🎧: Dolch, Mercury
Başlangıç, soğuk bir gecenin içinde ilerleyen adamın paltosunun içinde sakladığı ellerindeydi, son ise o adamın beni izleyen buz sıcağı gözlerinde olsun istiyordum.
Birini gerçekten sevince onunla birlikteyken gelecek olan sondan korkmuyorsun.
Onur Kırgız’ın sorgusu, üç saat kırk iki dakika sürmüştü.
Sorguda ele geçirilen bilgilerin hiçbirinde Gurur ve Emsal bağlantısından söz edilmemişti, yine ele geçirilen bilgilerin hiçbirinde Gurur’a karşı bir suçlama da yoktu. Bunun nedenini merak ettim ama içime sinen rahatlamayı da yok sayamazdım. Emsal’in oğlu olmasının bilinmesi sorun olmayacaktı ama elbette ki üzerine atılacak katil suçlaması onun hayatında büyük bir leke bırakabilirdi. Ne kadar lehine onlarca kanıt olsa da insana bir kez leke çalınınca, o leke hiçbir zaman silinmiyordu; bunu bilecek yaştaydım.
Onur Kırgız, sorgu odasından çıkıp özel odaya yanımıza döndüğünde masadaki dijital saate bakmıştım, saat 01:47’ye geliyordu, gözlerimi Onur Kırgız’a çevirdiğimde ela gözlerindeki sorgunun devam ettiğini gördüm. Bakışları komandoların her birinin yüzünde dolandı, Muşta’nın yüzünde hâlâ maske vardı ve Onur, onun kimliğini herkesten gizlediğini biliyor olacak ki ağzını açıp tek kelime etmedi.
“Sorguda örgütün kollarının Türkiye’nin farklı şehirlerine uzandığı, çok sayıda yuva adını koydukları sığınaklarda faaliyet göstermeye devam ettikleri öğrenildi,” dedi gözlerini maskenin ardında yalnızca gözleri görünen Muşta’ya çevirerek. “Sunulan görüntülere kısaca göz atma fırsatı buldum. Başarılı operasyonunuz adına sizi kutluyorum.”
Hakan Basri Şenkaya, “Bundan böyle görev yeriniz Isparta mı?” diye sordu karşısındaki adama.
Adam ellerini ceplerine sokup, “Evet,” dedi. “Örgütün dallarını koparmak adına çok sayıda baskın emri verildi. Muhtemelen başlarının ele geçirildiği haberi çoktan aralarında yayıldı ve sığınaklar boşaltıldı. Bu da çoğunun insan içine karıştığı anlamına geliyor. Eylemler çoğalabilir, sivil halkın korunması şu an için en büyük önceliğimiz olacak. Tehlike devam ediyor. Bu süreçte yardımınıza ihtiyacımız olacak, elbette biz de elimizden gelen yardımı sizlere sağlayacağız.” Adam ellerini masaya bastırdı, başını gururla aşağı yukarı sallayıp, donuk ve ketum bir sesle, “Teşekkürler, Türk komandosu,” dedi. Gözlerini bana ve Cenan’a çevirdi. “Cenan Hanım, memnun oldum. Adınızı sıklıkla duymuştum.” Bana dikkatle baktı. “Ve anladığım kadarıyla sizin de adınızı sık sık duyacağım, Avukat Hanım,” dediğinde afallayarak ona bakakaldım.
“Bu süreçte biliyorsunuz ki sorguyu, örgütün içinde olup bitenleri sanki bir üyesiymişçesine hâkim biçimde bilen birinin yürütmesi gerekir. Biz bunun için eğitildik. Onları sorgulamak kolaydır ama onların düzenine hâkim olmak zaman ve uğraş ister, büyük eğitimlerden geçilir, çok fazla şeye şahit olunur ve böylelikle en iyi sorguyu yapabilecek potansiyele sahip olunur. Bu açıdan yürütülecek operasyonların tamamının sorgusunu üstlenmeye layık görüldüm. Süreç uzun ve yorucu olacak gibi görünse de emin olun köklerini kazıyacağız.” Ellerini masadan çekip başını aşağı yukarı salladı. “Sizleri tanıdığıma müteşekkirim. İyi geçinmemizi diliyorum. İyi geceler.”
Resmî konuşmasının hemen ardından kimsenin tek kelime etmesini beklemeden odadan ayrıldı. Geride uzun, herkesin çatık kaşlarla birbirine bakmasına neden olan bir sessizlik kaldı. Sessizliği bozan, “Çömez, denilen kadar var,” diyen Muşta oldu. “Muhtemelen gerçek soyadını ve kimlik bilgilerini saklamaları da bundan.”
“Ne?” diye sorduğumda Muşta bana yandan bir bakış atıp gülümsedi. Mit üyesi gibi tüm kimlik bilgileri gizleniyor muydu yani? Yoksa o gerçekten Millî İstihbarat Teşkilatı’ndan biri miydi? Bir teröristi her şeyi bilerek sorgulayabilecek biri olduğuna göre evet, bu doğru olabilirdi.
“O kadar çok şey biliyorsun ki benim bacaksız güzelim, aslında tüm kuralları çiğniyoruz senin yüzünden,” dedi, ardından boynunu çıtlattı. “Hadi gidelim.”
Tayfun dirseğini omzuma yaslayıp, “Hepimizin başını şu boyla yakabilecek olman zoruma gidiyor he,” diye alay edince elimde olmadan güldüm.
“Ölürüm de sizi satmam ben,” dedim.
Muşta, gözlerini Cenan’a çevirip, “Cevabın evet olursa senin ölürüm de satmam sizi demene gerek bile kalmaz,” dediğinde Cenan sertçe yutkunup gözlerini farklı yöne çevirdi. Askerlerin birbirlerine kaçamak bakışlar attıklarını gördüm ama hiçbiri Muşta’ya bakamadı.
SİMGE ÖZDAĞ
Birini beklemenin ne demek olduğunu hiçbir zaman bilmeyeceğimi zannediyordum. Birini sevmenin ne demek olduğunu zaten bilmiyordum ama bir gün bilebilirim diyordum, bir gün birini sevmenin ne anlama geldiğini öğrenebilirim… Peki ya beklemek? Beklemek benim için çocukluğumdan bu yana korkutucu gelen bir şeydi. Birini beklerdin, o insan sonunda gelmezse kaybettiğin sadece o olmazdı, ona verdiğin her şey de onunla birlikte kaybolur, bir daha gelmemek üzere boşlukta yok olurdu. Belki de bu yüzden beklemekten korkuyordum.
Şimdiyse onu bekliyordum.
Birini beklemenin ne olduğunu bana öğretenin o olması garip geliyordu. Onu ilk gördüğümde, bugün hissedeceklerimin hiçbirinden haberim yoktu. Onu ilk gördüğümde, bir gün onun için ağlayacak olma ihtimalim yoktu; sadece öyle sanıyordum.
Şimdi onun için ağlıyordum.
Elimde solmuş, kanına bulanmamış tek bir beyaz gülle yoğun bakımın kapısının önünde duruyordum. İçeri girebilmek benim için çok zordu, ayaklarım geriye doğru itiyordu bedenimi fakat bedenim, ayaklarımı dinlemeden kalbime yenik düşerek öne doğru atılıyordu.
İlk adımımda kalbinin nasıl attığını merak ettim, bir süreliğine susturdukları kalbi yeniden canlılıkla odanın içine onun yaşamını yansıtıyordu. İkinci adımımda o kalbin bir kez daha durma veya durdurulma ihtimalinde hissedeceklerimi düşündüm, merak edemedim çünkü bu korkunçtu, merak edilmesi gereken bir şey değildi, kaçılması gereken bir şeydi; sonsuza dek peşimden geleceğini düşünerek korkup, koşar adımlarla kaçacağım bir canavarın gölgesi gibiydi.
Üçüncü adımımda yatağına daha yakındım. Ölümün ve yaşamın bir arada bulunduğu bu odaya canlılığı onun ekmesi beni ağlatacak kadar büyük bir hadiseydi, aynı zamanda bu hadise beni gülümsetebilirdi ama onun yüzüne baktığımda ve her zaman cin gibi bakan o muzip bakışlarını görmeye alışkın olduğum gözlerinin kapalı olduğunu gördüğümde, bu hadise bana sadece ızdırap verdi. Nasıl bu kadar canlıydı ama aynı zamanda bu denli hayatla olan bağı kopmuş gibiydi?
Yere çökerken gülün dikenlerinin parmaklarıma battığını hissettim ama umursamadım, günlerdir dikenleri parmaklarıma batıyordu ama yara alan aslında benim kalbimdi. Sorun değildi. Kalbimi istediği kadar yaralayabilirdi.
Yeter ki gözlerini açsın, kalbimi istediği kadar yaralasın sonra.
Eline dokunmak istedim. Damar yolu açıktı, bileğine bağlı hortumdan damarlarına giden sıvı onu hayata bağlamak için kanına karışıyordu. Çok yorgun hissettim. Dizlerimi yere bastırdığımda yıllardır yük taşıyormuşum ama sonunda o yükle birlikte yere devrilmişim gibi hissettim.
“Güllerim soldu,” diye fısıldadığımda gözlerim yüzünde dolaşıyor, yüzüm yatağının kenarına yaslı duruyordu. Güzel yüzünün hareketsizliğinin canıma okuyacağını bana kim söyleyebilirdi ki? Söyleseydi bile ben bunu nasıl ciddiye alabilirdim ki? Şimdi güzel yüzüne bakıyordum, canıma okunuyordu.
Muzip gözleri en çok açıkken güzeldi, uzun kirpikleri en çok kaşlarına değiyorken güzeldi. Şimdiyse gözleri kapalıydı, uzun kirpikleri gözlerinin altındaki çukurlara seriliydi; işte bu, benim canıma okuyordu. Yüzü normalde olduğundan daha beyazdı. Beyazı sevmediğimi ilk kez o an hissettim. Oysa en sevdiğim renk beyazdı. Solduğu için rengi kahverengiye dönmüş güle indirdim gözlerimi. Gülün solgunluğu bana onun gözlerini hatırlattı.
“Güllerim soldu,” diye fısıldarken gözlerim yeniden doldu. Gözyaşlarım hep bu kadar savunmasız mıydı ya da bu denli saldırgan mıydı bilmiyordum, sadece artık onları durduramadığımı ve çok kırgın olduklarını, kırıklarının sürekli gözlerimden aktıklarını hissediyordum.
Gözlerini açmayacakmış gibi hissetmek istemiyordum ama bu hissi durdurabildiğim de söylenemezdi. Hayatımda gerçekten korktuğumu hissettiğim çok an oldu ama hiç her şeyin elimden kayıp gideceğini hissettiğim olmamıştı. Bu adam benim her şeyim değildi ama yine de elimden kayıp gideceği düşüncesi her şeyim kayıp gidiyormuş gibi korkuyla dolmama neden oldu.
Kaşlarımın ortasında oluşan bir çukurla, derin bir uykuda oluşunu var gücümle reddederek, “Güllerim soldu,” diye fısıldadım ve çok ağladığım için mi bilmiyordum ama üzerime çöken o yorgunluğun beraberinde karanlığı getirişine şahit oldum. Gülün dikeni parmağıma sertçe battı, bunu ayık kalabilmek için kullandım çünkü acı insanı ne kadar çaresiz hissettirse de anda kalmasını sağlayan bir şeydi ve ben tüm bilincim yerle bir olsun istemedim. Yine de o yorgunluk uykuyu getirdi, “Güllerim soldu,” diye fısıldadığımı hatırlıyorum, bir çocuk gibi kırgın duyulan sesim bile kalbime küsmüştü sanki ve sanki ben kalbimin ta kendisiydim; kendimeydi küskünlüğüm.
Rüyamda bir gül bahçesinde oturuyordum, dört yanımda beyaz güller vardı, yerde bağdaş kurmuştum ve rüyamda bile ağlıyordum. Gökyüzü, tıpkı güller gibi beyazdı, gümüş gibi parlıyordu; kar taneleri usul usul yeryüzüne düşüyor, güllerin kendisiyle aynı renk olan yapraklarına tutunuyordu. Bahçenin öteki ucundaki kurak çalılıkta beni izleyen birinin varlığını hissediyordum. Kafamı kaldırıp o yöne dikkatlice baktığımda, beyaz tişörtü sol üst köşesinden alt kısmına dek kırmızıya bulanmış o adamın kim olduğunu görüyordum. Kuru çalıların arasında durmuş, hareketsizce beni izliyor, kar taneleri kan nehrine dönmüş tişörtüne tutunuyordu.
Oturduğum yerden kalkarken elime batan dikenleri hissettiğimi hatırlıyorum, avucumdan akan kanın karın beyazına düşürdüğü bana ait kızıl lekeleri ve kalbimde son sürat koşmaya başlayan o beyaz atın nallarından çıkan sesleri duyuşumu… Tüm bunları hatırlıyorum. Çalıların arasında durmuş beni izlerken bana gelmiyor, gelemiyordu; sanki ona yasaktım, sanki onun olmaması gereken bir yerdeydim, sanki bana gelebilmenin bir yolunu bilmiyordu.
Güllerin dallarındaki dikenler tenimi kesiyordu ben ona koştukça ama durmuyordum çünkü eğer beni yasak olarak görüyorsa, ben o bana yasak dahi olsa yasakları çiğnemeye hazır hissediyordum.
Güllerin bittiği, çalıların başladığı o yol ayrımında durup kafamı kaldırarak ona baktığım ânı hatırlıyorum.
O an, arkamdaki gül bahçesinde yaşayan tüm beyaz güller bir bir, sırayla, sanki ölüm onlara dokunmuş gibi solmaya başladı.
Göz gözeydik ama sanki onun için benimle göz göze olmak bile yasaktı.
Onun için neden bu kadar yasaktım?
Eğer bana tek ihtiyacı olan benmişim gibi hissettirmeseydi, beni istemediğine inanırdım. Ama bana doğru gelmiyorken bile sanki aslında hep yanımdaymış gibi hissettiriyordu. Beni izliyordu ama bana doğru tek bir adım bile atmıyordu. Ona doğru bir adım daha atıyordum ki o adım kirpiklerime tutundu, kirpiklerimle attığım o adım sonucunda gözlerim aralandı ve önce beyaz odanın içini gördüm, ardından birinin beni izlediği hissi katlanarak büyüyüp yüreğimi yakmaya başladı.
Gözlerimi usulca kaldırıp ona bakmak istedim. Gözlerini bir kez daha kapalıyken görmeye katlanamayacağım düşüncesi ruhumu kıstırsa da ona bakma isteği hissettiğim acıya kafa tutabilecek güçteydi.
Gözlerim kapalı göz kapaklarına tutunacak sandım ama gözlerimin tutunduğu, gözleri oldu.
Dudaklarım usulca aralandı, küçük bir boşluktu, içerime sızan havanın nefesim olup ciğerlerime rahatlık götürmesi gerekirdi ama o hava birdenbire beni yaktı geçti. Gözleri açıktı. Gözlerini açmıştı. Açılmış gözlerinde gördüğüm tek bir yansıma vardı. O da benim yansımamdı.
Gözlerimiz birleştiğinde bakışlarındaki o derinlik hâlâ yerli yerinde duruyordu. Sanki beni izlerken aynı zamanda bir şey üzerine uzun uzun, kendi içini ateşe vererek düşünüyordu. Avucumu güle bastırarak doğrulmaya kalkıştığım an diken avucuma battı, acıyla yüzümü buruşturduğum an o da kaşlarını çatıp olduğu yerde kıpırdanmaya çalıştı ama hızla, “Dur!” dedim panikle. “Hareket etme. Uyandın! Uyandın!”
Gözlerini elime indirmeye çalıştı, panik dolu bakışları elimde gezindi ve sonra tekrar gözlerimin içine baktı. Bakışlarının ağırlığıyla gözlerimi kaçırmak istedim ama o kadar canlı, o kadar hayattaydı ki ona bakmaktan tek bir an olsun vazgeçemedim.
Yüksek sesle, “Herkese haber vermeliyim!” dediğimde sertçe yutkunduğunu gördüm, boğazındaki âdemelması bir aşağı bir yukarı hareket etti. Daha sonra durup yüzüne büyük bir ihtiyacımmış, müşkül durumdaymışım gibi uzun uzun baktım.
Belki beklemediği bir şeydi, belki benim bile bir ömür kendimden hiç beklemeyeceğim bir şeydi ama dizlerimin üzerine aniden çöküp, damar yolu açık elinin üst kısmını öptüm. Bununla birlikte gözlerini yumup bir kez daha sertçe yutkundu. Oturduğum yerden kalkarken gözlerini usulca aralayıp gözlerimin içine beni yakıp yıkacak olan o yangının o olduğunu gösterircesine baktı. Artık biliyordum. İçine girdiğim ormanda beni bekleyen yangın oydu.
“Herkese haber vermeliyim,” diyerek bir adım geri çekildiğimde dudaklarını aralamak istedi ama zorlandı, nefesi ağzındaki maskenin plastik yapısında buhar lekesi bıraktı. Durup başımı omzuma yatırarak, yaş dolu gözlerle ona baktım. Ağladığımı görmesi beni utandırmadı. Oysa başka bir gün olsa, beni ağlarken gördü diye utancımdan nereye saklanacağımı şaşırırdım.
Sonunda kuruyan dudaklarını araladı ve çatlayan sesini uzun zamandır duymadığımı fark etmemi sağlayan, “Gitme,” demesi oldu.
Gitme.
Bu kelimeden sonra nereye gidebilirdim ki?
Gözlerinin içine baktım, o da benim gözlerimin içine baktı; kaybolmaya başladık.
Yeniden kapanan gözlerini son âna dek izledim. İlaçların ağırlığından olsa gerek bir müddet sonunda uykuya yenik düştü. Sessizce dizlerimin üzerine çöküp uyuyan yüzünü izlerken, “Gitme dedin, bundan böyle git desen bile bunun bir anlamı olmayacak,” diye fısıldadım sessizce.
ZELİHA ÖZDAĞ
Gurur elini paltosunun cebine atıp deri cüzdanını çıkarırken, kasada onu izleyen adama, “İki paket Parliament Night Blue,” dedi, kasiyer bir poşet çıkarıp sigara standına doğru döndüğünde Gurur kredi kartını çıkarıyor, ben de poşete Gurur’un aldığı meyve suyu kutularını koyuyordum. Gurur kartını okuttuktan sonra, “Hayırlı işler,” diyerek elimi tuttu ve birlikte marketten çıktık.
Sessizce hastaneye uzanan taş kaldırımda yürürken, “Odaya alınacak, değil mi?” diye sordum.
Gözlerini bana çevirip omzunun üstünden uzun uzun bana baktıktan sonra, “Evet,” dedi.
“Vişne suyunu onun için mi aldık?”
Çocuksu bir gülümsemeyle, “O kadar kan kaybetti, içsin, iyi gelir,” dedi. Söylediği şey beni neredeyse gülümsetecekti ki “Annem bana hep vişne suyu içirirdi öyle zamanlarda,” demesi yüzümün taş kesmesine neden oldu.
Ona hangi zamanlarda diye soramadım ama söylediği şey kafamın içinde korkunç bir gürültüyü doğurdu, içinde olmadığım anıların gözlerimin önüne serilmesine neden oldu; sessizce bakışlarımı kaçırdım. Emsal bazen şiddetin dozunu o kadar artırıyor olmalıydı ki bu küçük bir oğlan çocuğu için kıyametten daha korkutucu sonuçlar var ediyordu kesin. O hiçbir şey anlatmadı ama ben tek bir cümlenin içinde binlerce acı yüklü hatırayla göz göze geldim.
“İyileşmesi zaman alacaktır, değil mi?” diye sordum kalbime çöken ağırlığı atmaya çalışarak ama Gurur’un aniden sessizleşmesi, her nedense kalbimdeki ağırlığın kilolarca artmasına neden oldu. “Neden sustun?” Sorum üzerine gözleri yeniden benim gözlerimle buluştu, bu kez ifadesi dalgındı, göz bebeklerinin içine belirsizlik çökmüştü.
Bakışlarımdaki ısrarı fark ettiğinde, “Ağır yara aldı,” dedi, bunu zaten biliyordum, asıl sorun gözlerine çöken belirsizliğin nedenini çözemiyor oluşumdu. Sonunda derin bir nefes aldı ve “Kalbi delindi, biliyorsun,” dediğinde içimdeki karanlığın kapısı yeniden aralandı. Adımlarım yavaşlayınca Gurur da bana ayak uydurarak yavaşladı. “Askerliği tehlikede.”
Eğer Gurur bunun yerine bana hayatımı mahvedecek büyüklükte bir cümle kursaydı, gözlerim bu kadar hızlı dolmaz, dolamazdı. Elimdeki poşeti taşıyamayan parmaklarım aralandı ve poşet parmaklarımın arasından kayıp yere düştü. Vişne suyu kutularından biri patlayarak zemine kızıl bir şekilde yayılmaya başladı. Gurur elimi bırakmadan diğer elini de bana uzatıp beni kollarının arasına çektiğinde hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Şımarıklık olur diye korkarak sakladığım tüm gözyaşları, tam da o an bir haykırışa tutunarak gözlerimden dökülmeye başladı.
Öyle çok ağladım ki sonunda Gurur, “Lütfen,” dedi çaresizce. “Sakin ol, lütfen.” Ama onu duymazdan geldim, bu kez içimdeki hisleri durduramadım, birbirine çarparak etrafa saçılmaya başladılar ve ben Gurur’a tutunup sarsılarak ağlamaya devam ettim.
“Çiçeğim,” dediğinde tırnaklarımı paltosuna batırdım ve sanki tenine ulaştım. Ağlamaya devam ettim çünkü yapabileceğim başka hiçbir şey yoktu. Sadece ağlıyordum. Gurur avucunu enseme bastırıp beni göğsüne yasladı, yüzüm göğsüne gömülürken gözyaşlarım bu defa onun kazağını ıslatmaya başlamıştı. Çenesini saçlarıma gömerek, “Zerda,” dedi yalvarır gibi. “Bu sadece… Bir olasılık.” Bu cümleye inanmadığını, sadece gözyaşlarım onu yaraladığı için böyle söylediğini bildiğimden bir an nefretle avucumu göğsüne vurdum ama ayrılamadım ondan çünkü acımı bir tek onun limanına demirleyebilirdim ben.
Bana daha sıkı sarılarak başımın üstünü öptüğünde, “Günlerdir beni mahveden olasılıklarınızı dinlemekten bıktım,” dedim çaresizce. “Yener’e bunu nasıl yaparlar? O kendisini bu kadar sevmezken, sevdiği tek şeyi ondan nasıl almaya kalkışabilirler? Nasıl?” Her sorunun ardı, büyük bir haykırış ve gözyaşıydı. Gurur bana daha sıkı sarılarak beni kendine bastırırken kurduğum her cümlenin onu paramparça yere döktüğünü biliyordum.
“Çiçeğim, ne gerekiyorsa yaparız, ne gerekiyorsa yapılır,” dedi, “izin vermeyiz, ne gerekirse yapılır.” Onu duydum ama ona inanamadım. İlk defa Gurur’a inanamadım. “Andım olsun ki ben yapacağım elimden geleni. Öyle kolay mı bu? Kesinliği bile yok henüz, ağlama, olasılık, sadece ola-”
“Olasılık duymak istemiyorum,” dedim hıçkırarak. “Olasılıklardan birinde sana savunma yazdım, diğerinde abim yerine koyduğum adamın askerliğinin yanışını dinliyorum. Bu olasılıklar benim için çok ağır!”
Gurur birden omuzlarımdan tutup bedenimi bedeninden ayırdı. Ona ızdırap verdiğimi, yüzümden sicimle inen gözyaşlarının onu diri diri yakan ateş olduğunu buz sıcağı gözlerinde gördüm. Ela gözleri acıyla bakıyordu. Omuzlarımı sıkıca kavradı ve “O Yener Açıkgöz,” dedi. “Onun elinden bunu almak sanıldığı kadar kolay değil. Tamam mı?”
Gözlerinin içine bakakaldım, gözümü bile kırpmadım ve kırpmadığım gözlerimden daha fazla yaş aktı. “Engel ol, ne olursun,” dediğimde bana bakakaldı. “Onu yaşadığına bir kez daha pişman etmeyin, ne olursun.”
“Olacağım,” diye fısıldadı ama öyle bir fısıltıydı ki bu, karşımda Dağcı Komando Gurur Mert Çalıklı değil, küçük bir erkek çocuğu vardı.
Yüzümü sessizce onun göğsüne gizledim. Gözyaşlarımı ondan gizlerken, tüm dünyadan onun göğsünde gizlendim. Söylenecek her şey dilimin altına gömüldüğünde hislerim uzun zamandır sakladığım yerden firar etmişti. Gurur beni anladı, yadırgamadı çünkü bu patlamanın olmak zorunda olduğunu biliyordu; son âna kadar dayanmıştım ama artık içimi yerle bir eden bu duyguları içeride tutmaya devam edememiştim.
Yener’in yüzüne baktığımda sonsuz bir acı hissedeceğimi bildiğim için hastaneye gitmek istemedim ama gitmek zorunda olduğumu da biliyordum. Uzun zamandır zorunda olmanın ne olduğunu bildiğim için gözyaşlarımı elimin tersiyle silip Gurur’a elimi uzattım. Uzattığım elime bakarken içinin paramparça ve darmadağınık olduğunu biliyordum. Beni bu hâlde görmekten nefret ediyordu; Yener’in bu hâlde olmasından nefret ediyordu.
Elimi tutmadan önce yaklaştı, kazağının eteğini yukarı kaldırdı ve çıplak teni ortaya serilirken bunu umursamadan kazağının iç kısmıyla yanaklarımı sildi. Ardından eğilip hâlâ nemli olan yanaklarımı öptü, dudaklarına gözyaşlarımın bulaşması daha da canını acıtmış gibi kaşlarını çatmasına neden oldu. Daha sonra elimi tuttu, tek kelime etmedik, hastaneye birkaç adım uzaktaydık ama o birkaç adım bana bir ömür boyu yürünecek uzun bir yol gibi geldi.
Bekleme salonunda büyük bir kalabalıkla karşılaştım. Tüm askerler oradaydı, arkadaşlarım da oradaydı; hatta babaannem ve Cenan da oradaydı. Herkes mutlu görünüyordu. Yaşadığı, hayata tutunduğu için mutlu olmaları normaldi ama peki ya ihtimaller? O kahrolası olasılık? Hepsinin gözlerinin içine bir bir bakıp o olasılığı görmeye çalıştım ama şimdilik yok sayılan bir şey gibiydi. Yine de askerlerin kalbine düşen gölgenin farkındaydım, o gölgenin altındaydım ve üşüdüğümü hissediyordum. Sanki güneşten binlerce yıl uzaktaydım, sanki bir daha güneş olduğum yönde doğup beni ışığının altına alarak ısıtmayacaktı.
Gurur’un bakışlarının bende olduğunu fark ettim, beni izliyordu, beni göz hapsine almıştı ve hislerimin gidişatının daha yıkıcı boyuta ulaşmasından korkuyordu. Onu endişelendirmek istemedim, o yüzden sessizliğimi korudum ama dilimin altında çok fazla soru saklanıyordu.
Yener’i odaya aldıklarında ilaçların tesirinden dolayı uyumaya devam ettiğini öğrendim. Hâlâ uyuyor olmasına rağmen odasını sessizce ziyaret için açık duruma getirdiler, kapıdan içeri bir anda akın etmedik. İçeri önce annesi girdi ve aralık kapıdan Yener’i yatırdıkları yüksek, beyaz yatağa baktım. Annesi titreyerek, ağlamaya devam ederek ona sokulup yatağının ucunda durdu ve günlerdir iğnelerle ayakta durduğu için mosmor olmuş elini oğlunun yüzüne uzattı. Yener’in uyuyan yüzüne dokunmasıyla beraber kapı usulca kapandı.
Ayça derin bir nefes alarak, “Çok şükür, orta boy sütlü köpüklü kahve çocuk sonunda iyi,” dediğinde gözlerimi ona çevirdim.
Yorgun argındı, sınavdan çıktığı gibi buraya damlamıştı. Ecevit ve Girdap hemen arkasında, duvara yaslı bir şekilde kollarını göğüslerinin üzerinde bağlamış, konuşmaya başlayan Ayça’ya bakıyorlardı. Gözlerini Girdap’a çevirip, “Günlerdir erinin yolunu gözleyen asker eşi gibiydin, sonunda kendine gelmişsin şekerim,” dediğinde Girdap yorgun bir şekilde gülümsedi. Ecevit’in kahverengi, dikkatli bakışları Girdap ile Ayça arasında kısa bir tur bindirdi, ardından gözlerini kapalı olan kapıya çevirdi ve sessizce gözlerini yumup geri açtı.
“Sonunda erim, yiğidim kendini toparladı gördüğünüz gibi, evimin direğini dimdik ayakta görene kadar yas tutmaya devam edeceğim,” dedi Girdap, sesi neşeli yükselse de aslında o neşenin içine gizlenmiş endişeyi duyuyordum, yorgunluk yüzüne çökmüştü. Ona dikkatlice baktığımda bir iki kilo kaybettiğini fark ettim, kiloyu önce yüzünden kaybedenlerdendi.
Vural gülerek, “Merak etme, o sever dimdik ayakta durmayı,” deyince askerler gülüştü, imayı sezdim ama kızların çoğu bu imayı anlamadı.
“O gelip sohbet grubuna yanlışlıkla link atana kadar yas tutmaya devam edeceğim,” dedi Adnan, bu söylediği Muşta’yı da gülümsetti ve Muşta gülümserken Cenan’ın bakışları doğrudan onun yüzüne saplandı.
Muşta izlendiğini hissetmiş gibi gözlerini Cenan’a dokundurdu, dokundurduğu bakışlar karşılık bulduğunda gözleri arasındaki uzun temas başladı. Birbirlerine uzun uzun baktılar ve sonunda Muşta gözlerini usulca Cenan’dan çekerken, “Hüsrev’den öğrendim,” dedi, “bugün illaki uyanırmış. İlaçların tesiri kuvvetli, fili devirecek türden.”
“Kendisi de bir fil neticede,” dedi Simge sessizce kapıyı izlerken. Beyaz kazağının uçlarını avucunun içine alıp sıkarak derin bir nefes aldı. Daha iyi görünüyordu, kendisini bir nebze olsun toparlamış gibiydi. Bense fırtınanın ortasında devrilmek üzere olan yaşlı bir ağaç gibi hissediyordum; ayakta durmak zorundaydım ama esen rüzgâr köklerimi yerinden sökecek kadar kuvvetliydi. Kafamın içinde sürekli aynı cümleler dönüyordu.
“Kurban olurum sana!” diye bağırdı Yener’in annesi, bu bağırışıyla beraber Muşta olduğu yerde sıçrayarak tek adımda kapının önünde bitti ve kapıyı çalmadan panikle açtı. Tüm askerler panikle Muşta’nın arkasından kapıya yönelirken olduğum yerde durup aralanan kapıdan içeri baktım.
Yener’in gözleri açıktı.
Kurumuş, griye dönmüş dudaklarını yalayıp ıslatmaya çalıştı, ardından yamuk bir gülümseme usulca dudaklarına örüldü. Annesi eğilip serum bağlı elini öperken yamuk gülümsemesiyle aralık kapıdan dışarı baktı ve onunla göz göze geldik. Son göz göze geldiğimiz ânı hatırladım; ağzından kan sızıyordu. Şimdi yeniden göz gözeydik, griye dönmüş dudaklarında yamuk bir gülümseme yer alıyordu.
“Ah be Yasemin anne, ödümü kopardın!” dedi Girdap korkuyla.
“Annem, oğlum benim,” diyordu Yasemin teyze, Yener’in elini öpüyor, sürekli öpüyor, kafasını bile kaldırmadan o ele yüzünü sürüyordu.
Bir iki adım attım, sonra bir iki adım daha ve kapının eşiğinde durup sertçe yutkundum. Simge de hemen yanımda duruyor, içeri girmeden dikkatle Yener’e bakıyordu. Yener’in gözleri bir an benden kopup hemen yanımdaki Simge’ye dokundu, küçük bir andı belki ama dudaklarına yerleşen gülümsemenin derinleştiği bir andı esasında. Simge de yumuşak bir gülümsemeyle ona bakıyordu.
“Sevgilim, günaydın, kış uykun bitti mi ayıcığım?” diye sordu Girdap, Yener’in tepesine dikilirken.
Yener gözlerini Simge’den çekip yukarı kaldırdı ve Girdap’a gülümseyerek baktı. Konuşmakta zorluk çekiyor olsa gerekti, belki de zihni hâlâ olanların çok dışındaydı.
Muşta, hiç beklenmedik bir şekilde avucunu Yener’in alnına koyup yukarı kaydırarak başının üstüne götürdü, saçlarını geriye yatırıp, “Aslanım benim,” dedi, doğrudan Yener’in gözlerinin içine bakıyordu. “Aslan oğlum benim. Hoş geldin.” Yener’in gülümsemesi yüzünde donuklaştı, Muşta’nın gözlerinin içine öz babasının gözlerinin içine bakıyor gibi uzun uzun, dalgın bir ifadeyle baktı. “Verin ulan oğlumun künyesini,” dedi Muşta, Yener’in gözlerinin içine bakıp, avucunu başına bastırmaya devam ederken. Gurur, cebinden çıkardığı künyeyi Muşta’ya uzattı ve Muşta künyeyi yavaşça Yener’in başından geçirip boynundan aşağı sarkıttı. “Dağcı Komando.”
“Heyt be!” dedi Vural. “Şu yatakta bile hâlâ karizmatik, hemşire bacılarımın kalbine çarpıntı, genç doktor oğlanların kalbine kıskançlıksın!”
“Biraderime bakın, yüzüne su değdirmediği hâlde hâlâ yakışıklı,” dedi Ecevit elini pantolonunun cebine atarak. “Sinirimi bozdun.”
Yener hâlâ Muşta’nın gözlerinin içine bakıyordu. Sanki iyi olduğunu Muşta’dan duymaya ihtiyaç duyuyordu.
Beyhan, “Hele şunun tipine bakın, bu mu yakışıklı? Zibidi,” dedi gülerek.
Gurur usulca Yener’e sokuldu, sanki bu ona hem iyi hissettirdi hem de acı verdi. Dostunun boşta duran elinin üzerine elini koyup, “Kardeşim,” dedi, bununla beraber Yener’in bakışlarının odağı artık Gurur’a çevrilmişti. Birbirlerine uzun uzun baktılar, Gurur’un dudaklarına bir gülümseme yerleştiğinde artık aynı gülümsemeden Yener’in dudaklarında da vardı. Bu onlar için bir selamlaşmaydı belki de, yeniden bir araya gelmişlerdi, Yener yeniden onlarlaydı.
“Bu kadar ilgi göreceksem iki üç günde bir vurulurum haberiniz olsun,” dedi sonunda konuştuğunda, kelimeleri kısık bir sesle can bulmuş, yorgunluğu da kelimelerinin etrafını sarmaşık gibi sarmıştı. Zor konuşuyordu, güçten büyük oranda düşmüştü ve bu gücü toparlaması uzun süreceğe benziyordu.
“Allah yazdıysa bozsun, o nasıl söz?” diye sordu Yasemin teyze panikle. Yener gözlerini annesine çevirdi, birkaç saniyesini annesinin yüzüne yatırdı. Orada ne gördü bilmiyorum ama sonunda dudaklarındaki sessizlik küçük, zayıf bir gülümsemeye dönüştü.
Annesine bakarken hem içi gidiyor hem de içi acıyordu sanki.
Annesi gözlerini oğlunun gözlerinden çekmedi, bir defa daha oğlunun elinin üstünü öptü. Yener bakışlarını yavaşça Muşta’ya çevirip, “Ne zaman çıkacağım?” diye sorunca Muşta’nın kaşları sertçe çatıldı.
“Acelen ne lan gevşek?” diye sordu sertçe. Sonra Yasemin teyzeye bakıp, söylediği şeye pişman olmuş gibi duraksadı ama Yasemin teyze aralarındaki iletişimin bu olduğunu biliyor olacak ki sadece gülümsedi. “Yat istirahatine bak işte.”
Yener tam dudaklarını aralayacaktı ki Yasemin teyze, “Bu kızcağız çok ağladı senin yüzünden, ağlatma bir daha,” dedi ve Yener duraksayarak annesine çevirdi bakışlarını. Yasemin teyze gözlerini Simge’ye çevirmiş gülümsüyordu, Yener ise annesinin kimden bahsettiğini anladığı anda donup kalmıştı.
Simge, çekingen bir gülümsemeyle Yener’in annesine baktı, ardından usul adımlarla Yasemin teyzeye yaklaşıp yere, Yasemin teyzenin yanına çöktü. Tüm gözlerin Simge’ye çevrildiği an, işte o andı. Yasemin teyzenin omzuna elini koyup, “Oğlunuz sözünüzü dinliyormuş,” dedi yumuşak bir sesle.
Yener duraksayarak Simge’ye bakmaya devam etti, Yasemin teyze, Simge’nin elinin üzerine elini koyup, “Seni çok ağlattığını hissedince uyanmıştır hemen, yoksa hiç söz dinlemezdi biliyor musun? Hep mutfaktan tencereyi çalar, yaptığım yemeği çatıya kaçırırdı. Hiç söz dinlemezdi bu,” dedi şefkatle.
Simge gülerek, “Çatıya tencere kaçırmak mı?” diye sorunca, Yener, “Hiç de bile,” dedi ve bu Simge’yi daha çok güldürdü. Yener’in bakışları Simge’nin gülümseyişinde donup kaldı. Bir süre, uzunca bir süre Simge’nin gülüşünü izledikten sonra birden panikle gözlerini kaçırıp, “Çıkın gidin ya,” dedi gözlerini yumarak. “Uykum var benim. Görmüyor musunuz hastayız şurada, müşkül durumdayız, hiç hastaya saygınız da yok. Allah Allah ya.” Utangaç hâli beni gülümsetti.
Gülümserken çenem titredi. Herkes içten gülümsedi ama ben gülümserken acıyan içimin gözlerime çizdiği dalgınlığı gizleyemedim.
Gözlerini açmadan, “Zeliş,” dediğinde bakışlarım hızla yüzüne çevrildi. “Eğer birkaç gün daha burada tutulacaksam bana bir tane pelüş fil getirir misin?” Gözlerini açmadan sorduğu bu soru, bakışların bana çevrilmesine neden oldu ama ben sadece ona bakıyordum.
“Getiririm, fil çocuk,” dedim gülümseyerek.
Ne istersen getiririm, fil çocuk. Yeter ki iyileş, yeter ki en sevdiğin şey uğruna savaşmaya devam et.
“Hadi çıkalım da biraz dinlensin,” dedi Muşta, bununla beraber odayı yavaşça boşaltmaya başladık. Koridora çıktığımızda Gurur elimi elinin içine alarak beni yürütmeye başladı, adımlarım boşluğa düşüyormuş gibiydi.
Muşta hızlı adımlarla arkamızdan geliyordu. Gurur da ben de aynı anda yavaşladık ama Gurur elimi bırakmadı. Muşta, arkasında kalan asker topluluğuna baktıktan sonra gözlerini Gurur’a çevirip, “Yener’in kalbinin delindiği kayıtlara geçtiği anda yaşanacakları durdurmak güç,” dediğinde duraksayarak Muşta’ya bakakaldım. “Süreç zorlayıcı olacak. Yener’e bu hastaneye kalbi delik şekilde getirildiğini hemen söyleyemeyiz. Bu onu büyük bir buhrana sürükleyebilir ve iyileşme sürecinde bir asker için bu oldukça büyük bir problemdir.”
“Ondan bunu uzun süre saklayamayız ama sağlığı açısından iyileşene dek susmak en doğrusu.,” dedi Gurur başını sallayarak. “Diğerleri de bu konuyu açmayacaktır.”
“Hüsrev ile görüştüm, bu konudan şimdilik Yener’e bahsedilmeyecek.” Muşta, derin bir nefes aldı. “Bu sırada neler yapılabilir araştıracağım.”
İçimde yükselen o hissi yeniden durduramadım ve “Askerliğini elinden almazlar, değil mi?” diye sordum bir çocuk gibi.
Muşta, sorduğum soru ona ızdırap veriyormuş gibi kaşlarını çatarak, “Kalbinin delinmesi büyük bir sorundu, Zeliha. Bu onu bir gazi konumuna getiriyor. Bundan sonra operasyonlara katılması sağlığı açısından da tehlikeli, kurallarımıza da aykırı,” dediğinde olduğum yerdeki zemin yarılsın, içine düşeyim istedim.
Sessizce Muşta’nın çivit mavisi gözlerinin içine baktım. Bir yolunu bulamaz mıydı? O her zaman bir yolunu bulurdu. Yetki verilmediği hâlde Yener’i, Gurur’u aratmak için yollamıştı, yetkiler umurunda bile olmamıştı, kuralları çiğneyip geçmişti. Bir kez de Yener için kurallar yok sayılamaz mıydı? Çocuksu bir istek göğsümün kafesini kırıp geçti. Durduramadım bunu.
Muşta o kadar uzun süre sustu ki Vural arkasından yaklaşıp, “Baba,” dediğinde yaşanan sessizlik bel kemiğinden kırılmış gibi yara almıştı. “Onur Kırgız konusunu ne yapacağız? Yener’e bunu yapan kişiyi öğrenebilmek için elebaşlarıyla konuşmamız gerekiyor ama dosya Onur Kırgız’ın kontrolünde. O herifle konuşmamıza izin verecek mi?”
Muşta, “Onur işinde iyi bir çömez,” dedi, “kuralları çiğneyeceğini zannetmem. Bunun için onun güvenini kazanmak şart. Ona onun açısından illegal olan ama bizim için oldukça legal bir şeyi yaptırmak sanıldığından zorlu olabilir.” Gözlerini Gurur’a çevirdi. “Emsal konuyla ilgili bir şey bilmiyor muydu? Buna emin misin?”
“Eminim,” dedi Gurur hiç düşünmeden.
“Onur Kırgız henüz yüzünü görmedi, değil mi? Maskeni çıkarmamıştın?” diye sordu Vural. “Baba, belki de onun güvenini kazanmak için önce ona güvendiğini göstermen gerekiyordur.”
Muşta başını salladı. “O teşkilattan biri, yüzümü görmesinde bir sakınca yok ama yine de aniden yüzümü göstermek onu tedirgin edebilir, güvenini kazanmaya çalıştığımızı anlar. Bu herifler inatçıdır,” dedi Muşta. “Nerede kalıyormuş, bir ev tutmuş mu yoksa lojmanda mı kalacakmış bunu bir öğrenelim. Yener’in neşesini de yerine getirin. Neler olduğunu anlamaya kalkışırsa canı yanan yine kendisi olur.”
Vural tedirgin bir şekilde başını sallayıp, “Ne yapılması gerekirse yaparız, Muşta,” dedi.
“Hastaneye sivil olarak girip çıkın, medyanın dikkatini üzerinize çekmeyin,” dedi Muşta elini siyah paltosunun cebine sokarken. “Yasemin Hanım’ı da lojmana yerleştirin. Kadın buralarda daha fazla sürünmesin. Zaten sağlık durumu iyi değil.”
Vural, “Halledeceğim, Muşta,” diyerek başını sallayıp sırtını dönerek bizden uzaklaşmaya başladı.
Gurur, “Bir açıklama yapacak mısın?” diye sorduğunda, Muşta neyden bahsedildiğini biliyormuş gibi başını aşağı yukarı salladı.
“Medyaya bu konunun kapandığıyla alakalı bir açıklama videosu sızdıracağım, böylelikle diğerleri onları aramayacağımız izlenimine kapılabilirler. Rüzgâr ne taraftan eserse oraya dümen kırıyorlar, dümenlerini yanlış yöne kırdıralım. Medyadan da böylece sıyrılmış oluruz. İki üç gün konuşurlar, sonra gözlerini başka bir şeye çevirirler. Türkiye’de hiçbir şey uzun süre gündemde kalmaz.”
“Videoda yüzün görünmeyecek, değil mi?” diye sordum saf gibi.
“Hayır, elbette görünmeyecek.” Muşta gülümsedi. “Binbaşı Şenkaya olarak yapacağım bu açıklamayı.” Başıyla koridorun sonunu işaret etti. “Hadi, dışarıda bir sigara içelim, sonra da eve gideriz. Dide’yi özledim. Kızımı göreceğim.”
Bahçeye çıkıp saçakların altında durduk. Dışarıda gözün gözü zor seçeceği şiddette bir yağmur yağmaya başlamıştı ve saçaklara vuran yağmurun sesi tüm sesleri yutuyordu. Muşta bir sigara yaktı, Gurur da bir sigara yaktı ve sessizlik içinde sigaralarını içtiler. Muşta bir süre yağan yağmuru izledi, sessizliğin sonunda bizi bekleyen bir kaos daha olduğunu biliyor gibi dalgın görünüyordu.
Sonunda Muşta, gözleri hâlâ yağan yağmurdayken, “Emsal’i nerede tutuyorsun?” diye sordu, sesini yutan yağmurun sesine rağmen kelimelerindeki öfkeyi hissettim.
Gurur, “Hangarda,” dedi sabit bir sesle.
“Onu teslim mi edeceksin yoksa ortadan mı kaldıracaksın?” Gözlerini Gurur’a çevirdi. “Eğer ortadan kaldırmayı seçiyorsan eline bir silah ver, öyle kafasına sık. Silahlı bir teröristi leşe çevirmek en büyük hakkın olur, bunu unutma.”
Gurur’a baktım, elini paltosunun cebine atıp sigara paketini çıkardı ve bir sigara daha yaktıktan sonra boynunu esnetti. “Kolay yoldan gebermesini istemiyorum,” dedi, söylediği şey kan dondurucu gelebilirdi kulağa ama ona yaşatılanları düşündüğümde bu benim kanımı ne yazık ki biraz bile dondurmuyordu. “Parmağı olsun ya da olmasın, Yener’in şu anki durumunun da ana nedenlerinden biri o. Masumların kanını da akıtanlardan birisi. Kolayca ölmesi vatana ihanet sayılmaz mıydı? Acı çeksin istiyorum.”
“Kolayca ölmesi bir zamanlar gözümün önünde küçük bir oğlan çocuğu olan Gurur’a da ihanet olurdu,” dedi Muşta keskin bir sesle. Gurur, buna bir cevap vermedi. “Devran onu vurduğunu söyledi,” dedi Muşta elleri paltosunun cebinde düşünceli gözlerle Gurur’un yüzünü izlerken.
“Bacağından vurdum. Bu onu öldürmez.”
“Süründürür. Güzelmiş.”
“Evet, keyif vericiydi.”
“Peki ya Eylül?”
Gurur sigarayı neredeyse dudaklarına götürecekti ama bu soruyla beraber hareketleri donuklaştı, sigarayı dudaklarıyla birleştirmeden öylece durup boşluğa bakakaldı. Kafasının içinde neler dönüyordu bilmiyordum ama konu kız kardeşiyken hassaslaştığı kesindi. Geçmişte yaşadıklarını bile sineye çekebiliyordu ama Eylül’ün kalbinin paramparça olacağı gerçeği, sineye çekemeyeceği kadar yaralıyordu onu.
“Eylül gerçeği bilirse, babasının artık olmaması onun için daha kolay olurdu,” dedi Muşta, söylediği şeyin aslında can yakıcı bir gerçek olduğunu o da biliyordu ama bunu söylemesi gerektiğini düşünüyor olmalıydı. Gurur’u gerçeğe yönlendirmek istiyordu çünkü aksi hâlde Eylül daha da büyük bir yara alabilirdi. “Ne senin ne de Cesur’un yaşadıklarını bilmiyor, o evin içinde her şeyi bilmeden, bir kör, bir sağır, bir kimsesiz gibi büyüyen aslında Eylül’dü. Onun pembe gözlüklerle yaşamaya devam etmesini sağlamak istiyorsun belki ama o gözlükler onun gözlerinde patladığında onu kör edecek, Gurur.”
“Ne diyeceğim? Baban bir terörist, sen de onun tecavüzü sonucu dünyaya geldin, çocukluğum ondan yediğim dayakla, adamlığım geçmişin hasarlarıyla sürdü, inandığın her şey koca bir yalan, aslında hiçbir zaman bir aile olmadık mı?” Gurur sigarayı dudaklarına götürürken gözlerinde acıyı gördüm, kaşlarının ortasında ise yeniden öfkenin yarattığı derin bir çukur oluşmuştu.
“Her şeyi bilerek mahvolmak, hiçbir şeyi bilmeden yaşamaktan daha iyidir.” Muşta’nın bu cümlesi, kafamın içinde binlerce kez tekrarlarken tek yaptığım tırnaklarımı avucumun içine saplayıp sertçe yutkunmak oldu.
“Eylül’e her şeyi anlatacağım,” dedi Gurur sigarasının külü usulca yere devrilirken. “Ama önce Emsal’i aldığı her nefese pişman etmek istiyorum. Sonra kız kardeşime her şeyi en doğru şekilde anlatacağım, baba.”
“Korkun Eylül’ü kaybetmek değil, korkun Eylül’ün mutluluğunu kaybetmesi,” diye fısıldadı Muşta. “Ama bir leş parçasına baba demektense, mutsuz olmayı tercih ederdi. Çünkü o şanslı bir Türk komandosunun kız kardeşi. Bunu unutma. Eylül’ün bayrağına âşık bir kız çocuğu olduğunu sakın unutma. Bayrak, kendi kanını bile affettirmez insana.”
Gurur buna bir cevap veremedi ama derinlerinde, içinde bir yerlerde Muşta’nın haklı olduğunu biliyordu. Belki Eylül çok üzülecekti, mahvolacaktı, yıllarca gözyaşı dökecek, yıllarca babasından, hatta kendisinden nefret edecekti ama bu, bir gerçeğe kör şekilde yaşamasından daha iyiydi. Gözlerine bağlanmış bir çaput parçasıyla uçurumun kenarında yürümekten daha iyiydi.
Gurur sigarasının ölü izmaritini teneke kovaya attıktan sonra elini uzattı, hiç düşünmeden elini tuttum ve yağmurun altında cipine doğru ilerlemeye başladık. Muşta da kendi aracına bindi ve biz önde, Muşta arkamızda eve doğru yola koyulduk. Aracın ön camına düşen yağmur damlalarını izlerken sessizdim, bir elim emniyet kemeri ile göğsüm arasında duruyordu, bu farkında olmadan geliştirdiğim bir alışkanlıktı. Belki de travma sonrası bende kalmış olan bir izdi.
Otoparka sırayla girdik, araçtan önce Muşta indi ve bizi beklemeden binanın iç kapısına yöneldi. Geri dönüşüm kutularının ön tarafında durmuş, aracın içinde otururken otoparka giren birkaç araba dikkatimi çekti ve bu süre zarfında sessizlik bizimleydi.
Gurur, “Yarın babanı otogardan alacağım gidip,” dediğinde usulca başımı salladım. “Kızların yanında mı kalacaksın yine?”
“Seninle kaldığımı öğrenirse bu ikimiz için de iyi olmaz,” dedim sessizce.
“İşi resmiyete bindirsek öyle olmazdı, değil mi?” diye sorunca omzumun üzerinden ona baktım, gözlerimiz birbirine tutunurken ciddiyetini görmek kanımın ağır akmaya başlamasına neden oldu. O kadar sessiz kaldım ki başka bir şey söyleyemedi ama sessizliğimin asıl nedeni, onunla ciddi bir adım atacak olma ihtimalimizin tüm ruhumda yarattığı zelzeleydi.
Asansör bizi üst kata taşıdı, dairenin olduğu kata geldiğimizde iki yana açılan asansör kapısının dışında kalan koridora baktım. Muşta, Cenan’ın kapısının önünde yere çökmüş, kızını kollarının arasına almıştı. Dide, babasının boynuna öyle sıkı sarılmıştı ki sanki kollarını biraz gevşetse babası kollarından kayıp gidecekti; küçük bir kız çocuğunun var gücüyle babasına sarıldığı o ânı izlemek kalbime battı.
“Güzel kızım benim, Dide’m, göz bebeğim,” diyerek kızının başının üstünü öptü Muşta, ardından kızını kucaklayıp kızı kucağındayken ayağa kalktı ve kapıda dikilmiş ona bakan Cenan’ın gözlerine çevirdi bakışlarını. O sırada Gurur ile el ele koridorda yürüyorduk. Cenan hastaneden bizden önce çıkmış olmalıydı.
“Zeliha abla, Gurur abi,” dedi Dide, kollarını babasının boynuna sarmış merakla bize bakarken. “İyi akşamlar dilerim, sizi görmek ne kadar güzel. Kaç gündür çok denk gelmiyorduk.” Bilmiş tavırları içimi ısıttı, ona gülümsedim ve o da bana gülümseyip babasının yanağına bir öpücük bıraktı. “Baba, haberlerde adını duydum. Anneme seninle ilgili sorular soruyorlardı. Annem artık senin savunucun mu?”
Savunucu. Cenan, elini ağzına götürerek gülüşünü gizlemeye çalıştı, Hakan abi gözlerini Cenan’ın yüzünde gezdirirken, “Hayır babam,” dedi. “Annen benim savunucum değil, kurtarıcım.”
Cenan’ın bakışlarındaki o değişim gözle görülür netlikteydi; her şeyine bakan bir kadın, o kadının her şeyi olduğunun farkında bir adam.
Dide hin bir gülüşle babasına bakıp parmağını babasının yanağında gezdirdi, ardından yeniden babasının boynuna sarıldı. Sanki her şeyin farkındaydı, sanki her şeyi değiştirebilmek istiyordu, sanki annesi ve babasını bir araya getirebilmenin bir yolunu arıyordu; o yolu bulduğunu hissediyordu.
“Seni gördüğüme çok sevindim, Dide,” dediğimde elini kaldırıp salladı. İçimdeki kötü duyguları yatıştırdığını hissettim.
“Yener neden gelmiyor?” diye sordu Dide bir anda, Yener’e abi dememesi dikkatimi çekti ama beni yıkan, Yener’in varlığını sorgulaması oldu. “Günler oldu onu görmüyorum. Özledim. Bana elma şekeri getireceğini söylemişti, elma şekeri bulamadığı için mi gelmiyor? Ona söyler misin lütfen baba, elma şekerinin bir önemi yok, sadece o gelse de olur.”
Muşta, Dide’ye daha sıkı sarılıp, “Söylerim Yener abine, kızımı görmeye gelir,” dedi sessizce.
“Abi mi?” diye sordu Dide dudaklarını büzerek. “Yener, Gurur abimden daha genç, o hâlde ona abi demek zorunda olmamam gerekir.”
“Benden daha mı genç?” diye sordu Gurur, Dide’ye dik dik bakarak.
“Evet, bir yaş küçük senden,” dediğimde bana yan yan baktı.
“Aa, sadece bir yaş mı?” diye sordu Dide şaşkınlıkla. “Bence en az beş yaş küçük. Yener çok genç birisi.”
“Ben yaşlı mıyım?” diye sordu Gurur bu defa şoka uğramış hâlde.
Dide ile aynı anda, “Evet,” dedik.
Gurur, “Yürü kız,” diyerek beni evin kapısına doğru sürüklerken, Dide’ye yan yan baktı. “Senin de alacağın olsun kız.”
“Bana Leydi Küçük Hanım demeyecek misin?” diye sordu Dide dudaklarını bükerek.
“Sen bana yaşlı adam dedin, ben artık sana leydi falan demem.”
“Küstün mü ki bana?”
“Küstüm, sana Yener leydi desin bundan sonra.”
“Keşke dese,” dedi Dide heyecanla.
Muşta, “Yener’e bugün artan sevgim, kızımın ona olan ilgisiyle birlikte birdenbire sıfıra indi,” dediğinde elimde olmadan güldüm.
Gurur, gözlerini Cenan’a çevirip, “Dide,” dediğinde Cenan tek kaşını kaldırdı çünkü bir bombanın geleceğine neredeyse emindi. “Artık sana Leydi Küçük Hanım değil, Leydi Şenkaya diyeceğim,” dedi sırıtarak.
Dide’nin gözleri kocaman açıldı ve “Şenkaya!” dedi heyecanla. “Ben Leydi Şenkaya mıyım?”
Muşta’nın dudaklarında muzip bir sırıtış oluşur gibi oldu, Cenan ise birdenbire kulaklarına varana dek kızarmış, açık renk teni bordoya dönmüştü. Kapıyı tamamen açıp, “İçeri girecek misiniz artık?” diye sordu Muşta’ya. “Dide üşüyecek!”
Muşta’nın bakışları Cenan’ın yüzünde asılı kaldı ama ona söyleneni yaptı, kucağında kızıyla içeri girerken, “İyi akşamlar çocuklar,” dedi bize. Kapı kapandığında Gurur ile hâlâ kapının önünde öylece duruyorduk.
“Bana resmen yaşlı dedi,” diye homurdandı Gurur cebinden anahtarı çıkarıp kapı deliğine sokarken.
“Haksız da sayılmaz,” dediğim sırada kapı açıldı, Gurur bana yandan kötü bir bakış atıp içeri girdi. Arkasından girip montumu çıkararak portmantoya astım, ardından üst kata yöneldim.
Hızlı bir şekilde kirli çamaşırları çamaşır makinesine yerleştirip deterjan ile yumuşatıcıyı hazneye koydum, çamaşır makinesini çalıştırdıktan sonra banyonun aynasını silmeye başladım. O kadar hızlı hareket ettim ki Gurur kolunu kapının kenarına yaslamış benim hareketlerimi izlerken bakışları beni yakalayamadı. Kafamı dağıtma isteğiyle onun önünden geçerek banyodan çıkıp odaya gittim, odadaki kuruyan çamaşırları toplayıp katlamaya başladım. Tüm bunlar olurken sesini bile çıkarmadan beni izliyordu. Sonunda içeri girip yatağın ucuna oturdu ve o da benimle birlikte kuruyan çamaşırları katlamaya başladı.
“Hep böyle miydin?” diye sorduğunda beyaz bir kazağı katlıyordu, gözlerimi ona çevirdiğimde kafasını kaldırıp bana baktı.
“Nasıldım?”
“Kendini iyi hissetmediğinde hemen böyle kafanı meşgul edecek şeylere mi yöneliyordun?” diye sordu, sorusu sertçe yutkunup elimde tuttuğum katlanmış tişörtü göğsüme bastırmama neden oldu.
“Evet,” diye mırıldandım. “Öyleydim sanırım.”
Katladığı kazağı kenara bırakıp beni bileğimden kavrayarak kendisine doğru çekti. Bacaklarının arasına girip ona yaslandığımda oturur pozisyonda olduğu için yanağını göğsüme bastırdı. Ellerim doğrudan kumral saçlarına tırmandı, saçlarının arasında süzülen parmak uçlarım ona dokunmanın farkındalığıyla bedenime huzuru pompaladı.
Yanağı göğsümdeyken, “Sana kaldıramayacağın kadar çok yük veriyorum, değil mi?” diye sordu, sesine bulaşan pişmanlık beni sertçe yutkundurdu.
Parmaklarım saçlarında turlamayı sürdürürken, “Tüm bu olanlar senin elinde olan şeyler değil ki domuzcuk,” dedim onu neşelendirmek ister gibi. Oysa içimde neşeye dair hiçbir kıvılcım yoktu, içim küle dönmüş bir yangının ardındaki enkazdan farksızdı. “Üstelik omuzlarında en fazla yükü taşıyan sensin. Beni değil, kendini de düşün ara sıra.”
“Gerek yok, bana seni düşünmek yetiyor,” dediğinde kaşlarımı çattım ama dudaklarımı aralayıp bir şeyler söylemektense onun saçlarını okşamaya devam ettim. Yanağını göğsüme iyice bastırdı ve “Birlikte yemek yapalım mı?” diye sordu, sorduğu soru gözlerimi yumup sakince saçlarının üstünü öpmemi sağladı. “Sonra da bir süre her şeyi sustururuz. Biliyorum belki bencilce bu söylediğim ama her şey bir anlığına susar, sadece ikimiz oluruz, bir anlığına bencil olup birlikte vakit geçiririz.”
Ona sormam gerekenler vardı aslında ama onda da cevabının olmadığını biliyordum tüm soracağım soruların. Emsal’in oğlu olduğunu, Emsal’in de terör örgütü üyesi olduğunu kimse söylememişti sorguda, bu onun da kafasını karıştırıyor olmalıydı. Yani sorsam bile bana verebileceği net bir cevabı olmadığı gibi onun da bu cevaba ihtiyaç duyduğunu biliyordum.
“Olur, birlikte yemek yaparız, film izleriz istersen,” dedim sessizce.
“Çok isterim,” derken belime sıkıca sarılmaya devam ediyordu.
“Önce çamaşırları yerlerine yerleştirelim o zaman, koca çocuk,” dediğimde yutkunup güldü, gülüşü bir nedenden içimdeki acının üzerine ateş gibi döküldü. Çok yorgundu, hatta bunu istediği için çok da bencil hissediyordu kendini, yine de çocukça bir arzuyla bana sığınma isteğini içinden söküp atamamıştı işte. Birden gözüme koskoca bedenine, kazandığı zaferlere, gözünü bürüyen intikama ve sonsuz gücüne rağmen çok savunmasız geldi.
Yüzünü avuçlarımın arasına alarak kafasını havaya kaldırdığımda ela gözlerinin dibine çöken yeşil lekelerde bir zamanlar sakladığı, artık saklamak yerine ortaya bırakarak bulmamı beklediği hislere baktım.
“Çok güzelsin,” dedim, söylediğim şey onu şaşırttı. Eğilip önce alnını, ardından iki kaşının ortasını, ardından burnunun ucunu öptüm. “Benden sana pişirmemi istediğin bir yemek var mı?”
“Sen ne yaparsan hepsini afiyetle yerim, seçmem hiç.”
Çenesindeki çukura dokundum, parmaklarım çene gamzesinde dolaştı. “Ama ben sana ne istediğini sordum.”
Dokunuşum onu gevşetmiş olacak ki kirpikleri gözlerinin önünü hafifçe gölgelendirdi. “Benim tek istediğim şey sen ve senden gelenler.”
“Ne tesadüf? Benim de tek istediğim sen ve senden gelenler.”
Başını iyice kaldırıp dudaklarını çeneme yasladı, çenemi öptü ardından geri çekilip gözlerime bakarak, “Çenenin sol tarafında daha büyük bir çil var, kehribar gibi rengi, çok güzel,” dedi. Yanaklarımın ısındığını hissettim. Onunla ne yaşarsak yaşayalım, daima utanmaya, daima bir çocuk gibi tepkiler vermeye devam edecektim sanki. Yıllar geçtiğinde bile beni utandırmanın bir yolunu bulabilecek gibiydi.
Onunla birlikte yılları devirdiğimizi düşünmek nabzımı hızlandırdı.
Birlikte kıyafetleri elbise dolabına yerleştirdik, nevresimleri çıkarıp yenilerini serdik ve odanın camını üstten açıp kapıyı kapatarak çıktık ki oda biraz havalansın. Mutfağa geçmeden önce küçük bir not kağıdına alınacakları yazıp, kenarına kalp çizdikten sonra ona uzattım. Başta anlayamasa da sonra kalbe bakarken gülümseyip, “Alayım geleyim hemen,” dedi ve şakağımdan öperek evden çıktı.
O gelene kadar bulaşık makinesindeki temizleri çıkarıp yerlerine yerleştirdim, ocağı silip kuruladım ve kendime bir kahve yapıp sohbet grubuna gelen mesajlara bakmaya başladım.
Hakan Basri Şenkaya: Çocukların yeni numaralarını kaydettiniz mi?
Vural Demirezen: evt
Devran Soydere: Gruplara da alımlarını yaptım.
Hakan Basri Şenkaya: İsterseniz buraya da alın, özellikle Yaman için iyi bir adım olur. Zeliş’e karşı herkese hissettiği gibi güvensiz hissediyor. Belki Zeliş’e yaklaşımımızı gözlemleyince kafası alır bir şeyleri.
Girdap Demiralp: O soğuk nevaleyi almasak olur mu ya o Zeliş’i sevmese de olur biz onun yerine de severiz Zelişimizi.
Adnan Bahtıvar: Ahmak herif, o da bizim kardeşimiz. Düzgün konuş kardeşimiz hakkında.
Girdap Demiralp: Kardeşinse soyadını ver Adnan napim
Adnan Bahtıvar: Eşim mi dedim kardeşim dedim.
Girdap Demiralp: Herhâlde canın eş çekti senin bir anda.
Devran Soydere: Yener’in telefonunu bıraktınız mı odaya? Sıkıntıdan patlar o.
Girdap Demiralp: Bıraktım, şarj makinesini de götürdüm. Sohbet uygulamaları indirip kadınlara mesaj atmaya başlamadıysa illaki buraya da bakar
Hakan Basri Şenkaya: Dinlensin inek
Yener Açıkgöz: Mööö
Girdap Demiralp: Sevgilim geldi gördünüz mü
Vural Demirezen: cnmkrdsşm hoşgedn
Yener Açıkgöz: Hoşbdm
Vural Demirezen: Anlmdm
Yener Açıkgöz: Televizyonun kumandasını nereye koydular ya, farkında mısınız şu an hasta biriyim ve kumandayı kalkıp alabilecek güce ve de kuvvete sahip değilim. Hastanedeki en güzel hemşire neredeyse çıkıp gelsin ve kumandamı versin lütfen.
Zeliha Özdağ: En güzel hemşire demek, hmmm
Yener Açıkgöz: Sadece şakaydı.
Hakan Basri Şenkaya: Senin telefonu tutacak hâlinin olmaması gerek lan neden destan yazıyorsun buraya
Yener Açıkgöz: Yatalak Ali Rıza Bey’e döndüğüm ve çok sıkıldığım için olabilir mi sadece küçük bir soru Muşta adam
Adnan Bahtıvar, Zafer Örge’yi gruba ekledi.
Devran Soydere, Yaman Rant’ı gruba ekledi.
Vural Demirezen, Aytekin Kırsapan’ı gruba ekledi.
Yener Açıkgöz: Odada bunları görünce anlık şaşkınlıktan şuur kaybı yaşadığımdan soramadım, bunlar niye burada?
Adnan Bahtıvar, Kerim Karakuş’u gruba ekledi.
Girdap Demiralp: Sensiz bazı eğlenceler yapıldı…
Adnan Bahtıvar, Sadullah Gürüz’ü gruba ekledi.
Hakan Basri Şenkaya, Oğuzhan Zileli’yi gruba ekledi.
Zafer Örge: Yüz lira atsanıza en az yirmi bin verecek kupon yaptım, ortak yazayım sizi
Adnan Bahtıvar: Atıyorum
Hakan Basri Şenkaya: ?
Girdap Demiralp: Başladı bizim mesai
Yener Açıkgöz: Ağrım var amına koyayım yazamıyorum ya bensiz dolandırma kimseyi
Yener Açıkgöz: Hem ne eğlencesi bu? Şimdi serumu kolumdan söker tekerlekli sandalyeyi son sürat tesise sürerim
Oğuzhan Zileli: Kanını akıttılar, kanlarını akıttık diyelim.
Yener Açıkgöz yazıyor…
Yener Açıkgöz yazıyor…
Sessizlik.
Uzun süre Yener’in ismini izledim, mesaj yazmayı kesti. Kafasında çok fazla soru işareti olduğunu biliyordum, neler düşünüyor, neler hissediyordu bilemiyordum ama kafasının allak bullak olduğunu hissedebiliyordum.
Hakan Basri Şenkaya: Mesajı yazarken uyuyakalmadıysan ve bize görüldü attıysan, iyileşip döndüğünde sana yerleri dilinle sildiririm.
Girdap Demiralp: Yanına gidiyoruz şimdi Ecevit’le, sıkılmıştır benim tosuncuğum
Sadullah Gürüz: Muşta, raporları yolladım mailine
Gurur elinde poşetlerle içeri girince oturduğum yerden doğrulup kalkarak ona yöneldim, poşetlerin birkaçını alıp tezgâhın üzerine koyarken, “Domatesleri kendin seçtin, değil mi?” diye sordum. “Çürük çarık almasaydın.”
“Manavla dövüşerek tek tek ellerimle seçtim, bu işte iyiyimdir. Tam aile babası olacak adam değil miyim sence de? Karpuzu da güzel seçerim ben.” Gözleri bir an belime, oradan kalçalarıma kaydı ve “İyisinden her zaman anlarım yani,” diye mırıldandı.
“Domatesli pilav sever misin?” diye sorup domatesleri yıkamaya başladığımda arkamda dikiliyordu.
“Sen yapıyorsan salatalıklı pilavı bile sevebilirim.”
Ben domatesleri rendelerken o da benim için pirinçleri ıslattı. Pilavı yapmaya başladığımda salatayı yapmak için tezgâhın öteki ucuna geçmişti. Domatesli pilav, acı ve ekşi soslu tavuk piştikten sonra ayran yaptım, ayran yapmamı büyük bir dikkatle izledi. Sessizce yemeğimizi yedik, sonra atıştırmalıklarla dolu birkaç kâse alıp birlikte salona geçerek Yıldızlararası[1]’nı izledik. Filmin sonunda ağlamaktan önümü göremediğim için atıştırmalıkları bir kenara iterek beni kucağına alıp gözyaşlarım dinene dek sırtımı okşadı.
“Kızıyla bir daha hiç görüşemeyecek diye ödüm koptu,” diye fısıldadığımda dudaklarım çıplak omzuna yaslı duruyor, gözlerimden akan yaşlar yüzümde kurudukları için cildim acıyordu.
Gurur, “Benim küçük leydim babasını mı özlemiş, bana mı öyle geldi?” diye sordu, sesindeki şefkat etrafımı güvenli kolları gibi sardı. “Yarın gelecek baban, sıkıca sarılırsın, iyi hissedersin kendini.”
“Ağzıma etmezse tabii,” dediğimde gülerek, “Etmeyecek, merak etme,” dedi ve o gece onunla arasında geçen konuşmaları hatırlayınca duruldum. Dudaklarımı çıplak omzuna bastırarak, ıslak kirpiklerimde oluşan ağırlıkla öylece boşluğa baktım. Babama söylediği her şey kelimesi kelimesine hâlâ zihnimde mıhlı duruyordu.
Kafamın içinde sürekli onun sesi, “Ben kızınızla evleneceğim,” diyordu.
Kafamı yavaşça kaldırıp bakışlarımı yüzüne çevirdim, ellerimi çıplak göğsüne koyup avuç içlerimi göğsüne bastırarak, “Babam sana çok kızarsa üzülme tamam mı?” diye sordum, sorduğum soru bir anlığına onu duraksatsa da saniyeler dudaklarındaki şefkatli tebessümün büyük bir sırıtışa dönüşmesini sağladı.
“Baban bana hep kızıyor, neden üzüleyim ki? Hem hoşuma gidiyor. Beni ciddiye aldığını hissediyorum bana kızdığında.”
Gözlerimi yüzünde dolaştırarak, “Bilmem,” dedim. “Ara sıra ağır konuşur ama aslında onun sevme, anlama, bağrına basma şekli bu. Kötü niyetli birisi değil, gerçekten.”
“Ben onu anladım zaten. Söylediği şeylere alınmam, üzülmem, merak etme.” Parmağını burnuma bastırıp, “Kıpkırmızı olmuş fındık burnun,” dedi. “Biraz daha ağlasaydın Yıldızlararası filminin yapımcısıyla arayı bozacaktım.”
Üzerime ağırlık çöktüğü için tepki veremedim. Dalgın bir şekilde yüzünü izlerken ne düşündüğümü biliyormuş gibi kaşlarını çattı ama o da ağzını açıp bir şeyler söylemedi. “Günlerdir rahat bir uyku çekmediğin, dinlenemediğin o kadar belli ki,” dediğinde bakışlarım gözlerinin içinde daha da derinleşti. “Zihnini susturup sana derin, deliksiz bir uyku çektirmenin yolunu biliyorum aslında.”
“Neymiş o?” Muzip bir ses çıkararak güldü, kaşlarım anında çatılırken, “Çok adisin,” diye söylendim.
“İyi bir şekilde uyuyup dinlenmiş hissetmeni sağlayabilirim. Seni gevşetmek, sana iyi hissettirmek ve yine sana hizmet etmek benim görevim, bunu unutma.”
Gözlerimi yüzüne çevirip bakışlarımı yüzünde dolaştırdım. Ona ihtiyacım vardı. Her zerresine, onu o yapan her parçaya, ruhuna, dokunuşlarına, onunla ilgili her şeye. Gözünü kırpmadan beni izliyordu ve kalbime batıp çıkan ağırlık yüklü bıçağı çıkarmanın bir yolunu arıyordu. Bulamayacağını hissediyor olmalıydı çünkü öyle çok karanlığa batmıştık ki sanki güneş bir daha ikimizin dünyasında hiç doğmayacaktı. Yener’i düşünmemeye çalıştım, Gurur’un başına gelebilecekleri düşünmemeye çalıştım, olabilecek her şeyi yok saymayı denedim ve sadece ona tutundum. Avuç içlerimi ensesine bastırıp dudaklarımızı birbirine yaklaştırırken cesaret tüm bedenimde dolaşan bir yangın gibiydi. O yangını onun benziniyle harlayıp tutuşturacak, kül olana dek ateşlerimi etrafa savuracaktım. Buna ihtiyacım vardı.
Biliyordum, onun da buna ihtiyacı vardı.
(+18. Lütfen cinsel içerikli sahnelerden rahatsız oluyorsanız ya da okumak istemiyorsanız ekranı diğer uyarıya kadar hızla kaydırın lütfen. Bu sahneyi okumamak konu akışınızı bozmayacaktır.)
“Seni istiyorum,” dediğimde gözlerimin önüne inen karartının onun da gözlerine inişini izledim. Onun da beni istediğini en başından beri, kucağına çekildiğim, tenim tenine değdiği andan itibaren aslında biliyordum.
“Ben senin bedenin için fazla büyüğüm,” dediğinde anlayamayarak kaşlarımı çattım. “İlk seferimiz senin için fazla ağır ve zorlayıcı bir deneyimdi. Bedenin ikinciye hazır değil.”
Kaşlarımın ortasında bir yarıkla gözlerinin içine bakmaya devam ettim ama ona bunu kabul ettirmek adına kelimeler kullanmadım. Tırnaklarımı ensesinde dolaştırırken dokunuşlarıma kayıtsız kalamayacağını biliyordum, bu yüzden kelimelere ihtiyaç duymadım.
“Ama,” dediğinde ses tonuna çöken tutku başımı döndürecek güçteydi; onun kalın, gırtlağının gerilerinden karanlıkla beraber yükselen sert sesi, kayıtsız kalınabilecek türden değildi. O, her kadının isteyeceği türden bir adamdı. “Bu seni rahatlatıp, doyurmayacağım anlamına elbette gelmiyor.”
Boğazımdan kayıp giden yutkunuşun sesini duyduğuna emindim. Birdenbire tek bir ağacın üzerinde salınan o ateş, ormandaki tüm ağaçlara sıçrayarak büyüyüp kaçınılmaz yangını başlattı.
“Bırak bu gece seni başka bir gezegene götürüp, orada bir yaşam olduğuna inandırayım, Leydi Çalıklı,” dedi ve bununla beraber büyük elleri belimin iki yanından yılan gibi kayarak kalçalarıma indi. Kalçalarımı büyük avuçlarının içine alarak sıktı, hissettiğim gerilimle gözlerimi kısıp dudaklarımı ısırdım. Bakışları dudaklarıma mıhlanırken aklından geçen vahşi tüm sahneleri gözlerinden izledim.
Dudaklarıma çok ani bir hareketle, hızına akıl sır erdiremediğim bir atakla yapışınca farkında olmadan inledim. Dili dudaklarımı aralayıp içeri sızdı, dişlerimde turlayıp ağzımın derinliklerinde ilerlemeye başladı. Aklımı yerinde tutamadığımı hissettim, sanki bir sıvı misali zihnimden süzülerek kasıklarıma doğru akıyordu. Bir eli hâlâ kalçamda sabit duruyorken, diğer eli beni ürperterek ilerleyip bel boşluğuma yükseldi. Parmak boğumlarını beyazlatacak cinsten bir güçle bel boşluğuma bastırıp beni tam anlamıyla kendi vücuduna mecbur kıldı. Birleşen tenlerimizin altında ilerleyen ateşlerin, derilerimizi yırtarak birbirlerine karışmak istediklerini hissettim.
Delirmiş gibi, başımızı sağa sola çevirdikçe birbirine sürten burunlarımız, birbirine karışan tatlarımızla delice öpüşüyorduk. Her şeyin kayıp gitmesini dilediğim o öpüşme, bir yıldız yağmuruna dönüştürdüğü zihnimden kötü düşünceleri âdeta sökerek götürüyordu.
“Gurur,” dediğim anda dudaklarımın arasına hırıltılı nefesi yerleşti, bir yırtıcının avını ağzının içine aldığı ilk ânı hatırlatan bu hırıltı, gözlerimi geriye doğru kaydırdı.
Kucağında benimle hiç zorlanmadan, hatta kollarında bir şey tutmuyormuş gibi ayaklanınca düşmemek için ona tutundum ama biliyordum ki dengemi yitirsem bile bu koca beden düşmeme izin vermezdi. Kucağında benimle merdivenlere yöneldi, her bir adımının vücudunda yarattığı kasılmaları tenimde hissediyordum. Üst kata öpüşerek, onun kucağında çıkarıldım.
Odanın kapısını çarparak açtı, kucağında benimle odamıza girdi ve ayaklı lambayı yaktığında kızıl ışık, karanlık dünyamızı kırmızıya boyadı; tutkunun renginin bedenimin üzerinde süzülerek ruhuma sindiğini hissettim.
Berjerin üzerine oturduğu anda dizlerimi berjerin kenarlarına yasladım ve kasıklarım kasıklarına namlu gibi dayandı. Parmakları kazağımın eteklerinden içeri sızdı, önce çıplak tenimi ürperterek okşadı, ardından elini indirip kazağımın eteğini kavradığı gibi yukarı sıyırdı. Kazağı kafamdan çıkarıp yere fırlattığında çıkan tok ses zihnimde birkaç kez yankılandı.
Kasıklarım yanıyor, bacaklarımın içi karıncalanıyor, bedenim ihtiyaçla titriyordu. “Arkanı dön,” dediğinde yüzü göğüslerimin arasındaydı. Beni kucağından indirmeden döndürdü, o an kızıl ışığın çarptığı tenimizin yansımasını boy aynasında görüp afalladım. Çenesini omzuma bastırıp, dizlerinden kırarak iki yana yasladığım bacaklarımın içlerine büyük avuçlarını bastırıp bacaklarımı iyice iki sana ayırdı ve “Ne kadar güzel göründüğüne bak, hemen,” diye emretti.
Altımda sadece külot olduğu için bacaklarımın içindeki çıplaklığa bıraktığı parmak izlerini görebiliyordum. Büyük ellerini bacaklarımın iç kısımlarına bastırarak yukarı kaydırıp karnıma dek sürükledi, ardından ellerini sütyenimin içine soktu ve bu görüntüyü izlerken dönen başım, göğüs uçlarıma temas eden avucuyla tamamen sarsılmaya başladı. Zihnimde bir zelzele yarattı.
Gözlerini kısmış, avını izleyen büyük bir yırtıcının parlak gözleriyle aynadaki yansımamızı izlerken arkamdaki koca bedeni gizleyemiyordu. Gözleri hâlâ aynadaki yansımamızdayken dilini dışarı uzatıp boynumun yan tarafını yaladı, ayak parmaklarımı içeri büküp inlememek için alt dudağımı kemirdim. Hissettiklerim öylesine kuvvetliydi ki artık bedenim sadece ona adanan hislerden ibaretti.
Göğüslerimin uçları avucunun içini yarıp kanatmak isteyen bir bıçak gibi dikleştiğinde, “Siktir,” diye mırıldandı, sesinin boğukluğu gözümü kör edecek kadar baş döndürücüydü. “Memelerinin uçları nasıl şişmiş öyle. Yoksa ağzımı mı istiyorsun orada?”
“İstiyorum,” diye inledim bilinçsizce.
Parmaklarının arasına aldığı göğüs uçlarımı sıkarken, “Ne istiyorsun?” diye sordu, sesi öylesine tehditkâr ve oyunbazdı ki dilimi kuruyan damağıma yaslayıp bakışlarımı aynadaki yansımamıza saplarken konuşamadım bile. “Ben ne istiyorum, biliyor musun?” diye sorarken nefesi kulak boşluğumdan boynuma dek süzülerek titremelerimi artırdı. “Sen titreye titreye boşalırken kendini tutamayıp haykır istiyorum. Boşalırken deliğinin nasıl kasılıp gevşediğini görmek istiyorum.” Ahlaksız kelimeleriyle gözlerim anlık kapandı, gözlerimi yeniden açtığımda yüzünü omzumun ardına gizlemiş, sadece gözleri görünür hâlde yansımamıza bakmaya devam ettiğini gördüm. “Benim için gelmek istiyor musun, yavrum?”
Elim bilinçsizce eline doğru gitti, sütyenimin içinde duran ellerinden birini tırnaklarımı derisine saplayarak çıkarıp karnımın üzerinde kaydırdım, ardından elini külotumun üzerine bastırıp avucunun içini kumaşa sürttürdüm. Bu cesur hareketim, dudaklarını kulağıma sürterek genizden gelen bir inilti çıkarmasını sağladı. Uzun uzun, “Hım,” diye mırıldandıktan sonra işaret ve orta parmağını birleştirip kalın bir parmak hâline getirdi, külotumun kumaşında aşağı yukarı hareket ettirerek yumuşak bir şekilde klitorisimi okşamaya başladı.
“Gurur!” diyerek inleyip tırnaklarımı elinin üzerine daha sert geçirmem, altımda kasılmasına neden oldu.
“Sakin dur,” diye emrettiğinde ses tonu beni ehlileştirdi. Birdenbire sözünden çıkmama kararı alarak başımı geriye bastırdım ve sırtım tamamen onun geniş göğsüne yaslandı. “Güzel,” diye mırıldanırken bir çıkıntı hâline gelmen klitorisimi uyarmaya devam ediyordu. Kumaşın ıslanarak şeffaf bir zar şekline geldiğini hissettim, sanki parmakları kumaşın içindeymiş gibi ıslak ve yapış yapış hissettiren dokunuşları gözlerimin önündeki yansımamızın bile dalgalanmasına neden oluyordu. “Çok ıslandı,” dediğinde gözlerimi kısarak yansımamıza bakmaya çalıştım. “Benim için bu kadar sulanman çok azdırıcı.”
Gözlerimi zar zor açık tutuyordum. Parmağının hareketleri iyice sertleşmeye başladı. Artık beyaz iç çamaşırımın ortasında oluşan o belirgin ıslaklığı görebiliyordum ve parmakları da kızıl ışığın yansımalarıyla sırılsıklam görünüyordu. Kumaşın üzerinden klitorisimi iki parmağının arasına sıkıştırınca dizlerimin içi kasıldı, bacaklarım titredi ve ayaklarımın hareketlerini durduramadan başımı havaya kaldırarak var gücümle inledim. Güldüğünü duydum, ardından gülüşü birdenbire fırtına gibi esen bir hırıltıya dönüştü ve onu ne kadar tahrik ettiğimi anladım. Klitorisimi iki parmağının arasında sıkıp bırakarak, hafifçe ezerek okşarken artık sadece bilinçsizce inliyordum.
“Bu kadar ıslanman akılalmaz bir olay,” dediğini hatırlıyorum. “Şu küçük amcığının hâline bak. Neredeyse kumaşı eritecek kadar sıcak bir su akıtıyorsun.”
“Sus,” diyebildim titrerken, oysa daha çok konuşmasına, daha çok dokunmasına, daha fazlasını yapmasına ihtiyaç duyuyordum.
“Susmamı mı istiyorsun?” diye sorarken dilini kulak mememde hissettim. Parmaklarının arasına sıkışan klitorisimdeki nabzı hissediyordum, ikimiz arasındaki tutkunun esiri bir kalp gibi atıyordu.
“Çok ıslak,” dediğimde bu onu güldürdü.
“Evet bebeğim,” diye fısıldadı kulağıma. “Benim için çok ıslanmışsın.”
Klitorisimin mümkünmüş gibi daha da şiştiğini hissettim, o parmakları arasında hapsederek sıkıyordu ve klitorisim buna karşılık verip çamaşırımın üzerinde kendini göstererek kasılıyordu. Her kasıldığında ve her gevşediğinde kumaşın ince yüzeyinde daha yoğun bir ıslaklık meydana geliyordu ve sürekli kendimi kaybetmiş gibi, “Sanki eriyor, çok ıslak,” diye sızlanıyordum.
“Evet yavrum, parmaklarımın altında eriyor,” diye fısıldarken kendisini zor dizginlediğini hissedebiliyordum. “Gözlerini aç,” diye emrettiğinde bunu yapamadım, parmağını birdenbire tam o noktaya bastırıp, “Sana gözlerini aç dedim,” diye diretti ve kirpiklerim usulca birbirinden ayrılarak aralandı. Açılan gözlerim aynadaki yansımamızla karşılaştı. Çok karanlık, çok erotik ve kesinlikle birbirimize ait görünüyorduk. Parmaklarını kumaşın üzerinden çekip orta parmağı ve başparmağını birbirine bastırıp ayırdığında zevk suyumun parmakları arasında uzadığını gördüm. Aynadan beni izleyerek büyük parmaklarını ağzıma yaklaştırdı ve kendi suyumla ıslanan parmaklarını dudaklarıma sürterek ağzıma soktu.
Parmağını kendimi kaybetmiş gibi damağıma yaslayarak emerken gözlerimi gözlerinden çekmedim, kızıl ışığın altında gözleri sanki gümüş rengi gibi görünüyordu; eşsiz güzellikteydi. Parmaklarını damaklarıma sürtüp dişlerimde dolaştırdı ve “Yeter,” diye fısıldadı. “Bana da bırak.”
Ağzımdan çıkardığı sularıma bulanmış parmaklarını kendi ağzına götürüp göğsümde duran diğer elini karnımda kaydırarak yeniden vajinama indirdi. Bacaklarımın iç kısımlarına bile bulaşmaya başlayan zevk sularını parmaklarıyla tekrar iç çamaşırıma taşıdı ve dokunuşu uzaklaştığı için soğuyan ıslak iç çamaşırıma dokunduğu an ürpererek inledim.
İç çamaşırımı yana çekip aynaya yansıyan çıplak görüntüye baktığında emdiği parmaklarını ağzından çıkarıp, “Siktir,” diye fısıldadı. “Şunun hâline bak. Nasıl kızarmış, görüyor musun? Ezilmekten tahriş olmuş ve benim için ağlıyor.”
“Lütfen,” dediğimde bunu neden söylediğimi bilmiyordum ama ağız sularıyla ıslanan parmaklarını belime bastırıp, diğer elini açık duran vajinamda dolaştırırken gözlerim kayıyordu. Yine de onu ve kendimi izlemek istiyordum. Bizi ne hale getirdiğini görmek istiyordum.
“Her parçan nasıl olur da bu denli güzel olabilir amına koyayım?” diye sorarken gözleri aynada yansıması olan vajinamdaydı. Parmaklarıyla vajinamın dudaklarını araladı, açılan kadınlığıma bakışları daha da koyulaşırken burnundan soluduğu nefesleri tenimde hissediyordum. “Şuna da bir bakın,” diye fısıldayıp parmaklarıyla vajinamı iyice araladı ve onu içine kabul eden aralığa bakıp alt dudağını ısırdı. “Gözyaşların ne kadar yoğun akıyor sevgilim.” Gözlerimi onun baktığı noktaya indirmeye utanmam gerekirdi belki ama utanç yoktu, bu bir bariyerdi ve biz bu bariyeri yıkıp geçeli çok olmuştu. Gözlerimi indirip parmaklarıyla ikiye gererek ayırdığı noktaya baktım. Söylediği gibiydi. Çok ıslaktı. Kızarmıştı. İstek ve ihtiyaçtan kasılıp gevşer hâldeydi. Ona duyduğum ihtiyaçtan. İçimdeki boşluk hissiyle kalçamı hafifçe kaldırıp kendimi parmaklarına itmeye çalıştığımda, “Uslu dur,” diye fısıldadı. “Yoksa küçük amcığını nasıl rahatlatabilirim ki?”
Gözlerim hissettiğim baskı, tutku ve zevkle yavaşça yaşardı, bunu hissettim; görüş alanım puslandı. “Siktir, ben tam olarak buraya mı girip çıkıyordum?” diye sorarken parmaklarının ucunu girişime sürttü, girişimdeki sular parmaklarını ıslattığında fısıltısına karışan hırıltısını kulağımda nefesiyle beraber hissettim. “Bak,” diye fısıldadı. “Burayı nasıl siktiğimi hatırlıyor musun?”
“Ahh!” diye inledim karşılık olarak, bu onu tatmin etmiş gibi, “Evet bebeğim, bu deliğe girip çıkarken de böyle inliyordun işte,” diye fısıldadı ve parmağının ucunu girişimde dolaştırıp aniden deliğime itti. Nefesimin boğazımda biriktiğini, ardından boğazımı yararak ilerleyip göğsümü ateşe verdiğini hissettim. Parmağının içimdeki baskısıyla beraber kasıldım, gevşemeyi reddeden vajinam onun güçlü, uzun parmağını ikinci bir deri gibi sarıp içeri doğru vakumladı.
“Resmen beni yutuyor,” diye fısıldarken sesi etkisi altında olduğu tahrik nedeniyle gölgeliydi ve titriyordu. “Gevşe,” dediğinde onu duyamadım bile, ardından yeniden, “Gevşet şunu!” diye emretti ve emri bana öyle çok zevk verdi ki kendimi ona itaat ederken buldum. Bununla beraber birdenbire parmağını içime sokup çıkarmaya, beni uzun parmağıyla âdeta becermeye başladı.
“Ayır şu tapılası bacaklarını amına koyayım,” diye hırlayarak boştaki eliyle dizimin alt kısmından tutup bacağımı iyice ayırarak berjerin yan kısmına götürdü. Tamamen açılan çıplaklığımı kaplayan büyük avucunu gördüm, parmağı da doğrudan içime batıp çıkıyordu. “Evet, seni nasıl siktiğimi göster bana,” diye fısıldayarak ikinci parmağını da deliğime itti ve avucunu klitorisime çarpa çarpa içimi parmaklarıyla doldurmaya başladı. Islak sesler odanın içini birdenbire kapladı.
Avucu şaplak gibi klitorisime vuruyor, işaret ve orta parmağı içimde erotik sesler çıkararak deliğime girip çıkıyordu. O kadar ıslanmıştım ki kalçalarımın arasından süzülen sularımın onun eşofmanına aktığını hissediyordum.
“Sevdin mi bunu?” Fısıltısıyla birlikte dili kulak boşluğumda dolandı. “Hım?” Parmaklarını içime sokup çıkarırken avucunun klitorisime sertçe vuruyor olması beni iyice çileden çıkardı. Tek yaptığım kısık sesle inleyerek, “Evet, siktir, evet, lütfen,” diye mırıldanmak, kelimelerin birbirine çarpması sonucu anlamsız sesler çıkarmaktı.
“Ne yapıyorum sana?” Kulağıma verdiği hırıltılı nefesle beraber sorduğu o sinsi soru gözlerim geriye doğru kayarken dudaklarımdan dökülen koca bir, “Ahh!” iniltisine dönüştü. “Söyle!” dedi baskın bir tavırla. “Sana ne yapıyorum?”
“Lütfen!”
“Söyle dedim.”
“Beni sikiyorsun,” dedim kendimden geçmiş gibi, avucu klitorisimi daha sert ezdi ve deliğimin içindeki parmaklarının kanca gibi büküldüğünü hissettim. Tüm duvarlarımda, zevkin aktif hale geldiği her kıvrımda şiddetli kasılmalarla birlikte dehşet bir haz duygusu hissettim.
“Beni o koca ellerinle, uzun parmaklarınla sikiyorsun,” diye inlediğimde, “Koca ellerimle mi sikiyorum seni?” diye sordu muzip bir sesle, ardından parmaklarını saran vajinamın kasılması onu inletti. “Şu çıkan şakırtıları duyuyor musun? Ne kadar ahlaksızsın. İçin bu kadar ses çıkarmamalı. Tamamen edepsizin tekisin,” diye fısıldadı arka arkaya. “Deliğin o kadar sıkı ki kasıldıkça parmaklarımdaki tüm kemikleri kıracakmış gibi hissediyorum yavrum.”
Kendimden geçmiş hâlde, “O zaman neden onu daha fazla aralamıyorsun?” diye sordum ve gırtlağından yükselen o kısık iniltiyi tutamadı. “İstediğin bu değil mi? Hepsini içime sığdırana kadar bunu yapmaya devam et.” Başım geriye düştü. “Doldur beni, lütfen.”
Parmaklarının içimde bir makasın keskin ağzı gibi açılıp kapanmaya başladığını hissettiğim anda boğazımda parçalanan çığlığı neredeyse dışarı bırakacaktım ama buna izin vermeden bacağımı geren elini çekip boğazıma yerleştirdi. Gözlerim geriye kaydı ve çığlık atmama izin vermeden boğazımdan kavrayarak parmaklarını içime çarpa çarpa sokmaya başladı. Çok yakındım. Lanet olsun. Çok yakındım.
Boğazımdaki eli çeneme ulaştı, çenemi sıkı bir şekilde parmaklarının arasına alarak, “Söyle,” dedi, bununla beraber emrinin ardından ilerleyen parmakları içimde daha delirtici bir noktaya dokunmaya başladı. “Eğer seni boşaltmamı istiyorsan söyle. Benimsin, senin olduğum gibi, benim yavrum, benim sevgilim, benim karımsın, söyle bunu,” dedi dişlerinin arasından konuşurken. Parmakları daha da hızlandı ve dünyam birdenbire hızla dönmeye başladı. “Neyimsin, söyle?”
“Seninim.”
“Söyle,” dedi, parmakları içimde makas gibi aralandı.
“Sevgilinim,” dedim heceler gibi.
“Sıralama yanlış. Sıralamayı doğru yapana kadar boşalamazsın. Senin neyinim? Baştan!”
Çenemi daha sıkı kavradı, boşalacağımı hissediyordum ama emrine itaat etmek isteyen tarafım beni baskılıyor, bu patlayışı durdurmam için bedenimi acıyla kıvrandırıyordu.
“Seninim,” dedim bilinçsizce. “Ahh! Yavrunum!” Gözlerim geriye kayarken tırnaklarımı bilinçsizce kollarına, ensesine saplamaya başladım, sırtımı iyice göğsüne bastırıp, “Siktir, evet!” diye bağırdım.
“Baştan!”
“Yapamam.”
“Parmaklarımı çıkarayım mı?”
“Hayır!” Ağlar gibi inledim. “Hayır!”
“O zaman beni ikiletme.” Parmakları içimde çengel pozisyonu alınca gözlerim kaydı. “Lütfen,” diye fısıldamamla, “Bir kez daha tekrarlamayacağım yavrum,” dedi sertçe.
“Seninim,” diye inledim parmaklarının etrafında sayısızca kez kasılırken. “Yavrunum.” Artık tüm vücudum titriyor, karnım içeri doğru göçüyor, bedenim yılan gibi kıvrılıyordu. “Sevgilinim. Ahhh!” Tırnaklarımı bilinçsizce çenemde duran eline sapladım ve “Karınım!” diye inlememle beraber, “İşte böyle, evet karımsın, ak şimdi, akıt hepsini,” diyerek parmaklarını içime âdeta sapladı ve yine o oldu; kendimi tutamadım, parçalandım, dağıldım, ardından şiddetle fışkırarak boşalmaya başladım.
Gözlerimi uzun süre aralayamadım, gözlerim kapalıyken her şey etrafımda dönüyormuş, ben titreyerek sabit durmaya çalışıyormuşum gibi hissediyordum. Bedenimdeki tüm ipler bir anda çözülmüş de ayaklarımın ucuna düşmüşlerdi sanki. Burnumdan ve ağzımdan verdiğim her nefes, yangına ait bir rüzgârmış gibi önce yüzümü yakıyor, sonra tüm bedenime yayılıyordu. Parmaklarını içime sokup çıkarmaya devam ediyor, ıslaklık etrafa sürekli sıçrıyor, artık iniltilerimi tutamaz hâle gelmiş hâlde üzerinde bükülüyordum.
Beni dik tutmaya çalıştı, ardından çenemi bırakıp büyük kolunu belime sardı ve içimi o şekilde parmaklarıyla doldurmaya devam etti. Ta ki bilincim ellerimin arasından kayıp gidiyormuş gibi hissederek kafamı çevirip onun kulağını dişlerimin arasında sertçe ezene dek. Gülüyordu, güldüğünü duyuyordum ama sanki bu sesi kilometrelerce öteden alıyordum.
Nefes nefese ona yaslanmış hâlde gözlerimi açıp karşımda duran aynaya baktığımda, aynanın boydan boya ıslak olduğunu gördüm. Yansımamız aynadan süzülen su birikintisinin içinde hareket ediyordu. Kolunu belime daha sıkı sararak titreyen bedenimi kendine bastırırken yanağıma ve omzuma iki büyük, sert öpücük kondurdu.
(+18 Sahne sonu.)
“Bu benim için tam bir ziyafetti,” diye fısıldadığını duydum ama nabzım öyle hızlı, nefesim öyle körük gibiydi ki bir şeyleri algılamak çok zor geliyordu. Ona tam anlamıyla sığındım çünkü eğer sığınmasaydım yere dökülecekmiş gibi hissediyordum.
Gurur beni kırılgan bir şeymişim gibi kucaklayınca göğsüne sokuldum, bedenim hâlâ titriyordu ve kendimi hem çok yorgun hem de tükenmiş hissediyordum ama bedenim bir o kadar da dinçti. Sanki benden bir sürü şey almış, bana bir sürü şey geri vermişti. Alıp götürdükleri zihinsel yorgunlukken, bana verdiği fiziksel bir gevşemeydi.
“Seni yıkamayı çok isterdim ama uykunu açmak istemiyorum bebeğim,” diyerek kucağında benimle yatağa girdi. Üzerimize yorganı çekerken, “Yarattığımız dağınıklığa aldırış etme, halledeceğim,” diye fısıldadı. “Dinlenmene bak. Bunu hak ediyorsun.”
Elimi boyun boşluğuna yerleştirip yanağımı çıplak göğsüne bastırarak sessizce gözlerimi kapatıp bekledim. Burada her şeyden uzaktaydım, burada sabah uyandığımda yeniden başlayacak koşuşturmadan, karanlıktaki olasılıklardan, kötü hislerden uzaktaydım; onunlaydım. Bencilceydi belki ama birdenbire kendimi iyi hissettim. Sabah uyandığımda vicdan azabı hissedecek olsam bile şu an iyi hissettiğimi yok sayamadım.
Dudaklarını saçlarıma bastırarak, “İyi uykular, sevgilim,” diye mırıldandı. “Rüyalarında da seni rahat bırakmayacağımdan emin olabilirsin.”
⛓️
Kulak üstü kulaklığımdan zihnime yayılan müziğin sesine kapılmış hâlde yürüdüğüm kaldırımda beni yağmurdan koruyan başımın üzerindeki lacivert şemsiyeydi. Şemsiyeye vuran yağmurun sesi kulaklıktan yükselen şarkıya eşlik ediyordu, onu duyabiliyordum.
Sabah uyandığımda Gurur yanımda değildi, oda toparlanmıştı, gecenin izleri odadan silinmişti ama yaşananlar zihnimde hâlâ bir lal taşı kadar parlak ve kızıldı. Babam akşam şehre geleceği için birkaç parça kıyafetimi alıp kızların evine bırakmıştım, ardından Cesur beni olduğum yerden almıştı ve ben de bir oyuncakçıya girerek Yener için pelüş bir fil almıştım. Cesur beni hastanenin yakınlarında bir yerde indirmişti, aslında inmek isteyen bendim, ne kadar karşı çıksa da biraz yürümek istediğimi söylemiştim ve o da her ne kadar gönülsüz olsa da elime bu lacivert şemsiyeyi tutuşturup hastaneye vardığımda onu aramamı rica etmişti.
Müziği durdurduğum an Biricik’in, “Zeliha!” diye bağırdığını duyup omzumun üstünden sesin geldiği yöne döndüm. Vatkalı deri ceketini kafasının üzerine koymuş, yağmurun altında bana doğru koşuyor, beyaz spor ayakkabıları çamura bulanmış hâlde görünüyordu. Şemsiyeyi ona doğru uzatıp onu da şemsiyenin altına aldığımda nefes nefese, “Dersten ancak çıkabildim,” dedi. “Yener’i görmeye geldin, değil mi? Dersin yok mu? Boşluyorsun çok.” Bana kızmış gibi kaşlarını çatınca dudaklarımda belli belirsiz bir gülümseme oluştu.
“Sırılsıklam olmuşsun. Devran ve Zeus’u birbirine sokacaksın bak,” dediğimde tek kaşını kaldırdı.
“Anlamadım?”
“Zeus Zeus.” Gökyüzünü işaret ettiğimde jetonu düşmüş gibi kıkırdadı.
“Dev, şemsiyesiz çıkma demişti ama şemsiyemi koyduğum yerde bulamadım.” Parmağını dudaklarına götürüp sus işareti yaptı. “Bu bizim sırrımız olsun, tamam mı? Dev ve Zeus kavga ederse, Zeus zarar görebilir.”
“Yener’i gördükten sonra derse gideceğim. Ayrıca evet, Zeus zarar görsün istemeyiz. O yüzden bir dahakine şemsiyeni kaybetme.” Cümlemi bitirdiğim anda koluma girdi, ona iyice sokuldum ve ıslanmadığına emin olduktan sonra hastaneye uzanan kaldırımda yürümeye başladık.
Hastanenin önündeki kafeteryanın saçakları altında sivil giyinmiş durumdaki askerleri gördüğümde Biricik’in bölümüyle ilgili anlattığı konudan koparak gözlerimi askerlere mıhladım. Zafer ve Yaman, saçağın altında sigara içiyorlardı, Sadullah telefonla konuşuyordu ve Vural da yere çökmüş, kafeteryanın önündeki büyük, beyaz köpeğin başını okşuyor, onunla konuşuyordu.
Gurur burada değildi, içeride olmadığından da emindim. Nerede olduğunu biliyordum, farkındalık içime ağır bir his olup çöktüğünde gözlerimi hastanenin giriş kapısına çevirdim. Emsal’i tuttukları hangarda olduğunu düşünüyordum. Hatta bu bir düşünceden fazlasıydı, orada olduğuna emindim.
Biricik, “Zeliş,” deyince gözlerimi ona çevirdim. “Dev çok endişeliydi. Dün gece gözüne uyku girmedi. İki paket sigara içti, salonda volta atıp durdu. Yener ile ilgili bir konu var sanırım ama sana açmaya da çekiniyorum. Gurur sana bir şey söyledi mi?”
Kalbimdeki ağırlık biraz daha artarken, “Evet,” diye mırıldandım. “Çekinmene gerek yok, bildiğin şeyi ben de biliyorum.”
Biricik başını önüne eğip, “Yener’i bu hafta taburcu edeceklermiş, eninde sonunda bu konu gündeme gelecek,” dedi.
Buna bir cevap vermedim. Vural’ın kafasını kaldırıp bize baktığını gördüm, elini kaldırıp bizi selamladı, ona el salladım ama diğerlerine bakmadım. Kulaklığı boynuma indirip hastanenin kapısından içeri girmeden önce şemsiyeyi kapattım ve Biricik de ıslak deri ceketini silkeleyip kolunun iç kısmına astı.
Abisi kılıklıya hastaneye sağ salim vardığımı bildiren bir mesaj yolladıktan sonra Yener’in tutulduğu odaya gitmek için asansöre bindim. Biricik benimle asansöre binmedi, çalan telefonunu açıp kulağına yaslayarak lobide usulca benden uzaklaştı. Kapanan asansör kapısının ardından son kez uzaklaşmaya devam eden Biricik’e bakıp gözlerimi yumdum.
Gözlerimi telefonumun ana ekranına indirdim. Saat 10.23’tü. Asansörün kapıları açıldığında telefonuma bir mesaj düştü.
Annem: Annem, kuzum arkadaşın için pekmez gönderiyorum babanla. Canının istediği bir şey varsa de bana onu da yollayayım.
Annem: Arkadaşına geçmiş olsun dileklerimi ilet, Muğla’dan istediği bir şey olursa desin babana, ben yollatırım ona da.
Zeliha Özdağ: Düşünmen yeter canım annem, seni seviyorum
Annem: Ben de seni seviyorum, babanla gelecektim ama bahçeyi bırakamam benden başka bakacak biri olmaz biliyon
Zeliha Özdağ: Biliyom biliyom, sen yorma zaten kendini. Ben geleceğim en kısa zamanda ziyarete
Annem: Dünyalar benim oldu bak şimdi
Gülümseyerek yeni bir mesaj yazacakken kafam birden sert bir göğse çarptı, panikleyerek kafamı kaldırdığımda, karşımda Onur Kırgız’ı görmeyi beklemediğimden donup kaldım. Şaşkınlığım yüzümden öyle net okunuyordu ki tek kaşını kaldırıp bu şaşkınlığın nedenini sorgular gibi gözlerimin içine baktı.
“Siz-” diyecektim ki “Canavar görmüş gibi bakmanızı beklemiyordum elbette,” dedi sözümü keserek. Bir adım geri çekilip elini takımının jilet gibi ütülü siyah pantolonunun cebine soktu.
Anlık bir mahcubiyetle, “Üzgünüm,” diyebildim.
“Sanıyorum ziyarete geldiniz,” dediğinde başımı sallamakla yetindim. Gözlerini elimde tuttuğum şemsiyeye indirip, “Dışarıda yağmur yeniden başladı demek. Hay aksi,” dedi kaşlarını çatarak.
“Siz niçin buradasınız?”
“Sağlık raporu almaya geldim,” diyerek elindeki kâğıt yığınını havaya kaldırdı. “Komandolardan birinin burada tedavi gördüğünü duydum. Durumu nasıl?”
“İyi,” dediğimde yüzünde aydınlık bir ifadeyle başını sallayıp, “Buna sevindim,” dedi. “Kendisini ziyaret etmek isterdim fakat maalesef görev beklemez. Gitmem gerek.”
“Geçmiş olsun dileklerinizi iletebilirim dilerseniz,” dedim.
Ela gözlerinde samimi bir ifadeyle, “Çok mutlu olurum,” dedi. “Zeliha Özdağ’dı değil mi? Yanlış hatırlamıyorum?”
“Evet.”
“Memnun oldum.” Tam yürüyecekti ki bir an durup, bakışlarını yeniden yüzüme çevirdi. “Sizi rahatsız etmek amacıyla sormuyorum fakat oldukça genç görünüyorsunuz, henüz sadece bir öğrencisiniz, değil mi? Kaç yaşındasınız?”
“Evet, öğrenciyim,” ardından Cenan’ın söylediklerini anımsayarak, “stajyerlik de yapıyorum,” diye ekledim. Onur başını aşağı yukarı salladı ve bir sonraki cevabımı bekliyormuş gibi yüzüme bakmaya devam etti. “Yirmi üç yaşındayım,” dedim bakışlarından kurtulmak adına.
Kaşlarını kaldırıp, “Epey gençmişsiniz,” dediğinde kibar olmak adına, “Siz de öylesiniz,” dedim, bu onu anlamsızca güldürdü.
“Zeliha Hanım, ben otuz altı yaşındayım.”
Ha?
Herif en fazla yirmi sekiz duruyordu.
Tepkim yüzümden okunuyormuş gibi başını iki yana sallayarak gülmesini saklamak adına elini dudaklarına götürdü. “Her seferinde karşımdaki insanlardan bu tepkiyi görmek hoşuma gitmiyor diyemem.”
Olabilir Zeliha, gayet olabilir, Gurur da en fazla yirmi beş gibi duruyor, ne var bunda? Eski nesil geç yaşlanıyor olabilir.
Gurur sanki kafamın içinde, “Eski nesil mi?” diye sordu şok içinde.
Birdenbire arkamda birinin varlığını hissettim, temas etmedi ama gölgesi sanki beni altına alarak karanlığa bürüdü. “Yürü,” dedi tanıdık bir ses, kafamı çevirdiğimde orada duran kişi Yaman’dı. Gözlerini Onur’a saplamıştı, benden oldukça uzun olduğu için gözleri bana temas dahi etmiyordu.
“Anlamadım?”
“Yürü,” dedi yeniden bana, gözleri hâlâ Onur’dayken.
Onur, yüzünde kayıtsız bir ifadeyle Yaman’a bakıp, “İyi günler,” dedi ve yanımdan sıyrılıp geçerek asansörlere doğru ilerlemeye başladı.
Bedenimi Yaman’a çevirip, “Adama yaptığın saygısızlığın farkında mısın?” diye sordum çatık kaşlarla. “Ayrıca ne hakla emir verir gibi konuşuyorsun sen?”
Yaman ileriye bakıyor, gözlerini bana değdirmiyordu bile.
“Şşş!” dedim sertçe. “Sana dedim!”
Cam siyahı gözlerini indirip yüzüme bakınca duraksadım, gözlerinde yine aynı donukluk, aynı düşmanca ifadeyle bakıyordu; siyah bir buzdan farksızdı.
“Sen benim kardeşimin sevgilisisin. Bana götmüşüm gibi davranmış olsa da bu onun benim kardeşim olduğunu değiştirmez. Sen yetki verilmiş bir köstebek olsan da onun sevgilisisin. Yani kimse sana göz süzerek bakıp yavşak yavşak gülemez,” dedi donuk bir sesle.
“Mağarasından çıkıp insan içine karışmış bir ayıyı uzun süredir görmüyordum,” dedim tek kaşımı kaldırarak. Bir zamanlar o ayı Gurur’du mesela.
“O ayılardan biriyle sevgilisin,” dedi aynı donuk sesle.
“Gurur gayet kibar biri.”
“Neredeyse yere uzanıp kahkaha atacağım,” dedi Yaman söylediğinin aksine taş gibi bir suratla.
Gözlerimi devirerek önüme dönüp koridorda ilerlemeye başladım. “O posta koyduğun adam size lazım olacak, bunu unutma,” diye homurdandım.
“Bize lazım olacak diye durup kardeşimin sevgilisine göz süzüşüne, sırıtışına kayıtsız mı kalacakmışım?” Sorusu gerginlik yüklüydü, gözlerimi ona çevirdim.
“İnsani iletişimler kurmuyorsun sen herhâlde?”
“Kadınlarla iletişim kurmuyorum. Kurarsam da böyle gevşekçe iletişim kurmam.”
“Bence de sen kadınlarla iletişim kurma.”
“Bana gereken bir kadın değil zaten, bana bulunduğum konum yetiyor,” diyerek hızlı adımlarla önüme geçti. Arkasından uzun uzun baktıktan sonra derin bir nefes alarak onu takip ettim. Odanın kapısının önüne geldiğimizde, “Gurur’a köstebeğinin burada olduğunu söyleyeyim, sen gir içeri,” deyince ona cins cins baktım.
“Adım Zeliha benim.”
“Gurur’a Zeliha’sının burada olduğunu, tünel kazmaktan vazgeçip hastanede dolaştığını söyleyeyim o zaman,” dedi.
Onu taklit edip, “Neredeyse yere uzanıp kahkaha atacağım,” diye homurdandım sinir bozucu bir ifade takınarak.
“Taklit yeteneğin berbat,” dedi. Ardından, “Muşta da içeride, kızını getirdi.” Durdu. “Bir kızı varmış. Bu bilgiyi çok normal bir şeymiş gibi vermeleri benim gibi biri için bile şaşırtıcıydı.”
“Dide, Yener’in durumunu bilmiyordu,” dedim kaşlarımı çatarak.
“Biraz hasta olduğunu söylemiş Yener’in. Yener’e moral olsun istemiş sanırım. Küçük çocukların insanın ruhunu iyileştiren bir etkiye sahip olduğunu söylerler, deneyimlemedim, o yüzden üzerinde yorumum olmadan söylüyorum bunu.” Boynunu sertçe çıtlattı, öyle bir çatırtıydı ki boynu falan kırıldı sandım. Tam içeri girecektim ki parmağını kaldırıp, “Ayrıca,” dedi, gözlerimi kıstım. “Gurur’un Kibariye olduğuna bile inanırım ama kibar olduğuna asla.”
Gözlerimi devirerek gülüp odanın kapısını tıklattım. Kapının arka tarafındaki gülüşme seslerinin ardından, Dide, “Gel,” diye seslendi. İçeri girdiğimde Dide, Yener’in yatağının kenarında oturuyor, Yener’e gülümseyerek bir şeyler anlatıyordu. Yener de gülümsüyordu ama benim içeri girdiğimi fark edince gözlerini çevirip bana baktı.
“Zeliş,” dedi Yener, düne oranla sesi daha canlı geliyordu. Gülümsemeden duramadım, adımlarım çözüldü ve ona doğru yürümeye başladım. Muşta, berjere oturmuş kızını ve oğlu yerine koyduğu adamı izliyordu. Yaman da arkamdan içeri girip kapıyı kapattı.
Sırt çantamı dizime koyup fermuarı açarak aldığım oyuncak pelüşü çıkardım. Fili gördüğü an gözleri bir çocuğun gözleri gibi parladı. Pelüşü ona uzatıp, “Fil çocuk istemişti,” dediğimde kara zorla da olsa bedenini doğrultmayı denedi.
Dide, “Filleri seviyor musun?” diye sorduğunda, Yener, “Filleri çok severim,” dedi.
Muşta’nın oturduğu berjerin çaprazındaki berjere oturup gözlerimi Muşta’ya değdirdim. Gözünü bile kırpmadan Dide ile Yener’i izlerken dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme yer alıyordu. Nedense bu gülümsemenin çok hüzünlü olduğunu hissettim, ardından içime çöken o karamsar hisle bakışlarımı Yener’e çevirdim. Filin arkasına yüzünü saklayıp, sesini değiştirerek, “Sen filleri sever misin, küçük hanım?” diye sorunca, Dide gülerek çenesini omzuna bastırıp, “Hım, severim!” diye bağırdı.
Yener yüzünü pelüşün arkasından çıkarıp Dide’ye baktı. “Filler onları sevmenden çok memnun olurlardı,” dedi şefkatli bir gülümsemeyle. “Değil mi, Bay Fil?” Pelüşe baktı ve eliyle filin kafasını oynattı.
Dide, “Sen hasta olmuşsun, üzülürüm diye bana söylememişler,” dedi ciddiyetle. “Ben de elma şekeri bulamadığın için gelemediğini sandım. Sonra hastalandığını duyup çok üzüldüm. Ben bir daha hiç elma şekeri yemem, yeter ki sen bir daha hasta olma, tamam mı?” Dide dudaklarını bükünce Yener içi gitmiş gibi ona uyarak dudaklarını büktü. Kahverengi, içinde rutubet lekeleri olan gözlerine çöken duyguları gizleyebileceğini sandım ama onları gördüm.
“Sana elma şekeri almak farz oldu, cimcime hanım,” dedi Yener.
“İyileş tamam mı? Babam çok üzüldü sen hasta olunca. Ben anladım aslında üzgün olduğunu ama neden üzgündü çözememiştim, sonra duydum ki sen hastalanmışsın. Benim babam seni çok seviyor, sen hasta olursan çok üzülüyor, babamı üzgün görünce ben de çok üzülüyorum,” dedi Dide bilmiş bilmiş. “Hem Bay Fil de çok üzülür, bir daha hasta olma.” Dide, fil oyuncağa baktı. “Değil mi, Bay Fil?” Yener elindeki oyuncak file bakarken, Dide filin kafasını tutup salladı ve “Bak,” dedi. “Gördün mü? Bay Fil de aynısını düşünüyor. Bir daha lütfen babamı üzme.”
Yener gözlerini kaldırıp Muşta’ya çevirdi. Muşta, bir süre Yener’in gözlerinin içine baktıktan sonra bakışlarını farklı bir yöne çevirip kaşlarını çattı. Yener’in sessizliği büyüyüp gitti, Muşta’nın yüzünü izlemeye devam etti ve Dide’nin heyecanla anlattığı şeyleri dinledi.
Sonunda Dide o kadar yoruldu ki yatağın kenarında uyuyakaldı. Yener, Dide’nin saçlarını bir abi şefkatiyle okşarken sessizdi, televizyonda bir çocuk kanalı açıktı ve Yener de sessizce televizyonda oynayan çizgi diziyi izliyordu. Sonunda gözleri bir defa daha Muşta’ya çevrildi ve “Annemi neden getirdiniz?” diye sordu, Muşta’nın bakışlarının yeniden Yener’e dönmesini sağlayan soruda çok fazla anlam gizliymiş gibi hissettim.
Muşta bir süre söyleyeceği gerçeği sindirmeyi kendisi de bekliyormuş gibi sustuktan sonra, “Her ihtimale karşı getirdik,” dedi, Yener bunun ne demek olduğunu bildiği için sussa da gözleri Muşta’nın gözlerinden ayrılmadı.
O ihtimalde ölü olduğunu biliyordu.
Yener’in bakışları usulca Dide’nin yüzüne indi, Dide’nin uyuyan yüzünü izlerken, “Bizimkileri tam kadro toparlamışsın ve bir hareketlilik var,” dedi. “Bu durum Emsal’in başının altından mı çıktı?”
Muşta bir süre bekledikten sonra, “Tam olarak değil,” deyince, Yener’in iki kaşının ortasında bir çukur oluştu.
Gözleri yeniden Muşta’ya çevrilirken, “Peki ya o zaman kim?” diye sordu.
“O örgütle alakalı ama Emsal’in planladığı bir şey değil.”
Yener bir süre sustuktan sonra, “Gölgeleri topladığına göre yakın zamanda harekete geçiyoruz?” dedi sorar gibi.
Birden kalbimin atışları sustu, zihnim ise göğsümdeki sessizliği yıkarak kaosu yarattı. Muşta uzun uzun Yener’in gözlerinin içine baktıktan sonra, “Biz çoktan harekete geçtik,” dedi ve Yener bir an kaşlarını çatıp, başını hafifçe yana çevirerek, “Ne?” diye sordu.
“Operasyon başarılıydı.”
Yener, “Ava mı gittiniz?” diye sordu. “Bensiz mi?” Sesindeki şaşkınlık mıydı yoksa hayal kırıklığı mıydı çözemeden ona baktım.
“İntikam almaya gittik,” dedi Muşta gözünü bile kırpmadan ona bakarken. “Senin kanını dökenleri birbirlerinin kanıyla yıkadık.”
Yaman, Yener’in afallayışını fark etmiş olacak ki onu neşelendirmek istiyor gibi, “Büyük eğlence kaçırdın oğlum, yan gelip yatıyordun o sırada,” deyince Yener’in bakışları usulca Yaman’a çevrildi.
Dudaklarını birkaç kez aralayıp geri kapattıktan sonra, “Hadi ya?” dedi sorar gibi. Neşesi kaybolmuştu, daha sonra bunun yersiz olduğunu fark etmiş gibi gülerek, “Köklerini kurutmuşsunuzdur,” dedi.
“Görüntüleri izlersin, keyiflenirsin,” dedi Yaman.
Yener, “Eğlenceyi kaçırdığım için keyfim kaçtı, sus,” diye homurdandı.
Mutsuz hissettiğini fark ettim, onsuz operasyona gidildiği, tüm ekip toplanırken aralarında olmadığı için bir yanının eksik hissettiğini. Gurur zihnimin içinde, “Kalbi delindi,” dediğinde kalbimin göğsümün derinliklerinde üşüdüğünü hissettim.
Muşta da bunu görmüş gibi bir süre onu izledikten sonra, “Ben Dide’yi götüreyim,” diyerek doğrulup kalktı. Sanki ortada bir türlü konuşulmayan bir konunun tüm ruhlara yaptığı bir ağırlık vardı. Muşta, Dide’nin uyku hâlindeki küçük bedenini kucaklayıp, “Yine geleceğim, evlat,” dediğinde Yener sadece başını aşağı yukarı sallamakla yetindi. Konuşulmayan şeylerin farkında olup olmadığını merak ettim.
Yaman, Muşta ile kucağındaki kızı için kapıyı açtığında ve onlarla beraber dışarı çıktığında, Yener ile yalnız kalmanın getirdiği bir gerginlikle sertçe yutkundum. Geriye kalan sessizliğin sonunun geleceğini biliyordum ama bu sonu, “Bana bunu kimin yaptığını biliyor musun?” diye sorarak getirmesini beklemiyordum.
Bakışlarım birden Yener’e döndü, ardından gözlerimi indirip kendi ellerime baktım ve “Açıkçası hayır, bilmiyorum,” dedim, bu cevabı zaten biliyormuş gibi sessizlik içinde kaldı. Bakışlarım ellerimde dolanırken, “Emsal’in birlikte olduğu kişilerin başının altından çıkmış, bunu biliyorum sadece,” dedi.
“Yapan kişi beni öldürmek isteseydi öldürebilirdi,” dediğinde sesine sinen o tehdit içimi ürpertti. “O, ölmemi istemiyordu.”
Neredeyse ölüyordun, Yener, diyemedim. Haklılığı ise daha korkunçtu çünkü yapanın ne kadar profesyonel olduğunu, onu ölümün pençeleri arasına bırakıp bir yandan da ölümünü durdurabildiğini düşündüm. Sadece mucize olma ihtimali daha mantıklı gelsin istiyordum ama karşımızdakinin bir profesyonel olduğu gerçeği de üzerine çizik atabileceğim bir olasılık olmakla kalmıyor, mantığın çığlıklarını zihnime dolduruyordu.
Oturduğum yerden kalktım ve Yener’in yatağının kenarına oturup, “Şu an iyisin, en önemlisi de bu,” dediğimde kahverengi gözlerini yüzüme sabitleyip, “Yakalanan ya da alınan leşlerden biri değil miydi?” diye sordu bu defa. “Bunu bana yapanın kim olduğunu bilmek istiyorum.”
Sessizce yüzüne bakıp, “Bunu öğrenemediler sanırım,” dedim.
Yener’in soracağı binlerce soru var gibiydi ama bunun yerine, “Kollarımın arasına gel,” diyerek zorlanarak da olsa kollarını benim için araladı. Hiç düşünmeden ona sokulup yanağımı omzuna yaslayarak kollarının arasına girdim. Güçsüz düşen kollarını yavaşça sırtıma sarıp, “Sana korkunç bir an yaşatanlardan biri de ben olmak istemezdim,” diye mırıldandı, söylediği şeyin altında ezildiğimi hissettim. “Özür dilerim, Zeliş. Seni özlemişim.”
Birdenbire benden özür dilemesi öylesine ağırıma gitti ki parmaklarım istem dışı üzerindeki kumaşı kavrayarak sıktı. Ağlamamak için dilimi damağıma yaslayıp nefesimi tuttum ama o sanki bunu hissetmiş gibi, “Geçti,” dedi. “Bir kâbusun daha sonuna geldin. Ben de buradayım artık.”
“Şu an tek düşünmen gereken kendin olmalı,” dediğimde güldüğünü duydum, bana sarılmaya devam ediyordu. Yıllar önce bir abim olmadığı için ağlayarak babama, “Bana bir abi yapın,” demiştim, babam çok gülmüştü, “Şimdiden sonra doğacak her çocuk, tıpkı Eymen gibi senin kardeşin olacak, sen abla olmak için doğmuşsun,” demişti ve bu beni daha şiddetli ağlatmıştı. Şimdi ise Yener’in kollarının arasındayken yıllar önce beni ağlatan o abinin yokluğunun kaybolduğunu, o boşluğun yerini Yener’in doldurduğunu hissediyordum. Abla olmak kesinlikle mükemmel bir histi ama bir kız çocuğunun abisi olması da çok güvende hissettiriyordu. Yener ağır yara almış olmasına rağmen kollarındayken güvende hissedince varmıştım bu sonuca.
“Ben yokken neler oldu bakalım?” Sorunun hemen ardından beni kollarının arasından hür bıraktı.
Yavaşça geri çekilip, avucumun içini yatağa bastırarak, “Neler olmadı ki?” diye sordum, bu onu güldürdü ve neşeyle, “Anlatsana kız o zaman, taksit taksit mi döküleceksin bana?” diye homurdandı.
“Medya peşimize takıldı, dahası mı var?”
“Hadi be?” dedi sorar gibi.
“Ama görmeliydin, Cenan ve ben çok havalıydık. Flaşlar patlarken böyle yürüdük ünlüler gibi.” Omuzlarımı dikleştirip salladım, yürüyor gibi yaptım, bu onu güldürdü. “Keşke topuklu ayakkabı giyseydim, Cenan giymişti çünkü. Havalıydı.” Yener bu defa başını geriye atarak gülünce ben de güldüm. “Ne? Ünlü oldum sayende. Televizyonda görmüş babam beni. Aradı.” Yener’in gözleri iri iri açıldı. “Ya, tabii!” dedim abartarak. “Az daha pılımı pırtımı toparlayıp Muğla’ya, köyüme dönüyordum valla.”
“Kahraman amca Gurur’u sünnet edecek.”
“Sünnetle kurtulursa iyi. Telefonda ben kızınla evleneceğim dedi babama. Hangi yürekle diyorsa, valla iki kaza kurşununa gidiverir benden demesi,” diye söylendim ama söylediğim şey yanaklarıma bir kızıllık katmıştı.
Yener dudaklarını öne uzatıp, tabi tabi der gibi bakarken, “Evlencem senin kızınlan dedi demek babana,” dedi alayla.
“He, öyle dedi.”
“Sen de heyecandan bayıldın orada.”
“Bayılmadım bir kere. Bayılsam nasıl duyacaktım konuşmalarının hepsini? Allah Allah!”
“Nasıl oldu da kendini yere atmadın ya?”
“Dizlerim titremedi diyemem.”
Kahkaha atmamak için kendini sıktı. “Güldürüp durma, canım acıyor,” dediğinde bir an duraksayarak ona bakıp, “Özür dilerim,” diye fısıldadı.
“Lan saçmalama, özür dile diye mi dedim ben?” Filin hortumuyla kafama vurdu. “Biraz ortadan kayboldum, döndüğümde seni duygusal ibne olarak buldum iyi mi?”
“Sakın bir daha o kadar uzun süre uyuma, Yener,” dedim birden ciddiyetle. Kurduğum cümle belki de duygulara yenik düşerek yapılmış bir yanlıştı, söylenmemesi gereken bir şeydi ama içimde darmaduman olan camların kırıkları öyle çok kesmeye başlamıştı ki beni, artık attığım her adımda arkamda duygularımın kan lekelerini bırakıyormuşum gibi geliyordu. Konuşmasam ölecekmişim gibi hissetmiştim artık.
Oyuncak fil elinde öylece durup gözlerimin içine baktı ve “Hiç uyanamayacağımı hissettim,” dedi sessizce, sesine bulaşan geçmişe dair bir anı gibiydi ama o anıyı hiçbir zaman bilmeyeceğimi hissettim; sanki onun göğsünün derinliklerinde ket vurduğu acı dolu bir anıydı ve kendisinden başka kimseyle paylaşamayacağı kadar derinden yaralıyordu onu.
“Ben uyanacağını biliyordum, fil çocuk,” dediğimde bakışları gözlerimde derinleşti. “Bunu kalbimde daima hissettim. Çünkü benim tanıdığım Yener Açıkgöz, öyle kolay vazgeçecek bir adam değil.”
Lütfen Yener, lütfen vazgeçme, lütfen gerçekler üzerine bir bina gibi yıkılmaya başladığında enkazın altında sessizce sonu bekleme çünkü seni büyük bir yıkım bekliyor ve ben ilk kez başka biri için bu denli korkuyorum.
Sessizce gözlerinin içine bakarken sustuklarımı görmesinden hem korktum hem de her birini görmesini, bu savaş için hazır olmasını istedim.
“Benim de vazgeçmeye çok yakın olduğum zamanlar oluyor, Zeliha,” dedi Yener, sesi birdenbire öylesine ciddi duyuldu ki kalbimin atışları yeniden yavaşladı. Duyacaklarımın beni yaralayacağını hissetsem de can kulağıyla onu dinlemeye devam ettim. “Uğrunda savaşacağım hiçbir şey olmadığını hissettiğim çok oluyor. Sonra durup sen komandosun diyorum kendime, senin yerin kara toprak değil, olmamalı, senin yerin bu dağlar.”
Kurduğu son cümlenin ağırlığını, kalbime bir bıçak gibi battığını biliyor olsaydı yine de o cümleyi kurar mıydı? Bilmiyordum.
“Vazgeçmeye çok yakın olduğun anlarda artık düşündüğün tek şey dağlar mı?”
Sorum bir an için duraksayarak gözlerimin içine bakmasına neden oldu. Solan beyaz güllerin sahibini o gözlerde görmeyi zaten bekliyordum ama o gözlere sinen bu derin, anlamlı bakışları görmeyi beklemiyordum. Sanki artık Simge’nin onda kim olduğunu biliyordu; onun için kim olduğunu biliyordu. Bana bir cevap vermedi ama gözlerinde çok fazla cevap gördüm. Gözleri ne ruhunu ne de kalbini gizleyemedi.
“Seni herkes bekledi,” diye fısıldadım, gözlerini gözlerimden ayırmadan bir sonraki cümleyi bekledi. “Ama en çok da Simge bekledi.” Sertçe yutkundu. “Aldığın gülleri bir an olsun kucağından indirmeden bekledi seni. Güller onun kucağında soldu, yine de onları hiç bırakmadı. Solmuş gülleri bile bırakmayan biri, seni bırakır mı peki?”
Sorum ona acı mı verdi huzur mu bilmiyordum. Sadece gözlerine çöken hisleri gördüm. Saklanamıyorlardı artık, Simge onları çoktan sobelemişti ama bu defa gözleri bağlı olan Simge’ydi, o hisleri sobelemiş olmasına rağmen onları göremiyordu. Yine de gitmeyeceğini hissettim. Yener için burada duracaktı. Gözleri bağlı olsa bile.
Bir süre sonra, “Ona da kâbusu yaşattım,” diye fısıldadı ve kendisin suçlayıp durması damarıma bastığı için çenesini kavrayıp kafasını kaldırdım. Gözlerine yansımalarını veren suçluluk duygusunu görmek kaşlarımı çatmama neden oldu.
“Orada kendi kendini vurmuşsun, her şey senin yüzünden olmuş, birinin hedefi olmak senin suçunmuş gibi konuşmayı derhâl kesiyorsun, Dağcı Komando Açıkgöz,” dedim sertçe. “Kâbusu yaşatan sen değildin. Kâbusu senin sevdiklerine bir başkası yaşattı. Bu hikâyenin bu defa tek bir masumu vardı, o da sendin, anlatabiliyor muyum? Kâbusu ne zaman yaşardık, biliyor musun? Sen vazgeçseydin yaşardık.” Parmaklarımı çenesinden çekip, elimi elinin üzerine örttüm. “Ama her zaman bildim. Benim abim olan Yener Açıkgöz, vazgeçmez.”
Yener, birkaç saniye donup kaldı. Ardından hiç beklemediğim anda, kendi canını acıtmak pahasına hızla kollarını açıp beni kollarının arasına çekti. Çenemi omzuna yaslayıp, ellerimi sırtına yerleştirirken, “Sakın kendini suçlama,” dedim, “çünkü senin sürekli kendini suçlamandan nefret ediyorum.”
“Çok konuşuyorsun ulan,” diye homurdanarak bana sarılmaya devam etti. “Kesin anam bir kız doğurmuş olsaydı, aynı senin gibi çenesi düşük olur, beni sinir ederdi.”
“Sinir mi ettim seni?”
“Evet, ettin.” Sıkıca sarılmaya devam etti. “Keşke gerçekten kız kardeşim olsaydın. Belki zaman akıp giderken o taşkınlıkların hiçbirini yapmaz, kendimi sana iyi bir abi olabilmeye adayabilirdim. Bu adama dönüşmezdim belki.”
“Bu adam bu adam diye direttiğin hangi adam bilmiyorum ama şu an tanıdığım adam, düşündüğü adam değil, bunu bil.” Avucumu sırtına vurup, “Sen insanların değişebileceğinin kanıtısın, Yener. Sen bu dünyada büyük hatalar yapmış olabilirsin ama o hataları telafi edebilecek yolları yavaşça bulabilmiş, sandığının aksine, o asla onlar gibi olamam dediğin bir grup adam gibi olabilmeyi öğrenmiş bir adamsın. Öğreniyorsun.”
“Öyle mi düşünüyorsun?”
“Evet,” dedim, “evet, kesinlikle öyle düşünüyorum.”
“Keşke böyle biri olmasaydım,” dediğinde, “Artık olacağın kişiyi seçmek senin elinde,” diye devam ettim cümleme. Geri çekilip gözlerinin içine baktım. “Savaş. Her şeyle savaş, Yener. Gerekirse kendinle bile savaş. Bundan sonra yapacaklarının sadece senin ruhunu eksiltmeyeceğini, aynı zamanda birini de çok inciteceğini hatırlat kendine. Ona göre kararlar al, ona göre yaşa, ona göre adımlar at.”
Söylediklerim onun için büyük bir sarsıntıya neden olmuş olsa da kendini çabucak toparlayıp, “Senden iyi motivasyon konuşmacısı olurmuş,” diye alay etti ama özünde söylediklerimin onu ne denli etkisi altına aldığını görebiliyordum. Yener Açıkgöz’ün ruhu da tıpkı kalbi gibi sarsılmıştı. Kalbindeki sarsıntının nedeni Simge olmalıydı, ruhundaki sarsıntıyı da ben yaratmıştım.
“Elimden geleni yaparım,” demesini beklemesem de “Elinden gelenin fazlasına ihtiyacın olacak,” dedim dürüstçe. Bana dikkatle baktı. Gülümsedim.
“Buradan bir an önce çıksam iyi olacak,” diyerek bakışlarını farklı yöne çevirdi. “Hastane odası beni duygusal bir göt lalesine çevirmeye başladı.”
Bakışlarımı televizyona çevirip, “Çizgi film izlemeler, oyuncak istemeler falan,” diye alay ettim.
Göz ucuyla televizyon ekranına bakıp derin bir nefes aldı ve “O nerede?” diye sordu, sorusu anlık duraksattı beni ama sonra kimden bahsettiğini anladım ve gülümsedim.
“İnan bana, o hepimizden daha çok kalmıştır burada.”
Yener sertçe yutkunup, “Şimdi nerede o zaman?” diye sordu bir çocuk gibi.
“Bugün derse girecekti, üstelik amcam da çok endişelenmiş. O kadar uzun süre telefona bakamadı ki…” Yener, söylediğim şey üzerine yüzüme daha büyük bir ısrarla, neler olduğunu bilmek istiyormuş gibi direterek baktı. “Onun düşüp bayılana dek bir sandalyenin üzerinde oturup seni beklediğini söyleseydim kesin çok üzülürdün ama tabii ki böyle bir şey olmadı,” dediğimde, bunun olduğunu anlamış gibi gözlerini gözlerime saplayıp sertçe yutkundu. “Günlerce serum almadı, odada falan da kalmadı, hele senin uyanman için annenden seni uyandırmasını asla rica etmedi,” diye devam ettim cümleme. “Ellerine de solmuş güllerin dikenleri batmadı ayrıca.”
Gözlerinin önüne Simge’nin dikenlerin batması sonucu kan revan içinde kalan yaralı parmakları gelmiş gibi kaşlarını acıyla çattı. Öyle bir çatıştı ki bu, sanki parmak uçlarında Simge’nin parmak uçlarına batan dikenleri hissediyordu; hayır, dikenlerden fazlasını, bıçakları hissediyordu.
“Ona bir iyilik yapmak ister misin?” diye sorduğumda gözlerini usulca yere indirip başını bir çocuk gibi salladı. Çenesini tutup kafasını kaldırarak gözlerime bakmasını sağladım ve “Hemen iyileş ve sakın pes etme,” dedim keskin bir sesle.
Sakın pes etme. Çünkü seni büyük bir sınav bekliyor. Tüm hayatını etkileyebilecek, vazgeçmemen gereken bir sınav, kazanman gereken bir sınav. Kazan, Yener. Yoksa her şeyini kaybedeceksin.
İçime batan, kendi düşünceme ait kelimeler oldu.
Sanki başına geleceklerin farkındaymış gibi sessizce, “Denerim,” diye fısıldadı.
Deneme, Yener. Lütfen deneme. Yap.
Derin bir nefes alarak, “Buradan çıktığında ve kendini daha dinamik, eskisi kadar atletik ve her ne kadar yaşın kırılmış olsa da genç hissettiğinde kesinlikle pikniğe gitmeliyiz,” dedim. Yaşına vurguda bulunmam bana bön bön bakmasına neden oldu. Gülerek konuşmaya devam ettim, üzgünken çok hızlı konuşurdum ama bunu Gurur’dan başkası bilmiyordu; o yüzden şanslıydım. “Düşünsene şimdi gidiyoruz pikniğe, Muşta mangalı yakmış, Dide küçük bir karton parçasıyla yelliyor bıcır bıcır. Tüm ekip top oynuyor, biz sofrayı kurmuşuz, Girdap da seni güneşin altında kalma diye ağacın altına park etmiş.”
“Park mı etmiş?”
“E sonuçta seni tekerlekli sandalyeyle götüreceğiz.”
“Felçli Ali Rıza mıyım ben lan?”
“Farkın yok gibi duruyor kardeşim, özür dilerim,” dediğimde bana dik dik baktı. “Bacaklarına da battaniye örteriz. Ağacın altında park hâlinde bizi izlersin öyle.”
“Park hâlinde bırakılmış eski bir Tofaş muamelesi görmem beni biraz incitti.”
“Üzülme, kocan Girdap sana pişen etlerden getirip elleriyle yedirir.”
“Galiba ellerimi de kullanamıyorum, o kadar felçli hâldeyim,” dedi hayretler içerisinde.
“Konuşamıyorsun da, yazı tahtası var yanında, Vural sık sık söylemeye çalıştıklarını tahtaya yazıyor ama yazan Vural olduğu için hiçbirimiz anlamıyoruz ne demeye çalıştığını.”
“Oğuz götümü parmakladı videosu geldi aklıma,” dedi Yener, işte şimdi gerçekten gülüyordu. “Zileli de gelmiş zaten, Oğuzhan kesin bunu yapar.”
Kahkaha atmaya başladım. O kadar çok güldüm ki gözlerimin kenarları yaşlarla doldu. Ama bu yaşlar, güldüğüm için miydi yoksa içimde sakladıklarım yüzünden miydi, işte bunu ben bile bilmiyordum.
Yener, parmaklarını gözyaşlarıma dokundurunca duraksadım. Bana içten bir gülümsemeyle, “Sorun yok,” dedi. “Kendini bu kadar hırpalama.”
Yener’in söylediği şey, içimdeki o parçalanma durumunun hızlanmasına neden oldu. Bir ada parçası gibiydim, parçalanıyordum sanki ve denizin yüzeyinde bana ait parçalar yüzüyordu; bir daha bütünleşemeyecekmiş gibi hissediyordum. İnsan bazen bir daha birleşemeyecekmiş, paramparça kalacakmış gibi hissederdi.
Yener’in gözlerinin içine bakıp buruk bir gülümsemeyle, “Teşekkür ederim,” dedim.
“Neden?” diye sordu.
“İyileştiğin için.”
Şefkatle gülümseyip, kolunu zorlanarak kaldırıp avucunu başımın üzerine koydu, başımın üzerini okşarken, “Asıl ben teşekkür ederim,” dedi içtenlikle.
“Neden?”
“Benim kız kardeşim olduğun için.”
Kendimi hem çok mutlu hissettim hem de çok mutsuz hissettim. Mutluydum çünkü duygularımız karşılıklıydı. Ben nasıl onu abim gibi seviyorsam, o da beni kız kardeşi gibi seviyordu. Mutsuzdum. Çünkü ondan sakladığım bir şey içime diken gibi batıyordu ve o şeyin bir ihtimalken gerçeğe evrilme durumu beni çok korkutuyordu.
Avucu hâlâ başımdayken, “Bence yakın zamanda Gurur ve seni ciddi bir yola girmişken göreceğim,” dedi, ona garip garip baktım. “Erdim ben. Müneccim olarak açtım gözlerimi, haberin olsun.”
Gözlerinin içine bakıp, “Hadi oradan, salak,” dediğimde güldü. “Hem var ya, bence ciddi yola giren ben olmayacağım…”
“O nereden çıktı?” Kaşlarını çattı. “Vural ve Nihan var sırada, doğru…”
“Yok,” dediğimde durdu.
“Uyanır uyanmaz beni mi evlendiriyorsun lan?”
“Hayır ama senin için evlilik istiyor galiba Yenerciğim…” Utandı mı yoksa şaşırdı mı bilmiyorum ama gözlerini anlık benden uzaklaştırdı ve tam da o anda, “Muşta ve Cenan evlenecek galiba,” dedim, bununla beraber Yener’in gözleri kocaman açıldı, bakışları birden bana çevrildi.
“Ha?”
“Muşta’ya göre bu sadece formaliteymiş tabii, yersen…”
“Aynen, ben de bakirim zaten,” dediğinde gülerek başımı iki yana salladım. “Bunun bu kadar erken olmasını beklemiyordum. Ne formalitesi ayrıca? Taksit taksit anlatma be kızım!”
Ona kısaca durumu anlattım, ayrıntıları benden dinlerken yüzünde alaycı bir ifade vardı. Ben ve muhtemelen diğerleri gibi o da Muşta’nın bunu bir bahane olarak sunduğunu düşünüyordu; bunu bakışlarından anlamak mümkündü.
“Ulan,” dedi, “iki dakika götü devirip yattık, neler olmuş, vay anasını. Az daha uyusam siz Gurur’la ilk çocuğunuzu kucağınıza almış olacaktınız herhâlde.”
Bir süre daha gülüştük, moralinin yerine geldiğini fark ettim. Yüzü hâlâ solgundu, yorgunluğu okunuyordu ifadesinden ama artık daha aydınlık gözlerle bakıyordu. Ben kalkmak için hazırlanırken kapı açıldı, içeri Devran ve Biricik’e eşlik eden bir isim girdi. Bu kişi Yasemin teyzeydi.
Yener’in gergin bir şekilde doğrulup, dudaklarına ezbere bir gülümseme yerleştirdiğini gördüm. Hem annesini kırmaktan inciten hem de ona incindiğini gizleyemeyen bir gülümsemeydi bu. İçim acıdı.
Sessizce kapıya yönelirken Biricik’e gülümsedim, o da bana gülümsedi ve Yasemin teyze, “Güzel kızım, gidiyor musun?” diye sorunca bakışlarım ona çevrildi.
“Evet Yasemin teyze, dersim var. Yine uğrarım.”
“Yeşil gözlü güzel kız nerede?” Sorusu beni duraksattığı gibi Yener’i de duraksattı. “O da okul okuyordu değil mi?”
“Evet, o da derste olmalı şu an. Mutlaka uğrayacaktır.”
“Uğrasın uğrasın, pek güzeldi maşallah.” Gözlerini Yener’e çevirdi. “Allah nazarlardan saklasın, sakınsın.” Yener sessizdi, Yasemin teyze konunun üzerine gitmektense bana gülümseyip, “Sonra görüşürüz o zaman,” dedi, bir şey söylemeden başımı sallayıp odadan çıktım.
Yaklaşık dört saati okulda geçirdim, fakülteden çıkarken yağmur çoktan dinmişti ama sokak ıslaktı ve gökyüzü hâlâ griydi; yağmurun huzur veren kokusu toprakla bütünleşerek her yana dağılmıştı. Durağa doğru ilerlediğim esnada Simge’nin duraktaki bankta oturduğunu gördüm. Adımlarım hızlandı, beni fark edince elinde tuttuğu kitabın kapağını kapatıp çantasına koyarak ayağa kalktı.
“Hastaneye uğramayacak mısın?” diye sormadan hemen öncesinde dudaklarımı yanağına bastırdım.
“Uğrayacağım ama önce gitmek istediğim bir yer var.”
“Nereye gideceksin?”
“Çarşıda dolaşırken bir dükkân görmüştüm, o dükkâna gideceğim. Benimle gelmek ister misin?”
Otobüsü işaret ederek, “Birlikte gidelim, merak ettim,” dedim. Merkeze inmemiz çok uzun sürmedi, çoğu öğrencinin aktif olarak ders saati olduğundan çok kalabalık değildi, bu yüzden oturacak yer bulabilmiştik.
Kafeler Caddesi’ne yakın bir durakta inip, gül ve mum kokan sokaklarda ilerlemeye başladık. Sokağın öyle güzel bir kokusu vardı ki gittiğim hiçbir şehirde bu kokuyu solumadığıma yemin edebilirdim. Isparta benim için sokakları gül ve mum kokan bir şehirdi, her köşesinde kokulu mum satan tezgâhlar görebilirdiniz ve geçtiğiniz her kaldırımın köşesine gül özleriyle dolu binlerce ürünün olduğu mağaza yerleştirmişlerdi.
Ara sokaklardan birine girerken dakikalardır sessiz ilerlediğimizi fark edip gözlerimi Simge’ye çevirdim. Akşam usul usul geliyordu, gökyüzü gri olduğu için saati ayırt etmek zordu; bu yüzden gecenin birdenbire çökeceğine emindim.
Birkaç adımdan sonra, “Simge,” dediğimde duraksayıp omzunun üstünden bana baktı. Ne kadar dalgın olduğunu yeşil gözlerinde gördüm. “İyi misin?”
“Son bir haftanın silinip gitmesi zor olacak gibi,” dedi dürüstçe. “Ne zaman gözümü açsam bunun bir kâbus değil, gerçek olduğunu fark ediyorum. Benim için zor biraz.” Karşıdan karşıya geçerken sustuk. Ardından yeniden konuşan o oldu. “Sen gerçekten güçlüsün. Çok fazla şeye göğüs geriyorsun, Zeli.”
“Hissettiğin şeyleri küçümser gibi konuşma,” dediğimde, “Sen çok daha ağırlarını yaşadın ama bir çocuk gibi mızmızlanmadın hiç,” diye mırıldandı.
“Sen de mızmızlanmadın ki Simge,” dedim çatık kaşlarla. “Sen bir köşeye geçtin, kimseye dokunmadan, kimseye göstermeden yıkıldın. Kalabalık bir sokaktaki bir bina gibi.”
“Yıkılan bir sürü bina vardı, ben de onlardan biriydim,” dediğinde, “Sen diğer binaların sesini kesmemek için kendi içine yıkıldın ama,” dedim ve bu kurduğum cümle, onun hayatında çok büyük bir yer edinmiş gibi sertçe yutkundu. Bir şey bu cümlemi asla unutmayacağı hissiyle dolmama neden oldu.
Peri ışıklarının sarmaşıklar gibi birbirine dolanarak indiği o cam vitrinin önünde durduğumuzda, “Geldik,” diye mırıldandı.
Doğal taşların vitrinin arkasındaki ahşap standın üzerinde mücevher gibi parladıklarını gördüm. Simge bir şey söylemeden dükkândan içeri girdi, birkaç saniye vitrinde duran taşları izledikten sonra ben de arkasından içeri girdim. Yaşlı, saçlarının tamamı aklara boyanmış ve kalın meliği beline dek uzanan bir kadın, oturduğu yerden kalkarak, “İyi akşamlar,” deyip gülümsedi. Elleri kınalıydı, üzerinde çiçekli bir elbise vardı ve elektrikli bir soba hemen sandalyesinin önünde yanıyordu.
“Aa sen, yeşil kız,” dedi kadın Simge’yi tanımış gibi. “Dün de buradaydın, değil mi? Yanlış hatırlamıyorsam…”
“Evet,” dedi Simge.
“Hoş geldin.” Kadın, mavi gözlerini bana çevirip, yüzündeki kırışıklıkların daha da derinleşmesini sağlayacak bir gülümsemeyi yüzünün sınırlarına çizdi. “Sen de hoş geldin güzel kızım. Size nasıl yardımcı olabilirim?” Doğal taşların olduğu standa doğru yürüyüp, “Yeni tütsülediğim, enerjisi çok kuvvetli bir sürü taş geldi,” dedi.
Simge, “Bana hüznünü giderebilecek bir taşım var demiştiniz, hatırlıyor musunuz?” diye sorunca kadın gülümseyerek, “Ağlıyordun, inci gibi düşüyordu gözyaşların, elimden bundan başka bir şey de gelememişti,” dedi. Gözlerimi Simge’ye çevirdim ama uzun süre ona bakamadım, bakışlarımı yeniden yaşlı kadına çevirdim.
“Hüznü yok etmez ama gözyaşını bir nebze olsun dindirir,” diyerek ak bir taşı parmaklarının arasına aldı.
Simge, “Ben kendim için değil, başkası için bir şey istemeye gelmiştim sizden,” dedi.
“Kim için?”
“Benim için çok önemli biri için.”
“Onun sendeki anlamı nedir?” Kadın standın cam çekmecesini açınca taşlar yoğun bir şekilde parlamaya başladı. “Neye ihtiyacı olduğunu düşünüyorsun?”
“Kendini mutlu hissetmesini istiyorum, huzurlu hissetmesini, kötü düşüncelerin ona dokunmamasını,” diye fısıldadı Simge taşlara uzun uzun bakarken. “Kalbinin iyileşmesini.”
Soğuyan parmaklarımı avucumun içine bastırıp yutkundum. Kadın, bir süre Simge’nin gözlerinin içine baktıktan sonra, “Amber taşını bilir misin?” diye sorunca, Simge, “Kehribar mı?” diye sordu.
“Evet, kehribar.”
Kadın yavaşça bizden uzaklaşıp boncuklu perdenin arkasındaki odaya girdi, bir süre boyunca oradan çıkmadı. Yeniden yanımıza geldiğinde ise elinde bir kutu tutuyordu. Kırmızı, kadife, kare şeklinde ama büyükçe bir kutuydu. Yaşlı kadının kırışmış elleri, yılların ve yaşadığı tüm hayatın izlerini barındırıyor gibiydi. Bir zamanlar bizim yaşlarımızdaydı; seviyor, seviliyor, belki de sevmenin ne kadar acı bir şey olduğunu deneyimliyordu. Gözlerim bir süre kadının yaşını ele veren ellerinde asılı kaldı.
Kadının elleri kutuyu nazikçe tutarken, “Gözlerindeki gözyaşlarının sebebinin bir adam olduğunu anlamıştım,” demesi Simge’nin gözlerinin kadının ellerinden ayrılarak yüzüne dönmesine neden oldu. “Sen gittikten sonra bile gözyaşların burada, bu eski dükkânda benimle kaldı kızım.”
Kutuyu açtığında kadından ayrılan gözlerim kutunun içindekini görme arzusuyla aşağı kaydı. Kutunun içindeki kehribar kolyeye bakakaldım. Bu kolye, minicik bir anatomik kalbin özenle oyulmasıyla meydana gelmişti ve kalbi oluşturan ham madde kehribardı. Anatomik kalp şekli verilmiş kehribar iki farklı renkte parlıyordu. Bazen yakut kırmızısı bazense güneşin altında yanıp sönen altın sarısı… Taşların arasındaki boşluklardan sızan parıltılar kolyeye derinlik, benzersizlik katıyordu.
“Bu bir kehribarın kalbidir,” dediğini duydum yaşlı kadının.
Çok ince bir işçilikle yapıldığı, el emeği göz nuru olduğu belliydi; her bir ayrıntının üzerinden titizlikle geçilmiş olmalıydı. Kolyeyi peri ışıklarına doğru kaldırdığında, kalp şeklindeki kolyenin ışığa verdiği tepki büyüleyiciydi. Kehribarın içindeki dünya, ışıkla birlikte açığa çıkmıştı âdeta. Kolyenin yansımaları sanki kadının dillendirmediği bir masalı anlatmaya başlamıştı. Simge, tüm dikkatini kolyeye vermişken aradığının bu olduğunu biliyor gibi görünüyordu.
“Kalbinin iyileşmesini, tüm kötü düşünceler, duygular, hislerden arınmasını istediğin o adam kimse, bu kolye onun boynuna çok yakışacak.” Yaşlı kadın, kolyenin zincirini parmaklarının arasına alarak kolyeyi ininden çıkardı.
“İstiyorum,” dedi Simge hiç düşünmeden. “Lütfen bu kolyeyi benim için paketler misiniz?” Omzunun üstünden bana baktı. “Sen de Gurur’a bir şey almalısın.”
Yaşlı kadın gülümseyerek kolyeyi kutunun içine koydu ve kasaya ilerledi, titreyen elleriyle kolyenin kutusunu paketlerken gözlerini bana çevirip, “Sen de sevdalandığın çocuk için mi arıyorsun?” diye sordu.
“Evet,” dedim hiç düşünmeden. “Bana nasıl bir taş önerirdin?”
“Ona gözlerini hatırlatacak bir taş almalısın çünkü eminim gözlerini çok seviyordur,” dedi kadın gülümseyerek. “Maşallah, çok güzel gözlerin var.”
“Ben koruyucu bir taş istiyorum,” dememle, Simge’nin gülümseyerek omzunu omzuma sürtmesi bir oldu. Yaşlı kadının bakışları yüzümde uzunca bir süre dolaştıktan sonra paketin kenarlarını bantladı ve “Koruyucu bir taş demek,” diye mırıldandı.
“Evet, onu tüm tehlikelerden koruyacak bir taş istiyorum. Ne önerirdiniz?”
“Hem gözlerine benzeyen hem de onu tüm kötülüklerden koruyacak bir taş, evet, bu bende var.” Yavaşça eğilip kasanın alt gözünü açtı, bir kutu çıkarıp tezgâha koyduktan sonra, “Eskiler ona kalp taşı der, yeni nesil ise ona lal der,” dedi. “Yürek, sevda, kalp taşı.” Derin bir nefes aldı. “Sevda insanı tüm kötülüklerden korurmuş.”
Kasaya doğru yürüyüp kadının tam önünde durdum. Meraklı bakışlarım onu eğlendirmiş gibi, “Ne şanslı delikanlılar var bu dünyada,” dedi. “İki güzel genç kız sevdalanmış onlara.” Simge’nin sessizliği bir onay mıydı yoksa sadece ne diyeceğini mi bilemiyordu, işte bunu bilmiyordum.
Kadın, bu defa enlemesine uzun, ince bir kutu çıkardı, kutunun rengi lacivertti. Kutu açıldığında içinde bir bileklik göreceğimden neredeyse emindim, şaşırmadım, beni bekleyenin bu olduğunu kalbim hissetmiş gibiydi. Çünkü daima bileklerimizden bir kelepçeyle bağlandığımızı hissetmiştim Gurur’la. Sanki kader bizi birbirimize yazmadan öncesinde bizi birbirimize sonsuza dek bağlayacak bir kelepçe var etmişti.
Lal taşından yapılan bilekliğin taşında damarlı şekiller vardı, şafakta gökyüzünü saran kızıl gölgelere benziyordu. Zincir halkaların arasında ikimizi birbirine bağlayan kaderin kan damlaları gibi görünen taşlara bakarken kalbimin atışlarının hızlandı.
“Sevda zor bulunur, kolay kaybedilir, bir ömür de acısı çekilir,” dedi kadın bilekliğe uzun uzun bakarken. “Bu iki parça benim koleksiyonumun nadidelerindendir, kızlarım.” Derin bir nefes aldı. “Ben bunları ilk kez zincirlerine dizdiğimde herhâlde sizin yaşlarınızda ya vardım ya yoktum.” Solgun bakışlarının uzaklara dalıp gittiğini fark ettim, iç dünyasındaki enkaza çekildiğini o an fark ettim.
“Güzeldim, siz kadar olmasam da. Dolgun yanaklarım vardı.” Titreyen ellerini yanaklarına götürdü. “Biraz irice bir kızdım, gözlerim badem gibiydi, böyle düşmemişti göz kapaklarım. Kasabadakiler güzellik tanımını yeniden yazabilecek bir kız bu derdi, ünlü olsun, şöhret olsun derlerdi benim için.” Gülüp başını iki yana salladı. “Bir gün onunla karşılaştım. Bahar bitiyordu ama çiçekler öyle bir kokuyordu o gün, sanki baharın ilk günüydü. Onu karşımda gördüm. Upuzun, dal gibi, film aktristi sanki. Kalbim yerinden çıkacak.”
Abartıyla avucunu kalbine götürdü.
“Öyle bir çarpıyor ki meret, tamam dedim, Gülcan, ölüyorsun herhâlde şuracıkta. Sıcacık bir gülümsemesi vardı, tıpkı kehribar taşı gibi. Gözleri hele. Kızıl kahve, sanırsın lal, yani eski adıyla sevda taşı gibi. Bana bir baktı. Olduğum yerde çakıldım kaldım. Geçip gittim yanından, süzülerek yürüdüm tabii ama sen bana sor, yürüdüğüm yol sanırsın düşüp kaldığım bir uçurum olacak. Ürkek ürkek gittim eve. Sonra ne hikmetse, her gün aynı yerde görmeye başladım onu. Sanırsın beni bekliyor. Güçlü elleri, kocamandı.” Avuçlarını kaldırıp, avucunun içindeki çizgilere uzunca bir süre baktı. “Taşlardan, boncuklardan, kurumuş çiçeklerden bileklikler, kolyeler yapardı hep bana. Taşları çok severdi. Renkli renkli, şekilsiz ama güneşe tutunca şıkır şıkır taşları…”
Her bir cümlesi, bir yutkunuş olup boğazımda takılı kalıyordu.
“Bir gün askerlik kâğıdı geldi, kasabada şenlik, işte sen söyle… Asker eğlencesi. Tüm kızlar ona hayran, aktris gibi çünkü, boy desen o biçim, yakışıklılık, endam… Efendilik… Efelik… O eğlencede herkes güldü, eğlendi, yedi içti, ben ne güldüm ne eğlendim ne de yedim içtim, o gece içtiğim su bile boğazıma deniz gibi doldu tuzlu tuzlu… Boğuldum ben o gece. Hakkı gidiyordu çünkü. Ne zaman döneceği belirsiz… Telefon desen, o zamanlar yok. Mektup desen… Ne zaman gelir, ne zaman gider belirsiz… Yine de sürekli yazdı bana. O yazarken ben de bu kehribarı kalbimin şeklini vere vere oydum. Hop oturdum, hop kalktım, zaman geçmedi. Gelsin de kalbimi vereyim ellerinin içine diye deliye döndüm. Gelsin, orada gördüğü savaşı, kanı, ölümleri unutsun, silsinler kehribar kalbinden, kalbim kalbi olsun.”
Gülümsedi. Sonra bir an gülümsemesi yüzünden silindi.
“Gelmedi,” diye fısıldadı, sesi titriyordu. “Bir resmî evrak, kasabaya geldi önce o evrak. Sonra bir sürü asker geldi. Hepsi giyinmiş. Hepsi.” Gözlerinden kayıp giden yaşlar çenesine ulaştığında benim de gözlerim dolmaya başlamıştı. “Kasabanın ortasında böyle bir sürü asker. Aralarında Hakkı yok ama. Elimde kehribarın kalbi, benim kalbim.” Derin bir nefes aldı. “Gelebilseydi, tüm karanlığı alırdı kehribar ondan. İyi ederdi onu. Koruyamadım onu.” Burnunu çekti. “Dönemedi geri. Aldım lalleri önüme, dilim lal oldu benim; sevda taşı değildi o artık, kalp taşı değildi, yürek taşı değildi. Lal olmuş, susmuş dilimin taşıydı. Onu koruyamadım. Bu bilekliği de o zaman yaptım.”
Gözünün yaşını elinin tersiyle sildi.
“Taksaydı tüm musibetlerden, kötülüklerden, tehlikelerden korunacaktı. Takamadı.”
Önce bana, sonra Simge’ye baktı.
“Onlar taksınlar. İyileşsinler, korunsunlar. Olur mu?”
Paketleri önümüze sürükleyip iki elini de bize doğru uzatınca hiç düşünmeden bize uzanan ellerini tuttuk. Gözlerimin önünü puslandıran gözyaşlarının yanaklarımdan aşağı devrilmek üzere olduklarını hissedebiliyordum.
“Güzelin bahtı kara olurmuş kızım, siz çok güzelsiniz ama bahtınız aydan da güneşten de parlak, aydınlık, ak pak olsun inşallah.” Başını sallayıp ellerimizin üzerini okşadı. “Bu benim size armağanım olsun. Ara sıra burada bir Gülcan teyze vardı deyin, gelin çayımı için kâfi. Bu kalp taşları da daima korusun sevdalılarınızı. Gülcan teyzem çok kızar sana, kendine iyi bakacakmışsın deyin haytalara da, tamam mı?”
Bazen söylenecek bir şey bulamazdın. Kelimeler pılını pırtını toplar giderdi çünkü gitmeliydi; çünkü geçmişte kalanı bugün düzeltebilmenin imkânı yoktu. Öleni geri getiremezdin, parçalananı birleştiremezdin; bazen sadece susman gerekirdi.
Konuşamadık biz de.
Gülcan teyze sessiz sessiz ağladı ama dudaklarında hep bir gülümseme vardı.
Kabullenen bir kadının gözyaşları ve gülümsemesiydi bu.
Dışarı ilk adımımızı attığımızda üzerimize sinen sessizlik, geçmişten çıkıp gelen bir hikâyenin yarattığı tahribattandı aslında. Şehre yeni yeni düşmeye başlayan yağmur damlaları önce saçlarıma, sonra yanaklarıma tutundu. Birkaç adımın sonunda Simge durup, “Yener’in asker olmasına engel olacak bir durum var mı?” diye sordu, sorusunun ağırlığıyla olduğum yerde taş kestiğimde bakışlarının delici ağırlığını sırtımda hissedebiliyordum. “Var, değil mi? Araştırdım.”
“Kesinliği yok.”
“Nasıl yok?” Sertçe yutkundu ama sesi asi yükseliyordu. “Bir sürü araştırma yaptım.”
Bakışlarımı ona çevirip, “Yener tamamen iyileşmeden bir şey söyleyemem,” dediğimde, “Kurallar birçok şeyi söylüyor,” dedi, sesine çöken duyguların canımı acıttığını hissettim. Başını önüne eğdi. “Lütfen bir çaresini bulalım. Onlar her şeyin çaresini bulabilecek büyüklükte adamlar. Bunun da çaresini bulamazlar mı? Lütfen bulsunlar.”
Ona doğru bir adım atarken tereddüdü bir kenara koydum, ihtiyacı olduğunu biliyordum. Kollarımın arasına çekmemle, yüzünü boynuma yaslayıp, “Bir şey yapın lütfen,” dedi. “Onu uyandığına pişman etmesinler, lütfen.”
Belki de tutamayacağım, bana ait olmayan bir söz veriyordum ama yine de sessizce, “Etmeyecekler,” diye fısıldadım.
Simge ağlamadı, bir şeyler söylemedi, sadece yüzü boynumda bana sığınırken, “Lütfen,” diye fısıldadı.
GURUR MERT ÇALIKLI
Karanlık bir adaletin sembolü gibi hissettiğim zamanlar oldu.
Sessiz adımlarım ve adımlarımı takip eden keskin bakışlarım etrafıma sis gibi bir tehdit hissi yayıyor olsa gerekti. Ne zaman bu kadar değiştim? Hangi noktada bir çocuk olma hakkım elimden alındı? Ne zaman bir insanın yeniden doğabilmesinin imkânsız olduğunu, büyüdüğü şartlar altındaki insan olmak zorunda kaldığını fark ettim? Ne zaman bir canavarın hükmü altından çıkıp, kendi özünde bir canavar olabileceğimi keşfetmeyi denedim? Bilmiyorum.
Tek hatırladığım gözümü hırsın bürüdüğüydü. Tek hatırladığım, onu öldürme isteğinin içimde ilk kez gözlerini açtığı o andı.
Hangarın önünde dikilmiş, yaktığım sigaranın süzülen dumanını izlerken bir defa daha düşündüm. Babam gurur duyacağım biri olsaydı nasıl olurdu? Yener’i düşündüm. Babasından daima gururla bahsetmişti, Devran babasından daima gururla bahsetmişti, Vural babasının bir Ege Efesi olduğunu söylerdi hep, Girdap babasıyla ilgili çok konuşmazdı ama babasını sevdiğini bilirdim.
Düşünüyordum da aralarında babasını sevmeyen tek kişi ben miydim acaba? Gözümden kaçırdığım, babasıyla gurur duymayan biri daha var mıydı?
İlk zamanlar çok utandığımı hatırlıyorum. Bir çocuk gibi utandığımı hatırlıyorum. Çok utandığımı. Utancın beni yere devirdiğini. Yener bir şehidin, Devran bir gazinin evladıydı, Vural bir Efe’nin oğluydu, bense babamın adını dahi anamayan bir teröristin, bir tecavüz failinin, kendi evladının sırtında eline ne geçerse kırdığı bir adamın oğluydum. Eğer dedem gözlerimin içine bakıp, “Bu soyadı sana ananın hak sütü gibi helaldir,” demeseydi, biliyordum ki bu soyadı bana güvende değil, ölümün kıyısında hissettirirdi. Ama bu soyadı bana babamın değil, dedemin emanetiydi. Bir Dadaş’ın, vatani görevini onurla yapmış bayrak sevdalısı bir adamın emanetiydi.
Geçmişimde gurur duyabileceğim tek bir adam vardı, o da dedemdi. Çalıklı soyadını kalbimin üstüne bir kurşun gibi bastırıp, benim saymamın tek nedeni de o adamdı.
Bakışlarım hangarın hafif aralık duran kapısından sızan karanlıktayken sigaramı dudaklarıma götürdüm. Dedem zihnimin içinden, “Sen başkasın koca oğul,” dedi, “benim tüm haklarım, kanım helal olsun sana. Sen bu soyadını şanıyla taşıyacak, bu soyadını soyunla taçlandıracaksın.”
Kalbimin derinliklerinde bir sessizlik oluştu. Vicdanımın sesini duyamadım, merhametim ise tek bir kişiyeydi bundan böyle. Ona baktığımda çocuktum, ona baktığımda adamdım, ona baktığımda masumdum. Şimdi o kadın burada değildi ve bu hangarın önünde yeniden babasının yarattığı bir canavardım ben.
“Böyle olsun istemezdim bile diyemedin bir kez olsun,” dedim sessizliğin içinde kendi kendime, oysa bu cümle bir adamın değil, bir çocuğun cümlesiydi ve o cümle artık baba-oğul olmayan iki insanın arasındaki uçurumdan dibe çakılıp, yitip gitmişti. “Bir kez olsun gözlerime pişmanlıkla bile bakmadın sen. Ama gözlerindeki korkuyu gördüm. Benim gözlerimde gördüğün korkudan daha büyük müydü merak ediyorum ama ben o korkuyu gördüm. Seninle bir daha baba-oğul olamayacağımız şekilde bir şeylerin sonundayız. En başa dönseydik de bir baba-oğul olamayacaktık. O ana seni yeniden doğurmayacak, sen yeniden büyümeyeceksin, yeniden büyüyüp bir canavar ya da gerçek bir baba olmak denen yol ayrımında durup arkana bakmayacaksın. Oysa sen o yol ayrımındayken ben sessizce seni izliyordum. Kafanı çevirip arkana baksan, senin için bir umut olup olmadığını anlamaya çalışan o küçük erkek çocuğunu görürdün ama sen bunu yapmamayı seçtin.”
Derin bir nefes çektim içime.
“Girdiğin yol artık geri dönemeyeceğin bir yol. Ben de arkandan bakan, kafanı çevirip ona bakmasını dileyen oğlun değilim artık. Ne yazık bile diyemiyorum çünkü artık sana bakmak, bir babaya değil, bir haine bakmak.”
Sigarayı yere atıp üzerinden botumla geçtim. Gözlerim bileğimdeki saate kaydı. Karanlık çökmüş olmasına rağmen çok geç değildi. 20.23, diye düşündüm. Bir dakika sonrasının bilinmediği, bir dakika öncesininse bir çocuk ve bir adamın anılarına ayırdığı o zaman dilimi.
Hangara girdiğimde içerideki ağır koku ciğerlerimi yaktı ama daha kötülerini de aldığım için bu kokudan çok etkilenmedim. İçeride ışık sadece onun silüetini gösterecek kadar vardı. Boş hangarın içi onun ruhu kadar olmasa da karanlık ve soğuktu.
Birinin içeri girdiğini fark ettiğinde, zorlanarak, “Yardım edin,” diye fısıldadı, fısıltısı içimde bir şeyler doğurmadı, yardım çığlığı beni biraz bile içimdeki vicdanla yüzleştirmedi çünkü o vicdanı yakıp küle çevirdikten sonra o vicdanın küllerini hissetmek dışında bir şeyi hissedemeyecekti. Vicdanımın külleri hangarın tavanından usulca süzülüyor, kar taneleri gibi babamın saçlarına tutunuyordu sanki.
Baban değil artık o senin. Sen de o küçük çocuk değilsin, Dağcı Komando. Artık her şey için çok geç bile diyemezsin çünkü biliyorsun, bunu söylemek için bile çok geç.
Midemi ağrıtan bir nefes alıp, “Burası senin kadar olmasa da bayağı kötü kokuyor ihtiyar,” dediğimde sesimi duymak onu sarsmış, belki de korkutmuş gibi ürperdi. Yattığı yerde yavaşça döndüğünü, kaçmak ister gibi yerde süründüğünü kısıtlı ışığın altında bile net şekilde görebildim. Ona doğru birkaç adım atıp korkularını büyüttüm.
Nasıl, diye sormak istedim. Nasılmış birinin üzerine onun korktuğunu bile bile yürümek? Hazzı böyle miymiş? Durdum. Hissettiğim haz mıydı? Hayır. Hissettiğim hiçbir şeydi. Hiçlik. Hiçbir şey.
Babamın bana verdiği şey tam olarak buydu. Hiçlik.
Bazı babaların çocuklarına vereceği hiçlik dışında hiçbir şeyi yoktur çünkü.
Gözlerimin içine çöken boşluk duygusuyla, “Yaran kötü durumda olsa gerek,” dedim, “kanıyor musun bir bakalım.”
Ona sokulup ellerimi dizlerime bastırarak yere doğru eğilince, “Gurur,” dedi son gücüyle. “Bu kadar gaddar biri olabileceğini tahmin etmemiştim.”
Kekeliyordu. Acıdan mı kekeliyordu yoksa ona hissettirdiklerim sonunda ona da bir zamanlar bana geldiği gibi ağır mı geliyordu?
Cıkladım, keyifsizdim aslında ama alay hissetmiş olmalıydı. Olurdu öyle. İnsan içinde yangın varken rüzgâr saçlarının arasından serince esiyormuş gibi buz kesebilirdi. Yangını çıkardığı ruh bir çocuğun ruhuydu, buz kestirdiği ise onun katilinin ruhu olacaktı.
“Biliyor musun?” Elimi yarasına dokundurunca kanın irinli yapısı parmaklarıma bulaştı. Kaşlarımı çattım. “Bu saatten sonra muhtemelen topal kalacaksın. O da bacağını kesmek zorunda kalmazlarsa.” Gözlerimi bacağından çekip, acıyla kavrulan yüzüne çevirdim. “Nasılmış, Emsal? Kurşun askerin bacağını koparamadın ama senin bacağın ortada bir tehdit olmaksızın kopmak üzere.”
“Ne zaman bu kadar gaddar oldun?”
“Bunu sana sormak gerek.” Parmağımdaki pis kanı onun üstünde kuru kalan son kumaş parçasına silip yüzümü buruşturdum. “Ne garip ya,” dediğimde gözlerini zar zor açarak bana baktı. “Damarımda aynı kanı taşıyorum ama parmaklarıma bulaşması midemi kaldırdı.”
“Damarlarında aynı kanı taşıdığına göre,” dedi, daha sonra acıyla tıksırdı, “kendin de kendi mideni kaldırıyor olmalısın.”
“Geberip gideceksin hâlâ akrep gibi sokma derdindesin,” dedim keyifsizce gülerek.
“Eylül beni sormayacak mı, aramayacak mı sanıyorsun peki?”
“Eylül senin bir tecavüzcü olduğunu, vatan haini olduğunu bilseydi, sence seni arar mıydı yoksa senin kafana o güzel elleriyle kendisi mi sıkardı? Bu tartışılır işte.”
Emsal, bu ihtimal onun kanını dondurmuş gibi susup kaldı. Gözlerinde ilk defa gerçek bir korku gördüm. Öldürülmenin de ötesinde bir korkuydu bu. Bir babanın kızının kalbinde ölme korkusuydu. Eğer bir çocuk olsaydım, yeniden küçücük olabilseydim, belki de benden sakındığı bir şeyi gözlerinde görmek kalbimi kırabilirdi. Şimdi ise tek hissettiğim müthiş bir mide bulantısıydı.
“Eylül’e anlatacak mısın?” diye sorunca, “Anlatmayacağımı düşündüren bir durum var da benim mi haberim yok?” diye sorusuna soruyla karşılık verdim.
“Sen Eylül’ü çok seversin. Onun gözünden akacak bir damla gözyaşına her şeyi yakarsın,” deyince güldüm, gülüşümün ruhsuzluğu onu duraksattı. “En azından ben öyle yapardım, Gurur,” dedi bu defa. Bu, gülümsememin daha da aşağılayıcı bir versiyonuyla karşılaşmasına neden oldu. “Eylül bunu bilsin istemiyorum. Beni öldür, sonra da dağda bir yere göm, istersen cesedimi yak ama onun kalbinde ölmemi isteme.”
“Sen onun el değmemiş masum kalbinde yaşamayı hak ettiğini mi sanıyorsun lan?” diye bağırdığımda sertçe yutkunup yanağını yere bastırdı ve “İnsanlar hak etmedikleri şeyleri ne kadar ister, bunu en iyi sen bilirsin,” dedi sessizce. “Zeliha’yı biraz bile hak etmemene rağmen onu bu dünyada hiçbir şeyi istemediğin kadar istemiyor musun sonuçta?”
Sorduğu soru acımasızdı, içime sızmayı başardı ve ilk defa bir konuda haklı olduğunu düşündüğüm için kendimden tiksindim ama gerçekler değiştirilemezdi. Haklıydı. Ben Zeliha’yı hak etmediğimin farkındaydım ve buna rağmen onu hiçbir şeyi istemediğim kadar istiyor, benimle olması, benim olması, içimde daima yaşaması ve elimi tutması için her şeyi yapabilirmişim gibi geliyordu.
Her şeyi. Her deliliği. İmkânsız denen her şeyi. Var olması mümkün olmayan şeyleri var etmeyi bile. Mümkün kılabilmeyi bile.
“Sen de biliyorsun,” dedi Emsal gözleri boşlukta dalgın bir şekilde saplı duruyorken. “Sen ve ben, hayatına girdiğimiz herkesin hayatını mahvetmek için varız. Seninle benim doğamız bu. Kabul et ya da etme, biz bazen seninle aynı kişiyiz.”
“Ben Zeliha’yı mahvetmeyeceğim.”
“Onu onlarca kez mahvettin. Elinde olan ya da olmayan sebeplerle. Senin hayatın, yaşantın, seçimlerin, olduğun insan, mesleğin, gönül verdiğin her şey onu yavaşça mahvediyor zaten,” dedi Emsal, sesi sakindi, acıyı bir anlığına rafa kaldırmayı başarmış olsa gerekti. “Sana ondan vazgeç diye konuşmuyorum bunları. Bana ne? Zaten ne dersem diyeyim, kendin kan kussan, ölüm beni değil tam şu an seni hedef alsa, sen yine ondan geçmeyeceksin. Ondan geçemeyeceksin. Sen benim söylediğim her gerçeğin zaten farkındasın, zaten biliyorsun. Ama birini sevmek, nasıl biri olduğunu bilsen de onu hak etmediğini görsen de sevmekten vazgeçememektir. Eylül benim sevmekten vazgeçebileceğim son insan.”
Gözlerimdeki boşluklarla, “Eylül’ün adını andığın için ağzına namluyu sokup, tüm kurşunlarımı sonuna dek kullanmak ve mideni bir kurşun kovanına çevirmek istiyorum,” dedim.
“Ne mutlu bana ki onu bu kadar çok seven bir abisi var.” Gözlerini çevirip yüzüme baktı. “Seninle hiçbir zaman baba-oğul olamadık, biliyorum. Aslında bunu istemeyen bendim. Seni hiçbir zaman istemedim. Ama şimdi varlığını görmek güzel. Çünkü kızımı emanet edebileceğim birisi var.”
Gözlerimi yumup birkaç saniye bekledikten sonra, “Onun için hep ben vardım,” dedim. “Sen hiçbir zaman olmadın. O kafasında yarattığı babayı seviyor, senin kim olduğunu bilmiyor, bilseydi isteseydi de sevemezdi. Bazen birini sevmen için onun babası olduğun gerçeği yetmiyor. Bak bana,” eğildim, “yüzüme bir bak. Seni tek bir an sevmedim.”
“Biliyorum,” dedi, “ama ben sen doğduğunda seni sevmiştim.”
Burnumdan sert bir nefes çıkarıp alay ve öfkeyle gülerek, “Sen ne anlarsın lan sevgiden?” diye sordum.
“Herkes karanlık bir odaya girmeden önce ışığın altında yürümüştür, oğlum.”
“Bana sakın bir daha oğlum deme.” Doğrulup kalkarken yaralı bacağına onu bağırtacak bir tekme savurdum. “Sana bir az olsun saygı duymayan, itimat etmeyen, senden gizli kumpaslar kuran o ekibin var ya, yarısından fazlası leş oldu, yarısı da tutsak.” Kayıtsız gözlerle bana baktığı için bunun umurunda olmadığını anladım. “Ama merak ediyorum,” diyerek dişlerimi sıktım. “Neden veteriner olayını üzerime yıkmaya çalışmadılar? Neden senden, neden seninle olan bağlantımdan bahsetmediler?”
“En başından beri kendimi kurtarmak için seninle oynuyordum,” dediğinde durdum, dizini karnına çekmeye çalıştı ama kanaması başladığı için bunu yapamadı. “Seni ele vermeyi bir kez olsun düşünmedim. Onlar düşünürken bile. İçeride bir anlaşmam vardı.”
Donuk bir suratla onu izlemeye devam ediyor, söylediklerine hiçbir şekilde anlam yüklemiyordum.
“Eylül’ü senden başka birine emanet edemezdim. Cesur çok küçük, senin dışında güveneceğim birisi de yok. Bir gün kaçıp gidecektim, o gün gelene kadar hayatta kalmak için seni kullanmak zorundaydım. O güne kadar beni öldürmemen için bir sebebin olmalıydı.” Derin bir nefes almayı denedi, öksürdü, canının acısını gösterircesine inledi ama aldırış etmedim. “Kaçıp gittiğimde herkes susacaktı, zaten içeride senin kim olduğunu bilen azdı. Hem onlara bir şey kazandırmayacağını da biliyorlardı.”
Gözlerini yüzüme çevirdi.
“Yalan söylemiyorum. Tek istediğim hayatta kalabilmekti. Hayatta bırakmayacaktın beni, öldürecektin, bunu biliyordum. Bundan kurtulurken aynı zamanda Eylül’ü de düşünmeliydim. Eğer Eylül olmasaydı hiç düşünmeden yakardım belki de seni, bir kez olsun düşünmez, kim olduğunu gösterir, tüm ölümleri üzerine yıkar geçerdim başından. Ama Eylül vardı.”
Gerçeği söylediğini anladım ama yine de yüzümdeki mimikler değişiklik göstermedi. “Aranızda bir keskin nişancı var mıydı?” diye sorduğumda, bir an durup, “Çok sayıda,” diye cevapladı.
“Çok sayıda?” Kaşlarımı kaldırdım. “Yener’e bunu kimin yaptığını tahmin edebiliyor musun peki?”
Yine bir süre susup, “Bilemiyorum,” dedi.
“Bilemiyorsun?” Belimden silahı çıkarıp emniyet kilidini kaldırırken, “Bu sana hatırlamanda yardımcı olur mu?” diye sordum.
“Gerçekten bilmiyorum, Gurur,” dedi elini kaldırıp avucunu namluya sanki kurşunun ona çarpışını engelleyebilirmiş gibi siper ederek.
“Bana hatırladığın tüm keskin nişancıların ismini, mahlasını veriyorsun. Şimdi.” Namluyu alnına doğrulttum. “Yoksa dediğin gibi olur. Senin çekip uzaklara gittiğini söylerim ona. Yaşadığına inanır ama hakkındaki her şeyi de anlatırım. Kafasındaki ölümün gerçekleşir. Kalbindeki ölümün gerçekleşir.”
Gözlerime su katılamaz bir korkuyla baktı; içinde başka hiçbir duyguya yer yoktu bu bakışların. Korkuydu. Saf korku. Kızının kalbinde ölmekten korkan bir adamın korkusu. Tiksindim, öfkelendim ama anlamadan da geçemedim. Canavarların da birini sevebileceğini görebiliyordum. Kendi yöntemleriyle, yanlış ve hastalıklı şekilde.
“Bildiğim kadarının adını veririm, çoğunun sadece kod adı vardı, isimsizlerdi,” deyince başımı salladım. “Not almayacak mısın?”
Hiç beklemediği bir şeyi yapıp, silahın namlusunu şakağıma yaslayıp, namluyu şakağıma vurarak, “Buraya giren bir daha çıkmaz, sen merak etme. Dökül,” dedim sertçe.
İsimleri ağır ağır söyledi, hafızasını karıştırdığını fark ettim, her deliğe girmeyi denedi ve her delikten elinde bir isimle çıkıp önüme ismin leşini savurdu. Her bir isim zihnime mıh gibi kazındı. Başımı sallayarak onu dinlerken Yener’e karşı hissettiklerimin ağırlığı yeniden ruhumun iplerini aşağı doğru çekmeye başlamıştı.
Önündeki tepside kuru ekmek olduğunu gördüm, tepsi leş gibiydi ama bu ekmeğin onu hayatta tutabileceğini biliyordum. Şu an bana leşi değil, dirisi gerekiyordu. Yener’e karşı içimde ezilen o duyguyu bu herifin leşini görmek bile geçirmeyecekti.
Tam dönüp çıkıyordum ki “Yener nasıl?” diye sordu ve bu soru, birdenbire öfkeyle ona doğru dönüp, “Sana ne lan?” diye bağırmama neden oldu. “Sana ne amına koyduğumun şerefsizi, sana ne lan Yener’den? Benim çevremdeki kimsenin, kardeşlerimin, sevdiğim kadının, anamın, senin yapmadığın babalığı yapıp babam olan adamın, kimsenin adını anmayacaksın lan sen!”
Emsal bir süre sessiz kalsa da sonunda, “Durumu ciddi sanırım,” diye mırıldandı, tek bir an için onun gerçekten alayla kurmadığı bir cümlenin oluşu beni duraksatırdı belki ama artık duraksamak için bile çok geçti.
“Ciddi falan değil lan,” dedim kaskatı bir çeneyle. “Aslan gibi. Dua etsinler havadan onlara saldıran Yener değildi. O zaman tek biri sağ çıkamazdı lan o inden!” Öfkeyle ona bir tekme daha savurduğumda bu defa tekmeme tepkisiz kalmayı seçti. Tepkisizliğini sikime bile takmadan öfkeyle hangarın çıkışına yürüdüm.
Kapının az ilerisinde nöbet tutan çocuklardan birine, “Bu piçe su vermeyeceksiniz! Zıkkımlansın o porlanmış ekmeği!” diye bağırdım. Sesim dağda yankı uyandırırken öfkeyle arabama doğru ilerledim. Cipe atlayıp hızla dağ yolundan aşağı salınarak karanlığın içinde fırtına gibi ilerlemeye başladım.
Şehir merkezine indiğimde ilk yaptığım şey, bir restoranın önünde durup lavabolarını kullanmak oldu. Ellerimi dakikalarca yıkadım, dakikalarca suyun altında kalan parmaklarım buruşmaya başladığında ellerimi geri çektim. Zeliha’nın babasına o pis kanın bulaştığı parmakları uzatmak, onunla tokalaşma şerefine nail olacaksam bunu temiz ellerle yapmak istiyordum.
Otogara tam zamanında girdim, arabayı otogarın dışında, AVM’nin hemen ön tarafında park ettikten sonra inip otobüs seferlerinin başladığı peronlara doğru yürümeye başladım. Muğla’dan gelen otobüs perona yaklaşmaya başladığında omzumu kolona yaslamış, beklerken bir sigara bile içmemiştim.
Otobüs perona vardığı an durdu, çıkan sesle beraber kapılar açıldı ve yolcular dışarı akın etmeye başladı. En son onun babası indi, beni daha otobüsün içindeyken camdan gördü ve gözlerimiz kesiştiğinde bakışlarının altında ezildiğimi hissettim.
Otobüsten indiği an ona yöneldim. “Yaklaşman benim yanıma,” diyerek elini kaldırınca durdum. “Vallahi sinirliyim sana. Kulağını çekmeyeyim hindi.” Hindi demesinin ne manaya geldiğini anlamasam da başımı salladım. Hindi. Şimdi demek istiyor olabilirdi. Herhâlde beni bir hindiye benzetecek hâli yoktu.
“Kulağımı çekmek isteme nedeniniz telefonda sarf ettiğim cümlelerse eğer, boynum önünüzde kıldan ince, eğileyim, çekin,” dediğimde durdu, gözlerini yüzümde dolaştırıp, “Sen bana kısa mı diyon len denyo?” diye sordu. Zeliş haklıydı, o gerginken Türkçesi değişiyordu. Ondan hem korkuyordum hem saygı duyuyordum hem de elimde olmadan bu hâllerine içten içe gülüyordum. Karşısında bir çocuk gibi hissedebilmek benim için nimetti. Keşke bunu bilseydi.
“Cevap da vermiyon uzun oğlan,” dedi, muavin elindeki küçük çanta ve kutuyu indirip önüne koyunca gözlerini kutuya indirdi ve “Hadi bakalım, madem dağ kadarsın, al şunu omzuna,” deyince hiç düşünmeden eğilip koliyi omuzladım. Koliyi tüy gibi kaldırmamı garipsemiş olacak ki “Höö ayı!” dedi ardından, “gücün kuvvetin de pek yerinde imiş,” diye homurdandı.
Güçlü olduğumu düşünüyordu. Beni övüyordu. Kendimi onurlandırılmış hissettim. Gülümsediğimi o yüzüme dik dik bakana dek fark etmedim. “Ne sırıtıyon?” diye sordu.
“Güçlü dediniz.”
“Allah’ın bildiğini kulundan mı esirgeyecektim he?” Çantasını almak için eğiliyordu ki ona mâni olarak yerde duran çantasını da kulplarından yakaladım. “Çantayı al mı dedim len ben sana? Goca yörüğün gücü kuvveti yerinde değil sandın herhâlde sen. Dıpçık gibiyim ben.”
“Öylesiniz ama büyüklerimize bir şey taşıtmak ayıp değil midir?”
Sorumla birlikte gözlerini kısıp, “Aferin,” dedi sadece. “Yüklen bakalım sıpa. Gidelim. Araban nerede? Taksiye mi bineceğiz? Yine o dırdırcı taksiciye denk gelmeyelim.”
Kimden bahsettiğini bilmediğimden sadece, “Arabam şu tarafta efendim,” dedim.
Önümde yürümeye başladı. Arkasında yürürken heyecanımı dizginleyemedim. Kendimi ona beğendirmek, alıştırmak, sevdirmek istiyordum. Bir baba tarafından sevilmenin ne demek olduğunu Muşta’dan sonra ilk defa birisinde hissetmek istiyordum. Düşüncelerimin aldığı çocukça yol, içimdeki yetişkine kaşlarını çattırdı ama yine o çocuk öyle neşeli, öyle çok hünerlerini sergilemek istiyordu ki onu tutamadık; tutmak sanki ona yapılmış bir haksızlık olacaktı.
Arabamı anında tanıdı. Bu beni mutlu etti. Onun kafasında yer edindiğimi hissettim. Aklında benimle ilgili bir şeylerin kaldığını hissettim. Gülümseyerek ön yolcu kapısını ona açmadan hemen öncesinde elimdekileri bagaja attım, ardından kapısını açtım ve “Elim yok mu olum benim?” diye sordu diklenerek, ardından arabaya bindi. Direksiyon başına otururken ellerim temiz mi diye düşündüm, ellerim inşallah temizdir diye düşündüm, ellerim onun yanında olmayı hak edeceğim kadar temiz olsun istedim.
Arabayı sürmeye başlayana kadar konuşmadı ama akan trafiğe girdiğimizde, “Desene bana, oğlan nasıl oldu?” diye sordu, gözleri akıp giden yolda olsa da sesinin tonunda endişe barınıyordu.
“Çok şükür atlattı.”
“Çok şükür,” diyerek başını salladı. “Delinin teki deyyus, çok da gıcık ediyordu beni amma iyi çocuk. Ona bakan kötü bir öreği olmadığını görür.”
“Örek nedir?”
“Yürek,” dedi üstüne basa basa. “Öğren len artık bunları.”
Bir an donup kaldım. Onlara alışmamı, onların kültürünü benimsememi istiyordu; bunun anlamı söylediklerime kulak vermiş olması mıydı? Bunun anlamı söylediklerimi kabul ettiği, kabullendiği miydi? Ellerim birden buz kesti.
Bana yandan bir bakış gönderdi, ardından, “Zeliha çok mu korktu?” diye sordu, sorusunu taşıyan sesi ciddiydi, kelimeler artık Muğla’dan uzaklaşmıştı. Gözlerimi ona çevirmek istedim ama çeviremedim. Kendimi çok mahcup hissettim.
“Olay gözünün önünde gerçekleşti, efendim.”
“Kınalı kuzum benim,” diyerek ellerini yumruk yapıp başını iki yana salladı. “Nasıl korkmuştur. Ben de üzerine gittim gibi oldu. Gibisi de yok, gittim. Ah benim eşek kafam.”
“Endişelendiğinizi anladı,” dedim sadece.
“Endişelenmek ne kelime kavak ağacı?” diye sordu. “Öldüm öldüm dirildim, bedenimden canım çıkıp gidiyor sandım. O benim tek kızım. Benim bir oğlancığım, bir de kızcağızım var, bu dünyada başka neyim var? Birinin saçının teli kopsa, ben o teli koparanın yüreğini koparırım, yerinden çıkarırım!”
Dudaklarımda eskimiş bir gülümseme büyüdü, bu gülümsemenin önünü alamadım. “Ne kadar şanslı olduklarının farkındalar efendim,” dedim sessizce.
Bir an sustu, gözlerinin profilimde dolaştığını fark ettim ama ağzımı açıp ses etmedim, sanki beni gördü, sanki beni sobeledi. Kapatıldığım karanlık kömürlüğün kapısını açtı sanki, o kapı açılınca babamın bağırma sesleri sustu sanki, onun mavi gözleriyle gözlerim buluştuğunda yeniden çocuk oldum sanki.
“De bakalım bana, şimdi bir de yüzüme de,” dediğinde kenetlenmiş bir çeneyle yavaşça ona baktım. “Evlenecen demek kızımla he?”
“İzniniz olursa.”
“Olmazsa ya?”
“İzninizin olmasını sağlarım,” dediğimde yüzüne yıldırım gibi düşen o öfkeli ifadeyle sırtını cama yaslayıp, “Bak hele hele hergele, şştt! Beni biyo len!”
“Şey, anlamadım efendim.”
“Sen daha beni anlamıyon, bir de kızımı mı alacan benden len?”
Güldüm. “İzninizi alacağım önce efendim.”
“Vermezsem nolacak ya len?”
“Vermenizi sağlayacağım efendim.”
“Kızım mal mı da sana verecem len?”
“Ben kızınızdan değil, izninizden bahsediyorum efendim.”
“Bene efendim deyip durma len!”
“Dilerseniz baba da derim ama boğazıma sarılmanızdan korkuyorum. Malum direksiyon başındayım efendim.”
“Nişan takmadan, söz kesmeden baba falan diyemezsin, yok öyle yağlama,” dedi birden ciddileşerek. Söylediği şey aniden arabayı hızlandırmama neden olunca, “Len yavaş, len! Baba diyemeden öldüreceksin şimdi bizi!” diye bağırdı.
“Pardon. Panikledim.”
“Neyse, kurcalayıp durma bu konuyu. Kızımı görmeye geldim ben,” diye homurdandı. Sonra durup, “Len!” diyerek bana döndü yeniden. “Benim kızımla bir gelecek istiyorsan, o geleceğin içinde dökülen kanı benim kızım görmeyecek, başına bir iş gelir de onun kalbini kırarsan, yeminim olsun seni yattığın yerden kaldırır ben öldürürüm çocuk!” Önüne döndü. “Kızımın da aklını karıştırdın zaten.”
“Niyetim asla onun aklını karıştırmak değildi, sadece, ben kızınızı seviyorum,” dedim hiç düşünmeden.
“Ben senin benim kızımı sevdiğini bilmesem, buna şu kadarcık inanmasam, sence sen onun yanında bir dakika olsun nefes alabilir miydin çocuk?” Sorusunu taşıyan sesi sakin, kelimeleri derindi.
Araba, kızların evinin önüne geldiğinde, karanlık aracın içinde bir süre sessizce oturduk birlikte. “Sen,” diyerek söze girmesini beklemiyordum, sesini duymamla oturuşum dikleşti. “Sen benim birazıcık gözüme girdin.”
“Başarabildim mi bunu?”
“Çocuk gibi sorma, başarmasan niye diyeyim bunu sadece kıt beyinli koca dana?” diye homurdandı. “Bana kafa tuttuğundan kafanı tutup koparasım var ama kafa tutma sebebin de benim yavrum, benim canım, kanım olunca ne bileyim, kafası yerinde kalsın bari dedim.”
Emniyet kemerini çözüp kapıyı açtı, tam dışarı adımını atıyordu ki durdu, bakışlarını yeniden karanlık aracın içindeki bedenime çevirdi. “Gurur,” dedi ilk kez ciddi bir şekilde adımı söyleyerek. “Sana kızımı emanet edebileyim istiyorum. Sana kızımı emanet etmem demek, kalbimi, şu canımı sana emanet etmem demektir. Bunu yaptığımda emanetime hıyanet etmeyesin sakın.”
“Asla.” Başımı iki yana salladım. “Asla.”
“Kızımın ayağına taş değse, neden eğilip o taşı almadın diye hesap soracağım senden. Bundan razıysan kur bazı cümleleri.”
“Söyleyeceğiniz her şeye razı olmasam konuşacak yüzüm mü olurdu karşınızda?”
“Eyi,” diyerek arabadan çıkınca tuttuğum soluğu verip, verdiğim sözün altında ezilerek kapıyı açıp dışarı çıktım. Bagajdan koliyi ve çantasını alıp binanın girişine yöneldiğimde, “Bacakları da uzun deyyusun, onun bir adımı benim üç adımım, sıkacam şimdi topuklarına,” diye söylenerek arkamdan gelmeye başladı.
Zili çalınca otomatik kapı açıldı, apartman boşluğunda Zeliha ve Çolpan’ın sesini duydum. Zeliha’nın sesi tüm dikkatimi altüst etmeye yetti. Hızlı adımlarla merdivenleri tırmanırken, “Arap atı nasıl şahlanıyor,” dedi Kahraman Özdağ.
Görüş alanıma ilk giren Zeliha oldu. Kapının önünde, üzerinde pijamalarıyla bana bakıyordu. Onu evimiz dışında bir yerde pijamalarla görmenin hoşuma gitmediğini hissettim. Ondan öncesine kadar attığım her bir adımı bir sonraki adımı hesap ederek atan benim, adımlarımın tamamı bana sormaksızın ona doğru düşüyordu artık. Onu görünce yaşamımın sırrını çözmüşüm, var oluşumun nedenini bulmuşum gibi hissetmemin tek sebebi ona duyduğum hak nedir, hudut nedir, yasak nedir bilmeyen sevdadan mıydı?
Ona her nasıl dikkatli bakmışsam Kahraman Özdağ birden dirseğiyle boşluğuma sertçe geçirip, “Pardon, çarptım kavak ağacı,” dedi tehditle, ardından yanımdan kayıp geçerek kızına yöneldi.
Zeliha gülmekle üzülmek arasında bir ifadeyle boşluğuma yediğim darbeye bakarken Kahraman Özdağ kızını kollarının arasına çekerek onu göğsüne bastı.
Zerdali’m, Dağ Çiçeği’m birdenbire çözülüvermiş bir düğüm gibi çözüldü, kollarını babasının boynuna hızla sararken buna uzun zamandır ihtiyacı olduğunu fark ettim. Güvendiği liman buradaydı, herhâlde sanıyorum bu ona kendini bu dünyadaki en şanslı kişi gibi hissettiriyor olmalıydı. Böyle hissettiren bir babam olmuş olsaydı zamanında, muhakkak ki öyle hissederdim çünkü.
“Güzel kızım, ceylan gözlüm, canımın içi,” diyen Kahraman Özdağ’ın sarsıcı şefkati beni gülümsetti. Zeliha’nın böylesine sevilmesi zihnimde hâlâ yaşam süren o küçük oğlan çocuğunun yardım çığlıklarının, karayı darmaduman etmiş o hırçın dalganın geri çekilişi gibi geri çekilmesini sağladı. Sanki bir an için o oğlan çocuğu bile huzuru buldu. Sözlük anlamını bilmediği o huzuru hissetti.
Kahraman Özdağ, onun güzel saçlarını okşadı, büyük avucunu başının üzerine koyup yüzünü boynuna iyice sokarak, “Nasıl özlemişim, güzel kokulum, kınalım,” dediğinde gülümsemem derinleşti ve Zerda’nın bakışlarının babasının omzunun kenarından gözlerime tutunmasıyla kalbimdeki mahşer, söndüğünü sandığım yerden yeniden alev alıp yanmaya başladı.
“Seni çok özledim,” derken sesi çekingendi, ölüp bittiğim sesinin çekingenliğinin nedeninin burada olmam olduğunu anladım. Herhâlde içimde hâlâ huzursuz bir şekilde yardım dilenen o oğlan çocuğunu incitmekten korkuyordu ama bilmiyordu ki onun hissettiği huzur, o oğlan çocuğunu da huzura erdiriyordu.
Ona güven verip, kötü düşüncelerini silmek istediğimden daha içten gülümsedim. Başıma bela gözleri gülüşüme şefkat dolu bir el gibi dokundu. Gözlerinin şefkatinin altında, kırk katlı bir binanın altında kalmışım gibi kaldım, gülümseyişinin enkazında bir ömür kaybolmaya hazırdım.
“Ülen kavak ağacı, koy bakem koliyi şöyle,” dedi Kahraman Özdağ, başta ona o kadar odaklanamadım ki aniden bana dönüp dik dik baktığında söylediği şey hâlâ kafamın içinde başıboş bir ıslık sesi gibi dolaşmaya devam etti. “Len koysana!”
“İçeri koyayım?” diye sorduğumda gözlerini kıstı.
“İçeriye davetiye mi istiyon?” diye sormasıyla, Eymen’in hemen Zeliha’nın arkasında belirmesi bir oldu. Genç adamın babasının bir kopyası olan mavi gözleri beni kadrajına aldığı anda şaşkınlıkla irileşti, daha sonra yaşananları hatırlamış gibi sertçe yutkunarak, “Baba,” diyerek Kahraman Özdağ’ın omzuna dokundu.
“Boncuk, gelmişsin,” dedi Kahraman Özdağ oğluna bakarak, ardından gözlerini yine bana çevirdi.
“Gurur abi, ben alayım koliyi,” dedi Eymen bana doğru yürüyerek. Bakışlarım Kahraman Özdağ’daydı, Eymen bana abi dediği için şaşırarak Eymen’e, sonra bana baktı.
Eymen’in bana abi demesi benim için de yeni bir şeydi aslında.
“Eyvallah kardeşim,” diyerek koliyi Eymen’e uzattım, Eymen koliyi eline aldığı an yere doğru çöküp, “Ha? Hahaha,” dedi sahte bir gülümsemeyle, alnında anında ter damlacıkları oluşmuştu. “Baba, Sarı Kız’ı kesip içine mi koydun?”
“Hadi len oradan vitaminsiz,” dedi Kahraman Özdağ. “Siz ben yokken ahbap mı oldunuz?” Bakışlarını oğluyla benim aramda dolaştırdı.
“Abi kardeş gibi olduk.” Eymen’i aniden boyun kilidine alarak önüme çekince elindeki kutuyu tutamadı, biraz daha yere çöküp sırtını göğsüme yasladı. “Değil mi, Eymenciğim?”
Eymen sertçe yutkunup, “Haha, evet,” dedi donuk bir sesle.
“Ya, evet, abi kardeş gibi oldular baba,” dedi Zeliha gözlerini kısarak ikimize bakarken.
“Hadi len, yılan gibi dolanma sen de oğluma,” dedi Kahraman Özdağ. “İçeri giriverin.” Bana baktı. “Sen de gir bir soluklan.”
“Tesise gitmem gerekiyor efendim,” dediğimde başını salladı.
Kahraman Özdağ, kollarımdan zar zor çırpınarak kurtulan Eymen ile birlikte içeri girerken Çolpan ile Zeliha kapının önünde durmaya devam ediyorlardı. Kahraman Özdağ, “Hadi Zelya! Oyalanma!” diye seslendi içeriden ama Zerda, gözleri başa belam, beni gözlerinin uçurumuna sürüklemeyi seçti. Öyle derin, öyle uzun baktı ki onu kollarımın arasına çekip, sarıp sarmalama içgüdüsü, yaşama içgüdüsünün bile önüne geçerek ruhumu sardı.
“Git artık hadi, babamın keçilerini kaçırıp birden karar değiştirerek gırtlağına sarılmasını istiyorsun herhâlde,” dedi o güzel, narin ellerini kaldırıp ileri geri oynatırken.
“Ben şu an senin bana sarılmanı istiyorum,” dedim hiç düşünmeden.
Gözlerine yayılan o bakış, benim ömrümden onlarca yıla bedeldi; o yılların tamamını bu bakışı tek bir sefer daha görebilmek için verebilirdim. Hiç sorun değildi.
“Öyle dersen, babamın kafanı ortadan ikiye yumurta gibi kıracağını bilsem bile dayanamam sarılırım,” dedi gözlerini kaçırarak. Gözlerini kaçırması kalbimin sert bir vuruşla göğsüme ağır hasar bırakmasına neden oldu.
“Kafamın kırılmasında bir sakınca görmüyorum, leydim.” Boynuna dek kızardı, kızarınca boynundaki çillerin rengi de yoğun bir şekilde koyulaştı. Gözlerim boynundaki çillerde dolaşırken, “Neyse, aklımı kaçırmadan gitsem iyi olacak,” diye mırıldandım.
Çolpan bıyık altından gülerek bizi izliyordu. Zeliha kapıyı kapatmak için elini kapının pervazına koyup, “Seni seviyorum,” diye fısıldayınca, elimi göğsümün altına koyup iki büklüm kalmaktan korktum. Ona bakakaldım.
Tam kapıyı kapatıyorken, Çolpan kapının arasına elini koydu. “Gurur,” dediğinde durup ona baktım. Cebinden çıkardığı kâğıdı bana uzatarak, “Bunu Adnan’a verebilir misin? İçinde mercimek çorbası tarifi var. Bora çok seviyormuş ama Adnan yoğun kıvamlı yapamıyormuş, yoğun kıvamlı olması için püf noktaları not aldım ve kendi tarifimi yazdım,” dedi aceleyle.
Elindeki kâğıdı alırken, “Veririm tabii ki,” dedim.
Arabaya bindiğimde kafamda çok kısa bir an için Adnan’ın yüzü ve geçmişte kurduğu cümleler belirdi.
Adnan ve Çolpan arasında olup bitenlerle ilgili bir fikir sahibi olduğum söylenemezdi ama yıllar sonra Adnan ilk kez bir kadınla normal bir diyaloğa giriyordu, bu benim için de diğerleri için de alışılagelmişin dışındaydı.
Eşinin vefatından sonra kendisini tamamen oğluna adamıştı. Eşiyle arasındaki aşk evliliği olmasa da ortada sadakat ve sevgiyle bağlanmış iki hayat olduğunu biliyordum. Adnan eşini kaybettikten sonra da bu sadakati derinlerinde yaşatmaya devam etmiş, kadınlardan kendini daima uzak tutmuştu. O zamanlar aşkın varlığı benim için biçimsiz formda bir madde gibiydi, bu yüzden Adnan’ın hiç yaşamadığı o aşkın onun için geleceğine hiç inanmamıştım ama Zeliha’yı tanıdıktan sonra bir gün herkesin kalbine dokunacak birinin geleceğine inanmaya başlamıştım. Merak ediyordum, bir çocuk için başlayan sohbetleri ilerlediğinde, birbirlerinin kalplerine dokunabilecekler miydi yoksa bu sadece benim içimde dolanan anlamsız bir his miydi? Aralarında hiçbir şey yaşanmayacak mıydı? Bilemiyordum.
Hatırlıyorum. Adnan bir gün tesisin kış bahçesinde, cam duvarların ardından kayıp giden kar tanelerini izlerken, dalgın bir şekilde, “Ona âşık değildim. Zaten aşk nedir, bunu da biliyor değilim,” demişti, “ama onun için canımı bile verebilirdim. O hayatımda olduğu müddetçe kafamı kaldırıp başka bir kadının olduğu yöne bile bakmadım. O öldükten sonra da bakışlarım sadece Bora’nın üzerindeydi.”
Ne garipti, sanki Zeliha hayatımı güzelleştirmek için gelmişti, ardından etrafımdaki her şeyi güzelleştirmeye başlamıştı.
Yener’i düşününce gaza bastım, onun hayatını mahveden kişi ben olmak istemiyordum, sebebi ben olmak istemiyordum; onun hayatını güzelleştirebilmenin bir yolu yok muydu? Gaza bastım. İbre yerinden çıkacakmış gibi oynayınca, “Seni düşürdüğüm çukurdan çıkarmanın bir yolunu bulmak zorundayım,” dedim, “senden hayatını çalmalarına izin veremem.”
Birden direksiyonu kırıp, bulunduğum noktaya geri gitme ihtiyacı duydum çünkü kalbim öyle ağırlaştı ki göğsümün onu taşıyabilmesi için Zeliha’yı görmeye ihtiyacım vardı.
Saatlerce odasının önünde durup, yanan ışığını izledim. Onu huzursuz etmek istemedim. Ona vermek istediğim tek şey huzurdu. Şimdi onun da bana huzur vermesine ihtiyaç duyuyordum ve onun odasında yanan ışığı izlemek bile benim için huzurdu.
Saatler ilerledi, önce odasının ışığı kapandı, ardından gece lambasının zayıf ışığı camdan dışarı sızmaya başladı.
Yüzünü görmeden içime çöken o berbat hissin geçmeyeceğini anladığımda arabadan inip, çiselemeye başlayan yağmurun altında odasını arkasında bırakan balkona doğru yürümeye başladım. Etrafımı kısaca süzdükten sonra kolayca balkona tırmandım. Perdesi hafif aralık duruyor, perdeden dışarı gece lambasının zayıf ışığı süzülerek yüzüme çarpıyordu.
Onu gördüm. Tek kişilik yatağının üzerinde, cenin pozisyonundaydı, uykuya yeni daldığı belliydi; düzenli bir şekilde alıp verdiği nefesler bedenini yavaşça hareket ettiriyordu. Canlılığı muazzamdı, yaşamı paha biçilemezdi.
Kendisini benim gözümden görseydi, beni sevilmeye layık bulur muydu merak ettim çünkü o benim gözümde öyle büyüktü ki kendi büyüklüğünü gördüğünde dehşete kapılabilirdi.
Bir an yastığı ile eli arasında bir kutu tuttuğunu fark ettim. Küçük kutuya, bu hayattaki en büyük varlığını tutuyormuş gibi sıkıca sarılmıştı. Nedense o kutunun içinde benimle alakalı bir şey sakladığını hissettim. Bu his yoğundu, göğsümün içinde uğuldayan bir rüzgâr gibi esiyordu. Balkonun soğuk korkuluğuna ayaklarımı uzatıp, sırtımı duvara vererek kollarımı bedenime sardım. Aralık perdeden görünen güzel yüzünü izlerken dudaklarımdaki gülümseme silinmedi.
Bir ara Kahraman Özdağ sessizce odaya girdi, duvar kenarına sinerek saklanıp onu izledim. Kızının önünde durup eğildi, bir şeyler söylediğini hissettim ama hiçbirini duymadım. Sonra onun güzel saçlarını okşayıp, dudaklarını üzerinde adımın yazdığına inandığım alnını öptü. Kahraman Özdağ’ın odadan çıkışını izlerken gülümsüyordum.
Güzel kızım, çok güzel seviliyordu.
Şafak gökyüzünün üzerine çarşaf gibi serilene dek, kalbimin kurtarıcısının uyuyan yüzünü izledim. Oradan ayrılırken o hâlâ uyuyordu, bense onu izlediğim için tüm gece hissettiğim huzursuzluğu bastırabilmiştim, huzurlu hissediyordum.
O, gerçekten benim koruyucumdu.
Tesise gitmek için yola çıkarken şehirde gök gürültüsünün bana sürekli Yener’i hatırlattığı şiddetli bir yağmur başladı. Artık çiselemiyor, cipin ön camını parçalayacak gibi öfkeyle yağıyordu. Tesis, şafak sökeli çok uzun zaman olmuş olmasına rağmen karanlık ve soğuktu.
Yener gelene dek koridorların ışıkları yanmayacaktı. Ağır adımlarla tesisin karanlık koridorundan geçip, toplanma alanına yürüdüm. Alaşafak Timi, toplanma alanındaki büyük masanın etrafını çevrelemiş, sessizlik içinde oturuyorlardı. İçeri girdiğim an kadronun tamamlandığını fark eden Muşta, boğazını temizleyerek öksürüp bizi yapacağı konuşmaya hazırladı.
Oysa kadro tamam değildi, kadroda biri eksikti.
Adnan’ın yanındaki boş sandalyeye otururken kamuflaj pantolonumun cebinden kâğıdı çıkarıp sessizce, “Çolpan yolladı bunu,” dedim, Adnan irkilerek bakışlarını kâğıda indirdiğinde, “Mercimek çorbası tarifiymiş,” diye ekledim.
“Mercimek çorbası mı?” Birkaç saniye duraksadıktan sonra bir şeyi hatırlamış gibi başını sallayarak elimdeki kâğıdı aldı. Muşta’nın elinin cam şişeye uzandığını göz ucuyla fark etmiş olsam da ona bakamadım. Duyacaklarım, ihtimaller beni ilk defa bu tesisin içindeyken bir çocuk gibi korkutuyordu. Muşta bir yudum su içti, boğazından kayıp giden yutkunuşun sesi, tüm askerlerin pürdikkat kesilmesine neden oldu.
Adnan, gülümseyerek kâğıda bakıyordu.
Gülümsüyordu. İlk defa.
Sonra Muşta, Adnan’ın gülümsemesinin yüzünde donmasına neden olan, benimse kalbimi alev alev yaktıran o cümleyi kurdu.
“Yener Açıkgöz, bu şartlar altında artık Dağcı Komando olmaya uygun değil.”