🎧: Cem Adrian, Keskin
Kırıldıkça keskinlik kazanan insanlar, onları kıranları bile kesmekten korktukları için yalnızlaşırlardı. İlk kez kırgınlığı hissettiğimde bir duvarı, kendi ellerimle taşıdığım tuğlaları tek tek önüme dizerek inşa etmiştim.
O duvarın arkasında bana hiçbir şey dokunamıyordu, o duvarın arkasındayken canım hiç yanmıyordu. O duvarı örmemin nedeni canımın çok yanması değilmiş gibi oturuyordum, sırtımı o duvara yaslıyordum ve artık üzülmediğime kendimi inandırıyordum.
O zamanlar olduğum Zeliha’yı karşıma alıp onunla konuşabilme şansım olsaydı eğer, konuşmaya başlamadan önce elimdeki balyozu tam ortamıza koyardım ve duvarları yıkmasını beklerdim ondan. Çünkü o duvarlar, zemheri gecelerde rutubet bağlatacaktı ruhumuza.
Gurur’dan öncesi arkasında ihanetin duvarının yükseldiği sırtım, Gurur’dan sonrasıyla güven duyarak yaslanmanın ne olduğunu öğrenmişti.
Gözlerimde asılı duran gözyaşı damlası yavaşça kirpiğimden kırılıp yanağıma devrildi ve zaman kaldığı yerden ilerlemeye başladı. Bir zamanlar sırtını yasladığı soğuk duvarın arkasındayken birine güvenebilmenin mümkün olmadığını düşünürdüm, Gurur ve onun yanındakiler hayatıma girdiğinde ise kendimi hiç hissetmediğim kadar güvende hissetmiştim.
Dide şanslıydı, şimdi o da tıpkı benim gibi kendini güvende hissedecekti. Çünkü onun babası Hakan Basri Şenkaya’ydı, çünkü onun kan bağı olmayan amcaları, o adamın yetiştirdiği adamın ekibiydi. Dide çok şanslıydı, zemherisi bahara geç dönüyor da olsa, o zemherinin soğuğu yerini en güzel çiçeklere bırakacaktı.
O saniyeler, cehennemde değil, cennette yükselen alevler gibi her yana dağılırken herkes hareketsizdi. Dide, dizlerinin üzerine çökmüş o koca adama bakarken yüzü donmuş hâldeydi ama çivit mavisi gözlerinin içinde yanan farkındalık alevi öyle şiddetliydi ki, bu ateşe, ateşin sahibi olan şeytan bile düşse, cayır cayır yanardı.
Mavi gözlerinin belirgin göz bebekleri, yani siyah çukurları birdenbire öyle çok genişledi ki nefesimi tuttum. Gözleri tek bir an olsun babasından ayrılmadı. Tek bir an olsun her kız çocuğunun hayallerini süsleyecek olan o oyuncak ayıya bakmadı, sadece onu izleyen mavi gözlere baktı; gözünü bile kırpmadı.
Muşta da bekledi, Dide de bekledi. Sanki bekledikleri geçmişte kalan yaşanmamış anlardı ve o anların gelmesini sabırla beklerlerken gözlerini tek bir an olsun birbirlerinden ayıramıyorlardı.
Sonunda geçmiş, Dide’nin gözlerinde bir adım attı ve “Baba,” diye fısıldadı ama bu kelime öyle cılız çıkmıştı ki dudaklarından, bu kelimenin en çok onun küçük bedenine ağır geldiğini anladım. Baba. İşte dört harften oluşan, iki heceye ayrılan bu kelimenin Muşta’nın içini ikiye ayırdığını hissettim.
Arkamda kalan askerlerin bedenine kurşun gibi giren şaşkınlıkla birlikte saniyeler bu kez Muşta’nın koyu renk saçlarına tutunuyordu. Ayıcığı tutmaya devam ederken diğer kolunu kızı için açtı ve o an, Cenan tam da Dide’nin arkasında donmuş hâlde, yere çökmüş Muşta’ya bakıyordu.
Dide küçük bir an tereddüt etti çünkü bu adamı daha önce de görmüştü. Nasıl olurdu da şimdi yeniden karşısına geçerdi, hem de bir başkası olarak? Kafasındaki soru işaretleri küçük bir çocuğa ait olan kalbine daha fazla tutunamadı ve kollarını hızla, şiddetle babasının boynuna sararken yutkunamadım.
Cenan ifadesizdi ama gözlerinden sicimle inmeye başlayan o gözyaşları, ifadesiz gibi duran yüzüne, geçmişe giden patika yolları çizmeye başlamıştı.
Muşta ayıcığı bırakıp kızına öyle sıkı sarıldı ki, kalbimde büyüyen boşluğun tüm bedenime yayılacağını düşündüm. Büyük elleri kızının siyah saçlarının arasında ilerledi, avucunun içiyle kızının başını omzuna doğru bastırdı ve küçük kız, sanki bu ânı çok uzun süredir bekliyormuş gibi hüngür hüngür ağlamaya başladı.
Bazen sadece çok uzun süredir beklediğin bir şeyin var olduğunu ya da yok olduğunu gördüğün için ağlardın. Gözlerimden inen yaşlar çeneme dek ulaşırken düşündüm, Dide nasıl hissediyordu? Bir yanı bir gün babasının döneceğine hep inanmış mıydı? Yoksa başka bir yanı, o yanına düşmandı ve henüz bir çocuk olmasına rağmen babasının gelmeyeceğine, annesinin onu kandırdığına mı inanıyordu?
Şimdi babası buradaydı, Dide babasının kollarının arasındaydı ve savunmasızca ağlarken sadece babasına sarılıyordu.
Kızının ağlayışlarına daha fazla katlanamayan Muşta, onu kollarından azat edip kollarından tutarak gözlerinin içine baktığında, Muşta’nın ifadesini göremesem de o çivit mavisi gözlere oturan kanı sanki kaderime bulaşmış gibi net bir biçimde hayal edebiliyordum.
“Bak,” dedi ve Muşta’nın çatlak gelen sesini duymak beni sendeletti. Parmağını kendi gözüne, daha sonra da Dide’nin gözlerine götürdü ve “Gözlerimiz ne kadar da aynı renk,” diye fısıldadı.
Bir dağın yıkılış ânı gibi, kelimeler öyle büyük bir sarsıntıyla üzerimize yıkılmaya başladı ki, sırtım Gurur’un göğsüne yaslanırken tek yapabildiğim içli bir nefes almak oldu.
Dide küçük avuç içleriyle gözlerini silerken, “Evet,” dedi dudak büke büke, ardından genişçe gülümsedi. “Gözlerimiz çok aynı renk.”
Muşta, Dide’nin yüzünü avuçlarının içine alıp, avuçlarıyla o gözyaşlarını incileri topluyor gibi topladı. Dudaklarını kızının alnına, saçlarının diplerine ve burnuna bastırırken bu buselerin arasına birkaç saniye bile giremiyordu. Arka arkaya öptü kızını. Bir yabancı değil de dokuz yılın her bir gününü kızının hayatına armağan etmiş, tek bir an bile ayrı kalmamışlar gibi öptü.
Muşta kızını birden kucakladığında, Cenan bir adım geri çekilerek Muşta’nın gözlerinin içine baktı. Bu bir davetti, biliyordu, onu evin içine davet ediyordu ve Muşta her nasıl bir hissin içinde olursa olsun, o davete kızı için hayır demeyecekti.
Muşta, kucağında kızıyla bir süre kapının eşiğine baktı, Dide tüm gücüyle onun boynuna sarılmaya devam ediyordu. Bir adım attığında ve o evin kapı eşiğinden içeri girdiğinde, Cenan gözlerini yumup sertçe yutkundu. Gözünden akan gözyaşı sicim gibi inerek çenesini aştı, çenesinden yere damladı.
Cenan kapıyı yavaşça kapatırken artık Muşta o evin içindeydi, Cenan sadece ağlıyordu, bizse akıp giden zamanın içinde sessizlik yemini etmişiz gibi hareketsizce onları izliyorduk.
Adnan sadece, “O kız çocuğu, onun kızı mı?” diye sorabildi ama bu soru kesinlikle bize yöneltilen bir soru değildi, gördüklerine yönelttiği, boşlukta kaybolup gitmeye mahkûm bir soruydu.
O sorudan sonrası kayıptı, zaman su gibi aktı ve geleceğin topraklarımıza acıyı mı yoksa umudu mu ekeceğini merak ederek öylece kapıya baktım.
Günün üzerine gece devrildi. Sessizlik bir çığ gibi büyüdü. Kimse tek kelime edemedi. Adnan ve Yener evden ayrıldığında artık Gurur ile yalnızdık. Gecenin karanlığını izlerken dilimizdeki lâl kaybolmadı. Muşta hâlâ o evdeydi, o evden çıkmamıştı, o evde neler olmuştu, neler konuşulmuştu hiçbirini bilmiyorduk. Gündüz gece tarafından örtülmeden önce öyle çok ağlamıştım ki artık gözlerim acıyordu, yüzüm kıpkırmızıydı. L koltuğun ucuna oturmuş boydan camın dışını, şehre yayılan ışıkları izlerken sessizliğimi bozan tek şey alıp verdiğim nefeslerin sesiydi.
Gurur tam karşımdaki cam sehpanın üzerine oturduğunda gözlerimi çevirip ona baktım. Yüzümdeki perişan ifadeyi görünce derin bir nefes aldı, omuzları aldığı nefesle havaya kalkarken gözleri sadece gözlerime perçinlenip kaldı. Ruhumdan yükselen acıyı görebiliyordu, aynı acı onun ruhunda da tepiniyordu.
Bir süre beni izledikten sonra, “Seni biraz dışarı çıkarmamı ister misin?” diye sordu, teklifi yüzümdeki ifadesizliğin kaybolmasına yetmedi. Bakışlarımı tekrar cama çevirirken bir süre düşündüm ama düşüncelerim birbirine karışınca gözlerimi yere indirdim.
“Mutlu olmamız gerek ama neden bu kadar buruk hissediyorum?” diye sordum sonunda. Bu soru, bugün dudaklarımı ilk kez aralayışımla doğmuştu ama sesim öyle kısıktı ki bu sorunun göbek bağı dudaklarımdan kesilmemişti. “Muşta’nın içindeki kırgınlık geçecek mi? Sanmıyorum. Cenan onu sonsuza dek kaybetmiş gibi hissediyorum.”
“Cenan onu geri kazanmak istiyordu, değil mi?” diye sordu Gurur, sorusu bakışlarımı tekrar onun yüzüne taşısa da kelimeler dilimin ucunda canlanmadı. Başını bunu zaten biliyormuş gibi salladı.
“Paramparça ettiğin birini geri istemek hem kendine hem de o insana edeceğin en büyük eziyet olurdu,” dedi. “Paramparça ettiğin bir bardağın tüm kırıklarını bir araya getireceksin, sonra da o bardağı suyla doldurup dudaklarına yaklaştıracaksın. O suyu içmeye cesaretin olur mu? Kırıklardan biri iyi yapışmamışsa boğazını serinleteceğini sandığın o suya karışır da içine dalar, içini deşer. Cenan da biliyor bunu. Cenan bir bardağı parçalar gibi parçaladı Muşta’yı, şimdi istediği kadar birleştirsin, istediği kadar su içebileceğini düşünsün, o parçanın içini parçalayacağını bilmiyor mu sanıyorsun? Biliyor.”
“Bir şansları daha olamaz mı?” diye sordum çocuk gibi. “Biliyorum, Cenan’ın yaptığı şey affedilecek bir şey değil. Geçmişin içine yığılmış o dokuz yılı kimse geri getiremez, kimse Muşta’nın kaybolan dokuz yılını telafi edemez, bedelini ödeyemez ama Muşta’nın içinde, kalbinin derinliklerinde hâlâ alev alev yanan aşkı da görüyorum, Gurur. O gün o odaya girdiğimde, Cenan’ın onu çağırdığını söylediğimde gördüm. Gözlerinde hem umudu hem de fırtınayı gördüm, o gözlerde hem zemheri vardı hem de bahar. Hem korkuyordu hem de mutluluktan ölüyordu sanki. İçi bu kadar Cenan ile dolu olmasa, o gece yıkılma ihtimaline rağmen gider miydi Cenan’ın yanına? Sırf Cenan çağırdı diye.”
“O gün Cenan’ın ondan sadece kendisini çaldığını sanıyordu, dokuz yılını değil,” dedi Gurur, bu gerçeği böyle net duymak kalbime ağrı saplasa da doğrulardan kaçılamayacağını bilecek yaştaydım. Bir çocuk gibi inada bindiremedim, aksini savunamadım, hâlâ birlikte olmalarını istediğimi dillendiremedim.
“Her şey farklı olsun isterdin,” dedi Gurur ruhuma sızmış, ruhuma kan damlası gibi düşen düşüncelerin ellerini tutmuş gibi. “Mutlu olmalarını isterdin. Belki şimdi evli olurlardı diye düşünüyorsun, belki Dide bir an olsun babasızlık nedir bilmezdi, yüzünü bilmediği bir babayı özlemezdi, belki Cenan zor bir hayat yaşamak zorunda kalmaz, tek başına mücadele vermezdi. Belki Muşta o gece yıkıldığı gibi yıkılmazdı, belki hiçbir zaman Cenan’ı da kızını da kaybetmezdi. Belki hiç dokuz yılı çalınmış gibi hissetmezdi. Ama tüm bunlar olsaydı, Cenan kalsaydı ne olacaktı, Zeliha? Hiç düşündün mü?”
“Ne olacaktı?” diye sordum.
“Muşta babasının katili olduğu kadının hayatında kalmaya devam ederek başka bir cehennemin içinde yanıyor olacaktı. Onların aşkının kaderinde kırk orman yanıyor, otuz dokuzu sönse, o bir orman sonsuza dek yanacak.”
“Kırk değil, kırk bin orman da yansa, o ormanın içinde kendileri de yansa, her şey de yansa Gurur, ben o ikisinin birbirlerinden vazgeçebileceklerine inanmıyorum.”
Gurur bana uzun uzun baktı ama hiçbir şey söylemedi. Gözlerinin içine bakarken, sessizliğine rağmen onun da benim gibi düşündüğünü gördüm. Hatta bu düşüncenin yanında kafasında bir düşünce daha asılı duruyordu. Sanki o gözler, sessizlikle bana bakarken, “Tıpkı bizim gibi,” diyordu.
“Dışarı çıkalım,” dedim usulca oturduğum yerden kalkarken. “Üzerime bir şeyler giyeceğim.”
“Tamam,” dedi sessizce.
Üst kata çıkıp elbise dolabının önünde durduğumda düşüncelerim de bir an için benim gibi durdu. Elbise dolabının aynasına düşen yansımam karanlığın içinde daha koyu renk bir gölge gibi duruyordu. Derin bir nefes alıp kapağı çektiğim an yansımam gözden kayboldu ve kırmızı bir kazak, krem rengi İspanyol paça bir pantolon çıkarıp yatağın kenarına doğru ilerledim.
İç çamaşırlarımı değiştirip üzerime kazak ve pantolonu geçirdikten sonra yatağın kenarına oturup ayağıma çoraplarımı giydim. Saçlarımı sıkı bir atkuyruğu şeklinde bağladıktan sonra uzun paltomu da omuzlarıma alıp odadan çıktım.
Gurur’a giyinip giyinmeyeceğini merak ederek baktım ama üzerini zaten yeni değiştirmişti. Koyu mavi bir kot pantolon ve siyah, boğazlı bir kazak giyiyordu. Paltosunu almadı, sadece arabanın ve evin anahtarlarını alıp, sol cebine onları, sağ cebine de cüzdanını koydu.
Vestiyerden botlarımı aldım, ayaklarımı botlarımın içine soktum ve yorgun bir şekilde eğilecektim ki beni durdurup tek dizinin üzerinde yere çöktü. Ayaklarımı botlarımın içine rahat edeceğim şekilde yavaşça yerleştirdikten sonra botlarımın bağcıklarını tek tek bağladı ve kafasını kaldırıp bana alttan içimi ısıtan, derin bir bakış attı.
“Teşekkür ederim ama buna gerek yoktu,” diye fısıldadım mahcup bir sesle.
“Rica ederim ve bırak da buna gerek olup olmadığına ben karar vereyim, bebeğim,” dedi, dudaklarıma yayılan tebessüme bakarken o da tebessüm etmişti.
Evden çıktığımız an ellerimiz birleşti. Omzumun üzerinden Cenan’ın evinin kapısına baktım, derin bir nefes alıp adımlarımı hızlandırırken kapı yavaşça kadrajımdan çıktı. Binadan çıkıp Gurur’un cipine binene kadar etrafa dağılan tek ses adımlarımızın sesleriydi. Emniyet kemerini bağladığım sırada gözleri yine uyarıyla bana dokundu ve kemeri çok sıkı bağlamayarak o bakışların isteğini yerine getirdim.
Bu, aramızda sessiz bir anlaşmaya dönüşmüştü artık.
Yemek yiyebileceğimiz bir yer bulmuştuk ama ikimiz de iştahsızdık, çok bir şey yiyemesek de en azından artık aç değildik. Restorandan ayrıldığımızda bir süre şehrin içinde başıboş gezindik ama artık cipin içinde olmak istemediğimizi anladığımızda cip bir yol kenarında park hâlinde duruyordu ve el ele karanlık sokakta ilerliyorduk.
Tesiste de tıpkı bizim sokaklara yayılan sessizliğimizin aynısının olduğunu biliyorduk. El ele yürüdüğümüz karanlık sokakların her birine ikimize dair anılar bırakırken biliyordum ki o da benim gibi Muşta ve Dide’yi düşünüyordu.
Bir an için durdum ve düşünmemem gereken, düşüncesinin bile bana öldürecek kadar ızdırap verdiği bir şeyi düşündüm. Bir gün birbirimize yabancı olursak, birbirine dolanmış ellerimiz ayrılır da birbirimize el olursak, bu sokaklara nakşettiğimiz her bir anı ikimizi de altına alıp bizi içine gömen birer mezar olmayacak mıydı?
Bu düşünce beni birdenbire titretince Gurur, “Üşüdün mü?” diye sorarak bana baktı.
“Biraz,” dedim. Oysa beni şehirdeki erimeye başladığından buza dönmüş kar değildi üşüten, onunla el ele yürüdüğümüz bu yolda, bir ele dönüşmüşken karşılaşma ihtimalimizi düşünmekti.
Gurur elimi bırakınca panikleyerek ona baktım ama bu kez kolunu omzuma atıp beni kendisine doğru çekti. Büyük bedeninin ısısı bedenimde kıvılcımların saçılmasına neden oldu. Kolumu onun beline sardım ve onun kollarının arasında yavaşça yürümeye devam ettim.
“Gün doğduğunda daha iyi hissedeceksin,” dedi Gurur, sesi kanımın dizginlerini eline alan bir sakinleştirici gibiydi. Damarlarımda onun verdiği huzurla başımı göğsüne bastırarak yürürken, “Yarın Muşta da daha iyi hissedecek,” diye fısıldadım, buna inanmak istiyordum. Kızıyla geçireceği bir gecenin onu tamamen iyileştirmese de yaralarını saracağına inanmak istiyordum.
“Artık biraz da kendini düşünmelisin.”
“Bu zamana dek hep kendimi düşünerek yaşamışım,” dediğimde bakışları derinleşti. “Hayatımın senden öncesi bir bencillikten ibaretmiş.”
“Nedense ben de ne zaman ceylan gözlerine baksam, tam olarak bunu düşünüyorum.” Dudaklarım yukarı kıvrıldı, gözlerimi bir ceylanınkine benzetmesi yüreğimi sıcacık yapmıştı. Kafeler Caddesi’ne kadar geldiğimizi fark ettiğimde bakışlarım etrafı taradı, o beni izlemeye devam ediyordu.
Bir an durup kalmama neden olan, o gece yağmurun altındayken içinden çıkıp kaderime gittiğimiz kafenin önünde olduğumuzu fark etmemdendi. Gurur, kafeye doğru baktığımı görünce bakışlarını kafeye çevirdi ve “Ne oldu?” diye sordu.
“Bu kafeden çıktığım geceyi hatırlıyorum,” dediğimde kaşlarını çatarak bana baktı. “Kestane’ye araba çarptığı gece, seni durdurduğum gece,” dedim sessizce. “Kaderimin değiştiği gece bu kafeden çıkmıştım. Yağmur yağıyordu, babamla konuştum, Kestane beni eve bırakmak ister gibi peşimden gelmeye başladı.” Yüzünde anlamlarını çözmekte zorlandığım bir ifadenin oluşmaya başladığını gördüm. “Bir yere gidiyordun ama sesimi duymuştun, yardımımıza gelmiştin.”
“Kaderin, sayfaları bize dair kelimelerle doldurmaya başladığı o gece,” diye mırıldandı dalgın gözlerle.
“O gece yaşandığında, kafamın içinde durmadan yaşanmaması gerekiyordu diye mırıldanmıştım,” dedim. “O gecenin yaşanmaması gereken bir gece olduğuna kendimi inandırmıştım.”
“Çok korkmuş görünüyordun,” dedi, eli saçıma uzandı ve saçıma dokunup gözlerime uzun uzun baktı. “Korkunu yaratan kişi olmak çok zormuş. O zamanlar bunu fark edemeyecek kadar öfkeyle doluydum, damarımda kan değil de zehir akıyordu, ölüm saçıyordum. Senin gözlerindeki korkuyu bile göremeyecek kadar kördüm. Şimdi sadece pişmanım. Keşke tüm bunları sana yaşatmasaydım.”
“Aslında korktuğum sen değildin, yaşananlardı.”
“Yaşananların var oluş nedeni bendim. Her şeyi sana yaşatan bendim,” dedi, kaşlarımı çatıp ona inkâr dolu gözlerle baktığımda sadece gülümsedi. “Bazen kabul etmek gerek, Zerda. Aşk bir kaşık balsa, bin kaşık zehirdir.”
“O gece hakkında pek konuşmadık,” diye mırıldandım, aslında konuşmak istemediğini biliyordum. O gece bir yere gidiyordu, cebinde bir bıçak vardı, o bıçak kaderi değiştirecekti; o gece Gurur zaten birini öldürecekti. Onun birinin canını almış olması karnıma ağrı soktu, daha sonra hayatında birçok kez ölüme tanık ve sebep olmuş bir asker olduğunu hatırladım. O, benim aksime ölümlere alışkındı.
“O gece olanların nedeni sen değilsin, sen de biliyorsun. Aslında yaşanan hiçbir şeyin nedeni sen değildin. Sen hayatıma iyilikler ve güzellikler getirmekten başka bir şey yapmadın. Hayatım uçurumun kenarına terk edilmişti, sen onu uçurumun kenarından aldın. Hepsi bu.”
Elimi kaldırıp saçlarımda dolan elinin üzerine koyduğum an, bilekliklerimizin mıknatısları birbirine tutundu ve kalbin iki parçası birleşerek tek parça oldu.
“O geceden önce de tanışma şansımız olsaydı keşke,” dedim, bu bir dilek olamayacak kadar imkânsızdı çünkü artık imkânlar dahilinde olan bir şey değildi. O gece yaşanmıştı, kader bizi karanlık bir gecede bağlamıştı.
“Anında dikkatimi çekerdin,” diye itiraf etmesi kaşlarımı kaldırmama neden oldu. “Karşıma nasıl hiç çıkmadığını düşünüyorum. Aynı sokaklarda yürüdük, belki bilmeden aynı anda aynı yerde bulunduk ama sırtlarımız birbirine dönüktü. Ama eğer o an bana dönseydin, seni görseydim, ne yüzünü ne de çillerini asla unutmazdım. Tüm dikkatim seninle dağılırdı.”
Dudaklarımda küçük bir gülümsemeyle, “Bir yerlerde karşılaşmış olma ihtimalimiz bile iyi hissettiriyor,” dedim.
“Bu şehirde ikimiz de vardık ve biz olacağımız ânı bekliyorduk,” dedi beni yeniden kolunun altına çekerken.
Gülümsemem öyle derinleşti ki, sanki bu gülümseme, içine tüm gözyaşlarımı dolduracağım bir çukurdu ve fark etmiştim ki Gurur için döktüğüm her bir gözyaşı, ona değerdi. Yüzüme çizdiği gülümsemeler, gözyaşlarımı o çukurun içine doldurmam içindi.
Beni ağlatmaktan öyle çok nefret ediyordu ki, sanki bir gün yüzüme çizdiği gülümsemelerin oluşturduğu o çukura kendini bırakacaktı; sanki bir gün benim gülümsememde ölü bulunacaktı.
“Bir paket kısa Marlboro alabilir miyim?” diye sordu genç adam, Isparta’nın yağmurlu havası gökyüzünü griye boyamıştı. Dışarıya hızla düşen yağmurun sesi büyük marketin içine doluyordu. Genç, tesettürlü kasiyer kız, yüzünde ölçülü bir gülümsemeyle sigara paketini okuttu ve adama uzattı. Adamın ela gözleri genç kıza dokunmadı, paketi alıp cebinden kartını çıkardı ve kartını okuturken, “Teşekkürler,” dedi, sesindeki mesafe kasiyer kızın dikkatinden kaçmadı ama üzerindeki kamuflajı gördüğü anda, bu soğukluğun esas nedeninin adamın bir asker olmasından kaynaklı olduğunu düşünmüştü. Oysa Gurur Mert Çalıklı, bir askerin derisini ruhunun üzerine giydirmeden önce de böyleydi.
Kız, “Rica ederim,” diyerek fişi uzattı ama Gurur fişi almadan marketin çıkışına ilerledi. O marketin hemen giriş kapısının yan tarafında kalan çıkış kapısına ilerlediği sırada, aralarındaki küçük bariyerin hemen arkasında kalan giriş kapısından da aynı saniyeler içinde yağmurdan sırılsıklam olmuş, çilleri yüzünü derisine ait mücevherler gibi saran genç bir kadın giriyordu. Aralarında sadece bir metrelik mesafe ve adamın yarı boyu kadar küçük bir demir levha vardı. Biri içeri, diğeri dışarı çıkarken yağmur birdenbire bıçak gibi kesildi ve güneş göğü yırtarak şehrin içinde parladı.
Aynı hizaya geldiklerinde güneş Gurur’un gözlerini aldı, gözlerini kıstı ve birden değişen havaya anlam yükleyemeden öylece ileriye baktı. Sonra birden, bedeninde hissettiği dehşet verici bir sıcaklıkla irkildi, tam omzunun üzerinden yan tarafında kalan kadına doğru dönüyordu ki, kadının çantasından aceleyle çıkarmaya çalıştığı alışveriş listesi yere düştü. Genç kadın yere eğildiğinde, Gurur ona doğru dönmüştü ama baktığı yerde kimse yoktu, çünkü genç kadın yere eğilmiş, alışveriş listesini alırken bir yandan da çantanın içinden yere dökülmeye başlayan bozuk paraları durdurmaya çalışıyordu.
Gurur önüne döndüğü an genç kadın doğruldu ve Gurur dışarı doğru bir adım attı. Güneş birdenbire kara bulutların arkasına geçti, şehre yeniden karanlık çöktü ve gök bir şeye kızmış gibi gürlediğinde çoktan yağmur başlamıştı.
Gök, dur diyordu.
Kaderini arkanda bıraktın, diyordu.
Kaderinle aranda sadece bir baş döndürüşü mesafe var, diyordu.
O gece yaşanmamalıydı ama kader ikisini bir araya getirmek için yeni bir yol aramaya koyulduğunda, sunulan ve kaçırılan son fırsatları bu değildi. Günler birbirinin üzerine serildi; o günün üzerinden Isparta’ya onlarca kar, onlarca yağmur yağdı; Isparta’da onlarca fırtına çıktı, Isparta’da onlarca güneş doğdu ve onlarca güneş, bulutların arkasına gizlenerek yerini gri bir güne bıraktı.
Kader onları karanlık bir ağustos gecesine taşıdı, işlek bir caddede birbirine çarparak ilerleyen kalabalığın bir ucunda Gurur, bir diğer ucunda Zeliha vardı.
O gece Kafeler Caddesi, bir konser için gençlerin oluşturduğu bir kalabalıkla dolup taşıyordu. Zeliha ayağında çok da rahat edemediği topuklu botlarıyla hızla kalabalığı aşarak yürürken dar bir sokaktaydı, yokuşu tırmanmaya çalışıyor, arkadaşlarının olduğu kafenin hangisi olduğunu anlamaya çalışır gibi bir telefona bir de etrafına belli aralıklarla yerleştirilmiş, içinden müziklerin taştığı kafelere, barlara bakıyordu. Konsere çok vardı ama kalabalık öyle fazlaydı ki, şimdiden boğulmuştu.
Yol kenarında duran genç bir adama yaklaştığında, o adamın Yener olduğunu bilmiyordu, Yener de ona konserin olduğu yeri sormak için yaklaşan kızın yüzüne değil, kafelerden birinin verandasından sarkarak onunla muhabbet eden gotik görünümlü güzel kadına bakıyordu.
“Affedersiniz, konser hangi barda olacaktı biliyor musunuz?” diye sormuştu Zeliha, adama değil, elinde tuttuğu telefona bakıyordu.
Yener kıza göz kırparken hemen çaprazında soru soran kıza bakmadan, “Sokağın sonundaki barda,” demişti.
Zeliha’nın tek yanıtı kuru bir, “Teşekkürler,” olduğunda ve Zeliha hızla Yener’in yanından geçerek sokağın sonundaki bara doğru yürümeye başladığında, gitmek üzere olduğu barın içindeki zemine kaderinin güçlü adımları düşüyordu.
Kahverengi deri ceketi, yuvarlak yaka beyaz tişörtüyle kalabalığı aşarak barın çıkışına ulaşmaya çalışan adam, barın girişine ulaşmak için barın önündeki verandanın ahşap basamaklarını tırmanmaya başlayan kızın varlığından bihaberdi.
Barın kapısı aynı anda açıldı, bardan çıkmak üzere olan birbirine yabancı insan grubunun içinde Gurur, bara girmek üzere olan birbirine yabancı insan grubunun içinde ise Gurur’un kaderi olan kadın vardı.
Kalabalıklar birbirine karıştı. Yabancı bedenler birbirine çarptı. Zeliha’nın başı, ondan metrelerce yüksekteymiş gibi hissettiği bir adamın göğsüne çarptığında, eğer o kalabalık onları her iki yandan da itiyor olmasaydı; o gözler mutlaka birbirini bulmak isterdi çünkü o kalabalıkta birbirine çarpan iki beden, sanki birbirine çarpan iki ışıktı ve anlık çarpışmayla bile şehrin karanlığına, güneşi doğuracak büyüklükte bir aydınlık yaymışlardı.
Zeliha o kokuyu bir süre sonra yeniden soluyacağından habersiz, içinden, “Buz ve yasemin gibi kokuyor,” diye geçirdi. “Donmuş yaseminler gibi.”
Gurur, ona kafasıyla çarpan ve kalabalığa kapılarak içeri sürüklenen kadının yüzünü göremese de verandaya çıktığında ve gözlerini beyaz tişörtünün önüne indirdiğinde, tam kalbinin üzerine bulaşmış kırmızı ruj izini görmüştü. Tek kaşını kaldırıp omzunun üzerinden barın girişine baktı ama tek gördüğü birbirini iterek içeri doluşan kalabalık oldu.
O gece onun kalbine bir öpücük bırakan kişinin kaderi olduğunu, henüz bilmiyordu.
O gece Yener, “Kime öptürdün lan solunu?” diye sordu dudaklarının arasına bir sigara dengelerken.
Gurur kafasını kaldırıp sokak lambasına bakarken bir elini pantolonunun cebine koydu ve “Bilmem,” dedi. “Yüzünü görmedim ki.”
Gurur elimi daha sıkı kavradığında, sokağın öteki ucunda bir araç yavaşladı. Aracın kapıları açıldığında Gurur’un yüzündeki tüm kasların seğirdiğini gördüm. Bakışlarımı araçtan inen kişiye çevirir çevirmez, benim de tıpkı Gurur gibi tüm ifadelerim geri çekildi. Bu adamı hayal meyal değil, hafızamı kavuran bir gerçekle hatırlıyordum.
Komiser Ufuk Arslan.
Cenan’ın yanında gördüğüm, veterinerlerin ölümlerini en ince ayrıntısına dek didikleyen adam. Gecenin bu saatinde neden buradaydı, bu karşılaşma bir tesadüf müydü ve tesadüfse bile neden aracından inip bize doğru gelmeye başlamıştı bilmiyordum.
“Bu ne hoş tesadüf,” dedi sahte bir şaşkınlıkla, Ufuk’u bir süredir görmediğim için yarattığı tehlikeli enerjinin kaybolduğunu hissetmiştim ama şimdi buradaydı. “Beni tanımadınız sanırım. Ben Komiser Ufuk Arslan.”
“Sizi tanıdım,” dedi Gurur, sesi sabitti, öyle soğukkanlıydı ki bir an dönüp ona baktım. Gözlerini Ufuk’un bize yerleşen gözlerine saplamıştı ve öyle bir bakışı vardı ki, baktığı yerden kan damlayacaktı.
Ufuk, Gurur’un sabit bakışlarından rahatsız olmuş gibi gözlerini bana çevirdi. “Merhaba. Cenan’ın öğrencisiydin, değil mi?”
“Evet.”
“Bu saatte dışarıda olmanızın özel bir nedeni yok ya?” diye sorması beni bir an afallattı, Gurur’un kaşları birden öfkeyle çatıldı ama mimikleri hâlâ soğukkanlılığını koruyordu.
“Sevgilimle istediğim saatte, istediğim şekilde, istediğim nedenden dışarı çıkarım,” dedi Gurur, sesi öyle ruhsuz yükselmişti ki Ufuk’un bakışlarına sinen şaşkınlık bir adım sonra gerginliğe dönüştü.
“Sizi son gördüğümde de bu kadar agresif miydiniz, komando?”
“Mizacım bu,” dedi Gurur, dudakları alayla yukarı büküldü ama gözleri hâlâ ölümcül vaatlere gebeydi. “Seni yolundan alıkoymayalım, komiser.”
Ufuk’un dudaklarına yayılan tebessümde herhangi bir içtenlik ve alay yoktu; bu gülümsemenin tek bir ana teması vardı, o da kesinlikle bastırılmaya çalışılan karanlık bir öfkeydi.
“Veteriner cinayetleri de amma çoğaldı,” dedi birden Ufuk, Gurur’un elini tutan elim buz kesse de gözlerimdeki ifadesizlik parçalanıp dağılmadı. “Duydunuz mu son olanları? Vakalar gitgide çoğalıyor. Çoğu veteriner hekim can güvenliği için şehri terk etmeye, farklı bir şehre atanmak için başvurularda bulunmaya başladı. Ne acı verici bir tablo.” Ufuk’un gözleri bana çevrildi. “Özellikle sokak hayvanlarının veteriner hekimlere ihtiyacı varken… Gitgide kan kaybediyoruz.”
Dudaklarım yukarı kıvrıldı ve “Şehrimizdeki hiçbir veteriner, Ufuk Bey, maalesef sokak hayvanlarını ücretsiz muayene edemiyor. Keşke sahiplendirilmeler çoğalsa. Sonuçta hasta olan bir hayvanın gidip bir veterinerden tek başına yardım isteyebilmesi de imkânsız, değil mi?” diye sordum. Soğukkanlı ve ima yüklü cevaplarımın ardından sorduğum soru, Ufuk’un yüzündeki sağlam ifadeyi anlık da olsa sarstı ama işinde iyi bir komiserdi, dudaklarına alay bulaşmaya başladığında bunu bizi manipüle etmek için yaptığını biliyordum. Korku hissetmemizi istiyordu çünkü başta Cenan’ın da olduğu gibi, o da tesisteki askerlerden şüpheleniyordu.
“İyi bir avukat olacaksınız,” dedi Ufuk, beklenmedik cevabına sanki almam gereken bu cevapmış gibi içtenlikle gülümsediğimde kafası iyiden iyiye karışmıştı. “En nihayetinde katil açığa çıktığında, yargının kolları katili arasına aldığında, şehirdeki düzen tekrar sağlanacaktır. Üstelik suçluları savunmak için de sizin gibi iyi avukatlara ihtiyacımız var, değil mi? Eminim çok iyi savunursunuz, mükemmel bir avukat olacağınızdan yana hiç şüphem yok.”
“Güzeller güzeli sevgilime ettiğin iltifatlar için teşekkürler lakin ihtiyacı dahi yok. Böyle güzel iltifatları iyi bir avukat olmasını dilediğiniz insanlara yapın. Zeliha zaten iyi bir avukat olacak ve iyi avukatların övgüye ihtiyacı yoktur. Tıpkı iyi askerlerin ve iyi komiserlerin de övgüye ihtiyaç duymadıkları gibi. Değil mi?” Gurur, sevimsiz bir gülümseme eşliğinde sorusunu sonlandırdığında, Ufuk çatık kaşlarla gülümsedi.
“Anlayamadım?”
“Tren,” dedi Gurur gülümseyerek. “Kalkmış.”
“Yine anlayamadım,” dediğinde, Gurur, “O sırada treni mi izliyordunuz?” diye sorunca dudaklarımı birbirine bastırdım.
“Şakacı gününüzdesiniz sanırım ama öyle yorgunum ki, şakanızı anlayamadım doğrusu.”
“E gidin dinlenin o zaman, tutmayalım biz sizi,” dediğimde Ufuk anlık olarak bana baktı. “Hadi sevgilim, çok geç oldu. Bu saatlerde şehirde kötü insanlar dolaşır, evimize dönelim.”
“Tabii dönün,” dedi Ufuk ellerini ceplerine atarken. “Bu arada Zeliha, bu aralar Cenan ile pek görüşemiyorum. Telefonlarıma dönmüyor, her şey yolunda mı? Eminim fakültede karşılaşıyorsunuzdur.”
Gurur, Ufuk Arslan’ın Cenan ile ilgili soru sormasına gerilmiş gibi kaşlarını çatarak Ufuk’u incelerken, “Her şey yolunda,” diye yalan söyledim. Oysa Cenan öyle bir ateşin içine düşmüş yanıyordu ki, bırak her şeyi, tek bir şey bile yolunda değildi onun için. “Bu aralar çok yoğun olsa gerek, eminim size dönecektir.”
“Ah, anlıyorum.” Ufuk bir an ciddiyetle, “Onu görürsen, en azından mesajlarıma dönmesini söyleyebilir misin?” diye sordu. “Onu gerçekten merak ettim.”
Başımı sallamakla yetindim ve Ufuk da bizi daha fazla alıkoymadı. O bizden uzaklaşmaya başladığında, Gurur ile tam ters istikamete dönmüştük. Ufuk’un arabasına bindiğini çarpan kapının sesinden anladım, çok geçmeden arabanın motoru çalıştı.
“Ne diye Cenan’ı soruyor bu sikik?” diye sordu Gurur abartılı, kaba bir sesle. “Veteriner dalgasından değil, girdiği hâlleri gördün mü? Kesin ilgi duyuyor Cenan’a. Ona ne, demek ki kadın istemiyor ki açmıyor telefonlarını, dönmüyor mesajlarına. Ne diye yapışıyor?”
“Konu Muşta olduğu için mi birdenbire Cenan’ı kıskanmaya başladın?” diye sordum gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırarak.
“Aa ne ilgisi var be? Şam şeytanı kadını ne diye kıskanacakmışım, Muşta ne diye kıskanacakmış? Bizi hiç alakadar etmez zaten,” diye söylendi. “Yine de kadına karşı yılışık tavırları hiç hoşuma gitmedi benim.”
Gülerek, “Ciddi ciddi Muşta adına kıskançlık yapıyorsun bence şu an,” dediğimde gözlerini devirdi.
“Öf ya. Ne anlarsan anla, bana ne?”
“Gurur,” dedim elini bırakıp bu kez koluna girerek. “Şüpheler hâlâ üzerimizde. Ne yapacağız?”
“Üzerimizde değil, senlik bir durum yok, Zerda. Bunu kafana takma. Halledeceğim bir şekilde. Şu an önemli olan bu ibibik Ufuk değil, önemli olan o gecenin mimarı. O maskenin arkasındaki adamı bulmak zorundayım. Taklitçi katil işi dallanıp budaklandı. Peşindeyiz. Muşta son olay yaşanana dek araştırmalara devam ediyordu, şimdi bir süre hayatıyla ilgilenmeli ama biz devam edeceğiz. Bu iş tamamen aleyhimize dönmeden önce, bu işe bir son vereceğiz.”
“Kaza yapmamıza neden olacak kadar ileri gidildi,” dedim yakıcı bir gerçeği ortaya çat diye koyarak. “Ortada sadece senin taklidini yapan biri yok, seni hedef alan biri var. Her anlamda. O geceyi bilen, kullanan biri var.” Kelimelerim, kanındaki huzursuzluğun gözlerine de gölgeler çizmesine neden oldu. “Ne kadar her şey normalmiş gibi davransak da bu şekilde devam edemeyiz.”
“Sana yansıtmıyorum diye bununla ilgilenmediğimi sakın düşünme,” dedi beni kolunun altına iyice çekip, başımı göğsüne bastırarak. “Tuhaf. Konuyla hiç ilgisi yok şu an ama sen başını göğsüme ne zaman yaslasan, içimi kavuran bir tanıdıklık hissiyle doluyorum.” Derin bir nefes aldı.
Konuşmaya devam edeceğini anladım.
“Seni o hâlde ben gördüm, seni o arabanın içinden, içimden kalbimi çıkarıyor gibi ben çıkardım. Yalnız değildim, yanımda sen vardın, araba sızdırıyordu ve kemerin sıkışmıştı. Seni çektikçe, senin sıkıştığını fark ettikçe, asıldığım, sıkışan benim kalbimdi. Ben o gecenin hesabını sormayacağım mı sanıyorsun? Ben o gecenin hesabını soracağım. Benim iki hesabım var sorulacak. Biri annem, biri de senin için. Ben kendimi bu iki kadının arkasına koydum, ben her şeyi bu iki kadının arkasına koydum.”
“Ben bir hesap sor istemiyorum, sadece iyi ol istiyorum, sadece benimle ol, iyi ol, hep yanımda ol. Sadece seni istiyorum.” Gözlerimi kaldırıp ona baktım. O gece bir yabancı olarak girdiği hayatımda şimdi öyle büyük bir yer kaplıyordu ki. Tam şu an hayatımın merkezinde duruyordu. Bunu biliyordu. Onu, tıpkı onun da beni sevdiği gibi delicesine sevdiğimi biliyordu.
Bir şey söylemedi. Yapmayacağım demedi, hesaplar yok demedi, sadece ben varım demedi, iyi olacağım demedi. Sadece dudaklarını alnıma bastırdı, nefesi saç diplerime yayılırken benimle yürümeye devam etti. Onunla her yolda yürürdüm. Önümüzü göremeyeceğimiz kadar büyük bir karanlıkta yürürdüm onunla, masaya hayatımızı koyacağımız bir kumarın oynanacağı kasinoya da onunla yürürdüm; tartışmasız, doğrudan, direkt olarak gerçekleşeceğine emin olduğum ölüme de yürürdüm.
“Susuyorsun,” diye fısıldadım kolumu ince beline sarıp, Isparta’nın karanlık sokaklarını aydınlatan sokak lambalarına bakarak. “Sen sustuğunda, en çok da aklında olup bitenleri merak ediyorum. Düşüncelerini duymanın bir yolu olsa keşke. Her kadın sevdiği adamın aklından geçenleri, kalbinin vurduklarını, sustuklarını merak eder. Ben de merak ediyorum. Üstelik ben tüm bunları, en başından beri merak ediyorum.”
Derin bir nefes aldı, söylediklerim içini doldurup taşırmış gibiydi. Başını başımın üzerine koyup adımlarımızı daha ağır bir tempoya düşürürken, “Bana öyle sevdiğim adam falan dersen ben de şuracıkta senin için ölürüm, görürsün gününü,” dedi, sesindeki neşeye rağmen gülmedim.
“Ay şöyle ölürüm öleyim öldüm falan diyorsun ya, bir koyasım geliyor sana, AVM’de dönen semazenler gibi döne döne tesisi bul istiyorum ya.”
“Çok haşin seviyorsun sen he.”
“Gıcık ediyo’n beni ne yapayım?”
“Ediyo’n mu? Seni koca Muğla yörüğü seni…”
“Kes be Erzurum ayısı,” diye söylendim. “Söylediğim hiçbir şeyi de ciddiye almıyorsun zaten. Kendimi yere atar, çığlık atmaya başlarım. Yaparım.”
“Biliyorum, öyle deliliklerin var. Potansiyel sahibisin,” diye alay etti.
Kaşlarımı çatarak, “Konuyu anında değiştiriyorsun,” dedim.
Dalgın gözlerini sokak lambalarına çevirdiğinde eve giden yokuşu tırmanıyorduk. “Seni köpek gibi seviyorum,” dedi derin bir nefes alarak. “Al sana konu. Şimdi sabaha kadar seni köpek gibi sevdiğimi düşünerek heyecandan uyuyama. Ben de bu sayede biraz uyurum belki…”
“Ne demek len o?”
“Len mi? Kahraman Bey, lütfen kızınızın kılığına girip kollarınızı bana sarmış olmayın, zaten ödümde pusu kurmuş, her an patlatmak için bekliyorsunuz…”
“Çevirme, söyle. Ne demek biraz uyurum belki? Sen bana horluyorsun mu demek istedin yoksa, Gurur?”
“Aa ne münasebet be?”
“Horluyorum diye mi uyuyamıyorsun? Doğruyu söyle, kızmayacağım.”
“Yemin içersen söylerim.”
“Demek ki horluyormuşum ki kızmamam için yemin içiriyorsun bana ya!” diye çığlık atmamla, korkarak etrafına bakıp avucunu ağzıma kapatması bir oldu.
“Kız deli, ne bağrıyo’n len?”
Bir an ikimiz de duraksadık. Sonra sokaktaki uyku sessizliğine aldırış etmeden kahkaha atmaya başladık.
Gülüşlerimiz sonlandığında binaya doğru ilerliyorduk ve ona, “Bu gece de salonda yatıyorsun,” dedim ciddiyetle.
Arkamdan yavru bir köpek gibi homurdanarak gelirken durmadan, “Hayır ya!” deyip durdu. “Kabul etmiyorum ya! Öf ya!”
HAKAN BASRİ ŞENKAYA
Ben çok cehennem gördüm, canım. Hiçbiri bu kadar yakmadı. Ya gördüklerim cehennem değildi ya da bu yandığım ateş, cehennemden de beterdi.
İsmim Hakan Basri, insanlar bana hep Basri dedi, Basri’nin anlamı gören demekti ve her zaman doğruyla yanlışı görebildiğimi düşündüler. Herkesi gördüm, her şeyi gördüm, herkesi ve her şeyi gördüm sandım. Bir kadın geldi, bana Basri demedi, sanki her şeyi gören olmadığımı biliyormuş gibi bana sadece Hakan dedi. Bazen Hakan ismini kalbimde hissettirdi bana, tamam dedim, ben bu kadının kalbine hükmediyorum dedim, bu kadın benim hükümdarım, ben de onun kalbinin hükümdarıyım dedim. Onun kalbinin hükümdarıyım dedim.
Kalbinin hükümdarı olduğuma inandığım kadın tarafından hükmen mağlup edildim.
Biri tarafından mağlup edilmek nedir, ondan öncesinde ben bunu hiç tatmadım. Onu kalbime alırken, mağlubiyeti kabul mü ettim yoksa hiçbir zaman benimle savaşmaz, sadece beni sever mi sandım bilmiyorum. Belki de ben bana vereceği her şeye kanımla, canımla, ruhumla, onurumla hazırdım.
Bir kadına her şeyinle hazır olduğun gün, kalbinden vazgeçtiğin gün oluyormuş.
Geç anladım ama pişman değilim.
Canım, cananım, ismin içimde, ruhumda, kalbimde, zihnimde, vicdanımda şarapnel parçası, aldığın bir intikam olsun ya da olmasın, beni yine mağlup ettin ama bu kez mağlup olan yine ben olmama rağmen arkamdan ağlayan sen oldun.
O geceyi hatırlıyorum. Karşımdaydın, şarapnel parçası. Bizim için bir şans varsa da yok olmasına kaç dakika vardı, bilmiyordum ama beni çağırmıştın ve sana gelirken Cenan, belki asla gösteremedim, belki hiç hissettiremedim ama bu adam değil, seni gördüğüm günkü adamdım; dokuz yıl geri değil, on dokuz yıl geri gitmişim gibi çocuktum. Senin gözlerine bakmak benim içimde şarapnel parçasından da ötesiymiş, cananım. Senin gözlerine bakmak kansermiş, kemoterapide düşen son kirpikmiş, düz çizgiye dönen kalp atışlarıymış, morgdan soğukmuş ama cehennemden de sıcakmış. Senin gözlerine bakmak arafmış, ben ahiretimi yakarak mı sevmişim seni, ne cennetmişsin ne cehennemmişsin ve ben senin içinde hapsolup kalmışım.
Cenan, canım, cananım. Sen bana o gece öyle bir baktın ki, ben bir kez daha anladım; bizden bir olmazmış, bizden biz de olmazmış, bize sadece ayrılık kalmış. Tek bir adımdı oysa, bir şans daha görmüştüm, belki aptaldım, bir şansımız olabileceğini düşünecek kadar dokuz değil, on dokuz yıl küçüktüm karşında.
Aklım başıma oturdu o gece ama o gece sen kalbimden kalkıp yine gitmedin, Cenan.
Sen o gece elimi tutmadın, elinde tuttuğun şişi içime soktun, o şiş kalbime girdi, sen şişi çevirdin, sen şişi çevirdikçe ben sadece gözlerine baktım ve durman için yalvarmak istedim; içerimde öyle çoktun ki, kalbimi değil, kendini deştin. Deşme istedim. Seni zaten geçmişinden deşen bendim, içimdeki seni deşen sen olma istedim.
Önü göle açılan kulübenin yolunu bulana kadar öyle çok gaza bastım ki, belki ibre bir adım daha atsa, belki gözlerim bir an yoldan ayrılıp gözlerinin hatırına dalsa, şarampole yuvarlanmak tek bir âna dönüşür ve her şeyi sona erdirirdi. Düşündüm, Cenan. Ben öldükten sonra da içimde var olmaya devam eder misin, diye düşündüm. Toprağın altına girmek sorun değildi, sen de benimle toprağın altına gir istemedim. Ömrümün tüm günlerini, seni yaşatacağım tek bir güne verirdim; veririm.
Sen beni bu kadar mahvediyorken, ben seni nasıl hâlâ böyle içimdeki her şeye, kalbime, sana ihanet ederek severim?
Her şey parça parçaydı. Söylediklerin parça parçaydı. Ama gerçek değiştirilemez şekilde ortadaydı. Eğirdir’in sokaklarında dolaşırken rastladığım küçük, altın rengi saçları olan bir kızda seni gördüğüm o haziran gecesini hatırladım Cenan; sen benden gideli dört yıl olmuştu, yaşıtlarım evlenmiş, dizlerine gelen çocukları olmuştu. O kız çocuğu o gece o kadar çok içime dokunmuştu ki, gözleri bana dokunduğunda ve bana tüm masumiyetiyle gülümsediğinde geleceğimizi düşünmüştüm. Yok ettiğim geleceğimizi düşünmüştüm. Senden bir çocuğumun olmayacağı ihtimali o gece içime vurgun yapmıştı, o gece ihtimallerimiz kaybolmuştu, o gece sana benzeyen bir kızım olmayacağını fark ettiğim için öyle çok gözüm dalmıştı ki o küçük kız çocuğu bile dudaklarını bükerek beni izlemişti.
Ama olmuştu, Cenan.
Sen bana sana benzeyen küçük bir kız çocuğu bırakmadın ama giderken yanında bana benzeyen küçük bir kız çocuğu götürdün. Cenan, geleceğimizi çalan bendim, sen neden çaldığımız geleceği bir daha bulamayayım diye eline alıp Eğirdir’in soğuk sularına fırlattın? Şimdi atacağım hiçbir kulaç, bizi kaybettiğimiz gelecekle kavuşturmayacak.
Geleceğimiz de tıpkı benim gibi hükmen mağlup edildi.
Yanlışlarım olduğunu hep bildim. Hatalarım affedilecek büyüklükte değildi, yaptıklarım istemeyerek de olsa hayatına gece gibi çökmüştü. Yıllardır onu hapsettiğim gecenin içinde tek başıma yürüyordum ve şimdi her şey dokuz yıl süren o geceden daha da karanlık geliyordu gözüme.
Kulübenin eski, ahşap duvarlarını izlerken oturduğum sandalyenin üzerinde ruhsuz bir ceset gibiydim. Kollarım boşluğa düşmüştü, bakışlarım boştu, baktığım yerde gördüklerim boştu. Bedenimi geriye doğru atmış, bacaklarımı öne uzatmıştım ve kollarım bir ölünün cansız kolları gibi boşlukta asılı dururken tek yaptığım unutmadığım aralıklarda içimi sancıtan nefesler almaktı.
Gözlerimi ağır ağır yumup geri açtığımda parmaklarımın arasında düştü düşecek gibi duran sigaranın uzayan gri külü kırıldı ve yere düştü. Kaç saattir bu şekilde durduğumu bilmiyordum, kaç saattir sadece boşluğu izliyordum ve onun yüzünü görüyordum bilmiyordum; kaç saattir o duvarda benden çalınan mavi gözleri görüyordum bilmiyordum. Hem onun kara gözleri hem de o küçük kız çocuğunun mavi gözleri birleşti; tek renk oldular. O ahşap duvarda hem onu gördüm hem kızımı gördüm.
Bir zamanlar ona baktığımda da küçük kızımı görürdüm.
Şimdi büyümüştü, kalbimi yerle yeksan etmişti, beni mahvetmişti, artık küçük kızım değildi ve küçük kızımın elini tutup benden çok uzağa gitmişti.
İki kızımı da benden çok uzağa sürüklemişti.
Birinin altın rengi saçları, simsiyah, kapkara, geceleri dağları izlemeye küseceğim karalıkta gözleri vardı; diğerinin mavi gözleri, simsiyah, gece gibi saçları vardı.
Dide. Bu ismi ilk duyduğum anda, karşımda beliren onun yüzüydü. Küçük kızın ismi bile bana anılarımın içindeki onu hatırlatmıştı. Çünkü nuruydu gözümün, didesiydi; kendi kızımın gözlerinin içine bakarken bile onu görmeme neden olan ismi kızıma vermişti. Kolumu kaldırıp sigarayı dudaklarıma götürürken gözlerimi kısıp küçük kızın bana bakışlarını hatırladım. Mavi gözleri farkındalıkla yanıyordu, öyle zeki, öyle olgun bakıyordu ki onun bir çocuğun gözlerini taşıdığına inanması zordu. Gözleri ne kadar benimkilerle aynı renk olsa da bakışlarını ondan almıştı. Sarsılmaz, asi, olgun ve derin bakıyordu.
Kızımın mavi gözlerinin girdabında sürüklenip onun kara gözlerine dek savruldum.
Yağmur yağıyordu. O gün, yağmur yağıyordu. Fakültenin bahçesinde üzerinde mavi takımı, mavi takımının içinde beyaz kazağıyla bana doğru koşarken başını kalın kitaplarından biriyle yağmurdan koruyor, yine de rüzgârla savrulan saçları ıslanıyordu. Saçakların altına girdiğinde kitabı kafasından çekip, üzerine sıçrayan yağmur damlalarını silkeleyerek kafasını kaldırıp bana baktığı ânı hatırladım. Gözlerindeki sarsılmaz, asi, olgun ve derin bakışlar beni yakaladığında, onun en büyük acizliğim olmasına az kaldığını hissediyordum.
Bana hesap sorar gibi, “Neden buradasın sen?” diye sormuştu, sesi de duruşu gibi güçlüydü ama ses tonu bir kız çocuğuna aitti.
Cebimdeki kalemi çıkarıp ona uzatırken dudaklarıma yayılan belli belirsiz gülümsemeyi hatırlıyorum.
Gülümsememe uzun uzun bakmıştı.
“Bunu bende unutmuşsun.”
Benim kendimi sende unuttuğum gibi.
Oysa onun da kendisini bende unuttuğunu, yaşanan her şeye rağmen, bir yanının bende esir kaldığını, benim için yaşadığını, benim için öldüğünü biliyordum. Yine de bize bunu yapmıştı. Bazen bir insan sizi ne kadar çok severse sevsin, size bunu yapardı.
Beni çok sevmişti ama bana bunu da yapmıştı. Belki beni hâlâ çok seviyordu ama o geceye kadar bana bunu yapmaya devam etmişti. Bakışlarım tekrar ahşap duvara sabitlendiğinde artık anıların uzağındaydım, kendimle baş başaydım. Mahvolmuştum, yalnızdım, bir yanım mutlak surette parçalanmıştı ama bir diğer yarım da sağlam sayılmazdı, o gittiği gün zaten parçalarıma ayrılmıştım. Bugün sınırımdaydım.
“Bana bunu neden yaptın?” diye sordum kendi kendime, duvarlar bana cevap vermedi. Biliyordum, o da burada olsaydı, bana tıpkı bu duvarlar gibi cevap veremezdi. Yine de burada olsun istedim, bir yanım onun yarattığı yıkıma rağmen ona muhtaçtı ve bu yanımı öldürebilmemin bir yolu olsaydı, sanırım bugün bunu yapardım. Gün doğuyordu, şafak göğü boyuyordu ama ben öyle bir karanlığın içine devrilmiştim ki güneş başımın üzerinde de doğsa ben güneşin üzerini örtemediği karanlık bir gölgeye dönmüştüm çoktan.
“Sana daha kötüsünü yaşattığımı düşünüyorsan, ne eksik ne fazla, ben sana bilmeden ne yaşattıysam sen aynısını bana bilerek yaşattın.” Kendi kendime kurduğum bu cümlenin içimdeki bir yarayı kanatmaya başlaması saçma mıydı? İçimde kanı akan bir yara vardı, oysa o yaranın yıllar evvel kabuk bağlayıp kapanmış olması gerekirdi, oysa bu gece açılmış gibi tazeydi; acısı bile bu gece açılmış gibi kemik acıtıyordu.
Sigarayı yere atıp ayağa kalktım, olduğum yerde üç kez turladım, döndüm yeniden sandalyeye oturdum ama olduğum yerde duramadım; sığamadım. Ne yere ne göğe ne de bu şehirdeki sevdaların gömüldüğü göle sığamadım.
Kendimle savaşımın tam ortasında duruyorken, senin saldırılarına uğramışken, ben nasıl hâlâ sana bu kadar deli âşıktım?
İlk gece hiç uyumadım, ahşap bir divanın üzerindeydim, altımda bir yorgan da yoktu bir çarşaf da, tahtalar sırtıma battı ama sırtımı senin sapladığın bıçak kadar ağrıtmadı. İkinci gece hâlâ o divanın üzerindeydim, bir yudum su içmedim, saate bakmadım, telefonu açmadım, arabayı bile göle sürmek istedim; izim olmazsa, belki de yaşadıklarım da hiç var olmamış olurdu.
Yaşadıklarımı silme şansım olsaydı, onunla olan anılarımı kaybederim korkusuyla bu içimde bıçak gibi dönüp duran acıya bile katlanabilirmişim de yaşadıklarımdan vazgeçmezmişim gibi hissediyordum; ben aptal mıydım? Hayatımın hiçbir döneminde bir aptal olduğumu düşünmemiştim. Şimdi hissettiklerim öyle ağırdı ki, kendime defalarca, defalarca, defalarca kez aptal diye bağırıp kafamı ellerimin arasında un ufak etmek istiyordum.
Oturduğum yerden nihayet kalktığımda üçüncü güne girmek üzereydik; bir şafak saatiydi, gün henüz doğmamıştı, gece ise gökyüzünü çoktan terk etmişti. Araf zamanında gibiydik, işte bu zamanlar bana onu öyle çok hatırlatırdı ki bu zamanlardan deli gibi korkar, bu zamanları deli gibi bekler, bu zamanlarda en çok onu düşünür, sadece onun için yanardım.
Arabaya ne zaman atladım bilmiyorum, hatırlamıyorum. Isparta’nın sokaklarında o kadar dolaştım ki, tesisin kapısında durduğumda gün artık ağarmıştı. Delirdiklerine emindim, her yerde beni aradıklarına emindim; bir tek Yener anlardı, bir tek Yener üzerime gelmezdi, bir tek Yener geleceğim ânı bilir, geleceğim ânı beklerdi.
Rozetlerimi takarken, aynanın önünde oluşmaya başlayan o asker, bir zamanlar onun sevdiği askerin aynısıydı ama artık gözleri öyle yorgun bakıyordu ki, o askere çok benzese de karşısındakinin o asker olmadığını anlayacaktı. Onu çok sevsem de gözlerime yerleşen hayal kırıklığını nasıl saklardım? Artık saklayamazdım. Cenan beni sadece kalbimden değil, onunla olan hayallerimden kırmıştı.
Biliyordum, tek suçlu o değildi; ben de bir zamanlar bir kız çocuğunu can evinden kırmıştım. Ona yaşattığım şeyin bir açıklaması olamazdı ama merak ediyordum, onun bana yaşattığının bir açıklaması var mıydı?
Araba beni götürdü, bir yerlere gittim ama nerelere gittim bilmiyordum. Hafızamda bir tek Cenan vardı, hafızamda bir tek yaşananlar vardı, hafızamda bir tek bir daha yaşanamayacak olanlar vardı.
Zaman beni bir mağazanın önünde durdurdu. Mağazanın vitrinindeki koca oyuncak ayı o kadar uzun süre vitrinden bana baktı ki, sonunda arabanın kapısını açıp rüzgârın cenderesine kapılan adımlarım o mağazanın girişine doğru ilerledi. Raftan o oyuncağı indirttim. İşi başındaki kızcağıza, “Baksana,” dedim. “Küçük bir kız çocuğuna ne alınır? Bu ayıdan başka?”
Kızın şaşkınlığı kısa sürdü, bana gülümsedi ama acıdığı için mi gülümsedi yoksa iş başında gülümsemesi mecbur olduğunda mı bilemedim.
“Bunu çok sevecektir,” dedi kız sadece.
“Gerçekten sever mi?”
“Evet, sever.”
“Severse iyi o zaman.” Gülümseyerek oyuncağa baktım, insan gülümserken daha çok ağlarmış aslında, bir oyuncağa bakıp gülümserken anladım. Gözlerimden tek damla akmadı belki ama dudaklarımdaki tebessüm eşti en sağlam gözyaşlarına.
Oyuncakla mağazadan çıkarken kızın gözlerinin beni takip ettiğini hissetsem de dönüp ikinci kez kıza bakamadım. Zaman yavaşladı, ben arabayı sürdükçe zaman daha da yavaşladı, daha da daha da… Bir şey geçip giden zamanı daha da kaybedeyim diye mi yavaşlatmıştı zamanı? Daha ne kadar zaman kaybetmem gerekiyordu? Gün doğmuştu. O binanın önüne geldiğimde, gün artık o kadar doğmuştu ki, gece sadece benim içimdeydi.
Asansör her bir katta biraz daha yavaşladı.
Sonunda o katta durdu. Geçmişin içinde can çekişen yaşanmamış ne kadar anı varsa hepsi kalbime yığılmıştı; bedenimdeki en ağır şey kalbimdi ve bu kalbi taşıyarak yürümek çok zordu.
Kapılar açıldı, benim de kalbim iki yana açıldı. Hislerim doludizgin koşmak istiyordu, etrafa çarpa çarpa dağılmak; hislerim yok olmak istiyordu. Koca bir adam olmuştum ama içimdeki bu yenik his bana, bir çocuğun kalbinde taşıdığı kırgınlıktan bile ağır geliyordu.
Kapı açılır açılmaz, ileriyi izleyen gözlerim onlara dokunmasa da çocukların orada beni beklediğini gördüm. Gözlerine uyku bile girmediği her hâllerinden okunuyordu. İçim acıdı, onlara haber vermeden kaybolduğum için pişmanlık duydum ve adımlarım ileri doğru düşmeye başladığında gözlerim Zeliha’nın iri gözlerine tutundu. Ağlıyordu. Ona gülümsedim, suçu yoktu, beni o gecenin içine gönderirken muhtemelen her şeyi biliyordu ama bir çocuğu suçlayamazdım. O gün, odama geldiği gün yeterince korkmuş görünüyordu.
Ona gülümsediğimde, gülümsememi beklemiyormuş gibi bana bakakalmıştı ama gözyaşları artık daha özgür akıyordu. Küçük kız çocukları hiç ağlamasa olmaz mıydı?
Bu mesele Cenan ve benim meselemdi, bu geçmiş Cenan ve benim geçmişimdi; evlatlarımın bununla ilgisi yoktu.
Bir kalem geçmişin içinde yuvarlanarak beni takip ediyordu. Ben o koridorda yürüyordum, kalem hızla arkamdan geliyordu; kapının önünde durduğumda, kalem ayağıma çarptı ve o gece beni bıraktığı andaki iki gibi parçaya bölündü.
Kapının zilini çaldım.
Saniyeler sürdü kapının açılması ama bana dakikalardan fazla geldi, saatlerden fazla geldi, yıllar gibi geldi. Ondan ayrı kaldığım dokuz yıldan fazla geldi. Kapının diğer ucunda beni karşılayan dokuz yıl önce beni terk eden kadın değildi, dokuz yıl önce benden giden kızımdı.
Dide’ydi, Dide’mdi.
Ona baktım, göğsümü tutup parçalamak istedim; damarlarımda kan değil küller dolandı. “Aa, siz,” diye fısıldadığında sesindeki şaşkınlık yüreğimi ağrıttı. Tanımıyordu beni, birbirimizin hayatında hiç kimseydik; oysa damarlarında alev alev yanan benim kanımdı. Benim canımdı.
Arkasında canımı alan kadın da vardı.
Tek dizimin üzerine çöktüğümde, bir an durdu, aynaya bakıyormuşum gibi hissettiren mavi gözlerinin irileştiğini gördüm. Ona hiçbir şey söylemediğim hâlde, o an zaman bizim için durduğu hâlde, henüz küçücük bir kız olduğu hâlde gözlerine sinen farkındalık beni kül etti.
“Senin için buradayım. Görev bitti, kızım.”
Bana baktı. Ama bu öyle bir bakıştı ki, ona geç kaldığım için ağlayarak o küçük ayaklarına kapanmak, af dilemek, özür dilemek, beni affetmesi için yalvarmak istedim.
Göz bebekleri genişledi, gözlerini tek bir an olsun benden ayırmadı. Bekledi, ben de bekledim; geçmiş onca zamanı beni bekleyerek mi geçirmişti?
Sonra o kelimeyi söyledi.
O kelimeyi duyduğumda ölmediysem, yeniden duyabilmek içindi.
“Baba.”
Çok kısa bir tereddüttü, hatta bir tereddüt bile değildi. Kolumu onun için açtığımda, şiddetle bana çarpan vücudu gözlerimi sıkıca yummama neden oldu. Kollarını boynuma sarıp, gitmemden korkuyor gibi bana sıkıca sarıldı. Tek elimde tuttuğum ayıcığı bırakıp ona öyle bir sarıldım ki, eksik kalan ne kadar yanı varsa, hepsi sarılışımla dolsun istedim; ruhumu çıkarayım, ruhum o küçük ruhtaki eksiklikleri sararak yok etsin istedim.
Ellerim onun gece rengi saçlarının arasında ilerledi, başını omzuma bastırdığımda, kalbimi yerinden söken hıçkırıklarını duydum. Hüngür hüngür ağlıyordu, o ağlıyordu, ben gözlerimi bile açmadan ağlamamak için bildiğim tüm duaları ediyordum. Ağlarsam, ağladığımı görürse, daha çok ağlamaz mıydı? Kız çocukları babalarının ağlamasını istemezdi, değil mi?
Ağlamasın istedim, gözyaşları dinsin istedim, onun tüm kırgınlıklarını ve eksikliklerini tamir etmek için gelmiştim. Onu kollarından tutarak gözlerinin içine baktım.
“Bak,” dedim sessizce. Parmaklarım kendi gözlerime yaklaşırken bana gözyaşları içinde bakıyordu. Derin bir nefes aldım ve bu kez parmağımı onun gözlerine doğru götürdüm. “Gözlerimiz ne kadar da aynı renk.”
Küçük avuç içleriyle gözlerini silerken, “Evet,” dedi, dudağını büke büke gülümsediğinde canımdan can gitti. “Gözlerimiz çok aynı renk.”
Onun güzel, küçük yüzünü avuçlarımın içine alıp, gözyaşlarını parmak uçlarımla sildiğimde, içinden yokluğumu da silebilmeyi umdum. Dudaklarımı alnına, saçlarının diplerine, kızaran küçük burnuna bastırdım. Onu durmadan öptüm, tek ihtiyacım onu öpmekmiş gibi; onu kokladım, onu öptüm.
Kucağıma aldığım küçük bedenini sararken gözlerim kapının eşiğinde takılı kaldı. Oradaydı. Varımı yoğumu, tüm benliğimi verdiğim, sonsuz sadakatle bağlandığım, ondan sonra tek bir ele dahi dokunmadığım ellerin sahibi, benliğimin ve sadakatimin sahibi oradaydı. O kapının eşiğinde durmuş, gözlerinden yaşlar salkım salkım dökülürken bana minnetle bakıyordu. Ben o kapıdan ilk adımımı atana dek gözlerini kırpmadan bana baktı.
İçeri girdim, evde onun kokusu vardı; kucağımda kızımla evin içinde ilerledim. Dide kollarını boynuma sararken, “Sizi hep bekledim,” dedi, bu cümle birden adımlarımın kesilmesine neden oldu. “Geleceğinizi biliyordum. Neden hemen söylemediniz ki geldiğinizi? Ben sizi çok özlemiştim.”
“Görevdi,” diye fısıldadığımda kafasını boynumdan çıkarıp yüzüme baktı. “Askerlerin görevleri vardır, kızım. Görevde olduğum için baban olduğumu söyleyemedim.” Söylediğim pembe yalan, küçük kızımın kalbine dolandı ama daha fazlasını yapamazdım. Dürüst olabilmem için çok küçüktü, tüm bu olanları kaldırabilecek kadar büyümemişti, tüm bu olanları anlayabilmesinin bir yolu yoktu.
“Biliyor musunuz?” diye sordu fısıltıyla, gözleri hâlâ doluydu. Küçük elini yanağıma koydu ve tam gözlerimin içine, küçük bir çocuğun göremeyeceği kadar derinlerime baktı. “Sizi ilk gördüğümde hissetmiştim.”
“Bana siz demene gerek yok,” dedim, daha sonra o hissin kalbimin damarlarını nasıl sardığını hissettim. Onun gözlerine bakınca kanımı yakan bir tanıdıklık hissiyle dolmuştum. “Bana siz deme, Dide.”
“Bir babayla nasıl konuşulur bilmiyorum,” dediğinde, o mavi gözlerin yerini ela gözler almış gibi hissettim. Gurur’un yıllar önceki yüzünü hatırlamak beni acı acı gülümsetti. Sonra içimdeki acı daha da çoğaldı.
Bir babayla nasıl konuşulur, bilmiyordu.
Ben de bir kız çocuğuyla, benim kızım olan bir kız çocuğuyla nasıl konuşulur, bunu bilmiyordum.
“Annem de mutluluktan mı ağlıyor?” diye sordu Dide, gözlerini ona çevirerek. Ben ona çeviremedim gözlerimi, gözyaşlarını izlemek istemedim. Yüreğim yoktu buna. Onu ağlarken arkamda bıraktığım ânı hatırlayınca sertçe yutkundum.
“Sonunda baban burada, onun için ağlıyorum,” dedi sessizce.
“Biliyor musunuz baba…” Bir an durdu. “Affedersiniz, yani affedersin, baba. Biliyor musun, baba… Annem hiçbir zaman ağlamaz sanıyorlar çünkü benim annem çok güçlü bir kadındır ama bazı geceler sana duyduğu özlemden ağlıyordu. Hiç söylemese de senin için ağladığını biliyordum.” Kalbim bir kasırga gibi içimi dağıtmaya başladı. Dide yeniden ona baktı. “Artık geceleri ağlamana gerek yok, anneciğim. Babam bizim için burada.”
Onun yutkunduğunu duydum, yutkunuşu benim boğazımı düğümledi. Dide’nin başını tutup boynuma saklarken, “Buradayım,” diye fısıldadım ama, sizin için, demedim, diyemedim. Bir yanım onlar için burada olduğumu haykırdı, bir yanım ona duyduğum aşktan nefret etti, bir yanım ona duyduğum aşktan nefret etmeme neden olduğu için onu suçladı. Bir yanımsa durmadan onu aklamak için uğraştı.
Ben hâlâ onu aklamak için çırpınıyordum.
Kızımı bağrıma bastım, bir çocuk tüm acıları dindirir sanmıştım ama bir çocuk tüm acılarımın çağlayış nedeni oldu. Sakladığım ne kadar yaram varsa, şimdi daha fazlasının açılmasıyla beraber yaralarım oluk oluk kanıyordu.
“Bir daha gitmeyin lütfen,” dedi kollarını boynuma sararken. Sonra beni kızdırmaktan korkmuş gibi, “Yani bir daha gitme, lütfen,” diye düzeltti kendi cümlesini. Aramızdaki kalıpları kırmak zaman alacaktı belki, bu yadsınamaz bir gerçekti ama her bir kalıp kırıldığında, her bir duvar yerle yeksan olduğunda, onun yanında olmaya devam edecektim.
“Bir fotoğrafınız vardı,” dedi Dide, yeniden o kalıplar aramızdaydı ama cümlesindeki detay beni duraksattı. Yüzünü boynumdan çıkarıp gözlerime bakarken, “Sadece gözlerinizin göründüğü,” diye fısıldadı. “Yüzünde yeşil bir şey vardı, yüzünü ve saçlarını sarıyordu, babacığım. Ama gözlerini görmüştüm. Gözlerimiz aynı renkti.”
Gülümsedi, burnunu çekti.
“Görev gereği yüzünüzü görmemem gerekiyormuş ama annem gözlerinizin olduğu fotoğrafa bakarken ağlamıştı, fotoğrafınızı yatağının üzerinde unutmuştu ve ben de onu ağlatan kişinin yüzünü görmek istemiştim. Ama yalnızca gözlerinizi görmüştüm. Gözlerimi çok seviyorum, babacığım. Çünkü gözlerimiz aynı renk. Anneme ne zaman baksam sizi gördü ve mutlu oldu, annem sizi çok özlüyordu ve annemi gözlerimle mutlu etmek mümkündü.”
Gözlerimin içine baktığı için dişlerimi sıkamadım ama her bir ayrıntı sırtımı dağlıyordu. Sırt nasıl dağlanır bilirdim, ateşle dövülmüş şişin sırtta bıraktığı acıyı bilirdim; sırtımda şiş dolaşmıyordu ama kızımın sözleri sırtımı dağlıyordu.
“Okuma yazma öğrenince ilk işim fotoğrafınızın arkasındaki notu okumak oldu,” dedi Dide, bir an duraksadım. “Fotoğrafın arkasında ‘Cenan’ım, canım, cananım, dağ bu gece çok soğuk, benimse sensiz içimde volkanlar patlıyor’ yazıyordu.”
O fotoğrafın çekildiği günü hatırladım. O fotoğrafın arkasına, dağın karlı soğuğun içinde donmuş mürekkebi nefesimle ısıtarak yazdıklarımı hatırladım. O fotoğrafı ona gönderdiğim günü, birkaç gün sonra benim için yolladığı fotoğrafı hatırladım. Fotoğrafta sarı saçları yüzünün yarısını örtüyor, kara gözlerinden yalnızca bir tanesi görünüyordu; benim için gülümsüyordu. Fotoğrafın hâlâ masamdaki çekmecenin içinde, yedek olarak tuttuğum ama hiç kullanmadığım kurşunlarımın altında olduğunu ise ne o ne de bir başkası bilmiyordu.
Kızıma, “Bana baba desene,” diye mırıldandığımda, çenesindeki gamze çukurlaştı ve dudaklarına bir gülümseme yayıldı.
“Baba.”
“Siz değil, baba diyeceksin,” dedim sessizce.
“Babacığım da diyebilir miyim?”
“Diyebilirsin. Benden canımı bile isteyebilirsin.”
“Canını istemem ki, babacığım. Canını benim için verirsen, bir daha seni nasıl görürüm?” Gözlerinde korkuyla bana baktı. “Seni bir daha özlemek istemiyorum. Lütfen özlemeyeyim.”
“Öyle denir mi hiç?” Dudaklarımı yanağına bastırıp gözlerimi yumarak yanaklarını uzun uzun öptüm. “Öyle dudağını büke büke konuşma.”
“Bu gece birlikte uyuyacağız değil mi?”
“Ben her gece seninle uyusam, sana yine doymam.”
“Bu gece birlikte uyuyacağız, anne, duydun mu?”
“Evet,” diye fısıldadı sertçe yutkunarak. Parmaklarım kızımın saçlarında dolaşırken gözlerim bir an ona takıldı. Bir köşede durmuş, suçlu küçük bir kız çocuğu gibi bana bakıyordu; çenesinden bir damla yaş yere damladığında dişlerimi sıktım.
Sadece dudaklarını oynattı.
“Çok teşekkür ederim.”
O sabah, Dide hiç yorulmadan bana bütün oyuncaklarını tanıttı. Her birine isim vermişti. Pembe ayıcığa ‘Yüzbaşı’ ismini vermişti, gülümseyerek onu izledim bir koltuğun ucunda oturarak. Öyle çok yoruldu ki bana bir şeyleri anlatırken, koltukta kucağımda otururken çenesini göğsüme bastırdı ve öylece uyuyakaldı. Benden ne bir masal istedi ne de başka şeyler; varlığım onun huzurlu bir uykuya dalmasına yetti.
O hiç konuşmadı, bir şeyler söyleyemedi. Elinde bir örtüyle bize yaklaşırken evin içinde ışık yoktu, ışıkları yakmayı bile unutacak kadar dalgındı. Sessizce örtüyü üzerimize örttüğünde hâlâ oturuyor pozisyondaydım, kızım göğsüme yaslanmış sessizce uyuyor, gitmemi istemiyor gibi kamuflajımın kumaşını avucunun içine almış sıkıca tutuyordu. Gitmemden korkuyordu.
“Hakan,” diye fısıldadığında, gözlerimi kaldırıp ona baktım ama içerisi öyle karanlıktı ki gözlerini göremedim. “Gelmeyeceksin diye çok korkmuştum. Geldin.”
“Kızım için geldim,” dedim sadece. Senin için her zaman gelirdim, Cenan, her zaman senin için gelmiştim. Ama bu kez aşamayız, bu kez olmaz, şartlar eşit değil.
Sertçe yutkunup başını salladı. Ne bir şey söyledi ne de kendini aklamaya uğraştı. Tam sırtını dönüp salondan çıkıyordu ki, “Neden?” diye sordum, daha sonra bu soruyu sorduğum için kendime lanetler okudum.
Nasıl isterdim, nasıl beni kandıracağı bir cevabı ondan dilenirdim?
Başını önüne eğdiğini gördüm, sırtı bana dönük hâlde öylece bekledi. Vereceği cevabı mı düşünüyordu yoksa cevabın bende bırakacağı izleri mi?
“Cevap vermeni istemiyorum,” dedim birdenbire, duyacaklarımdan mı yoksa içimde daha da büyümesinden mi korktum bilmiyordum ama bir kez daha sertçe yutkundu. “Artık kızımdan başka hiçbir şey istemiyorum.”
“Anladım,” dedi sadece.
Anlamadı.
ZELİHA ÖZDAĞ
Tesisin beyaza boyalı duvarlarının ortasında durmuş, kulaklığımda çalan müziğe kulak verirken sessizce koridorda ilerleyen askerleri izliyordum. Birkaçı daha önce hiç görmediğim erlerdi, tesisteki hareketlilik önceki günlere nazaran daha fazlaydı ve bunun nedeni Muşta’nın bir kızı olduğu gerçeğinin evlatları arasında çoktan yayılmış olmasıydı.
Hepsi diken üzerindeydi, hepsi gerçeği merak ediyordu ama hiçbiri birbirine soramıyordu; Muşta’nın gönül dağına yağan karı eritemeyen güneş, bu sabah erlerin içine düşen endişe buzlarını da eritmeye yetmemişti.
Çolpan, lavabodan çıkıp bana doğru gelmeye başladığında yaslandığım duvardan ayrılıp ellerimi montumun ceplerinden çıkardım. Airpodsu kabına koyup cebime attım ve “Bora’yı göreceksin değil mi?” diye sordum merakla.
Buraya birlikte gelmiştik, Adnan arayıp Bora’nın buna ihtiyaç duyduğunu söylemişti çünkü Bora, bugün tesisteki gerginliğin farkındaydı. Küçük, güzel çocuğun kalbi sıkıntıyla dolduğunda daha içine kapanık olduğundan Adnan, çareyi Çolpan’ı buraya davet etmekte bulmuştu. Çolpan ise tedirgindi, Bora’ya iyi gelememekten korkuyordu. Oysa kendi erkek kardeşine her zaman iyi gelmişti. Bora gibi özel, müthiş bir çocuk olan kardeşiyle öyle çok zaman geçirip, öyle derin bir bağ kurmuştu ki, Bora da ilk anda Çolpan’ın onu anlayabilecek biri olduğunu hissetmiş gibi ona çekilmişti. Yine de Çolpan işleri eline yüzüne bulaştırmaktan korkuyordu.
Camdan duvara doğru ilerlediğimiz sırada, “Bilmiyorum, Zel,” dedi Çolpan yanaklarının içini havayla doldurarak. “Umarım ona iyi hissettiririm. Bugün burası çok gergin, Bora’nın böyle gergin bir ortamda olması da ruh hâlini epey etkiliyordur.”
“Sen ona iyi geliyorsun,” dedim içtenlikle, Çolpan bana gülümseyerek baksa da o bundan pek emin değil gibiydi.
Çolpan, “Kardeşimden biliyorum,” diye mırıldandı. “Evdeki her gerginliği kalbinde hissederdi. Zorlanırdı. Şimdi böyle bir anda karşısına çıkıp zor da olsa kurduğumuz iletişimi tamamen kaybetmekten korkuyorum.”
“Öyle olacağını düşünseydi, Adnan seni arayıp gelmeni istemezdi.”
“O da bir garip zaten. Bana durmadan bayan, hanımefendi diye konuştu. Mesafeli bir insan olabilir ama durmadan sizli bizli konuşmak bir yerden sonra beni geriyor, biliyorsun.” Omuz silkip ellerini şişme montunun derin ceplerine soktu. “Basri abiden bir haber var mı?”
“Bugün tesise geleceğini bildirmiş Gurur’a.”
“Cenan ablanın evinde mi hâlâ?”
“Dide’yle kaybolan zamanlarını telafi etmeye çalışmaları normal sanırım,” diye fısıldadım.
“Çok zor bir durum. Duyduğumda kulaklarıma inanamadım, Basri abi için çok zor bir durum.”
“Ne kaynatıyorsunuz kız gırgıriyeler?” diyerek birden aramıza giren kişi Yener oldu. Bir kolunu Çolpan’ın, diğerini benim koluma koyup sırıtarak bir bana, bir Çolpan’a baktı. “Çolpan, şekerim bugün de çok güzelsin. Bakayım sana, Zeliha, gece kesin siteyi ayağa kaldıracak kadar horladın. Gözlerine bak. Uykunu almışsın. Bu da demek oluyor ki site senin sayende uykusuz kaldı…”
Dişlerimi öne doğru uzatıp, “He he,” diye homurdandım.
“Muşta gelecek birazdan,” dedi Yener ellerini üzerimizden çekip önümüze doğru geçerek. Geri adımlar atarak yürürken bize bakmaya devam ediyordu. “Dide’yi de yanında getirecekmiş. Tesisteki hazırlığın farkında mısınız? Kızı gelecek diye yere bal döktürüp yalatabilir, Vural üçüncü koridorda dokuz sekiz ritim tutup tulumba çekerek paspas yapıyor. Durumlar ciddi.”
Çolpan gülerek, “Uzun zamandır bu kadar çok konuşurken görmemiştim seni, samut Yener,” deyince, Yener bir an Çolpan’a garip garip baktı. “Birden dilini kedi ısırmış gibi suspus olmuştun her ne hikmetse…”
“Hep bir ima hâlindesiniz,” dedi Yener sırtını bize dönüp yürürken. “Neyse, date uygulaması indirip, biraz gacılar arası sörf yapıp gençleşeyim.”
“Ya bırak yalanı,” diyen kişi Girdap’tı, omzumun üzerinden ona doğru baktığımda koridorun öteki ucunda elinde su dolu kovayla bize bu tarafa geldiğini ördüm. “Hazır arayanların telefonlarına dönmüyorsun, birkaç saat önce WhatsApp listendeki tüm kızlara tek tek engel attığını gördüm. Bana olan sadakatinden mi yaptın yoksa yemekhanede yemeğine şap attılar da kuşun mu sustu anlamadım.”
“Sen benim kuşumla değil, gidip Ecevit’in kuşuyla ilgilen ya.”
“Hâlâ mı o konu ya?”
“Sus, namussuz köpek seni.”
“Dinime küfreden Müslüman olsa.”
“Gidip Ecevit’in sıcak yatağında ejderiyasına sarılarak uyu, nasıl fikir?”
“Yener, şimdi eğri oturalım doğru konuşalım, ejderiyası da ejderiyaymış. Konuşturma şimdi beni kızların yanında…”
“Arsız, şerefsiz, sen yollu olmuşsun.”
“Kelmangeeeee kakooo kakoooo şugarkkeeee mange kekooooo yandan geeeeee mangeee kakoo!” diye bağıran birinin sesinin yankısı tüm koridorlara yayıldığında, Girdap ile Yener aynı anda birbirlerine baktılar. “Mo kakkk kamilooo biya veste, me türbayyyy dicaa vilesgeee!”
“Yazım hatalarından sonra böyle bir şarkı seslendirmesi çok da enteresan değil tabii,” dedi Girdap. “Sessizce arkamdan gelin.”
Girdap’ın arkasından ilerleyip, duvar kenarından tek tek kafalarımızı çıkardığımızda, Vural’ın elinde paspasla şarkısına devam ettiğini gördüm. Birden şarkıyı değiştirdi. “Kiiiii zaanaaabb zigeee! Dimaaa daaveheee yaahey kamooo degey yangooo.” Aniden durup sadece başını oynatarak ciddi bir şekilde, “Vide vide vide vide vide vide!” diye bağırmaya başladı.
Anlamadığım birkaç kelimeden sonra bu kez tüm vücudunu oynatarak, “Domur domur domur domur domur,” diye ritim tutmaya geçti.
“Beter Ali’nin Domur şarkısını söylüyor,” diye fısıldadı Girdap kafamın hemen üzerinden.
“Çok korkunç… Bir şey içmiş gibi görünüyor,” dedi Çolpan sessizce.
“Aa yok kız, o hep öyle,” dedi Yener.
“Vural,” dedim birden ve Vural elindeki paspası yere düşürüp, olduğu yerde zıplayarak bana baktı.
“Allah belanızı vermesin, ödümü koparttınız!” diye bağırdı korkuyla.
Birden Yener ile aynı anda, Vural’ı taklit edip kafamızı ileri geri sallayarak, “Domur domur domur!” diye bağırmaya başladığımızda, Vural kaşlarını çattı ama Girdap ile Çolpan deli gibi gülüyordu.
“Zeliha, sana da aşk olsun,” dedi Vural paspasını yerden alırken. “Bu satılıkla bir olup beni harcıyorsun.”
“Aşk olsun, ben seni harcar mıyım hiç?”
“Bozuk para gibi harcar,” dedi Yener. “Beni kaç kere harcadı bilsen feleğin şaşar.”
“Ay senin hayatın yalan ya,” diye homurdandım.
Tayfun ve Beyhan’ın koridorun diğer ucundan bize doğru geldiklerini gördüm. Tayfun, “Görüşmeyeli uzun zaman oldu, Zeliha,” dedi bana başıyla selam verdikten hemen sonra.
“Nerelerdeydin?” diye sorduğumda mahcup bir şekilde ensesini kaşıdı ve “Görevdeydim,” dedi. “Görevden sonra da biraz kızıma vakit ayırdım.” Tam arkasında Beyhan’ın belirdiğini gördüm, Beyhan’ın siyah saçları sıkı bir atkuyruğu şeklinde toplanmıştı, başında şapkası vardı, bana göz kırptı ve Tayfun’un omzuna vurarak, “Düş önüme, aslan parçası,” dedi dominant bir sesle. “Haritaları kontrol edeceğiz.”
“Bu kadının benimle böyle el ense olmasından hoşnut değilim,” dedi Tayfun donuk bir sesle, ardından derin bir nefes aldı ve “Sonra görüşmek üzere, Zeliha,” diyerek beni yeniden başıyla selamladı. “Çolpan, seni de görmek güzeldi. Kendinize iyi bakın.” Tayfun, kocaman bir canavar gibiydi, korkunç değildi, güven veriyordu ama bakışları ve ses tonu ondan bir adım geri durmanız gerektiğini hissettiriyordu. Sanki her an, her şeye sinirlenebilen biriymiş gibiydi ama şu âna dek öfkelendiğini de hiç görmemiştim.
Gözlerimi Yener’e çevirip, “Tayfun da biliyor mu Dide meselesini?” diye sorduğumda, Yener başını aşağı yukarı salladı.
“Tesiste haberler çabuk yayılır. Özellikle de bu haber Muşta’yı ilgilendiriyorsa. Çünkü tesisin kalbi Muşta’dır, hislerimizi o belirler, onun keyfi yerinde olursa tüm bölüklerin keyfi yerinde olur, onun keyfi yerinde değilse başımızın üzerinde kara bulutlar dolaşır. Bir baba gibidir, çatı odur ve biz o çatının altındaki kaderi yaşarız.”
“O zaman çoğu Cenan’dan nefret mi ediyor şu an?” diye sordu Çolpan, bu soruyu sorarken uzun süre düşünmüş gibiydi, çekingen bir şekilde Yener’e bakıyordu.
Yener tam da Çolpan’ın söylediklerini hissediyormuş gibi burun kemerini sıktıktan sonra derin bir nefes alarak, “Sorunun tek muhatabı ben olsaydım cevaplardım, Çolpan,” dedi içtenlikle. “Ama tüm kardeşlerim adına cevaplamam pek de etik olmaz. O yüzden bu soruya cevabım pas.”
“Burun kemerini parmaklarının arasına alıp sıktığında, sanki benim bir yerlerimi sıkmışsın gibi çılgın bir heyecan hissettim ve kavruldum, haberin olsun,” dedi Girdap, Yener’e.
Yener, “Ecevit’in küle çevirdiğini ben yeniden yakmayacağım, uzak dur benden, Sadakatsiz Volkan,” diyerek Girdap’tan uzaklaşmaya başladı. “Bu arada Çolpan, Bora için gelmiştin, değil mi? Beni takip et, seni Bora’nın yanına götüreyim istersen.”
Çolpan gülümseyerek Yener’in arkasından gitmeye başladığında Girdap, ben ve Vural dışında koridorda hiç kimse kalmamıştı. Vural paspasın demirini duvara yaslayıp bakışlarını bize çevirdi, yüzünde ciddi bir ifade belirdi ve çakır gözlerini Yener’in gözlerine sabitledi. Vural’ın zihnindeki düşüncelerin yavaşça ilerlediğini, yaşananları aşarak şu an olduğumuz âna doğru dökülmeye başladığını görmemi sağlayan kurduğu cümleler oldu. “Yener,” dedi sessizce. “Bunca zaman Muşta mı bizden kızı sakladı yoksa bunca zaman o kadın mı kızını Muşta’dan sakladı? Muşta sakladıysa başım gözüm üstüne, neden diye bile sormam ama o bizden bir şey saklamaz. Ortadan apar topar kaybolmasının nedeni de bu muydu? Kız kaç yaşında?”
“Sekiz ya da dokuz yaşında,” dedi Yener. “Ne düşünüyorsan tam olarak öyle olmuş, birader.”
“Kız çocuğu için de çok zor durum,” dedi Vural çenesini kaşıyarak.
Kendimi huzursuz hissetmeden edemedim çünkü bilip susanlardan biri de bendim. Yener bunun farkında olsa da tek kelime etmedi çünkü bu meselenin bizim meselemiz değil, Muşta ile Cenan’ın meselesi olduğunu nihayet anlamıştı. Aslında kendimi onun yerine koyduğumda, bu duruma karşı verdiği tepkiyi çok doğal karşılıyordum çünkü yaşadıkları kolay şeyler değildi, tüm o olup bitenleri yaşarken yanında olan tek bir kişi vardı, o da Muşta’ydı. Yıllar boyu kimsede görmediği sadakati ve şefkati Muşta’da görmüştü. O yüzden onu anlayabiliyordum.
Sessizce koridordan çıkıp cam duvarın önünde yürümeye başladığımda birden zihnim Gurur’a ait düşüncelerle oldu. Onu henüz görememiştim, muhtemelen tesisin bir yerlerinde bir şeylerle uğraşıyordu, sabaha kadar bilgisayarın başında kaldığını görmüştüm ama ona neler olduğuyla ilgili sorular soramamıştım.
Kalbimin derinliklerinde uyuyan canavar, uykusundan uyanmıştı; canavar bana gerçeği mırıldanıp duruyordu, o gerçekten kaçsam da kaçtığım gerçek, aynada karşıma çıkan yansımama dönüşmüştü. Gurur, yalnızca bize bunu yaşatan kişinin ya da kişilerin değil, geçmişinin de peşindeydi. Gurur, babasının da peşine düşmüştü. Farkındalık, boğazımın gerilerinde kalan tüm kelimelerin beni boğacak kadar yükselip damaklarıma bulaşmasına neden oldu.
Kapılardan birinin önünde durdum, aralık duran kapıdan Çolpan’ın sesi geliyordu. Arkadaşımın yumuşak sesine kulak verdim, tam kapıyı tamamen açıp içeri girecektim ki, Adnan, “Teşekkür ederim, Çolpan Hanım,” dedi ciddiyetle, adımım havada asılı kaldı. “Çok uzun zamandır Yener ve Gurur dışında biriyle ilk kez etkileşim hâlinde. İlerleyişinde payınız büyük. Çok görüşmüyor olsanız bile, çizdiği resimlere bile sizi yansıttığına göre, ben de size birçok şey borçluyum demektir.”
Dudaklarımda şefkatli bir kıvrım oluştu, sessizce aralıktan içeriye doğru baktığımda, Bora’nın yanağını Çolpan’ın koluna yaslamış gülümseyerek resim defterine baktığını gördüm. Küçük bir çocuğun hayallerinin başrolü olmak nasıldı acaba? Bora, Çolpan’da diğer insanlarda göremediği bir şeyi görmüştü; belki bir meleğin kanatlarını, belki bir perinin güzelliğini, belki de eksikliğini duyduğu her şeyi. Çolpan, başını eğip dudaklarını çekinerek Bora’nın saçlarına bastırınca, Adnan’ın dudaklarındaki gülümseme daha da derinleşti ve ilk kez yüzündeki tüm mimik çizgilerini göstererek gülümsediğini gördüm.
“Bana bir teşekkür borçlu değilsin,” dedi Çolpan, başını kaldırıp Adnan’a bakarak. “Tek ricam, bana hanım deme lütfen. Çolpan demen kâfi.”
“Fakat olur mu öyle şey?” diye sordu Adnan, gözlerini oğlunun resim defterine gülümseyerek bakan melek yüzüne indirdi. “Bora’yı da kibar bir beyefendi olarak yetiştirmek istiyorum. Bu benim rahmetli eşime verdiğim bir söz. Onu doğumda kaybettik, lakin sanki hissetmiş gibiydi, doğumuna az bir vakit kala her zaman Bora ile ilgili istekleri oluyordu. Sanki onu hiç göremeyeceğini biliyor ve oğlunu geleceğe hazırlamak için bana notlar bırakıyordu. Bunun bir hamilelik depresyonu olduğunu düşünmüştük, doktorlar bunun böyle bir şey olabileceğinden gem vurmuştu.”
Adnan derin bir nefes alıp oğlunu izlemeye devam etti. Bora onları duymuyor gibiydi, resim defterine gülümseyerek bakmaya devam ediyordu.
İçeri girmekten vazgeçip geri adım atıyordum ki, Adnan, “Sanıyorum ona gereken ilgi ve alakayı gösteremedim. Şimdi tek temennim, tüm ilgi ve alakamı oğlumuza vermektir,” dedi. “Bu yüzden kelimeleri dikkatli seçer, insanlarla konuşurken saygı sınırları dışına çıkmamaya özen gösteririm. İnsanlar bunu çoğunlukla komik bulur, bazen ben de komik bulurum ve onlarla gülerim ama tam olarak doğru olsun ya da olmasın, bunu yalnızca Bora için yaparım. Çünkü Bora, kibar bir erkek olacak, onlarca erkeğin içinde büyüdüğü için kötü sözler, küfürler bilsin istemiyorum. İleride kendi yolunu çizdiğinde nasıl biri olacağına o karar verir ama şu an benim topraklarımın fidanı, onu en iyi şekilde büyütmek benim boynumun borcudur.”
“Bora şanslı bir çocuk,” dedi Çolpan, dudaklarındaki kıvrım da kurduğu cümleye gönülden inandığını gösteriyordu. Adnan, gözlerini oğlundan çekip Çolpan’a dokundurdu. Çolpan’ın gülümsemesi daha da derinleşti. “Ama oğluna samimiyeti de öğretmelisin. Bir insana devamlı olarak siz dersen, o insanın dışında kalırsın. Oysa yakın olmak için tanıştıktan bir süre sonra o insanla biraz daha samimi olursun ve bu yalnızlığı giderir.”
Gözlerini Bora’ya indirdi.
“Görüyorum ki sen, yalnızlığı seçmişsin ve yalnızlığa alışmışsın, Adnan. Belki de eşine yeterince ilgi göstermediğini düşünüyorsun, kendini bu yüzden cezalandırıyorsun. Ama Bora’ya da yalnızlık duygusunu aşılama. Ve bana kalırsa…” Çolpan kafasını kaldırıp Adnan’a baktı. “Sen de daha fazla yalnızlaşma.”
Bir adım geri çekilerek koridorun karanlığında kaybolurken Adnan’ın yüzünü hangi duygular ateşe verdi, ifadesinde hangi yangının dumanları yükseldi bilmiyordum.
Annem kestiği zeytinleri bidona doldururken, “Yalnızlık bir seçim olabilir, Zeliha,” demişti bana bir cumartesi sabahı. “Ama bir gün o seçimden pişmanlık duyduğunda, yanında birilerini aradığında, artık yalnızlık bir seçim değil, seni pençelerinin arasına almış bir düşmandır; sen de onun tutsağı.”
Birinin güçlü kolları aniden belime sarıldığında dudaklarım yukarı kıvrıldı; korkmadım çünkü onun dokunuşunu tanıyordum. O ezberimdeydi, zihnimin derinliklerinde, derimin altında, ruhumun içinde. Başımı ve sırtımı onun büyük göğsüne yaslayıp gözlerimi yukarı kaldırarak ona baktığımda belimi daha sıkı kaldırdı. Dudaklarını burnuma bastırarak, “Kafan nasıl öyle dönüyor senin, köstebek?” diye mırıldandı. “Boynunu ağrıtacaksın.”
Burnumu çenesine sürtüp kafamı indirdim ve “Neredeydin bakayım sen?” diye sordum.
“Ne o? Yoksa küçük kızım beni mi özledi?”
“Sen de benden sana ölüp bittiğimi duymaya iyi alıştın he, dağ domuzu,” diye söylenerek ondan uzaklaşıp, bedenimi ona doğru çevirdim. “Neredeydin?”
“Bir şey araştırıyordum,” dedi sessizce. Bir an bunun taklitçi katille değil, kendi geçmişiyle, ona geçmişini armağan eden kişiyle ilgili olduğunu hissettim. Gözlerine çocukluğuna ait gölgeler yayıldı, bakışlarında sadece öfke yoktu, bakışlarında onu tanımayan kimsenin çözemeyeceği bir hüzün de vardı.
“Anladım,” diye mırıldandığım anda belimi iki yanından kavrayarak beni kendisine doğru çekti. Çenemi kaldırıp onun göğsüne bastırdım ve büyük elleri saçlarımın arasında ilerleyip düşüncelerime dek uzandı. Parmak uçlarında buzdan sarkıtlar vardı da o buzdan sarkıtlar düşüncelerime saplanıyordu; her kötü düşüncenin sonunda kollarına giriyordum ve hakkım varmış gibi mutlu hissediyordum.
Oysa o kötü düşünce oradaydı, bizi terk etmiş değildi; gidecek gibi değildi.
“Horultu Kadın ve Zincir de buradaymış,” diyen kişinin Devran olduğunu bildiğimden burnumu kırıştırarak Gurur’un omzunun kenarından Devran’a baktım. Biricik hemen yanında duruyordu, üzerine Devran’ın kamuflaj ceketini giymişti ve Devran kocaman bir dev olduğu için kız ceketin içinde kaybolmuştu.
“Horultu Kadın demezsek sevinirim kardeşim,” diye söylendim. “Ben sana deve dikeni diyor muyum? Sadece soruyorum, dedim mi hiç?”
“Demiş kadar oldun,” dedi Devran dudaklarındaki kıvrımı daha da genişleterek. “Aa Gurur, ne kadar da uykusuz görünüyorsun, yoksa Zeliha gece derin bir uyku mu çekti?”
“Çok kötüsün,” diye mırıldandı Biricik, Devran’a dik dik bakarak.
“Bırak konuşsun ya, bırak biraz daha yaralasın beni. Bu herif tarafından o kadar çok ihanete uğradım, o kadar çok sırtımdan bıçaklandım ki artık ölmem!” Ona kötü kötü baktım. “Ben mutsuzluktan ölürken senin saadetini izlediğimden beri sana ayrı ayar olmaya başladım he.”
“He,” dedi Devran bu kez tüm dişlerini gösterip gülümserken. Biricik’i kolunun altına çekti ve “Muşta’nın cipini gördük,” diye mırıldandı. “Dağ girişindeydi, birazdan burada olur.” Gözlerini Gurur’a çevirdi. “Neler oldu? Söylenenler doğru mu? Vural bir şeyler geveledi ama aklım almadı. Böyle bir şey olabilir mi?”
“Oldu,” dedi Gurur sakince. “Gerçekten bir kızı var.”
Biricik dudaklarını büküp yüzünü Devran’ın göğsüne gömdü ve “Kız çocuğu da mı yeni öğrendi?” diye sordu umutsuz, kırılgan bir sesle.
“Aslında kız çocuğu babasından haberdardı,” dediğinde Gurur, Biricik yüzünü Devran’ın göğsünden çekip Gurur’a şaşkınlıkla baktı. “Babasının bir asker olduğunu biliyordu. Görevde olduğunu sanıyormuş.”
“Kaç yaşında?”
“Sekiz, dokuz yaşlarında.”
“O kadar zaman…” Biricik gözlerini yere indirip sertçe yutkununca, Devran’ın gözleri ona çevrildi ve kollarını Biricik’in bedenine sarıp, kızın bedenini kendi büyük bedenine yasladı.
Eğilip dudaklarını bebek sarısı saçlara sürterken, “Bundan sonraki tüm zamanlar onların, civciv,” diye mırıldandı. “Geçmiş için üzülmek, geçmişi değiştirmeyecek.”
“Keşke zamanı geri alabilmek mümkün olsaydı, Dev.”
“Zamanı geri alabilmek mümkün olsaydı, bunu önce senin için yapardım,” dedi Devran sessizce.
“Muşta geliyor!” diye bağırdı daha önce hiç görmediğim kısa boylu bir asker, gözlerim hızla koridorun öteki ucuna kaydı ve hareketlilik dikkatimi dağıttı.
Vural ile Yener’in yan taraftaki koridora saptıklarını gördüğümde Gurur çoktan elimi tutmuş, beni o koridora doğru yürütmeye başlamıştı. Kalbimin vuruşları güç kazandı, Gurur ile el ele yürüdüğümüz koridorun diğer ucunda Muşta ve elini tuttuğu kızını görene dek kalbimin vuruşları şiddetini hiç azaltmadı ama onları gördüğüm an, kalbim birdenbire sessizliğe gömülmüştü.
Dide’nin üzerinde kırmızı pançosu vardı, siyah parlak ayakkabılarının üzerinde parmak uçlarına yükseliyor, etrafındaki uzun boylu askerlere bakarken gülümsüyordu. Muşta kızının elini tek bir an bırakmadan kızıyla hemen önümüzden geçti ve bana göz kırpıp gözlerini kızına indirdi.
“Sana odamı göstereyim.”
Küçük kız gülümseyip, “Olur,” dedi.
“Bu arada,” diyerek kızını durdurduğunda ve çivit mavisi gözleri askerlerde dolaşmaya başladığında, Dide de durup babasını taklit ederek etrafındaki askerlere baktı. “Buradaki herkes senin abin,” dedi kesin bir sesle. “Çünkü her biri, kanımla olmasa da canımla bağlı olduğum evladım.”
Dide iri gözlerle bakıp, “Ama sen onların babası olmak için çok genç değil misin?” diye sordu. “Yaşıtın gibi duruyorlar. Büyük görünen çocukların mı var?” Gözlerini tekrar askerlere çevirdi, kaşlarının çatıldığını gördüm. Babasının elini bırakıp birden uzun bacağına sarılınca, Muşta şaşırarak ona baktı ama şaşkınlığı kısa sürdü ve ellerini kızının saçlarını koydu. “Sadece ben olsam, olmaz mı?” diye fısıldadı Dide sessizce. “Senin tek çocuğun ben olsam, olmaz mı?”
Muşta’nın dudaklarındaki gülümseme o kadar derindi ki, tüm askerlerin de Muşta gibi gülümsemesine neden olmuştu. “Onlar benim dağlarımın aslanıysa, sen de benim dağımın küçük tilkisisin,” dedi eğilip kızını tek seferde kucaklayarak. “Onlar senin abilerin, benim de kanımdan olmayan, canımdan olan çocuklarım. Sen tek varlığımsın, onlar da tüm varlığım.”
“Tek benim ama değil mi?” diye sorarken gözleri ışıl ışıldı, babasının bir kopyası olan gözleri tesisin ışıklarının altında okyanusun kalbi gibi parlıyordu.
“Sen her zaman teksin,” dedi. “Benim tek varlığımsın.”
Gurur, “Hoş geldiniz, küçük leydim,” dediğinde, Dide’nin babasını izleyen hayran bakışları Gurur’a çevrildi.
“Hoş buldum kontum, yanınızdaki de kontesiniz Zeliha ablam olmalı,” dedi Dide gülümseyerek.
Tüm askerlerin dudaklarındaki gülümsemeler sırıtışa döndü, bu küçük kızın zehir gibi olduğunun hepsi farkındaydı. Daha ilk saniyeden onun kalbinde bir çocuktan fazlası olduğunu, onun aynı anda bir yetişkin de olduğunu anladılar.
Yener, “Sizi yeniden aramızda görmekten mutluluk duyduk,” diye şakıdığında, Dide ona gülümseyerek bakıp babasının boynuna saklandı.
“Daha ilk dakikadan Muşta’nın kızını kendine âşık etmek gibi bir hata yapma, zaten kelle koltukta yaşıyorsun, koparır kafanı,” dedi Ecevit, Yener’in arkasından sokularak. “Bir küçük kızın sana hayranlık duymadığı kalmıştı.”
“Sessiz ol,” dedi Yener sırıtarak konuşurken. “Benim belamı mı siktireceksin sen?”
“Ne o ya?” diye sordu Ecevit de tıpkı Yener gibi sırıtıyordu. “Boyun kilidi atıyordun Muşta’ya?”
“Sus artık Allah’ın cezası,” dedi Yener, hâlâ sırıtıyordu. “Hatırlatıp durma şunu, asıl boyun kilidini sen yiyeceksin şimdi.”
“Denesene,” dedi Ecevit, yan yana birbirlerine bakmadan sırıtarak ve sessizce konuşmaya devam etmeleri beni güldürdü.
“Sen gidip Girdap’a ejderha göster.”
“Bu seni hiç alakadar etmez.”
Hâlâ sırıtıyorlardı…
“Benim için kavga etmeyin,” diyerek ikisinin arasına kafasını sokan Girdap’tı. “Ben ikinize de yeterim…”
“Bakma sen bu zevzeklere, bunlar her zaman böyledir. Bunları örnek alma, olur mu?” Muşta, bu sorunun hemen arkasından kızının yanağına sert bir öpücük kondurdu. “Sen Biricik ablan, Zeliha ablan, Nihan ablan gibi ol. Bak, Çolpan ablan da buradaymış. Onu da örnek alabilirsin ama bu gereksiz maddeleri örnek alma, tamam mı babacığım?”
Dide genişçe gülümsedi, daha sonra utanarak yüzünü babasının boynuna gizledi ve “Tamam babacığım, ben Zeliha ablam gibi olacağım. Annem ve Zeliha ablam gibi avukat olurum hatta,” dedi. Sonra durdu ve kaşları çatıldı, yüzünü babasının boynundan çıkarıp, “Ama ben asker de olmak istiyorum,” deyince babasının dudakları yukarı kıvrıldı. “Asker olursam, görevlere benim yerime başkası gitse olur mu? Ben yine senden uzak kalmak istemiyorum.”
Birden herkesin yüreğine aynı sessizlik çöktü. Bu sessizlik, yalnızca yürekte kalmadı, dile de bulaştı. Tüm askerlerin birbirine dokunan durgun gözlerini izledim, sanki dışarıdan bir gözdüm, beni görmüyorlardı ama ben her birinin duygularını görebiliyordum. Muşta, uzun uzun kızının gözlerinin içine baktı; yüzündeki gülümseme donup kalmıştı. Kaşlarını kaldırıp derin bir nefes aldı ve gözlerini yumdu.
“Henüz ne olacağına karar vermek için çok erken, kara tilki,” dedi. “Büyüdüğün zaman ne olacağına karar verirsin, olur mu?”
“Kara tilki mi?”
“Evet, sen benim kara tilkimsin. Beğenemedin mi?” Muşta tekrar derin derin gülümseyince, Dide utanarak ellerini yüzüne bastırdı.
“Kara tilkiyim ben. Kod adım Kara Tilki olabilir mi o zaman?”
“Olsun bakalım.”
“Üniformam da olsun mu?”
“Yaptırırız,” dedi Muşta sırıtarak yürümeye başlamadan hemen önce. Dide, onun kucağında utana sıkıla neler istediğini sayıyor, Muşta gülerek onu dinliyordu.
Çolpan, “Çok zeki bir kız çocuğu,” diye mırıldandığında Biricik ile aynı anda ona doğru döndük. “Yıllardır bu ânı bekliyormuş gibi nasıl da heyecanlı. Sanırım bugün dünyadaki en mutlu kız çocuğu Dide.”
“Bence bugün dünyadaki en mutlu kız babası da Muşta,” dedi Biricik, dudaklarına kederli bir gülümseme yayıldı. “Dev,” dedi Devran’a doğru dönerek. “Senin için sefertası bıraktım odana. Tatlıyı yemeyi unutma, olur mu? Benim gitmem gerek, dersim var.”
“Hey gidi hey,” dedi Gurur derin bir nefes alıp, çenesini omzuma bastırarak. “Bu hayatta sefertasıyla sevdiği beye yemek yapanlar bile varmış…”
“Ay elin ayağın tutuyor valla, Gurur, gir mutfağa hazırla kendine sefertası o zaman,” diyerek geri çekildiğim anda beni belimden kavrayıp, gülerek dudaklarını saçlarıma bastırdı.
“Benim tatlı yemeye ihtiyacım yok, biliyor musun?” diye sordu, sıcak nefesi saçlarımın arasına tutunuyordu. “Seni öpünce dudaklarıma şerbet bulaşıyor. Bütün gün dudaklarımı yalayıp duruyorum.”
“Ya kardeşim gırtlağıma köküne kadar parmak sokup kusarım şuraya,” dedi Yener bizden vebalıymışız gibi uzaklaşırken. “Pembe dizi izliyormuşum, hatta konak dizisi izliyormuşum hissine kapılıyorum, yeter ya.”
“Canım bence benim ağzımı hiç açtırma,” derken bir koala gibi Gurur’un beline sarıldım.
Yener bana dik dik baktı ama hiçbir şey diyemedi. İçten içe, kastettiğimin ne olduğunu biliyordu. “Bu arada,” diyerek Gurur’a doğru döndüm. “Simge’nin evini taşımamız gerek. İki gün içinde eşyaları burada olacak. Yardım edersin, değil mi?”
“Biz ne güne duruyoruz, yavrum. Ederiz tabii,” dedi Gurur.
“Bir şeyler yemeye çıkalım mı?” diye sordu Adnan, sanki Çolpan’ın söylediklerine kulak vermiş gibiydi. “Bendensiniz.”
“Sendensek ben en pahalı şey neyse onu yiyeyim de gör,” dedi Yener, kolunu Adnan’ın omzuna atarak.
“Zıkkımın kökünü sana köküne kadar yedireyim de gör,” diye söylendi Adnan.
Saatler birbirinin üzerine devrilmeye başladı. Tesiste, Muşta’nın odasındaki küçük kızı masayı incelerken Muşta’nın kucağında oturuyordu; zaman ilerlemeye devam ettiğinde şimdi zamanın kadrajı Cenan’daydı. Cenan dolu gözlerle camdan dışarıyı izliyor, avuçlarının arasında kırık kalemin bir parçasını sıkıca tutmuş boğazını deşen hıçkırığı bastırmaya çalışıyordu.
Zaman hızla ilerlemeye devam etti.
Kıyamet yaklaşıyordu.
GİRDAP DEMİRALP
Göğüs kafesimin kemikten değil demirden, kalbimin de bir organ değil mıknatıs olduğunu düşünürdüm onu görünce. Çünkü onu gördüğümde kalbimin göğüs kafesimdeki kemiklere yaslandığını, kemikleri kıracak gibi baskı yaptığını hissederdim.
Onu sevdiğimi, onu daha ilk gördüğüm andan itibaren biliyordum.
Bazen bilirsin, bilmen için onu görmen yeter. Bir kez gözleriniz buluşur ve onun kaderin olduğuna inanırsın. Yoksa neden karşına çıksın? Yoksa kalbin neden yerinden çıkacak gibi atsın?
Yeşile kaçan ela gözlerini kaldırıp bana bakışı kalbime asılmış bir resim gibiydi. Kalp şeklindeki beyaz yüzü, ince dudakları ve gece siyahı saçlarını sakladığı o siyah şal ile o şu âna gördüğüm dek en güzel kadın değilse bile benim dünyamdaki en güzel kadındı.
Bir asker olarak devam etmek istediğimi öğrendiğinde bana hüzünle gülümsemişti, bir kafede oturuyorduk, tam üzerimizde ısıtıcı yanıyordu; üşüdüğü için onu buraya oturttuğumu bilmiyordu. Şeker paketiyle oynamaya başladığımda neden hüzünle gülümsediğini düşünüyordum, bu fikirden hoşlanmamıştı, anlaması kolaydı.
“Sorun değil,” demişti. “Devam edebilirsin. Sonunda her seferinde bana geleceksin, değil mi?”
“Elbette, Mehtap,” dediğimde dudaklarındaki hüzün silindi. İçimdeki hüzün, onun gülen yüzünü görünce dindi. Şeker paketini kenara koyup, ellerini tutmak ve tutmamak arasında kaldığım gelgitlerle ellerini izlemeye başladım.
İsmi buydu. Mehtap. Ben şehrin girdabıydım, o benim içimdeki mehtaptı. O şarkıyı son kez dinlediğim geceye sürüklendiğimde, anıların içinde hâlâ o masada oturuyorduk ama artık karşısındaki sandalyede beni değil, başka bir adamı görüyordu.
Kalbimi ortadan ikiye çizerek mıknatısını bozan ilk haberi aldığımda uzun bir gece nöbetindeydim. Telefon elimdeydi, her şeyden bihaberdim, önce yukarıda beliren aramayı gördüm; daha sonra parmağım biraz daha hareket etti ve onun isteme tepsisinin alengirli fotoğrafını gördüm.
Telefonu hoparlöre alarak baktığımda, yıkık dökük gözlerim isteme tepsisine işlenmiş harflere bakıyordu.
S&M
Adım neden Girdap olmak zorundaydı?
Telefonu açtığım an, sertçe yutkunduğunu ben de duydum, dağlar da duydu.
“Girdap, ben çok denedim. Seni sevmedim değil, seni çok sevdim.” Aldığım nefes kalbime batarken bir ölü gibi durup, bir sonraki cümlesini bekledim. Geçmiş zaman, bir cümlenin tüm anlamını değiştirirdi.
Seni çok sevdim, demişti. Seviyorum, değil.
Tüm anlamlar bir gecede değişebilir miydi? Değişirdi.
“Ama her şey sevmek değil, biliyorsun.” Bu cümleden sonra benden bir cevap bekledi ama kaskatı olmuş şekilde isteme tepsisine işlenmiş harflere bakmaya devam ediyordum.
“Babama bizden bahsettiğimde aldığım tepkiyi az çok biliyorsundur. Girdap, sen bizim ailemize göre değilsin, bunu sen de biliyorsun. Dövmelerin… Babam bundan hiçbir zaman hoşlanmazdı. Hayatın bizim, benim yaşadığım dine uygun değil. Sana tüm bunları söylemedim, oradasın ve başın ağrısın istemedim.”
Benim yaşadığım hayatta ne vardı ki? Ben onun elini bile tutmaya kalkışmamıştım, onun yaşadığı dini ben de kendi içimde yaşamıştım; dövmelerim var diye nasıl uygun değildim? Gözlerimi ekrandan çekmedim.
“Bu gece, geçen hafta yanına gelmek için aldığım bileti yaktım,” dediğinde kalbim, göğsümün içinde birden alev aldı ve yanan o bilet değil, benim kalbim oldu.
“Sen de beni yak çünkü bu gece senin mehtabın öyle bir karanlığın içine daldı ki, artık göreceğin ışıklarım değil, gölgelerim. Babam, Suat ile evlenmeme karar verdi, karar verdiği yetmemiş gibi beni de bu gece Suat’a verdi. Karşı çıkmadım, karşı çıktım dersem sana yalan söylediğim için kendimi hiç affetmem.”
Yaralanan ben miydim yoksa hissettiklerim miydi? Dağlara doğru kaldırdığım gözlerime batan Mehtap’ın sözleri miydi yoksa hissettiklerim miydi?
“Suat bana göre biri,” dediğinde Mehtap, benim ona göre biri olmadığım gerçeği bir bıçak gibi içime girdi.
“Mehtap,” dediğimde konuşan ben değildim sanki, Mehtap birdenbire sustu. “Ben seni çok seviyorum, Mehtap. Bilmiyor gibi nasıl dersin ki Suat bana göre biri diye? Sorun dövmelerimse, sildiririm dövmelerimi, Mehtap.”
“Sen asker olmayı seçtin, Girdap,” dedi Mehtap birden.
“Sorun değil demiştin.” Gözlerimden sicimle inen gözyaşlarını görmedi, elimin tersiyle gözlerimi silerken, “Öyle dememiş miydin?” diye sordum.
“Demiştim,” dedi Mehtap sessizce.
“Babandan mı korkuyorsun? Seni zorla mı verdi, Mehtap? Başım belaya girmesin diye yapıyorsan, susuyorsan, babana boyun eğiyorsan, sana yemin ederim gelir alırım şimdi seni. Evlenirim seninle. Hemen evlenirim. Dövmelerimi seviyordun sen, hep öyle diyordun ama artık sevmiyorsan da hemen sildiririm, Mehtap. Sildiririm.”
“Girdap.”
“Mehtap, ne olursun bir şey de. Girdap’tan başka aklına ne geliyorsa söyle ama Girdap deyip susma bana. Susma, Mehtap.”
“Girdap, yapamam seninle,” dediğinde bir an bedenimdeki tüm kanın çekildiğini hissettim. “Artık seni sevmeye devam edemem. Seni sevdim ama artık olmaz.”
“Neden ki?” diye fısıldadım.
“Çünkü sen bana uygun değilsin. Ben de sana uygun değilim. Özür dilerim.”
“Lütfen deme öyle,” diyebildim. “Seni korkutan ne, söyle bana. Çözmem mi sanıyorsun? Mehtap, daha geçen hafta seni aradım, konuştuk, bana seni seviyorum dedin. Şimdi neden sevdim diyorsun? Seviyorum dedin. İnsan bir haftada sevmeyi bırakır mı? Kim kimi bir haftada geçmişinde bırakır da devam eder? Ne olursun söyle bana…”
Mehtap, “Suat benim için doğru seçim,” dedi ve daha sonra tek kelime etmeme izin vermeden, “Bitti, Girdap,” diyerek telefonu yüzüme kapattı.
“Mehtap,” dedim, o gecede esir kaldım. Ağladım, erkek adam ağlamaz mavelini de hiç okumadım; çünkü ağlardı, ağladım, başımı iki dizimin arasına soktum ve kafamı kesmelerini isteyerek ağladım. Sesim dağa karıştı, yankılara dönüştü, birileri bana doğru gelene kadar ağladım. Her şeyi bırakıp ona gitmeyi istedim, beni her yerden engelledi, yetmedi, babası beni aradı ve daha önce kimseden duymadığım kadar aşağılayıcı cümleleri babasından duydum.
“Bak,” dedi babası hattın öteki ucundan. “Dövmelerle kaplı, haram dolu bir bedensin. Kızıma harama bulaşmış ellerini mi uzatacaksın? Seninle yapılacak evlilik hayırlı olmaz, seninle yaşayan insanın üzerinde Allah’ın bereketi olmaz. Kızımı bir daha arama, ben gaddar bir baba değilim, istemese sözü bozarım ama Mehtap da Suat ile evlenmeyi istiyor. Arama kızımı, oğlum. Kendine de yazık ediyorsun. Benim abdest tutmaz adama verecek kızım da yok! Sözüm de yok!” Öfkeyle soludu. “Ben evet desem, hayırlı olsun desem, verdim gitti desem, canın ne zaman çıkacak belli mi be oğlum? Bırak işte kızımın peşini. Dul mu bırakmak istiyorsun sen benim kızımı? Sizin yarınınız kayıp, bugününüz muamma. Asker adamsın, anlarsın. Bırak kızımı. Madem seviyorsun, sevdiğin için bırak.”
“Mahmut amca,” dedim, bir haftada on kilo verdim diyemedim, üç sinir krizi geçirdim, iki kutu hapla ayaktayım, kolum sakinleştirici iğnelerin delikleriyle dolu diyemedim. Sadece Mahmut amca dedim.
“Arama oğlum,” dedi, sesi biraz olsun yumuşamıştı. “Benim derdim senin kalbini kırmak değil ama birinin seni uyandırması lazım. Kendini de yakıyorsun, kızımı da yakıyorsun. Ben bir babayım, evladımın istikbalini düşünmek zorundayım, evladımı korumak zorundayım, oğlum. Özür dilerim.”
İşte bunlar, Mahmut amcanın sesinden duyduğum son kelimelerdi. Bir daha Mahmut amcanın sesini duymadım, Mehtap’ın da sesini duymadım; sanki hiç olmamışlar gibi beni hayatımın içinde bırakıp, hayatımdan çıkıp gittiler.
O akşam, sırtım duvara yaslı, bir çocuktan daha küçüktüm oturduğum yerde. Dizlerim karnıma öyle bir yaslanmıştı ki, diz kapaklarım bıçaktı da oyuyordu sanki içimi.
Alnımı dizime yasladım. O şekilde iki gece geçti, o şekilde iki gece ağladım. Evleneceği günü bana kimseler söylemedi, belki bilsem, sadece o gece korkarlardı benden; oysa ben, onun evlendiğini öğrenene dek her gece ölüme bir adım yakındım. Yalnız başıma nöbet tutmamdan tut, yalnız başıma bir yerde oturmam bile yasaklandı; çünkü gözlerime bakan bildi, Mehtap’tan sonra ölmeden uyanamayacağımı herkes bildi.
Mehtap bana uyan demişti, uyanmam için ölmem gerekti. Bilseydi der miydi bilmiyorum ama ben ölmedim ve uyanamadım; Mehtap evlendi.
SİMGE ÖZDAĞ
Kafamın içindeki düğüm gibi tortop duran düşünceler, bandı kolinin bir uç kısmından diğer uç kısmına doğru çekerken gözlerimin dalmasına neden olacak kadar yoğundu. Boş evin açık duran sokak kapısından içeri birinin girdiğini, o kişinin gölgesi holde uzadığında fark ettim. Kapısı açık duran salonun kapısından dışarı bakıp o gölgeyi takip ederken eğilmiş, dişlerimle bandı kesmeye çalışıyordum.
Önce uzun bacakları gördüm, altında kamuflaj pantolonu değil, açık mavi bir kot pantolon vardı ve gözlerim yukarı ilerlerken dişlerim bandın yüzeyine iyiden iyiye saplanmıştı.
Kucağında bir koli tuttuğunu gördüm, soğuk havaya rağmen beyaz bir tişört giymişti ve tişörtün kol kısımları omuzlarına kadar sıvanmıştı. Siyah saçları dağınık görünüyordu, yüzünde henüz yeni büyüyen kirli sakalı vardı ve gözlerinin bende olduğunu bakışlarım gözlerine tırmandığında fark etmiştim.
Birbirine saplı kalan bakışlarımız, bandı dişlerimle koparıp yavaşça doğrulduğumda kesintiye uğradı. Elindeki koliyi yavaşça işaret edip, “Beyaz eşyaların yarın gelecekmiş,” dedi.
“Evet, biliyorum. Telefonla görüşmüştüm,” diyerek ona doğru yürümeye başladım. Koliyi elinden almak için ona uzandığımda, kaşlarının sertçe çatıldığını gördüm ve bakışları beni birdenbire birkaç gece öncesine sürükledi.
O gece, karşımda her zaman olduğundan daha farklı bir Yener vardı. Bir çocuk kadar kırılgan görünüyordu, kendi gölgesini bile silmiş bir insan kadar yalnızdı, yarasını yalayarak temizlemeye çalışan bir kedi kadar kanaması vardı. O geceyi hatırlamak, gözlerinin içinde mahsur kalmama neden oldu.
Bir yıldırım gibi etrafımı saran, yıldırımdan bir halata dönüşerek bizi düğümleyen bu hisse bir isim koyamasam da onun gözlerine bakınca yıldırımların ışıklarının neden yeryüzünü yaktığını anlayabiliyordum. Muzip bakan gözleri, tüm ışıklarını söndürüp yaralarla dolduğunda bile ışık saçmaya devam ediyordu çünkü. Tıpkı karanlık, fırtınalı bir geceyi aydınlatan şimşekler gibi, onun gözleri de tüm yaralarına rağmen onun karanlığını aydınlatmaya devam ediyordu.
O da benim bakışlarımda mahsur kalmış gibi gözlerini gözlerimden usulca ayırıp, “Ağır,” dedi. “Daha bir çöp poşetini kaldıramıyorsun, içi yükle dolu bir koliyi kaldırmaya çalışıp her şeyi kıracaksın.”
“Sadece koliyi değil, neleri kaldırabilirim bir bilsen çok şaşırırsın,” dediğimde bir an için duraksadı, sonra yaptığım kelime oyununun abartılı olduğunu anlayıp yanaklarımın içini dişleyerek ben de duraksadım.
İnsanlara her zaman takılırdım, her zaman birini güldürecek cümlelerim olmuştu, bazen ofansif şakalar yapıyor olabilirdim ama genel olarak pozitif hisler yaymayı severdim. Bu adama şaka yaptığımda ya anlamıyordu ya da öyle anlamlar doğuyordu ki ikimiz de dumura dönüyorduk.
“Görmediğim şeylerle ilgili yorum yapmam ben,” demesini beklemiyordum, bu kez daha da büyük bir duvara çarpmışım gibi ona dikkatle baktım.
E istersen göstereyim öyle yorum yap, demek isteyen tarafım pençe olup içimi kazımaya başlasa da ileri gitmedim, uslu bir kuzen olmam gerekiyordu.
“Koliyi verirsen nasıl kaldırdığımı görürsün,” dedim birden, daha sonra yine kendime lanet ettim. Bel altı şakalar yapabilecek yakınlıkta değildik.
“Koliyi nereye koyayım?” diye sorduğunda gözlerini kısmış yüzüme bakıyordu. Kalbim tekledi, daha sonra bedenimde garip bir uyuşma hissiyle ona arkamda kalan boşluğu işaret ettim.
“Sanırım buraya koyabilirsin.”
Nasıl koyacakmışsın bir bakayım…
Yener elindeki koliyi boşluğa koyup yavaşça doğrulduğunda, Adnan farklı bir koliyle salon kapısının önünden geçerek hole doğru ilerledi. Omzumun üzerinden Adnan’ın gidişini izlerken Yener’in aniden koluma dokunmasıyla irkildim. Parmakları kazağımın kalın, tok kumaşına rağmen cildimin içinde dolaşıyormuş gibi hissetmem saçma mıydı? Oysa parmak uçlarına bulaşan buz gibi soğuğu bile derimin altında hissetmiştim.
Parmaklarını panikle geri çekerken, gözleri gözlerimdeki yerini aldı. “Koltukların bugün gelecekse kalayım, yerleştiririz,” dediği anda başımı iki yana salladım.
“Ha, yok. Gerek yok yani. Koltuğu aldığım yerdeki çocukla konuştum, o da yardıma gelecekmiş,” dedim, Yener’in gözlerimde sabit duran gözlerinde herhangi bir ifade göremedim, dümdüz bakıyordu.
Tek cevabı, “İyi,” oldu.
Sadece ona yük olmak istemiyordum, hepsi buydu. Yoksa isterse sabaha kadar salonun ortasında oturup bir dergi kapağından fırlamış gibi görünen omuzlarını bana sergileyebilirdi. Bunda hiç problem görmüyordum. Yine de görmek istediğim tek şeyin omuzları olmadığına karar verdim.
Görmek istediğim sadece güzelliği değildi; çirkinliklerini de görmek istiyordum. Ruhunun derinlerindeki iltihap bağlamış yarayı, gözlerinin ışıkları söndüğü anda zihnine doluşan acı hatıraları, şu an olduğu insana dönüşmesindeki her bir yapıtaşını merak ediyor, görmek istiyordum. Saplantılı bir insan değildim, hiç olmamıştım. İnsanların yaralarını iyileştirmeye çalışmamıştım çünkü yaralar iyileşmezdi; yara iyileştirmeye çalışmak bencil işiydi. Biri kendini iyi hissetmek için bir başkasının yarasını iyileştirdiğini sanırdı ama gün geldiğinde o yara, iyileştiği sanıldığı yerden yeniden kanar, yeniden acır, yeniden doğardı. Bunun bilincinde olduğum içindi belki de.
İnsanların yaralarını izlemeyi severdim ama iyileştirmeyi düşünmezdim.
Çünkü her birimiz bir yara iziydik ve yara izi olmadan, olduğumuz insana dönüşemezdik.
Zeliha, Gurur’un sırtında içeri girdiğinde gözlerimi Yener’den ayırıp ona çevirdim. Zeliha’yı her zaman balık etli gördüğümden, son dönemde verdiği kilolar yüzünden endişe duymuyorum desem yalan olurdu. Birdenbire verilen kiloların geneli sıkıntıdan oluyordu, ben burada değilken savaştığı her şeyin yansıması bedenine vurmuş gibiydi. Yine de şimdi baktığımda mutlu bir Zeliha görüyordum. Şunu söylemekte fayda vardı; Gurur, Zeliha’yı yaşama bağlıyordu. Sanki Gurur, ona hayat taşıyan damarlarıydı ve Zeliha’nın içinde dolaşarak onun kalbinin atışlarını yönetiyordu.
Zeliha, kollarını Gurur’un boynuna sardı ve “Tüm koliler içeri taşındığına göre, sırada Gurur’un beni eve taşıması var,” dedi neşeyle.
“Biz gidiyoruz, var mı ihtiyaç?” diye sordu Gurur, başımı iki yana sallarken yeniden Yener’in bakışlarının hedefi hâline geldiğimi hissettim.
“Yok, koltuklarım gelecek ama biri yardıma geliyor, koltukları kuracak,” dediğimde Zeliha’nın bakışları Gurur’un ensesi boyunca kayıp Yener’e çevrildi.
“Hım, kim geliyor?” diye sordu Zeliha birden. “Yoksa şu geçen gün Kafeler Caddesi’ndeyken telefon numaranı soran bir doksanlık sarışın çocuk mu?”
Öyle bir şey mi olmuştu?
“Ne?” diye soracaktım ki, “Yoksa,” diyerek durdurdu Zeliha beni. “Dün bahsettiğin çocuk mu?”
Yener ellerini cebine sertçe sokarak salonun çıkışına ilerleyince, Zeliha dudaklarında zehirli bir gülümsemeyle omzunun üstünden Yener’in gidişine baktı ve bakışları bana çevrildi. Gurur da pis pis sırıtıyordu.
“Ne oluyor lan?” diye sordum abartıyla. “Zeliha, sen halüsinasyon mu görmeye başladın? Ben kimden bahsettim sana bir, ben sarışın erkeklerden hiç hoşlanmam iki.”
“Sus be,” dedi Zeliha birdenbire. “Bir şey denedim. Gurur görsün diye…” Zeliha, yanağını Gurur’un yanağına bastırıp kollarını boynuna sararken, “Gördün mü?” diye şakıdı. “İnandın mı şimdi bana?”
“Yüzünü gördün mü?” diye sordu Gurur bu defa.
“Sizin derdiniz ne be?” diye çemkirdiğimde, Zeliha dudaklarında muzip bir gülümsemeyle bana baktı. Niyetini gayet açık görsem de kaşlarımı çatıp yalanlar şekilde ona dik dik bakmaya devam ettim.
Herkes gittiğinde, bir an evde çok yalnız hissettim. Zeliha’ya gitme deseydim, biliyordum ki benimle kalırdı ama onu da esir etmek istemiyordum. İnsanlardan bir şeyler isterken çekingen olurdum, hatta öyle çekinirdim ki istemeye bile korkardım ama bana baktıklarında girişken birini görürlerdi. Oysa içimde çekingen bir kız çocuğu olduğunu hiç kimse bilmezdi.
Akşama doğru güneş dağların ardına gizlendi, gece yağacak olan yağmurun emaresi olan bulutlar gökyüzünün çarmıhına gerildi. Cam kenarında durmuş mobilyalarımın geleceği ânı beklerken yanaklarımın içini havayla şişirdim. Yener’e kalmasını söyleseydim, koltukları kurmak için kalır mıydı?
Hiç düşünmeden teklifini reddederken ne düşünüyordum? Tek istediği yardım etmekti, bu çok açıktı ve onun gibi düşüncelerini çok sık dile getirmeyen birinden beklenmeyecek bir adımdı. Resmen adımının önüne bir duvar örmüştüm. Bir de ona kızıyordum, ne diye kızıyordum ki? Benimle konuşmak istemiyorsa konuşmayabilirdi, buna kızmam saçmaydı; hele benimle diyalog kurmaya başladığında onu püskürtüyorsam, suskunluklarına kızmam daha da saçmaydı.
Oysa sadece ona yük olmak istememiştim.
Ufak ufak yağmur çiselemeye başladığında mutfağa geçtim, mutfaktaki kolileri henüz açmamıştım, o yüzden tezgâhta sadece bir kupa ve kahve makinesi vardı. Çeşme suyu kullanmak istemesem de şimdilik başka çarem olmadığından çeşme suyuyla kendime bir kahve yaptım ve ben daha kahvemden bir yudum almamışken kapının zili çaldı.
Gök gürültüsü koridora doldu, ağır adımlarla kapıya yönelirken elimde tuttuğum kahve kupasını daha sıkı kavradım. Tam kapıyı açarken kahvemden bir yudum aldım. Kapının arkasında görmeyi beklediğim ikinci el koltuklar satan mağazadaki genç çocuktu ama karşımda bulduğum kişi Yener’di ve bir an için gözlerim irileşti. Evim bahçe katındaydı, o yüzden kapım doğrudan bahçeye bakıyordu.
Yağan yağmurun iri damlaları Yener’in saçlarına ve yüzüne tutunurken, “Şimdi tek başına kuramaz koltukları,” demesini beklemediğimden afalladım. “Hele bir de beceriksizin tekiyse, iki üç kişiyle bile kuramaz. Ben böyle konularda iyiyimdir. Ona yardım ederim, hatta direkt ben de kurabilirim. Ona ihtiyaç yok.”
Gözleri gözlerimdeyken bu kez sessizlik sırasını bana devretmişti. Akan saniyeler yağmuru daha da şiddetlendirdiğinde kapıyı ardına dek açarak sırtımı kapıya yasladım ve “Gel,” dedim, sesimdeki davet anlık olarak onu duraksatsa da gök bir kez daha gürlediğinde, artık içerideydi.
Gölgesi, göğün griye boyadığı koridorumda büyüdü. Kapıyı kapattığımda gölgesi silindi ama evin içindeki varlığı silinmedi. Arkasından salona ilerlerken avuçlarımın içindeki kupayı tutan parmaklarımın yandığını hissetsem de ona çaktırmamaya çalıştım. Salondan içeri girip, perdesi olmayan pencereye doğru ilerledi. Yağmaya başlayan yağmurun hırçın gölgeleri yüzüne ait gözyaşlarıymış gibi yanaklarından, çenesinden, boynundan aşağı kaymaya başladığında tam yanında duruyor, ben de tıpkı onun gibi yağmurun gölgesi altında gökyüzünü izliyordum.
“Aslında gitmemeni isteyecektim ama sana yük olmak istemedim,” dedim, itirafım gökyüzündeki bir şimşeğin sesine tutunarak odaya dağıldı. Şimşeğin ışıkları da odaya dolduğunda, omzunun üstünden bana çevrilen bakışlarını hissederek ona baktım. Gözlerimiz birbirini yeniden sobeledi. Sanki onunla bir saklambaç oynuyorduk ama bir ebe yoktu, ikimiz de birbirimizden saklanıyor, birbirimizi sobeliyorduk ve oyun bu şekilde devam ediyordu.
“Bana yük olduğunu düşünseydim şu an burada olmazdım.” Bu cümleyi, gözlerime neredeyse dakikalarca baktıktan sonra kurmuştu. Yüzünden akıp giden yağmur damlalarına ait gölgeler beni sertçe yutkundurdu.
“Teşekkür ederim.”
“O gece bana demiştin ki…” Kaşlarını çattı, bir süre susup sadece gözlerime baktı. “Seninle konuşmak istemediğimi düşünüyorsun, değil mi?” Sorusu beni afallattı ama bu soruyu yalanlayamadım. Onu köşeye sıkıştırıp duruyormuşum gibi hissediyordum ve bunu ona açıkça söylemiştim. O gece yeniden kafamın içinde ilerledi ama bu defa o geceye dair anılara tutunmadım, sadece Yener’in gözlerine tutundum.
“Evet, öyle düşünüyorum.”
“Ben kadınlarla iletişim kurmakta sandığından daha iyiyimdir,” dediğinde, her nedense içimde rahatsız bir his oluştu ama bunu ona yansıtmak yerine başımı salladım. “Ama seninle nasıl iletişim kurabilirim bilmiyorum. Bu benim için de tuhaf,” dedi, bu kadar açık söylemesini beklemediğimden sadece yutkundum. “Seninle iletişim kuramıyorum.”
“İletişim kuramama nedenin ne?” diye sordum, sorunun cevabı kalp kırıcı olsa da bu cevabı ondan almak istiyordum. Yener’in bir yanı benden korkuyordu, bunu bana uzanan tedirgin bakışlarından anlamak mümkündü; bir yanıysa korkudan ziyade, beni garipsiyor gibiydi.
Sanki varlığım onun için tuhaftı.
Bir süre sustuktan sonra, “Kadınlarla ya flört olurum ya da çok yakın arkadaş, pek ortası yoktur,” dedi, gözlerim yüzünde daha derin bir yere ulaşmak istiyor gibi inatla dolaşırken kurduğu cümleye odaklanamadım. “Seninle ilgili kafamı kurcalayan şeyler olduğunun farkındasın.”
“Bana düşman olduğunu, geceleri sicilimi kontrol ettiğini bile düşündüm,” dediğimde sırıttı, yüzüne yerleşen gülümseme çizgilerine bakakaldım.
“Sana düşman değilim.”
“Bu artık kendi kendime konuşuyormuşum gibi hissettirmeyeceğin anlamına mı geliyor?”
“Evet, o anlama geliyor.”
“Hı, yani artık çıkıyor muyuz?”
Sorum yüzüne öyle bir saçıldı ki, neredeyse kahkaha atıp olduğum yerde zıplamaya başlayacaktım. Şakalarımı, onu kandırmak için kurduğum küçük oyunları öyle çok ciddiye alıyordu ki… Gözlerimin içine şaşkınlığını gizlemeden baktığı sırada, “Şaka yapıyordum,” dedim, kaşları gevşedi ve gözlerindeki şaşkınlık biraz olsun silindi.
Bir an anlayamadım, şakası bile onu korkutmuş muydu? Yüzüm neredeyse düşecekti ama sahteden gülümsemeye devam ettim.
“Her seninle konuşanla evlenecek değilsin, Yenerciğim, bu kadar hassas olma.”
Buna bir cevap vermedi, yeniden sessizliği dudaklarının şarjörüne kurşun gibi yerleştirmiş olmasını garipsemedim. Sessizliği onun sesi gibiydi, sustukları ise aslında anlattıkları olmalıydı. Kadınlarla arasına bir dağ dikmişti, o dağın arkasından çıkıp geldiğinde aralarında sadece fiziksel temas oluyordu ve Yener, yeniden diktiği dağı aşarak dağın arkasına gidiyordu. Gözlemlerim bu yöndeydi. Ciddi bir şey istemediği bakışlarına saçılan dehşetten bile belli oluyordu. Kapı zili aniden çalınca aynı anda dönmeye çalıştık ve bedenim bedenine sürtününce ikimiz de kilitlenip kaldık.
Eli farkında olmadan, belki beni durdurmak, belki de dengemi sağlamak için belime kaydı; belim onun koca avucunun içinde yok olmuş gibi hissettim ve temasının nasıl bu kadar çok yere dağılabileceğini düşündüm. O yalnızca belime dokunmuştu ama sanki tüm parmakları bedenimi arşınlamış, ruhuma karışmıştı. Elim onun omzuna kondu ve bir saniye sonra, belimde duran eli artık daha sıkıydı. Çok kısa bir andı, birkaç saniyeydi, Zeus’un şimşekleri orada bizim için patlıyordu; göğün ışıkları bizi içine aldığında tenlerimizin üzerinden kayıp giden yağmur damlalarının gölgeleri daha da hızlanmıştı. Gözlerinin içine baktım, yüzünün yarısında kaymaya devam eden yağmur damlaları, teninde karanlık bir gölge oyununa dönüşmüştü.
Elimi omzundan koluna kaydırdığımda ürperdi, tenindeki ürpertileri parmak uçlarımda hissettim; parmak uçlarıma teninin hisleri bulaşmıştı. Geri çekilemedim çünkü hâlâ belimi kavrıyordu. Dokunuşu o kadar çok yere ulaşıyordu ki, eğer bilseydi benden korkar, kaçardı. Paniklemedi, gözleri mümkünmüş gibi daha da derinleşti; göz bebeklerinin siyah aynasının içinde kendime ait bir yansıma beni izliyordu.
Sonunda belimi serbest bıraktığında elim tam olarak teninden çekildi ve bir an ikimiz de nereye gideceğimizi bilemeden etrafımıza baktık. Yağmurun sesi bu şaşkınlığa eşlik ediyordu. Kapı zili bir defa daha çalınca, beni nasıl bir salaklığa ittiğini fark ederek utanıp hızla kapıyı açmak için salondan ayrıldım. Ben sokak kapısını açarken o da arkamdaydı, aramızda bir metrelik mesafe de olsa, onun sıcaklığı bir yel gibi eserek bedenime çarpıyordu sanki.
O gün mağazada görüştüğüm kumral çocuk kapıdaydı, hemen arkasında da mobilyaları getiren işçiler vardı. Mobilyaların üzerini bir muşambayla örtmüşlerdi, adamlara yol açarak geri çekildiğimde Yener de geri çekildi ve kolu koluma sürterek ürpermeme yol açtı. Omzumun üstünden deprem gibi sarsılarak ona yönelen bakışlarıma ben daha ona bakmadan öncesinde karşılık vermeye başladığını gördüm.
Gözlerimi ondan çektiğimde bile bana bakmaya devam etti. Bunu hissettim.
“Merhaba,” dedi çocuk, mobilyaları taşıyan adamlardan hemen sonra içeri girerken. “Abiler çok fazla kalamayacak, başka bir eve kurulum için gidecekler ama endişen olmasın, söz verdiğim gibi kurulumu ben yapacağım.”
“Çok sağ ol,” dedim ama çocuğun bu kez bana değil, hemen yan tarafımda duran Yener’e baktığını gördüm. Bakışlarım yeniden Yener’e yöneldiğinde, çocuğun gözlerine çöken durgunluğun nedenini artık biliyordum çünkü muhtemelen kendisinden en az on beş santim uzun olan komando hiç de hoş olmayan bir ifadeyle gözlerini ona dikmiş dikkatle bakıyordu.
“Ben sana yardım ederim,” dedi Yener, sesi çelik gibiydi; aynı anda hem soğuk hem de sertti. Çocuk başını salladı ama daha çok Yener’in bakışlarından kurtulmak istiyor gibi bir hâli vardı. Bomboş olan duvarlarımda sanki çerçeveler, resimler varmış gibi duvarları izlemeye başladığını gördüm.
Mobilyaları taşıyan adamlar evden ayrıldıktan kısa süre sonra gecenin de tüm sokağı sarmasıyla lambayı yakmıştım ve şimdi hepimiz salondaydık. Yener sakince muşambaları kaldırıyor, çocuğun takım çantasından aldığı malzemelerle yavaş yavaş mobilyaları kuruyordu. Çocuk, Yener’e oranla daha gevşek çalıştığı için, Yener oturduğu yerden çocuğa rahatsız edici bakışlar atıyor, çocuğu âdeta gözleriyle kınıyordu.
“Süleyman Demirel’de mi okuyorsun?” diye sordu çocuk, elinde koltuklardan birinin yastığıyla bana doğru döndüğünde.
“Evet, yani sayılır. Geçiş yapıyorum. Ankara’da okuyordum,” dedim.
“Ankaralı mısın?”
Yener yerde bağdaş kurmuş oturuyordu, takım çantasına malzemelerden birini sertçe fırlatarak atınca çıkan gürültü çocuğun da benim de ona doğru bakmamıza neden oldu.
Yener gözlerini kısarak bize alttan birer bakış attıktan sonra takım çantasından başka bir alet alarak koltuğun altındaki ayaklardan birini takmak için kafasını aşağı eğdi.
“Hayır,” dedim gözlerim hâlâ Yener’deyken. “Muğlalıyım ama ailem İzmir’de yaşıyor bir süredir. Okul için Ankara’ya gitmiştim, Ankara’yı sevmedim.”
“Burayı seversin umarım.” Çocuk bana gülümseyince, gönülsüzce gülümsedim ve gözlerim yeniden Yener’e döndü. Koltuğun ayağını takarken bir yandan da çocuğa dik dik bakıyordu. “Bu arada kaç yaşındasın?”
“O senden büyüktür,” dedi Yener bir anda, çocuğun afallayarak Yener’e doğru döndüğünü fark ettim ama ben zaten Yener’e baktığımdan yüzündeki sakinliği görebiliyordum. Gözlerini çocuğun yüzüne dikip, koltuğun ayağını yavaşça çevirerek yerleştirirken, “Sen kaç yaşındasın?” diye sordu çocuğa.
“Yirmi dört yaşındayım,” dedi çocuk şaşkınlıkla.
“Zarganasın o zaman sen,” dedi Yener bir anda. Gözlerim irileşti. “Yoksa yirmi dört yaşındayken neden on yedi gibi görünesin?”
Çocuk gergin bir şekilde kaşlarını çattı. “Ben gitsem iyi olacak, hem arkadaşın da bu konuda epey iyiymiş, halletti sayılır,” dedi, sesinden anladığım kadarıyla Yener onun sadece tüylerini diken diken etmekle kalmamış, aynı zamanda onu rahatsız da etmişti.
“Ben onun arkadaşı değilim,” dedi Yener, bir an duraksadım. “Ayrıca senden daha iyi olduğum kesin. Sen tekli koltuğun ayaklarını takana kadar ben iki koltuğun tüm ayaklarını taktım.”
“Pardon ya,” dedi çocuk birden pişmanlıkla. “Sevgili miydiniz?” Gergin bir şekilde elini ensesine atarken sorduğu soru Yener’in de benim de irkilerek ona bakakalmamıza neden oldu.
“Ben de bu insan azmanı adam neden beni yiyecek gibi bakıyor diyordum. Çok pardon, ne bileyim, akıl edemedim. Böyle de askıntı olmuşum gibi mi oldu? Çok affedersiniz. Ben… Gideyim en iyisi.” Çocuk aniden salondan çıkarak koridora yürümeye başladı ama arkasından gidemedim bile. Yener de ben de donmuş hâlde birbirimize bakmaya başlamıştık. “Ben çıkıyorum, sizden ricam, takım çantasını müsait olduğunuz bir gün mağazaya bırakabilir misiniz? İyi geceler dilerim!” diye seslendi çocuk, ardından sokak kapısının açılıp kapandığını duydum ve içeriye dolan tek ses, bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun sesi oldu.
İçimdeki tuhaf hissi tetikleyen sessizliği bozup, yağmur sesine eşlik ederek, “Çocuğa ne diye zargana dedin ki?” diye sordum sessizce. “Ne kadar ayıp oldu.”
“Ne bileyim, çocuk sandım, hem bak sen bile çocuk diyorsun ona. Adam falan demiyorsun. Demek ki sana da çocuksu göründü,” dedi Yener, kaşlarını çatıp önüne döndü. “Hem ne diye ona hayatınla ilgili bilgi veriyorsun ki? Bu devirde öyle herkese bilgiler verilmez. Ya dolandırıcıysa? Hayret bir şeysin.”
“Ya bir dolandırıcı neden okulumu sorsun?” diye sorduğumda Yener yüzünde komik bir ifadeyle bana baktı. “Kimlik bilgilerimi vermişim gibi konuşma. Neyim ben? Yetmiş yaşındaki teyze miyim, biriktirdiğim altınları kendi elimle dolandırıcıların eline mi veriyorum?”
“Ay bir de üste çıkıyorsun,” demesiyle, “Ay mı?” diye sormam bir oldu.
Çok kısa bir an ikimiz de birbirimize dik dik baktık; daha sonra kahkaha dudaklarımdan firar etti ve o da başını iki yana sallayıp sabır çekerek güldü.
“Hasbinallah gerçekten,” diye söylendi gülerken.
“Kahve yapayım mı sana?” diye sorduğumda dudaklarındaki gülümseme yerini sakinliğe bıraktı, kafasını kaldırıp bana baktı.
“Olur.”
“Ama tüm bardaklarım kolilerde.” Elimdeki kahve kupasını havaya kaldırdım. “Bu kupadan içsen olur mu?”
Gözleri, yüzeyinde toprak rengi rujumun izinin kaldığı kupaya indi, çok kısa bir an için bakışlarına düşen karanlığı gördüm.
“Olur,” dedi sessizce. “Yani sorun olmaz. O kupayla içmeye olur dedim.”
Hım, bak sen. Gülümsedim.
ZELİHA ÖZDAĞ
Tost makinesinin içinden çıkardığım tostu parmaklarıma üfleyerek peçeteye sardığım sırada Eymen kalçasını masaya yaslamış, kollarını gövdesine sarılı vaziyette beni izliyordu. İçerideki televizyondan yükselen basketbol maçının sesini sanki basketbol sahasındaymışım, oyunculardan biriymişim gibi oldukça net duyuyordum.
Eymen’in neden tekrardan Isparta’da olduğunu merak ediyordum, en son okul için Antalya’ya dönmüştü ama şimdi yeniden buradaydı. Köpek gibi aç olduğunu onu gördüğüm an anlamıştım, zaten benim küçük kardeşim günün her saati köpek gibi açtı. Yorgun görünüyordu, ben tost yaparken Gurur’la bile uğraşmadan doğrudan mutfağa gelmiş, bir kedi yavrusunun mamasını beklediği gibi beni beklemeye başlamıştı.
“Meyve suyu da sıkayım mı?” diye sorarken yavaşça kardeşime doğru döndüm. “Hem neden oturup burada yemiyorsun hiç anlamadım.”
“Arkadaşların yanına gideceğim,” dedi. “Hem ben çocuk muyum? Ne meyve suyu ya? Marketten içecek bir şeyler alırım.” Kalçasını yasladığı masadan çekerek önüme gelince kafamı kaldırıp ona baktım, boyu her gün bir santim mi uzuyordu bu çocuğun? Eğilip dudaklarını yanaklarıma bastırırken, “Çok teşekkür ederim,” diye mırıldandı. “Senin yaptığın tost, sanayi tostlarından bile daha güzel oluyor.”
“Yağcılarda inecek var gerçekten…”
“Ciddiydim.” Kollarını boynuma sarıp, beni göğsüne doğru çekti.
Terle karışık hoş parfümünün kokusunu soluyunca, “Sen koştun mu bugün?” diye sordum merakla. “Terlemişsin.”
“K9 olarak göreve mi başladın ne yaptın ya?”
“Düzgün konuş benimle, götünden bıçaklarım seni.”
“Gerçekten sen de çok düzgün konuştuğun için sana K9 dediğime nasıl utandım şu an var ya…”
Tüm hayatıma odaklanmışken, Eymen’in hayatında olup biten her şeye karşı kör bir hâle gelmiştim. Kardeşimin hayatında neler oluyordu bilmiyordum, tek bildiğim babamın zihnime şüphe tohumları ekmiş olmasıydı. Gözlerimi kardeşimin babamdan aldığı mavi gözlerine dikerek, “Eymen,” diye mırıldandığımda bedeni benden uzaklaşmıştı.
“Abla?” dedi sorar gibi, sanki ona karşı bir şeyden şüphe duyduğumu anlamış gibi şüpheyle gözlerimin içine bakmaya devam etti.
“Bana söylemek istediğin bir şey var mı?” diye sorduğumda, başta bu sorunun özünde yatanı görememiş gibi kaşlarını çattı, daha sonra sorduğum sorunun onu daha da huzursuz ettiğini gördüm. “Eymen, bir sorun varsa bunu benimle paylaşabilirsin, biliyorsun değil mi? Hayatını etkileyen bir şeyler oluyorsa, ablan olarak bunu bilmeliyim ki sana yardım edebileyim.”
“Yardım gerektirecek bir durum yok,” dedi, sesi içten geliyordu ama kalbim hâlâ şüphenin yeliyle üşüyordu.
Gözlerimi Eymen’in gözlerinden çekmedim, ona uzatacağım çok sayıda soru olsa da onu köşesine sinip, benden saklanacak hâle getirmek istemiyordum. Üzerine gidersem bana kendini açmaktansa, benden kaçmaya başlayacağını biliyordum. İnsanlar böyleydi. Bazen birinin içini açmak için, onun üstüne gitmek değil, sadece yanında olmak yeterdi.
“Eğer sen öyle diyorsan, benim sana güvenmek dışında elimden bir şey gelmez,” dediğimde, Eymen’in gözlerinde oluşan şefkat beni kıskıvrak kavramıştı.
Eğilip dudaklarını alnıma bastırarak, “Her şey yolunda,” dedi. “Seni böyle telaşlandıran babamdır kesin. Bu aralar çok ağzımı yokluyor, anladım bir şeylerden şüphelendiğini. Ama sözümü tutuyorum abla, okuluma devam ediyorum.”
“Bir sorun olursa ve benimle paylaşmazsan götünü bıçaklarım,” dedim kollarımı Eymen’in beline sarıp, onu kucaklamak ister gibi sıkarken.
Güldü, nefesi saçlarıma dağıldı ve “Ben başım belaya girdiğinde ne zaman anneme ya da babama gittim?” diye sordu. “Doğrudan sana geldim.”
Bir öğürtü sesi duyunca bakışlarım mutfak kapısına çevrildi. Gurur yüzünde bariz, saklamadığı, hatta abartılı bir şekilde sergilediği tiksintiyle bizi izliyordu. Eymen gözlerini devirerek benden uzaklaşıp Gurur’a doğru döndüğünde, Gurur, “Hadi canım, beslenme çantan hazırsa doğru okula,” dedi.
Eymen, “Bu yaşlıların esprileri hiç çekilmiyor ya,” dedi. “Twitter’da dönen esprilerin tarihi geçince Instagram’a düşüyor ya hani, heh işte abla, bu herif tam da Twitter’da üç yıl önce yapılıp konusu kapanan espriyi bugüne aitmiş gibi yapan Instagram kullanıcısı.”
“Z kuşağı, kes sesini, anlamıyorum ben senin dilinden,” diye homurdandı Gurur.
“Doğru, sen seksenlerde kalmıştın değil mi? Abla, seksenlerde doğanlar hangi kuşak oluyordu?”
“Ne bileyim ben?”
“Doğru, ablam da Z kuşağı sonuçta…”
“Nasıl ya?” diye sordu Gurur. “Zeliha, sen Z kuşağı mısın?”
“96 doğumluyum işte.”
“Nasıl ya?” diye sordu tekrardan. “96 doğumlular Z kuşağı mı?”
“Z tabii. 95 doğumlular Y kuşağı,” dedi Eymen. “Bir de sen Y kuşağısın ama birkaç ay daha erken gelsen kesin X kuşağı olurdun. Yani babamla aynı kuşak.”
“Babam da Y kuşağı olabilir bu arada,” dediğimde Eymen öyle bir güldü ki, Gurur neredeyse onun gırtlağına sarılacaktı.
“Neyse, çok da üzülme… Y kuşağı da genç sayılır. Yarı genç,” dedi Eymen gülerek. “Kaçtın sen, otuz ikiliktin değil mi?”
“Biraz daha devam edersen otuz iki parçaya bölerim seni çocuk.”
“Neyse, ben bu salak adama yeterince yaş kompleksi yüklediğime göre artık gideyim,” dedi Eymen.
“Evet, şimdi siktir git evimden.”
“Burası ablamın da evi.”
“Ama senin değil, bizim evimiz,” diye homurdandı Gurur.
“Çok kafana takma bu yaş mevzusunu ya, yaşın da kırılmış zaten, bu yaşlarda stres kalbi çok etkiler. Kendini strese sokup hasta olma…”
“Zeliha ya, bir şey desene şuna!” diye bağırdı Gurur, Eymen tostunu alıp sırıtarak mutfaktan çıkarken Gurur kollarını beline koymuş, hesap sorar gibi bana bakıyordu.
“Çocukla çocuk olma,” dediğim anda Eymen birden kafasını mutfağa geri uzattı ve elini kalbine bastırdı.
“Affedersin?”
Şimdi anırır gibi gülme sırası Gurur’undu…
Eymen gittikten sonra bir süre birlikte basketbol maçını izledik. Gurur, son dört, beş gündür Dide’nin sık sık tesise Muşta’nın yanında geldiğinden bahsetti. Muşta, bir geceyi Cenan’ın evinde geçirdikten sonra bir daha buraya gelmemişti, kalan günlerdeki yokluğunu kızına tesiste işleri olduğunu söyleyerek geçiştirmişti ama sonunda yine buraya gelmek zorunda kalacağı barizdi. Dide’yi daha fazla tesis işleriyle kandırabileceğini sanmıyordum.
Cenan gözlerden uzaktı, derslere neredeyse hiç girmedi, kampüse uğramadı, hatta birkaç kez kapının önünde karşılaşmamız dışında onu neredeyse hiç görmedim. O geceyi merak ediyordum. Muşta bir geceyi onun evinde geçirdiğinde tam olarak neler olmuştu? Cenan’ın bir hayalete dönüşmesindeki en büyük etkenin Muşta olduğunu düşünüyordum. Aşk, çoğunlukla yenilmekti, Cenan da yenilmişti.
Parmaklarımı Gurur’un kumral saçlarında dolaştırdığım sırada, Gurur başını dizime yaslamış maçın tekrarını izlemeye devam ediyordu. Ara sıra parmaklarımı havada yakalıyor, avuç içime dudaklarını bastırıp elimi yeniden saçlarının üzerine bırakıyordu. Sevilmek için an kollayan küçük bir kedi yavrusuna benzediğini söylesem, miyavlayacağından emindim.
“Duş almam gerek,” dediğimde kafasını dizime sürterek bana baktı. “Hiç bakma öyle bana, ben de yastığın olmaktan gayet memnunum ama duş almadan rahat duramıyorum.”
“Daha sabah duş aldın,” diye mırıldandı.
“Tüm gün işlerim vardı, Simge’nin evi için bir şeyler de baktık,” dedim. “Duş alayım, sonra da yatağa gireceğim. Sabah dersim var.”
“O zaman birlikte duşa,” dedi Gurur, ben daha kafamı toparlayamamışken birden kalkıp beni sırtına atınca dudaklarımdan şaşkınlıkla karışık bir gülme sesi yükseldi. Leon ile Pars, gülüş sesime heyecanlanarak evin içinde koşmaya başladıklarında, Gurur çoktan sırtına attığı bedenimi üst kata çıkarmaya başlamıştı bile.
Kıçına bir tane patlatmamla, “Yalnız götümü ellemezsen sevinirim, tedirgin oluyorum,” diye söylendi. “Huzursuz etme beni…”
Banyonun kapısı çarparak açıldı. Gurur beni yere indirip üzerindeki yeşil tişörtü çıkararak zemine bıraktığında gözlerim büyük bedenine takılıp kaldı. Eşofmanını da indirdi ve altında yalnızca sıkı kalçalarını saran siyah bir boxerla duş kabinin içine girdi. Kalbimin vuruşları vahşet yüklüydü, göğsümde kasırgalar kopuyordu ama Gurur’un bundan haberi yoktu.
Üzerimdeki kazağı çıkardım, Gurur’un tişörtünün üzerine attıktan sonra altımdaki taytı da indirdim ve yalnızca iç çamaşırlarımla duş kabinine girdim. Gurur suyu açmadan hemen öncesinde bana doğru döndü, dar alanda nefesi o kadar şiddetli bir şekilde bedenimle buluşuyordu ki saniyeler içerisinde ayak bileklerime dek uyuştuğumu hissettim.
“Sütyeni çıkarmadan mı?” diye sorarken buz sıcağı gözleri yüzümü ezberine almak ister gibi kavramıştı ama benim bile yerini bilmediğim çilleri gördüğüne emindim; bana bakıyordu ve benim dahi göremediklerimi görüyordu. Soğuk elleri omuzlarımdan aşağı indi, belime doğru su misali aktı ve ardından belimin arkasından yukarı kayarak sütyenimin kopçalarına ulaştı. “Senin için çıkarabilirim,” diye fısıldadığında sesi kıyamet gibi dört bir yanımı kuşatarak mutlak sona gittiğimi hissettirdi. Gözlerimden onay aldığını biliyordum ama yine de “Çıkar,” dedim ve bunu duymaktan ne kadar hoşlandığını gözlerinde yükselen alevlerin içinde kendimi gördüğümde anladım.
Beni yakmak istiyordu. Vücut ısılarımız karışacak, ruhlarımız birbirine tutunacak, dokunuşları beni galaksiler arası bir yolculuğa çıkaracaktı. Bu kaçınılmazdı. Birbirimizden hiçbir zaman kaçamamıştık. Bir yol daha vardı, birbirimiz olmadan ilerleyebilirdik ama yapmamıştık; biz bu kader en başından yazılırken bile birbirimizi seçmiş, birbirimiz için birbirimizde kalmıştık. Kabul etmesi zordu, zaman da almıştı ama gerçek olan buydu.
Kopçaları çözdüğünde, sütyenin iki ucu bana ait kanatlar gibi bel boşluğumdan aşağı uzandı. Gurur, kanatlarımı yavaşça çıkardı ve sütyen ayaklarımın ucuna düştüğü anda zihnim anılara, gözlerim gözlerine tutundu. Dokunuşlarını tanıyordum, belki de tanıdığım için böyle şiddetli yanıyordum. O dokunuşları bir kez hisseden biri, mümkün değildi bir daha başkasına dair dokunuşlar düşünür, isterdi. Tenim, tanıdığı dokunuşların ısısını alınca yanıcı bir madde gibi tutuştu.
Gözleri gözlerimden tek bir an ayrılmadı, saçlarımı geriye doğru attı ve üst bedenim tam anlamıyla çıplakken sertçe yutkundum. Gözleri bir an olsun çıplaklığımla buluşmadı, tek baktığı yer gözlerimdi; o gözler ne zaman gözlerimden ayrılsa, baktığı tek yer elmacıklarımın üzerine dağılan çillerimdi.
Su birdenbire başımızın üzerinden akmaya başladığı anda suyu onun açtığını anladım ama gözlerimiz öyle birleşmişti ki, bunu ne zaman yaptığını anlamamıştım.
Suyun altındaydık, su kirpiklerimize çarptıkça bakışlarımız titriyordu ama yine de gözlerimizi yummadık; bakışlarımızı birbirinden ayırmadık.
Gurur ani bir manevrayla çenemi avucunun içine hapsederek dudaklarıma saldırdığında, bu saldırı dizlerimin bağını çözdü. Dudaklarım ânında aralandı, onun dilini içeri kabul etmek ister gibi açılan ağzımdan dışarı dilim uzandı ve Gurur’un ıslak dili, dilimin üzerinde kayarak ağzımın içindeki yerini aldı.
Onu öyle çok seviyordum ki; cennette ne kadar melek varsa, ona duyduğum sevgiyi kıskanıyordu. Onu öyle çok seviyordum ki; bu sevgi bir günah olsaydı, bilirdim, cehennemdeki tüm günahlar artık cehennemden daha karanlık bir yer olduğunu bilerek cehennemi terk eder, benim içime yerleşirdi.
Dillerimiz birbirine karışmış hâldeyken ellerim saçlarına tırmandı. Onun gür, suyun altında ıslandığı için koyulaşan saçlarını parmaklarımın arasına alıp sıkarak çekiştirdim. Dili mümkünmüş gibi ağzımın içine, daha da derinlere gömüldü ve damaklarımda dolaşan dilinin tüm bedenimi sarstığını hissettim.
Parmakları sınırları yok etmek ister gibi suyun ıslattığı tenimde dolaşmaya başladı. Su başımızın üzerinden şiddetle akarken karnımdan yukarı, göğsüme doğru hızla tırmanan yalnızca adrenalin değildi; hazdı. Dudaklarımız birbirine yaslandı, dili ağzımın sınırlarına girdiği anda vajinamın açlık çekiyor gibi sızladığını, kasılıp gevşemeye başladığını hissettim. Ahlaksız bir dürtü süratle bedenimi tavaf ediyordu.
“İstiyorum,” dedi. “Sularını akıtmak istiyorum.”
“Çoktan akıtmaya başladın bile,” dedim ağzına doğru. Dilim dilinin etrafında yılan gibi dolandı. “Sularımı.”
“Bileklerine kadar akacak suların,” diye inlediğinde, bana dokunmadığı hâlde dokunmuş gibi daha da kasıldım. Parmakları tüm bedenimi ufalıyordu sanki. Tüm bedenim istek fırtınasına kapılmış, köklerimden ona sökülüyordum.
Eli bir anda altımda ıslandığı için incecik kalan iç çamaşırımın içine girdi, parmakları derimin üzerinde ilerleyip tam orada durduğunda omuriliğimin bile titrediğini hissederek inledim. Parmaklarıyla vajinamın dudaklarını araladı, klitorisimi tırnağını ve parmak ucundaki dokuyu kullanarak ezer gibi okşamaya başladığında başımı geriye doğru attım; su yüzüme şiddetle akıyor, ben onun kollarında kıvranıyordum.
Benim elim de koşulsuz bir istekle onun boxerının önüne doğru gitti, bu onu inletti ama parmaklarının hareketleri kesilmedi. “Sımsıkı olmasına rağmen benim için nasıl aralandığına bak,” diyerek vajinamın dudaklarını biraz daha ayırdığında, içimde oluşan boşluk hissiyle inledim. Parmaklarım boxerının üzerinden aletini kavradı; nabız gibi çarpan devasa aletinin atışlarını parmak uçlarımda hissetmek, mümkünmüş gibi daha da ıslanmama neden oldu ama zaten su gibiydim.
“Seni öyle bir akıtıp gevşeteceğim ki, bebekler gibi bir uyku çekeceksin,” diye hırladığında, nefesi ıslanan boynuma yayılarak yangınıma atılan çıralar oldu. “Ne kadar ıslanmışsın, parmaklarımı nasıl kaydırdığını hissediyor musun?” Sıcak nefesini yanağıma vererek konuşması beni daha da delirttiğinden tek yapabildiğim başımı sallamak oldu.
“Neden sikime dokunuyorsun?” diye sorunca kalbim tekledi. “Yoksa sikimi tam olarak buranda mı istiyorsun?” Soruyla beraber parmağını deliğimin girişinde hissettim ama parmağını içeri itmedi, girişimde dolaştırdı ve bu tehditkâr dokunuş başımı banyonun mermer duvarına bastırıp uzun uzun inlerken, “Evet,” diye mırıldanmama neden oldu.
“Buraya girip çıkmamı mı istiyorsun?” Sorusuna verebildiğim tek yanıt, başımı aşağı yukarı sallamak oldu. Parmaklarıyla girişimden taşıdığı suları şiştiğini hissettiğim tepeme taşıyarak tepemde yarattığı ıslaklığı parmak uçlarıyla şekillendirdi. O beni okşadıkça, bir girdap şiddetle bedenimin etrafında dönüyor, beni usul usul içine doğru çekmeye başlıyordu. “Cevap ver, sevgilim.”
“Evet,” diyerek bir elimi bileğine koydum ve elini itip parmaklarını tepemden uzaklaştırarak vajinamın girişine indirdim. “Buraya girip çıkmanı istiyorum.”
Parmakları tehditkâr bir şekilde yeniden girişime indiğinde bedenim kasıldı, sırtımı soğuk duvara yasladım ve gözlerimi Gurur’un yüzüne dikip, “Gurur,” diye fısıldadım.
“Ağzımı dayayıp içmek istiyorum seni,” dediğinde, bu beklenmedik cümle kaskatı kesilmeme neden oldu ama Gurur durmadı, bir yılan gibi bedenimin altına kaydı. Su hâlâ üzerimizde şiddetle akıyorken, bir bacağımı tutup omzunun üzerine koyarak iç çamaşırımı yana çekti. Vajinama çarpmaya başlayan sıcak nefesleri kontrolümü yitirmeme neden olsa da son irade kırıntısıyla saçlarına dokunup onları çekiştirmeyi başarabilmiştim. Burnunu vajinamın çizgisine sürterken gözlerini kaldırıp gözlerimin içine baktı; şimdi su yalnızca saçlarına çarpıyordu ve dizlerinin üzerindeki bu adamın bacaklarımın arasına sunduğu görüntü kalbimi delip geçiyordu.
“Büyüleyici güzellikte,” dediğinde nefesi orada daha da yoğun toplandı. Gurur dudaklarını oraya bastırıp, diliyle çizdiği patikayı dudaklarıyla dağıtmaya başlamadan önce, “Sen de büyüleyici güzelliktesin,” diye fısıldadı. Daha sonra dili, vajinamı iki yana ayırıp içine dalarak tepemi yakaladı ve tepem, onun ıslak dilinin darbeleriyle sertçe ezilmeye başladı. Müthiş bir inleme isteğiyle kafamı kaldırıp dişlerimi sıkarken, parmaklarım da aynı anda onun gür saçlarını sıkıyordu.
Saniyeler akıp gidiyor, ben hiç durmadan inliyordum ve Gurur’un dili hiç durmuyor, girişime iniyor, girişimde biriken suları toparlayarak tepeme çıkarıyordu; beni şiddetle emip yalarken bir insanın ağzıyla nasıl bu kadar çok şeyi yapabileceğini sorguluyordum. Dili her yerimdeydi, girişimi zorluyor, tepeme ulaşıyor, ağzı beni genişçe aralanarak içine alıyordu. Kalçam farkında olmadan hareket etmeye başlamıştı, bedenim istekle kavrulurken vajinamı onun ağzına yaslıyordum. O da ağzına yaslanmamdan memnunmuş gibi ara sıra dudakları tam orada yukarı kıvrılırken beni tüketmeye devam ediyordu.
Gözlerimin önünde bembeyaz ışıklar parlarken başımı mermer duvara daha sert yasladım ama Gurur çekilmedi, saçlarını sertçe, koparır gibi kavrıyor oluşumu hiç umursamadı. Bir diğer bacağımı da omzuna aldığında, şimdi bedenim havadaydı, bacaklarım Gurur’un omuzlarının üzerinde duruyordu ve ben duvara sırtım yaslı hâlde Gurur tarafından parçalara ayrılıyordum. İnleyerek, sert nefeslerini bırakarak, bazen tükürüp bazen de diliyle aralayarak yiyip bitirdiği vajinam artık bir kalpten daha şiddetli atıyordu.
Topuklarım Gurur’un sırtından aşağı sarkarken artık çırpınıyordum ama beni omuzlarında öyle rahat tutuyordu ki, düşecekmiş gibi de hissetmiyordum. Ellerini kalçalarımın altında koymuş, kalçalarımı yukarı itiyor, vajinamı ağzına yaslayarak beni âdeta kana kana içiyordu.
“Gurur,” diyebildim, sonrası karman çorman kelimelerdi, dudaklarımdan dışarı döküldüler ve aklıma asla tutunamadılar. Bilincimin dışına itilmişim gibi kelimeler savurarak inlerken devamlı akıyordum. Bedenim titriyor, sırtım mermer duvardan kayıyordu ama kalçalarımı kavrayarak beni omuzlarına yaslayan Gurur, düşmeme izin vermiyor, her bir parçamı içmek ister gibi, boşalıyor oluşuma rağmen ağzını oradan ayırmıyordu.
Dilini son kez sürttüğünde, bilincimin dışında kalan sadece kelimeler değildi. Ben de dışarı sürüklendiğimi hissettim. Bilincimin, bedenimin, her şeyin dışındaydım ama o hâlâ içimdeydi; ben bende değilken bile, o benimleydi, bendeydi.
Dudaklarını yalayarak bana alttan bir bakış attı ve düşmemek için saçlarına tutunduğumda güldü; bacaklarım sırtından aşağıya ona ait kanatlar gibi sarkıyordu.
“Tadını seviyorum,” dedi buz sıcağı gözleriyle beni soğuk soğuk yakarak. “Bu gece uyumadan önce atıştırmalık tatlı bir şeyler yememe gerek kalmadı. Şerbetin ağzımda, baldan daha yoğun.”
Bu, beni kucağına almadan önce kurduğu son cümleydi. Nedense ona dokunmama izin vermedi. Daha sonra, ona dokunmamı istemediğinden değil, dinlenmemi istediğinden ona dokunmama izin vermediğini anladım. Bunu anladığımda, sırtımı onun göğsüne yasladığım uykulardan birindeydim. Rüyamda dört bir yanı gül goncalarıyla kaplı bir bahçede oturuyorduk, başım omzundaydı ve şehrin bizi içine almayan yerlerinde çakan şimşekleri izliyorduk.
Zaman henüz bizim lehimize akıyordu.
Uykumda, uyuyor olduğumu, duymayacağımı bildiği hâlde, “Zeliha, ben seni çok seviyorum,” deyip durmuştu. Duymuştum. Duymadım sanmıştı. Omuzlarımı, kollarımı, yüzümü, saçlarımı öpmüş, durmadan tekrarlamıştı. “Ben bir insanı nasıl bu kadar çok sevebiliyorum?”
Gülümsedim, insan uyuyorken de duyabiliyormuş, insan uyuyorken de gülebiliyormuş. Bunu da ondan öğrendim.
Güneş doğdu, ay yavaşça geldi ve güneşin gökyüzündeki yerini aldı; bir kadın bir kitabın kapağını kapattı, bir küvetin içine akan su birden taştı ve zemine yayılmaya başladı, bir kurşun bir insanı deldi, kan her yere aktı; bir tren şehir garlarının birinde başlayan hareketini, bir başka şehrin garında sonlandı. Bazı insanlar ayrıldı, bazıları barıştı, bazıları birbirlerini son kez gördüğünün bile farkına varmadı.
Dudaklarımdaki gülümseme, üç katlı sefertasının üç katını da onun için yaptığım yemeklerle doldurana dek hiç silinmedi. Saat akşamın dokuzuydu, bu gece gelmeyecekti, tesiste işleri uzamıştı ve o gün Devran’ın sefertasındaki yemekleri kıskandığını fark ettiğimden beri aklımda onun için böyle bir şey hazırlamak vardı. Onun için İzmir köfte yapmıştım, şehriyeli pirinç pilavını seveceğine de emindim. Tatlı konusunda çok iyi olmadığımdan, kolay olan ama tadının da iyi olacağına emin olduğum ekmek tatlısından yapmıştım.
Leon ile Pars’ın mama kaplarını mamayla doldurup, su kaplarını da temizledikten sonra siyah kabanımı giydim. Şemsiyemi, anahtarlarımı ve vestiyerin kenarına bıraktığım sefertaslarını alıp evden ayrıldım.
Binadan çıkıp sokaklara karıştım. Süleyman Demirel heykelinin önüne inene dek tenha sokaklarda yürümek zorundaydım. Heykelin önüne indikten sonra bir taksi çevirmeyi düşünüyordum. Evin çaprazında kalan taksi durağı boş olmasaydı, binadan çıktığım an taksiye binecektim ama şans benden yana değildi, taksi yoktu ve caddeye dek inmek zorundaydım. Zamanın içinde bir roman sayfası gibi süzülmeye başlamadan on beş saniye öncesiydi. Heykelin önüne iki dakika içinde inecektim ama önümde duran büyük, pahalı olduğu belli olan ama çoktan hurdaya çıkacak hâle gelene dek çarpılmış minibüs önümde durduğunda, düşünmek için zamanım olmadığı apaçık ortadaydı.
Bir el bana uzanırken her ihtimali düşündüm; tüm olasılıklar arka arkaya açılan sayfalar gibi açılarak zihnimi işgal etti ama hiçbir olasılığa tutunamadım; zamana tutunamadım. Bana her ne koklattıysalar, eter olmadığına emindim; daha kuvvetli bir şey olduğuna emin olduğum kadar…
Gözlerimi zar zor açtığımda, hissettiğim ilk şey sadece rüzgâr ve boşluk oldu. Bir şeyler göremedim, nedenini merak ettim ama çok geçmeden, hiçbir şey göremeyişimin nedeninin başıma geçirilen çuval olduğunu fark ettim. Kokladım, çuval toz gibi kokuyordu; oturur pozisyonda olduğumu anladım ama bedenim bana ait değilmiş gibi hissediyordum.
Yere düşen adım seslerini dinlerken kafamı toplayamadım, bilincim oradan oraya sürüklenen boş bir kâğıt gibiydi; artık bir roman sayfası bile değildi. Boşluktu.
“Sonunda tanışma fırsatımız oldu,” diyen kişinin sesi tanıdık değildi, çok geçmeden canımı yakan bir el hissettim, saçlarımın köklenmesiyle birlikte kafamdaki çuval çekildi ve toz kokusu beni öğürtüp öksürtmeye başladı.
Kaybolmuş bir yön algısıyla kafamı kaldırıp etrafıma baktım; gözümü alan bir ışık sonunda beni sesin sahibine ulaştırdı. Işığı ona bakmam için gözüme tuttuğunu o an anladım. Bana her ne verdiyse, yön algılarımı kör etmek için verdiği kesindi.
Bir an, karşımda gördüğüm yabancı adamın kimliğini kafamda oturtamadım. Onu daha önce hiç görmemiştim. Yaşlı sayılırdı, elden ayaktan düşecek kadar yaşlı değildi ama babamdan on yaş kadar büyük olduğunu düşünmüştüm. Onunla ilgili ilk düşüncem buydu, daha sonra düşüncelerim etrafa dağıldı ve boğazımda düğümlenmiş sesimi açmak için öksürerek, “Sen kimsin?” diye sordum.
“Gözlerime bak,” dedi adam, yüzüme tuttuğu ışığı aşağıya indirip, bana doğru birkaç adım atmadan hemen öncesinde. Yüzüme doğru eğilmesiyle irkilerek sırtımı sandalyeye bastırdım ve o an, ellerimin de ayaklarımın da bağlı olduğunu fark ettim. Panik bir dalga gibi yükselerek beni içine alıp boğmaya başladığında, ayaklarımdaki halatların aksine, hemen arkamda bağlı olan el bileklerimde hissettiğim demirin soğukluğu, beni kelepçeyle bağladığını anlamı sağladı. Gözlerimi kaldırıp adamın gözlerine baktığımda içimi yırtıp geçen tanıdıklık hissi donmama neden oldu. “Bu gözler sana tanıdık geldi mi?”
“Sen…”
“Gözlerini benden almış, değil mi?” diye sordu dudaklarında adi bir gülümsemeyle.
“Ne istiyorsun benden?” diye sorarken panik birdenbire geri çekilerek yerini bir yırtıcının pençelerine bıraktı. “Neden buradayım?”
“Senden küçük bir istirhamım olacak, onu yerine getirmen şartıyla da tahliyeni sağlayacağım,” dediğinde, gözlerimi adamın tanıdık hissettiren gözlerine daha büyük bir meydan okumayla diktim.
“Gurur’un beni bulması sadece birkaç saatine mâl olur.”
“Gurur evden çıktığını bile bilmiyor, Zeliha,” dedi, ismimi kesintisiz söylemesi içimdeki tedirginliği anlık da olsa arttırdı. “Yani bolca vaktimiz var.”
“Sana benden ne istiyorsun diye sordum,” diye fısıldadım.
“Basit,” demesiyle, bedenim âdeta olduğu yere kilitlendi çünkü bu kelimenin ardından bir yıkım yaratılacağını biliyordum. “Gurur’u terk etmeni istiyorum.”
Yetim kalan kelimeleri bilirdim; yazarlarının içinde bir şeyler ölmeye başladığında, sanki yazarları da ölürdü ve o kelimeler bir daha tamama ermemek üzere terk edilirdi. Hayatımın tıpkı yetim kalan kelimeler gibi yarım kalmasından korktuğum hiç olmamıştı. Çünkü ben de her insan gibi, bazen hiç ölmeyecekmişim, bazı şeyler hiç bitmeyecekmiş, hiç sona ermeyecekmişim gibi yaşardım. İnsan bir şeyin sonunda durduğunu, o şeye veda etmeden anlamıyormuş; bazen veda etmek bile sona erdiğine inanmaya yetmiyormuş. Bazen sona erdiğini anlamak için, veda ettiğin şeyden sonsuza dek ayrı düştüğünü anlaman gerekiyormuş.
Başıma bir çuval geçirilerek getirildiğim bu izbe deponun içinde bileklerimde ip izleri görülürse, muhtemelen Gurur her şeyi anlar diye bileklerime iz bırakmayacak büyük kelepçeler takılmıştı. İskemlenin üzerinde oturmuş, ellerim arkaya doğru kelepçeliyken Gurur’un gözlerinin karanlık bir gölgesini anımsatan gözlere bakıyordum. Uzun, boynuna dek inen sakalları vardı ve üzerindeki kıyafetler eskiydi, paltosu yırtık pırtıktı.
Önüne bir sandalye çekip sandalyenin sırtını önüne alarak tam karşıma oturdu ve “Ben de seninle böyle tanışmak istemezdim,” dedi. “Ama madem şimdi karşı karşıyayız, Sevgili Zeliha, söylediklerimi yapman gerektiğinin farkına vardığını düşünüyorum.” Kaşlarımı çatıp sertçe yutkundum. “Buradan çıkıp koşarak Gurur’a gidebilirsin,” dediğinde gözlerimi kaldırıp yeniden ona baktım. “Ona her şeyi anlatırsın. Malum, sizin aranızda sırlar uzun süreli olmuyor. Gurur sizi bu pislikten kurtarır sanıyorsun ama bir komandonun babası ihanet etmişse, o komandoya ne olur, hiç düşündün mü?”
İhanet etmişse mi? Ne demek istediğini anlayamadığım için ona bakakaldım.
“Sana terör saldırılarıyla ilgim olduğunu söylesem, tepkin ne olurdu?” diye sorması, kanımın birdenbire ters yöne akmaya başlamasına neden oldu.
Dirseğini sandalyenin sırtlığına koyup, elini yanağına bastırdı ve bana gülümsedi; gözlerinde acıma yoktu, sadece alay vardı, söylediği her şeyi önceden kurgulamıştı. Planında tek bir açık bile yoktu. Bunu yapabilecek güçte olduğunu görebiliyordum.
Haklılığı içimde bıçak gibi ilerlemeye başladığında, Gurur’un babası derin bir nefes alarak, “Türk askerinin kanı bozuk olmamalıdır, Zeliha. Görüyorsun ki ben katliamların mimarı bir babayım, katliamlar benim damarlarımda dolaşıyor ve benim damarlarımın aynısını Gurur da taşıyor. Ne kadar sadık bir asker olursa olsun, benim kimliğim ortaya çıktığında onu o yapan komandoluk görevinin sonlanmayacağını mı sanıyorsun?”
Her bir kelimesinde, bir şeyimi kaybediyormuşum gibi hissediyordum.
“Gurur da bilir bunu, ona her şeyi anlatmadan böyle bir ihtimalden bahsetsen bile yüzünden çekilen kanı görürsün. Benim kimliğim, Gurur’un örtbas edip, sizi kurtaramayacağı kadar büyük önem arz ediyor. Eğer onu terk etmezsen, onu sadece askerliğinden değil, hayatından da edersin. Tüm hayatı bir hücrede ve atıp duran mahkemelerde geçer. Benimle hiç ilgisi olmadığını kanıtlamak için yıllarca uğraşır, sonunda aklanıp çıksa bile bir daha dağların sınırlarına girebilir mi sanıyorsun? Peki ya onun bir terörist olma ihtimalinin bile ona nasıl eziyet edeceklerini bilmen için yeterli mi? Çünkü ben Türkiye’nin seksen bir ilinin, otuz yedisine, en kalabalık yerlere, en çok Türk’ün kanının akacağı yerlere ölümü yerleştiren o örgütün komutanlarından biriyim. Zor olmadı aralarına girmek. Ama oğlumun bir komando olduğunu bilmeleri, gözlerinin dönmesine yetti. Beni başlarına buyur ettiler. Söyle, Zeliha. Benim geldiğim bu rütbe yüzünden Gurur’a neler yaparlar? Ne zaman ülkede kan dökülse, sebebi ben olacağım. Gurur benim oğlum, bu öğrenildiğinde, söylesene, ona neler olacak?”
“Yaptıklarının bedelini neden Gurur ödesin ki? Muhtemelen terör örgütü üyesi olduğunu bilmiyordur bile.”
“Bilmiyor ama benim kanımı taşıyor. Bir asker ya da polis olabilmek için sicilinin tamamen temiz olması gerekir. Ailenden birinin bir terör örgütüyle bağlantılı olduğu, daha da enteresanı, o örgütün komutanı olduğu ortaya çıkarsa, neler olurdu? Araştır. Seni manipüle etmiyorum, araştır ve öğren.”
Bir sigara yaktığında, “Her zaman mı o örgüttendin?” diye sordum sessizce, içimde dağılan her bir düşüncenin ucunda alev yanıyor, o alevler ilerleyip düşüncelerimin tamamını sararak yangın çıkarıyordu.
Sigarayı dudaklarından dışarı bırakırken, “Değildim,” dedi sadece. “Bir zamanlar ben de sizdendim. Dedim ya, aralarına sızmak için yine sevgili oğlumun rütbesini kullanmak zorundaydım. Hayat hepimize iyi davranmıyor, ha?”
“Sen en başından beri mikrobun tekiydin,” dediğimde dudakları yukarı kıvrıldı ve tiksintimin katlandığını hissettim.
“Ve sen, damarlarında benim mikrobumu taşıyan bir adama âşık oldun. Öyle değil mi?”
“Onu mahvettin,” dedim sesim çatlarken. “Onu öyle çok mahvettin ki… Çocuk olamadı, o senin yüzünden bir çocukken adam olmak zorunda kaldı. Ekmek arabalarının hikâyesini bile bilmiyorsun, değil mi?” Gözlerimden bir damla yaş düştüğünde kafamı omzuma yatırıp gözlerinin içine merhamet dilenir gibi baktım. “Onu daha ne kadar mahvedeceksin? Beni elinden alırsan, o ne yapar?”
“Sana bir teklif sunuyorum işte. Asker olmaya kaldığı yerden devam eder. Asıl sen onun elinden askerliğini alırsan, o zaman Gurur ne yapar, Zeliha? Hele bir de… Bir de bir sivili öldürdüğü ortaya çıkarsa… Diyelim ki sadece askerlikten menedildi, düştü, yok edildi, peki ya öldürdüğü sivil? Yanına mı kalacak sanıyorsun?”
“Bunu ona neden yapıyorsun?” diye fısıldadım, sesim düşmüştü, tıpkı ruhum gibi. Cehennemin her zaman kötülerin gittiği bir yer olduğunu sanmıştım. Kahraman Özdağ, babam, bana öyle öğretmişti. Ben kötü biri miydim? Neden cehennem ateşleri tarafından sarılıyor, bir şeytan tarafından işkence görüyor, yaşarken ölümü tatmak zorunda kalıyordum?
“Öldürmek zorundasın, Zeliha, yaşayabilmek için. Gurur seninleyken güçlü, seninleyken bolca hata da yaptı. Eğer onun hayatına girmeseydin, beni öldürmek için gelecekti. Ölüm ensemde yaşadım, bir komandonun ellerinden kurtulmak, bir çocuğun ellerinden kurtulmaya benzemez. Üstelik inan, o bir çocukken bile ölümüm olacağını hissettirirdi bana. Esecekti, yağacaktı, yok edecekti beni. Sonra sen geldin. Hassas eti oldun onun, ben ölmedim, sayende yaşadım, sayende katliamlar devam ediyor, sen beni yarattın Zeliha ama aynı zamanda Gurur’u da yaşatıyorsun. Sen biraz daha ayak altında olursan, tekrar aklına düşeceğim onun. Peşime düşecek. Ama sen gidersen, o tıpkı salak Hakan gibi bir meczuba dönüşecek, tek hayali sen olacaksın, uzun süre seni unutamayacak. O sırada kaçmam için fırsatım olacak. Sayende insanların kanı dökülmeyecek, Gurur şanlı bir komando olarak yoluna devam edecek ve sen de bir veterinerin ölümüne sebep olmamış gibi hayatına döneceksin.”
Gözlerimden yaşlar boşalırken ifadesizce, “Keşke o gece seni öldürseydi,” diye fısıldadım.
“Keşke,” dedi alayla gülüp, sigarasının dumanını dışarı üfleyerek. “Belki bir şansınız olurdu. Unutma, Zeliha. O gece hiç yaşanmamalıydı.”
“Sensin,” dedim gözlerimdeki yaşlar sessizce boynuma dek akarken. “Veteriner ölümlerinin arkasında da sen varsın.”
“O gece, Zeliha,” dedi ve bir an gözlerimiz buluştu. “O veteriner öldü mü sanıyorsun?” Dudakları yukarı kıvrılınca kalbimden yükselen haykırışın dudaklarımdan da döküleceğini sandım. “Gurur bile ölmesine şaşırmıştır. Söylememiştir ama sana. O gece o veteriner ölmemişti. Gurur arkasında profesyonel bir düzenek bıraktı ve ben de son darbeyi vurdum işte. Gurur çıkmadan önce alarm çalıştırdı, nasıl bir bok olursa olsun, veterinerin yaşamasını istedi. Ceza bile alacak olsa, birini ölüme terk edebilecek biri değildi. Benim dışımda birini…”
Dudakları yukarı kıvrıldı. Kalbimden dışarı bir zehir süzülüyordu sanki.
“Elimde veterinerin Gurur tarafından öldürüldüğüne dair görüntüler var. Adnan denen uyanık temizlikçilerinin harekete geçeceğini, her şeyi yok edeceği biliyordum. Veteriner henüz ölmemişken ve sağlık ekipleri oraya gelmemişken, görüntüleri aldım, sonra da veterinerin işi bitti. Şimdi git, Cenan denen karıya, Hakan denen salağa, oğluma bunu anlat. O görüntüler varken, gökten yere tanrılar yağsa, hiçbiri Gurur’u kurtaramaz.”
Gurur, birini öldürmemişti.
Gurur, bir sivili öldürmemişti.
Gurur, bir cinayet işlememişti.
Gurur’un hayatı yıkılıyordu ve benim elimden hiçbir şey gelmiyordu.
Bir anıya sürüklendim ama sadece anlıktı. Arabadaydım, uyuyordum, bilincim kapalıydı ve her şey bir anıdan ibaretti. Gurur telefonda, “Nasıl olabilir bilmiyorum,” diyordu, uykum daha da derinleşiyordu ve yanımdaki yabancıdan korktuğumu hissediyordum. “Adnan, bilmiyorum. Ölmemeliydi. Bunu nasıl yaptım bilmiyorum, hesapta bu yoktu, ölmesi yoktu.” İşte bunlar, aylardır zihnimde uyuyan, rüyalarıma ait olduğunu sandığım, onun sesinden okunmuş cümlelerdi. Adnan ona her ne dediyse, “Yalan söylemiyorum,” demişti sessizce.
Sonrasını hatırlamıyordum, rüyalarımdan bile çekilmişti sesi ama içimden bir ses, şu cümleyi kurduğunu söylüyordu: “Birini öldürecektim ama onu değil.”
Oysa o gece, herkes orada Gurur’un birini öldürdüğüne inanıyordu. Herkes birini öldürdüğünü düşünüyorken onun bu denli soğukkanlı görünmesi, bundan mıydı?
Gurur’a her şeyi anlatsam bile artık çıkış yolunun olmadığını görebiliyordum. Ailenizde bir terörist varsa, değil şanslı bir komando olmak, hiçbir şey olamazdınız. Gurur’un tüm hayatı, babasının parmaklarının ucunda şekilleniyordu ve o hayatın tam ortasında, babasının şekillendirdiği şeylerden bir tanesi de bendim. Şimdi gidip Gurur’a her şeyi anlatsam, neler olurdu? Düşüncelerimi okumuş gibi güldü.
“Gurur beni bulmadan, görüntüler Ufuk Arslan’ı bulur,” dedi. “Hani şu karizmatik, Cenan’ın götünde dolanıp duran komiser var ya, o. Zaten Hakan’ın ekibinden öyle bir şüpheleniyor ki, o görüntüler sayesinde savcı ile birlik olup Gurur’u idam etmeden idam eder.”
Derin bir nefes aldı, bana düşünmem için sadece aldığı nefes kadarlık bir zaman tanıdı. Nasıl da aptaldım. Gurur’un yaşam ektiğimi sandığım hayatına ölüm ekmiştim. Kanım damarlarımda iltihaplı akıyordu sanki, dudaklarımı aralasam dışarı kelimeler değil, bir öksürük büyüklüğünde kan dökülecekti. Tüm ihtimallerin önü tıkalıydı, labirentin sonu yoktu ve ben sonu da başı da tıkanmış bir labirentin tam ortasında durmuş, labirentin duvarları arkasında bana seslenen Gurur’un sesini dinliyordum. Aramızda duvarlar varken sesine karşılık vermek mi olurdu acımasızlık, yoksa bana bağıran bir adama susmak mı?
“Bir karar vereceksin, Zeliha,” dedi Gurur’un çocukluğunu ateşe atan adam. “Ya Gurur’u terk edip ona özgürlüğünü ve onu hayata bağlayan askerlik mesleğini armağan edeceksin ya da onunla kalacaksın ve özgürlüğü yok edilip, onu hayata bağlayan damar koparıldığında bir de seni arkada bırakmak zorunda kaldığı için çekeceği vicdan azabını ona yine sen kendi ellerinle armağan edeceksin. Seçim senin. Gurur ile birlikte binlerce masum insanı da kaderine terk edeceğini sakın unutma.”
“Yakalanmaktan korkmuyorsun,” dedim bomboş bir sesle. “Çünkü şimdi yakalansan bile bunu senin için yapacak başkaları var, değil mi?”
“Tam da düşündüğüm gibi, çok zekisin.” Gülümsedi. “Bu bir intikam oyunu, Zeliha. O benden canımı istedi, benim de ondan tüm hayatını alabilmek için bir kumar oynamam gerekti. O kumar masasına sen de oturdun. Artık elimde sadece onun her şeyi olan askerliğini yakmak yok, sen de varsın. Eğer onu kurtarmak istiyorsan, önce onu yokluğunla öldürmen gerek.”
Bir evin tüm camları, bu adamın kelimeleriyle patladı; o evin içinde Gurur vardı ve dışarıda zemheri ayaz esiyordu. Öyle çok seviyordum ki onu, camların içine ellerimi sokacak, parçalanan ellerimin kanıyla onu ısıtacak kadar. Ve biliyordum, o da beni öyle çok seviyordu ki, bedeninde bir kurşun yarası bile açılsın istemiyordu. Çünkü biliyordu, onun bedeninde açılan bir kurşun yarası bile benim bedenimde kanardı.
Beni ona olan aşkımdan vurdular.
Ve ben, onun için, onun uğruna, ona, hükmen mağlup edildim.