaşılır bilemiyordum. Kızlar da Mehtap’ın geldiğini öğrendiklerinden beri sessizlerdi, pek bir şey bilmiyor olmalarına rağmen gelen kadının yaralı olduğuna eminlerdi.
Kapının ziline bastıktan sonra gözlerimi elimdeki kutuya indirdim. Çok geçmeden kapı aralandı. Cenan, “Güzelim?” dedi sorar gibi. “Gel içeri.”
“Rahatsız etmiyorum, değil mi?”
“Ne rahatsızlığı, Zeliha? Aşk olsun ablam,” dedi Cenan kaşlarını çatarak. “Biz sadece okul sınırlarında öğrenci ve öğretmeniz. Dışarıdayken abla kardeş olduğumuzu sanıyordum.”
“Elbette öyleyiz,” dedim, tedirgin bakışlarım Cenan’ın siyah gözlerinde dolaştı. “Mehtap’ı huzursuz etmek istemiyorum.”
“Pek sessiz bir kız,” dedi Cenan sessizce. “Ağzını açıp bir şey söylemiyor ama sürekli bana yardım etmeye çalışıyor. Konuşkan biri olmadığından değil de başka bir sorunu olduğundan susuyor bence.” Cenan kapıyı ardına kadar açtı. “Gel içeri.”
İçeri girdiğimde Dide odasının kapısını açıp kafasını dışarı çıkardı. “Zeliha abla,” dedi heyecanla. “Bu ne güzel bir sürpriz?”
Gülümsedim. “Kurabiye getirdim. Seviyor musun?”
“Çok severim. Sütle çok güzel oluyor. Kakaolu mu acaba?”
“Evet.” Kurabiye kutusunu ona uzattım. “Bize ikram etmeye ne dersin?”
“Olur!” Dide odasından çıkıp kapısını kapattı, ona uzattığım kurabiye kutusunu alıp hızla mutfağa yöneldi. Cenan’ın arkasında ilerleyerek salonun ortasına kadar yürüdüm. Mehtap çekingen bir şekilde tekli koltuğa oturmuş, önünde açık duran televizyon ekranına bakıyordu ama baktığı yerde gördüğünün televizyonda oynayan dizi olmadığını biliyordum.
Beni uzunca bir süre fark etmedi. Ne zaman ki büyük koltuğun kenarına oturdum, o zaman kafasını çevirip olduğum tarafa baktı. Beni görünce gözlerinde yeniden sahne alan paniği izledim. Ona yumuşak bir tebessümle baktım, benden korkmasını istemiyordum, bana güvenmesini de isteyemezdim belki ama en azından korkmaması ne güzel olurdu.
Cenan, “Eylül bugün sizde kalmadı mı?” diye sordu çaprazımdaki tekli koltuğa otururken.
“Yok, tesiste.”
“Sınava hazırlandığı doğru mu?”
“Evet,” dedim. Gözlerim yeniden Mehtap’a çevrildi. “Merhaba.”
Mehtap çekingen bir şekilde gülümseyip, “Merhaba,” dedi, öyle ürkek görünüyordu ki içimin ezilmesine engel olamadım.
Sorular soramadım, kimse soramıyordu. Mehtap içine bükülmüş bir kalp gibiydi. Sanki dokunsak atışları sona erecek, içindeki kan kuruyacaktı. Bir çiçek gibi solup gidecekti.
“Biz bu hafta sonu Muğla’ya gidiyoruz, biliyorsundur,” diyerek söze girdiğimde sessizce gözlerimin içine bakmaya devam etti. “Düşündüm ki senin için de bir farklılık olur, hım? Bizimle gelmek ister misin?”
“Yük olmak istemem ama çok teşekkür ederim, düşünmüş olman bile benim için büyük bir şey,” dedi gözlerini kaçırarak.
“Sen gelirsen eğer Girdap da gelir. İkiniz için de güzel bir değişiklik olur,” derken buldum kendimi. Tanımadığım bir insana karşı bu denli girişken olmamıştım hiç ama onda içimi kıstıran, beni ona doğru yaklaştıran bir şey vardı. Mazlum bakışları ya da masum bir şekilde boyun büküşünden öte, utangaç bir şekilde elini nereye koyacağını bilemeyişinden de öte, ruhunda gördüğüm bir yara vardı.
“Girdap iyi olacaksa her yere gelirim,” dedi hızlıca, beklemediğim bu cevabın dudaklarımdaki gülümsemeyi beslemesine mâni olamadım.
Bakışlarımı Cenan’a çevirdim. “Siz de geleceksiniz, değil mi?”
“İzin ayarlayabilir miyim bilmiyorum, bugün konuşacağım. Peki sen?” diye sordu. “Okul ne olacak?”
“Bir hâl çaresine bakarım,” dediğimde başını salladı, normal şartlarda konuyu irdelerdi ama bu değişikliğe ihtiyaç duyduğumu biliyordu. Herkes duyuyordu. “Umarım tesiste bir sorun çıkmaz.”
“Hakan bir sorun olmayacağını söyledi, diğer çocuklar işleri idare edermiş. Timin böyle bir değişime ihtiyacı olduğunu, Gurur’un iyi düşündüğünü söyledi,” dedi Cenan sessizce.
Kapının zili bir defa daha çaldığında Mehtap irkilerek kapıya doğru baktı. Bu korkunun sebebini az çok tahmin edebiliyordum. Tamamını bilmesem de küçük bir kısmına istemeden de olsa kulak vermek zorunda kalmıştım.
Dide, “Ben açarım,” diyerek elindeki kurabiye tabağıyla kapıya koştu. Mehtap gözlerini ayırmadan kapıya bakıyordu.
Açılan kapının ardında beliren Girdap’tı. Mehtap oturduğu yerden fırlar gibi ayağa kalkınca bakışlarım anlık Cenan’ın şaşkın bakan gözlerine dokundu. Mehtap koşar adımlarla kapıya yürüdü. Girdap kapının eşiğinde durmuş, yüzünde mahcup bir tebessümle Mehtap’a bakıyordu. Sanki Mehtap’ın ona doğru yürüyüşü bile canından can götürüyor, ömrüne ömür katıyordu.
“Geldin,” dedi Mehtap heyecanla, sonra ne diyeceğini bilemiyormuş gibi sustu.
Girdap, birkaç saniye sessizce Mehtap’ın yüzünü izledi. Mehtap’ın sırtı bize dönük olduğundan yüz ifadesini göremiyordum ama Girdap’ın yüz ifadesi, tüm ifadelere bedeldi. Dide elinde tabakla bize doğru yürürken utangaç bir şekilde gülümsedi.
Girdap, “Sana her zaman gelirim,” dediğinde gözlerimi kaçırdım. Elindeki poşetleri Mehtap’a uzattığını fark ettim ama dönüp onlara bakmamak konusunda ısrarcıydım. “Bunları sana getirdim. Kıyafet falan var içinde. Lazım olabilecek şeyler var.”
Mehtap, “Teşekkür ederim,” dedi mahcup bir sesle. Girdap bir süre sustu, o süre zarfında birbirlerinin gözlerinin içine bakmaya devam ettiklerini biliyordum ama aralarındaki ânı bozmak istemediğimden sessizce önümdeki televizyon ekranına bakıyordum.
Sonunda Girdap, “Cenan abla,” dediğinde Cenan ile bakışlarımız aynı anda Girdap’a çevrildi. “Teşekkür ederim.”
Cenan, “Lafı bile olmaz,” dediğinde, Girdap gülümsedi, bu içten bir tebessümdü; minnetle yüklüydü. Gözlerini Mehtap’ın yüzüne indirdi. “Akşam sana getirmemi istediğin bir şey var mı? Canın ne istiyor?”
“Ben istemem bir şey,” dedi Mehtap sessizce. “Seni gördüm, bu bana yeter.”
Girdap’ın bakışları yine bir kuyu gibi derinleşti. İçinde şiş gibi dolaşan bu kadına duyduğu aşkın büyüklüğü gözlerine sığmıyor, bakışlarından taşıyordu.
“Gidiyorum o hâlde.”
“Gelecek misin yine?”
“Her zaman geleceğim. Sana her zaman gelirim.”
Mehtap başını hızlıca salladı. Girdap, “Hadi kapat kapıyı,” dediğinde Mehtap bunu yapmak istemiyormuş gibi durdu, hareketsizce bekleyip Girdap’a bakmaya devam etti. Sanki onun yüzüne bir daha kapı kapatmak istemiyor gibiydi. “Kapıyı yeniden bana açabilmen için şimdi bu kapıyı kapatman gerek,” dedi Girdap, Mehtap’ın düşüncelerinin farkındaymış ve bu düşünceleri hafifletmeye çalışıyormuş gibi. Mehtap yine hareketsizce bekledi. Girdap başını omzunun üzerine yatırıp, “Geleceğim, Mehtap,” dedi sessizce.
Mehtap bir defa daha başını salladı. İstemeyerek de olsa kapıyı kapatmadan hemen önce, “Allah’a emanet ol,” dedi.
Mehtap şalını düzelterek bize doğru dönerken yanaklarının kıpkırmızı olduğunu gördüm. Girdap’ın karşısında olmak, onunla iki kelam etmek bile yanaklarının rengini bordoya çevirmişti.
Oturduğum yerden doğrulup kalkarken, “Ben küçük bir valiz hazırlayacağım, her ihtimale karşı sen de hazırla abla,” dedim.
Cenan başını salladı. Dide ise dudağını bükerek, “Kurabiye yemeyecek miydik?” diye sordu.
“Bir tanem, kurabiyeyi senin için getirmiştim zaten. Sen yersen, ben de yemiş kadar olurum,” dedim ve Dide’nin yanağını okşadım. “Sonra görüşürüz.”
“Görüşürüz, Zeliha abla,” dedi Dide sırıtıp bana bilgiç bir bakış atarak.
Kapıya ilerlerken Mehtap kenara çekilerek bana yol açtı. Yine içten bir gülümseme dudaklarımdaki yerini alırken, “Sonra görüşürüz, Mehtap,” dedim, sesim nazikti. Mehtap’ın bu defa bana sunduğu gülümseme daha minnet yüklü, daha samimi, daha içtendi.
Eve döndükten yaklaşık on dakika sonra Çolpan, Ayça ve Simge kapıdaydılar. Onları içeri alıp bize birer kahve yaptıktan sonra birlikte üst kata çıktık. Leon ve Pars etrafımızda dört dönerek oyun oynamak için koca cüsseleriyle üzerimize abanırken elbise dolabının önünde durmuş, çantaya neler koymamız gerektiğini konuşuyorduk.
Kalabalık bir şekilde gidecek olmamız çok daha iyiydi, Gurur’un düşüncesi bu yöndeydi. Bu yüzden kızları da Muğla’ya gelmeleri için ikna etmiştim; öyle çok bunalmışlardı ki bu teklifi hiç düşünmeden kabul etmişlerdi.
Ayça, dolabın alt köşelerine tıkıştırılmış kazaklarımı karıştırırken, “Muğla ve Antalya’da kışın ortasında bile denize girildiği doğru mu?” diye sordu merakla. “Sadece yaz ayında gittiğim için söylentinin ne kadarı doğru bilmiyorum.”
“Yerlileri için geçerli olmasa da turistler ve tatile girenler için geçerli,” dedim. “Yerlileri soğuğa alışkın insanlar değil, bu yüzden yaz gelmeden denize girmek gibi alışkanlıkları yok ama tatile gelenler kendilerini soğuk suyun içine atıveriyor.”
Ayça, “Sen hiç girdin mi?” diye sordu merakla.
Simge gülerek, “Aralık ayının ortasında girmişliğimiz var bizim,” dedi omzuyla omzuma vurmadan hemen öncesinde. “On sekizinci yaş günümde ilk kez alkol aldım, çok sarhoş oldum ve altıma işedim. Evet. Altıma işediğim belli olmasın diye kendimi suya atıverdim. Sonra bir baktım, Zeliha da suyun içinde. O da sarhoş. Kahkaha atarak yüzüyoruz. Aralığın ortası…” Geçmişin içindeki o anı tüm canlılığıyla zihnimde oynamaya başlayınca gülmeye başladım. “İşin ilginç yanı, hasta da olmadık.”
“Genelde denize giriliyor, sadece yerlileri girmiyor çünkü sıcak iklim insanıyız,” dedim. “Ayrıca sarhoşken insanın vücudunu ateş basıyor, üşümememiz ondandı.”
“E sen Gurur’la gideceğine göre yine içini ateş basacak ve kendini suyun içinde bulacaksın o zaman, Yangın Zeliha,” dedi Ayça bana yandan bir bakış atarak.
“Haha, aman ne komik. Asıl sen yanacaksın orada. Orası Isparta’ya benzemez,” dedim. “Isparta’da yaz ayında bile ceket giydiğimi bilirim ben.”
“Isparta’ya ilk kez geldiğinde nasıl köpek eniği gibi titrediğini unutamıyorum ya, utanmasa yorganı boynuna atkı diye sararak gezecekti,” dedi Çolpan bacak bacak üstüne atmış, yatağın ucunda otururken.
“Bence ince bir şeyler alın çünkü Isparta’nın soğuğuna fazlasıyla alışkınsınız siz donuk zilliler,” dedim. “Akyaka size biraz cehennem gibi gelebilir. Gerçi benim için öyle sayılmaz, ben sıcak iklim insanı olduğumdan Muğla’da bile üşüyordum.”
“Denize girebilecek miyiz ondan haber ver,” dedi Çolpan.
Ayça, “Sen girersin Çolpancığım, ben girmeyi düşünmüyorum,” dediğinde tek kaşımı kaldırdım. Ayça sudan korkuyordu, denize gittiğimizde genelde ya kıyıda oturur ayaklarını suyun içine uzatırdı ya da sırf Çolpan ile çenemize maruz kalmamak için zorla da olsa beline kadar suyun içine girerdi. Onu asla yüzerken göremezdiniz ya da suyun içine boynuna kadar battığı olmazdı; sınırı beliydi, yukarısı yoktu.
“Siz alışkınsınız soğuğa, o yüzden denize girebilirsiniz diye düşünüyorum,” dedim.
“Ayça, sen neden denize girmeyeceksin ki?” diye sordu Simge.
“Köşede bir ambulans bekliyorsa neden olmasın?” diye sordu Ayça. “Belki o zaman bir ihtimal girerim. Sonra kalp krizi geçirdiğim için suyun yüzeyine çıkmış cesedimi ambulansın arkasına atar, beni morga götürürsünüz.”
“Sudan korkuyor,” dediğimde Ayça homurdanarak, “Korku değil, fobi de şuna,” dedi. “İnsanların fobileri vardır. Benim fobim de açık deniz. Önümde uzanan sonsuz suyu görünce bayılacak gibi hissediyorum. İstanbul’a gittiğimde bir kez bile vapura binmedim.”
“Geçen yaz küçük bir tatile çıktık, tekne turuna bilet aldık Zeliha’yla, bilin bakalım kim yüzünden tura katılamadık?” diye sordu Çolpan işaret parmağıyla doğrudan Ayça’yı işaret ederken.
“Benim fobilerimi bir kenara bırakın da çantayı hazırlayalım,” diye söylendi Ayça. “Buraya oranla daha sıcak bir şehirse, kıyafetlerin biraz ince olmasında sakınca yoktur bence, Zeliha?”
“Oradaki dolabımda da kıyafetlerim var aslında, çok bir şey almama gerek yok. Gerçi epey kilo verdim ama,” dediysem de Ayça’ya dinletemedim. Isparta’dayken neredeyse hiç giymediğim, çünkü giydiğimde mevsim ne olursa olsun hafiften üşüdüğüm şortlardan birkaçını çantanın içine yerleştirdi. “Oha,” dedi Ayça birden poşetin içinde muhafaza ettiğim bikinilerden birini çıkararak. “Bunu ne zaman almıştın? Çok güzel. Bunu alıyoruz.”
“Ben denize girmem, benim için hâlâ kış ayındayız, tabii Gurur muhtemelen orada kavrulacak,” desem de Ayça beni yine dinlemedi. Bikini toz pembeydi, göğüs kısmının ortasında demirden bir kalp figürü vardı. İplerini beline bağladığında gerçekten çekici görüneceği kesindi. Daha önce giyme fırsatım olmamıştı, geçen yaz çarşıda dolaşırken bir mağazada görüp beğenmiştim ama sadece küçük bedeni vardı. Belki kilo veririm diyerek aldığım bikini muhtemelen şu an bana bol bile gelebilirdi. Aynı modelin bir de kan kırmızısını almıştım, pembe olanın aksine onun kalp figürü yoktu, sadece uzun ipleri vardı.
Birkaç parça kıyafet daha koyduktan sonra Ayça’nın yanında getirdiği küçük seyahat boy şişelere şampuanımdan ve saç bakım kremimden doldurup onları da çantaya yerleştirdim. İşlerimiz neredeyse bittiğinde alt kata inmiş, bir şeyler atıştırmıştık. Ayça’nın seçtiği filmi izlemek için mısır patlattık, ardından koltuğa yan yana oturup üzerimize ince bir pelüş alarak filmi izlemeye başladık.
Film sona erdiğinde ve ekrandaki jenerikte isimler akmaya başladığında Ayça esneyerek bana doğru döndü ve “Mehtap’tı değil mi?” diye sordu. “Şu an Cenan ablanın evinde mi hala?”
“Hıhı,” dedim bacaklarımı içe katlayıp bağdaş kurarak.
“O da gelecek mi?” diye soran Çolpan’dı. “Bir de ayıp olmazsa, çok üzülerek ve korkarak soruyorum ama Mehtap ve eşi ayrılmış mı?”
“Şu an burada olduğuna göre öyle olsa gerek,” dedim sessizce. “Ve evet, bizimle gelmesi için onu ikna ettim sanırım.”
“Girdap oğlan çok üzülüyordu,” dedi Ayça gözlerini yere indirerek. “Kızın gelmesine bu yüzden çok sevinsem de korkmuyor değilim. Birden kalkıp gitmeye karar vermez, değil mi? Ne bileyim, eşine dönmek falan…”
“Ben dönmeyeceğine eminim,” dediğimde Ayça gözlerimin içine gerçeği bilmek istiyor gibi baktı. Muhtemelen bir şeyler bildiğimin farkındaydı, sormaya çekiniyor olsa da her şeyin yolunda olduğundan emin olmak istiyordu.
“Bilmediğimiz bir şey mi var?” diye sordu Simge tedirgin bir sesle. “Kızla ilgili.”
“Hayır,” dedim sakince.
Ayça gözlerini yüzüme dikerek, “Şu an yalan söylüyor,” dedi.
“Bak, cidden, siz ne biliyorsanız ben de o kadarını biliyorum, tamam mı?”
Ayça, “Sanırım şu an için bize söyleyemeyeceğin bir şey var,” dediğinde Çolpan da anlamış gibi başını salladı. “Bir ihtimal, Mehtap zorla evlendirilmiş olabilir mi?” Ayça’nın kızıl kahve gözlerine baktım. Zorla mı evlenmişti bunu bilmiyordum ama buna yakın bir şeyler olduğu kesindi. “Ya da eşi tarafından istimara uğruyor olabilir mi?” Ayça’nın bakışlarında bir öfke belirdi bu soruyu sorarken. İfademi toparlamaya çalıştığım sırada, “Şiddet görüyordu!” dedi birden ayağa kalkarak. “Şiddet mi görüyordu?” Dehşete düşmüş gibiydi. “Orospu çocuğu. O orospu çocuğu ona şiddet mi uyguluyordu?”
Merkeze gidip kendine bir fal evi açmaya ve medyumluğa başlamaya ne derdi acaba? Ben şu an bunda hiç sakınca görmüyordum çünkü.
Mehtap’ı ele vermek istemediğimden, “Bir fikrim yok. Girdap’a bile bir şey anlatmamış, ben nereden bilebilirim?” diye sordum ama Ayça gerçeği içimden çekip çıkarmıştı bir kere. Öfkeyle soluyarak yerine oturup düşündüğü şeyin gerçek olup olmadığını anlamaya çalışıyor gibi kaşlarını çattı.
Çolpan, “Açıkçası,” dediğinde tüm gözler ona çevrildi. “Bana kızmayın, sen de kızma Ayça ama ben bir süre senin Girdap’tan hoşlanıyor olabileceğini düşünmüştüm.” Ayça kaşlarını kaldırıp şok içinde Çolpan’a baktı. “O yüzden Mehtap’ın bir gün dönme ihtimalinin seni üzebileceğini bile düşündüm ama sonra fark ettim ki sen Girdap’a ilgi duymuyorsun, sadece onun canını bu kadar acıtan şeyin ne olduğunu merak ediyorsun. Bu duyguyu merak ediyorsun. Hiç böyle bir duygu yaşamadığın için mi?”
“Girdap’tan hoşlanmıyorum,” dedi Ayça açıkça. “Onu merak ediyordum. Neden öyle içine kapanık olduğunu, neden bu kadar yalnız olduğunu ve canını acıtanın ne olduğunu. Saf bir meraktı. Bak, başka birini sevdiğine emin olduğum kimseden hoşlanmam, tamam mı? Bu benim doğamda yok. Bir şeyler karşılıklı yaşanıyorsa heyecan verici oluyordur diye düşünüyorum. Aklında bir kadınla dolaşan birine tutulabileceğimi sanmıyorum. Ben gerçek bir romantizm bekliyorum belki de saçma şekilde.” Ayça, gözlerini yere indirdi. “Ama yalan söyleyemem, söylemeyeceğim de. Eğer birine böyle delice âşık olmasaydı belki ona karşı bir şeyler besleyebilirdim çünkü onu beğeniyordum, hoşlantı değil, sadece beğeni. Bir insanın görünüşünü beğenirsin, öyle bir şeydi. Ama sonra onu merak ettim, hissettiği şeyin yoğunluğunun nedenini ve…” Elini alnına götürdü. “Öyle işte. Bir de sanırım yalnız hissetmesini istemiyordum. Kendini açıp bir şeyleri rahatlıkla anlatabileceği biri olmayı istedim. Küçük boy lattem Yener için de bu geçerli, bana kendisini açabilmesini isterdim mesela. Böyle bir şeydi.”
“Girdap’ın görüntüsünü beğeniyorsan eğer, o görüntüde başkalarını da beğenebilirsin öyleyse?” diye sordu Simge aklından bir hinlik geçiyormuş gibi kaşlarını kaldırarak. “Dövmeli erkekleri beğendiğini bilmiyordum, kayısı kafalı kız.”
Kaşlarım havaya dikilirken bakışlarım imayla Ayça’ya kaydı. Ayça, Simge’nin neyden bahsettiğini anlamamış gibi kaşlarını çatıp, “Ha?” diye sordu. “Ne diyor bu?”
“Babaanne derin bir uykuda,” dedi Simge, Çolpan bu duruma bir kahkaha attı ama Ayça hâlâ bize tuhaf tuhaf bakıp durumu kavramaya çalışıyordu. Onun kadar zeki bir kızın bile beyin fonksiyonlarının işlev görmediği anlar olabiliyordu demek ki…
İnsan çoğunlukla hislerini başta anlamazdı. Bu tıpkı, ölümcül bir kazadan derin sıyrıklarla kurtulan bir insanın, yarasından sızan acıyı ilk anda hissedemeyişi gibidir çünkü o an olayın şokundadır ve belki de hiçbir şeyin farkında bile değildir. Bunu hissetmiş biri olarak, hissetmenin de ötesinde yaşamış biri olarak garipsediğim söylenemezdi.
“Her neyse,” dedi Ayça konudan sıkılmış gibi. “Öyle işte.” Bakışlarını Çolpan’a çevirdi. “Ayrıca bunu düşünmene neden olacak ne yaptığımı da merak ediyorum. Çünkü dövmeli çocuğun da imalarından çıkardığım buydu. Sanki o da senin gibi düşünüyordu.”
Çolpan, tek kaşını kaldırdı. “Hangi dövmeli çocuk? Bir numara mı yoksa iki numara mı?”
“Girdap kendisinden hoşlandığımı düşünecek değil,” diye homurdandı Ayça. “Diğerinden söz ediyorum. Yüzü dövmeli olan.”
“Adı Ecevit canım,” dediğimde, Ayça tek kaşını kaldırdı.
“Bilmiyordum, çok yardımcı oldun.”
Kapı zili çalınca oturduğum yerden kalktım. Ben kapıyı açarken kızlar kendi aralarında konuşmaya devam ediyorlardı. Kapının ardındaki kişi Gurur’du. Onu görünce yüzüme yayılan o gülümseme daha da derinleşti. Dudaklarımda saklayamadığım o gülümsemeye baktı önce, ardından gözlerini gözlerime taşıdı.
“Yine benim açmamı istedin herhalde,” dediğimde, “Hem öyle hem de kızların burada olduğunu anladım, öyle dal düz girmek istemedim,” dedi gözleri gözlerimde asılı durmaya devam ederken.
Bana öyle bir bakışı vardı ki o bakışı anlatmaya kelimeler yetmez olmuştu; o bakışı anlatmak mümkün gelmez olmuştu.
Gözlerine nasıl uzun uzun baktıysam, “Beni içeri almayacaksın herhalde, Zerdali,” dedi neredeyse gülerek.
Dalgınlığım beni anında utandırırken kapıyı ardına kadar açarak, “Özür dilerim,” dedim mahcup bir sesle.
“Özür dileme, nasıl hoşuma gidiyor bir bilsen öyle bana bakarken dalıp gitmelerin, şaşkalozluğun. Çok hoşuma gidiyor. Daha çok yapasın gelir, öyle bir hoşa gitmek diyorum sana kızım.”
“Kızımmış, hadi oradan dümbük,” dediğimde, Ayça, “Ay kapının ağzında durmuşlar hem can sıkıcı bir romantizm müziği arkada onlara eşlik ediyormuş gibi flörtleşiyorlar hem de Hint dizisinden fırlamış gibi uzun uzun bakışıyorlar. Şiştim açıkçası,” diye söylendi.
“Bu portakal cinini neden evimize aldın, Zeliha?” diye sordu Gurur gözlerini Ayça’ya dikerek. “Evimize büyü falan da bırakıyordur bu kaynana gibi.”
“Evet, kızımın yakasından düş diye her yere büyü iliştiriyorum da maşallah domuz adam sana büyü bile işlemiyor. Benim kız öyle büyülemiş seni gerçekten,” dedi Ayça sevimsiz bir gülümsemeyle Gurur’a dik dik bakarak.
“Senin kız büyünün en büyüğünü onu ilk gördüğüm anda yaptı herhalde, son gördüğüm bile onun yüzü olacak, o tür bir büyü. Efsunlu bu kız.” Belimi kavrayıp beni kendine çekince Çolpan gülümseyerek gözlerini kaçırdı, Ayça ise öküzün trene baktığı gibi bakıp burnundan solmakla meşguldü.
Simge’nin dikkatinin telefonunda olduğunu fark ettim. Sanki olup biteni görmüyor, sesleri duymuyordu, öylece ekrana bakıyordu.
“Ee?” dedi Gurur sorar gibi. “Sizin eviniz yok mu?”
Gözlerimi iri iri açarak, “Gurur, çok ayıp!” dediğimde sırıtarak yanağıma yaklaştı ve burnunu elmacık kemiğime sürttü. Başımı geriye çekip ona dik dik bakmaya devam ettim ama bu sadece daha neşeli gülümsemesine neden oldu.
“Önümde kıza sırnaşıp duruyor, tansiyonum düştü benim, kalkın gidelim, elimden bir kaza çıkması için çok kısayım,” dedi Ayça oturduğu yerden kalkarak. “Ama sanılmasın ki tepem atarsa tepeni yaramam Gurur oğlan, bilinsin ki gerekirse iki sandalyeyi üst üste koyar, üzerine çıkar, yine yararım o kafanı.”
“Tabii efendim,” diye alay etti Gurur başını başımın üzerine koyarak.
Ayça ve Gurur bir süre daha birbirleriyle atıştılar, sonunda kızlar gittiğinde artık evde sadece ikimiz vardık. Gurur’un son birkaç güne oranla daha iyi göründüğünü söyleyebilirdim. İçeride neyle savaştığını elbette bilemezdim ama en azından dışarıya düşen yansıması daha farklıydı. Kendini iyi hissetmiyordu belki ama toparlanmaya başladığı da yok sayılamaz bir gerçekti.
“Baban aradı,” dediğinde üzerindeki ceketi çıkarmış, beyaz bir tişörtle salona doğru ilerlemeye başlamıştı. Kollarını havaya kaldırıp bedenini esnetti, damarlı kollarının gerildiği an daha da genişlediklerini gördüm ve tişört yukarı kayarak belindeki kavisi ortaya çıkardı. Beline saplanan bakışlarımı hissetmiş gibi omzunun üzerinden bana bakıp, “Huuu,” dedi. “Baban aradı diyorum, neden bana beni devirip üzerime tırmanmak istiyormuş gibi bakıyorsun?” Sırıttı.
Gözlerim hâlâ belindeyken, “Neden aradı?” diye sordum, kafam çalışmıyor gibi hissettiğimdeyse utandım.
“Önce o gözleri belimden çek, aklımı karıştırıp karpuz kabuğunu düşürme,” dedi.
Gözlerimi kaldırıp muzip bir ışıltıyla parlayan buz sıcağı gözlerine baktım. “Hım? Sana bakıyorum. Oldu mu?”
“Bana bakman çok da bir şey değiştirmedi. Hâlâ aklı karıştırılmış hissediyorum. Gözlerin tarafından.”
“Gözlerim tarafından demek?”
“Gözlerin ilk andan beri aklımı allak bullak etmişti. Bunu sana daha önce söylememiştim sanırım. Gözlerin ilk geceden vurgundu benim için.”
“Öyle miydi?” diye sordum kalbim göğsümün içinde takla atarken. O ilk zamanlar dün gibi aklımdaydı benim. Yaşadıklarım, hissettiklerim, terk edildiğim o karanlığın içinde bir ateş olup yanmıştı ve ben o ateşin bir yangın boyutuna ulaştığında ilk beni yakacağına, ilk beni kül edeceğine emindim. Buz gibi bakan gözleri gözlerime ilk değdiği anda hikâyem başlamıştı. O gözlerin ardındaki duyguları, düşünceleri o an göremiyordum; o an gördüğüm sadece üzerime doğru hızla gelen, beni yakmak için büyüyen karanlık, buzdan bir ateşti.
“Öyleydi,” dedi. Bedenini bana doğru çevirdi. “En başından beri. Bu aramızda değişmeyen tek şeydi. Her şey değişti, Zeliha. Senin hayatımdaki yerin değişti, hikâyemdeki kimliğin değişti ama gözlerin bende hiç değişmedi.”
“Oysa ilk zamanlar gözlerime, hayatını mahveden bir şeye bakıyormuşsun gibi bakıyordun.”
“Çünkü o gözlerin hayatımı mahvedeceğine inanıyordum. Çünkü o gözlerin hayatımdaki tüm dengeleri değiştireceğini, alıştığım o soğuk odadan çıkmam için kapıyı aralayıp tüm sıcaklığıyla içeri dolacağını, boğazımı belki bir urgan olarak, belki bir çift güzel el olarak saracağını biliyordum.”
Gözlerinin içine baktım.
“Ben senin, benim için çok farklı bir yere sahip olacağını, seni ilk gördüğüm o anda biliyordum,” dedi ve bana doğru bir adım attı. “O an bu benim için ne kadar korkutucuysa, şu an o kadar çok şükrediyorum ben buna.”
“Çünkü bilirsin,” dediğimde gözleri kısıldı. “Daha ilk andan, bir insan senin kaderinse, korkutucu hissettirse bile bunu bilirsin.”
“Sadece kabul etmesi zor gelir,” diyerek kolunu uzatıp büyük avucuyla bileğimi kavradığı gibi beni kendine çekti. “Sadece kabul etmemek için türlü bahaneler yaratırsın. Bambaşka şeylere sığınırsın. Bambaşka ihtimaller yaratmayı denersin ama insan kaderinden kaçamaz. Ben denedim ama senden kaçamadım. Senden kaçılmıyormuş.”
Parmak uçlarımda yükseldiğimde bile onun yüzüne yaklaşamadım. Bu onu gülümsetti ve çabama hayran bir şekilde eğilip yüzünü yüzüme yaklaştırdı. Dudaklarımı önce çenesine, ardından uzunca bir süre sustuklarını içine gömdüğü sus çizgisine bastırdım. Parmaklarımı yüzünün kenarlarına yasladığımda dokunuşumun onu rahatlattığını görmek muazzamdı. En son gözlerinin içine uzunca bakıp dudaklarımı dudaklarına bastırdım. Onu yumuşak, kalbimden toz gibi savrulan ama sim gibi parlayan hislerle öptüm.
Öpücüğüm kısaydı, bir dokunuştan ibaretti belki ama ruhum, hislerim, ona söylemediğim ama ben sessizken bile duyduğunu bildiğim sözlerimi dudaklarımdan kaydırıp dudaklarına emanet ettim.
“Hadi senin için bir çanta hazırlayalım, domuzcuk,” dediğimde gözlerini kısarak yüzümün her bir ayrıntısını, benden daha iyi biliyor olmasına rağmen ezberine almak istiyor gibi yeniden inceledi.
“Olur,” dedi sonunda. “Hadi benim için senin seçtiğin parçalardan oluşan bir çanta hazırlayalım, Matmazel Zekâ Küpü.”
Üst kata çıktığımızda önce duşa girdi, suyun sesi evin duvarlarına izlerini bırakırken yatak odasının ışığını açıp küçük bir el çantası çıkardım. Çantanın içine Muğla’da neredeyse eriyeceğini bildiğimden ince parçalar doldurmaya başladım. O benim aksime soğuk yerlerde yaşamıştı, sıcak iklimlere alışkın değildi, o yüzden Muğla’nın ona çok sıcak, hatta bazı anlarda kavurucu geleceğini biliyordum.
Suyun sesi kesildiğinde son parçayı çantaya yerleştirdim. Birkaç dakika sonunda beline sarılı bir havlu, üzerinden suların gözyaşı gibi kaydığı çıplak bedeniyle içeri girdi. Elindeki küçük havluyu ensesine bastırınca dirseğinden kırdığı kolu genişledi, pazusu şişti ve pazusundaki damarın üzerinden akıp giden su damlasına bakakaldım.
Kaşlarını kaldırarak, “Hayrola?” diye sordu. “Çok mu sevdin bu görüntüyü?”
“Sevmediğimi söyleyemem. Bu arada…” Gözlerim göğsünden kasıklarına kayınca yutkunmamak için direndim. Belirgin adonis kası öyle çıkıntılı duruyordu ki sanki derisini yırtıp dışarı çıkacaktı. Gözlerimi karnında dolaştırırken, “Babamla ne konuştuğunu söylemedin. Birden bana şiir okumaya başlayınca o konu öyle kaldı,” dedim.
“Gözün karnımda dolaşırken babanla ne konuştuğumuzu sorman bana kendimi huzursuz hissettirdi,” dediğinde güldüm. “Her an bir yerden ‘Len kavak ağacı, kızımın önünde soyunup dökünüyon mu len sen’ diyerek çıkıp kasığıma bıçağı takabilir ve elbette bu ileride senden yapmak istediğim çocukları yapmamıza belirli ölçüde zarar verebilir.”
“Anlat artık,” diyerek önüme dönüp çantanın fermuarını çektim.
“Çocukların neler sevdiğini falan sordu, bir de… Hâlimi hatırımı.”
“Misafir umduğunu değil bulduğunu yer deseydin,” dedim bıyık altından gülerek.
“Sen de şu an bulduğunu yemek istersen buna hayır demem biliyor musun?”
“Edepsizlik etme de giyin hadi.”
“Öf ya, edepsizlik eden ben miyim sen misin? Beni gözünle yedin az önce. Hayır bundan biraz bile rahatsız da değilim üstelik. Aşırı hoşuma gidiyor.” Arkamda dikildi. “Neler koydun bakalım?”
“Çok bir şey koymadım. Uzun süre kalmayacağız sonuçta,” dedim. “Eylül hâlâ tesiste mi?”
“Evet. Muşta ona ilk kez eğitim verdi bugün, biliyor musun?” Bir çocuk gibi heyecanla söylediği şey, dudaklarımda bir tebessümü gonca gibi büyüttü. “O kadar odaklanmış hâldeydi ki benim ilk zamanki hâllerime çok benziyordu. İyi oldu bu, kafası dağılıyor ve bunu gerçekten istediğini fark ettiriyor.”
“Daha da iyi hissetmesi için ne gerekiyorsa yaparım ben de,” dediğimde kollarını belime sarıp, ıslak vücudunu vücuduma yaslayarak yüzünü boynuma yaklaştırdı. “Yemek yedin mi?” diye sordum sessizce.
“Hayır, birlikte yeriz diye düşündüm. Sen beni, ben de seni,” dedi dudaklarını yanağıma sürtüp, belindeki havlunun altındaki şişkinliği kalçalarıma bastırarak.
“Bir dünya iş var, yaramazlık zamanı değil,” desem de boğazımdan kayıp giden o sert yutkunuşu durdurabilmek mümkün değildi.
“Ne o? Düşüncelerin ve söylediklerin çelişmeye mi başladı yoksa?” diye sordu kulak boşluğuma sıcak, kafa karıştıran nefesini bırakarak.
“Ciddiyim,” diye homurdandım ama kalbimin vuruşları çok güçlüydü, hangi konuda ciddi olduğum konusunda fikir sahibi değildim.
Birden geri çekilince sırtımda onun sıcak baskısından geriye sadece koca bir boşluk kaldı. Hissettiğim hayal kırıklığı mıydı yoksa çok daha başka bir şey miydi bilmiyordum, sadece onunla yan yana olmayı, ten tene olmayı çok seviyordum. Bana dokunmadığı anlarda boşlukta sallanıyormuşum gibi hissediyordum.
“Sizinkileri yormamak için bir tatil evi tutmayı düşünüyordum aslında ama baban asla buna izin vermeyeceğini söyledi, dayak yemek istiyorsan tut falan dedi, korktum açıkçası,” dedi Gurur dolabına doğru ilerlerken. Saçlarını kurulamaya devam ederken dolaptan bir tişört ve eşofman altı çıkardı. “Bir ahır dolusu sığırı nereye sığdıracağını merak etmiyor değilim.”
“O ben halledeceğim diyorsa emin ol en iyi şekilde halleder.”
“Şüphem yok, baban o güveni veriyor insana.”
Gurur, yıllar bile geçse geçmişini kolunun altında taşıyacaktı, bunu biliyordum. Güçlüydü, yaşadığı onca şeye rağmen, onu takip eden ve yanından bir olsun ayırmadığı geçmişe rağmen gerçekten güçlüydü. Dik duruşunun altında kaç yenilgi vardı bilmiyordum ama o dik duruşla kazandığı bir sürü zafer olduğunu biliyordum. Babamın ona güven verdiğini duymak en çok da bana huzur veriyordu. Babamın her zaman iyileştiren bir yanı olduğunu düşünmüştüm. Dünyamın başıma yıkıldığı anlarda beni düşmeye başladığım uçurumdan, onun bana uzanan eli çıkarırdı. Keşke Gurur da babam gibi bir adamın yanında büyüseydi, keşke Gurur da babam gibi bir adamın oğlu olabilseydi. Bunu en çok da o yaralı çocuğu düşündüğümde istiyordum.
Gurur’a bakıp gülümsedim.
“Emin ol, babam da artık senin varlığını güvenli buluyor.”
Bakışlarını omzunun üzerinden bana çevirdiğinde güzel gözlerinde gördüğüm şaşkınlık mıydı yoksa başka bir şey miydi bunu tam anlamıyla seçemedim. Gözlerindeki yaşamı gördüm. Yine gözlerinde, babamla geçirdiği bir anı canlanıyordu ve öyle gerçek bir görüntüydü ki sanki elimi uzatsam o anıya dokunacaktım.
Sadece, “Gerçekten mi?” diye sordu.
“Evet, gerçekten.”
⛓️
21 Mart sabahı, Isparta’da hava her zaman olduğu gibi gri ve soğuktu. Baharın kırıntıları bile yoktu, hatta mayıs ayında bile kar yağdığını gördüğüm bu şehrin, bazen güneşin en büyük düşmanı olduğunu ve bu yüzden güneşin yüzünü hiçbir zaman buraya dönmediğini düşünürdüm. Gurur çantaları arabaya götürürken Pars ve Leon’un mama kaplarını dolduruyordum.
Cenan açık duran kapıya tıklatınca, “Gelsene,” dedim omzumun üzerinden ona bakarak. Muşta, kucağında Dide, bir elinde çanta ile asansöre doğru yürürken açık kapının ardından bana göz kırptı.
“Pars ve Leon’a kim bakacak?” diye sordu Cenan içeri girerken. Altında basit bir kot pantolon, üzerinde boğazlı, ince bir kazak vardı ve onu nadir sportif giyinirken gördüğüm anlardan biriydi. Ayağındaki beyaz sporlarla otuz iki değil de yirmi iki yaşında biri gibi görünüyordu. Resmî giyinmediği anlarda yan yana iki arkadaş gibi göründüğümüze emindim.
“Aytekin’i tanıyor musun bilmiyorum ama o,” dedim. “Maskeli olan. Sanırım maskeyi çıkarmak gibi bir alışkanlığı olmadığından tatili reddetmiş. Diğerlerini idare etmek için kalacakmış.”
“Onu maskesi olmadan gören sadece tim ve tesisteki birkaç er,” dedi Cenan. “Sıkı bir savaşçı.” Kollarını göğsünün üzerinde birleştirdi. “Muğla mart ayında sıcaktır.”
Başımı sallayarak onu onayladım. “Yerlileri için çok da sıcak sayılmaz ama evet, Isparta’da yaşayanlar için epey sıcak.”
“Bu açıklamayı en az on kişiye yapmış gibi bunalmış görünüyorsun.”
“Hemen hemen,” dedim gülerek.
Gurur içeri girdiğinde bakışlarımız ona yöneldi. Gurur, “Merhaba cici anneciğim,” dediği an Cenan’ın gözleri geriye doğru devrildi. Gurur bana yaklaştı, yanımda eğildi ve Pars ile Leon’un başını okşayıp onlarla ilgilenmeye başladı.
“Ben iniyorum, aşağıda görüşürüz,” dedi Cenan, cevap beklemeden evden çıkmasıyla, “Kadınla uğraşıp durma dana,” diye homurdandım. “Utandırıyorsun.”
“Kaç yaşına gelmiş hâlâ utanıyor o da.”
“Doğru, seninle aynı yaştaydı.”
“Tatil yerine hastaneye gitmek zorunda kalmamızı istiyorsan şayet, devam et ve beni biraz daha hançerle,” dedi Gurur alınmış gibi dudaklarını bükerek.
Bir an durdum, çok kısa bir andı. Daha sonra hızla Gurur’a dönüp, “Gurur,” dedim endişeyle.
“Söyle yavrum.” Gerilmişti. Doğrulup kalkarken Pars onun bacaklarına sürtünüyordu. “Bir şey mi oldu?”
“Mart ayındayız,” dediğimde neredeyse kahkaha atacak gibi görünüyordu.
Kaşlarını kaldırıp, “Evet?” dedi sorar gibi. “Henüz bunamaya başlamadım kız.”
“Doğum günün 9 Şubat’ta değil miydi?” diye sorarken kalbimin derinliklerine öyle büyük bir yük çökmüştü ki neredeyse devrilecekmişim gibi hissediyordum.
Gurur, bu hiçbir şey ifade etmiyormuş gibi yeniden, “Evet?” dedi sorar gibi.
“Kutlamadık,” dedim, yaşananlar öyle ağırdı ki. Emsal’in pençelerinin içine düştüğümde günler benim için savruk bir şekilde ilerlemiş, takvimle arama koca bir duvar örülmüştü. Boğazıma kadar pişmanlığa batmış durumdaydım. Bunu nasıl unuturdum? İki elim kanda bile olsa, ne yaşanmış olursa olsun, bunu nasıl atlardım?
“Zeliha,” diyerek bana doğru ilerleyip büyük avuçlarını yanaklarıma yerleştirdi. “Yoksa sırf bu yüzden ağlayacak mısın?”
“Böyle bir şeyi nasıl unuturum?” diye sordum, her saniye biraz daha utanca ve pişmanlığa boğuluyordum. O ise tam karşımda durmuş, yüzümü kavrarken sadece yumuşak bir gülümsemeyle gözlerimin içine bakıyordu.
“Seninleyken her günün doğum günüm olduğunu unuttun herhalde?” diye sordu ama söylediği şeye odaklanamadım bile. Sadece çok pişman hissediyordum.
Dudaklarım bükülürken, “O zaman çoktan Dracula ile aynı yaştasın,” dediğimde bu kez buna derin, içinden kopan bir kahkaha attı. “Ayrıca otuz iki değil, artık otuz üç yaşındasın.”
“Yalnız o son lafı geri alırsak çok sevinirim. Ne güzel hâlâ otuz iki sanıldığım için huzurluydum, öf ya.”
“Aman Allah’ım,” dedim gözlerim iri iri açılırken. “Resmen otuz üç yaşındasın.”
“Ne oluyor be, yaşlandım diye terk mi ediliyorum yoksa şu an?”
“Yani teknik olarak artık cici annenden bir yaş büyüksün!” dediğimde, “Yani Muşta’yı polise mi şikâyet etmeliyim?” diye sordu. “Cenan’a çocuk gelin muamelesi yapıyorsun şu an.”
“Hayır, sana kart fasulye muamelesi yapıyorum,” dedim dehşet içinde.
“Bak bu ağırdı.” Yüzümü avucunun içinde iyice sıktı. “Ayrıca ben doğum günü kutlamalarından pek hoşlanmam. Hem ben bile unutmuştum açıkçası.” Gözlerini devirdi. “Ya da belki işime gelmiştir, bilemedim şimdi ya.”
“Özür dilerim,” dedim sessizce.
“Benden değil, incittiğin gençliğimden özür dile.”
“Ortada incinebilecek bir gençlik mi kalmış?”
“Otuz üçe girdiğim için boynuma özür dilerim yazılı bir karton asıp kendimi asmam için teşvik edildiğime inanamıyorum. Senin tarafından.”
“Kutlamalıydım.
“Zeliha,” dedi, “neler yaşadığımızın farkında mısın? Başımıza gelen onca şeyden sonra nasıl kendini saçma bir günü atladığın için suçlarsın?”
Gözlerimi yere indirip, “Bu bir bahane olmamalıydı,” desem de bir şekilde haklı olduğunu biliyordum. Süreç çok ağırdı. Her şey arka arkaya yaşanmıştı. Birbiri ardına patlayan mayınlar gibiydi.
Ona neden doğum günlerini kutlamayı sevmediğini sormak istesem de soramadım. Çünkü içimdeki her şeyin ayaklarımın önüne dökülmesine neden olacak kadar canımı acıtan bir detayı daha öğreneceğime neredeyse emindim ve buna pek de hazır sayılmazdım.
Bunu telafi edecektim. En güzel şekilde. Eğer kutlamaları sevmiyorsa, ona kutlamaları sevdirecektim; en iyi şekilde.
Beni kolunun altına alıp evden çıkarırken tek kelime etmesem de içimde hâlâ atladığım doğum gününün ağırlığını taşıyordum.
Binanın önünde Tayfun ve Yaman’ın, Muşta’nın arabasının önünde dikildiklerini görünce şaşkınlıkla kafamı kaldırıp Gurur’a baktım. Beni kolunun altında saklamaya devam ediyordu.
“Bu iki dingil bizimle gelecek,” dedi kulağıma. “Ecevit de kızları götürecek.”
İleride, sitenin dışındaki yokuşun başında Ecevit’in sivilken kullandığı cip duruyordu. Ayça, Çolpan ve Simge’nin çantalarını bagaja yerleştiren Ecevit, kafasını kaldırıp bizden tarafa baktı ama mimiklerini seçemeyeceğim kadar uzağımızdaydı.
“Mehtap ve Girdap birlikte mi gelecek?” diye sorduğumda başını salladı. “Cesur ve Eylül de onlarla gidiyor. Girdap öyle istedi,” dedi. “Sayıca fazlayız, bölünmesi zordu… Diğerleri tesisten hareket edecek. Devran ve Biricik de Destan’ı alacaklar.”
“Aytekin gelmiyormuş. Beyhan da mı gelmeyecek?”
“Maskesini çıkarmaz,” dedi. “Özellikle tanımadığı insanların yanındayken. Beyhan üç dört gün sonra gelecek, tesiste halletmesi gereken işler varmış. Maria da gelmiyor sanırım.”
“Muğla’dan kaçmışken Muğla’ya geri döneceğini düşünüyor olamazsın,” dedim gülerek. “Yalnızlığın tadını çıkaracaktır.”
Muşta, “Hadi artık yola koyulalım,” dediğinde, Gurur gözlerini Muşta’ya çevirip onu baştan aşağıya süzdü. Muşta tek kaşını kaldırdı. “Ne bakıyorsun lan sen bana dürzük?” diye sordu. “Dayak istiyorsun herhalde?”
“Ya sus,” dedi Gurur birden çirkefleşerek. “Gidip benden küçük kadından çocuk yapmışsın be.”
Muşta bir an Gurur’un söylediği şeyi algılayamıyormuş gibi Gurur’a düz düz baktı. Dide ise şok içinde elini ağzına götürüp, “Ne?” diye sordu şok içinde. “Sen annemden de mi büyüksün?”
Kalçasını araba kaputuna yaslayan Yaman, tuhaf, genizden gelen bir ses çıkardı. Gülmemek için dudaklarımı bastırdığım sırada Gurur, “Bana bak bücür, sakın ağzını açıp tek kelime daha edeyim deme yoksa Yener’e geceleri altına işediğini anlatırım,” dedi. Dide’nin gözleri kocaman açılırken gözlerimi şaşkınlıkla Gurur’a çevirdim.
Dide, “Annemden daha genç göründüğünden dolayı şaşırıp öyle söyledim,” diyerek hızla koşup Gurur’un önünde dikildi.
“Öyle miyim?”
“Evet,” dedi Dide gözlerini Çizmeli Kedi animasyonundan fırlamış gibi büyüterek. Sonra eğilip eliyle ağzını örterek fısıldadı: “Lütfen Yener’e altıma işediğimi söyleme.”
“Yener’den bile genç görünüyor muyum?”
Dide hevessizce, “Evet,” dedi. “Timdeki en genç adam gibi görünüyorsun. Senden küçük olan erkek kardeşinden de bile gençsin.”
Gurur sırıttığında Muşta dik dik ona bakıyor, tek kaşını havaya kaldırmış ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Cenan, “Resmen beni sattığı yetmemiş gibi herkesi harcadı,” diye söylendi.
“Sen benim kızımı mı tehdit ettin lan az önce?” diye sordu Muşta sonunda jetonu düşmüş gibi.
“Üstüme iyilik sağlık, herkes iftiracı olmuş,” dedi Gurur arabaya yönelirken. “Geç kalıyoruz, Muşta, dikkatimizi sana veremeyiz.”
Arabanın ön yolcu kapısını açıp arabaya binerken yüzümde silemediğim bir gülümseme vardı. Yaman beş karış suratla şoför koltuğunun arkasındaki koltuğa, Tayfun da benim arkamdaki koltuğa oturdu. Gurur direksiyonu çevirmeden önce üzerindeki deri ceketi çıkarıp arkaya doğru fırlattı. Yaman’ın dik dik baktığını gördüm ama sesini çıkarmak yerine gözlerini devirip derin bir nefes alarak bakışlarını camdan dışarıya çevirdi.
“Herkes tamam mı?”
Gurur’un sorusu Yaman’ın huysuz bir şekilde, “Sence eksik olsak bunu görmez miydin?” diye sordu kendini ve Tayfun’u işaret ederek. “Ayrıca şu koltuğunu öne çek biraz. Otobüsün ön koltuğuna oturmuş andavalın arkaya koltuk yatırdığı gibi kucağıma çıktın amına koyayım.”
“Sığmıyo’m,” dedi Gurur, Yaman diziyle koltuğuna vurunca homurdanarak arkasına döndü. “Atarım seni arabadan, yürüyerek gelirsin Muğla’ya. Ben araba falan süremem dedin, tamam ben süreyim dedim, arkaya paşa gibi yayıldın bir de mırın kırın ediyorsun. Ayrıca küfür de etme, farkındaysan eğer şu an burada bir bayan var.”
Yaman gözlerini yine camdan dışarıya çevirip, “Valla kes benimlen muhatabı, çekemem seni ben,” diye homurdandı.
Tayfun, “Gurur,” dedi. “Çalıştır arabayı.” Gözlerini dikiz aynasından Gurur’a dikti. “Şimdi.”
Tayfun abi bana çoğunlukla korkutucu geliyordu. Yüzünde hep mermerden bir ifade vardı. Gri gözlerini insanın yüzüne diktiğinde, o insana sonunun geldiğini hissettirmemesi olanaksızdı. Gurur arabayı çalıştırıp sürmeye başladı. Hemen arkamızdan Muşta’nın arabası hareket etti ve Ecevit de köşeyi saparak bizi takip edenler listesine eklendi.
“Tayfun abi,” dedim arkaya doğru dönerek. “Kızın nerede?”
“Adnan’ın arabasındalar abim,” dedi Tayfun yine o kemiksi, ifadesiz yüzüyle. “Çocukları Adnan emanet aldı. Çünkü o bir baba ve aralarında sürücülüğüne en çok güvendiğim insandır. Kızımı bu koca kelleli sevgilinin sürdüğü arabaya bindiremezdim. Üzgünüm. Elimde olsa seni de bindirmezdim mesela ama ne yazık ki buna hakkım yok ve evlenecekmişsiniz gibi görünüyor. Eğer özel bir şoföre ihtiyaç duyarsan senin için bulurum. Bu adamın arabasına binmene gerek yok. Bir bu, iki Yener, hız yapmayı çok severler.”
Gurur, “Bana karşı sevgi dolu gördüğün gibi,” dedi bana takılarak.
Yaman püflediğinde gözlerim dikiz aynasından ona kaydı. Elini çenesine koymuş, dirseğini de kapıya bastırmış yolu izliyordu. Muhtemelen çıkardığı sesin alt metninde bir uyarı vardı. Sesinizi kesin artık, uyarısıydı bu.
Çok kısa bir an için ortamdaki gerginliği kırmak için, “Bir şarkı aç da dinleyek aşkım,” dediğimde, Gurur bir an durakladı, Yaman’ın bakışlarının bana çevrildiğini hissettim ve ilk kez Tayfun abinin ağzından kaçan kahkahanın sesini duydum.
Yaman başını sola doğru sallayıp gözlerini yeniden dışarıya çevirdiğinde şimdi Gurur da gülüyordu. “Sen iste açmaz mıyım ulan,” diyerek karşılık verip radyoya uzandı. Radyo kanalları arasında dolaşırken diğer eliyle dikkatlice direksiyonu çevirmeye devam ediyordu. Sonunda istediği türde bir şarkı bulamayınca, “Telefonumu bağlasana yavrum,” diyerek telefonunu bana uzattı.
“Hah, bir de DJ kesilecek başımıza,” diye mırıldandığını duydum Yaman’ın kendi kendine.
Gurur’un telefonunu arabaya bağlarken, “Yaman, ne tür müzikler seversin?” diye sordum ona yandan bir bakış atarak.
“Niye sordun, hayırdır?”
“Ne seviyorsan onu açmayacağım da ondan,” dedim pis pis sırıtarak.
Yaman yüzü hâlâ cama dönükken gözlerini, profilinden gözünün beyazını görebiliyordum. Gurur, “Benim playliste girsene yavrum,” derken gözlerini yoldan ayırmıyordu. “Genelde yolda bunları dinliyorum.”
Hesabında sadece Z harfiyle oluşturulmuş tek bir liste vardı. Sanırım bu listeden söz ediyordu. Z harfinin yanındaki küçük domuzcuk emojisine gülümsedim. Listeye tıkladığım an beni şaşırtan, listedeki şarkıların her birinin ağır aşk şarkıları olmasıydı.
Listenin başında bir Müslüm Gürses şarkısı vardı. Gurur, “Açsana kız, neyi bekliyorsun?” diye sorunca şarkıyı başlatıp gözlerimi yavaşça Gurur’a çevirdim.
Şarkının sözleri yavaşça akmaya başladığında bakışlarının usulca bana doğru geldiğini hissettim. Buz sıcağı gözlerinin eksenini oluşturan halka gibiydim; ne tarafa dönerse dönsün, ilk gördüğü ben oluyordum sanki. Gözlerinin içinde kendi yansımamı izlerken kalbimin atışlarının hızlanmasına engel olamadım.
Güzel gözlerinle baktığın zaman, gözünden gönlüme aktığın zaman,
Seninle bir bütün olurum inan,
Dünyalara bedel o sevgi sensin.
Şarkının sözleri arabanın içini doldurmaya devam ederken Gurur, kendi tarafındaki camı açıp, müziğin sesini biraz daha artırdı ve müzik sanki aracın altından bedenime sertçe çarpıyormuş gibi hissetmeye başladım. Gözleri yeniden bana çevrildiğinde, kalbimin vuruşları o kadar şiddetliydi ki ellerimi koyacak bir yer bulamadım ve telefonunu daha sıkı kavradım.
Benzeri bulunmaz böyle bir aşkın.
Sen bana yakınsın, ben sana yakın.
Elini elimden ayırma sakın.
İçimde büyüyen o sevgi sensin.
Dudaklarımı birbirine bastırıp gözlerimi profilinde kaydırırken bakışları ara sıra bana, ara sıra yola dokunuyordu. Devran’ın arabası görüş alanıma girmeden önce bir korna sesi dikkatimi dağıttı. Ardından Devran sinyal vererek arkamıza geçip ilerlemeye başladığında bir diğer şarkı çalmaya başladı ve Gurur’un dudaklarında bir tebessüm belirdi. Sanki bu şarkıyı uzun zamandır bana dinletmek istiyor gibiydi.
Göz göze gelince binlerce yıldız yağar,
Tatmadığım duygular mucize gibi.
Sana dokununca cennet dünyaya bakar,
Tüm âşıklar kutlamalı kutsal gün gibi.
Gözlerimi kaçırıp şarkının sözlerine kulak kesilirken gözlerim arabanın yan aynasına kaydı. Birkaç arabanın arka arkaya ilerleyerek bizi takip ettiğini gördüm. Melodiye karışan sözcükler ruhuma işlemeye devam ederken bakışlarım kaçamak bir şekilde yeniden Gurur’a dokundu.
Beni izlediğini, gözlerim ona dokunduğu an fark ettim.
Bir diğer şarkı başladığında, şarkının melodisi diğerlerinden daha hareketliydi. Şarkı başladığında hâlâ birbirimizi seyrediyorduk ama dikkatli gözleri ara sıra yola dokunuyordu.
“Yâr yüreğim yoluna perişan,” dedik aynı anda Yıldız Tilbe’ye uyarak. Sonra aynı anda birbirimize yaklaşıp, “Bir benim ol, beni öp, bir bana sahiplen, bir beni sev, ikimiz bir beden. Ben korkarım sen yoksan kendi gölgemden. Sen de bana soyun yaşamını, bende tüken.” Direksiyonu daha sıkı kavrayıp arabayı biraz daha hızlandırırken yüzlerimiz birbirinden uzaklaştı ve gülümseyerek melodiye eşlik edip olduğum yerde sallanmaya başladım.
“Her şeyimle teslimim sana ben, kimsenin demesiyle senden vazgeçemem. Mutluluk denen o rüya şehre, seninle vardım, artık gitmem,” diye eşlik ettiği şarkıyla beraber gözlerini yoldan çekmeden elimi elinin içine alıp dudaklarına götürdü.
Yaman, “Kusacağım,” dediğinde parmaklarım Gurur’un dudaklarında duruyorken kafamı çevirip Yaman’a baktım. Dirseği hâlâ arabanın kapısına yaslı duruyor, yüzünü avucunun içine almış, avucunu da büyük oranla dudaklarına bastırmış çatık kaşlarla yolu izliyordu.
“Yol mu tuttu?” diye sordum tek kaşımı kaldırarak.
“Bir saattir bu tür şarkılar dinleyip birbirinizi kesiyorsunuz, sence daha iğrenç ne olabilir şu an?” diye sorup gözlerini bana çevirdi. “Babaannem gibi el öptürüyorsun çocuğa…”
Tayfun, doğrudan Gurur ile ortamızdaki boşluktan yolu izlerken, “İnsanların aşkına müdahale etme,” dedi ifadesiz bir sesle.
Yaman, gözlerini Tayfun’a çevirip diziyle dizine vurdu ve “Dizini biraz daha dizime değdirirsen biz de seninle bakışmaya başlayacağız zaten bu gidişle,” dedi sertçe. “Çek şu dizini.”
“Sığmıyorum,” dedi Tayfun aynı ifadesiz sesle.
“Lan asıl ben sığmıyorum, ben senden uzunum, senden daha fazla yer hakkım var benim,” diye homurdandı Yaman.
Gurur şarkının sesini kısarken, “Arabayı kenara çeker, ikinizi de yolun ortasına bırakırım,” dediğinde, Yaman ve Tayfun aynı anda, “Ben ne yapmışım şimdi?” diye sordular koro gibi.
“Bir saattir yoldayız,” dedi Gurur. “Benzin falan alalım, birer sigara içelim. Şunlara mesaj atsanıza,” dedi. Çenesiyle telefonunu işaret etti. “Yavrum, mesaj at da ilerideki benzinlikte dursunlar.”
“Şimdiden dur çüş yapmaya başladık mı? Heh, tamam, buyurun cenaze namazına,” dedi Yaman.
“Arabamda sigara içebileceğini düşünüyor olamazsın, alagavat Yaman.”
“Niye, duyguları mı incinir arabanın?”
“Yok ama ben seni incitirim.”
Telefondan gruba girdim.
Gurur Mert Çalıklı: İlk benzinlikte mola
Vural Demirezen: Arba kllnrken tlfon kıllanma die kç kz söledm sna bladr
Yener Açıkgöz: BUNU ÇOK ÖZLEMİŞİM AMINA KOYAYIM
Yener Açıkgöz: DAHA FAZLA YANLIŞ YAP BENİ YANLIŞLARA BOĞ YA BOĞ BENİ
Gurur Mert Çalıklı: Ben Gurur değilim Zeliha’yım
Zafer Örge: Muavin mi yaptı seni
Yener Açıkgöz: ASHAGGSDGSGHS
Gurur Mert Çalıklı: Ne alaka
Zafer Örge: İlk benzinlikte mola yazdın direkt
Zafer Örge: Beş dakikalık ihtiyaç molası diye de eklersin sen yakında
Zafer Örge: Muavin Zeliha
Yener Açıkgöz: Tamam ona benden başkası bu kadar uzun espri yapamaz, kes
Zafer Örge: 100 lira at kupon yapıyorum
Yener Açıkgöz: Ulan bana da mı ya
Zafer Örge: Sen farklısın
Vural Demirezen: Bnde atim mi
Zafer Örge: Sen 200 at
Zafer Örge: Bu arada vural küsurat falan girmeyi bilmiyorsundur ikinin yanına üç sıfır atacaksın tamam mı kankam
Vural Demirezen: Tm biliom
Zafer Örge: Bak üç sıfır
Vural Demirezen: tm
Gurur Mert Çalıklı: Gözümün önünde adamı iki bin lira dolandırdı
Vural Demirezen: Kim
Zafer Örge: Mola yerindeki biri birini dolandırmış onu diyo
Vural Demirezen: Nasi yni görmediler ki daha benzinleğe
Zafer Örge: Bu muavinin psişik güçleri var sen karıştırma şimdi o kadarını
Zafer Örge: Unutma üç sıfır
Vural Demirezen: Tm
“Adam önümde adamı dolandırdı, söylemeli miyim?” diye sordum dehşet içinde.
Gurur, benzinliğin önünde yavaşlayıp sağa saparak içeri doğru girerken, “Kim kimi dolandırdı?” diye sordu.
Yaman, “Kim diye sorma, kimin dolandırdığı belli değil mi? Kimi diye sor,” dedi.
“Zafer kimi dolandırdı?” diye sordu Gurur, o sırada emniyet kemerimi çözüyordum.
“Vural’ı,” diyerek arabadan indiğimde hemen arkamızda iki araba daha durdu. Arabalardan birinin kapısı açıldı ve Biricik, büyük, pembe hırkasının içinde küçük bir civciv yavrusu gibi bana doğru koşmaya başladı. Devran arkasından indiğinde yüzünde saklayamadığı bir gülümsemeyle Biricik’i izliyordu.
“Zeliha!” diyerek ellerimi yakalayıp avuçlarının içine aldı. “Muğla’ya ne kadar kaldı?”
“Şey… Daha sadece bir saattir yoldayız. En az üç, üç buçuk saatlik daha yolumuz var.”
Biricik’in yüzü düşerken, “Biz gidene kadar akşam olur,” diye mırıldandı.
Devran, Biricik’in boynuna kolunu sararak onu göğsüne çektiğinde, Biricik’in, pelüş ceketinin içine gömülmüş küçük vücudu Devran’ın sırtına yaslandı. Devran, Biricik’in yanağına sert bir öpücük kondurduktan sonra, “Hazır inmişken bir şeyler yiyelim mi?” diye sordu. “Benzinliğin çaprazında restoran var.”
Diğerleri de indiğinde hep birlikte benzinliğin hemen çaprazında duran, önündeki duvarları camdan olan restorana gittik. Sayıca çok fazlaydık ve içeride neredeyse hiç kimse yoktu. Garsonlardan biri masaları birleştirebileceklerini söylediklerinde bizimkiler bunu hiç düşünmeden kabul ettiler. Birkaç masayı birleştirerek oldukça uzun bir masa elde ettiğimizde masadaki tek eksik Çolpan ve küçük çocuklardı.
Ayça, “Bora, Dide ve Asya arabada uyuyor. Çolpan da onları tek bırakmak istemedi, yol tuttuğu için midesi kötü zaten. Arabada dinleniyor,” diyerek açıkladı Çolpan’ın yokluğunun nedenini.
Adnan’ın yüzünde mahcup bir gülümseme belirmişti Ayça bunu söylerken. Ardından yerinden kalkmış, tezgâhın önünde duran çocuktan bir şişe su rica etmiş ve “Bora’yı da yol tuttuğu için yanımda ilaç taşıyordum,” dedikten sonra restorandan çıkmıştı.
Garson siparişleri aldıktan sonra masada henüz saatin erken olması sebebiyle derin bir sessizlik oluştu. Mehtap, hemen Girdap’ın yanında oturmuş, neredeyse hareketsiz, nefes bile almaz hâlde masanın yüzeyini seyrediyordu.
Muşta, “Bora için biraz zor olacak,” diye söze girdi. “Ama bir yandan Muğla’nın ona da iyi geleceğini düşündük. Çolpan’ı çok seviyor, onu görünce sakinleşiyor ve hepimizi tanıyor olması da kendisini güvende hissettiriyor olsa gerek.”
“Annem çocuklarla çok iyi anlaşır,” dedim gülümseyerek. “Bizim bahçeyi görünce çok sevecekler. Eminim Bora da çok sevecektir.”
Muşta sıkıntılı bir nefes vererek, “Bu kadar kalabalık da gidilmez aslında, adabı var misafirliğin. Ayıp oldu,” dediğinde kaşlarım çatıldı.
“Lütfen öyle söyleme Hakan abi, babam ısrarla hepinizi beklediğini söyledi. Emin olun şu an çok heyecanlıdır, hazırlıklara başlamışlardır.”
Eylül koluma girince bir an duraksadım, hemen yanımda oturduğunun farkındaydım ama birdenbire temasına maruz kalınca şaşırmadan edemedim. Çenesini omzuma yaslayıp sessizce diğer elinde tuttuğu peçeteyle oynamaya başladı.
Yener’in bakışlarının sürekli Simge’nin olduğu tarafa kaydığını görüyordum ama küçük fil, bakışlarına karşılık alamıyordu. Simge sakince suyunu içiyor, telefonuyla ilgileniyor, kafasını kaldırıp Yener’in olduğu yöne dahi bakmıyordu.
Herkes uğultulu bir sohbete giriştiğinde Eylül’e sokulup, “İyi misin?” diye sordum. “Yol mu tuttu çiçeğim?”
Eylül sessizce, “İyiyim,” diye mırıldandı, çenesini omzuma sürtüp gözlerini parmaklarının arasında ufalanan peçeteden çekmedi. “Biraz başım ağrıyor o kadar.” Bir müddet sustu. Sonunda, “Eymen gelmiyor mu?” diye sordu sessizce.
“Aslında normal şartlarda gelmezdi ama babam misafirlerimiz gelecek diyerek arayıp çağırmış onu. O çoktan Muğla’ya varmıştır bile.”
Eylül sustu, söylediklerime cevap vermedi. Kendisini Eymen’e karşı suçlu mu hissediyordu? O gece Eymen’in de her şeye şahit olması Eylül’e nasıl hissettiriyordu merak ediyordum. Belki de içten içe Eymen ile yüzleşmek istemiyordu. Tıpkı Ecevit’ten kaçıp, onun olduğu yöne bile bakmadığı gibi Eymen’den de kaçacaktı. Ona hak vermediğimi söyleyemezdim. Şu an hissettiklerini göz önünde bulunduracak olursak, ona o geceyi hatırlatan ve o gece kandırdığını hissettiği herkesten kaçacak olması çok normal geliyordu.
Masa yemeklerle donatıldığında duyulan tek ses çatal bıçak sesiydi. Herkes karnını doyurana kadar hiç konuşmadık. Arabalara benzin dolduruldu, hesaplar ödendi ve lavabo ihtiyacı olanlar lavaboyu kullandıktan sonra yeniden yola koyulduk. Yemek yediğim için ağırlık çöktüğünden yarım saat kadar uykuya daldım.
Ta ki Gurur’un, “Ellemeyin, uyusun,” dediğini duyup gözlerimi aralayana kadar, işte o âna kadar ben horladığımın farkında bile değildim. Yaman yüzünde dehşet yüklü bir ifadeyle bana bakıyor, Tayfun abi bile kaşlarını havaya dikmiş, yüzünde şaşkınlıkla beni izliyordu.
“Gurur biz onu ellemiyoruz zaten ama o öyle bir horluyor ki az önce araba onun sesi yüzünden mi sarsıldı yoksa gerçekten bir çukura mı girip çıktın ayırt edemedim ben,” dedi Yaman tek kaşını kaldırarak. “Günaydın dinozor, dünyaya çarpan asteroit yüzünden soyunun tükenmiş olması gerekmez miydi?”
Kulaklarıma kadar kızarırken, “İçim geçmiş,” diye fısıldadım.
“İçin mi geçti? Altmış altı milyon yıldır uyuyorsun. Ataların sen uykuya daldığın gün bir asteroidin bugünkü Meksika kıyılarına çarpması sonucu yok oldu. Geriye sadece sen kaldın,” dedi Yaman ciddi bir şeyden bahsediyormuş gibi ifadesizce.
Tayfun, “Olabilir, çok yorulmuştur,” dedi sessizce ama hâlâ olayın şokunda olduğunu biliyordum. Daha da kızardım.
Yaman, “Yemek yerken mi yoruldu?” diye sorduğunda, “İnsanlar yemek yerken de yorulabilir,” diye homurdanarak önüme döndüm.
“Abartmayın, o kadar da horlamadı,” dedi Gurur, bir an durup Gurur’a şok içinde baktım. Tek derdi beni korumak olsa da bu sadece beni daha çok utandırıyordu.
Yaman, “Aşk gözü kör ettiği gibi kulağı da sağır ediyor demek ki ya da yaşın kırıldıkça duyma sorunları oluşmaya başladı sende,” dediğinde, Tayfun abi bıyık altından gülerek gözlerini camdan dışarıya çevirdi.
“Gerçekten şimdi arabanın kapısını açıp, hareket eden arabadan aşağı atacağım kendimi,” dedim ağlak bir sesle.
“Sakın,” dedi Yaman, buna şaşırdım ama daha sonra beni şaşırtmayan diğer cümleyi kurdu: “Bir de seni kaldırımdan toplamakla uğraşamam. Dönüşte kendime bir araba kiralayacağım, ben bu arabada değilken yap.”
Gurur, “Üstüne gidip durma lan sevgilimin,” diye söylendi. “Bebeğim, vallahi çok horlamadın. Bunlar senin evdeki ha-”
Tayfun abi, “Yener, Kahraman abinin traktörü benzetmesini yaparken haklı mıydı yani?” diye sordu sessizce.
“Tayfun abi, sen de mi ya?” diye sordum ona dik dik bakarak. Bir süre gülmemek için dudaklarını sıkan Tayfun abi, sonunda dayanamayıp sırıtınca ben de daha fazla kendimi tutamadım ve gülmeye başladım.
Yolculuğun en zorlayan kısmı, çok su tükettiğim için sık sık tuvalet ihtiyacı hissetmemdi ve ben ne zaman Gurur’un kulağına eğilip, “Çişim geldi,” diye fısıldasam, Yaman arkada ya cıklıyor, ya püflüyor ya da ağzının içinde bir şeyler geveliyordu.
Beşinci kez Gurur’u durdurmak için kulağına yaklaşacağım sırada, “Ya duymadığımızı mı sanıyorsun?” diye sordu Yaman sonunda patlayarak. “Şu suyu elinden bırakmazsan deve kervanı gibi on beş günde varacağız Muğla’ya,” diye isyan etti.
Artık Gurur’u bile illallah ettirmiştim. O kadar çok durmasını isteyip, sürekli tuvalete gitmiştim ki artık ona yaklaştığımı fark edince o bile bana düz düz bakmaya başlamıştı…
“Birincisi, bir daha sevgilimin ihtiyaçlarıyla ilgili yorumda bulunma,” dedi Gurur, Yaman’a ters ters bakarak. Ardından gözlerini bana çevirdi. “İkincisi, yeter kız.” Kulağıma yaklaştı. “Bu kadar sidikle kaç evde kaç büyü bozulur sen biliyor musun?” diye sordu. “İçme şu suyu kurban olayım, iki yudum su alıyorsun, çişim geldi diye sızlanıyorsun. Dört saatlik yolu bize yedi saat ettin kurbanın olayım…” Yüzünü elimle itip, ona dik dik baktığımda omuzlarını düşürüp kenara çekti. Yaman’a dönüp nanik yaptıktan sonra hızla arabadan inip benzinliğe doğru koşmaya başladım.
Yaman’ın arkamdan, “Çattık ya,” diye söylendiğini duydum. Hemen arkamızda duran Devran da kafasını camdan çıkarıp, “Biri Zeliha’nın elindeki su şişesini alabilir mi lan artık!” diye bağırdı feryat figan. Biricik’in ön koltukta gülme krizine girdiğini görebiliyordum. Bir nanik de Devran’a yapıldıktan sonra zafer dolu bir ifadeyle lavaboya girdim.
Akşam çökmeye, açık camlardan içeri serin bir esinti sızarak saçlarımı uçurmaya başlamıştı. Radyoda iç ısıtan bir şarkı çalıyor, ayaklarım torpido gözünün üzerinde uykuya dalmadığım hâlde Yaman’ı uyuz etmek için horlama sesleri çıkarıyordum.
Bir süre sonra uyumamam için saçma şarkı istekleri yapmaya başlamıştı, çişim gelmesin diye de tüm su şişelerini arkaya atmış, ne zaman su için arkaya dönsem, “Önüne dön, Dino. Barajları kuruttun, küresel ısınmayı hızlandırdın. Buzullar senin yüzünden eriyor,” demeye başlamıştı.
Akyaka’ya uzanan, kenarı uçurumlara açılan dönemeçli yollarda ilerlemeye başladığımızda cama yaklaşıp dışarıyı izlemeye başladım. Dağ ve deniz birbirini izleyen iki âşık gibiydi; yeşil ve mavi birbirine karışarak benim topraklarımı var ediyordu. Esinti burada daha ılıktı, saçlarımı savuran rüzgâr derimi soğuğuyla acıtmıyor, tanıdık bir el gibi yüzümü okşuyordu. Gurur bir çocuk gibi cama tünediğimi fark ettiğinde gülerek göz ucuyla beni süzmeye başlamıştı. Ellerimi açık camın üzerine koymuş, saçlarım yana doğru savrulurken gülümsememi saklayamadan denizi izlemeye, tuzun o yoğun kokusunu ciğerlerime çekmeye başlamıştım.
“Şehrine gelince daha bir güzelleştin,” diye mırıldandı Gurur, rüzgâra karışan sesi zihnime dolarken huzurun içimde daha büyük bir yer kapladığını hissettim.
“Az kaldı,” dedim gülümseyerek. “On beş dakikaya kalmaz varmış oluruz. Bu saatlerde yol boş olur.”
“Babanlara haber ver istersen,” dedi Gurur.
İlk işim hızla babamı aramak oldu. Babamın ve annemin hattın öteki ucundaki telaşını hissediyordum. Evde bir koşuşturma hâkim olsa gerekti. Çok uzun zaman sonra Muğla’ya ilk kez dönüyordum, üstelik yanımda da bir sürü misafir getiriyordum. Hâllerini tahmin bile edemiyordum. Delirmiş olmalıydılar.
Telefonu kapattığımda yüzümdeki gülümseme artık daha büyüktü, daha içtendi. Araç gezip tozduğum, büyüdüğüm sokaklarda dolaşmaya başladığında gökyüzü artık safir rengindeydi. Ufukta kızıl bulutlar yakut gibi parlıyordu. Akyaka evleri görüş alanıma girince gözlerimi Gurur’a çevirdim. Bu mimariyi beğeneceğine neredeyse emindim. Tam da düşündüğüm gibi olmuştu. Akyaka evlerine hayranlıkla baktığını gördüm.
“Evler ne kadar güzel,” dedi Tayfun abi sakince. “Rum mimarisini anımsatıyor.”
“Köşk gibi,” dedi Yaman tepkisizce. “Bana da Rum mimarisini çağrıştırdı.”
“Buraya ilk kez mi geliyorsunuz?”
“Muğla’ya geldim ama Akyaka’ya gelmemiştim hiç,” dedi Tayfun abi, Yaman ise, “İlk kez,” dedi sadece.
“Bak şuradan döneceksin,” dedim parmağımla işaret ederek. Büyük asya ağaçlarının, ulu çınarların, çiçeklerini yerlere dek dökmüş dalların arasından geçip dar bir yolda ilerlemeye başladık. Gurur’un gözleri sokakları tanımak, ezberlemek ister gibi etrafta dolaşıyordu. Sokağın kenarlarına yerleştirilmiş sokak lambaları gece tam anlamıyla çökmemiş olmasına rağmen yanmaya başlamıştı.
Çift katlı, duvarları beyaz taştan, kapıları ve pencereleri ahşap o büyük Akyaka evini gördüğümde dudaklarımdaki gülümseme daha da büyüdü. Bahçesinden yayılan sarı ışığı görebiliyordum. Ağaçların arasına gizlenmiş beyaz bir kalp gibi orada duruyordu evim. Asma yaprakları henüz üzüme durmamıştı ama bahçenin önünde sarmaşıklar gibi dolanarak aşağıya salınıyor, yerlere dek uzanıyordu. Gurur bakışlarımdan evime geldiğimizi anlamış olacak ki arabayı yavaşlatabildiği kadar yavaşlattı.
Araba durduğunda dudaklarımda gizleyemediğim bir gülümseme vardı. Bahçenin etrafını saran kısa taş duvarın önündeki ahşap kapı açıldığında önce babam, sonra annem dışarı çıktılar. Emniyet kemerini söker gibi çıkarıp kapıyı açmamla kendimi dışarı atmam bir oldu. Anneme doğru koşmaya başladığımda annem de benim gibi otuz iki diş sırıtıyordu.
Bedenim annemin bedenine âdeta çarptı, kollarımı onun boynuna dolayıp sıkıca sarıldım. Ellerini belime koyarken, “Kuzum,” dedi içtenlikle. “Canımın içi, evimin çiçeği gelmiş.”
“Geldim,” dedim heyecanla.
Arabaların kapılarının açılıp kapanırken çıkardığı seslere aldırış etmedim. Anneme sıkıca sarılmaya, onu kendime bastırmaya devam ettim. Annemin şaşkınlığı anlıktı, daha sonra o da şefkatle, özlemle kucaklamıştı beni. Elleri saçlarımda, sırtımda, belimde dolaşmış, nihayet ayrıldığımızda yüzümü avuçlarının içine alarak yanaklarımı öpmüştü.
Babam, “Bana da bırak kızımı Gülbahar’ım,” dediğinde annem, “Sen gidip gidip görüyon, Karaman,” dedi, yanaklarımı bir kez daha öptü. “Ben hasretimden öldüm ya len.”
Babam beni ensemden yakalayıp kendine çekince gülerek ona doğru döndüm. Ona da sıkıca sarıldım. “Ev sen gelince yuva oldu, gördün mü?” diye sordu babam yüzünü saçlarımın arasına gömerek. “Seni burada görmeyi nasıl özledim biliyon mu sen? Bu ev bile hasret kaldı sana.”
Annem, “Çocuklar, buyurun, durdunuz kapıda,” dedi annem bahçenin kapısını ardına dek açarak. “Karaman, çocukların eşyalarını al len.” Annemin bakışları Biricik’e takıldı. “Aboo, civciv kız, ne güzelsin, kırk bir kere maşallah,” dedi heyecanla. “Hadi hadi gel, gir içeri gir.”
Babam, “Hoş geldiniz,” dedi, ardından Muşta’yla el sıkıştılar.
“Size de ayıp oldu, böyle cümbür cemaat geldik,” dediğinde Muşta, “O nasıl söz, komutan?” diye sordu babam. “Tümünüzü ben çağırdım, ben istedim burada. Baş tacısınız bu evde. Bu da böyle biline. Geçin içeri, açsınız demi?” Babam, Cenan’a baktı. “Hoş geldiniz, Avukat Hanım. Buyurun buyurun.”
Dide uykulu gözlerini ovuştururken Yener’in kucağındaydı. Yener gülümseyerek, Dide kucağındayken bahçemizden içeri girdi. Hemen arkasından Cenan ve Muşta, sonra da diğerleri…
Eylül koluma girince ben de kolumu kıvırıp ona sokuldum. Birlikte içeri girdiğimizi gören Gurur, arkamızdan uzun uzun baktı. Ardından en son o içeri girdi ve bahçenin kapısını kapattı.
Büyük çardak, bahçenin hemen çaprazında kalıyordu ve bahçenin ortasına uzun, beyaz örtüyle kaplanmış bir masa yerleştirilmişti. Masa öyle uzundu ki masaya baktığım an birkaç masayı birleştirdiklerini anladım. Boydan boya, bir düğün masası gibi görünüyordu. Üzerinde annemin pişirdiği ekmekler, gözlemeler, bir sürü salata çeşidi ve yemek vardı. Ahşap sandalyeler bile muntazam bir şekilde, sanki cetvelle ölçülmüş gibi yerleştirilmişti masanın etrafına.
Babam eliyle masayı işaret edince, annem, “Dur insanlar bir soluklansın, Karaman!” diye kızdı. Annemin başında oyalarını kendi işlediği bir yazma vardı, perçemleri alnından dökülerek yazmanın dışına taşıyor, pembe yanaklarının etrafından dalgalı bir su gibi akıyordu. En sevdiği çiçekli elbisesini giymiş, üzerine de beyaz, yün bir hırka almıştı. Babam altına takım pantolonu giymiş, üzerine de gömleğini geçirmişti. “Banyo yapmak isterseniz sıcak suyumuz bol, hele kabak liflerimiz var ya bizim, çok seversiniz, yumuşacık eder insanı,” dedi annem heyecanla. “Elinizi yüzünüzü yıkayın isterseniz. Kahve de yapabilirim isterseniz.”
“Gülbahar Hanım, çok sağ olun,” dedi Muşta gülümseyerek. “Telaşa hiç lüzum yok, biz çok iyiyiz böyle.” Gözlerini büyük masaya çevirdi. “Ne kadar çok şey hazırlamışsınız. Zahmet olmuş. Ne gerek vardı?”
“Olur mu öyle şey, komutan?” diye sordu annem sahte bir kızgınlıkla. “Ispartalardan çıktınız geldiniz, misafirimizsiniz siz bizim. Sabahtan kalktım mısır ekmeği yaptım, taş ocakta pişirdim bütün ekmekleri. Ekşi mayalı ekmeği çok seversiniz bak, gittiniz mi her gün ararsınız, Gülbahar bize ekşili ekmek yap yolla diye başımın etini yersiniz valla.”
Muşta ve ekip gülerken gözlerim Gurur’a kaydı. Köşede dikilmiş, gözlerini evde dolaştırıyor, bahçeyi inceliyordu. Sanki küçük kız çocuğu Zeliha bir yerden kahkaha atarak çıkacakmış, elinde oyuncağıyla etrafında koşturacakmış gibi mi hissediyordu? Bakışları öyleydi, öyle hissettirmişti. Burada yaşadığım her şeyi merak ediyor gibi bir hâli vardı.
“Gülbahar teyzemin hakkı var valla,” dedi Ayça heyecanla. “Ekşi mayalı ekmeği için adam vururum.” Gözlerini Gurur’a çevirdi. “Mesela kavak ağacı adamı vurabilirim.”
“Gülbahar dezen kurban sana turunç kafam, bir sürü ekmek yaparım ben sana. Giderken de götürüverirsin gari,” dedi annem heyecanla. Annemin bakışları kol kola olduğumuz Eylül’e kaydı. “Hay maşallah, manken gibisin kız sen. Boya posta, şu güzelliğe bak. Bir içim su. Pek de benziyon uzun oğlana. Kardeşiydin demi?”
Eylül, ürkek bir şekilde başını salladı. “Uzun oğlan dediğiniz Gurur abimse, evet efendim.”
“Heee,” dedi annem düşünür gibi. “Kız sen de haklısın ya len, bunların hepsi kavak gibi maşallah.”
Gurur sonunda gözlerini etraftan çekip anneme çevirdi. “Benim kız kardeşim efendim. Bu da erkek kardeşim Cesur. Bizi ağırladığınız için teşekkür ederiz.”
“Ne demek uzun oğlan, hadi bakem, gidin ellerinizi yıkayın, yemeklerimizi neyin yiyelim, size kahve de yaparım. Kumda pişiririm hem de dibek kahvesi. Geçen ay getirttim. Pek güzel oluyor valla.”
Eymen evin kapısının eşiğinde belirdiğinde Eylül kolumu daha sıkı kavrayıp gözlerini farklı bir yöne çevirdi. Benden başka sığınacak kimsesi yok gibi bana tüm gücüyle sarılması onu bağrıma basma isteğiyle dolmama neden oldu. Babamın tek bir bakışıyla emri kavrayan Eymen, askerlere lavaboya kadar eşlik etti.
Sofranın başına oturduğumuzda babamın ağaçların arasında uzattığı sarı lambalar tepimizde ışıldayarak yanıyordu. Kaşıkların, çatalların, tabakların sesi çöken gecenin içinde çınlamaya başladı.
Tek bir an sonra, beni kahkahalara boğmak üzere olan şey, askerlerin sofradaki yemeklere bakışıydı. Çünkü et oburların daha önce hiç tüketmedikleri kadar çok sebze tam da önlerinde duruyordu.
Yaman’ın yüzünde donuk bir ifadeyle, kendi kendine, “Nasıl yani?” diye sorduğunu duydum.
Yener, “Salatalar bitince yemekler gelir herhalde,” dedi sessizce, hemen dibinde oturduğum için bunu duyan sadece bendim. Zavallı, diye düşündüm içimden. Kandır kendini böyle sen.
Gurur, tam karşımda oturuyordu. Kaşlarını çatmamak için büyük bir uğraş vererek annemin kaşıkla önüne koyduğu börülceye bakıyordu. Annem, çoğu insanın börülceye hâkim olmadığını biliyor gibi, “Börülce,” deyince, Gurur, “Görümce mi?” diye sordu şaşırarak.
Annem elinde kaşıkla birden gülmeye başladı. “Ne görümcesi len, börülce börülce.”
Yaman, Yener’e yandan bir bakış attı. Yener de o bakışlara karşılık verdi. Annem, Yener ile Yaman’ın önüne de biraz börülce koydu. Zafer, börülceden büyük bir lokma alıp, dolandırıcı gülümsemesiyle, “Ellerine sağlık teyzem,” dedi, tek kaşımı havaya kaldırdım. “Nasıl güzel olmuş ya. Harika.”
Yaman, “Dino,” dedi bana sessizce, aslında bana bakmıyordu ama bana söylediğini biliyordum. “Bu dolandırıcı gece senden evin adresini isterse verme.”
“Niye ki?” diye fısıldadım.
“Verme sen.”
“Konumdan otomatik girer adresi,” dedi Yener sessizce.
Muşta, yanında oturan Cenan’a yandan bir bakış attı, Cenan önüne doldurulan zeytinyağlı kabak çiçeği dolmasını çatalıyla bölerken Muşta bu kez kafasını indirip Cenan’ın tabağına baktı. Sessizce, “Dolma mı o?” diye sordu.
Cenan başını salladığında bu kez Muşta gözlerini kaldırıp annemi ve babamı kontrol etti, ikisi de kendi tabaklarını dolduruyordu. Gözlerini yeniden Cenan’a çevirip, “Kıyma falan var mı içinde? Ne bileyim et falan?” diye sordu bu kez sessizce.
“Yok, Hakan,” dedi Cenan kaşlarını çatarak. “Bu dolmada etin ne işi olur? Kabak çiçeği dolması bu.”
“Kabak ama,” dedi Muşta burnundan soluyarak.
“Ye hadi ye,” dedi Cenan. “Kolesterolün falan yok mu senin? İyi gelir.”
Muşta, “Gösteririm ben sana kolesterolüm mü var neyim var,” diye söylendi.
Ecevit, annemin yaptığı tüm yemekleri iştahla, büyük bir sessizlikle yiyor, Girdap da onun gibi önündekileri yerken hiç zorlanmıyordu. Ekibin o ikisine garip garip baktıklarını gördüm. Gurur ise her gün et yemesine rağmen, yemeklere tuhaf bir şey görmüş gibi baksa da annemin önüne koyduğu her şeyi büyük bir iştahla yemeye başlamıştı.
Kızlar yemekleri ayıla bayıla yiyor, etçil hayvanların tamamı otları uzun uzun inceleyip, ayıp olmasın diye yemeye çalışıyorlardı. Onları anlıyordum aslında, alışkın olmadıkları bir kültür, alışkın olmadıkları yemeklerdi bunlar; aslında başta böyle bir hainlik yapmak yerine anneme onların et sevdiğini söyleyebilirdim ama açıkçası bu manzarayı görmeyi çok uzun zamandır istiyordum. Kaçıramazdım.
Hepsinin ortak beğenisi mısır ekmeği olmuştu ve annemin övündüğü ekşi mayalı ekmek de timdekilerin devamını aradığı bir lezzetti. Sebze yemekleri konusunda hayal kırıklığına uğramış olsalar da annem bir hamur işi kraliçesi olduğu için timdekilerin gönlünü fethetmesi uzun sürmemişti.
Yine de her öğün et tükettiğini bildiğim Muşta’nın bakışlarını yakalayabiliyordum. Bir ara Dide’ye yaklaşıp, “Babacığım, canın bir şey istiyorsa söyle, tamam mı? Alırım ben sana,” diye mırıldandı ama Dide önündeki zeytinyağlıları seve seve tüketmişti, yani aslında Muşta’nın tek derdi kızını bahane ederek midesine et ürünü sokmaktı.
Kızlarla ayaklanıp boş tabakları toplarken ekiptekiler de durmadı. El birliğiyle hep birlikte sofrayı topladık ama masayı kaldırmadık çünkü babamın en sevdiği şey, masada çay keyfi yapmaktı ve hava bunun için çok uygundu. Annem yaptığı börekleri, kurabiyeleri, küçük pastaları masaya getirdiği an ekibin gözlerinde söndüğünü sandığım o yaşam ateşi tekrardan yanmaya başlamıştı. Babam ve Muşta, uzun uzun sohbet ettiler, timdekiler de onlara katıldı; sadece Yaman sohbete katılmıyor, tüm dikkatini böreklere çöreklere vermiş, sürekli kendine çay doldurarak tıkınıyordu.
Babam çayına bir kesme şeker atıp karıştırırken, “Sizin için şu evi temizledik, bir güzel hazırladık çocuklar,” dedi ve bahçenin öteki ucunda Eymen ve benim için hazırlattığı evi gösterdi. Üst kat benim içindi, alt kat Eymen içindi, evlendiğimizde istersek bu evi yazlık gibi kullanacak, istersek temelli buraya yerleşecektik. Babamın bizim için yaptırdığı ev, kendi evimizin hemen hemen kopyasıydı, dışı diğer Akyaka evleri gibi bembeyaz, kapıları ve pencerelerinin panjurları ahşaptandı. “Bu evi Eymen ve Zeliha için yaptırdım. Tüm tuğlalarını ben taşıdım valla. İleride evlendiklerinde ister yazlık yaparlar, ister temelli kalırlar. Şu an evin alt katı ve üst katı bir ama ileride ayrılacak, üst katın girişini arkaya alacağız.”
Gurur meraklı gözlerle eve baktığında babam ona yan gözle bakıp tepsini ölçmek istiyor gibi onu süzdü. “Kızlar bizim evde kalır, biz Eymen’le birlikte sizinle kalırız ki kızcağızlar rahat etsin. Çardağımız da kocaman bakın, olur da bunalırsanız atarsınız kendinizi buraya. Bir battaniye alıp çok uyudum bu çardakta. Uyuması bir keyifli olur ki sormayın.” Babam gülümsedi. “Sabah erken kalkarız ama gürültü etmek gibi huylarımız yoktur. Sizi uykunuzdan etmeyiz çocuklar, merak etmeyin. Benim traktör biraz gürültücüdür, sabah bahçeye gideceğimde onu çalıştırıyorum ama anlık bir gürültü, uyanmazsınız uykunuzdan.”
“Sizin traktör çok gürültücü, doğru,” dedi Yener sırıtarak.
Masanın altından ayağına sertçe vurduğumda yüzü acıyla buruştu. Ona dik dik bakıp gözlerimi babama çevirdim. Babam bir rehber gibi evle ilgili bilgi vermeye devam etti. Güneş enerjisinin çalıştığını, havanın bu aralar çok güneşli olduğunu, o yüzden günün her saati sıcak su bulabileceklerini söyledi.
Çaylar içildi, annemin hazırladığı hamur işleri tabaklarda kırıntı bile kalmayana dek silip süpürüldü. Babam, Mehtap’ın kim olduğunu çıkaramamış gibi ara sıra Mehtap’a baksa da kızı rahatsız etmek istemediğinden tek kelime etmedi, hatta Mehtap’a gülümsedi ve ona ara sıra çay ikram etti.
Babam oturduğu yerden kalkarken, “Siz çok yorulmuşsunuzdur çocuklar,” dedi. “Kızlar, Gülbahar anneniz yataklarınızı serdi. İsterseniz çardakta da oturabilirsiniz, isterseniz dinlenebilirsiniz de.” Babam elini salladı. “Hadi bakalım oğlanlar, size de yatacağınız yerleri göstereyim. Sonra biraz yürüyüş yaparsınız ya da çardakta oturursunuz he?”
Gurur merakla bana bakınca tabakları birbirinin üzerine koyup yığdım ve “Gurur bana yardım edebilir misin?” diye sorarak ona baktım. Oturduğu yerden âdeta sıçrayarak kalkıp dizdiğim tabakları elimden aldı.
Babam, Muşta ve tüm ekibi önüne katıp ilerlemeye başladığında çok kısa bir an Eymen’in sessizce dikilip, Eylül’ün yüzüne baktığını gördüm ama Eylül, o bakışları hissetse de karşılık veremedi. Eymen karşılık alamayacağını anladığında sessizce önüne dönüp babamın arkasından diğer eve doğru yürüdü.
Evin ışıkları yandığında masanın önünde durmuş ekibin içeri girişini izliyordum. Gurur, “Nereye götüreyim bunları?” diye sordu elindekilerle. “Mutfağınız ne tarafta bilmiyorum.”
“Gel,” diyerek onu arkama alıp eve doğru yürüdüm. Asmaların altından başımı eğerek geçtiğimde o da benim gibi eğildi ama buna rağmen asmalar saçlarına takıldı. Gülerek ona doğru döndüm. “Doğru, senin iki metrelik bir dana olduğunu unutmuştum,” diye mırıldandım uzanıp saçlarını dallardan kurtarırken. Tüm dikkatiyle gözlerimin içine bakıyordu. “Hım?” diye sordum saçlarını kurtardıktan sonra ellerimi geri çekerek.
“Bu benim hiç alışkın olmadığım bir ortam,” dedi durgun bir sesle. “Eğreti durmuyorum, değil mi?”
Bazı insanlar cenneti içinde taşısa da cehennemi sırtından atamazdı. Onun içindeki cennette yaşamıştım, o cennetin nasıl bir yer olduğunu biliyordum ama sırtındaki cehennemin de içinden geçmiştim; o cehennem, onun için bir yüktü, bir cezaydı ve en çok onu yakmak için sırtındaki yerini almıştı.
Parmaklarım saçlarından yüzüne kaydı, parmak uçlarım ateşe temas ediyormuş gibi yandı. Elmacık kemiklerini yavaşça okşarken, “Çok uzun zamandır ait olduğun yere sonunda dönmüş gibi duruyorsun,” dedim içtenlikle. Bu benim gerçek düşüncemdi. Masadaki o hâlini hatırladım. Uyum sağlayamadığını düşünüyorken bile her zaman bu evin bir parçasıymış gibi görünüyordu.
Yavaşça geri çekilerek, “İçeri gir,” dediğimde başını aşağı yukarı salladı. İçeri girerken tedirgin görünmeye devam ediyordu. Önce dar holden geçti, sonra ahşap kapısı açık duran mutfağı fark edip o tarafa döndü. Biricik ve Nihan’ın üst kattan yükselen kahkahalarını duyabiliyordum. Annem onlara her ne diyorsa, bu onları çok eğlendiriyor olmalıydı. Gurur tabakları tezgâhın üzerine bırakırken uzun zamandır görmediğim mutfağın duvarlarını izledim. Annemin elleriyle ördüğü danteller dolapların üzerinde seriliydi, ceviz masamızın kenarındaki yarıkta Eymen ile çizdiğimiz Cin Aliler duruyordu. Gülümsedim. Kollarımı göğsümde toparladığım sırada Gurur, “Odanı görebilir miyim?” diye sordu bakışlarını bana çevirerek.
“Nasıl bir odada kaldığımı merak ediyorsun demek. Hadi gel benimle,” diyerek çenemle üst katı işaret ettim. Holün sonundaki ahşap merdivenler yukarı doğru kıvrılıyordu. Cevizden, verniksiz tırabzanlara elimi yaslayıp üst kata tırmanmaya başladım. Hemen arkamdan geliyor, uzun boyundan dolayı alçak tavana kafasını çarpmamak için başını önüne eğerek ilerliyordu. Merdivenleri çıkarken basamakların yaslı olduğu geniş duvarda fotoğraflarımın olduğunu fark edince adımları birkaç basamak sonunda durdu. Omzumun üzerinden ona bakarken tırabzanı tutmaya devam ediyordum. İlkokulda çekilmiş, üzerimde mavi önlük olan fotoğrafa uzun uzun baktıktan sonra gülümsedi.
“Gözlerin hiç değişmemiş,” dedi. “Burnun ve çillerin de öyle. Yüzün sanki hâlâ aynı.” Burnunun üzeri kırıştı, dudaklarından neşeli bir kıkırtı döküldü. “Parmaklara bak, ellerin küçücük ama kalemi tutan parmakların boğum boğum. Isırası geliyor insanın.”
“Beşinci sınıfa gidiyordum orada,” dedim gülerek.
“Bal bebeği,” dedi gözlerini fotoğraftan çekmeden. Gözlerini diğer fotoğraf karesine çevirdi. Kahverengi bir çerçevenin içindeki fotoğrafta traktörün üzerindeydim, pembe boncuklu takımlarımı giymiştim ve güneşten dolayı epey bronzdum. Yine güneş gözümü aldığı için başıma da babamın şapkasını takmıştım. Traktörün direksiyonunu sanki kırk yıllık şoförmüşüm gibi tutuyordum ve Eymen de yanımda oturuyor, şaşkın şaşkın bana bakıyordu. O fotoğrafta on iki yaşlarındaydım. Gurur gülerek, “Sanırsın kırk yıllık çiftçi,” diye dalga geçti. “Eymen’e bak, yırtık donlu bir veletmiş.”
Bir diğer fotoğraf lise mezuniyetimde çekilmişti. Başımda kep vardı, şu an olduğumdan biraz daha iriydim ve cübbenin içinde pudra renginde bir elbise giyiyordum. Lisedeyken zor bir süreçten geçtiğim için yüzümde bir gülümseme yer almıyordu. Yaşadıklarım o dönem çok ağırdı, okulda bin türlü iftirayla ve bana ihanet etmiş iki insanla burun buruna birkaç dönem geçirmek zorunda kaldığım için yüzümdeki gülümsemeler silinmişti. Fotoğraf karesinde gözlerim donuk, ifadem ruhsuzdu. Gurur bunu fark etmiş gibi uzun uzun fotoğrafı inceledi ama üzerine yorumda bulunmadı.
Kafasını kaldırıp bana baktığında, beş basamak yukarıdan onu izliyordum. “Kırgın bakan gözlerini ilk bakışta tanımak canımı çok sıktı,” dedi sessizce.
“Kırgın değil de donuk,” dediğimde başını iki yana salladı.
“Kırgın,” dedi. “Uzun süre o gözlerle baş başaydım.”
Sessizce bakışlarımı üst kata çevirip, “Hadi, odamı görmek istemiyor muydun?” diye sorup diğer basamağın üzerine çıktım. Bir şey söyleyeceğini hissettim ama ağzını açmadı, sessizce beni takip etti.
Üst katta kızların hepsi oturma odasına doluşmuştu, oturma odasının ahşap kapısı açıktı. Mehtap çekingen gözlerle kollarını bedenine sarmış, etrafa ürkek ürkek bakarken sanki Girdap’ı arıyordu. Ayça ona sakince yaklaşıp gülümseyerek bir şey uzattığında, Mehtap zar zor gülümseyip kollarını yavaşça çözerek Ayça’nın uzattığı şeyi aldı. Yürüdüm, devamında ne olduğunu görmedim. Sonunda odamın kapısında durduğumda derin bir nefes aldım. Çok uzun zaman sonra bir daha dönmek istemediğim o yere kendi isteğimle dönmüştüm.
Kapının kilidini çevirirken Gurur’un nefesinin sırtımdan aşağı kaydığını hissedebiliyordum. Kapı yavaşça aralanmaya başladığında üzerime bir durgunluk çöktü. Karanlık odanın içine holün beyaz ışığı düşüp odayı aydınlatmaya başladı. Odamın beyaz duvarları son bıraktığımda olduğundan farklı görünmüyordu. Demir, beyaz karyolam tek kişilikti ve odanın sağ duvarına yaslıydı. Beyaz komodinimin üzerinde açık renk bir abajurum vardı. Duvarlara yerleştirilmiş küçük tablolar ve çalışma masamın önünde duran beyaz akıllı tahtaya bakarken geçmişten bir ânın içindeymişim gibi hissettim. İçeri girip ışığı açtığımda odadaki tüm ayrıntılar ışığın altında alev gibi parladı. Tül perdem, odam havalansın diye aralık bırakılan pencereden esen rüzgârın dokunuşlarıyla uçuşuyordu. Beyaz kitaplığıma doğru ilerlediğim sırada Gurur’un da içeri girdiğini biliyordum. Tozu neredeyse her gün alınıyor olmalıydı, kitaplarım sararmasın diye annem onları ters şekilde yerleştirmişti. Gülümseyerek kitaplardan birini çekip sayfalarını karıştırmaya başladım.
Gözlerimi omzumun üzerinden Gurur’a çevirdiğimde yatağımın ucunda dikildiğini gördüm. Yatağımın üzerindeki pastel renkli yastıklara ve yine yatağımın üzerindeki tavandan akarak yüzeyine serilen beyaz tüllere bakıyordu. “Cibinliğin de var demek,” dedi şefkatli bir sesle. “Prenses gibi mi uyuyordun burada?”
“Babam sinekler benimle uğraşmasın ve kendimi prenses gibi hissedeyim diye yapmıştı,” dedim gülümseyerek. “Beğendin mi?”
“Şirin,” dedi. “Sana uyuyor.”
Gurur yatağın ucuna oturdu, hemen önünde duran boy aynasına baktı. “Bu aynanın önünde hazırlanıyordun demek,” dedi benimle ilgili her ayrıntıyı merak ediyormuş ve keşfetmekten büyük bir zevk duyuyormuş gibi.
Elbise dolabım beyaz ahşaptandı, tıpkı komodinim ve kitaplığım gibi. Renklerini babamla beraber beyaza boyamıştık. Birlikte verniklemiş, kurumalarını beklerken çok eğlenmiştik. Bu detayları nedense ona anlatamadım. İçini ezecek hiçbir şey söylemek istemedim. Ellerini yatağımın üzerine serili yumuşak yorganda gezdirirken gözleri odanın duvarlarında dolanmaya devam etti.
“Senin odanı da merak etmiştim hep,” dediğimde, gözleri hâlâ duvarlardayken, “Benim odam yoktu,” dedi, bir an durdum, boğazımda yumruyla gözlerimi yere indirdim. “Salondaki çekyatta uyuyorduk Cesur’la. Karşılıklı iki çekyatımız vardı. Birinin yayları bozuktu.” Sessizleşti, daha sonra susmasının canımı daha çok acıtacağını öngörmüş gibi kaşlarını çattı. Bambaşka senaryoları düşünüp üzüleceğime, gerçek senaryoyla tek seferde üzüleyim ve bitsin istedi belki de. “Yayları bozuk olanda ben yatıyordum,” diye başladı cümlesine yeniden. “Çünkü Cesur uykusunda çok hareket ediyordu ve bilirsin, yay sesleri sinir bozucudur. Özellikle evde sinirlerine hâkim olamayan bir baba varsa.” Durdu. “Ya da belki bilmezsin,” diye mırıldandı kendi kendine. Başını havaya kaldırıp tüllerin süzülüşünü izlerken, “Hareketsiz yatardım. Bazen hareket etmemek için uyumazdım. Cesur biraz uyuyabilsin de okula uykusunu alarak gitsin diye,” dedi.
Ağır adımlarla ona doğru yürüyüp yanına oturdum. Başımı omzuna yaslayıp gözlerimi uçuşan tülün ardında görünen sarı lambaların yaydığı ışığa diktim. Rüzgâr eserken sanki anılar da tüllerin arasından eserek odaya doluyordu. Bu oda bir zamanlar benim hissettiğimden daha ağır duygular hisseden birini ağırlamayacak zannetmiştim hep ama bugün bu oda, benim yaşadıklarımı anlamsız hâle getirecek kadar çok şey yaşamış bir adamı misafir ediyordu içinde.
“Yarın sana buraları gezdireceğim,” diye mırıldandım.
“Dört gözle bekliyorum,” diye cevapladı.
Gözlerimi yavaşça yumduğumda hisler içimde yağmur gibi yağarak kalbimi sağanağının altına aldı. Saçlarımın bukleleri Gurur’un göğsüne dökülmüş hâldeyken, “Bu evi sevdin mi?” diye sordum.
“Çok sevdim.”
Kafamı kaldırıp ona baktığımda bir süre bana değil, boy aynasındaki yansımamıza baktı ama sonunda bakışlarımdan kaçamadı ve gözlerini bana çevirdi. Gözlerimiz birleştiğinde kalbimde adını koyamadığım ama taşımaktan mutluluk duyduğum bir ağırlık belirdi. “Aile kavramına alışsan iyi olur domuzcuk,” diye fısıldadım. “Çünkü artık ailen sadece annen, kız kardeşin ve erkek kardeşinden oluşmuyor.”
Dudağının kenarı yukarı bükülürken, “Öyle mi?” diye sordu.
“Evet.”
Tam ağzını açıp bir şey söyleyecekti ki birinin hafifçe öksürdüğünü duyup bakışlarımı Gurur ile aynı anda kapıya çevirdim. Annem kapının eşiğinde durmuş, yüzünde silinmeyen bir tebessümle bizi izliyordu. Yanaklarımın ısındığını hissederek oturduğum yerden yavaşça kalktım.
“Masum masum, diz dize oturuyonuz ama Karaman sizi böyle görürse kalbine iner benden demesi,” diye takıldı bize.
Gurur ayağa kalkıp gülümseyerek, “Ben de tam gidiyordum efendim,” dedi. Tam kapıdan çıkıyordu ki annem, Gurur’un omzuna elini koydu.
“Oğlum,” dedi annem, bir an Gurur da ben de donduk kaldık. Gurur’un ela gözlerinin cam gibi parladığını gördüm. Bakışlarını anneme çevirirken ne hissettiğini kalbinin içine başımı sokup görebilmeyi çok isterdim. “Olur da üşürseniz, battaniye yetmezse, gel ben sana veririm, e mi?” diye sordu annem yumuşacık bir ses, şefkatle parlayan gözleriyle.
Gurur hızlıca başını sallayıp, “Olur,” dedi, kalbi yerinden çıkacak gibi atıyor olmalıydı.
“Dinlenmekten vazgeçerseniz çardağa gidersiniz, çay demlerim, e mi?” diye sordu annem bu kez gülümseyerek.
Gurur başını yeniden sallayıp, “Size yeterince zahmet verdik,” diye fısıldadı.
“Sen benim kızımın yüzünde gül açtıransın. Senin isteğin bana zahmet olmaz, benim verdiğim de sana lütuf olmaz oğlum,” dedi annem Gurur’un omzunu okşayarak. “Çekinme benden.”
Gurur bir an kelimeleri hangi sıraya koyması gerektiğini bilmiyormuş, kafasında bir türlü bir cümle oluşamıyormuş gibi annemin gözlerinin içine bakakaldı. Annemse ona şefkatle gülümsemeye devam etti.
Gurur odadan çıkıp giderken ne hissediyordu bilmesem de ben kalbimin derinliklerinde çok büyük bir huzur hissediyordum. Bu huzur, bu odada uzun zamandır hissetmediğim büyüklükteydi; bir daha bu odada huzurlu hissetmeyeceğimi düşündüğüm anlar olmuştu oysa. Gurur o anların her birini parçalara ayırıp yok etmişti. Varlığıyla bu odanın içindeki gamı, yası, Zeliha’nın gözyaşlarını silmişti.
Annem, “Çok efendi çocuk,” diye fısıldadı bana dönerek. “Dağ gibi çocuk ama ürkek ürkek bakıyor insana. Boyu ne kadar uzun, koca adamsa, kalbi o kadar ufak, küçük çocuk.”
“Öyle.”
“Doğru bir seçim yapacağından şüphem yoktu.” Annem gülümseyerek arkasını dönüp gittiğinde bir süre olduğum yerde durup annemin söylediği şeyi düşündüm.
Odadan çıktığım an Mehtap’ın merdivenlerden indiğini gördüm. Arkasından inip bir sorun olup olmadığını sormaya hazırlanıyordum ki dışarı çıktığı an Girdap’ın kollarının arasına girdiğini gördüm. Ürkek bir ceylan gibi Girdap’a sarılırken ne söyledi bilmiyorum, belki konuşmadı bile ama Girdap sanki onun ruhundaki her şeyi görüyormuş gibi, “Buradayım,” dedi, “geldim. Zeliha iyi biri. O benim en yakın kız arkadaşım. Onunla kalabilirsin.” Mehtap utangaç bir şekilde başını önüne eğdiğinde, Girdap parmaklarını Mehtap’ın çenesine yerleştirip kafasını kaldırdı. “Sen anlatmaya karar verene kadar hiçbir şey sormayacağım, söz,” dedi sessizce. “Ama böyle bakıp içimi deşmesene.”
Mehtap, “Ben,” dedi sessizce, bir süre sustu, sonra tekrar konuştu ama bu kez sesi daha zayıftı. “Bu insanlara yük olmuyor muyum? Beni tanımıyorlar bile. Burada olmam bir hata.”
“Beni tanıyorlar,” dedi Girdap hızlıca. Mehtap’ın yüzünü avuçlarının içine alıp saklarken gözlerini gözlerine mıhladı. “Bana bakan en başından beri hep seni görmedi mi sanıyorsun? Seni bir kez görmeyen bile ezelden tanıyordu bu gözlerde.”
Mehtap utanarak Girdap’a sokulup yüzünü onun boynuna sakladığı an, Girdap ile göz göze geldik. Zayıf, yardıma muhtaç bir gülümseme dudaklarında şekillenirken başımı aşağı yukarı salladım; mesajı almıştım. Yavaşça öksürüp onlara doğru yürümeye başladığımda Mehtap çekingen bir şekilde Girdap’tan ayrılıp bana doğru döndü.
“Mehtap,” dedim heyecanla. “Burayı beğendin mi?”
Mehtap, bir Girdap’a bir bana baktıktan sonra başını salladı. “Çok güzel bir yer.”
“Yarın için bir gezi planı hazırladım.” Beklemediği anda onun koluna girdiğimde Mehtap dondu kaldı, Girdap ise gülümseyerek gözlerimin içine baktı. “Güneşe alerjin yok değil mi? Güneş kremim var fazladan. Girdap, sen gidip dinlen, biz de kız kıza planlama yapalım, hadi kış kış,” dediğimde Mehtap elini ağzına götürerek yavaşça güldü. Mehtap’ın koluna daha sıkı sarılıp onu bahçenin öteki ucuna yürütmeye başladığımda Girdap hâlâ arkamızdan bakıyordu.
Mehtap, “Rahatsızlık vermiyorumdur umarım,” dediğinde, “Sana teklifte bulunan bendim, o nasıl söz öyle?” diye sordum çemkirir gibi, gözlerimi gökyüzüne çevirdim. “Merak ediyorum Mehtap, kendini benim yanımda rahat hissetmeme nedenin ne?”
Sorduğum soru bir an için onu duraksatsa da gözlerini yavaşça gökyüzüne çevirdiğinde kalbinde benim için küçük de olsa bir aralık açılacağını hissettim. “Beni gördüğün an tanıdığını biliyorum,” diye girdi söze. “Bakışlarından anladım. Ben de seni görür görmez tanıdım.”
“Taksiyi mi diyorsun?”
“Hastaneyi diyorum,” diyerek gözlerini bana çevirdi. “Hastanede olduğumu Girdap’a söylemediğin için teşekkür ederim.”
“Herkes hastaneye gidebilir, bunu neden ona söyleyeyim ki?”
“Yüzümü görmüştün,” deyince nefesimin boğazıma dizildiğini hissettim. “Yüzümü gören herkes ne olduğunu bilir.”
Gözlerim yüzünde dolaşırken ifademin sarsılmaması için dua ettim. Ona acıdığımı düşünsün istemiyordum, sadece ona destek olmak istiyordum. “Doğru,” diye fısıldadım. “Düşürdüğün kâğıdı da gördüm.”
Bir an söylediğim şeyi anlayamamış gibi kaşlarını çatarak, “Anlamadım?” diye sordu.
“Taksiye binmeden önce bir kâğıt düşürdün. Bir hastane belgesi,” dediğimde yüzündeki kan hızla çekildi, bunu fark ettiğim an kolunu daha sıkı sarıp, “Korkma,” diye fısıldadım. “Korkma, lütfen.”
“Ben…”
“Girdap’ın başı belaya girmesin diye mi susuyorsun?”
“Ben… Evet,” dedi tek nefeste. “Yalvarırım ona şimdi söyleme. Ben buna… Ben buna hazır değilim. Ben… O her şeyi bilmemeli, Zeliha. Girdap bunu kaldıramaz.”
“Sen nasıl kaldırdın, Mehtap?” Sorum onu sarstı, belki de anlaşıldığını hissettiği bir soruydu; birinin onu o karanlık odanın içinde bulduğunu hissetmiş gibi dolu gözlerle baktı gözlerime.
“Onunla zorla mı evlendirildin?” diye sorduğumda, “Babam öyle biri değildi,” diye girdi cümleye, bir an kaşlarımın çatılmasına engel olamadım. “Ben… Babamı da mecbur bıraktım bu oyuna.”
Gözlerimi omzumun üzerinden arkaya çevirdim. Girdap bıraktığımız yerde değildi. Zafer, Vural ve babam ağaç kenarında, epey uzak bir noktada sigara içiyorlardı. Gözlerimi yeniden Mehtap’a çevirirken, “Anlamadım,” dedim durgun bir sesle.
“Benim için bunları konuşması kolay değil,” dediğinde onu zorlamak istemediğimden tam kesebileceğimizi söyleyecektim ki, “ama çok uzun zamandır susuyorum, Zeliha,” diyerek dilimi lale çevirdi. “O kadar sustum ki, susmak zorunda kaldım ki, susmam gerektiğine inandım ki… Susarsam belki yaşadıklarımı da unuturum, birine anlatmazsam kafamın içinden silinir gider, bu kadere razı gelirim, belki normal bir insana dönüşebilirim diye düşündüm.” Gözlerini kaldırıp yeniden göğe baktığında gözyaşları kirpik diplerinde parlıyordu. “Girdap ile evlenmek istiyordum ama çeyizim tam değildi. Çeyizimi yaparken ona yük olmak da istemiyordum. Babamın çok durumu yoktu. O yüzden Girdap’tan ve babamdan gizli gündeliğe gidiyordum ben,” diye fısıldadı. “Okulum bitene kadar babamın derste olduğumu sandığı saatlerde çalışırsam çeyizimi daha kolay tamamlarım sandım.”
Duyacaklarımdan hem çok korkuyordum hem de onu bir susturan kişi de ben olmak istemiyordum.
“Suat, evini temizlemeye gittiğim ailenin oğluydu,” dediğinde kalbimin vuruşları düzensizleşmeye başladı. “Bana hep askıntı olurdu, ben de rahatsız olurdum ama evde annesi olduğu için ondan pek korkmuyordum. Bir de o işe ihtiyacım vardı çünkü beğendiğim çeyiz paketi kısa süreli indirime girmişti, parayı tamamlarsam daha ucuza alabilecektim.” Boğazıma bir el sarılmış, parmağını nefes boruma bastırmaya başlamış gibi hissediyordum. “İşteki son günümde bir şey oldu,” dediğinde zaman herkes için akıp gidiyordu belki ama Mehtap ve benim için tam da o anda durdu. “Dövdü, kafama bir şeyle vurdu ve…” Titreyen elini kaldırdı, başının üzerine dokunup şalını âdeta tırmalar gibi sıktı. “Bilincimi kaybettim.” Gözünden bir damla yaş hızla kayarak dudağının kenarındaki çukura doldu. “Suat bana zorla sahip oldu.”
Saatin kalbi durdu.
Burnunu çekip kafasını bana doğru çevirdi. “Uyandığımda aylardır çalıştığım, o çeyiz paketini alabilmek için biriktirdiğim paranın tamamı komodinin üzerindeydi,” dedi. “Aylarca çalıştığım o parayı bana tek seferde bırakmıştı. Beni bir çeyiz paketi fiyatına satın almıştı.” Gözümden bir damla yaş hızla çeneme kadar aksa da yüzüm donuktu. Gözümü bile kırpmadan Mehtap’ın gözlerinin içine bakıyordum. “Benim ederim bir çeyiz paketi fiyatı,” diye fısıldadı, dudağı titrerken gülümsüyordu.
Onu kolundan kavrayıp kendime çekerken boğazımda biriken çığlık, kalbimin atışlarını etkiledi. O çığlığı atamadım ama kalbim patlayacak gibi attı. Ona sıkıca sarıldığımda güçsüz kollarını kaldırıp bana karşılık vermesi benim için hem beklenmedik hem de daha yaralayıcıydı.
Yüzünü boynuma saklayıp, “N’olur,” diye fısıldadı. “Girdap’a anlatma. Lütfen.”
“Anlatmam,” derken ağlıyordum, gözlerimden sicimle akan gözyaşları onun şalını ıslatıyordu. “Özür dilerim.”
“Ben denedim,” diyerek bana daha sıkı sarıldı. “Onu öldürmeyi. Öldüremedim, annesi kurtardı. Annesi dövdü beni. Öldüresiye dövdü ama daha acısı beni öldürmedi.” Daha sıkı sarıldı, çok sıkı sarıldı. “Keşke öldürseydi. Ben kendimi öldürmeyi beceremedim.”
Ona daha sıkı sarıldım, çok sıkı sarıldım.
“İki bebek düşürttü bana, iki bebeğimi öldürdü ama beni bir türlü öldürmedi,” diye fısıldadı ağlarken. “Beni her gün öldürdü ama bir kez bile gömülmeme izin vermedi.”
“Girdap bunlara izin vermezdi,” diye fısıldadım gözyaşlarım şalına akarken.
“Girdap benim için benden daha önemli, anlamıyor musun?” diye sordu sesi titrerken. “Girdap benim için öz babamdan bile değerliydi, anlamıyor musun? İki bebeğimden, kendimden, babamdan, hayatımdan daha önemliydi. Girdap benim için önemli olan tek şeydi.”
“Geçti,” diye fısıldadım ona sıkıca sarılırken. “Artık senin kılına bile zarar veremez.”
“Öldürürüm onu,” dedi, “Girdap’a hiçbir şey yapamaz. Yaptığı an, onu işte o zaman öldürürüm. Benim ahiretim yandı yanacağı kadar, ne cenneti görür gözüm ne başka bir şeyi. Onu ellerimle öldürürüm.” Sesimi çıkaramadım, hiçbir şey söyleyemedim. “Girdap sadece bebeğimi kaybettiğimi biliyor, bebeklerimi değil,” diye fısıldadı sonunda. “Ona her şeyi anlatabilmem için bana zaman verdiğin için, beni dinlediğin için teşekkür ederim. Uzun zamandır ben bile kendimi dinlemiyordum ama sen… Sen dinledin beni.”
Bir süre hiç hareket etmedik. Bana sıkıca sarılırken, içine attığı gözyaşlarını usul usul boynuma akıtırken, geçmişinin gölgeleri etrafımızı usulca sararken hiç konuşmadık.
Geri çekilip ondan ayrılırken gözyaşlarını parmaklarımla silip, güzel yüzünü avucumun içine alarak, “Güvendesin,” dedim. “En başından beri olman gereken yerdesin, Girdap’ın artık sadece kalbinde değil, yanındasın.”
Burnunu çekip başını sallarken güçsüz bir şekilde gülümsedi ama çenesi tir tir titriyordu. Başımı sallayarak onun onayına karşılık verdim. Sonra dayanamadım ve onu yeniden kendime çekip sıkıca sarıldım.
“Teşekkür ederim,” dedi sarılırken. “Ben çok susmuştum.”
“Artık susmak zorunda değilsin. Ben varım,” diye fısıldadım, bu onun için ne kadar anlam ifade ederdi bilmiyordum ama tüm kalbimle gerçeği söylüyordum. Tüm kalbimle onun yanında olmak istiyordum.
Tekrardan ayrıldığımızda, “Köpüklü ayran sever misin?” diye sordum, sorduğum şey yaşlı gözlerine rağmen onu gülümsetti. “Ne?” diye sordu.
“Ben var ya bir ayran köpürtürüm ki,” dedim neşeli görünmeye çalışarak. “Güzel çalkalarım. Foş foş köpük olur hep.”
Mehtap söylediğim şeye içtenlikle gülümserken, “Severim,” dedi, “benim için foş foş ayran mı köpürteceksin?”
“Evet, dikkat et Girdap’ı terk edip bana âşık olma çünkü tehlikeli ve gizemli bir şekilde ayran köpürtmek gibi huylarım vardır,” dediğimde bu kez kıkırdadı. “Hadi gidip bu kıza foş foş ayran köpürtelim ya,” dedim heyecanla. Tekrar koluna girdiğimde ikimiz de ağlamaktan kıpkırmızı olmuştuk ama artık gülümsüyorduk. Zafer’in ileriden bizi izlediğini gördüm, sigara içerken gözlerini üzerimizden çekmedi. Sarıldığımız ânı gördüğü kesindi, aramızda neler konuşulduğunu merak ettiğine emindim.
“Dolandırıcı!” diye bağırdığımda, etrafına bakıp, parmağını göğsüne bastırarak, “Bana mı sesleniyorsun?” diye sordu.
“Olamaz, yoksa evimizde senden başka bir dolandırıcı daha mı var?” diye sordum neşeyle. “Foş foş ayran ister misin?”
Zafer duraksayarak, “Ne?” diye sordu.
“Hesabıma yanında dört sıfır olan bir iki yüzlük atarsan ne demek istediğimi anlarsın,” diye alay ettim. Gözlerini devirdi ama yaptığım şaka onu biraz olsun neşelendirmiş gibiydi.
Sigarayı söndürüp bize doğru yürümeye başladı. Mehtap’a bakmadan, gözlerini bana dikerek, “Sen ağladın mı?” diye sorduğunda yüzümü buruşturdum.
“Senin gözler de gitmeye başlamış. Otuz ikiydin değil mi dedeciğim?”
Zafer, gözlerini Mehtap’a çevirdi, ona karşı düşünceleri nasıldı bilmiyordum ama onun varlığından hoşlanmıyor gibiydi. Yine de “Sen iyi misin?” diye sordu Mehtap’a.
Mehtap çekingen bir şekilde başını sallamakla yetindi.
“Ee dedeciğim?” diye sordum Mehtap’ın ürkmemesi için. “Ayran içecek misin?”
“Dedeciğim deyip durma bana, beni otuz üç olmuş kocanla karıştırıyorsun herhalde. Ben hâlâ yirmi yediyim.”
“Beş yıldır yirmi yedi yaşındasın yani,” dediğimde bana dik dik baktı. “Dosyana baktım, otuz iki yaşındaymışsın.”
“Yaman’a hak vereceğim aklımın ucundan bile geçmezdi ama ciddi ciddi köstebek olabilir misin?”
“Yine benim kıza köstebek mi diyorsunuz? Bak sikeceğim ağzınızı yüzünüzü ha,” diyerek dibimizde beliren Gurur, Mehtap’ın varlığını fark edince, “Ay pardon,” dedi birdenbire.
Zafer ile aynı anda şok içinde Gurur’a baktık.
“Nasıl yani, âşık olduğun yetmedi bir de eline tığ alıp oya örmeye başladığını söyleme bana,” dedi Zafer dehşet içinde.
“Hadi git lan buradan. İnşallah öyle birine âşık olursun ki kızı Dolandırıcılar Kralı Serdar Tezcan büyütmüş olur, donuna kadar soyup Allah’ına kadar kandırır seni,” dedi Gurur homurdanarak.
“Tövbe demezsen şuradan şuraya gitmem,” diye homurdandı Zafer.
“Bundan böyle Kadir Gecelerinde edeceğim dua belli oldu,” dedi Gurur sırıtarak.
“Zeliha duydun mu, Kadir Gecelerinde senin için değil benim için dua edecekmiş, seni tahtından etmeye geldim,” dedi Zafer poker suratıyla.
Gurur, “Gidip ensendeki kılları tıraş et dağ ayısı,” diyerek bana doğru döndü. Bir an için bakışları yüzümde toplanıp, gözlerimde bir hortuma dönüştü. Gözleri anında donuklaşırken, “Sana ne oldu?” diye sordu aceleyle.
“Bir şey olmadı,” dediğimde, gözlerimin içine daha dikkatli baktı. Kaşlarını çatarak gözlerini Mehtap’a çevirdiğinde aynı manzarayla karşılaşması onu durgunlaştırdı. O andan itibaren sorular sormayı bıraktı.
Yumuşak bir sesle, “Mehtap,” dedi. “Nasılsın?”
Mehtap, durgun bir su gibi gülümserken başını aşağı yukarı salladı. “Teşekkür ederim Gurur abi, iyiyim, çok sağ ol. Sen nasılsın?” diye sordu.
“Abi,” diye fısıldadı Zafer neşeyle.
“Mehtap çok teşekkür ederim, sen bana abi diyene kadar gecem çok güzeldi,” dedi Gurur, ardından dönüp Zafer’in ensesine bir tane yapıştırdı. “İnadına ocak ayına kadar bekledin değil mi lan ananın karnında? Sırf yıl olarak bir sene daha küçük olabilmek için yılbaşından sonrasını bekledin değil mi?”
“Elini kolunu-”
“Başladı bunlar tepişmeye, gel biz içeri gidelim, Mehtap,” dedim. “Sana foş foş ayran yapayım.”
“Nasıl?” diye sordu Gurur bana doğru dönerek. O sırada Zafer ile birbirlerinin boğazlarına sarılmış, birbirlerinin gırtlaklarını sıkıyorlardı.
“Karın başkalarına foş foş ayran yapıyor,” dedi Zafer, Gurur’un gırtlağını biraz daha sıkı kavrayarak.
“Düzgün konuş lan,” dedi Gurur, ardından yeniden bana döndü. “Daha bana bile foş foş yapmadın ayranı.”
Onlar birbirlerini boğazlarken ben Mehtap’ı da alıp içeri girdim. Büyük oturma odasında yere atılan yatakları görmeyi beklemiyordum. Herkes pijamasını giymiş, boydan boya yere serili yataklara girmişti; bağdaş kurmuş sohbet ediyorlardı.
Asya ve Bora uyumuştu, annem onlara diğer odada konforlu bir yer yapmıştı ve Bora muhtemelen Çolpan’ın varlığından dolayı sakinleşmiş olsa gerek hiç zorluk çıkarmadan uykuya dalmıştı. Gözüm Dide’yi aradığında, Cenan, “Dide babasıyla uyuyacakmış,” dedi gülerek. “Baban sağ olsun Dide için bir yer hazırlamış, uyuyunca onu oraya yatırırlar büyük ihtimalle.”
Annem de kızlarla ettiğimiz sohbete dahil olmuş, uykusu gelince bizi bırakıp gitmişti. O kadar çok ayran içmiştik ki bu gece derin bir uykuya dalmamak imkânsız olacaktı. Kavurucu bir geceydi ve sayıca fazlaydık, o yüzden pencereyi açmıştık ve esinti perdelerin arasından sızarak odaya doluyordu. Ayça sürekli Mehtap’a bir şeyler anlatıyor, Mehtap titreyerek yanan mum alevinin ışığı güzel yüzüne vururken gülümseyerek onu dinliyordu. Çolpan sürekli gözden kayboluyor, muhtemelen Bora’yı kontrol etmeye gidiyordu.
Biricik, battaniyenin altından çıkıp, “Burası ne kadar sıcak,” dedi hayretle. “Henüz mart ayındayız, havanın soğuk olması gerekmez mi?”
Çolpan, “Garibim,” diyerek güldü. “Alışmış Isparta’da her mevsim kar yağmur görmeye, sorguluyor tabii baharı…”
“Sabaha karşı daha bir serin olur, sen yine de üstünü ört de uyu,” dedim gülümseyerek. Bağdaş kurmuş oturduğumuz sırada Cenan köşeye bıraktığı çantasını çekip kartları çıkardı. İskambil kartlarına şaşkınlıkla baktığım sırada, “Çember kurun bakayım,” dedi. “Uyumadan önce biraz kart oynayalım. Biliyor musunuz oynamayı?”
Biricik heyecanla, “Ben sadece pişti biliyorum, Devran öğretmişti onu da!” deyince Ayça, “Oy benim sarı kukuletam, pişti mi biliyormuşsun sen, ay ben seni yerim. Nasıl oldu da Devran gibi bir dağ ayısına kaptırdık seni ya,” dedi Biricik’in yanaklarını sıkarak.
“Neyine oynayacağız?” diye sorduğumda Cenan tek kaşını kaldırarak bana baktı.
“Aramızda bir kumarbaz olduğunu bilmiyordum.”
“Ekibe bak,” dedi Nihan. “Dolandırıcısı var, kumarbazı var, ne ararsan var.”
“Dolandırıcı erkekler evinde kaldı, ben de yerini doldurayım dedim,” diyerek sırıtıp elimi çeneme götürdüm. “Kazanana yarın hiçbir şey ödetmeyelim.”
“Hakan zaten hiçbirinize hiçbir şey ödetmez, Zeliha,” dedi Cenan. “Daha yaratıcı ol.”
“Kazanan yarın nikâh kıysın. Özellikle sarışınsa ve koca adayı da binbaşıysa? Gelinliğini de biz alalım,” dediğimde Cenan köşedeki yastığı alıp kafama fırlattı.
“Kazanan sen olacaksın gibi duruyor, kumarbaz. Hayrola, nikâh kıymak için bahane mi arıyorsun? Arama. Boşboğaz sevgilin dünden razı nikâh kıymaya,” diye söylendi Cenan.
“Kuru iftira bu yalnız.”
Cenan, kartları karmaya başladı. Biricik ve Mehtap köşeye geçmiş bizi izliyorlardı. Mehtap oynamak istemiyordu, Biricik de pişti dışında bir şey oynamayı bilmiyordu. O yüzden seyirci olmayı seçmişlerdi. Öyle bir oynuyordum ki sadece ağzımın kenarında bir sigara eksikti. Kahvedeki amcalardan hiçbir farkım yoktu ve sürekli olarak kazandığım için bir süre sonra Cenan ve Ayça’nın yargılayıcı, iğneli bakışlarına maruz kalmaya başlamıştım. Yirmi bir ve dost kazığı oynarken Ayça, “Ama bu gerçekten dost kazığıdır, Zeliha!” diye bağırmıştı sonunda.
Yüzümde hain bir sırıtışla kazandığım her elin sonunda, “Hehehe, muhehe, hahaha,” diye sahte gülüş sesleri çıkarırken bolca düşman kazandığımın farkındaydım. Papaz kaçtıda Cenan daha iyiydi, beni ne zaman alt etse yumruk yaptığı elinin üzerine avucuyla vuruyor, “Ayıp ama ya, bir avukata yakışıyor mu hareket çekmeler?” diye söylendiğimde de “Ne diyordun? Muhehe,” diyordu çirkin bir gülümseme eşliğinde. Sıra pis yediliye geldiğinde bu kez Nihan beni zorlamaya başlamıştı, artık önüme doğru eğilmiş çatık kaşlarla kartları takip etmeye başlamıştım ve Cenan ile Ayça hemen başıma toplanmış, beni psikolojik baskı altına almaya başlamışlardı. Hainlikti doğrusu.
Bir tık sesiyle, elimizde kartlarla bir anlığına donakaldık. Ardından bir tık sesi daha yükseldi ve bunun cama çarpan bir taştan kaynaklandığını fark ederek yavaşça doğrulup kalktım. Kızlar da pürdikkat beni izliyor, ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Yani aslında anlaması çok da zor değildi.
“Çok kart oynadınız diye beyninizi kartın üzerindeki sayılarda bıraktınız herhalde,” dedim. “Evin altındaki yatır pencereyi taşlayacak değil.”
“Evin altındaki yatır mı?” diye sordu Biricik kocaman açtığı gözlerini yüzüme dikerek.
“Şaka yapıyorum, yalvarırım yorgana işeme, en son bu yorgana işediğimde yorganın yıkandıktan sonra kuruması dört gün sürdü. Annem gebertir bizi,” dedim telaşla. “Yatır falan yok, şaka yaptım.” Bir tık sesi daha geldi. “Yatırdan daha tehlikeli bir şey var orada.” Pencereyi işaret ettim. “Erkek. Muhtemelen çok sayıda erkek.”
Kızlar da ayaklandı. Yatakların üzerinden geçip pencereye yöneldik. Tülü kaldırıp kafamı aşağı eğmemle, elinde taş atmak için hazırlanan Gurur’u gördüm. Az daha beni fark etmeyip daha büyük bir taşı fırlatacaktı ki Kerim, Gurur’un bileğini kavrayıp, “Lan,” diye fısıldadı. “Yaracaksın kızın kafasını, karpuz gibi açılacak kellesi, manyak!”
Gurur doğrulup taşı yere attı ve “Özür dilerim, özür dilerim,” diye fısıldadı korkuyla. “Az daha kafanı yarıyordum, özür dilerim.”
“Ya camı kıracağına kafamı yar,” diye fısıldadım. “Cam kırılacak olursa babam senin tüm kemiklerini kırıp sobaya atar çünkü ama camı kırdığın için değil, bu saattebenim camımı kırdığın için. Ayrıca çüş, o son taş neydi be, yılan mı öldürüyorsun?”
Yener gülmemek için kafasını farklı bir yöne çevirdi. Simge hemen arkamdan aşağıya, muhtemelen Yener’e bakıyordu. Girdap iki elini üçgen bir kule şekline sokup dudaklarına götürerek doğal mikrofonuyla, “Zelo,” dedi. “Mehtap uyudu mu? Nerede?”
Mehtap kafasını kenardan çıkarıp, “Uyumadım,” diye fısıldadı.
Biricik, “Devran, bu evde yatır varmış!” diye fısıldadı korkuyla. Devran sesli gülünce Adnan ensesine bir tane yapıştırdı.
Vural esneyerek etrafına bakınırken, “Lan dümbük,” diye fısıldadı Nihan. “Herkes yârenini soruyor, sen esniyorsun. Rüyanda kimlerle aldattın beni de aklın yatakta kaldı?”
“Ne alakası var?” diye sordu Vural fısıldayarak.
Yaman’ın elindeki plastik tabak ilgimi çekince, “O ne?” diye sordum, Yaman kafasını kaldırıp bana bakarken plastik kaşığı ağzına götürüyordu.
“Tavuk pilav,” dedi fısıldamadan, doğrudan, dümdüz bir sesle.
“Mikrofon da vereyim mi birader?” diye sordu Gurur fısıldamadan, tıpkı Yaman gibi düz bir şekilde, sesli konuşarak.
Devran, “Gurur, sen salak mısın birader, yakalatacaksın bizi şimdi,” dedi yine onlar gibi fısıldamadan…
O an Muşta görüş alanıma girdi ve o da fısıldamadan, “Lan tüm bölük buraya mı geldiniz siz bu saatte?” diye sordu.
“Yani babam buna da uyanmazsa mesela ramazan topunu kafasında patlatmayı deneyebilirsiniz,” dedim gözlerimi devirerek.
Zafer tek kaşını kaldırıp, “Muşta, görünen o ki sen de bu saatte buraya geliyorsun,” deyince Cenan’ın arkamda kıpkırmızı olduğunu görmesem bile çok net hissettim. Kadın yanağından ısı yayıyordu şu an…
“Hadi bizim sebebimiz var da buradayız Zafer, sen niye buradasın?” diye sordu Devran. “Bu saatte dolandıracak insan mı arıyorsun?”
“Yaman ve Kerim de burada,” dedi Zafer düz düz.
“Ben bunların beyni küçük diye öncülük etmeye geldim,” dedi Kerim. “Az daha sevgilisinin kafasını yarıyordu ben olmasam.”
Yaman, “Ben tavuk pilavımı yiyip yatacağım, benimlen bir ilgisi yok konunun,” dedi donuk bir sesle.
“Sen,” diyerek parmağımla Yaman’ı işaret ettim. “O şeyi yedikten sonra tüm delilleri yok ettiğinden emin ol, yoksa annem seni tandırda pişirir.” Ardından parmağımı Zafer’e çevirdim. “Ve sen, bu saatte babamın ineği Sarıkız dışında senin ne mal olduğunu bilmeyen kimse yok, yani bir ineği dolandıramayacağına göre kaybol, git uyu.” Kerim’e baktım. “Sen kal, canımı sana borçluyum.”
Gurur, “Ben seni özledim, ondan gel-”
Uzun adamların arasından uzanan bir el gördüm. Gurur’u ensesinden kavrayan o elin sahibini tanıyordum. Nefesimi tuttum. Bir an sonra babam, askerlerin ürkerek geri çekilmesiyle birlikte görüş alanıma girdi.
“Napıyon len sen burada?” diye sordu babam sessizce. “İlle boynuna bir ip bağlayıp ipin ucunu bileğime mi bağlayıverem istiyon sen?” Gurur korkuyla olduğu yerde kıpırtısız dikilirken, “O zilli midir Zileli midir nedir, adını da bilmiyom, kafamı bir çevirdim, o çocukla diğer kara çocuktan başka horlayan kimse yok etrafımda. Yürüyün len. Düşün len önüme,” dedi babam. Gurur’un kafasını aşağı eğdirip bir suçlu gibi onu önüne katarak yürütürken, diğerleri de babamın peşine düşerek civciv sürüsü gibi onun arkasından gitmeye başladı. Muşta ve Yaman oldukları yerde dikilmeye devam ediyorlardı. Babam, “Komtan!” diye seslendi. “Sen de yürü.”
Muşta bir an duraksadı, ardından ağzına lokmasını götüren Yaman’ı ensesinden kavrayıp öksürmesine neden olurken, “Yürü len,” diye taklit etti babamı ve Yaman’ı sürükleyerek oradan götürdü.
O kadar uzun süre kıkırdadık ki annem bile uyanıp yanımıza geldi, kartları görünce, “Kız ne yapıyonuz siz?” diye sordu uykulu gözlerini ovuşturarak.
“Kart oynuyorduk,” dediğim an olacakları biliyordum. Annem kart oynamayı çok severdi. Yaz akşamlarında çardağa oturur, Eymen, ben, babam ve annem, annemin demlediği çayı içerken sabahın ilk saatlerine kadar pişti, papaz kaçtı oynardık.
Uykusu bir anda açıldığında ve yanımıza çöküp, “Hadi karın o zaman kartları,” dediğinde, sabahın ilk saatlerine kadar bizi uyutmayacağını çok iyi biliyordum…
Babamın ekibi uyarmadığı bir konu vardı. Evet, traktörün sesini söylemişti ama daha önemli bir ses vardı ve o, traktör gibi anlık bir ses değildi. Epey uzun, yankılı ve inatçı bir sesti; horozların sesleri.
Pencereyi açıp aşağıya baktığım o huzurlu sabahın, birileri için ne kadar huzursuz olduğunu gördüğüm ânı hatırlıyorum.
Yaman ve Gurur yere çökmüşler, üzerlerinde atlet, altlarında çoraplarının içine paçalarını soktukları eşofmanlarıyla ayakkabılarının üzerine basmış, inatla öten horoza dikkatli ve uykudan şişmiş gözlerle dik dik bakıyorlardı.
Yaman tepkisizce, “Dua et horoz eti sevmiyorum,” demişti. “Tavuk olsan acımazdım.”
Gurur, “Lütfen biraz susar mısın? Sorunun ne anlamıyorum,” diye devam etti Yaman’ın arkasından.
İlerleyen saatlerde, kahvaltı için toplandığımızda ekibin keyfi yerindeydi. Pek sevmedikleri ot ürünlerini gözlemenin içindeyken epey sevmiş olmalıydılar. Annemin elleriyle açıp pişirdiği gözlemeleri kıtlıktan çıkmış gibi yemişlerdi. Bora, anneme karşı daha az ürkek tavırlar sergiliyordu. Başta bu gürültücü yörük kadınından korkmuş olsa da o kadın onu elleriyle beslemeye başladığında, o korku dolu gözler yerini sakin bakışlara terk etmişti. Annem Bora’ya elleriyle bazlama yediriyor, gözlemenin içine köy peyniri koyup gözlemeyi katlayarak ağzına uzatıyordu. Adnan şaşkındı çünkü oğlu yabancılarla iletişim kurmayı sevmezdi, hatta onlardan korkardı ama Bora annemle bir bağ kurmuşa benziyordu. Elbette bu bağı güçlendiren Çolpan’ın varlığıydı. Çolpan, Bora’nın sırtını okşayarak onunla diyalog kuruyor, olduğu ortama adapte olabilmesi için ona yardımcı oluyordu.
Hava ılık iklimde büyümüş biri olarak bana normal gelse de Isparta’da, dağın bağrında görev yapmış askerler için bunaltıcı derecede sıcaktı. Bu yüzden askerlerin tamamı ince kumaş pantolonlar, kısa kollu bol tişörtler giymiş, gözlerini güneşin delici ışığından korunmak için güneş gözlüklerinin ardına saklamışlardı. Gurur beyaz, yuvarlak yaka tişörtü ve kahverengi, keten pantolonunun içinde bir turist gibi görünüyordu, kumral saçları güneşin altında rüzgâra meyleden başaklar gibi parlıyordu. Güneş gözlükleri kahverengiydi, güzel ela gözlerini sadece bir silüet olarak görebiliyordum. Onu olduğu yaştan en az on yaş daha genç gösteren derisinin altında yaşlı bir kurt taşıdığını bilmek enteresandı.
Bana doğrudan, “Burası çok sıcak, Zeliha,” demişti, “buz gibi suda aldığım duş bile işe yaramadı. Burası benim için fazla sıcak.” Diğerleri de onunla aynı fikirdeydi. Girebilecekleri soğuk bir su kaynağı arıyorlardı, ağaçların arasındaki evimin gölgelerle kaplı bahçesi bile serinlemelerine yardımcı olamamıştı anlaşılan. Bu yüzden gezimizin ilk rotası kafamda artık daha netti. Onları Gökova’ya götürecektim, Gökova’yı seveceklerine emindim.
Annem çocukların biraz daha dinlenmeleri gerektiğini söylemişti, Bora hâlinden memnun gibiydi, Asya ile sessizce bahçenin bir köşesine geçmişler, annemin yaptığı kurabiyeleri yerken oyun oynamaya başlamışlardı. Dide ise kararlıydı, nereye gidiyorsak oraya gelecekti ve onu bu kararından hiç kimse vazgeçiremezdi.
Gurur’un arabasının camına düşen yansımama baktım. Başımın üzerindeki güneş gözlüğümün etrafından kıvrılarak düşen saçlarım, sabah aldığım duşun ve kullandığım şampuanın ardından lüle lüle görünüyordu. Sadece biraz güneşe maruz kaldığım hâlde çillerim belirginleşmişti. Yüksek bel, ince kumaştan, mini olmasına rağmen geniş paçalı bej bir şort giymiştim. Üzerimde aynı tonlarda bir crop, cropun üzerinde de mint yeşili, kısa kollu bir gömlek vardı; gömleğin önünü açık bırakmıştım. Bileğimin epey üstüne dek uzanan, bağcıkları olan sandaletlerimin tabanı düzdü, rengi şortumun kemeri gibi kahverengiydi; altın rengi zincir kolyeler, charmlar ve saat kullanmış, parfüm yerine vücut spreyi sıkmıştım. Altımdaki kırmızı bikininin ipleri gömleği çıkardığım takdirde kesinlikle görünecekti ama zaten omuzlarımdaki çilleri azdırmaya hiç niyetim yoktu, o yüzden gömlek gideceğimiz yere dek benimle kalabilirdi.
Her ne kadar istemesem de babam elime epey miktar para ve kendi kredi kartını sıkıştırmıştı. Babam böyleydi işte. Kendimi ne eksik hissedeyim isterdi ne de bir başkasının eline bakayım isterdi. Çok düşünceli bir adamdı. Kalbi bambaşkaydı.
Gökova yoluna koyulduğumuzda güneş tepeye ulaşmış, sıcaklık kendini iyiden iyiye belli eder hâle gelmişti. Gurur arabanın camlarını sonuna kadar indirip 2000’li yıllara damgasını vurmuş pop müziklerden oluşan playlisti açtığında yolculuk keyifli bir hâl aldı. Bu kez Yaman bizimle değil, Devranların arabasıyla geleceğini söylemiş, Eylül, Ayça ve Çolpan da bizim arabadaki yerlerini almışlardı. Yaman’ı yeterince canından bezdirmiş olmanın haklı gururuyla elimi camdan çıkarmış rüzgârı avuç içimde hissederken Serdar Ortaç’ın Dansöz şarkısına eşlik ediyordum. Ayça ve Çolpan da bağırarak şarkıya eşlik ediyor, Eylül yüzünde komik bir ifadeyle ikisinin ortasında ezilmiş hâlde önümüzde akıp giden yolu izliyordu.
Çamlıköy’e gelene kadar şarkı söyleyip dans ettik, Gurur hâlinden memnun bir şekilde, gözlüklerinin arkasından ara sıra beni keserek yüzünde derin bir gülümsemeyle arabayı kullanmaya devam etmişti. Kleopatra Plajı’ndaki iskeleye ulaştıktan sonra arabalardan ayrılmamız gerekiyordu. İskeleden tekneyle yaklaşık otuz dakika sürecek bir yolculuk daha bizi bekliyordu ve Ayça bunu duyduğu an kireç rengine dönmüştü. O kadar kalabalıktık ki küçük tekneye biz dışında birileri binemezdi. Şansımız vardı ki seferler sürekli olarak devam ediyordu ve sığabileceğimiz boş bir tekne bulabilmiştik.
Ayça tekneye binerken neredeyse ağlayacaktı ama sonunda mızıkçılık yapmayı bıraktı. Ne kadar korksa da günü mahvetmek istemiyordu ve içten içe o da Sedir Adası’nı merak ediyordu. Gurur belimden kavrayıp ayaklarımı yerden keserek beni teknenin içine aldığında, Yaman bize düz düz bakarak adımını büyükçe açıp teknenin içine atladı. Hafifçe sallanan teknede Ayça’nın panik dolu tepkilerini izlerken halatlar çözüldü ve tekne usulca suyun üzerinde kayarak hareket etmeye başladı.
Teknenin burnunda demir korkuluklara tutunmuş suyu yararak ilerleyişimizi izlerken Gurur hemen arkamda, elleri belimin kenarlarındaydı ve çenesini omzuma bastırmıştı. Güneşin tepemizden akarak vücudumuza yaydığı o ısıdan daha yoğununun onun bedeninden bedenime geldiğini hissediyordum. Yüksek sesli müzik yolculuğa renk katıyor, Gurur onu duyabilmem için kulağıma yaklaşıp biraz sesli konuşuyordu.
“Sen tam yaz kızıymışsın, hım?” diye sordu kulağıma doğru.
“Sen de kış erkeğisin, hım?” diye sorarak ona doğru dönüp, hemen arkamda bir boşluk olmasını ve düşme tehlikesini umursamadan kollarımı boynuna doladım. Çünkü onun kollarındayken tehlike dibimdeyken bile bana dokunamazmış, o beni her şeyden korurmuş gibi hissediyordum. Bunun sadece dürtüsel bir his olmadığını, gerçek olduğunu da biliyordum.
“Sen nerede mutluysan, ben oranın insanıyım yavrum,” dedi Gurur parmaklarını incecik gömleğin kumaşına bastırıp dokunuşunu doğrudan tenime gömerek. Sertçe yutkunup güneşin altında ela gözlerinin nasıl göründüğünü merak ettiğimden gözlüğünü yukarı kaldırdım ve başının üzerine sabitledim. Ela gözleri güneşin altında içinde kızıl yarıklar olan derin bir yeşile dönüşmüştü. Öyle bir yeşildi ki sanki o gözlerde hem berrak bir deniz hem de derin bir koruluk gizleniyordu.
Burnumu burnuna sürtüp gülümsediğimde bir eli yanağıma dokundu, ardından saçımı parmağına doladı. Dudaklarımız birbirine dokunmadı ama sanki dokunuyormuş gibi birbirlerinin sınırları arasında dolaşmaya başladılar. Şarkıya eşlik ederek kıvrılan bedenim onun bedenine iyice yaslandığında, dudaklarının beğeniyle yukarı kıvrıldığını gördüm. Dudaklarına doğru şarkıyı mırıldanmaya başladım, belimde duran avucunun baskısının arttığını hissettim.
Simge’nin Serdar Ortaç şarkısını bağırarak söylerken kollarını Ayça’nın boynuna dolamış dans ettiğini gördüm. Şarkıyı öyle bir söylüyordu ki sanki doğrudan mesajı gitmesi gerektiği yere saplıyordu. “Ama sen korkaksın, hiç bulaşma! Yaklaşmazsın gerçek aşklara!” diye bağırdı Simge, köşedeki gölgeliklerin altında oturan Yener, gözlüklerinin altından dikkatle Simge’yi izliyordu; yüzü tamamen mimiksizdi. “Demiş ki benden uzak olsun, peki niye her gün ağlıyorsun?” Simge omzunun üzerinden Yener’e bir bakış atıp kıvırarak Ayça’ya doğru döndü ve dans etmeye devam etti.
Ayça biraz olsun gevşemiş gibi görünse de dans ederken göz ucuyla sık sık denizi kesmeye, her şeyin yolunda olup olmadığını kontrol etmeye devam ediyordu. Sadullah köşede oturmuş, Tayfun ile sohbet ediyor, Girdap ile Mehtap da teknenin öbür ucunda sessizce yan yana duruyorlar, Girdap gözlerini ayırmadan Mehtap’ı izliyor, Mehtap denizi izlerken tebessüm ediyordu. Muşta kucağında Dide ile poz veriyordu, fotoğraflarını çeken kişi Cenan’dı.
Yaman güneşin altında sessizce sigara içiyor, Oğuzhan ile Kerim dirseklerini korkuluğa yaslamış bilek güreşi yapıyorlardı ve Zafer de kimin kazanacağını sorarak tahminler üzerinden Vural ile Adnan’dan para topluyordu. Biricik ile Devran ortalıklarda görünmüyordu…
Bakışlarım anlık Eymen’e çevrildi. Telefonuyla oynuyor, ara sıra kafasını kaldırıp gölgeliğin altında Yener ile Destan’ın hemen yanında oturan Eylül’e kaçamak bakışlar atıyordu; nasıl hissettiğini merak ettiği kesindi. Cesur da hemen Eymen’in yanında dikiliyordu, gözleri denizdeydi.
“Kırdın ula bileğimi!” diye bağırdı birden şivesi kayan Oğuzhan. “Hile yapıyorsun, öyle tutulmaz!”
Kerim sırıtarak dudağının kenarında duran sigarayı parmaklarının arasına alıp, “Ağlayacaksan oynamayalım, hamsi kafalı,” dedi.
Tekne kıyıya uzanan iskeleye yaklaştı ve yavaşça yeşilin maviyle buluştuğu eşsiz ada parçasına ayak bastık. İnsanlar kıyının belli bir kısmında toplanmış, orada denize giriyorlardı. Çoğu turistti, çok kalabalık olmasa da hatırı sayılır bir topluluk vardı.
“Sedir Adası’na hoş geldiniz,” dedim bir rehber edasıyla. Gurur bıyık altından gülerken Biricik ellerini çırparak bana dikkatle baktı. Beni bu kadar ciddiye almasına şaşırdım. Altın rengi kumlara baktım, incecik duruyorlar, zarif bir şekilde güneşin altında parlıyorlardı. Kleopatra Plajı ve çam ormanları arasında gizlenmiş Kedrai Antik Kenti’ni işaret ettim. “Buraya Aşk Adası da derler,” dedim gülümseyerek. “Kocaman bir tiyatrosu ve Apollon’un kutsal alanı ile birlikte kesme taşlarla inşa edilmiş kocaman kuleleri var. Küçük bir gezintiye ne dersiniz? Kilise tarafında da denize giriliyor ama orada deniz kestaneleri ayak kesebilir, yani orada yüzmek istiyorsanız şuradan bir deniz ayakkabısı almamız şart.”
Plajda çok sayıda kafe vardı, aynı zamanda küçük mağazalar da aynı sırada yer alıyordu ve önlerindeki cansız mankenlerin üzerine normalden birkaç kat daha pahalı satılan basit kıyafetler giydirilmişti. Muşta, “Önce bir şeyler yiyelim,” dediğinde gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Dide’yi kucakladığı gibi yürümeye başlayınca Cenan da gözlerini devirerek arkalarından ilerledi. Cenan’ın başında büyük, şık bir hasır şapka, üzerinde boyundan bağlamalı, mavi bir elbise vardı ve güzel fiziğini vurgulamak istercesine bedenini sarmıştı.
Gurur beni kolunun altına çekerek, “Sıcaktan nefes alamıyorum, hemen nefes almamı sağla,” dedi, başımı göğsüne yaslayarak ona uyup onunla birlikte sahile doğru yürümeye başladım.
Kerim ile Yaman üzerlerindeki tişörtleri sıyırıp pantolonlarını çıkararak altlarında şortlarla hızla suya doğru koşmaya başladıklarında gözlerim irileşti. Öyle hızlı suya atladılar ki çevredeki birkaç turist şaşırarak onlara baktı.
“Ay inanmıyorum, şortu altlarına mı giymişler?” diye sordum dehşet içinde.
“Biz de girelim mi?” diye sordu Gurur, koluna benim çantamı taktığını fark ettiğimde kahkaha atmamak için farklı bir yöne baktım. Çantanın içinde havlu, güneş kremi, yedek kıyafetlerim falan vardı ve bu şekilde çantamı taşırken bir şekilde kocammış gibi hissettirmişti.
Yan yana şezlonglar kiraladık. Muşta ve Cenan için de birer tane tuttuk çünkü geldiklerinde bizden uzağa gitmek zorunda kalsınlar istememiştim. Kızlar şezlonglara çantalarını koyup kıyıya giderek ayaklarını suya soktuklarında üzerimdeki gömleği yavaşça çıkarıyordum. Gurur’un bakışları hızla bana kaydı, gömleği çıkardığım an omuzlarımda belirgin bir şekilde renk değiştiren çiller açığa çıktı ve Gurur eğilip dudaklarını omzumdaki çillere bastırdı.
Üzerimdeki cropu yukarı çektiğimi fark ettiği an yüzündeki ifadenin donduğunu gördüm. Ona ne oldu dercesine bakıp, cropu tek seferde çekip çıkardım. Dağılan buklelerim bikinimin iplerine doğru salınıp göğüslerime yayıldı. Gurur’un bakışları hızla etrafı taradı, ardından gözlerini yeniden bedenime çevirip, “Vazgeçtim,” dedi, “hiç yaz gelmeyen, güneşin uğramadığı, buz tutmuş bir ülkeye taşınalım. Buzullarda ev bakmaya başlıyorum.”
“Deli mi ne?” diye söylenip kemerimi çözmeye başladığımda birden ayağa kalkıp havluyu kaldırarak önüme geçti. Kaşlarımı çatarak kafamı kaldırıp ona baktığımda, havluyu bir perde gibi germiş önümde duruyordu. “Bu ne şimdi?”
“Ne, ne?”
Tek kaşımı kaldırdım. “Mağaralara gitmek istediğini söyleseydin seni önce antik mezarların ve mağaraların olduğu bir yere götürürdüm,” dedim iğneleyici bir sesle.
“Nasıl yani, benimle mağaramda yaşamaz mıydın?” diye sorduğunda kemerimi çözüp kenara bıraktım. “Yaşar mıydın yaşamaz mıydın?”
“Vakit kazanmaya çalıştığını görüyorum domuzcuk ama bu bikiniyi boşuna giymedim.”
“Tamam, soyunma kabinine gidelim ve bana bikinini istediğin kadar göster,” dedi arsız bir sırıtışla. Gözleri anlık bikinimin göğüs dekoltesine indi, göz bebeklerinin içinde ışıldayan o ahlaksızlığı gördüğümde yanaklarımın içini ısırdım. Nasıl oluyordu bilmiyordum ama bir şekilde beni yoldan çıkarmanın yolunu buluyordu.
“Gurur,” dedim ciddi bir şekilde. “Gidip şortunu giy. Umarım sen de o iki dağlı gibi şortunu pantolonunun içine giymemişsindir.”
“Pantolonumun içine giydim.” Ona dik dik baktım. Şortumun düğmesini çözüyordum ki kaşlarını kaldırıp, “Peki, madem öyle,” dedi ve büyük elleri tişörtünün etek kısmını kavradı. Tişörtü yukarı sıyırırken adonis kasları belirginleşti, karnı içeri çöktü ve kasları güneşin altında belirgin bir şekilde parladı.
İçimde bıçak gibi gezinen bir hisle kafamı kadınların olduğu tarafa çevirdim. Sarışın bir turistin kaşlarını kaldırarak Gurur’u süzdüğünü görünce kaşlarım anında çatıldı. Gurur tişörtünü şezlongun üzerine attıktan sonra iri bedenindeki kasları oynatan o hareketi yapıp kollarının kasılmasına neden olarak parmaklarını pantolonunun düğmesine götürdü. Az önce ne hissettiğini anlamanın verdiği öfkeyle zoraki bir şekilde gülümsedim ama kalkıp şezlongu bismillah diyerek omuzlayıp Gurur’un kafasına vurmayı delice istiyordum şu an.
Pantolonu aşağı sıyırdığında kalın, kaslı bacakları ortaya serildi. Uzun bacaklarını pantolonunun içinden çıkardıktan sonra pantolonu da şezlongun kenarına bıraktı ve gözlerini yüzüme dikti.
“Öldürürüm ha seni,” dedim birden kendimi tutamadan. Plajda erkekten çok kadın vardı. Erkek sayısı tek tüktü ve onların da yanında partnerleri vardı, o yüzden Gurur’un hedef olması daha olasıydı. Yakışıklıydı, uzundu, kaslıydı, bekâr bir kadının onu beğenmesi çok normaldi. Sırtına tırnaklarımla adımı yazmayı akıl etmem gerekirdi. Bunu neden yapmamıştım ki?
Aniden yüzüme doğru eğilip, “Nasılmış?” diye sorunca gözüm seğirdi. “Şimdi o şortu havlunun arkasında mı indiriyorsun yoksa seni omzuma atıp, şu tepelere doğru koşmaya başlayıp bize bir mağara mı arayayım?”
“Bikini denize girmek içindir,” dediğimde, “Biliyorum, denize girebilirsin ama insanların içinde çıkarman canımı sıktı,” dedi.
“Öküz.”
“Ne yapayım, sen de bu kadar güzel olma,” diyerek havluyu tekrar kaldırıp önüme gerdi. Homurdanarak şortu indirip sandaletlerimin bağcıklarını çözdüm. Sonunda havluyu indirip kenara bıraktı. Elini bana uzatıp, “Şimdi herkese kimin olduğumu göster,” dedi dudaklarında sinir bozucu bir tebessüm büyürken.
“Göstereceğim zaten hayvanat!” Elini asılarak tutup gözlerimi etrafta dolaştırdım.
Hiç beklemediğim bir anda elimi bırakıp beni omzuna atınca çığlık attım, koşar adımlarla suya ilerledi ve hiç beklemeden kucağında benimle suya devrildi. Yaptığı hainliği anında anlamıştım. Bikiniyle uzun süre kıyıda kalmamı istememiş, beni doğrudan suyun dibine göndermişti. Suyun içinde onun kollarında birkaç saniye dibe batmış şekilde bekledim, ardından bizi yukarı çekti ve suyun yüzeyine çıktık. Kollarım boynuna sarılı durumdayken, “Seni mağarandan çıkarmak bir hataydı,” diye homurdandım, gözlerim tuzdan dolayı cayır cayır yanıyordu.
“Bana diyene bak, şezlongu kaldırıp kafama vuracak gibi baktın!”
“Plajda kaç tane kadın var sen biliyor musun? Çok tane. Kaç tane erkek var? Az tane. Onlar da etkisiz eleman!” Omzuna vurarak onu itip suyun içinde süzüldüm. Geriye doğru yüzmeye başladığımda öne doğru birkaç kulaç atıp suları havaya kaldırdı. “Ayı oğlu ayı!” diye bağırdım. “Yavaş!”
Yüzünü suyun içine soktuğunda, şimdi sadece gözleri görünüyordu. Bir köpek balığı edasıyla bana doğru yavaşça yüzmeye başladığında birdenbire panik hissedip, “Defol be!” diye bağırdım ve ondan uzağa kulaç atmaya başladım.
Bir süre suyun içinde boğuştuk, bazen aniden ayağımın altına dokundu, bazen suyun altına gömülüp gözden kaybolarak beni korkuttu. Sonunda tepemizden geçen bir topla dikkatimiz dağıldığında, Dide ördeğiyle suyun üzerinde süzülerek bize doğru geliyordu. Bir an kıyıda pembe şişme bir flamingonun varlığını fark ettim, oldukça büyüktü. Yener üzerindeki tişörtüyle flamingonun üzerine binince flamingo yana doğru devrilecek gibi oldu ama Zafer ile Vural, flamingoyu tutarak düz durmasını sağladı.
“O ne yapıyor be orada?” diye sordum şok içinde.
“Yarası var, denize giremez. Herhalde bir çare bulmuş bizim yavşaklar,” dedi Gurur şaşkın şaşkın onlara bakarken. “Ama gerçekten pembe flamingo mu?”
Yener kolunu havaya kaldırıp parmaklarını bükerek onay işareti verdi ve gözlüğünü gözüne indirdi. Zafer onu ileri doğru itip suyun yüzeyinde süzülmesini sağladı. Kıyıdaki turistler kıkırdayarak onlara bakıyordu… Zafer, âdeta bir Behlül edasıyla balıklama suya atlayınca kızların kahkahaları daha da duyulur hâle geldi.
Kıyıda dikilen Simge, kızlara yandan bir bakış attıktan sonra beline bağladığı yeşil şalı çözdü ve tokasını geri çekmesiyle koyu renk saçları dalgalanarak omuzlarına döküldü. Üzerinde boyundan bağlamalı, inci beyazı bir bikini vardı ve esmer tenini öyle bir vurgulamıştı ki kızların suspus hâlde ona bakakaldıklarını gördüm. Aynı zamanda flamingonun üzerindeki Yener’in de bakışları Simge’ye kitlenmiş vaziyetteydi. Simge önce suya doğru bir adım attı, ardından saçlarını sağ omzunun üzerine toplayarak suyun derinliklerine doğru yürümeye başladı. Ellerini suda dolaştırarak yürümeye devam ederken flamingonun üzerindeki gözlüklü ve tişörtlü adamın bakışları hâlâ ondaydı. Sonunda Simge öne doğru geldi ve suyun içine süzülüp yavaşça yüzmeye başladı.
Çok geçmeden Vural’ın omuzlarında sarı mayo giyen Nihan, Devran’ın omuzlarında da pembe bikini giyen Biricik vardı ve suyun içinde bir güreş başlamıştı. Gurur hiç beklemediğim bir anda suyun içine girip aralık duran bacaklarımın arasından geçerek beni havaya kaldırdığında korkuyla ellerimi başının üzerine koydum.
“Benim kızım, sizin kızlarınızı yere sermeye hazır,” dediğinde çoktan onların yanındaydık. İlk hamlem Biricik’e oldu, Biricik’i geriye doğru düşürüp suya gömmek kolaydı ama Nihan o kadar kolay olmadı. Bir ara geriye doğru devrileceğimi düşünmüş, bunun getirdiği hırsla Nihan’ı sertçe iterek suyun derinliklerine göndermiştim…
⛓️
Kıyıda oturmuş neşeyle çığlık atıp oyunlar oynayan arkadaşlarını izlerken küçük, zararsız dalgalar ayaklarına vuruyordu. Turuncu saçlarını sıkı bir şekilde balerin topuzu yapmıştı, iki küçük turuncu bukle güneşin altında kızarmış olan yüzünün iki yanından aşağı doğru sarkıyordu. Beyaz teni daima güneşe karşı hassasiyet gösterirdi, yine de güneşi ve ışığı çok seviyordu. Turuncu mayokinisinin boynuna doğru uzanan iplerini düzeltmek için kollarını geriye doğru attığı sırada büyük bir bedenin oluşturduğu gri gölge, başının üzerinden ayaklarına kadar uzanarak onu içine aldı. Elleri hâlâ iplerdeyken kafasını kaldırıp gölgenin sahibine baktığında, güneşin altında parlayan koyu kahverengi saçları ve onu izleyen koyu kahverengi gözleri gördü. Yüzündeki dövmenin hemen yanından küçük bir su damlası gözyaşı gibi akarak çene kemiğine doğru ilerliyordu.
Kıza bakışları soğuk, ölçülü, hatta bir yabancıya bakıyor gibiydi ama yine de dudaklarını araladığında kelimeleri eskiden olduğundan daha tanıdık bir hisle akıyordu. “Sen neden suya girmiyorsun?” diye sordu, ses tonuna oturmuş soğukluğa rağmen Ayça, onun başının üzerinde bir alev topu gibi yanan güneş kadar sıcak bir yanı olduğunu düşünmeden edemedi. Sanki buzdan bir dağın hemen arkasındaki dağdan akan volkandı, suya karışıyor, buzlara doğru ilerliyordu ama en nihayetinde o ateşin ta kendisiydi.
“Su biraz korkutucu,” dedi Ayça sessizce, ardından dizlerini karnına çekip ayak parmaklarındaki kırmızı ojeleri izlemeye başladı. Aslında Ecevit, bu soruyu sorarken Ayça’nın sudan korktuğunu, bu yüzden suya girmediğini zaten biliyordu. Teknedeki otuz iki dakikalık yolculuğun her bir saniyesinde Ayça’nın nasıl paniklediğini, teknenin korkuluklarına asla yaklaşmadığını gözlemleme şansı bulmuştu. Merak ettiğinden değildi, bakmak istediğinden de değildi elbet, sadece gözüne ilişmişti işte. Öyle olduğuna emindi. Bunu içinde beş altı defa tartışmıştı kendisiyle. Sonuç değişmemişti. Merak falan değildi bu. Merak falan olmamalıydı da zaten. Ne münasebetti?
“Güneşin altında oturmak daha korkutucu olabilir. Güneş lekeleri oluşabilir veya başa güneş geçme durumu yaşanabilir falan filan,” dedi Ecevit sanki pek de umursamıyormuş gibi görünmeye özen göstererek. Şayet başarılı olduğu da kaçınılmaz bir gerçekti. Ayça, adamın ses tonundan bu konuyla biraz bile ilgili olmadığı düşüncesine kapılmıştı çünkü Ecevit, duvar örmek konusunda epey iyi bir insandı.
Ayça parmaklarını içeri kıvırıp kafasını kaldırarak tekrardan Ecevit’e baktı. “Hiçbiri suyun sonsuzluğu kadar korkutmadı.”
“Anlamadım?”
“Su,” dedi Ayça gözlerini denize çevirerek. “Çok sonsuz görünüyor. Sonu yok gibi. İçine girip kaybolursan bir daha çıkamayabilirsin, seni yutabilir. Her şey olabilir.”
“Derinliğini hesaplayamadığın şeyler seni korkutuyor o hâlde. Su değil,” dedi Ecevit.
Ayça bir an durup bu cümlenin üzerine düşündü. Pek tabii Ecevit haklı olabilirdi. Sancılı bir kadındı. Uzun süre düşününce düşündüğü şeyin kölesi olabilecek raddeye gelirdi, bu yüzden bazı şeyler üzerine çok düşünmemeye çalışırdı. Mesela kaldırım taşlarının üzerinde yürürken çizgilere basmamaya çalıştığını fark ettiği bir dönem olmuştu, ışığı tam tamına dört kez açıp kapatmazsa eğer bir şey olacağını düşündüğü anlar, ayağını yatağın dışına çıkaramadığı geceler… Eğer tüm bunların üzerine daha uzun düşünme şansı olsaydı çıldırabilirdi belki de. Bu yüzden olsa gerek, düşünceleri bastırmanın bir yolunu bulup uzaklaştırmıştı kendini. Şimdi ne diye uzun uzun bu adamın kurduğu, belki de öylesine, onun için hiçbir şey ifade etmeksizin savurduğu cümle üzerine düşünüyordu? Bunu aptalca ve takıntılı bulup derin bir nefes aldı.
“Nasıl hissettiriyor?”
Ecevit’in sorusu, Ayça’nın tek kaşını havaya kaldırmasına neden oldu.
“Su mu?” Başını sola doğru yatırdı. “Yoksa suya bakmak mı?”
“Her ikisi de.”
“Korkutucu.”
“Peki suyun içinde olmak nasıl hissettirirdi sence? O da mı korkutucu?”
“Çok daha korkutucu,” dediğinde Ayça, Ecevit, “Belki de tam tersi, güvende hissettirir. Sonuçta uzaktan bakmak ve içine girmek arasında dağlar kadar fark var,” dedi gözlerini denize çevirerek.
“Herhalde başına güneş geçti,” dedi Ayça konudan kaçmak ister gibi. “Ondan olsa gerek, bir tuhaf konuşuyorsun bugün dövmeli oğlan.”
“Adım Ecevit.”
“Sen bana hibiskus dediğinde ben dönüp sana benim adım Ayça dedim mi? Demiş de olabilirim, sağım solum belli olmaz benim pek,” dedi Ayça göz ucuyla Ecevit’e bakarak. Adamın profili bir aristokratın genlerine sahip olduğunu bağıran cinstendi. Hiç değilse Ayça öyle düşünmüştü. Karakteristik bir burun, ince sayılacak dudaklar, avcı gözler, soğuk ve ketum bir ifade; enteresan ama elit bir görüntü. Dövmeleri de bir aristokratın malikânesinin duvarlarını süsleyen tablolara benziyordu ya neyse.
Ecevit tekrardan, “Nasıl hissettiriyor?” diye sorunca, Ayça bu defa kaşlarını çattı. Sudan mı bahsediyordu, suyu izlemekten mi yoksa suyun içinde olma düşüncesinden mi bahsediyordu? Bir çıkarım yapamadığından, “Ne, nasıl hissettiriyor dövmeli oğlan?” diye sordu.
Ecevit, kuracağı cümleden pek emin değildi, soracağı sorudan da. O yüzden olsa gerek sustu birkaç saniye. İleride arkadaşlarının girdiği hâlleri izledi. Yener, koca bir flamingoyla denizin üzerinde, elinde bir soğuk içecekle süzülüyor, ona atılan topa avucuyla vurup ayaklarını suyun içinde oynatıyordu; Gurur ve Zeliha uzağa yüzmüşler, fingirdeşiyorlardı besbelli. Diğerleri de Yener’in flamingosunun etrafını sarmış, topu birbirlerine atıyorlar, gülüp eğleniyorlardı.
Ecevit’in gözleri iskelede el ele dolaşan Girdap ve Mehtap’a dokununca sorusu dilinin ucunda bir bıçak yüzeyini tıraşlıyormuş gibi sivrildi. “Onları yan yana görmek,” dedi, Ayça pek anlamadı başta, sonra gözlerini arkadaşlarına çevirdi.
“Eğleniyorlar işte. Huzurlu.”
“Ben onlardan bahsetmiyorum.”
“Kimlerden bahsediyorsun?” Ayça sorudan da Ecevit’in tavrından da bir çıkarım yapabilmiş değildi. Ecevit’in baktığı yöne bakışlarını çevirdiğinde, Girdap ile Mehtap’ın epey uzakta, bir nokta boyutunda ilerlediklerini, ellerinin birbirine düğüm gibi bağlı olduğunu gördü. Anlayamadı. Bir şey mi hissetmesi gerekiyordu ki?
“Hüzün,” dedi, Ecevit durdu, bakışlarını Ayça’ya çevirirken nedense kıyıya hafifçe vuran o dalga sudan değil de volkandan, alevdenmiş gibi hissetti. Garipti doğrusu. Buna da bir anlam yükleyemedi. Ayça, üzgün gözlerle Mehtap ve Girdap’ı izlerken iç çekti. İkisinin hikâyesini bilmiyordu ama onlara bakınca içi eziliyordu, Mehtap’ın sessizliğinin sebebini merak ediyor, Girdap’ın hâllerini hatırlıyordu. “Sonunda kavuştular ama bu çok hüzünlü görünmüyor mu sence?”
Ecevit, ilk kelimeye o kadar takılı kalmıştı ki Ayça’nın son sorusunu duymamıştı bile. Birdenbire güneşi çok rahatsız edici buldu, sıcağı çok bunaltıcı, denizi çok boğucu.
Ayça’nın gözleri, Ecevit’in göğsündeki ve kollarındaki tablolara kaydı; her biri güzel çizgilerden oluşuyor, çizgiler birleşerek hoş bir görsel ortaya çıkarıyordu. Göğsü taş gibi sert olmalıydı çocuğun, karnı da mermerden falan mıydı? Zaten kavruk olan teni, güneşin altında daha da bronz parlıyordu. Ter miydi o göğsünden akıp giden yoksa denizin tuzlu suyu muydu? Bir süre o damlaya bakarken yine düşünceler sarmıştı zihnini.
Ecevit bir an sonra, “Suya girmek ister misin?” diye sordu, dudaklarından dökülen soruya kendisi de bir anlam veremedi. Ne ara düşünmüş, ne araya dile getirmişti bilmiyordu.
Ayça, “Bilmem,” dedi tereddütte kalmış gibi. Gözlerini yavaşça doğrultup, o koyu kahve gözlere çevirdi. Güneşten dolayı gözler iyice kısılmıştı, bir avcının avını dişlerinin arasına almayı beklediği pusudaki hâline ne çok benziyordu.
“Burada tek başına çok mazlum görünüyorsun,” dedi çat diye. “Karnına kadar girebiliyorsan eğer, o kadar gireriz.”
“Benim karnıma gelen su, senin anca dizlerine gelir çam yarması,” dedi Ayça gülerek, tek derdi dalgaya vurmaktı çünkü birden utanmış, çekinmiş hissetmişti kendini. Böyleydi. Bir şeyden utanırsa, o şeyle dalga geçerdi; o zaman utancı yenebileceğine inancı tamdı.
“O zaman ben dizime, sen beline kadar gireriz,” dedi Ecevit.
“Bana acıyor musun yoksa?” diye sorarken ikinci bir alay süzülmüştü dudaklarından ama şaşkın hissettiği de kaçınılması güç bir gerçekti.
“Çok mazlum görünüyorsun, kayıtsız kalamadım diyelim, Hibiskus,” dedi Ecevit, ardından bu zamana kadar kimseye uzatmadığı o eli yavaşça Ayça’ya uzattı. Geçmişinde teni bir kadının tenine arzuyla bile değmemişti, bir kadının elini herhangi bir duyguyla tutmuş kul değildi; ne tutku ne şefkat ne de acıma. Hiçbirini hissetmemişti. Şefkatle elini uzattığı tek bir canlı olmuştu, o da can dostu Thor’du. Thor’un başını okşar, tüm şefkatini ona verirdi. Şimdi yine şefkatle elini birine uzatıyordu. Yalnız görünüyor, diye düşündü içinden. Ondan yapıyorum, başka bir sebebi yok ama Thor kesin çok kıskanırdı.
Ayça, bir anlık göğsüne hançer gibi inen o güven duygusuna yenik düştü. Elini uzattı, kırmızı ojeli ince, beyaz parmaklar, bronz, kalın ve uzun parmaklara dolandı. Elleri birleştiğinde güneşin sıcağı parmak uçlarında yanan birbirinden ayrı iki alev gibi birbirine karıştı. Ayça doğrulup kalkarken o eller ayrılmadı. Suya ilk adımlarını attıklarında da elleri birbirine temastaydı. Su yavaşça dizlerine vurduğunda da…
Ayça haklıydı, onun beline uzanan su, Ecevit’in bacaklarının üst kısmını anca örtüyordu. Birden farkındalık çökünce Ayça elektrik akımına kapılmış gibi ürkerek elini Ecevit’in elinden kurtardı. Parmaklarını suyun yüzeyinde gezdirirken gözlerini kaçırıp farklı yerlere çarptı; telaşlı bin farklı bakış, bin farklı yöne uğradı.
Hiç konuşmadılar, birbirlerine doğru bakmadılar ama suyun içinde yan yana, çok uzun süre öylece kaldılar.
Konuşulacak hiçbir şey yok gibi görünebilirdi onlar için ama bilmedikleri bir şey varsa, konuşulacakların aksine, hissedilecek daha çok şey vardı ve bu derin bir yolun, henüz başlangıç noktasıydı.
⛓️
Sedir ağaçlarının gölgeleri, güneşin sarı yansımalarını ikiye bölüyor, cırcır böceklerinin sesleri koruluğun derinliklerinde bir melodi gibi çınlıyordu. Islak saçlarım sırtıma ve yanaklarıma yapışmış, ıslak bikinimin üzerine giydiğim askılı, toz pembe elbise vücudumu sarmıştı. Antik kenti dolaşırken Gurur ile ellerimiz hiç ayrılmamıştı, aynı zamanda koruluğun kalbine geldiğimizde de ellerimiz hâlâ bir aradaydı. Vücudum ıslak olduğu için biraz üşüyordum ama Gurur, üstü çıplak olmasına rağmen ağaçların arasında ıslık gibi ilerleyen esintiden hiç etkilenmiyor gibi görünüyordu.
Hemen önümüzde Devran ile Biricik el eleydi, Devran çıplak omzuna bir havlu atmış, uçuş uçuş çiçekli elbisesinin içinde yürüyen sevgilisini kolunun altına almıştı. Ara sıra kafasını ona çevirip ıslak sarı saçlara dudaklarını bastırıyor, bir şeyler söyleyerek Biricik’in şen kahkahasının ağaçların arasına hiç unutulmayacak bir anı gibi kazınmasını sağlıyordu. Gözlerim bir an için Simge’yi aradı ama bulamadım, çiftler birbirinden ayrılıp kendi hâllerinde koruluğun içinde dolaşıyordu ve Çolpan ile Ayça, aralarına Eylül’ü almış arkadan geliyorlardı.
Gurur’un omzumdan sarkan elini tenimde hissedebiliyordum, serçe parmağını da avucumun içinde sıkıca kavramıştım. Bir süre sonra Yener’in de grupta olmadığını fark edince tek kaşım havaya kalktı, hiç renk vermedim ama içimden bir ses, bu kayıp ikilinin bir yerlerde bir arada olduğunu söylüyordu.
Gurur, ikimizi gruptan ayırarak koruluğun batısına doğru yürümeye başladığında sesimi çıkarmadım. Omzumun üzerinden uzaklaşan arkadaşlarımıza bakıp, kafamı yeniden önüme çevirdim ve yanağımı Gurur’un göğsüne yaslayarak serçe parmağını daha sıkı kavradım. Teni soğuktu ama temas ettiğimiz noktaları ateşten daha sıcak hissettiriyordu.
Bir süre sessizce, birbirimize yaslanarak yürümeye devam ettik. Sonunda durduğumuzda beni birdenbire kendisine çevirmesini ve sırtımı gövdesi kalın sedir ağacına yaslamasını beklemiyordum. Büyük elini başımın yanından geçirip kafamın hemen üzerine, ağaca yasladığında, kalın kolu yan tarafıma dikilmiş bir barikat gibi görünüyordu.
“Sabahtan beri,” dedi buğulu bir sesle, “bu ânı beklediğimi biliyorsun, değil mi?”
Bakışlarımı bakışlarından kaçırmadan, “Biliyorum,” dedim, “çünkü ben de bu ânı bekliyordum.”
“Arsız,” diyerek dudaklarıma yaklaştı. Nefesinin sıcaklığı tuzlu dudaklarıma vurduğunda kalbimin atışlarının tutarsız bir şekilde göğsüme dağılmaya başladığını hissettim. Dudaklarımız birbirine temas etti, fırtına içimde birdenbire büyüyüp duygularımı savurmaya başladı. Parmaklarım ıslak saçlarına doğru yola koyuldu. Islanan saçları normalden daha koyu görünüyordu. Parmaklarım ıslak saçlarının arasında kaymaya başladığında dudaklarını aralayarak dilimi ağzının içine doğru çekti. Cırcır böceklerinin sesi, kalbimin sesini bastıramayacak kadar hafifledi; etrafımızdaki dünya geriye çekilerek bizi ikimizin yarattığı o küreye terk etti. O kürenin içinde ateşler yanıyordu ve o ateşleri yaratan iki kişi olarak biz, birbirimize karışarak ateşleri büyütüp kürenin tavanına değdiriyorduk.
Dudaklarımız birbirine karışmaya devam ederken ve ıslak, sıcak dili ağzımın kıyılarından içeri dalıp, derinliklere ilerlerken, büyük parmakları çıplak bacaklarımda dolaşmaya başladı. Nefes nefese, muhtaç bir şekilde ıslak dilini ihtiyaçla emdim. Parmakları daha yukarı gelip elbisemin kumaşından içeri süzülürken elbisemi de yukarı doğru sıyırmış oldu. Damarlarımdaki kan sarsılıyor, göğsüm körük gibi inip kalkıyordu; parmakları bir kibritti, tenime sürtünüp ateşi doğuruyordu. Parmakları biraz daha yukarı tırmanınca dişlerimi tehditkâr bir şekilde diline sürttüm, sızlanarak inledi ve bu aklımı başımdan almaya yetti de arttı.
“Bunu,” dedim nefes nefese, ağzına doğru, “burada yapamayız.”
“Seninle her an, seninle her yerde,” diye karşılık verdi ağzımın içine doğru; boğuk, erkeksi bir iniltiyle harmanlanan sesinin kasıklarıma bir çığ gibi büyümeye başlayan duyguların fitilini ateşlediğini elbette biliyordu.
Parmaklarımı ensesine bastırıp dudaklarına doğru güldüm, tutku bir sarmaşık gibi bedenlerimizi sarıyor, vahşi hislerin dikenlerini tenimize batırırken bizi tamamen birbirimize mıhlıyordu. Onun benim için kaçınılmaz olduğunu daha ilk andan biliyor gibiydim. Dudaklarını dudaklarıma ilk kez bastırdığında o durduramadığım, felaketim olacağını bildiğim bir hisle kaplanmıştım; ruhum sanki ruhunu ezelden tanıyor gibi ona yaslanmıştı.
Parmakları bacaklarımda dolaşırken ve dudakları beni fethetmek ister gibi yeniden dudaklarıma yaslanarak hisleri içime yağmur gibi yağdırırken ona engel olmadım. Ondan kaçtığım anlarda, aslında onu ne kadar istediğimi yeni yeni fark ediyordum. Ona düşmanımmış gibi bakarken, aslında ona güvenme ihtiyacı duyduğumu, onun sınırlarına girersem neler olacağını düşündüğümü şimdi anlıyordum. Çünkü bazen tam olarak böyle olurdu. Birine düşmanınız gibi bakardınız çünkü ruhunuz ona tutunma isteğiyle dolardı. Ruhunuz onu hep tanıyormuş gibi sizi değil, onu seçer, sizden kaçar, ona yaslanırdı.
Alnımı alnına yaslarken, “Âşıklar Yolu’nda seninle yürümek istiyorum,” dedim. “Buradan ayrıldığımızda Âşıklar Yolu’na gidelim.”
“Seninle her zaman, her yere,” diyerek burnunu burnuma sürttü.
İkimiz de birbirimizden çok daha fazlasını istiyorduk, bunu biliyordum; dokunma ihtiyacı bir yangın gibi çevremizi kuşatmış, bize doğru hızla yaklaşmaya başlamıştı ama durmamız gerekiyordu.
SİMGE ÖZDAĞ
Babamın beni dizine oturtup, “İyileşmek istemeyen birini iyileştirmeye çalışırsan, sonunda seni de hasta eder,” demişti bir gün, yeni yılın üçüncü gecesiydi ve ben henüz on üç yaşındaydım.
Gözlerime yayılan kırmızı damarlar, ne kadar çok ağladığımı belli eden, olay yerinde kalan deliller gibiydi.
Sınıfımızda bir kız vardı, altın sarısı saçları ve mavi gözleriyle onu her zaman oyuncak bir bebeğe benzetirdim. Kızın kötü bir huyu vardı, ne kadar güzel biri olsa da hep yalan söyler, sınıftaki insanların eşyalarını çalardı ve hiçbir şey yokmuş gibi davranırdı ama onu izlediğim için kaybolan eşyaları onun aldığını bilirdim. Bir gün ona gidip bunu yapmaması gerektiğini, eşyaları yerine bırakabileceğimizi ve bir daha yapmazsa her şeyin düzelebileceğini söylemiştim. Kız bana minnetle değil, nefretle bakmıştı; zaten minnet beklemiyordum ama hiç değilse yaptığı şeyden vazgeçer, ona verdiğim desteği görür diye düşünmüştüm. Ertesi sabah teneffüs zili çaldığında yine ortadan kaybolan bir eşyanın haberiyle sınıf çalkalanmaya başlamıştı. Bir sonraki gün sınıfa geldiğimde ise herkesin yargılayıcı bakışları üzerimdeydi. Sırama oturup kitaplarımı çıkarırken fısır fısır konuşuyorlar, yargılayan gözlerini üzerime dikiyorlardı. O an bir şeylerin yolunda gitmediğine yüzde yüz emin olmama rağmen hiçbir şey yokmuş gibi sakin bir şekilde başlayan dersi dinlemiştim. Üçüncü teneffüste ise sınıfın zorba kızları sıramın önüne gelmiş, beni köşeye sıkıştırıp benim bir hırsız olduğumu söylemeye başlamışlardı.
Belki vazgeçer, elimi tutar ve bir daha böyle bir şeye kalkışmaz sandığım o kız, sınıfta kaybolan eşyaların tamamını benim çaldığımı söylemiş, beni uyardığından bahsetmiş ama devam ettiğimi görünce söylemekten başka çaresi olmadığını dile getirerek tüm suçlamaları benim üzerime yıkmıştı. Çok ağlamıştım, ertesi gün çok fazla ağladığım için hasta olmuş, okula gidememiştim. Ondan sonraki hafta da gözyaşlarım dinmemişti. Sonunda babam olup biteni öğrenip başka bir okula nakil olmamı sağlamıştı. Sonuç olarak babam haklıydı, iyileşmeyi reddeden birini iyileştirmek için çabalarsan, sonunda hasta olan sen olurdun.
Yener’i o kıza benzetiyor değildim, alakası bile yoktu; benim üzerime bir şeyleri yıkmaz, aksine biliyordum ki üzerime devrilenleri kaldırmaya çalışırdı. Tek benzer noktaları olabilirdi, o da iyileşmeyi reddediyor olmalarıydı.
Bir melek, gözyaşlarıyla cehennemi söndüremezdi. Belki de boşuna uğraşıyordum, onu kafesini açıp özgürlüğüne terk etmeliydim ama kafesin kapısını açtığımda bu kez kafesin kapısına kadar ilerliyor, kafesten çıkmadan kafasını kaldırıp gözlerimin içine bakıyordu. Oysa kafesin kapısı kapalıyken çıkmak için ne kadar çok uğraş verdiğini biliyordum. Saldırgan bir şekilde kafesin kapısını zorluyordu. Kapıyı açtığımdaysa kapatmamı ister gibi bakıyor, kafesten dışarı bir adım atmıyordu.
Onu anlamak gitgide daha zor hâle geliyor gibi hissediyordum. Belki de ne istediğini o da bilmiyordu.
Eğilip beyaz sporlarımın bağcıklarını bağladım, gümüş rengi halhalımı düzelttim ve doğruldum. Üzerimde beyaz bikinim vardı ve belime beyaz, saçakları olan bir şal bağlayıp etek şeklini vermiştim. Islak saçlarımı tepemde dolayarak saçlarımı birbirine geçirip topuz yapmıştım. Antik kenti gezmeye gittiklerinde gruptan ayrılmıştım. Uzun zamandır doğayla iç içe olma şansını bulamadığımdan kendimi koruluğa attığımda, yalnızlık etrafımı bir çember gibi sarmıştı ve bundan öylesine memnun hissediyordum ki…
Koruluğun içinde yaptığım yürüyüşe kaldığım yerden devam ettiğim sırada, yokuş bir patikanın sonundaki ahşap kulübe dikkatimi çekti. Pencereleri açık ve boştu, inşaat hâlinde bırakılmışa benziyordu ve etrafını çam ağaçları, kısa dallar sarmıştı. Yüksek bir yerde olduğundan denizi çok net gösteriyor olmalıydı.
Patika yokuşu tırmanırken derin bir nefes aldım, oksijen içimi yaktı ve başımı döndürdü. Askerliğe geri döndüğü için mi yoksa ortama ayak uydurmayı denediği için mi bilmiyordum ama keyfi aşırı yerinde görünüyordu. O koca pembe flamingonun üzerine oturmuş, sudaki hâllerini hatırlayınca gülmek istedim ama ona kızgın olan tarafım gülmeme engel oldu. Ayrıca kıyıda oturan bir seksenlik manken gibi kızların ona attığı bakışları hatırlamak, damarımın içinden dışarı bir bıçak fırlayacakmış gibi hissettiriyordu. Herhalde o bıçak önce damarımı kesecek, sonra fırlayıp çıkıp gidecek ve onun boğazına dayanacaktı.
Kadınların ilgisini çeken bir enerjisi vardı, girdiği ortamda doğrudan tüm bakışları üzerine çekiyordu. Manyetik bir alan yarattığı ve güzel kadınları o alana çektiğini düşünmeye başlamıştım. Zamparanın teki olduğu gerçeğini önüme katacak olursam, sanırım bu durum uzun yıllar boyunca işine gelmiş olmalıydı. İstediği her şeye sahip olabildiği için mi bu kadar kaybolmuş hissediyordu acaba? Yoksa şu âna kadar kimse onun ruhunu göremediği için mi ruhu yokmuş gibi davranmaya başlamıştı? Her şekilde, Yener kaybolmuş bir adamdı.
Düşünceler beni bir sandalın akıntıda sürüklendiği gibi kulübenin önüne dek sürükledi. Kafamı kaldırıp kulübeye baktım. Açık pencerelerinde cam yoktu, kafamı uzatıp pencereden içeri baktığımda ahşabın kokusu ciğerlerime doldu. İçerisi temizdi, sadece yerde çok fazla tahta tozu vardı. Pencereden içeri bacağımı atıp yavaşça içeri kaydım. İçeri girdiğimde ellerimi pencerenin pervazına yaslayıp gözlerimi ağaçların arasından görünen denize çevirdim. Ege’nin denizi, hiçbir yerin denizine benzemiyordu. Sanki çağlar öncesinde tanrılar bu denizi büyüleriyle kaplamış, güzellikleri bu suların dibine gömmüştü. Bakan gözlerini uzun süre bu mavilikten ayıramıyordu.
Dalgın bir şekilde ellerim pervaza yaslı, pencerenin önünde durmuş manzarayı izlerken birdenbire önüme geçen beden, korkuyla sıçramama neden oldu. Beyaz tişörtünün yakasına asılı duran güneş gözlüğü, doğrudan gözlerime saplanmış gözleriyle karşımda duruyordu. Ellerini benim gibi pencerenin pervazına yasladığında, o benim aksime kulübenin dışındaydı.
Ağzımı açmama müsaade etmeden, “Niye burada yalnızsın?” diye sordu. Soru sormasını beklemiyordum, hele bu soruyu sormasını hiç beklemiyordum. Teninden tuzla karışık parfümünün kokusu yayılıyordu. Dior Sauvage, diye düşündüm çünkü bu kokuyu onda soluduktan sonra parfüm reyonlarında muadilini aramıştım, doğrudan kendisini bulmayı beklemiyordum. Çekici bir kokuydu, tuzla karışınca daha baş döndürücü bir notaya evrilmişti.
“Neden burada yalnız olmayayım?” diye sordum tek kaşımı kaldırarak. Yüzlerimiz ve bedenlerimiz arasında on santim bile yoktu, bu yüzden nefesi yüzüme çarpıyordu.
“Yalnız başına ormanın derinliklerine gidersen, kurt senin peşine düşer,” dedi, bir an durdum, ardından gözlerindeki o yırtıcıya ulaştım; kendisinden söz ediyordu. “Ve,” diyerek yavaşça eğildi yüzüme doğru. “Seni bulur.”
“Sonra da beni koklar ve ona uygun bir av olmadığımı mı söyler?”
Zaman, gürültülü bir şekilde durdu. Bakışları gözlerime saplanmış hâldeydi, kirpikleri de bir ok gibi bana saplanmaya hazırlanıyordu. Verecek bir cevap mı arıyordu yoksa o cevap zaten gözlerinde miydi? Çözemedim.
Tam geri çekilmeye hazırlanıyordum ki “Kal böyle,” dedi, anlık söylediği şeyi algılayamayıp gözlerinin içine bakakaldım. Ellerini pervaza daha sert bastırıp yüzüme daha da yaklaştı. “Sana böyle kalmanı söyledim Ahdar, nereye kaçıyorsun?”
Neredeyse kahkaha atacaktım ama yakınlığı, tüm bedenimin acı verici bir ateşle dağlandığını hissettiriyordu. “Bana Ahdar deme,” dediğimde yüzü tepkisiz ve hâlâ bana çok yakındı. “Benim bir adım var, belleğinde çok kız ismi olduğundan unutuyor olabilirsin. Adım Simge.”
Gözleri gözlerime saplı hâldeyken, “Adını unutmayacağım tek kadın sensin,” dedi bir anda.
Kalbim göğsümün içinde kıvrandı. Yüzüme çarpan nefesini içime çektim. Gözlerinden gözlerimi çekemedim, başka bir yöne bakamadım; gözlerine saplanıp kaldım.
“Ne istediğini bilmiyorsun bile,” dedim kendimi tutamadan. Bakışları, söylediğim şey doğrultusunda biraz daha derinleşti. Ormanın ortasında belirmiş bir obruk gibiydi, göz bebekleri o obruğun karanlık kalbinden farksızdı.
“Ne istediğimi bilmiyorum, öyle mi?” diye sormasını beklemiyordum, susar sanmıştım, geri çekilir, sırtını bana dönüp beni yine soru işaretleriyle bırakır gider diye düşünmüştüm.
“Öyle, bilmiyorsun,” dedim gözlerinin içine dik dik bakarak. “Bilmediğini kendin de biliyorsun. Kaybolmuşsun.”
“Ben ne istediğimi bilmiyorum, öyle mi?” Sorusunu yinelediğinde kaşlarım çatıldı.
“Evet,” dedim sertçe. “Hiçbir haltı bildiğin yok. Ne ne istediğini biliyorsun ne de-”
Öne doğru ne ara eğildi hatırlamıyorum ama pervaza yaslı duran ellerimin üzerine kapanan avuçlarını hissettiğim ânı ve dudaklarının dudaklarıma şiddetle kapandığını hatırlıyorum.
Göz bebeklerimin büyüdüğünü hissettim, avuçlarını ellerimin üzerine biraz daha bastırdığında kalbim yavaşça yükselerek boğazıma tırmandı. Avucunu elimin üzerine bastırarak yüzüme eğilmiş beni öperken dudaklarının cehennemdeki ilk ateş olduğunu düşündüm. Nefesim kesildi, nabzım derimin altında bir sarmaşık gibi savruluyor, derimin altından çıkarak ona dolanıyor ve yaşamımı onunla paylaşıyordu sanki. Başta ona karşılık veremedim, bir fırtına başımın üzerinden geçip evime doğru ilerliyor, evimi yıkmaya hazırlanıyor gibiydi ve ben orada durmuş, fırtınanın evimin üzerinde esişini izliyordum.
Dudakları dudaklarımdan ayrılırken nefesi hâlâ yüzümün sınırlarını ılık bir meltem gibi çiziyor, yakınlığı başımı döndürüyordu. “Ne istediğimi bilmiyorum, öyle mi?” diye sordu bir defa daha. “Ne istediğimi gördün mü, Ahdar?”
Kirpiklerim kaşlarımın üzerine doğru yaslandığında, gözlerimi kaldırmış ona bakıyordum. Bir an için güneş içimi saran karanlığı aydınlatamadı ama genişledi ve o karanlığın içinde infilak edecek gibi zonklamaya başladı. Elimi avucunun altından kaldırdığımda hisler tüm bedenimi kavuruyordu, avucumu sertçe yüzüne götürüp sol yanağına bir tokat geçirdiğimde başı yana doğru gitti, hareketsiz bir şekilde gözlerini o yönden çekmeden bekledi. Kafasını çevirip bana yeniden bakmadı. Bedenim uğulduyor gibi hissederken gözlerim tişörtünün altındaki belirgin figüre kaydı, kolyeyi takıyordu. Tişörtün altındaki anatomik kalbi görebiliyordum.
Bir an sonra fark ettim. Eğer o cehennemse, ben bu cehennemi istiyordum.
Ona tokat için havaya kalkan elim bu kez boynuna gitti, kolyeyi çıkarıp ucunu kavradığımda başı hâlâ yana dönük hâldeydi. Çok kısa bir an sonra kolyenin ucunu tutup onu kendime doğru çektim ve bu defa dudaklarımızı daha şiddetli bir şekilde birleştiren ben oldum.
Dudaklarım dudaklarındaki cehennemin ateşlerini büyüttü, alevler cehennemin çatısına dek uzanıyor, duvarlara ikimizin gölgelerini çiziyordu. Gözlerinin açık olduğunu hissettim ama ben gözlerimi açmadım, ruhunu bulmak istiyor gibi onu açlıkla öpmeye başladım. Burnundan hızlı bir soluk alıp bana şiddetle karşılık vermeye başladığında artık onun da gözlerinin kapandığını biliyordum.
Avucu yanağıma kaydı, sıcak avucunun altında çarpan nabzı yanağımda hissederken dudaklarım onun için biraz daha aralandı. Kolyenin ucunu sıkıca kavrarken, diğer elim pervaza yaslı duruyordu ve onun da diğer elinin avucu yeniden elimin üzerine kapanmış, sıcaklığını benimle paylaşıyordu. İçimdeki öfkenin küle döndüğünü, küllerin birleşerek bambaşka bir duyguyu oluşturduğunu hissettim. Büyük bedeni bir gölge gibiydi, başımın üzerinden bedenime akıyordu ve ben onu ihtiyaçla öpüyor, bana verdiği karşılığı su gibi içiyordum.
Bedenim biraz daha öne geldi, kasıklarım pervaza yaslandı ve sanki bu bana yetmemiş, bu yakınlık yetersizmiş gibi kolyenin ucunu daha sert çekerek onu kendime yapıştırdım. Göğsüm göğsüne yaslandığında sert nefesleri ateşten süzülen duman gibi yüzüme yayılmaya başladı. Alt dudağımı ağzının içine alıp emdi, dilini aceleyle ağzımın içine gönderdi.
Bu şiddetli, bedenimi kavuran öpüşme sona erdiğinde, kolyesinin ucu hâlâ avucumun içinde, alnım alnında, “İstemek öyle değil, böyle olur,” diye fısıldadım ve bu karşı koyma cümlesi, burnundan sert bir nefes vererek gülmesine neden oldu. Hemen arkasından bana istemenin ne olduğunu göstermek istiyormuş gibi avucunu enseme bastırıp beni kendine çekti, dudaklarımız yeniden birbirine yaslandığında sonsuz bir döngünün içine girmişiz gibi hissediyordum. Aramızda güç savaşı başlamıştı ve üstünlük birdenbire ona geçmişti. Beni pencereden çekip çıkarmak istiyor gibi kavrarken öyle sert öptü ki dünyamın sarsılarak ekseninden kaydığını hissettim ama bu defa ona ayak uydurmaktan başka yapabileceğim hiçbir şey yoktu.
Beni cehennemine çekiyor gibi değil, benim cennetime girmek için kapılarımı zorluyor gibi telaşla, ateşlerini her yanıma sarıp, kanatlarımın onu içine almasını istiyor gibi öptü. Bu andan itibaren cehennem, o kapısını çekip çıktığı için buz tutabilir, cennet ise kapısına o dayandığı için alev alabilirdi.
Belki de çoktan almıştı.
ZELİHA ÖZDAĞ
Okaliptus ağaçlarının ortasında uzanan yol, âşıkların el ele yürüdüğü, bazen bisiklet sürdükleri yeşil bir koridoru anımsatıyordu. Adadan dönmeden önce oradaki duşları kullandığım için saçlarımda tuz kalıntıları yoktu ama kendi şampuanımı kullanmadığımdan uçları biraz sertleşmişti. Üzerime kahverengi, kısa bir süveter giymiştim ve altımda da krem renginde kot bir etek vardı. Hava serinlemeye başladığı için Gurur bana beş beden büyük gibi duran deri ceketini omuzlarıma atmıştı ve ayaklarımda da sabah evden çıkarken giydiğim bağcıklı kahverengi sandaletlerim vardı. Üzerimdeki sevgilime ait bu koca deri ceket kesinlikle bu kombine hiç uymasa da kendimi içinde oldukça güvende hissetmemi sağlıyordu.
Güneşten dolayı bronzlaşmamıştım ama yüzüm ve omuzlarım kıpkırmızıydı, tenimin üzerinde normalin çok üst seviyesinde çiller belirmişti. Gurur benim aksime bronzlaşmıştı. Saçlarının rengi güneşten dolayı daha parlak, biraz daha açık renk duruyor, teni bronz görünüyordu. Bronzlaşmak yerine kızaran sadece Ayça ve bendim.
Güneş henüz ufuktan silinmemiş olsa da gök cam gibi şeffaf bir mavi rengine dönmüştü, kızıl ve pembe bulutlar birbirine karışarak önümüzde uzanan yolun tam karşısında görsel bir şölen yaratıyordu. Gurur’un elini daha sıkı kavrayıp elimde tuttuğum içecek kutusunun pipetini dudaklarıma götürdüm. Soğuk içecekten bir yudum alıp başımı Gurur’un yüksekte duran omzunun alt kısmına, yani koluna yasladım.
Gurur yavaşça eğilip içeceğimin pipetini dudaklarına götürünce gülerek ona baktım. İçeceğimden büyük bir yudum çekip, dudaklarında hâlâ içeceğin soğukluğu varken yanağımı sertçe öptü.
“İlk kez mart ayında denize girdim, umarım hasta olmam,” dedim içeceğimi tekrar dudaklarıma götürürken.
“Olmazsın, ben saçlarını kuruladım senin. Suyun içinden çıktığın gibi de kıyafetini giydirdim,” dedi.
“Kıyafetimi anında giydirmenin sebebi maganda olmandan kaynaklıydı canım benim.”
“Seni bikiniyle gören herkesin kafasına birer sopa indirdim kafamın içinde, nasıl rahatlattı anlatamam,” dediğinde alay mı ediyordu yoksa ciddi miydi anlayamadım.
“En azından çok zorluk çıkarmadın,” deyince, “Gününü zehretmek istemedim ama benim kıskançlıktan ağzım dilim zehir doldu,” diye homurdandı.
“Bence biz seninle mağaramıza çekilelim. Çünkü benim de senin cıbıl cıbıl sahilde dolaşman ağzıma dilime zehir doldurdu,” diye homurdandım, söylediğim şey onu güldürdü.
“Simge ve Yener neden sanki inatla birbirlerinden uzakta yürüyorlarmış gibi hissettim,” dedi Gurur tek kaşını havaya kaldırıp, hemen arkamızda ilerleyen arkadaş grubumuzu işaret ederek. Omzumun üzerinden arkaya doğru baktım. Devran ve Biricik birbirine sırnaşarak tam arkamızda yürüyorlar, Devran, Biricik’in minik burnunu dişlerinin arasına almış ısırıyordu. Gözlerim hemen çaprazlarındaki tarafa kaydığında Simge’nin resmen ağaçlara yapışmış hâlde yürüdüğünü gördüm, tam karşısında da Yener diğer taraftaki ağaçlara yapışmış yürüyordu. Sanki birbirlerine bir adım yaklaşsalar kıyamet kopacakmış gibiydi. “Tartışmış olabilirler mi?” diye sordu Gurur merakla. “Yine geçen seferki gibi?”
“Şu an atmosfer daha farklı görünüyor,” diye mırıldandım.
“Nasıl yani?”
“Bilmiyorum, kokusu yakında çıkacaktır.” Gurur’a doğru döndüm. “Dondurma yiyelim mi?”
“Senin canın gerçekten hasta olmak istiyor olabilir mi, Dağ Gelinciği?” diye sordu sahte bir kızgınlıkla, ardından gözlerimde her ne gördüyse, “Sikeyim ya,” diye homurdandı. “Sana asla hayır diyemiyorum.”
Destan heyecanla, “Gurur abi!” diye bağırınca, Gurur ile aynı anda Destan’a doğru döndük. Boynuna astığı bir polaroid fotoğraf makinesi ve Devran’ın bir kopyası olan yüzündeki geniş gülümsemeyle bize bakıyordu. “Ağaçların altında o kadar güzel görünüyorsunuz ki! Bir fotoğrafınızı çekmeliyim. İster misiniz?”
Gurur, “Ne duruyorsun kız, Junior Devran?” diye sordu ve beni kolunun altına sertçe çekip bedenini bedenime yasladı. “Çek.”
Destan hızlıca arkasını dönünce bedeni bir an Cesur’un bedenine çarptı. Arkasında Cesur’un olduğunu fark etmemişti bile. Kafasını kaldırıp ondan yüksekte duran bedenin sahibine bakarken durakladığını fark ettim. “Şey,” dedi çekingen bir sesle. “Acaba çantamı tutabilir misin?”
Cesur gözlerini indirmiş, kendisinden bir buçuk kafa boyu daha kısa olan kıza bakarken, “Tabii ki,” dedi kibar bir şekilde.
Destan çantasını ona uzatırken, “Çok teşekkür ederim,” diye mırıldanıp bize doğru döndü.
İlk karede Gurur bana sıkıca sarılıyor, içeceğimi dudağıma götürürken gülümsüyordum. İkinci karede kafamı kaldırıp ona bakmıştım ve o da güzel buz sıcağı gözlerini indirmiş, gözlerimizi birbirine kenetlemişti. Üçüncü karede, tam ortamıza yan taraftan atlayıp muhtemelen bağırdığı için ağzı açık çıkan Yener yer alıyordu. Dördüncü karede, arkamızda birer kulak yaptıklarını fark ettiğim Vural ve Nihan vardı ve en son karede de sadece Gurur ile olacağımızı sanmışken, hemen yanımızda kıskanç gözlerle bizi izleyen Eymen de fotoğraf karesine dahil olmuştu.
Diğer karelerin birinde Biricik, Devran’ın sırtına atlamış, bir diğerinde Çolpan ve Ayça birbirlerine sıkıca sarılmıştı. Ötekisinde ortalarında Tayfun’un olduğu ve onları omuzlarından yakalayarak kendine çekip askerlik fotoğrafından hâllice poz verdiği Simge ve Yener yer alıyordu. Eylül’ün saçından kendime bıyık yaptığım bir fotoğraf daha çekilmiştim ve Gurur da Eymen’i ensesinden yakalayıp yavru köpek gibi tuttuğu bir fotoğraf çekilmişti. Fotoğraflardan birinde Muşta, Cenan’a dönüyor, “Karım olacaksan hatıra fotoğrafı çekilmemiz gerekir,” diyor, Cenan ona kızgın kızgın bakıyordu ve bu fotoğraf tam da çekiştikleri anda çekilmişti. Girdap ile Mehtap da yan yana, başlarını birbirlerine doğru eğdikleri bir fotoğraf karesindeydiler. Bir diğer karede Adnan ile Sadullah omuz omuzaydı ama Adnan, kadrajın sadece yarısına sığan ve gülümseyerek ağaçlara bakan Çolpan’ı izliyordu.
Deklanşör ne zaman patlasa, o zamana ait bir anı, hatıralarımdaki yerini aldı.
Bir fotoğraf karesinde Yaman gözüne toz düştüğü için ağaca dik dik bakıyor, bir diğer fotoğraf karesinde Ayça ve Zafer, ağacın altında telefon ekranına kitlenmiş bahis sitesine bakıyorlar ve Vural da merakla onlara doğru gidiyor, bir sonraki fotoğraf karesinde Kerim ile Oğuzhan güreşiyordu. Ecevit fotoğraflardan birinde Girdap’ın omzuna eline koymuştu ve Girdap da gülümseyerek kadraja bakıyordu. Ve son karede Dide, Yener’in omuzlarına binmiş, ileride duran, kadraja yarısı girmiş Simge’ye büyüklük taslayan bakışlar atıyordu…
Cesur, “Sen herkesi çektin,” dedi Destan’a. “Ben de senin bir fotoğrafını çekeyim ister misin?”
Destan elinde fotoğraf makinesiyle Cesur’a dönerken yüzünde meleklerden ödünç aldığı huzurlu, saf bir tebessüm vardı. “Bana diyorsun ama sen de hiç fotoğraf çekilmedin.”
“O zaman ben sizin bir fotoğrafınızı çekeyim,” dedim hızlıca, cevap vermelerini beklemeden Destan’ın elinden fotoğraf makinesini aldım. Destan çekinerek Cesur’a baktı, Cesur ise elini kafasının arkasına atmış kaşırken sadece bana bakıyordu. “Ağacın kenarındaki bisikletin önüne geçsenize.”
Cesur ile Destan aynı anda ağacın kenarında duran eski, terk edilmiş bisiklete doğru baktılar. Çekingen bir şekilde yan yana yürüyüp bisikletin önünde durdular. Bisikletin sepetinin önünde Destan, oturma bölümünün önünde de Cesur dikiliyor, aralarında bisikletin iskeleti kadar olan mesafeyle yan yana duruyorlardı.
“Gülümseyin,” diyerek fotoğraf makinesini yukarı kaldırdım ve kadraja ikisini sığdırdım. Garip bir şekilde çok eski zamanlara ait gibi görünen o fotoğrafı çektim ve kart yavaşça makineden çıkarken gülümseyerek, “İşte bu kadar,” dedim. “Artık herkesin fotoğrafı var!”
Devran ikisine dik dik bakarken, Gurur yüzünde saklayamadığı bir sırıtışla Devran’ın baktığı yöne bakıyordu. Çıkan polaroid fotoğrafı sallayarak görüntünün akmasını bekledim, ardından fotoğrafa baktım. Gerçekten de çok eski bir zamanda çekilmiş, tuhaf bir şekilde içimi çok ısıtan bir fotoğraftı.
Destan’a fotoğrafı uzatırken, “Çok güzel oldu, bunlar için bir albüm hazırlayalım birlikte,” dedim.
Destan elimden fotoğrafı aldığında bakışları utangaç bir şekilde fotoğraf karesine indi. Birkaç saniye fotoğrafa baktıktan sonra, “Teşekkür ederim, Zeliha abla,” dedi. “Tek bir kart kalmıştı. Böylece ikimizin de fotoğrafı olmuş oldu.”
Cesur, “Ben de bakabilir miyim?” diye sordu Destan’ı ürkütmemek için ona çok yaklaşmadan. Destan fotoğrafı ona uzattı, Cesur gözlerini fotoğrafa çevirdi ama fotoğrafı eline almadı. Sessizce, “Güzel çıkmış,” dedi.
Eve döndüğümüzde saat epey geç olmuştu ama babamın ağaçların arasından çektiği sarı lambalar bizi karşılamak ister gibi yanıyordu. Annem çardağa bir yer sofrası kurmuş, çok geç olduğundan bize yaptığı börekleri ve çayı ikram etmişti. Öyle yorgun hissediyordum ki çardakta oturmuş arkadaşlarımın sohbetini dinlerken başım Eylül’ün omzunda uykunun gözlerimi usulca dürttüğünü hatırlıyordum sadece, sonrası benim için derin bir uykuydu. Bir ara gözlerimi açtığımda saat kaçtı bilmiyordum ama çardakta sadece Biricik, Eylül ve Mehtap vardı, Eylül ile aynı battaniyenin altında uyuyakalmış olmalıydık. Düzenli nefesinin saçlarıma çarptığını hissedebiliyordum.
Biricik, sönen ışıkların altında, sadece altın gibi parlayan saçları görünürken, “Seni görmediğimi mi sanıyorsun?” diye sorduğunda gözlerimi hızlıca yumup nefesimi tuttum. Mehtap’ın bakışlarının ona çevrildiğini hissettim.
“Anlamadım?” diye sordu Mehtap sessizce.
“Bugün adadayken lavaboda fondötenini tazeliyordun,” dediğinde Mehtap gibi ben de durakladım. “Şanslısın ki ağladığında akmayan fondötenleri çağımızda icat etmişler.”
Mehtap, “Söylediklerinden hiçbir şey anlamıyorum,” diyerek geçiştirmeye çalışsa da kalbinin benim kalbim kadar hızlı çarpmaya başladığını biliyordum.
“Anlıyorsun. Birbirimizi en iyi ikimiz anlarız,” dedi Biricik durgun bir sesle.
“Devran iyi biri,” dedi Mehtap ve Biricik güldü.
“Devran’dan bahseden de kim?”
Mehtap o kadar sustu ki yarasından akan kanın kokusunu solumuş gibi hissederek uykuya dalabilmeyi diledim. Devamını duymak istemedim, kelimeleri zihnime akmadan bilincimi yeniden uykunun ellerine bırakabilmeyi istedim.
“İz yakında geçecektir,” dedi Mehtap bir fısıltıyı anımsatan sesiyle.
“Peki ya içinde bıraktığı iz?”
“O izi hiçbir fondöten kapatamaz,” dedi Mehtap sessizce.
“Bunu Girdap’a anlattığında olacaklardan mı korkuyorsun?”
“Olacaklardan değil, Girdap’ın yapacaklarından korkuyorum. Ona bir şey olma ihtimalinden korkuyorum. Beni bu kadar görüyorsan, beni bir o kadar da anlaman gerekmez mi?”
“Askerlerin sana her an gidip onu yeniden yüzüstü bırakacakmışsın gibi ön yargıyla bakmasını hak etmiyorsun.”
Mehtap, “Kimin bana nasıl baktığı umurumda değil,” dedi. “Ben sadece Girdap bana baksın istiyorum.”
“Belki de kurtarılmayı hak ediyorsundur, Mehtap,” dedi Biricik. “Çünkü susunca insanın eline daha fazla acıdan başka hiçbir şey geçmiyor. Birilerini kurtarmak için kendini yok saymaktan vazgeç. Çünkü şu an kurtarılması gereken tek bir kişi var, o da sensin.” Mehtap uzun süre sustu, Biricik ondan bir cevap gelmeyeceğini anladığında, “Ben içeri geçiyorum,” diye mırıldandı. “Biraz üşüdüm. Sen de bunun üzerine düşün biraz.”
Biricik gittiğinde, Mehtap gecenin içinde uzun uzun sustu. Belki kendini dinledi, belki geçmişinden yükselen, yine kendisine ait olan ve geleceğine dek uzanan yardım çığlıklarını. Ben hiçbirini duyamıyordum ama biliyordum, Mehtap bu gece çok şey duyuyordu.
AKYAKA KÖRFEZİ
SAAT 17:02
Arabadan inip deniz kıyısındaki balık restoranına doğru yürürken Gurur’un kolundaydım. Tenim, Muğla’da geçirdiğim üç günün ardından çilden ibaret hâle gelmişti ve üzerimdeki beyaz, etekleri aşağı doğru kabararak inen sert kumaşlı elbisenin içinde biraz da olsa bronz görünüyordu.
Ayağımda toz pembe stilettolarım vardı, stilettolarımla aynı renk, sert yapıda küçük çantamı elime almış, gümüş, taşlı saatimi takmıştım. Saçlarımı sıkı bir balerin topuzu şeklinde topladığımdan boynum açıkta kalmıştı, küçük taşlı küpelerim açık duran kulaklarımda parlayarak akşamın egzotik renklerini yansıtıyor olmalıydı. Pembe, çok renk vermeyen bir gloss ve tamamen bronzluğun getirdiği sağlıklı cildimle bu gece için çok özenli görünüyordum.
Gurur gri, üzerine yapışan bir gömlek ve üzerine de siyah blazer ceket giymişti. Ayağında siyah rugan ayakkabıları, altında da blazer ceketiyle uyumlu siyah kumaş pantolonu vardı. Sakallarını kısaltmış, neredeyse sıfıra yakın kesmişti ve güzel yüzü sağlıklı bir bronzlukla parlıyor, düzgün şekillendirilmiş kumral saçları çökmeye başlayan akşamın etkisiyle daha koyu renk görünüyordu.
Babam bizim için restoranın sahibiyle görüşüp, direkt olarak denizin önündeki en büyük masayı bizim için ayırtmıştı. Restoranın sahibi Hasan amcayı tanırdım, ben çok küçükken babamla sandal ile açılır, balık tutarlardı ve bu restoranı da ben henüz beş, altı yaşlarındayken açmış, geçen zamanla beraber bu küçük restoran büyüyüp ünlü bir meyhaneye dönüşmüştü.
Restoranın önünde kırmızı gelin tacı çiçeklerinin aşağı doğru sarktıklarını görebiliyordum, restoranın olduğu sokak da beyaz Akyaka evleriyle doluydu ve her bir köşede gelin tacı çiçeğinin yetiştiği yaşlı ağaçlar vardı. Restorana doğru ilerleyen dönemeçli dar patika yol, Arnavut kaldırımlarla döşenmişti ve dar yolun etrafında meşaleler yanıyordu. Masanın üzerindeki beyaz örtünün üzerine yerleştirilmiş kalın, beyaz mumların fitillerinde yanan alev, serin bir şekilde esen rüzgârın dokunuşlarıyla titriyordu. Tavandan, üç metre yükseklikte halatların uçlarından sarkan sarı ampuller vardı, ortama nostaljik bir hava verdiği kesindi.
Muşta ve ekipteki tüm erkekler ceketsiz simsiyah takımlarının içindeydi, her birinin gömleklerinin ilk iki, üç düğmesi açık duruyordu. Yener beyaz gömlek ve beyaz keten pantolon giymişti. Kızlar rengârenkti, bir buketin içindeki farklı renkteki çiçekler gibiydiler. Simge bordo, vücuduna yapışan, askılı, mini bir elbise giymiş, Cenan da yeşil, yüksek bel kumaş pantolonun üzerine kolsuz, boğazını içinde bırakan, daha koyu yeşil bir badi giymişti ve sarı saçlarını sıkı bir şekilde toplamıştı. Çolpan siyah, üzerinde beyaz puantiyelerin olduğu, bel kısmı dar ve mini kesim, uçuş uçuş bir elbise giymeyi tercih etmişti. Eylül baştan aşağı sarıydı, askılı, mini bir elbise uzun boyunu ve uzun bacaklarını ortaya çıkarmıştı. Destan kahverengi bir kot şort ve kahverengi crop giyiyordu, Ayça ise boyundan bağlamalı tarçın renginde bir tulum giyiyordu. Nihan’ın üzerinde koyu krem bir takım vardı, Biricik Vintage fisto yakalı pembe bir elbise giyiyordu, yakaları beyazdı ve sarı saçlarını balıksırtı örmüştü; öyle güzeldi ki… Krem şal takan Mehtap’ın üzerinde pudra rengi uzun bir elbise vardı.
Hasan amca bizi gördüğü an kalabalığın içinden aceleyle bize doğru yürüdü. “Zeliha!” dedi hafif kayan Muğla ağzıyla. “Görmeyeli ne kadar büyümüşsün. Ne diyollaa? Heh. Selvi gibi olmuşsun.” Bana içtenlikle gülümseyip gözlerini Eymen’e çevirdi. “Seni hep görüyom zaten.” Hasan amca gözlerini Muşta’ya çevirdi. “Zeliha’nın sözlüsünün abisiydiniz de mi?” diye sordu. “Karaman dedi, çakır gözlü adam abisidir diye. Damat nerede?” Gözleri tüm askerleri taradı ve hemen yanımda dikilen Gurur’a çevrildi. “Hey maşallah, sizin sülalecek boylar uzun he? Kardeş misiniz hepiniz koca oğlanlar?”
“Öyle sayılırız efendim ve duyamadım, tekrar eder misiniz, Kahraman Bey Babam ne dedi? Sözlüsünün abisi çakır gözlü adam mı dedi?” diye sordu Gurur muzip bir sesle.
“He, öyle dedi,” dedi Hasan amca, Gurur’a garip garip bakarak.
“Doğru, sözlüsüyüm,” dedi Gurur bana biraz daha sokularak.
“Oturun oturun, donatalım masayı sizin için. Levrek sever misiniz bakem? Tazecik, daha sabah geldiler. Çupra da var, Eymen sen çok seversin he.”
“Donatalım ne kadar beyaz et varsa, hatta kırmızı et varsa,” dedi Muşta birden gözü dönmüş gibi. Cenan ona yandan dehşet dolu bir bakış attı ama Muşta sadece yemeklere odaklanmıştı.
Hasan amca gülerek, “Önden mezeleri yolluyom, balıkları da ateşe attırıyom o zaman,” diyerek yavaşça bizden uzaklaştı.
“Ya kurbanın olayım, Zeliş,” dedi Muşta. “Muğla’da hayvan mı yok? Siz niye sadece ot yiyorsunuz abim?” Cenan’ın sandalyesini çekti, Cenan oturduğunda kendi sandalyesini de çekip oturdu. “Dün baban beni bahçenize götürmeden önce ahıra uğradık, Sarıkız’a bakarken elimden bir kaza çıkmasından korktum abim, olmaz böyle, et yiyin biraz, hep ot olmaz.”
Gurur sandalyemi çekti, otururken ona gülümseyip, “Abi ama ara sıra ot yemek de lazım, sizin timdeki herkesin yaşı malum,” dediğimde Muşta’yla beraber, timdeki tüm askerlerin bakışları dondu.
Gurur, “Dua et çok seviyorum seni, yoksa altından şu sandalyeyi çekerdim,” diye homurdandı.
Mezeler masaya hızla geldiğinde sohbet akmaya başlamıştı. Yener ve Simge hariç herkes konuşuyordu, Yener önündeki mezeyle ilgileniyor, Simge denizi izliyordu ve yemin ederim bu iki dangalak arasında bir şeyler dönüyordu…
Vural, “Ee Muşta,” dediğinde ellilik rakının tamamı bitmiş, herkesin kadehi doldurulmuştu; kadehimden ilk yudumumu alırken Vural’a baktım ve ne yumurtlayacağını merak ederek gözlerimi kıstım. “Şimdi sizin nikâh ne zaman?”
Cenan, parmaklarının arasında tuttuğu kadehi Vural’ın kafasına vurmak istiyor gibi baksa da Muşta hiç düşünmeden, “9 Nisan,” dedi.
Nihan, “Bizimki de çıkmaz ayın son çarşambası herhâlde, Vural,” deyince Cenan zafer kazanmış gibi Vural’a bakıp rakısından bir yudum aldı.
“9 Nisan’da düğünümüz de var mı peki cici anneciğim?” diye sordu Gurur.
Cenan gülümseyerek, “Düğün falan yok, benim kendimden bir yaş büyük cici oğlum,” dediğinde, Gurur’un yüzündeki ifade anında düştü. Yeni bir rakı şişesi, buz kovasının içinde masaya koyulduğunda Muşta rakısını kafaya dikip şişeyi açtı ve kendine yenisini doldurdu. Balıklar da gelmiş, sohbetin sürekli birbirimize sataşarak devam ettiği sıcak bir ortam oluşmaya başlamıştı.
Rakılar bittikçe tazeleniyor, ortam iyiden iyiye yumuşuyordu ve çoktan karanlık çökmüştü. Ay, denizin üzerinde yansımalarını oluşturmaya başladığında Girdap, alkolün etkisinden değil de yüksek ihtimalle Mehtap’ın etkisinden olsa gerek, Mehtap’ın parmaklarını dudaklarına götürüp, “Artık seni görmek için vızır vızır deniz aramaya ihtiyacım yok, yanımdasın,” dedi, bunu söylemesiyle Gurur bir ıslık çaldı ve diğerleri bu durumu ilk kez yadırgamadan sırıtarak Girdap’a baktılar. Mehtap meyve suyundan bir yudum alıp gözlerini farklı yöne çevirirken utançtan bordoya dönmüştü.
Kadehimi kaldırıp gülümsediğimde herkes kadehini benimkine vurdu ve üçüncü kadehimi sonuna dek kafama dikip başımı Gurur’un omzuna yaslayarak Yener’e işarette bulundum. Yener anlamış gibi başını aşağı yukarı sallayıp, “Ben bir lavaboya kadar gidiyorum,” diyerek masadan kalktı.
Geri dönmesi yaklaşık beş dakika sürdü, beş dakikanın sonunda bana küçük bir işarette bulundu ve bu kez ben ayaklanarak lavaboya gideceğimi söyleyip masadan ayrıldım. Gurur her ne kadar benimle gelmek istese de onu durdurmuştum, hatta peşime takılmasın diye boşalan kadehini kendi ellerimle doldurmuştum. Hızla mutfağa girdiğimde Hasan amca tezgâhın üzerinde pastayı paketinden çıkarıyordu. “Hasan amca,” dedim alkolün de etkisiyle boynuna sarılarak. “Canımsın sen, canımsın! Çok teşekkür ederim.”
“Tam tarif ettiğin gibi yapmışlar he,” dedi Hasan amca sırtımı sıvazlayarak. Gözlerimi tezgâhın üzerindeki pastaya indirdim. Yuvarlak, yüksek bir pastaydı; inci beyazıydı ve üzerinde pembe, masum bakışlı domuzcuğun fotoğrafı vardı. Beyaz, üç rakamının olduğu mumu pastanın üzerine yerleştirdiğimde, “Kız her şeyi anladım da bu üç ne?” diye sordu Hasan amca merakla. “Üçüncü yılınız falan mı?”
“Benim için hep üç yaşında küçük bir bebek demek,” dedim gülerek. Hasan amca söylediğim şeye gülerken, “Mumu yakabilir miyiz?” diye sordum hevesle.
“Yakalım bakalım,” diyerek çakmağını çıkaran Hasan amca benim için mumu yaktı. Pastayı şık, geniş, porselen bir tabağın içine koyduk ve tabağı elime aldım.
İnsanların içinden geçerken herkes merakla elimdeki pastaya bakıyordu. Masaya yaklaşırken kalbim yerinden çıkacak gibi çarpmaya başladı ve o an, sarı lambaların altında buz sıcağı gözler, gözlerime tutundu. Bakışları elimdeki pastaya kaydığında, gözlerinin hafifçe irileştiğini gördüm. Masadaki herkes ayaklanıp alkışlayarak, “İyi ki doğdun!” diye bağırmaya başladığında, işte tam da o anda, masanın önünde, onun tam karşısında duruyordum.
Bir an ne yapacağını bilemiyormuş gibi bir bana, bir de elimdeki pastaya baktı. Ardından ayağa kalkması gerektiğini kavramış gibi sandalyeyi geriye iterek ayağa kalktı. Bunu öyle panikli bir hâlde yapmıştı ki sandalye geriye doğru devrilip düşmüştü.
Artık sadece arkadaşlarımız değil, yan masadaki insanlar da alkışlıyordu. Gurur, “Yavrum,” diyebildi şaşkınlıkla.
“Üç yılda geçse, otuz üç yıl da geçse, hatta üç bin yıl da geçse, sen benim için hep üç yaşında bir bebeksin, Dağ Domuzu,” dedim gözlerimde parıldayan o mutluluğun sebebinin o olduğunu ona göstermek ister gibi uzun uzun gözlerinin içine bakarak. “İyi ki doğdun sevgilim. İyi ki doğdun. İyi ki girdin gönül kıyıma.”
Gözlerimin içine öyle bir baktı ki gönlünü gönlüme demirlediğini anladım.
“Üfle,” diye fısıldadım ne yapacağını bilmediği belli olan yaralı yanına.
Gözlerini gözlerimden çekmeden muma üfledi, mumun dumanları gözlerimizin etrafında uçuşurken neyi dilediğini bilmek miydi bana kendimi bu kadar özel hissettiren?
Pastayı elimden alıp masanın üzerine koyduğu gibi beni bileğimden yakalayarak kendine çekti ve öyle güçlü sarıldı ki etrafımızda kıyamet gibi kopan alkışlara bile kulak kesilemedim; tek duyduğum onun kalbinin güçlü vuruş sesleriydi.
“Yemin ederim öldüreceksin beni,” dedi nefesini boynuma verip beni kendine saplamak istiyormuş gibi bastırırken. “Yemin ederim öldürecek bu sevdan beni.”
Kollarımı boynuna sarıp ona sıkıca sarılırken, gözlerim Yaman’ınkilerle buluştu. Bu onu ilk kez, dudağının kenarında küçük bir kıvrım oluşmuş hâlde bizi izlerken gördüğüm andı. Gözlerini yavaşça kırpıp başını salladı, sanki bana teşekkür ediyor gibi. Onu bu kadar mutlu ettiğim için bana teşekkürlerini sunuyor gibi.
Gurur pastasını keserken bir çocuk gibi şaşkın şaşkın bakıyor, gülümsemesini durduramıyordu. Yan masadan kutlamamıza eşlik ettiklerini belli eden bir şişe rakı gönderildiğinde, Muşta hepimiz adına teşekkür etti. Darbuka, klarnet, keman ve davul çalan abiler geldiğinde artık herkes hem alkollüydü hem de eğlenceye çok açıktı. Sandalyenin üzerinde Gurur’un ceketini pantolonunun önüne sıkıştırmış göbek atan Vural’a eline davulu kapmış, delice davula vuran Yener eşlik ediyor, Muşta sadece kollarını kaldırmış, sol kolunun altına Cenan’ı almış yavaşça dans ediyordu.
Bir ara Gurur elimi tutup beni sandalyeye çıkarmış, hızımı alamadığımda ayakkabıları yere fırlatıp bu defa masanın üzerine çıkarak dans etmeye başlamıştım. Yener davula vuruyor, Vural, Gurur’un ceketini çitiler gibi yaparak elinin tersiyle terini siliyor, Muşta gaza gelmiş kafamızdan aşağı para saçıyordu…
Bir ara Zafer sessizce kulağıma eğilip, “Bu pastayı kaça yaptırdın?” diye sormuştu, cevap vermediğimde de “Bana söylesen az komisyonla yarı fiyatına yaptırırdım da neyse,” diye söylenmişti.
Tüm bunlar olurken Yaman ve Kerim sandalyeden kalkmadan kaşlarını kaldırmış göbek atan arkadaşlarını izliyordu. Oğuzhan kemençenin olmamasına epey bir bozuk atmıştı, Sadullah da meraklı Ayça’ya zılgıt çekmeyi öğretmiş, Ayça zılgıt çekerken Ecevit köşede durmuş dehşet içinde onu izlemişti.
Herkes dansa devam ederken Gurur, Vural’ın kafasına bir tane geçirip ceketini onun önünden aldı. Ardından beklemediğim bir şekilde masanın önüne gelip beni omzuna attı ve yere eğilerek ayakkabılarımı parmaklarının arasında kıstırıp doğruldu. “Ya nereye?” diye sordum yalpalayan bir sesle.
“Sus kız, içmiş bir dünya, sidikli,” diye söylendi Gurur kalçama bir tane yapıştırarak. “Azıcık yalnız kalmak istiyorum doğum günü çocuğu olarak.”
“Çocuk mu? Abart.”
“Hani üç yaşındaydım, ne oldu ya? Süt saatim geldi benim kardeşim,” diye söylendi Gurur beni karanlık kıyıya doğru sırtında taşımaya devam ederken.
Kıyının öbür ucuna dek beni indirmeden taşıdı. Bir süre sonra cebelleşmeyi bırakıp, onun sırtının tadını çıkararak dirseklerimi omuzlarına yaslayıp etrafı süzdüm. Sonunda beni indirdiğinde ayaklarım hâlâ ılık olan ince kumlara değmişti.
“Ayyaş kızım benim,” diyerek beni belimden kavrayıp kendine çekti. Karanlıktaydık, ışıklar uzaktaydı; denizdeki ışıklar da restorandaki ışıklar da… “Üşüdün mü?”
“Çok sıcak,” dedim alnımı alnına sürterek.
“Olsun,” diyerek yavaşça omuzlarıma ceketini attı. “Sen yine de hasta olma, gözüm.”
Ceketine sarılarak denize doğru dönüp, denizin üzerinde parıldayan ışıklara baktım. “Ya doğmasaydın?” diye sordum önleyemediğim bir gülümsemeyle. “Eksik kalırdım. Sen bu dünyada en çok iyi ki doğan kişisin.”
“Yapma ya?” diye sordu dalga geçer gibi ama dönüp ona bakmadım, kollarımı göğsümün üzerine sararken ayaklarımı kumda gezdirip, “Seni çok seviyo’m ben,” dedim gülümseyerek.
“Hım,” dediğini duydum. “Bak sen şu işe. Çok seviyo’n demek sen beni?”
“Hıhım,” dedim, rıhtımdan yükselen bir havai fişek tam göğe ulaştığında ve patlayarak mavi bir ışık yaydığında, “Aaa!” diye bağırdım heyecanla. “Bak bak!”
Ona doğru döndüğümde, bir dizini yere bastırmış, önümde diz çökerek bana bakan Gurur’u bulmayı beklemiyordum. İki eliyle bir kutu tutuyor, bir eli kutunun alt kısmını kavrarken, diğer eli kutunun kapağında duruyordu ve kutunun tam ortasında kalp kesim bir yüzük tüm ihtişamıyla parlıyordu.
Bedenimi yavaşça ona doğru çevirirken neredeyse tökezleyip düşecektim.
“Şu gönlümün kıyısına geldin, demirini vurdun, lütfen hiç çıkma oradan. Ve yeniden lütfen, Zeliha Özdağ, evlen benimle.”