🎧: Kıraç, Yıllar Sonra
Bazen bir kapı açılır ama kapının ardında sizi bekleyen, görmeyi düşündüğünüz insan değil, bir yabancıdır. Oysa o kapıyı çalarken, kapıyı açmasını umduğunuz kişinin yüzünü hiç görmemiş dahi olsanız, kapıyı açan kişinin gözlerine baktığınızda onun beklediğiniz insan olmadığını anlarsınız. Çünkü insan, ruhu bedenden önce tanır. Çünkü beden, içinde tanıdığınız ruh yoksa, anlamsızdır.
Şimdi Dide ve Muşta bir kapının iki farklı tarafında duruyor, o kapının açılacağı ânı bekliyorlardı. Merak ediyordum, Dide gördüğü bedene, özlemini çektiği ruhu yerleştirebilecek miydi?
Dide’nin narin eli Gurur’un avucunun içindeyken bakışları babasındaydı. İri, cam gibi parlayan gözlerini babasından ayıramadı. Muşta bize doğru yürürken kalbi her şeyin farkındaymış gibi kızına saplanan gözleri, içimde yanık izi gibi pürüzlü bir doku bıraktı.
Sanki ruhları ezelden beri tanışıyordu.
Kalp atışlarımın göğsümün altında, boğulmaya başlayan bir bedenden taşan son nefes gibi son vuruşunu gerçekleştirerek sustuğunu hissettim.
Muşta’nın her bir adımı geçmişi kesiyor, o kesikten damlayan kan, geleceğin içine düşüyordu. Sanki ruhları arasında görünmez ipler vardı da ikisi birbirine bakıyor, ruhları el ele tutuşuyor, ruhları sarılıyordu. Ne Dide ondan gözünü alabildi ne de o Dide’den.
İki el birbirine hiç dokunmadı ama ruhlar birbirine öyle tutundu ki, aralarında bir kapı bile olmadığını anladım.
Muşta tam önümüzde durduğunda zaman akmaya başladı ama yere düşen saniyeler değildi, kandı. Muşta’nın kanıydı ve o kan sadece Muşta’nın damarlarında değil, Dide’nin de damarlarında dolanıyordu.
Gurur yavaşça Dide’nin elini bıraktı ama Dide elinin bırakıldığını bile fark etmedi. Sadece Muşta’ya bakıyordu. Küçük bir çocuğun gözlerinde nasıl oluyordu da yıllar öncesine ait bir geçmiş sahne alıyordu?
Muşta’nın gözleri tek bir an için Dide’den ayrıldı, geçmişin közleri etrafa kor renginde savruldu ve Muşta’nın gözlerinin hedefi şimdi bendim. Parçalandığımı hissettim, oysa tek parçaydım ve Muşta’nın karşısında durmuş, ortak olduğum bir yalanın kalbimi alevlere terk edişini etim dökülür gibi hissediyordum.
İnsan tek parçayken de bin parça olabiliyormuş.
İlk cümlenin Muşta’nın dudaklarında can bulacağını sanıyordum ama ilk cümle Dide’nin dudaklarında can buldu. Gözleri hâlâ Muşta’dayken, “Siz o beyefendisiniz,” dedi ve bu kibar cümle, Muşta’nın gözlerinin benden koparak, onun közlerini tekrar yangına çevirecek olan o küçük kızın gözlerine çevrilmesine neden oldu.
“Beni unutmamışsınız, küçük hanım,” dediğinde Muşta, Dide’nin dudaklarına yayılan o yakıcı hayranlık tebessümüyle kalbim yeniden şiddetle vurmaya başladı.
“Sizi unutmadım, efendim.” Dide gözlerindeki hayranlıkla yanındaki yabancı kadına döndü ve “Gördün mü?” diye sordu. “Gözlerimiz ne kadar da aynı renk. Sana bahsettiğim beyefendi. Gözlerimle aynı renk gözleri olduğunu söylemiştim ya.”
“Anladım,” dedi yabancı kadın, dudaklarında tedirgin bir tebessüm vardı. Muşta kadını tanımıyordu, bu belliydi ama kadının Muşta’yı tanıdığını her şeyden bihaber olan Yener bile hissetmiş gibiydi. “Sizi de tuttuk, kusura bakmayın. Dide, gitmeliyiz.”
Muşta’nın dudaklarındaki tebessümü izledim, şefkat o tebessümün içine gölgeler hâlinde yayılmıştı. Dide sanki daha fazla kalmak, daha fazla görmek, daha fazla konuşmak istiyor gibi Muşta’ya bakıyordu. Ama yabancı kadın onun elini tuttuğunda ve pançosunun içinde küçücük görünen kızı yavaşça uzaklaştırmaya başladığında, geride sadece omzunun üzerinden durmadan Muşta’ya bakmaya çalışan meraklı çivit mavisi gözleri kaldı.
Asansöre bindiler, kapılar tam kapanacakken elini kaldırdı ve o an Muşta da hissetmiş gibi ona baktı.
Muşta’ya el salladı.
Gurur’un yutkunduğunu duydum, ak boğazından kapkara bir yutkunuş geçti.
Ben yutkunamadım. Vicdanım bir kılıç gibi boğazımı yardı, kılıcın ucu boğazımdaysa eğer, biliyordum ki sapı da kalbime saplı duruyordu.
Muşta elini yavaşça kaldırırken başını önüne doğru eğerek küçük kızı selamladı ve parmakları yavaşça büküldü. Asansörün kapıları kapanırken son gördüğüm dudaklarında geniş bir gülümsemeyle Muşta’ya bakan Dide oldu.
Asansörün kapıları kapandığında bile o içimi kavuran sessizlik sürdü; Muşta’nın elleri, parmakları bükülmüş hâlde havada asılı kalırken öylece asansörün kapısına baktığını gördüm.
Yener, “Ne kadar güzel bir kız çocuğuydu öyle ya, onu daha önce de görmüştüm,” dediğinde ortamdaki sessizlik parçalandı ama Muşta’nın gözlerindeki sessizlik parçalanmadı. “Ama-”
Gurur birden Yener’e doğru dönünce, Yener muhtemelen küçük kızın neden yine Cenan’ın evinden çıktığını sorgulayacağı cümlesine ket vurarak birden ciddi bir ifadeyle Gurur’a baktı. Allah’tan Muşta, Yener’i duymamıştı bile, sadece boşluğa bakıyor, her ne düşünüyorsa sanki ruhu onu gerçeğe kendisi taşımaya çalışıyordu.
Yener’in bakışları Gurur’a saplı duruyordu. Sanki bir şeyi hissetmiş, bir şeyi anlamış gibi bakıyordu; sanki bir gerçek, Yener’i de yakmak üzereymiş gibi bakıyordu.
Muşta, “Hadi bakalım,” dedi daldığı boşluktan aniden çıkarak. “Düşün önüme, gereksiz herifler.”
Yener gergin bir çeneyle hızla Gurur’un yanından geçti, Muşta’ya başıyla selam verip asansöre doğru yürümeye başladı. Gurur’un gözleri, Yener’in sırtında kalmıştı ama Yener ikinci kez dönüp bize doğru bakmamıştı. Anladığını hissettim, bildiğini, düğümü çözdüğünü gördüm, aynı zamanda anlamlandıramadığını hissettim, neden onu durdurduğumuzu sorguladığını gördüm; bir şeyi sakladığımızı fark etmiş gibiydi ve bu şey hiç hoşuna gitmemişti. Muşta’dan bir şeyin gizlenmesini sevmemişti; Muşta’dan gizlenen şeyin büyük bir şey olduğunu hissetmişti.
Cenan’ın evinden, Muşta’nın gözlerini taşıyan bir kız çocuğunun çıktığını ikinci kez görmüştü, o kız çocuğu ve Muşta’nın ruhlarının sarıldığını görmüştü, o kız çocuğu ve adamın birbirlerine tutunan gözlerini görmüştü; Yener gerçeği görmüştü.
Gerçek hâlâ sönmemiş bir közdü ve geçmiş, o közü alevlendirip bir orman yangınına dönüştürmek için hızla gerçeğin üzerine doğru geliyordu. Artık kaçış yoktu, artık yalanlar olmayacaktı; artık gelecek, geçmişin içinden yükselen dumanlarla boğulacaktı.
“Gurur,” diye fısıldadım, yüreğim tedirgindi ama en çok da vicdanımın çığlıkları yakıyordu beni.
Gurur’un buz sıcağı gözleri gözlerime saplandı, ela harelerinde kahverengi baharlar yanıyordu. Sadece gözlerini yumup geri açarak sakinleştirdi beni. Ruhuma dokundu, ruhumu susturdu, ruhumdaki çığlıklar dinmedi ama kanamayı durdurdu.
Muşta ile Yener’in arkasından gitmeden önce, “Her şey yolunda, Zerda,” diye fısıldadı, kalbi benimle öyle doluydu ki diline bile yalanlar bulaştırıyordu. Kalbi kalbimde tek bir acı kalsın istemiyordu.
“Dikkatli ol,” diyebildim, sonrası benim dilimi lâle çevirecek kadar kuvvetli bir sessizlikti. O sessizlik ruhumun üzerine yıkılmıştı.
O sessizliğin arkası benim için ne kadar sürecek bir ızdıraptı bilmiyordum. Duvarların üzerime üzerime geldiğini hissettiğim an kendimi evden dışarı atıp hızla kızların yanına gittim. Karların buza döndüğü bu şehir nasıl oluyordu da bugün alevlere yenik düşmüş yanıyordu?
Kapıyı Simge açtı, içeri girerken yüzüme çökmüş durgunluğu fark etmiş gibi çatık kaşlarla bana bakıyordu. Gözlerim çevreyi tararken, “Bizimkiler nerede?” diye sordum.
“Babaannem maniküre gitti, Ayça uyuyor, Çolpan da duşta.” Kapıyı kapatıp arkamdan ilerledi, kapının tam karşısına denk gelen masanın önüne oturduğumda tedirginliğim artık bir suret kazanmıştı, bana baktığında gördüğünün endişe olduğunu ben de biliyordum. “Senin neyin var?” diye sorarak tam karşıma oturdu. “Gurur’la mı atıştınız?”
“Hayır.” Tırnaklarımı masanın yüzeyinde dolaştırırken, “Muşta ve Dide yine karşılaştı,” dedim, üzüntü sesimin hatlarını kendi rengine boyamıştı. Simge’nin de tıpkı benim gibi üzüldüğünü gördüm. “Cenan, tüm gerçekleri Muşta’ya anlatacak.”
“Bunun için geç bile kaldı,” dedi Simge mantıklı yanını benden esirgemeden.
“Evet, biliyorum. Doğru olan da bunu yapacak olması ama…”
“Ama?”
“Muşta mahvolacak. Öte yandan Dide, babasının bir görevde olduğunu sanıyor, döneceğine inanıyor. Oysa babasıyla iki kez karşılaştı. Bu durumu Dide’ye nasıl izah edecekler?”
“Dide henüz küçük bir çocuk, küçük çocuklar için mantığın renkleri yoktur,” dedi Simge, elini elimin üzerine koyunca ona baktım. “Dide’ye mantıklı sayılabilecek bir açıklama yapılabilir ama Muşta’nın tepkisi ne olur bilemiyorum. Çok güçlü bir adam, muhtemelen ayakta kalmayı başaracak ama içinde kopacak olan fırtınaları kimse durduramaz.”
“Muşta’nın hisleri beni korkutuyor. Onu hep güçlü gördüm, yıkılmaz bir dağ gibi görünüyor. Genç bir adam olmasına rağmen tüm ekibin babası gibi, şimdi o baba figürünün yıkımı herkes için sarsıcı olacak. Muşta’nın hislerini görmekten korkuyorum, onu yıkılmış hâlde görmekten…” Ellerimi saçlarımın arasında yüzdürüp saç derimi kaşırken gözlerimi yumdum. Gözlerimin önüne Dide ve Muşta’nın birbirine çok benzeyen gözlerinin birbirlerine dokundukları an geldi.
“Cenan tüm bunları akıl edebilseydi, en başından böyle bir sırrın içine sürüklenmeseydi, her şey onlar için nasıl olurdu acaba?” diye sordu Simge dalgın bir sesle.
Bu soru, gözümün önüne bir kez bile içinde bulunmadığım maziyi çizdi. Hâlâ birlikte olmaya devam ediyor olurlar mıydı? Belki evli olurlardı. Muşta, Dide büyürken her zaman onunla olurdu, onun tüm yaşlarına şahit olurdu, tüm anlarında onun yanında olurdu. Birden geçip giden zamanı telafi etmenin, geri getirebilmenin imkânsız olduğu gerçeğiyle yüzleşip sertçe yutkundum.
Tek bir yanlış karar, tüm hayata mâl olabiliyordu.
O gün, düşünceler kara bir gölge gibi çöküp beni huzursuzlukla çevrelerken akşamın gökyüzüne serilmesi her zamankinden daha zor oldu. Zaman durmuş, saatler yere saniye gibi dökülmüş, gece sanki yıllar sonra gökteki yerini almıştı.
Gurur’un cipinin binaya yaklaştığını gördüğümde boydan camın önündeydim, karanlık şehri koyu bir renge boyasa da şehrin ışıkları parlayarak karanlığın içine yara izleri açmıştı. Üzerime bir hırka alıp, hızla dış kapıdan çıkıp asansöre bindim ve aşağıya indim. Her bir adımımda paniğim içimde büyüdü, her bir adımımda yaklaşmaya başlayan geleceğin içime ektiği huzursuzluk gölgelerini ruhuma yaydı.
Gurur’un cipi binanın girişinde duruyordu, hırkayı bedenime sıkıca sarıp kollarımı göğsümün üzerinde bağlayarak hareketini sonlandırmış cipe doğru yürürken aralarında ilerlediğim yüksek binalardaki birkaç evin ışığı söndü, birinin ışığı yandı ve onuncu adımımı attığımda Gurur’un cipinin kapısı açıldı. Gurur cipten indi, tam derin bir nefes alacaktım ki diğer kapı da açıldı ve Yener de cipten inip bir sigara yaktı.
Bugün Yener’in gözlerine yayılan bakışı hatırlayınca adımlarım yavaşladı, Gurur gelişimi izlerken yüzünde, sokak lambalarını arkasına alıp bedenini karanlığa çevirdiği için sadece koyu renk gölgeler vardı. Yüzünün sınırlarını belirleyen ifadeleri göremediğim için duygularını da göremedim, bugün olanlarla ilgili tahminlerim de oluşamadı. Sonunda tam önünde durduğumda Yener’in sigarasının ucunda yanan alev harlandı ve Yener’in de bakışları omzunun üzerinden bana çevrildi.
İlk kez gözlerinde muzip ışıltılar görmedim, ilk kez bana gülümsemedi, hissettikleri kaybolmuş ve yüzü boş bir tuvale dönmüş gibi öylece bana baktı. Gözlerimi Gurur’a çevirdiğimde Gurur’un buz sıcağı gözleri de beni içine aldı ama o bakışların bile içimdeki fırtınanın şiddetini azaltmadığını hissettim.
“Hoş geldiniz,” dedim, başka ne denirdi bilmiyorum.
Gurur başını salladı, büyük ellerini kaldırıp iki eliyle yüzümü çevreleyerek beni avuçlarının arasına aldığında, kalbimin atışları bir havai fişek gibi göğsümden yükselerek boğazımda patlamaya başladı.
Gözlerimin içine endişelerimi görmüş gibi bakarken, “Soğukta neden çıktın?” diye sordu. “Geliyorduk zaten.”
Omuz silktim, ne diyeceğimi bilmiyordum ve bunu gördüğü için konuyu uzatmamaya karar vermişti. Yener sigarasından derin bir nefes çektiğinde ateşin çatırtıları binaların ortasındaki boşlukta ilerleyen derin bir yankıya dönüştü. İşte bu ateşin sesi, hissettiklerimin sesine öyle çok benziyordu ki yüzüm Gurur’un avuçlarının içindeyken yeniden Yener’e bakma ihtiyacı hissettim ve ona baktım.
Yener bir elini cipin tavanına koydu, diğer eliyle dudaklarının arasındaki sigarayı tuttu ve sigarayı dudaklarından uzaklaştırırken, “Bana burada neler döndüğünü hanginiz anlatacaksınız?” diye sordu, sesindeki sakinlik, aslında bir binanın çatısını yerinden sökecek kadar kuvvetli bir hortumun habercisiydi.
Sigaranın dumanı Yener’in dudaklarından tıpkı içini terk eden kelimeler gibi terk etti. Sorusu tam ortamızda yükselen bir alev gibiydi ve bu sorudan kaçamayacağımızı daha bugün, bu sabah hissetmiştim.
Sonunda Yener bedenini tamamen bize doğru çevirip elini cipin tavanından çekerken, “Size söylüyorum,” dedi, sesinde yakarıştan fazlası vardı, sessiz bir isyandı sanki sesi. Böylesine ifadesiz görünüyorken nasıl içimi acıtacak kadar büyük bir isyanı kelimelerine, harflerine bulaştırabiliyordu? “Her şeyi biliyorsunuz ama hiçbir şeyi bilmiyor gibi davranıyorsunuz. Neyi biliyorsunuz?”
Yener’in suçlayıcı sorularına rağmen sesi öylesine sakindi ki, onun yerinde bir başkası olsa bu soru cümlelerini sesini yükseltmeden dillendiremezdi. Gurur’un gözleri omzunun üzerinden Yener’e çevrilirken yüzüm hâlâ büyük avuçlarının arasında duruyordu.
“Söylesene, Gurur. Tüm gün yanımda Muşta var diye ağzımı açıp da tek kelime etmedim ben, söylesene kardeşim. O kız çocuğu neden Cenan’ın evinden çıkıyor? O kız çocuğunun babası nasıl bir asker olabilir? O kız çocuğunun…” Yener’in sesi daha da kısıldı ve bir sırrı üflüyormuş gibi sordu: “O kız çocuğunun gözleri nasıl Muşta’nın gözlerine bu kadar benzeyebilir?”
Gurur ellerini usulca tenimden çekti, bedenini Yener’e doğru çevirirken, “Cenan her şeyi Muşta’ya anlatacak,” dedi ve bu cümle, Yener’in sigarayı tutan elini hızla saçlarının arasına götürmesine, bileklerinin iç kısmıyla saçlarını karıştırırken yüzünü dehşet yüklü bir ifadenin sarmasına neden oldu.
“Neyi anlatacak?” Yener’in sesi bu defa daha şiddetli çıkmıştı. “Söyle, neyi?”
“Gördüğün şeyi, birader. Anladığın şeyi.”
Gurur’un cümlesi, Yener’in, Gurur’dan yumruk yemiş gibi sarsılmasına neden olurken, “O kız çocuğundan haberi yok, değil mi?” diye sordu, sesinin ilk kez titrediğini duydum ama sesi öfkeden mi yoksa üzüntüden mi titriyordu anlaması güçtü. “Muşta o kız çocuğundan habersiz, değil mi lan?”
Gurur sessizdi, boynundaki damarlar bir yılanın boynu gibi kabarmış, profilinden görünen çene kemiği elmacığına kadar uzanan bir çukurun açılmasına neden olacak şekilde kasılmıştı. Dişlerini birkaç kez arka arkaya sıktı ama buna, yani Yener’in sorusuna bir cevap veremedi.
“Siz nereden biliyorsunuz?” diye sorarken Yener için koca bir hayal kırıklığıymışız gibi bakıyordu bize. “Bana Cenan’ın bir tanıdığının kızı olduğunu söylemiştin, Zeliha.” Bu bakışlardan kaçmak, saklanmak istedim ama yapamadım çünkü gözlerimi Gurur’a çevirdiğimde bile Yener’in bize olan bakışlarının yansımasını gördüm. “Siz biliyorsunuz… Ve bile bile susuyor musunuz?”
“Cenan söyleyecek,” dedi Gurur, sesi güçlüydü ama yüzünde Yener’in gözlerinde gördüğü şeyin onu yıktığını gösteren bir ifade vardı.
Yener sigarayı yere atıp arabanın önünden dolaşarak bize doğru gelirken parmaklarını bize doğru uzattı ve Gurur, sertçe yutkunup Yener’e baktı. Yener ellerini bir süre indirmeden bizi işaret etti, daha sonra bu gerçek ona ağır gelmiş gibi eğilip avuç içlerini dizlerine bastırdı. Bir süre, belki de dakikalarca öyle durdu. Gözlerini kaldırdığında göz bebeklerinin içinde yansımamız vardı ama o yansımalara bakmak, kırık bir aynaya bakmaktan farksızdı.
“Siz Muşta’yı parçalayacak bir şeye mi sustunuz?”
Sorusu bir adım geri gitmeme, belki de sendelememe neden oldu. Devrilip düşecekmişim, tüm gök üzerime yıkılacakmış gibi hissettim. Gurur sertçe yutkundu, boğazından kayıp giden yutkunuş henüz nihayete ermemişken Yener ellerini dizlerine daha sert bastırıp, duruşunu değiştirmeden, bedenini dik konuma getirmeden, “Nasıl böyle bir şeye susarsınız?” diye sordu. “Muşta bizim babamız değil mi lan?”
“Babamız,” dedi sadece Gurur, ötesini söyleyecek hâlinin olmadığını o an anladım.
“Gurur, senle ben lan, başımız önümüzde iki küçük çocuk olarak girmedik mi o tesise? Kim büyüttü lan bizi? Kendisi de çocuktu bizi büyütürken, en iyi üniversitelere gitmemize kim yardım etti oğlum bizim? Benim babamın üzerini kara toprak örttü, senin baban ölmeden öldü, biz iki yetim onun kapısında boynumuz bükük kalmadık mı? O da küçüktü, lan o da küçüktü, buna rağmen bize babalık yapmadı mı?”
“Yaptı,” dedi Gurur kanı çekilmiş gibi, sadece bedenden ibaretmiş, ruhu solmuş gibi.
“Gurur sen kimden, neyi saklıyorsun?” Yener delirmiş gibi başını iki yana sallayıp parmaklarını diz kapaklarına daha sert bastırdı. “Bana sakın yeni öğrendim deme, bizim sözümüz birbirimize her şeyi anlatmak değil mi? Nasıl duyduğun an gelip ona anlatmazsın? Biz bu adamlarsak, kimin sayesinde? Kim tüm hayatını bırakıp bizi büyüttü, kim bir aile kurmak yerine bize aile oldu? Gurur, hayatı boyunca yoldan geçen küçük kız çocuklarına gülümseyip gözleri dalan bir adamdan sen kimi sakladın?”
Gurur elini kaldırıp susması için Yener’i durdurduğunda, “Cenan mı tehdit etti oğlum, yalvarıyorum söyle lan?” diye sordu Yener, bu kez sesi çaresiz geliyordu. “Zorla mı susturdu sizi? Ne olur bir şey deyin. Bugün ben Muşta’nın gözlerinin içine bakamadım lan.”
“Yeni öğrendim,” dedi Gurur, Yener’in çaresizliği onun öfkesini yakmış küle çevirmiş, geriye sadece yaptığı şeyin farkında bir adam bırakmıştı. “Oğlum benim yaşı küçük babam o, ben ondan neyi, nasıl gizleyeyim? İçim içimi sikmiyor mu sanıyorsun?” Gurur, Yener’e doğru yürüyünce Yener, ellerini dizlerinden çekip yavaşça doğruldu ama omuzları çökmüş görünüyordu.
“Söyleyecektim, yemin ederim o an söyleyecektim ama sonra… Sonra o yıkımı görmek istemedim, Yener. Beni en iyi sen anlarsın. Hiç beli bükülmemiş bir adamın belini büken olmak istemedim lan. İstemedim. Cenan her şeyi anlatacak ona. Her şeyi öğrenecek ama bizden değil oğlum. Bizim değil, onların sırrı bu, Yener. Biz mi yakalım onun ciğerini, biz mi deşelim istiyorsun içini?”
Gurur, ellerini Yener’in omuzlarına koyup Yener’in gözlerinin içine baktı.
“Kardeşim, bak kardeşim diyorum sana. Birlikte büyüdük lan biz, gözlerime bak, yalan mı söylüyorum sana? Yemin ederim söyleyecektim, Yener. Ama yakıp yıkan biz değiliz, bırakıp giden biz değiliz, saklayan gizleyen biz değiliz lan, biz değilken nasıl söyleyen biz olalım? Kim yarattıysa bu yalanı, yine o söyleyecek tüm gerçekleri. Yemin ederim, kanımın, canımın, her şeyimin uğruna yemin ederim söyleyecek. Söylemezse benim söyleyeceğimi biliyor.”
Yener başını önüne eğince Gurur, Yener’in omuzlarına daha sert bastırdı ve Yener bir süre bekledikten sonra sıktığı dişlerinin yüzüne açtığı oyuklarla Gurur’a baktı.
“Oğlum Muşta mahvolur,” dedi Yener, ilk kez sesi bir çocuk gibi geldiği için gözlerimi yere indirip göz bebeklerimde biriken yaşları geri itmeye çalıştım. “Kocaman olmuş, büyümüş, hiçbir anında da Muşta yanında yokmuş. Gurur, Muşta mahvolur.”
“Biliyorum,” dedi Gurur sessizce. “Kızı büyümüş, kocaman olmuş, biliyorum, kaybolup giden hiçbir ânı birlikte tekrardan yaşayamayacaklar, biliyorum. Ama biz varız, mahvolduğunda onu toparlamak bizden başka kimin yapabileceği iş? Hatırlamıyor musun? Ne zaman mahvolsak bizi topladı, asla toplanamayız sandığımız yerden toparlandık, dimdik durduk. Bizim için ne yaptıysa, biz de onun için yapacağız.”
“Hemen söylesin, ben yoksa bakamam onun gözlerine, Gurur,” dedi Yener sessizce. “Nasıl gideceğim şimdi tesise?”
“Vakti daraldı, Yener. Söyleyecek. O söylemezse, beni bekleyen nasıl bir manzara olursa olsun yemin ediyorum söyleyen ben olacağım.”
Yener’in gözleri yeniden yere inince, Gurur elini bu defa Yener’in ensesine atıp onu kendine çekti ve birbirlerine iki dağ gibi sarıldılar. Aralarındakinin sadece arkadaşlık olmadığını hep hissetmiştim; her zaman orada duran bir gerçekti bu. Gurur kaybolduğunda Yener’in tutanak tutulacağını bile bile, ölüm tehlikesini göze alarak tesisten ayrıldığı o günü hatırladım; Yener’in, Gurur’un başında beklediği, uykusuz gözlerle her an yanında olduğu anları… Onlar sadece dost değil, onlar kardeştiler.
“Bu gece bizle kal,” dedi Gurur, Yener’in sırtını sıvazlayarak ona sarılırken. “Tesise gitmene gerek yok.”
Yener bir süre boşluğu izleyerek Gurur’a sarıldı, birbirlerinden ayrıldıklarında elim ayağım buz kesmiş hâlde onlara bakıyor, gözlerimden sicimle inen gözyaşlarını saklamaya çalışmıyordum.
Yener’in yere düşen sigarasına indirdiğim gözlerimden akmaya devam eden yaşları, bileklerimin içiyle yüzümün sınırlarından silip yok ettiğim sırada Yener, “Ben biraz hava alayım, gelirim, belki tesise dönerim, belki sizde kalırım,” dedi, sesi ifadesiz olsa da gözleri böyle bir gerçeği kaldıramadığını ortaya serercesine dalgın bakıyordu.
Yener, Muşta’yı bu kadar mı çok seviyordu? Tüm hayatı bir anlığına durmuştu da düşünceleri Muşta’dan ibaret olmuştu sanki. Bazı duygular vardı, ağlasan rahatlayacağını sanırdın ama ağladığında bile içindeki zemheri ayı, bahara dönmezdi. Yener bunu biliyormuş gibi sadece boşluğa bakıyor, sessizce düşünceleriyle savaşıyordu. Muşta’nın onun kalbindeki anlamlarını bu kadar çıplak görmeyi beklemediğimden mi yoksa Yener’in dudaklarından dökülen cümleler yüzünden mi ağlıyordum bilmiyordum ama sadece ağlıyordum.
Gurur bana doğru dönüp beni kolunun altına aldığında hiç düşünmeden ona sığındım. Öyle anlar geliyordu ki Gurur’dan başka sığınacağım bir limanım yokmuş gibi hissediyordum ve şimdi yine o anlardan birindeydik, yükselen dalgalar onun limanını da darmadağın etmişti ama ben yine de bu limandaydım; bu limandaydım ve güvendeydim. Gurur beni kolunun altında, bedenim göğsüne yaslı şekilde yürütmeye başladı. Binanın içine girdiğimizde, hatta asansöre bindiğimizde ve asansör katları dolaşmaya başladığında da öylece kaldık. Asansörün metal duvarına düşen yansımamızı görüyordum ama gözlerimden öyle çok yaş akıyordu ki, görüntü netleşmediği için sadece öylece bakıyordum.
Gurur kapıyı açtığında ve anahtarı vestiyerin üzerindeki kâsenin içine attığında bile bedenimi serbest bırakmadı. Bedenine sinmiş soğuğun kokusu içime doluşmaya devam etti. Bir süre girişte o şekilde durduk, sonunda beni omuzlarımdan tutarak kendisine çevirdiğinde bedenine yaslanmayı kestiğim için çok güçsüz hissettim.
Gözlerimiz iki keskin bıçak gibi birbirini deşti, gözyaşlarımı izlerken yüzünü saran kemikten cehennemde yanan ben değildim, oydu; gözyaşlarımın onu nasıl yaktığını fark ettim.
“Tek damla gözyaşına yakmadığım yer, almadığım can kalmaz. Neden ağlıyorsun? Ağlama,” dedi, sesi içime öyle çok dokundu ki daha da içlendim ama ağlamamak için kendimi sıktım.
“Sizi bunun içine ben sürükledim,” dediğimde, kendime yüklediğim suç, Gurur’u öfkelendirmişti. Parmaklarını çeneme koyup kafamı kaldırdı ve ona daha dikkatli baktım. Kafamı kaldırdığım için gözyaşlarım yüzüme değil, şakaklarıma kayıyordu. “Eğer ben olmasaydım, Cenan yeniden hayatınıza bir yıldırım gibi düşmezdi. Yener bu gece olduğu gibi yıkılmış görünmezdi, sen susmak ve suçlulukla bükülmek zorunda kalmazdın.”
“Ve Dide hiçbir zaman babasına kavuşamazdı,” dedi Gurur sert bir sesle, işte bu cümle, bir an için kendime yüklediğim suçların altındakileri de görmemi sağladı. “Belki karanlık gelecek ama karanlığın sonunda bir kız çocuğu babasına kavuşacak. Sen bir mucize olmasaydın, Zerda, hepimizin hayatına köklerini yaymasaydın, içimde gelincikler açtırmasaydın, hem baharım hem zemherim olmasaydın, bu hayatın içinde hiç var olmasaydın ne olacaktı? Senin getirdiğini sandığın karanlığın sonu, Dide’nin geç başlayan baharı olacak.”
Gözlerimden şiddetle dökülmeye başlayan yaşlarla ona bakarken çenem titriyor, dudaklarım elimde olmadan bükülüyordu. Gurur’un gözleri bükülen dudaklarıma, sonra da yaşlarla kaplı gözlerime dokundu ve içi gidiyormuş gibi başını sola doğru yatırıp bana uzun uzun baktı.
“Ağlama, belki görmüyorsun, gösteremiyorum sana içimi açıp ama sen ağlayınca benim içimde yer yerinden oynuyor. Bükme o dudağını çocuk gibi, bana bunu yapma.”
“Özür dilerim,” dedim, dudaklarım elimde olmadan yeniden büküldü, içimde sarsılarak boşalan duyguları durduramadığımı fark ettim. Çok uzun zamandır içimde yaşadığım ne varsa, bir süredir gözlerimden akanlara karışıyordu.
“Dileme. Sen özür dileyecek bir şey yapmadın. Sen beni iyileştirmekten başka bir şey yapmadın.”
Bir avucu yanağımdan kayarak enseme gitti, saçlarım parmaklarına takılı kaldı ve gözlerimiz birbirine mühürlüyken yüzü yüzümün sınırlarına, ormanda ilerlemeye başlayan alevler gibi ilerleyerek yaklaştı.
Dudaklarımız birbirine yaslandığında hâlâ ağlıyordum ama ruhumda bir orman yanıyordu. Öpüşü sıcak, öpüşü derin, öpüşü yangın yeriydi. Başparmağı gözümden süzülen gözyaşını süpürürken avucu yanağıma iyice yaslandı ve diğer eliyle enseme, boynuma dokunurken beni yavaşça öpmeye devam etti.
Dudaklarımız birbirinden ayrıldığında alnı alnıma yaslıydı, gözyaşlarım dinmişti ama kirpik diplerim öyle çok acıyordu ki bu acıyı fırsat bilip tekrar ağlayacakmışım gibi hissediyordum.
“Seni içimden çıkarıp alsalar, geride bir Gurur kalır mı sanıyorsun?” diye fısıldadı alnını alnıma sürtüp, alnındaki kader çizgilerini benim alnımdaki kader çizgilerine bulaştırarak. “Büsbütün sen oldum, hiç mi görmüyorsun?” Gözlerini yumdum. “Bir daha hayatımda olmadığın ihtimalini önümüze koyma. Öleyim mi istiyorsun, Zerda?”
“Öleyim mi falan demesene,” diye fısıldadım.
“O zaman sen de bir daha öyle şeyler deme.”
“Yener çok üzüldü,” diye fısıldarken sesim çatlak çıkmıştı. “Yener bu hâle geldiyse, Hakan abi ne hâle gelecek?”
“Yener, babası şehit olduktan sonra Muşta’dan başka birini baba figürü olarak görmedi hiç,” dedi Gurur kollarını bedenime sarıp beni koca bedeniyle kafeslerken.
Ellerim ikimizin bedenleri arasında kaldığında kafamı kaldırıp yeniden Gurur’a bakmak istedim ama bakmama izin vermeden çenesini kafama yasladı.
“Annesiyle aynı evde kalmak istemedi, annesinin babasına olan ihanetini kaldıramadı, kadınlarla olan bağlantısı sonlandığı gibi erkeklerle bağlantıyı da kesmişti çünkü herkesin ihanet edeceğini düşünüyordu. Muşta ona ihanet etmeyen, bir çıkarı olmadan onun başını okşayan ilk adamdı. Yener’in babası, zamanında Muşta’yı yetiştirmiş, bizim için Muşta nasılsa, Muşta için de Yener’in babası o konumdaymış. Yener, Muşta’ya onun emaneti ve Muşta o emanete abilik değil, babalık yaptı.”
Zaman bir adım daha attı ve geçmişin koynundan çıkıp gelen anılar, evin her yanına dağılarak Gurur’un sesinde hayat buldu.
“Kuduz bir köpek gibiydi, kuduz ve dayak yemiş bir köpek. Tesise ilk getirdiklerinde durmadan kavga çıkarıyor, herkese saldırıyordu. Yaşamayı değil, ölmeyi istiyordu ve bunu deniyordu. Bir asker olmak istese de kalbinin derinliklerinde yaşama isteği yoktu, yok olmayı kafaya koymuş, ürkek ve saldırgan bir çocuktan fazlası değildi. Bir gece motosikletiyle otobanda giderken…”
Duraksadı, ben de duraksadım.
“Bilerek bir tırın altına girmiş. Tır şoförü ve diğer herkes onu öldü sanmış. Ezildi, parçalandı. Tırın altından tek parça, sadece kaşında bir sıyrıkla çıktığında o gece bir şeyler yapacağını hisseden Muşta arkasından gittiği için Muşta’yı karşısında bulmuş. Sadakati ilk o an hissetmiş, ilk o an… Birine gerçekten güvenmiş. Muşta’nın, babasının yeryüzünde kalan sureti olduğunu düşünmüş. Ölmekten o gece vazgeçmiş. O geceden sonra hiç belli etmese de Muşta onun umudu oldu.”
Nabzımın bir sarmaşık değil, bir halat gibi içimde dolanarak beni sıktığını hissettiğimde parmaklarım Gurur’un paltosunun kenarını yakaladı, kumaşı avucumun içinde sıkarken alnımı Gurur’un göğsüne bastırdım. Yener, ölmek mi istemişti? Onun muzip bakan gözlerini hatırladım, dudaklarının etrafındaki her gülümsediğinde yayılan çizgileri, Muşta ile aralarında devamlı süren komik anları… Yener aslında gördüğüm adam değildi. Hiçbir zaman da olmamıştı.
“Ya ölseydi?” diye fısıldadım.
“İyi ki ölmemiş,” dedi Gurur çenesini saçlarımın arasına gömüp, derin bir nefes almadan önce.
YENER AÇIKGÖZ
Ben, bembeyaz bir grup erkeğin içindeki o çıkmayan kurum lekesi.
Bir yanım hep bildi. Damarlarımda kan değil, mikropla yaşadığımı hep bildim.
Belli bir yaşa kadar babam gibi olacağımı hep bildim, belli bir yaştan sonra tıpkı babam gibi aldatılacağımı bildiğim gibi. Bazen kurum lekesi gibi hisseden bedenimi bir uçurumun başında terk edip, ruhumu özgürlüğe kavuşturmak istediğim çok oldu benim.
Gözlerime bakanlar türlü oyunlar, ahlaksız ışıltılar gördüler, sadakatsizliği de orada gördüler, yalanları da orada gördüler ama hiçbir zaman o soğuk gecede, bir camın arkasında durmuş, yediği yağmurun ıslaklığı rüzgârın dokunuşlarıyla buzdan bir ecele dönüşmüş, annesinin ihanetini izleyen küçük bir çocuk olduğumu görmediler.
O gece Balıkesir’in tüm yollarına bıçak döşediler, ben o bıçakların üzerine basa basa koştum.
O gece on yaş almadım, on yaş yaşlandım; on yıllık bir sadakatsizlik çöktü göğsüme, on binlerce yıl, geride kemiğim kalmayana kadar yalnızlığın mahkûmu oldum o gece.
İs gibi döküldüğüm ve hayatımı kuruma boyadığım gecelerden birinde kapıyı ben açtım. Karşımda iki babam gibi giyinmiş, babama hiç benzemeyen adam, birini annemin koynunda görmüşüm, diğerini babamla omuz omuza olduğu bir fotoğrafta; gözlerime baktılar, annemi sordular. Annemin nerede olduğunu söylemek istemedim, sandım ki anneme dokunacaklar. Oysa o gece, hayatımı rayından çıkaracak olan o haberi vermek için buradaydılar.
Bir siren en fazla bir dakika çalar? O gece tek bir cümleyle başlayan siren sesi, onlarca yıl benim kulaklarımdan silinmedi, beni takip etti. Annemin ihanetinin başrol oyuncusundan babamın yok oluşunu dinledim ve hayat benim için o gece bitti.
Zaman beni bir tesisin beyaz duvarları arasına sürükledi. Korktum. Gittiğim her yere götürdüğüm kurumları o tesisin zeminine de dökmekten korktum. Genç, benden belki on yaş büyük bir adam karşımda durup gözlerime baktığında, o adamın bir zamanlar benim ona baktığım gibi babama baktığını hep bildim.
Ben Şehit Kıdemli Yüzbaşı Aydın Açıkgöz’ün oğlu, kurum döken Yener Açıkgöz. Değil bir asker, bir insan bile değildim o gece. O mavi gözlere baktığımda değişebileceğime inanmadım, kurum olarak kalacağımı hep bildim.
Zaman beni bir motosikletle, karanlık bir yola sürükledi. Kaçmadım, gittim. Ölüm kurtuluştu, ölümüm sadece benim değil, yayılacağım hayatlara dökeceğim kurumların yok oluşuydu ve hayatlarına uğrama ihtimalim olan herkesin kurtuluşuydu. Ölecektim, bitecektim, dinecektim, yok olacaktım ve kurumlarım son kez kendi etrafıma yayılıp küllerime dönüşecekti.
Motosikletin gidonunu sıkarak ibrenin ok gibi hızla ileri doğru savrulmasını sağladığım o gece, düşündüğüm sadece babamın gözleriydi. Gözlerim motosikletin aynasına kaydığında, ondan aldığım gözleri gördüm; gözlerim, gözleriyle aynı renkti ve ihanet, ensemde benimle birlikte ilerlemekteydi.
Bastım, ibre yırtılır gibi fırladı, sonuna dek dayandı.
Sonuma dek dayandım.
Tamam, dedim. Yener, bitti oğlum, bitiyorsun. Bu bir yol ayrımı değil, bu yolun sonu. Yener, baban olarak doğdun ve bir kurum olarak ölüyorsun.
İleride benim için hazır bir düzenek vardı, kaderim ağlarını bugün için örmüş, zaman beni ölümüme doğru sürüklemişti ve bitiş çizgisinin ucundan hızla sona gidiyordum. Tırı gördüm, hesapladım ve doğru bir orantıyla ölümümü planladım. Evet, dedim. Yener, tek bir kayış, sürükleniş, bir siren sesi duyacaksın; o siren sesi o gece olduğu kadar uzun sürmeyecek ve ölüme o gece olduğundan daha yakınsın.
Bir kaza bu, vazgeçmedin, bırak herkes seni kara bir kurum olarak hatırlasın.
Son kez gözlerime bakmadım, babamı görmek istemedim, ihanetin ensemdeki nefesi yoğunlaştı ve ölümün soğukluğu tüm bedenimi kapladı. Kalp atışlarım, ibrenin göstergeyi yırttığı gibi göğsümü yırtmaya başladı. Siren sesini duydum, kaydım, sürüklendim, tırın altına girdim ve ölümün beni sarmasını bekledim.
Bekledim.
Anlık bir acı, bıçak kemiğe tam da o an dayandı. Gözlerimi açtım, tırın altındaydım; gözlerimi yumdum, ölüm geldi, dedim. Gözlerimi açtım, tırın altında ve tek parçaydım. Çığlıklar duydum, fren sesleri, anladım ki dışarısı yangın yeri. Gözlerimi yumdum, geri açtım; ölmedim. Motosikleti ittim, bir damla kan şakaklarımdan çeneme kadar akarken tek parça çıktım o tırın altından ama karşımdaki kalabalığa bakarken paramparça hissettim.
Mavi gözlerini gördüm. İşte oradaydı. Benim için mi gelmişti? Beni mi takip etmişti? Ne yapacağımı nasıl, nereden bilebilirdi? İnsanları yarıp bana doğru geldiğinde, o artık gözümde sadece mavi gözlü bir adam değildi.
O gece, babam başka bir suretteydi ve tam da karşımdaydı.
Zaman beni bu geceye sürükledi, bir oğulun bir babadan saklamak zorunda kaldığı bir gerçekle, Isparta’nın soğuk sokaklarında yeniden açtım gözlerimi. Ben Binbaşı Hakan Basri Şenkaya’nın oğlu Dağcı Komando Yener Açıkgöz, kanımda mikropla da yaşayabileceğimi ondan öğrendim.
Kafamı çevirip arkamda kalan binalara baktım, daha sonra önüme döndüm ve önümden geçip giden arabalara baktım… Altımda kamuflaj pantolon, üzerimde ceketi çıkarıp Gurur’un arabasında bıraktığım için sadece beyaz bir tişörtle ellerimi ceplerime soktum ve başladım yürümeye. Yakıcı soğuk beni üşütmedi, donanımlı bedenime çok da işlemedi ama belki bu kadar çalışmış, gelişmiş bir beden olmasaydım da üşümezdim. Hissettiğim şey içimi yakıyordu çünkü.
Sadakati gördüğüm birinden tek bir an olsun bile bir şeyi saklıyor olmak, ihanetin sıcak nefesini yeniden ensemde hissetmeme neden olmuştu.
Attığım kaçıncı adımdı bilmiyordum ama adımlarım boşa düşüyormuş gibi hissediyordum. Nasıl hissedecekti? Ne hissedecekti? Bu gerçek onu tüketir miydi yoksa ateşini daha kuvvetli yanması için harlar mıydı bilmiyordum ama bu gece nefret ettiğim yalnızca kendim değildim, bu gece Cenan’dan da nefret ediyordum. Oysa her gece nefret ettiğim tek kişi kendim olurdum; bir insanı nefretimin içinde misafir etmeyeli uzun zaman olmuştu.
“Yener.”
Ses beni durdurdu, ses tüm düşüncelerimi durdurdu. Kurumlarımı döktüğüm yerde durup, başımı yavaşça sesin geldiği yöne çevirdiğimde onu gördüm. Âdem’i cennetten süren yasak meyve orada bana bakıyordu, bense o yasak meyveyi koparan değil, Âdem değil, o yasak meyveye dolanan yılan olarak kalmalıydım.
Gözlerime sinmiş durgun bakışları gördüğünde elindeki poşetleri düşürecekti neredeyse. Marketin kapısının eşiğinden geçerek sokağa çıktı, tam ortamızdaki yoldan geçen arabanın gidişini bekledi, ardından bana doğru yürümeye başladı.
Esmer teni geceye ait gibiydi, yeşil gözleri Isparta’nın kışına çok tezattı. Olduğum kaldırıma çıktı, kurumlarıma basmamasını dileyerek ona baktım. Ona, onu kurum lekesi yapmaktan korkarak baktım. Belki yüzümde gördüğü ona soğuk bakan bir çift gözdü, belki yüzümde sınırları ve aptallığı, ihaneti ve yalanları görüyordu ama gördükleri onu hiç korkutmuyormuş gibi doğrudan gözlerimin içine bakmaya devam ediyordu.
“Üzerinde bir ceket bile yok,” dediğinde ilk kez beni kandırmak için yeni bir cümleyle gelmemişti önüme, sadece şaşkınlığını göstermişti. “Nereye böyle?” Sırıttı. “Bileyim söyle…”
Gülümsemediğim için bir an durdu, yüzü düşecek sandım ama sadece merakla beni izledi. Gözleri bir anlığına arkama kaydı, Zeliha ile Gurur’un evinin çok geride kaldığını görünce kaşlarını çattı.
“Nereye gidiyorsun?”
“Yürüyorum,” dedim, sesimi toplamak zordu. Anılar saklandıkları delikten çıktığında bu kız karşıma çıkmak zorunda mıydı? Gözlerimi ondan kaçırmak istesem de olmuyordu, kendimi o iri gözlere bakarken buluyordum. O bana değil, başka bir yöne bakarken bile gözlerinin içine bakmaya devam ediyordum. Kurumsun, dedim içimden defalarca kez. Kimse hayatında kurum lekesi istemez, oğlum.
“Üzerine ceket almadan mı be?” diye çemkirdi, birden elini uzatıp soğuk koluma dokununca ateş gibi düşen bir yıldırım sanki ikimizi de aydınlığa buladı ama ne o ne de başkaları yıldırımı göremedi; ben gördüm. Yıldırım onun dokunuşuydu.
“Buz gibi olmuşsun,” diye fısıldadı. Yumuşak sesi, zihnimin içini kargacık burgacık eden anıları, zehirli bir sarmaşık gibi sarıp anlık olarak durdurmayı başardı.
Ona bakarken yıldırımların çakıp durduğunu söylesem, beni kandıracak yeni bir şey söyleyip benimle eğlenir miydi? Gözlerinin içine o kadar uzun, cevap vermeden baktım ki bu onu rahatsız mı etti yoksa başka bir şey mi hissetmesine neden oldu anlayamayacağım şekilde gözlerini kaçırıp ellerini üzerimden çekti.
“İyi misin?” Bu soruyu sorduğunda bana bakmıyordu. Bana dokunmuyordu. Başkaları bu soruyu sorarken elleri de gözleri de vücudumda dolaşırdı. O, böyle değildi. Neden böyleydi? Neden beni merak ettiğini hissediyordum? Beni öylesine değil, gerçekten merak ettiğini hissediyordum.
Muzip bakan yeşil gözlerinin diğer tüm kadınlardan farklı olduğunu hissetmiştim, oyunlar oynamayı sevdiğini o anda anlamıştım ama oyunlarını oynarken ürkek bir ceylana benzediğinden haberi bile yoktu.
Cevap vermedim, sadece dalgın gözlerle ona bakmaya devam ettim ve bunun onu rahatsız ettiğini fark ettim. Gözlerini bana çevirdiğinde her nedense mutsuz görünüyordu. “Seni çok mu zorluyorum?” diye sormasını beklemediğim için neredeyse kaşlarım çatılacaktı. “Yani seninle konuşup durmaya çalıştığım için benden rahatsız mı oluyorsun? Niye konuşmayı sevmiyorsun?”
Biliyor muydu? Bir kuşa benzediğini. Bilmediğinden emin olduğum bir şey varsa o da, bir kuşun sebepsiz de vurulabileceğiydi. Onu kanatlarından vurmamdan korkmadan bana doğru uçuyordu; ben elimde tüfekle onun kanadına zarar vermekten korkuyordum da o benim elimdeki tüfeği görüp neden benden korkmuyordu?
Yener, dedim. Yapma, dedim. Tüfek senin elinde değil, sen tüfeksin, sonunda onun kanatlarına patlayacaksın.
Cevap vermediğimde, bunu kendince bir cevap saydı ve çatık kaşlarla yanımdan geçip gitti. O tam tersim istikamette yürürken gözlerimi yumdum, göğsümün derinlerinden bir tüfek dışarı uzandı ve onun göğsündeki kuşu vurmak ister gibi tetiğine kalp atışlarımı bastırdı.
Yener, dedim. Sadece bu gecelik, ne olursun. Sonra bir daha o kuşu vurmayacağım. Kanatlarına kıymayacağım.
Sadece bu gecelik, ne olursun.
“Simge.”
Sesim, karlara saplanan adımlarını durdurdu.
“İyi değilim.”
Ona doğru dönerken yaptığımın yanlış olduğunu, seçimimin hatalı olduğunu biliyordum ama kendimi durduramadım. Kafamın içinden uzaklaşamadım, zihnimdeki hastalıklı duvarlar üzerime yıkıldı ve kanımdaki mikrop damarlarımda çağladı. Sırtı bana dönüktü, gözlerim onun sırtındayken dönsün, bana baksın istedim ve bu istek, henüz saniyelerle mühürlenmemişken, Simge yavaşça bana doğru döndü.
Ona doğru yürümeye başladım. Durdu, elinde bir poşetle öylece bana baktı, gelişimi izledi, oysa gidişimi izliyor olması gerekirdi.
Tam önünde durduğumda, bu kez susma sırası onundu. Bana ne olduğunu sormadı, anlatamazdım zaten, mikrobumu kusamazdım, ne zaman bir kurum lekesine dönüşmeye başladığımı ona anlatamazdım.
Hiç beklemediği anda kafamı eğip, alnımı sol omzuna bastırdığımda bedeninin buz kestiğini hissettim ama çekilmedi, beni itmedi, bana ne yaptığımı sormadı. Durdu ve bana omuz oldu.
Yener, dedim. Çocukken hep sordun, orada biri var mı diye fısıldadın ve kimse yoktu. Yener, dedim. Bak. Bak, burada biri var.
Ama sen o çocuk değilsin, sadece yanlış bir seçimsin, kanında bir mikrop dolaşıyor, sen bir kurum lekesisin. Ama Yener, bak, dedim. Burada biri var.
“Lütfen,” diye fısıldarken alnım onun omzundaydı ve gözlerimi yummuştum. “Biraz böyle durabilir miyim?”
Cevap vermedi.
Çok kısa süre sonra, elini saçlarımın arasında hissettim ve bir çocuğun saçlarını okşar gibi saçlarımı okşarken, “Geçti,” dedi. “Şimdi iyisin.”
ZELİHA ÖZDAĞ
Gözyaşlarım geri çekildiğinde üzerimde Gurur’a ait bir tişörtle koltukta oturuyordum. Dizlerimi karnıma çekmiştim, çenem diz kapağıma yaslıydı ve cam duvardan dışarıyı izlerken Yener’in ne zaman döneceğini düşünüyordum.
Gurur elinde iki kahve fincanıyla salona girdiğinde yanağımı dizime yaslayarak ona baktım. Dudaklarında şefkatli bir tebessüm asılı duruyordu. Yanıma oturmadan önce kahve fincanlarından birini bana uzattı ve fincanın üzerindeki pembe domuzcuk dikkatimi çekince gülümsemeden edemedim. Kahveden bir yudum alıp fincanı diz kapağıma bastırdım ve omzumun üzerinden tekrardan ona baktım.
Kahvesinden bir yudum alıp fincanı cam sehpanın üstüne bıraktıktan sonra, “Benim tişörtlerim sana çok yakışıyor, söylemiş miydim?” diye sordu.
“Elime ilk bu geçti,” diyerek omuz silktim, sokulup dudaklarını omzuma sürterek omuz başımı öptükten sonra, “Elime ilk bu geçti,” diyerek beni taklit etti.
“İnanmıyor musun?”
“Bence benim tişörtlerimi giymeyi seviyorsun.”
“Evet, kocamanlar. Çok rahat.” Kahveden bir yudum daha aldıktan sonra başımı onun omzuna yasladım ve gözlerimi tekrar cam duvardan dışarı uzatıp, “Yener gelecek mi sence?” diye sordum sessizce. İçimden bir ses, bu gece gidecek bir yeri olmadığını söylüyordu, buna rağmen buraya da gelmeyeceğini hissediyordum.
“Kafasını toparladığında gelecektir.” Kolunu omzumun üzerine atıp avucunun içini koluma sürterken başını da başımın üzerine yaslamıştı. Kendimi hiç olmadığım kadar güvende hissettiğim için vicdanım yeniden göğsümün derinliklerini oydu.
“Muşta’ya Cenan’dan önce anlatmaz, değil mi?”
“Sanmam, Muşta’nın gözlerinde göreceği hayal kırıklığıyla yüzleşmeye hazır değil. Yener, Muşta’yı o konuma düşürmek istemez,” dedi, sesi dalgındı, belki de bu dalgınlığın özüne indiğimizde Gurur en çok kendisine kızıyordu.
Telefonuma bir bildirim düşünce kahve fincanını tek elime alıp koltuğun kenarındaki telefonuma uzandım. Ekranı kaydırdığım an gruptan gelen mesajlar paneli kaplamaya başladı. Gurur çenesini yeniden başımın üzerine yerleştirdiğinde, onun da benim gibi ekranda kayan mesajlara baktığını biliyordum.
Girdap Demiralp: Yener yok, yatağım çok soğuk…
Adnan Bahtıvar: Artık hakkınızda farklı şeyler düşünmeye başladım, bunu da söyleyeyim.
Girdap Demiralp: Sen geceleri tütün kokan yastığına sarılıp uyuyorsun, ben Yener’e sarılıp uyuyorum. Çekememen normal diye yorumladım.
Adnan Bahtıvar: İkinizde azıcık şeref ve haysiyet, biraz da edep olsaydı keşke.
Girdap Demiralp: Sen mi edepten bahsediyorsun linkçi Adnan.
Adnan Bahtıvar: İftiralarınla beni karalayabileceğini sanıyorsan diye söylüyorum, bu gruptaki herkes benim ne kadar ahlaklı bir insan olduğumu bilir.
Devran Soydere: Kür.
Ecevit Erçetin: Mavel.
Vural Demirezen: Kofti
Hakan Basri Şenkaya: Dümen.
Adnan Bahtıvar: Onlar ne şimdi?
Vural Demirezen: seni ylncı kpke ylncısı dmek çok uzn oldundan
Vural Demirezen: tek klimeyle kalpzan oldunu vurgladık
Adnan Bahtıvar: Ben linklere tıklıyorsam eğer Vural, merak ediyorum sen başı bağlı bir erkek, sadık bir eş adayı, nişanlı bir birey olarak neden linklere tıklıyorsun?
Vural Demirezen: öld
Vural Demirezen: yk
Vural Demirezen: Ölebisi oyk
Vural Demirezen: NİHAN YEMİN EDERİM YALAN SÖYLÜYOR
Devran Soydere: Aa korkudan Türkçeyi söktü.
Ecevit Erçetin: Gördünüz mü Adnan’ı
Ecevit Erçetin: Ahlak polisliği yapıp yapıp sonra nasıl terk etti miting alanını
Ecevit Erçetin: Sizi satar da ekmeğinizi yer bu herif.
Adnan Bahtıvar: Tövbe estağfurullah.
Ecevit Erçetin: Koli koli peçete almanın nedeni geceleri gözyaşlarını silmen değil, hepimiz biliyoruz.
Girdap Demiralp: Buralar karışır.
Adnan Bahtıvar: Sen önce neden damacanayı o kadar uzun incelediğinin izahatını ver @Ecevit Erçetin
Ecevit Erçetin: En son senin sırtında tesise sokulduğunu görünce, insanda bir inceleme ihtiyacı oluşuyor tabii.
Girdap Demiralp: Yener hemen aktif olmazsan Ecevit de beni sırtlayacak çünkü bu hazırcevaplık karşısında libidom yüksek gerilim hattında gibi ikiye gerildi
Ecevit Erçetin: Yatağın hâlâ soğuk mu?
Girdap Demiralp: Nasıl soğuk var ya
Ecevit Erçetin: Ejderha olduğumu söylerler
Girdap Demiralp: Bakim ejderiyaya
Vural Demirezen: bu da aznca tkrçeyi unutuo dmk ki
Devran Soydere: Bihter ve Behlül’ü serada basan Beşir gibi hissediyorum.
Ecevit Erçetin: O tür filmleri izlemeyi sevdiği için bizi filme alan da Adnan olacağından, sen değil o Beşir oluyor…
Adnan Bahtıvar: Benimle olan problemin neyse kendinle çöz. Bir insanla bir dakikadan fazla kavga ediyorsan bu onunla ilgili değil seninle ilgili bir sorundur.
Ecevit Erçetin: Tamam Ece Üner
Zeliha Özdağ: Ay bu grupta olduğum o kadar çok unutuluyor ki, ne biçim ahlaksızlıklar bunlar. BURADAYIM BEN
Yener Açıkgöz yazıyor…
Gülümsedim, sonunda aktif olmuştu.
Yener Açıkgöz: Reis öyle bir horluyorsun ki biz seni artık bizden kabul ettik
Devran Soydere: Horluyor mu?
Zeliha Özdağ: Biricik horlamıyo sanıyosan diye söyleyeyim, horlamasını duyma diye uyuma numarası yapıp önce senin horlamanı bekliyormuş.
Devran Soydere: Yalan atma, Biricik asla horlamaz.
Yener Açıkgöz: Horlar da Zeliha’nınki normal bir horlama değil zaten, Kahraman amca Muğla’dan traktörünü çalıştırıyor, traktörün motorunun sesi Zeliha’nın ağzının içinden çıkıyor gibi bir horlama
Zeliha Özdağ: Yorgundum, ondan.
Yener Açıkgöz: Zeliha Allah aşkına gözlerinin beyazı görünüyordu, ele geçirilmiş gibi, Exorcism gibi uyuyordun, o da mı yorgunluktu? Hırlayışlarını duyup gözlerini öyle görmek çok travmatikti.
Devran Soydere: Gurur geceleri korkuyor mu acaba?
Girdap Demiralp: AMDKSKDKSFNSKDDCMSKMAKMAKMAKMA
Yener Açıkgöz: Sen git Ecevit’e random at
Ecevit Erçetin: Bana tek attığı şey random değildi birader, emin olabilirsin…
Yener Açıkgöz: ??????
Yener Açıkgöz: Güllü – Değmezmiş Sana
Devran Soydere: Ecevit değmiş diye yorumladım
Homurdanarak telefonu kenara fırlattığımda Gurur gülerek burnunu saçlarıma sürttü. Söylenerek, “Çok mu horluyorum ben?” diye sorduğumda, Gurur’un yaklaşık iki dakika boyunca sorumu duymamış gibi susması kaşlarımı çatmama neden oldu. “Gurur?” Ona doğru dönmeye çalıştığımda beni durdurdu. “Resmen cevaptan kaçıyorsun şu an!”
“Yalan mı söyleyeyim ya?”
“Ha horluyorum ben?”
“Hep değil.”
Birden ona doğru döndüğümde sırıtarak bana baktığını görünce duraksadım, yumuşamamak için kaşlarımı çatıp, “Hep değil diyorsun bir de,” diye söylendim.
“Üç gecenin iki gecesi horluyorsun, kalan bir gecede de bazen evde olmuyorum, horlamıyorsun sayabilir miyiz?” diye sorarken gözlerine dağılan muzip parıltılar koluna sertçe vurmama neden oldu.
“Seninle küsüp üç gece horultumdan mahrum bırakayım da gör.”
“Odanın kapısını tırmalayarak sabaha kadar Leon ve Pars gibi kapıyı aç diye ağlayayım da gör.”
Sırıtmamak için dudaklarımı birbirine bastırdım. Parmaklarını dudaklarıma uzatıp dudaklarımı iki parmağı arasına alarak sıkınca kaşlarım daha da çatıldı. Eğilip büzdüğü dudaklarıma sert bir öpücük kondurdu, ben daha bu öpücüğün heyecanından arınamamışken, bir de üzerine gözlerime öyle uzun, öyle derin baktı ki kalbimin bir sabun gibi göğüs kafesimin içinde kaydığını, kalp atışlarımın tüm bedenime dağıldığını hissettim.
“Sana bakınca neden kötü olan her şey susuyor da sadece sen konuşuyorsun kızım benim kafamın içinde?” diye sordu gözlerimin içine bakarken, dudaklarım hâlâ parmaklarının arasında tutsaktı. “Her an, her saniye, saniye ibresi bile bir adım atana kadar kafamın içini özgür bıraktığın olmadı hiç; hıncahınç kafamın içinde o kadar var, o kadar dolu, o kadar oraya sahipsin ki.”
Kırılan cam parçalarından farksız şekilde kafamın içine dağılan düşünceler, tam da o noktada, onun gözlerinin içine, parmaklarına, kelimelerine tutsakken sustu. Elimdeki fincanı düşürmemek için sıkıca kavramak zorunda kaldım çünkü bedenimdeki etkisi öylesine kuvvetliydi ki, fincanı parmaklarımın arasında tutamayacak kadar güçsüzdüm. Gurur dikkatle bana bakarak dudaklarımın sınırına dek geldiğinde ona bakmaya devam ediyordum.
Beni öpeceğini hissettim. Dudakları bir duanın kabulüne işaret eder gibi dudaklarıma yaslanacak ve o öpücük benim dualarımın kabulü olacaktı.
Dudaklarımızı birleştirdi ama parmakları dudaklarımdan ayrılmadı. Onun öpüşüne karşılık veremeyişimin tek nedeni dudaklarımı sıkıyor oluşu da değildi, istesem de ona karşılık veremezdim çünkü akıntıya kapılan küçük bir sandal gibi onun dev dalgalarının altında kalırken çaresizdim.
Boğazının derinliklerinden tıpkı gökyüzünü saran karanlık gibi yükselen inilti dudaklarıma dolduğunda, küçük bir öpüşmenin onu inletmesi tüm hislerimi tetikledi. Diğer eli de yanağıma kayınca, az önce fincanı tutan parmaklarının ateş kadar sıcak olduğunu hissettim.
Beni hızla büyüyen bir girdap gibi içine çekti ama öyle yavaş, öyle içten öptü ki, bu girdabın beni sürüklemek yerine sıkıca tutup havada asılı bıraktığını hissettim. Daha sonra girdap büyümeye başladı, dudaklarının dudaklarıma bahşettiği dokunuşlar o girdaptı ve o dokunuşlar da büyüyordu.
Dudaklarımız ayrılmadan hemen öncesinde yutkundu, daha sonra alnı alnıma, burnu burnuma yaslandı ve “Birdenbire biri boynumu kırmış gibi,” diye fısıldadı anıları zihnime çağırır gibi. “Âşık oldum sana.”
Alnımı alnına sürterken gülümsemeden duramadım.
“Benimle bir fotoğrafın olsun ister misin?” diye sormasını beklemediğimden kirpiklerim gözlerimi gölgelerken ona sadece bakabildim. Parmakları dudaklarımı terk etti, çenemi tutup kafamı kaldırırken bana nimetmişim gibi bakıyordu.
“Hastaneden çıktığımızda çektiğimiz gibi bir fotoğraf değil. Senin çektiğin bir fotoğrafımız olmasını? Bugün arabada otururken Muşta ve Yener bir anlığına yanımdan ayrıldı. Sosyal medya hesaplarına girdim, hesaplarında dolaştım. Instagram hesabındaki tüm fotoğraflarında yalnızdın, yanında en yakınların bile yoktu. Nedense gönderilerin arasında dolaşırken orada benimle bir fotoğrafın olsun istedim. Çocukça bir istek gibi gelebilir, profilinde sadece kendi fotoğraflarını paylaşıyor da olabilirsin, belki birileriyle fotoğraf çekilmeyi sevmiyorsundur ama işte, o an sadece istedim.”
“İlklerim olmayı seviyorsun,” dediğimde göz bebeklerinin genişleyip tekrar küçüldüğünü gördüm, o an göz bebekleri taşları yıkılarak dibini örtmeye başlayan bir kuyuya benziyordu.
“Bu, orada birlikte bir fotoğrafımız olacak mı demek?”
Başımı sallarken elimdeki fincanı kenara koydum, heyecandan terleyen ellerimi taytımın kumaşına silerek aceleyle telefonumu elime aldım. Parmaklarım terli olduğu için ekranı kaydırmak çok zor olmuştu ama sonunda kameraya tıkladığımda ve ön kamerada kendimi gördüğümde heyecanlanarak ona doğru döndüm.
“Gel,” dediğimde bir çocuk gibi bakıyordu, daha sonra o çocuğun bakışları olgun bir adamınkine dönüştü ve beni omuzlarımdan tutarak göğsüne yasladı. Kollarını boynumun altından bedenime sararken yüzünü omzuma yaklaştırdığında yanaklarımız neredeyse birbirine yaslı hâlde duruyordu.
Kamerayı kaldırıp kadrajı ikimize aldığımda dudaklarıma bulaşan gülümseme öyle sahiciydi ki, belki de gülümsediğim tüm fotoğraflarımda yüzüme yayılan hiçbir tebessüm, şu an yüzümde olan kadar gerçek ve içten değildi.
İlk fotoğrafta Gurur bana arkamdan sıkıca sarılıyor, kolları boynumun altından bir sarmaşık gibi dolanarak bedenimi içine alıyordu; ikinci fotoğrafta yine aynı pozisyonda duruyor olsak da Gurur başını çevirmiş, yüzünü bana yaklaştırmıştı ve burnu yanağıma değiyor, güzel gözleri kapalı görünüyordu.
İki fotoğraf arasında devamlı gezinen parmağımı izlerken bana aynı şekilde sarılmaya devam etti. Sonunda, “İkisini de atsam olur mu?” diye sordum heyecanla.
“Sana fotoğrafımız olmasını teklif eden bendim, şimdi bana ikisini de atsam olur mu diye mi soruyorsun? At, benim canıma minnet,” diye mırıldandı, sesinin rüzgârı yanağımdan boynuma doğru akınca bedenimdeki ürpermeleri durduramadım.
İki fotoğrafı hesabıma yüklemeden önce siyah bir kalbi açıklama kısmına koyduğumu görünce bana daha sıkı sarıldı ve gülümsediğini yanağıma yaslı yanağının gerilişiyle anladım. Fotoğraf yüklendiği ve anasayfaya düştüğü an ona doğru dönüp dudaklarımı sertçe yanağına bastırdım. Saniyeler sonra fotoğrafa yorumlar gelmeye başlamıştı bile. Bu kadar hızlı reaksiyon almayı beklemediğimden kaşlarımı kaldırarak bildirimlere girdim.
aycaasarihann: Ayyy çok güzel
Gurur, “Sahtekâr turuncu kafa, şimdi nasıl tırnaklarını kemiriyordur evde,” diye homurdandı.
colpanasiroglu: Maşallah size <3
“Çolpan bundan sonra en sevdiğim arkadaşın,” dedi Gurur, dirseğimle boşluğuna vurup bir diğer yorumu açtım.
vuraldemirezenn: hrikasnz
Gurur gülerek telefonunu eline aldı, kolları hâlâ bana sarılı duruyorken fotoğrafın altına siyah bir kalp yorumu attı ve saniyeler içinde, yorumuna yanıt geldi.
eymennozdag: şak şak şak, yavvvvvşak
“Elimde kalacak bu he,” diye söylendi Gurur ama buz kesmesine neden olan bu yorum değildi.
Buz kesmesine neden olan şu yorumdu:
kahraman_48muglali_ozdag: Zelya
kahraman_48muglali_ozdag: Bu ne zelya
kahraman_48muglali_ozdag: Sen kimle aynı çatı altında fotoğraf atıyon Zelya
Gurur aniden kollarını geri çekerek oturduğu yerden kalkınca kahkaha atmamak için dudaklarımı birbirine bastırarak ona baktım.
Telaşlı bir şekilde bir bana, bir elimdeki telefona baktı ve sonra, “Silsek mi?” diye sordu, daha sorusuna tepki veremeden telefonuma düşen görüntülü arama bildirimiyle, bu kez telaşla, “Sakın açma!” diye bağırdı.
“Saçmalama istersen,” dedim ve ikinci bir cümle kurmasına izin vermeden görüntülü aramayı kabul edip telefonu yüzüme doğrulttum. Babam asma yapraklarının altındaki çardakta oturuyor, telefonun ekranının dibine girmiş görüntülü aramayı kabul edeceğim ânı bekliyordu.
Arkadan annemin sesleri geliyordu ama babam ekrana düştüğümü görür görmez öyle bir, “Zelya, neden geç açıyon babacım?” diye bağırdı ki annemin bile sesi kesildi.
“Hemen açtım ya baba,” dedim şaşkınlıkla.
“Neredesin sen?” diye sorarken gözleri bende değil, arkamda kalan duvarlarda dolanıyordu. “Kimin evi orası? O deve dikeninin mi evindesin yoksa sen babacığım?”
“Hasta olmuş, baba,” dedim, daha sonra yalan söylediğim için karnıma saplanan ağrı yüzünden dizlerimi karnıma doğru çektim. “Geldim de çorba yaptım ona.”
“Gitseymiş ya doktora, ben seni ona hemşire ol diye mi yaptım?” diye sordu babam mavi gözlerini ekrana dikerek. “Nerede o, göster bakayım bana onu.”
Gözlerimi kaldırıp Gurur’a baktım, olduğu yerde zıplayarak elini sallıyor, tüm jest ve mimiklerini kullanarak âdeta hayır diye haykırıyordu.
“Lavaboya kadar gitti,” dediğimde babam söylendi.
“Nesi var?” diye sorduğunda, bunu sormasını beklemediğimden bir an durdum, tam karşımda saçma sapan hareketler yapan Gurur da birden durdu. “O kadar kan kaybetti, pekmez yollayayım da sabah akşam ağzına tep, kansızlıktan da yamulup duruyordur. Hekime gitmiş mi?”
“Gitmiş,” diyebildim.
“İyi iyi, ben yarın pekmez kargolarım, içirirsin o Allah’ın cezasına. Ya da kendi içsin, eli ayağı yok muymuş? Ne diye benim kızım içirecekmiş ona?”
“Sen çok tatlı bir adamsın,” dediğimde mavi gözlerini benden çekip bahçede bir yere bakıyormuş gibi yaptı.
“Umursadığımdan değil, bene ne ondan.”
“Amma tuttun kızı telefonda, ne çenen varmış be?” diye çemkirdi annem içeriden. “Hadi kapat da içeri gir, zeytin kırdıracağım daha sana.”
“Bıktım bu anandan.”
“Bıkmadın, siz birbirinizden bıkmazsınız.”
“Canımı veririm ona,” dedi babam, ardından, “Söyle o kavak ağacına,” diye homurdandı. “Bir daha o uzun kollarını sana ahtapot gibi saracak olursa onu Akyaka’nın denizine atarım, ahtapot diye tutarlar da masalara meze ederler. Hadi kapatıyom, sen de çok yüz verme ona, git eve, e mi babacığım?”
“Tamam,” dedim gülümseyerek. Gurur hâlâ hareketsizce olduğu yerde durmuş elimdeki telefona bakıyordu. “Seni seviyorum, annemi de öp benim yerime.”
“Zeliha,” dedi babam ciddi bir şekilde, durdum ve ona baktım. “Gözünü Eymen’den ayırma, pek hoş kokular gelmiyor benim burnuma.”
“Ne oldu ki?”
“Bilmem, belki sadece evham yapıyorumdur. Sen yine de kardeşine göz kulak ol.”
“Olurum tabii ki,” dedikten hemen sonra telefonu kapattıktan ve gözlerimi Gurur’a çevirdim.
“Baban benim için pekmez mi yollayacak yarın?” diye sorduğunda sesi sakin gibi duyulsa da gözlerinde küçük bir çocuğa ait parıltılar gördüğüme yemin edebilirdim.
“Evet,” dediğimde bir adım geri gidip gözlerimin içine daha dikkatli baktı.
“Neden ki?”
“Neden yollamasın ki?”
“Bana sinir olmuyor mu?” diye sordu çocuk gibi.
“Sana sinir olmuyor,” dedim. Ona karşı hissettiğim şefkatin içimi yıkıma uğratacak kadar büyük olduğunu hissediyordum. Bir çocuk gibiydi, onu bir çocuktan ayıran hiçbir şey olmadığını şimdi daha net, daha derinde hissediyordum.
“Beni önemsiyor mu?” diye sordu bu defa, bu soru ayağa kalkıp ona doğru ilerlememe neden oldu. Tam önünde durup kafamı kaldırarak güzel yüzüne baktım. Gözlerine çöken merak beni gülümsetirken elimi kaldırıp yanağına yasladım, dokunuşum onu duraksattı ama gözlerine yara gibi sinmiş ifade silinmedi.
“Önemsenmeyi neden bu kadar garipsiyorsun, Gurur?” diye sordum, daha sonra bu soruyu sorduğum için pişman hissettim ama gözlerinin içine bakarken ona ne kadar önemli olduğunu anlatabilmeyi istiyordum.
İçine yerleştirilmiş o değersizlik hissini yok etmek için her şeyi yapabilirmişim gibi hissediyordum.
“Ne kadar önemli olduğunu bilseydin, bunu sorgulamazdın.”
“Ben hiç, Muşta dışında hiç, bir baba tarafından önemsenmedim,” dedi, sesi öylesine güçlü ama aslında öylesine yorgundu ki birden kollarımı bedenine sarmak, onu kanatlarımın arasına alarak her şeyden saklamak istedim.
“Ve bu benim, senin baban tarafından ikinci kez önemsenişim.”
Onu her şeyden korumak istedim. Hiçbir şey ona dokunmasın istedim.
Yanağını okşarken bakışlarım öyle çok derinleşti ki, gözlerimde gördükleri onu susturdu. Üzerine yıkılıp onu altında bırakmış çocukluğunu değiştirebilmemin hiçbir yolu yok muydu? Tek bir şansım olsaydı, geçmiş bir kapı olarak önümde açık dursaydı, geçmişin kapısından geçer ve zamanın içinde ilerleyerek o küçük çocuğun yanına giderdim.
“Geçmişini yok edebilme şansım olsaydı, ederdim. Keşke edebilseydim,” diye fısıldadım, bu söylediğim geçmişini ateşe vermişim gibi hissettirmişti sanki. Bana geçmişini değiştirebilmişim gibi baktığında parmak uçlarımda yükselerek kollarımı onun boynuna sardım. Ellerini belime yerleştirip beni kara bir gölge gibi sararken içimde ilerleyen ateşten bihaberdi.
“İyi hissettim. Baban bana iyi hissettiriyor,” dedi, Gurur’un sesi saçlarımın arasında rüzgâr gibi ilerledi, zihnimi tutsak etti ve ihtimaller su gibi yükselerek kalbimi boğmaya başladı. Anlatmadığı, dilinin ucundan dışarı dökülmeyen daha neler yaşamıştı bunu sadece Allah bilirdi.
O ihtimaller, söyleyemedikleri, geçmişin içinde saklananlar, her biri su olup yükseldi ve kalbimi altına alarak boğmaya devam etti. Ona sarılırken kalbim boğuluyordu ama ateşleri öyle çoktu ki, o ateşler boğulan kalbimi içine alan suyun yüzeyinde bile harlanarak yanıyordu.
Parmaklarım ensesine yayılmış saçlarında dolaşırken çenemi omzuna yaslamaya çalıştım ama boyum buna yetmedi. Belimi biraz daha sert kavrayıp ayaklarımı yerden kestiğinde gülümsüyordum ama gözlerim her an ağlayacakmışım gibi dolu bakıyordu; boşluğu izleyerek çenemi onun omzuna yasladım ve saçlarını okşamaya devam ettim.
“Bir gün çok iyi bir baba olacağını hissediyorum,” dedim, birdenbire dudaklarımı terk eden bu cümlenin onun bedeninde bir tutulmaya neden olduğunu fark ettim.
Beni tutuşu derinleşti ama tek kelime etmedi. Sanki söyleyeceğim her şeye muhtaçtı ve bu dokunuş, daha fazla konuşmam için bana yalvarışıydı.
“Bir çocuğun her şeyi olacağına eminim.”
“Olabilir miyim sence?” Sorusu masumiyetin pelerinini takmış olsa da sesinde kendisine duyduğu şüphenin de yer aldığını fark ettiğimde ona daha sıkı sarıldım.
“Bu da soru mu? Elbette olabilirsin.”
“Sen inanıyorsan, kesin olurum.”
“Sen de inan.”
Kollarım boynunu sardığı esareti nihayetlendirdiğinde tam karşısında durup gözlerinin içine tüm gerçekliğimle baktım. İçinde olduğumuz soğuk duruma rağmen, bakışlarımdaki ateş öyle sıcaktı ki, o gerçeklik öyle çok yakmıştı ki onu, sertçe yutkundu.
“Peki ister miydin?” Sorusu üzerine birden o ateşler onu değil, beni yakmaya başladı. Dudaklarımdan firar eden gerçeklerin sıcağı şimdi beni eritiyordu. Gözlerinden başka kaçabilecek bir yerim olmadığını anladığımda sadece ona baktım.
“Ne ister miydim?” diye sordum. Oysa cevabını bildiğim bir soruydu bu. Belki bir yanım şiddetle içimi kazıyarak o gerçeği onun dudaklarından da koparmak istiyordu, belki de kazıdığı o çukurun içini toprakla doldurarak bu gerçekten kaçmaya çalışıyordu.
Dudağının kenarı yukarı kalkarken, “Cevabını bildiğin sorular soruyorsun,” dedi. Ruhumun derinliklerinde dolaştığını, parmak uçlarına hislerimin bulaştığını ne çabuk unutmuştum? Gurur, kimsenin bende göremediklerini bana bakmadan bile görebilen biriydi.
“Belki senden duymak istiyorumdur,” dedim sessizce.
Ne kadar sessizce kurulmuş bir cümle olursa olsun, çığlık etkisi gösterdiği bir gerçekti ve o çığlık, Gurur’un buz sıcağı gözlerine çarparak yankılara bölündüğünde ikimiz de bu gerçeğin altında kalacağımızı biliyorduk.
“Belki ben de senden duymak istiyorumdur,” dedi, sesi beni köşeye sıkıştırdı ama benim cümlem, yani benim çığlığım hâlâ aramızda yankı yapıyordu.
Ateşe doğru yürüyorduk, ateşe elimizi uzatıyorduk, parmaklarımız çıralar gibi alevlere esir düşüyordu ve o alevler yükselerek bileğimize ilerlerken elimizi o gerçekten çekmiyor, sadece birbirimizin gözlerinin içine bakıyorduk.
“Evet,” dediğimde göz bebeklerinin siyahlığı genişledi, ardından o göz bebekleri öyle çok küçüldü ki sanki gözlerine ışık tutulmuştu. “Babası olacağın bir çocuğun annesi olmak isterdim.”
“Ben de isterdim,” dedi hiç düşünmeden, göz bebekleri hâlâ öyle küçüktü ki sanki gece onun gözlerinde ateşe verilmişti ve gözleri hiç kimsenin erişemeyeceği kadar gündüzdü. “Annesi olacağın bir çocuğun babası olmak isterdim.”
Dudaklarım neredeyse bükülecekti ama bunu yapmadım, kalbiminse dudaklarımdan önce büküldüğünü hissettim. Bir insan, bir insanın kalbini ağlatabilir miydi? Benim kalbim dudaklarını büke büke ağlıyorsa, bu adam yüzündendi.
“Seni çok seviyorum,” dedim birden, dudaklarımdan paldır küldür dökülen bu cümle sertçe yutkunmasına neden oldu.
Ona onu yakan geçmişi değilmiş, benmişim, benden önce girdiği tüm ateşlerden sağ çıkmış da ben onu küle çevirmişim gibi baktı.
“Asıl ben seni, ben sana, ben…” dedi bir an sustu. “Ben seni çok seviyorum lan asıl seni.”
“Seni asıl seni,” diye fısıldadım pis pis gülerken ama gözlerim doluydu, bunu gördüğünde alay edişimi bile umursamadan beni kollarının arasına alıp sıkıca sardı.
“Bir daha öyle gözlerime bakıp beni sevdiğini söylersen yola çıkar, ben hamileyim diye bağırırım,” dedi, bu beni güldürdü ama gözlerimi esir tutan yaşları geri itmedi. “Yani o kadar çok senin içinim ki, senin yerine bebeği taşımakta pek sorun görmüyorum. Mümkünse denenebilir, ben taşırım yani.”
“Hamile bir Gurur düşünmek istemiyorum ya,” diye söylendim. “Ne o öyle, kardeşim? Timsah yutmuş piton gibi. Upuzunsun zaten, kocaman göbeğin olursa çok komik görünürsün.”
“Upuzunsun derken de upuzunluğuma hayranmışsın gibi geldi kulağıma, benden demesi.”
“Hayran değil miyiz dedik, başkan?” diye sorduğumda bir an geri çekilip bana baktı.
“Sen benim kalçamı falan okşayıp, yanağımdan makas da alırsın yakında.”
“Uyuduğunda yokluyorum ara sıra,” dedim pis pis sırıtarak.
“Nereyi?”
“Squat basmışsın gibi yuvarlak, küçük bir karpuzu anımsatan sıkı gö-”
“Kız sus, ne diyorsun be aa?” derken panikle avucunu ağzıma bastırdı. “Ayrıca küçük bir karpuz derken, kavun daha mantıklı olmaz mıydı?”
“Kavun yine yumuşak olur, komandom. Senin götün karpuzdan ne eksiği va-”
Avucunu yeniden ağzıma bastırıp, “Götümle ilgili bu kadar detaylı bilgi vermene gerçekten gerek yok ya,” dedi.
“Hehe.”
“Ayrıca komandom mu? Bir daha de bakayım sen onu.”
Dilimi avucunun içine sürtünce birden irkilerek avucunu çekip bana baktı. Gözlerinin içine muzip gözlerle bakarak, “Ağzımı kapatırken nasıl diyecektim, değil mi ama Gururcuğum?” diye sordum. Ardından parmaklarımı göğsüne yerleştirip, tişörtün kumaşını yukarı sıyıracak şekilde parmaklarımı hareket ettirirken, “Komandom,” dedim, sesim yangının rüzgârı gibiydi.
Dudakları öne doğru gelirken gözleri kısıldı, çenesi keskinleşti ve birden öyle erotik göründü ki gözlerimi kaçırmam gerektiğini hissettim. Gözlerimi kaçıramadım çünkü yüzüme doğru eğilmesi kalbimin patlayacak gibi genişlemesine neden olurken köşeye sıkışmıştım.
“Benim küçük, güzel avukatıma da bakın siz,” diye fısıldadı, sadece tek bir cümle, tekdüze yayılan bir ses tonuyla nasıl oluyordu da tüm kasıklarımı ateşe verebiliyordu?
“Bana böyle yatak sesiyle konuşursan bizim sonumuz yatağa ulaşamadan yerlerde yuvarlanarak biter,” dedim anlık cesaretle, cesaretim dudağının kenarındaki tebessümün daha da vahşileşmesine neden oldu.
“İlla azdıracaksın beni, değil mi?” diye sorduğunda, açıkça sorduğu soru beni utandırmadı, aksine kasıklarımdaki ateşin daha da yakıcı kıvam kazanmasına neden oldu.
Parmaklarım tişörtünde dolaşırken ona bakmaya devam ediyordum, işaret parmağımı göğsüne bastırıp kumaşı parmağımla yukarı sürükleyince kasıklarından karnına çıkan damarlar ortaya serildi. Gözlerim kasıkları boyunca yukarı kayan, kablodan kalın damarlarda dolaştı ve içimde fırtınalar koparan bu görüntüyü onun gözlerine bakmak için terk ettim.
“Horluyormuşum ya ben, o yüzden üç gece horultu duymadan çekeceğin derin uykular için salonda yatacaksın,” dedim, bu beklenmedik cümle yüzünde bir dalgalanmaya neden oldu. Parmağımı geri çektiğimde tişörtü görsel şöleni yok etmek ister gibi karnının üzerine yıkıldı ve yanından geçip merdivenlere yöneldim.
“Ya ama bu haksızlık he!” diye bağırıyordu arkamdan. “Biz ne olacağız şimdi ya?”
“Ay canım benim, kıyamam. Gir soğuk suyun altına, ikinizden biri kafasını toplayana kadar çıkma sudan.”
“Taş kalpli kadın.”
“Ay benim en azından kalbim taş, bu gece seni horultum değil de başka yerlerinin taş gibi oluşu uyutmayacak.”
Birden merdivenlere doğru dönüp koşmaya başlayınca panikleyip basamakları üçerli adımlarla koşarak tırmanmaya başladım. “Gelme peşimden, katil!” diye bağırarak koşarken o da gülerek beni takip ediyordu.
Suratına kapıyı kapatmadan hemen önce ayağını kapı aralığına koydu ama yüzüne doğru tükürmemi beklemediğinden afallayarak birden geri çekildi. Kapıyı sertçe kapattığımda, “Dağ laması!” diye bağırıyordu kapının arkasından.
“Hadi canım hadi, in aşağıda yat,” desem de gitmedi. O kadar uzun süre kapının önünde Leon ve Pars’ı da yanına alarak bekledi ki, ne kadar gülüyor olsam da bir ara vicdana gelip neredeyse onu odaya alacaktım.
Tabii bana, “Şu an kapıya elimle vurmuyorum,” deyip gülene kadardı vicdanım, sonra kapıya yastık atıp, “Pislik!” diye çığlık attım ve binadakileri uyandıracağımı anlayıp kahkahalar atarak kapının önünden uzaklaşmaya başladı.
⛓️
Dakikalar, tıpkı gökten yere düşen kar taneleri gibi içinde bulduğum âna düşerek zamanı örerken fakültenin bahçesinde dikilmiş, ellerim montumun ceplerinde gökyüzüne bakıyordum. Kar taneleri saçlarımın arasına tutunuyor, saçlarımın arasında asılı kalıyordu ve bugün Isparta öyle soğuktu ki, kar taneleri erimiyordu. Kalbimi sıkıştıran bir his, içimde son sürat ilerliyor, huzursuzluk tüm ruhumu kaplamış, beni boğazımdan kavrıyormuş gibi nefessiz bırakıyordu.
Birinin topuklu ayakkabılarının yere emanet ettiği sesler, mürekkep gibi yayılarak bana doğru gelmeye ve içinde olduğum sayfaya kelimeleri yerleştirmeye başladığında, omzumun üzerinden adımların sahibine baktım.
Cenan, beyaz bir takımın içindeydi, kar taneleri sarı saçlarının arasına tutunurken elinde iki karton bardak tuttuğunu gördüm. Altın saatinin olduğu bileğine kaydı gözlerim, çok geçmeden saati taktığı kolunu bana uzattı ve karton bardaklardan birini bana uzattı.
Bardağı elinden aldım, kahvenin kokusu sertti ama soğuğun kokusu, kahvenin kokusunu bile bastırıyordu. Bu soğuk kokusu bana Gurur’u hatırlatıyordu.
“Teşekkür ederim,” dediğimde Cenan bana gülümseyerek bir elini diğer kolunun dirseğine götürdü ve kahvesinden bir yudum alarak yan döndü. Şimdi birbirimize değil, ikimiz de fakültenin beyaza boyanmış bahçesine bakıyorduk.
“Seni bunun içine sürüklediğim için kötü hissediyorum,” dedi, kelimelerin bu kadar büyük bir hızla bana geleceğini tahmin edemediğimden yalnızca sustum. “Umarım kötü bir şeylere neden olmamışımdır. Herkesin hayatında neden olduğum yıkımın aynısını sana da yaşatmak istemezdim. Gittiğim her yere, seçtiğim yolda çıkan yangını da götürüyorum.”
Kahveden bir yudum alıp, “Sana hak veriyorum ama seni suçluyorum da,” dedim açık sözlülükle. Bunu biliyormuş gibi susup söyleyeceklerimi dinledi. “Yıkılmış olanı toplamak zordur, biliyorum ama sen yıkılmış olanı toplamadın, onun üzerine yeni bir şey yıktın. Yaşadıkların kolay değildi, arkada bıraktığın geçmiş kolay değildi, biliyorum ama sırf kötü şeyler yaşadığımız için yaptıklarımızın bedelini ödemeyeceğiz diye bir şey yok, Cenan abla.”
Yan gözle ona baktığımda dalgın olduğunu gördüm, karton bardağı tutuşu bile zayıftı. Aldığı hiçbir nefes içine dolmuyor, onu hayatla kuşatmıyor gibiydi; sanki bedeni ruhundan arınıp bomboş kalmıştı.
“Bir bedel ödeyeceksin,” dediğimde başını sallamaktan öteye gitmedi. “Ama bu bedelin sonunda belki de mutlu olacaksın. O yüzden daha da geç kalmadan artık bu bedeli ödemen gerekiyor.”
“Ona her şeyi anlatacağım. Bu konuda sizi kandırmadım,” dedi Cenan. Artık kaçamayacağını o da biliyordu, artık geçmişten saklanamayacağının farkındaydı. Zaten onu bu şehre taşıyan geçmişten arınamaması değil miydi? Dönüp dolaşıp kendini o geçmişin içinde bulduğundan burada değil miydi?
Derin bir nefes aldığında, “Yener de anladı,” dedim ve Cenan sadece acı bir gülümsemeyle başını havaya kaldırıp gökyüzüne baktı. Bir kar tanesi kirpiğine tutunduğunda öyle bir yutkunmuştu ki sanki acı içine yutkunuşuyla bütünleşerek bir köz parçası gibi kayıp gitmişti.
“O komando da anladı demek.”
“Nasıl anlamasın ki? İkisine bakan herkes onların ruhlarının bağını görür. Artık bu gerçeği ona bir başkası söylemeden, senin söylemen gerekiyor. Bunu ne zaman yapacaksın? Gurur da Yener de vicdanlarının akıntısına kapılırsa senin için başka bir ihtimal daha kalmayacak. Bir gün mutlu olabilme ihtimalin de elinden alınmış olacak ve bunun suçlusu ne Yener ne de Gurur olacak, sen olacaksın.”
“Bu gece ona her şeyi anlatacağım, Zeliha.”
Kar taneleri, sanki bu gerçeğin pervanesine kapılmış gibi daha hızlı dökülmeye başladıklarında içimde yükselen koca uğultuya rağmen yorum yapmadım.
“Tesise mi gideceksin?” diye sorduğumda, ürkek küçük bir kız çocuğu gibi birden bana doğru döndü, nasıl korktuğunu görmek donup kalmama neden oldu.
“Hayır,” dediğinde gözlerine yansıyan o korku, uzun süre orada asılı kalmıştı.
“O zaman?”
Bir süre, tesisin gölgesi üzerinden çekilene dek bekledi. Onu o tesisten bir çocuk gibi korkutan o geçmiş, nasıl bir yaraya neden olmuştu da bu kadın karşımda böyle sarsılmıştı? Babasından, yaşadıklarından, hissettiklerinden fazlası kalbine gömülü duruyordu sanki.
Akıp giden zaman ona öyle derin yaralar açmıştı ki, bu yaralar şimdi karşımda duran kadını yaratmıştı. Ama her ne olursa olsun, insan içine koyulan yaraya bir kez dokunuldu mu, işte o an yine o yaranın açıldığı zamanki olduğu kişiye dönüşürdü.
“Onu çağırdığımı söyleyebilir misin?” diye sordu, sorusu kalp atışlarım kadar kuvvetli değildi ama gözleri bana kalp atışlarımın hislerime yalvardığı gibi yakarıyordu.
“Ben bunu nasıl söylerim, abla?”
“Sadece söyle,” dedi. “Onu Süleyman Demirel heykelinin altındaki caddede bekleyeceğimi söyle.”
“Ya gelmezse?” diye sordum ve bunun ihtimalinin bile Cenan’ın gözlerine ölümün mayın gibi döşenmesine neden oldu.
“Gelir,” dedi. “Gelmez mi?”
“Gelir mi?” diye sorarken karşımda o güçlü kadını görememek içimi paramparça etmişti.
“Her zaman orada bekliyordum onu. O yüzden gelir,” dedi ama bu kez, bu cümleyi kurarken gözlerinde o zamanlar olduğu gibi emin olduğunu gösteren bir ifade yoktu. Tereddüt içindeydi, kalbi aksinin olmasından korkuyor, mantığı aksinin olabileceğini haykırıyor gibiydi.
“Ona sadece onu beklediğini mi söyleyeceğim?”
“Evet,” dedi.
“Bana nedenini sorarsa ne diyeceğim?”
“Bana gelirken hiçbir zaman bir neden aramadı, yine aramaz. Sana nedenini sormaz.” Sonra çok küçük bir an, artık eskisi gibi olmadıklarını hatırlamış ve bu onu üşütmüş gibi bedeninde bir kasılmayla önüne dönüp sertçe yutkundu.
“Benim onu çağırıyor oluşum bile gelmesine yetecek bir nedendi onun için.”
“Belki de hâlâ öyledir,” dediğimde sertçe yutkunup omzunun üzerinden bana baktı. “Birazdan tesise gideceğim, ona onu nerede beklediğini söyleyeceğim.”
“Sana ne kadar teşekkür etsem az, biliyorsun değil mi?”
“Ben teşekkürünü istemiyorum,” dediğimde gözlerini kısıp yutkundu. “Sadece artık mutlu olmanı istiyorum.”
Bundan hiç umudu yokmuş gibi gülümsediğinde başka söyleyecek bir şey bulamadım.
“Merak ediyorum,” dedi dalgın bir sesle. “Benim için savaşmaya değer bulmadı mı beni? Çocukça biliyorum, düşünmem gereken en son şey, bunu da biliyorum. Ama neden, Zeliha? Neden arkamdan gelmedi? Ben yalvarsın istemedim ki, ben sadece… Sadece arkamdan gelsin istedim. Bir silgiyle silinmişim gibi hayatının sayfalarından usulca silindim ve o ben silinip giderken hiçbir şey yapmadı. Hakkım değil, biliyorum. Sorgulamam bile yanlış, farkındayım. Ama içimi kemiren bu hissi de durduramıyorum. Ona yaptığım yanlışa rağmen durmadan içimden kendimle konuşuyorum ve konuşma hep bir soruyla son buluyor. Bende cevabı olmayan bir soruyla. Neden beni durdurmadı?”
Soruları kafamın içinde bana ait olmayan bir geçmişin bana aitmiş gibi yasını tutmama neden oldu.
“Eğer gelirse, ona bunu da soracak mısın?” diye sorduğumda, o kadar uzun süre sustu ki, artık avuçlarımızın içinde duran kahve bile buza dönmüştü. Kahvenin üzerinde yüzen kar taneleri bile erimiyordu, kahve öyle çok soğumuştu.
“Evet,” dedi. “Yüreğim yettiğince, ona her şeyi soracağım. Her şeyimi kaybedeceğim cevaplar bile alsam sorularımın sonunda ona gerçeği vereceğim.”
Başımı sallayıp, “O zaman şimdi gidiyorum,” dedim. Tıpkı benim gibi başını sallasa da bir şey demedi. Tam yanından geçerken, “Bol şans,” diyebildim sadece çünkü biliyordum ki bu gece şansa ihtiyacı vardı.
Elimdeki buz tutmuş kahvenin olduğu karton bardağı hemen önünden geçtiğim çöp kovasının içine atıp hiç durmadan yürümeye devam ederken Cenan’ın arkamdan baktığını hissetsem de dönüp bakışlarına karşılık vermedim.
Fakültenin çıkışına ilerledim, bir taksi bulmak için yola çıkmam gerekiyordu ama bir yanım tesise gitmemek için montumu çekiştirerek beni durduruyordu sanki. Çolpan ve Ayça’nın hızlı adımlarla bana doğru geldiklerini gördüğümde adımlarım da aradığım sebebi bulmuşum gibi gevşeyerek yavaşlamıştı.
Ayça üzerimdeki monta yığılan kar tanelerini eliyle süpürürken, Çolpan, “Eve mi gidiyorsun?” diye sordu.
Kafamın içine çöreklenmiş dertleri bilseler benden çok üzüleceklerini bildiğimden yüzüme sahici olmasını umut ettiğim bir tebessüm yayarak, “Tesise gidiyorum,” dedim. “Gurur’un yanına uğrayacağım.”
Ayça, “Dün akşam attığınız fotoğrafı beğendiysem sanma ki o fasulye sırığını da beğendim. Onun gibi bir fasulye sırığının yanında bile çok güzel görünmeyi başarabildiğin, fotoğrafı ütopik hâle getirdiğin için beğendim,” dediğinde Çolpa gülerek Ayça’nın omzuna vurdu.
“Uğraşmasana çocukla.”
“Yorgi’nin başına gelenlerin tek sorumlusu o,” dedi Ayça söylenerek.
“Yorgi’yi bu kadar içselleştirdiğini bilmiyordum.” Çolpan yüzündeki şefkatli gülümsemeyle bana baktı. “Yorgi ne durumda? Ayça her gece onun anısına bir mum yakıp ağlıyor da…”
“Tertemiz, eskisinden bile daha temiz,” dediğimde Ayça dudaklarını büktü.
“Canım Yorgi’m, bu akşam ona zeytinyağlı taze fasulye getireceğim. Yanlış anlaşılmasın, yeni evli gibi takılan size değil, canım Yorgi’me getireceğim.”
“Yalan söylüyor, ikiniz için yemek yapacak. Bazı geceler ne yediler acaba diyerek balkona çıkıp sizin binaya doğru bakıyor,” dedi Çolpan.
“Bu hani aramızda kalacaktı?” diye sordu Ayça, kaşları çatıktı. “Ben her gün Adnan’ın oğlu Bora ile ilgili şeylerden konuştuğunu, Bora’yı merak ettiğini ama bir türlü sormaya fırsat bulamadığını, Adnan’ı sıkmak istemediğini söyleyip durduğunu Zeliha’ya söyledim mi, Bayan Çolpan?”
Kaşlarımı kaldırarak Çolpan’a bakınca, Çolpan, “Ne?” diye sordu bana dik dik bakarak.
“Bu duyduklarım doğru mu, Bayan Çolpan?” diye sorduğumda Ayça ile aynı anda kahkahayı basmıştık.
“Bora’yı merak ediyorsam ne olmuş?” Çolpan kollarını göğsünün üzerinde toplayıp bize cins cins baktı. “Şöyle gülmeyi keser misiniz? Küçücük bir çocuğu merak ediyor oluşum mu battı gözünüze?”
“Küçük bir çocuk mu? Biz onun iki metrelik baba-” Ayça tam konuşmaya devam edecekken Çolpan, Ebu Cehil soyundan biriymiş gibi öyle ölümcül gözlerle baktı ki ona, Ayça aniden sustu.
“Senin için Bora’yı sorarım ama zaten Bora hakkında konuşmak için birbirinizin telefon numaralarını almamış mıydınız siz Adnan’la?” diye sordum imadan uzak, ciddi bir sesle. Yine de Ayça sırıttığı için az daha gülecekmişim gibi hissetmekten alıkoyamadım kendimi.
“Adnan biraz garip bir adam,” dedi Çolpan sakince. “Açıkçası ona mesaj atıp ya da onu arayıp bir şeyler sormak pek kolay gelmedi bana. Onu rahatsız etmek de istemedim. Eğer aklına takılan bir şey olsaydı sanırım o beni arardı, değil mi?”
“Bora’yı merak etmen, ona yazman ya da onu araman için gayet yeterli bir sebep bence, Çolpan,” dediğimde Ayça bana hak veriyormuş gibi başını sallayarak Çolpan’a baktı. “Adnan sana onu neden aradığını ya da neden ona yazdığını soracak kadar kaba birisi değil. Aksine, Bora’nın nasıl olduğunu seve seve seninle paylaşır.”
“Öyle mi dersin?”
“Öyle derim, Bayan Çolpan.”
“Ya Zeliha!”
“Hehe,” diye güldüğümde bana kötü kötü baktı.
“Şu sinir bozucu gülüş de nereden çıktı?”
“Hadi gitmem lazım benim, tutmayın beni,” diyerek ikisinin de omuzlarına çarpa çarpa yanlarından geçtiğimde arkamdan gülerek bakıyorlardı ama ben yüzüm onların bakışlarının sınırından çıktığı an derin bir nefes alarak yeniden surat asmaya başladım.
Bir taksi bulup, tesisin yakınlarında taksiden indiğimde ve kalan yola yürüyerek devam ettiğimde bile yüzümdeki asık ifade silinmedi. Tesisin beyaz duvarları beni içine aldığında Adnan hemen yanımdaydı, beni girişte karşılamıştı ve beyaz koridorda ilerlediğimiz sırada bana, “Nasılsın?” diye sormuştu, tam artık bayan kelimesinden kurtulduğumu düşünmüştüm ki, “İyi görünmüyorsun pek, Bayan Zeliş,” demişti.
Ona gülerek bakmış, zaman üzerimize serilmeden hemen öncesinde, “Bora nasıl?” diye sormuştum ve dudaklarına çizilen o huzurlu gülümsemenin içimdeki sıkıntıyı biraz olsun hafiflettiğini hissetmiştim.
“İyi. Sadece ara sıra…”
“Ara sıra?”
“Bayan Çolpan’ı merak ediyor olsa gerek. Dün resim defterine Bayan Çolpan Hanım’ın saçlarına benzer saçları olan bir kadın figürü çizmişti. Ona Bayan Çolpan’ı mı özledin diye sorduğumda da gözleri âdeta parladı. Onu çok sevmiş. Eğer müsait olduğu bir zaman olursa, Bora’yı sizin evinize getirebilir miyim? Belki birbirlerini görürlerdi.”
“Tabii ki de, Çolpan da çok mutlu olacak. Birkaç gündür Bora’yı merak ediyormuş ama seni rahatsız etmemek için arayıp soramamış.”
“Ne rahatsızlığı?” diye sormuştu Adnan yüzünde saf bir şaşkınlıkla. “Beni istediği her saat arayabilirler.”
“Öyle mi?” diye sorduğumda, neden bunu sorduğuma anlam veremiyormuş gibi sadece, “Öyle,” demişti.
Zaman, gökyüzünden yeryüzüne düşen bir kar tanesi gibi tam ortamıza düştüğünde, şimdi tamamı boydan cam olan duvarın önündeydim, ikiye ayrılan koridorun tam ortasında duruyordum ve arkamda da geriye doğru uzanan karanlık bir koridor vardı.
Küçük Simi’nin seslerini duyuyordum, devamlı havlıyordu, sanırım askerlerden biriyle oynuyordu. Bakışlarımı omzumun üzerinden sol koridora doğru çevirdim ve koridorun sonundaki odaya baktım. O odanın arkasında Muşta’nın olduğunu bilmek duraksamama neden oldu.
Bu gece her şeyi öğrenecekti ve belki de bugün onun son aydınlık günü olacaktı.
Yarın daha karanlık bir güne uyanacak, o karanlık günün içinde bir ateş gibi yanarak kendi ateşiyle aydınlığı tekrar sağlayacaktı.
Gurur, kamuflajı ve üzerinde yalnızca beyaz bir tişörtle arkamda belirip çenesini başımın üzerine koyduğunda, gözlerim yeniden cama çevrilmişti ve karlı dağları arkasına alan cama düşen yansımamız, gözlerimdeki boşluğa tutunmuştu.
“Benim küçük leydim beni mi görmeye gelmiş?” diye fısıldadı, dudakları fısıltısının hemen ardından saçlarımın arasına süzüldü ve zihnime yayıldığını hisseden bir öpücüğü başımın üzerine bıraktı.
“Hem öyle…” Yavaşça ona doğru dönüp kollarının arasına girdim, kollarımı onun ince beline sararak çenemi göğsüne yasladığımda gözlerini indirmiş bana bakıyordu. “Hem de değil.”
“Ne demek değil? Yangın var diye çığlık atayım istiyorsan tamam, öyle olmasın o zaman.”
“Salak,” diyerek güldüm ama gülüşümün ne kadar zayıf olduğunu fark edince kaşlarının ortasında şüphe dolu bir yarık genişledi. “Muşta’nın yanına geldim.”
“Neden?” diye sorarken çenesi kasıldı, sanırım nedenini biliyordu.
“Cenan bu akşam ona her şeyi anlatacak.”
Söylediğim şey, akrebin yelkovan tam üzerinden kayacakken onu sokup felç etmesine neden oldu. Donmuş bir zamanın içinde asılı kalan iki farklı saat kadranı gibi birbirimize bakakaldık. Bunun olmasını başından beri istiyor olsa da şimdi bunun gerçekliğe dökülecek olması, tıpkı benim gibi onu da endişeleniyordu.
Korktuğu Muşta’nın öğrenecek olması değildi, korktuğu Muşta’nın yıkılışına şahit olmaktı.
“Seni buraya Cenan mı yolladı?”
“Zaten gelecektim, seni görmek istiyordum. Yener de akşam gelmeyince onu da merak ettim. O nerede?”
“Gece tesise gelmemiş, sabah gelirken arabasını dağ kenarında gördüm. Muhtemelen tesise çaktırmadan döndü, arabasını aldı ve dağda bir yer bulup arabanın içinde uyudu,” dedi Gurur sıkıntılı bir nefesin hemen arkasından.
Sessizce, “Anladım,” diye mırıldandım.
“Bugün bu iş hallolsun, Yener’in de bir şeyi kalmaz merak etme,” dediğinde ona baktım.
“Peki ya Muşta?”
“O, tüm şu arkandaki dağlardan,” dedi çenesiyle arkamda kalan dağları işaret ederek, “daha güçlü, daha yıkılmazdır.”
“Dağları da yıkacak bir deprem illaki vardır, Gurur.”
“O deprem bu gece olmasın,” dedi Gurur sadece, sonra sustu.
Sessizliğinin beni daha çok yaraladığını hissedip yanağına dokundum ve “Kayıp giden zamanı geri getiremez belki ama bu geceden itibaren her gün, Dide ile birlikte olabileceği yeni bir gün olacak,” diye fısıldadım.
Gurur, gözlerime sessizliğiyle örülü bir cevap bıraktı. Öyle olmasını umut ettiğini anladım, ben de öyle olmasını umut ediyordum. Sessizce Gurur’un kollarının arasından çıkıp kaderin bizi sürüklediği geleceğe, yani Muşta’nın odasına doğru baktım. O gelecek orada beni bekliyordu ama bir gelecek oluşundan bile haberi yoktu.
Kollarımı bedenime sardığımda Gurur bedenime izlerini bırakan çaresizliği gördü ve böyle bir çaresizliğin ortasına düşmüş oluşumdan nefret ederek bakışlarını benden uzağa taşıdı.
Tamamen odaya doğru çevirdiğim bedenim, tam da bu noktadan yardım çığlıkları atarak kaçmak istiyordu ama kaçamazdım. Geçmişle yüzleşecek olan kişi ben olmasam da geçmiş bana aitmiş gibi korkutuyordu beni. Ağır adımlarla Muşta’nın odasına yürümeye başladığımda Gurur arkamda, onu bıraktığım yerde kaldı ve ben yürüdüm, Muşta ile Cenan’ın geçmişine yürüdüm, o geçmişin bir parçası olmak için o kapıya tıkladım ve Muşta’nın sesi beni o geçmişin içine çekti.
“Yüzleşmek zorunda olan ben değilim, o zaman neden böyle çok korkuyorum?” diye fısıldarken elim kapının tokmağında duruyordu.
Cenan’ın korkularını, omuzlarıma bana ait olmayan ama üzerime tam oturan bir palto gibi atmıştım. Kapı açıldığında geçmiş bir dalga gibi bedenime çarptı ve beni arkasında bırakıp hızla koridora yayıldı.
Muşta oradaydı, masasının arkasında oturmuş, önünde duran laptopun klavyesindeki harflere basıyordu. İçeri ilk adımımı atmamla, çivit mavi gözler klavyeden ayrılarak havaya kalktı ve bedenime tutundu. Nefesimi tuttum, arkamı dönüp kaçmadan önce düşünmek için ne kadar zamanım vardı?
Bir adım daha attığımda beni kahreden gülümsemesi yüzünün sınırlarını ateşe verdi. O bana gülümsedi, ben daha da yandım. O bana gülümsedi ve ben ona ihanet etmişim düşüncesiyle yeni bir cehenneme adım attım.
“Zeliş,” derken bilgisayarı kenara çekmişti. “Gurur’u görmeye mi geldin?”
“Hem onu hem de seni görmeye geldim, Basri abi,” dediğimde gülümsemesi daha da derinleşti. Yüzüne çizgiler yaratan o gülümseme, bu gece sonsuza dek karanlığa batar mıydı? Oysa o gülümserken insan kendini çok güvende hissediyordu.
Hakan Basri Şenkaya, insana güven veren, sırtını yaslayabileceği bir dağ gibiydi.
Gözlerim daldığım düşünceleri yırtarak yavaşça Basri abinin gözlerine mıhlandığında, aramızda çok küçük bir sessizlik yaşandı. Sonunda tam karşısında durduğumda ise o sessizliğin yerini Basri abinin meraklı bakışları almıştı. Çivit mavisi gözleri odasının camından içeri sızan kar ışığının da vurmasıyla şimdi gökten açık görünüyordu.
“Zeliş,” dedi bana bakarken, kaşının biri hafifçe havaya kalktı ve sesindeki sorgu elimin ayağımın buz kesmesine neden oldu. “Bir sorun mu var, güzelim?” diye sorarken sesi sertleşmişti. “Gurur mu canını sıktı? Gidip falakaya yatırayım onu.”
“Hayır, Gurur bir şey yapmadı,” dedim, daha sonra ne diyeceğimi bilemeyerek sustum ve söyleyeceklerimi zamanın kollarına emanet ettim. Her bir saniye beni söyleyeceklerime bir adım daha yaklaştırırken Muşta’nın gözlerindeki sakinlik de iyiden iyiye kaybolmuştu.
“O zaman canını sıkacak başka bir durum mu var?” Bir an durdu ve “Bu arada evdeki son durum nasıl?” diye sorunca duraksadım. “Petekler pek iyi ısıtmıyordu. Ev sahibinizle konuştum, çözeceğini söyledi.”
“Sorun çözüldü, abi. Teşekkür ederiz,” diye fısıldadım ve vicdanım bir büyük adım daha atarak kalbimin üzerine basıp nabzımı ezdi.
“İyi, şükür. Aklım kalmıştı.” Parmaklarını çıtlatıp, “Otursana,” dediğinde başımı iki yana salladım ve bu hareketim onu duraksattı. “Bana söylemek istediğin ama söyleyemediğin, seni kıvrandıran şey ne, güzelim?” diye sordu sakince. “Anlat bana, bir çaresini bulayım.”
Bana böyle bir abi, bir baba gibi şefkatle yaklaştığı sürece hayatım boyunca vicdan azabı çekecekmişim gibi hissediyordum.
“Ben buraya kendimle ilgili bir şey için gelmedim,” dedim yavaşça, sesim kendime yabancı gelmişti. Sesim, Muşta’ya bile yabancı gelmiş olmalıydı.
Sesinde gizlemediği bir sorguyla, “Kimin için geldin öyleyse?” diye sordu.
Tek nefeste, “Cenan için,” dediğimde, mavi gözleri bir bıçak oldu, ben de karşısında duran geçmiştim ve o bıçak içimden geçmişti.
Geçmiş buradaydı, odanın içindeydi. Geçmiş bendim. Çivit mavisi gözler ise o geçmişin içinden geçerek geçmişi kana bulayan bıçaktı ve şimdi yere damlayan kan, onu içine çeken anılardan sadece bir tanesiydi. Gözlerimin içine baktı ve sonra sanki yere damlayan kanı görmüş gibi yere çevirdi gözlerini. O kan damlasının içinde oynayan anıya kapılmak istemiyor gibi yeniden gözlerime baktığındaysa sadece sustu.
“Bu gece seni Süleyman Demirel heykelinin altındaki caddeye çağırıyor,” dedim, geçmiş sesimi kullanan bir anı gibi yüzüne çarptı; o anıda o caddedeydiler, geceydi ve birlikteydiler, bugünden çok uzaktaydılar ama onları bekleyen gelecekten kaçamazdılar.
“Bana bir saat söylemediğine göre sen hangi saatte olduğunu biliyorsundur,” diye fısıldayarak devam ettiğim cümle bir anının daha suyun yüzeyine ölü şekilde çıkmasına neden oldu. O anıyı göremedim ama Muşta’nın gözlerine düşen yansımalarda o anının cenazesini görebildim.
Muşta hiçbir şey söylemedi. Ne gideceğini söyledi ne de sorular sordu. Cenan haklıydı, nedenini sormayacak demişti ve sormamıştı. Peki Cenan diğer söylediklerinde de haklı mıydı? Muşta için Cenan’ın gel demesi yeter miydi? Muşta gerekirse hayatını, canını, kalbini oturduğu masanın üzerinde bırakıp Cenan’a gider miydi?
Geçmiş gibi geri çekilmeye başladığımda anılar yere saçılmış kan damlaları gibiydi. Ben odadan geçmişle birlikte çıktığımda bile anılar odada kalmaya devam etti ve Muşta için hiçbir şey geçmedi.
CENAN KAPLANER
Saklamamıştım. Sadece söyleyememiştim. İkisi aynı şeyler değildi. Benim kalbimi küle çeviren biliyordum ki onun kalbini tek parça bırakmamıştı ama söyleyememiştim işte, gizlemek değildi benimkisi, sadece bazı şeyler kelimelerin altından kalkamayacağı kadar ağırdı.
Kar taneleri saçlarımın arasına tutunmaya başladı ama hissettiklerim kalbime tutunamadı. Düşmeye başladıklarını hissettim. Kelimelere dökemedim onları, her zaman olduğu gibi sustum çünkü susmayı bana Hakan’ın aşkı öğretti ve ben o aşkın alevlerini suskunluğumun odunlarıyla besledim.
Her daim kalbimde savrulan o alevlerin sahibi karşımda duruyordu.
Isparta’nın sokak lambaları geceyi aydınlatmaya yetmiyordu, Isparta’nın soğuğu, içimden yükselerek ona sıçrayan alevleri söndürmeye yetmiyordu; ellerim bileklerime bağlıydı, bileklerim ona dokunmak için yanıyordu ama ellerim ona uzanmıyor, parmaklarım ona dokunmaya yetmiyordu.
Bazen sevmek yetmiyordu.
Ellerini paltosunun geniş ceplerine koyduğunu gördüğümde ne düşündüğünü merak ettim. Hissettiklerinin ne olduğunu, ellerini neden gizleme gereği duyduğunu, neden ayrı durduğumuzu. O da aynılarını mı düşünüyordu? Yoksa elleri bana uzanmaya yetmediğinden mi ellerini gizliyordu?
Bir adım atarken, “Neden buradayız?” diye sordu, sorusunun her bir harfi kalbimde dik duran bir bıçak gibiydi ve her bir duygu o bıçağa saplanıp kan leş asılı kalıyordu.
“Çünkü konuşmamız gerekenler var,” dedim, cümlemin sonuna ismini yerleştiremedim. İsimlerinden hiçbirini dilimin ucunda diriltemedim.
Sanki yıllar önce benimle birlikte ismi de gömülmüştü. Bir mezarın içinde ben ve ismi yatmıştık, bir mezarın içinde ben çürümüştüm de onun ismi nasıl böyle dipdiri kalmıştı?
Gözlerinin mavisi karanlığı deşti, gözlerini gözlerimden çekmediği için deşilen sadece gece olmadı; gözleri beni de kan leşe çevirdi.
Bir süre her şey üzerine yıkılmış gibi karşımda durdu, taşımakta zorlandığı yükleri vardı ve o yükleri benden başkasına hiç göstermemişti.
Yıllar ondan her şeyi almış olabilirdi, belki aşkımı bile almıştı, belki kalbi bana karşı bomboş ve kurak bir iklimdi artık ama yüklerini bana gösteren tarafını kaybetmemişti. Hâlâ yorgun yanını ilk bana gösteriyordu.
Sonunda, “Seni dinliyorum, Cenan,” dedi, ismimin dudaklarından kayıp gidişi, bir ömrün bir aşk uğruna zamanın içinden kayıp gidişi gibiydi.
Gözlerinin içine her nasıl baktıysam, dişlerini öyle bir sıktı ki, güzel yüzü eski bir anıda kafamın içine kazılı kaldığı andaki gibi kemiklerle doldu.
Artık onun canı değildim, cananı değildim, gözünün nuru değildim. Dide’si değildim o gözlerin. Ama bizim bir Dide’miz vardı.
Ben artık o gözlerin hiçi olsam da, o canın hiçi olsam da, canan ölmüş olsa da, Cenan bu gece bir nefrete dönüşecek olsa da artık onun bir Dide’si vardı.
İsmimle mi yüzleşmişti?
Ben neden onun ismiyle bir türlü yüzleşemiyordum?
Şimdi onu paramparça edeceğimi bile bile ben nasıl her şeyi ona söylerdim, ona bunu nasıl yapardım? Ona yıllarca taşıdığım ve hamalı olduğum bu yükü nasıl tek seferde verir, onu nasıl kötürüm ederdim? Ben bu yükle yaşamaya alışmıştım, o ne yapacaktı? Nasıl alışacaktı? Benim yıllara yaydığım o acıyı, bir gecede nasıl olacaktı da kalbine alıp içinin en derinlerine koyacaktı?
“Hiç düşündün mü?” Sorum gözlerinin derinliklerindeki anlamları ateşe verdi. Sanki neyi sorduğumu biliyormuş gibi bakıyordu gözlerime. “Neden bittiğini, hiç düşündün mü?”
“Bu soruyu bana şimdi mi soruyorsun?”
Sesi kurşundan daha hızlı saplansa da kurşun gibi kana bulamadı beni. Delmedi, geçmedi. Gidemedim ondan. Giden ben değildim, bedenim gitmişti, ruhum onda kalmıştı, közüm onun alevleri söndüğünde bile onun kalbinde yanmak için bir nefes beklemişti.
Benim közüm hiç sönmemişti, gözümün yaşı hiç dinmemişti.
“Sen bana hiç sormadın, o yüzden şimdi ben sana soruyorum. Senin yerine soruyorum,” dedim, adını yine zikredemedim, bunu fark ettiğinde asırlar boyu âşık kalacağım mavi gözlerini kıstı. İsminin içimde hâlâ yanan bir köz parçası olduğunu anladı, isminin içimde hâlâ ruhumu örten bir mezar toprağı olduğunu anladı; belki ona hâlâ deli divane âşık olduğumu da anladı.
“Ne istiyorsun benden, Cenan?” Bir an sadece asıl istediğimi söylemek istesem de o susmadı, gözlerinde paramparça bir geçmişle, “Bir dağ yandı içimde, sen beni söndüm mü sanıyorsun?” diye sordu sessizce.
“O dağ küle döndü dediler,” diye fısıldadım.
“Dağ küle döndü, Cenan, sen içerimde hâlâ yanıyorsun.”
Bir adım atmak için ayağımı kaldırdığımda gözlerime tutunan gözleri o adımı da görmüş olacak ki elini kaldırdı, avucunun içine baktım ve o kader çizgilerinde hâlâ yaşayıp yaşamadığımı merak ederken adımımı atamadan yere indirdim.
“Atma işte o adımı bana,” dediğinde gözlerimin içine dolan yaşları görmemesi için dişlerimi sıktım. “Lan sana yalvarıyorum, ne olursun, ne istediğini söyle, sonra bırak gideyim.”
“Neden gittiğimi sor.”
“Sen beni bu şehirde bıraktın gittin, ben bu şehirde içimde seninle kaldım. Sor deme, soramam. Yapamam. Yüzleşemem. Hiç yüzleşmedim, bırak yüzleşmeyeyim. Dağların şehrindeyiz ama tüm dağları öyle bir ateşe verdin ki sen, artık yanabilecek bir ben kaldım. Dağların şehrinde küle döndürdün tüm dağları, yakacak dağ kalmadı.”
Her bir kelimesinde kalbimi ayaklarının altında toza çevirdi. Durmadı, içime işledi, bir alev gibi içimde ilerledi, Isparta’da yakabileceği dağ kalmadı diye mi benim içimi ateşe verdi?
“Hakan,” dedim sonunda dilimdeki mührü kırarak. Gözlerini öyle bir yumdu ki, sokağın öteki ucunda bir sokak lambası söndü, karanlık çoğaldı ama nedeni sokak lambasının sönmesi değildi, Hakan’ın gözlerini kapatmasıydı.
Sonunda o adımı attım ve Hakan’ın, Dide’nin de ondan aldığı mavi gözleri açıldı. O gözler, yüzünün ortasında bir kurşun yarası gibi açıldı. Titreyen ellerimi birbirine yaklaştırıp parmaklarımı birbirine geçirdiğimde şimdi kurşun yarası ellerimdeydi, bakışlarının ağırlığı titreyen ellerimi yakıp geçerken gözlerimi yere indirdim.
“Hakan, o geceyi hatırlıyor musun?”
“Cenan.”
“Hakan, o gece olanları hatırlıyor musun?” Hâlâ yere bakıyordum ama yerde gördüğüm kaldırım taşı değildi, yerde gördüğüm o geceydi, o gecenin içinde olanlardı, o gece tesisten çıkan tabut bana aitti ama ceset tesiste, onun odasında kalmıştı.
Zeliha’nın yaşlarındaydım, belki ondan bile küçüktüm, kül sarısı saçlarımla gözlerimden akan yaşları saklamaya çalışıyordum. Hakan durmadan, “Canım,” diyordu. “Cananım.” Gitme demiyordu, sessizlik odanın içinde bakiydi ama kalp atışlarımız odanın içinde ardı arkası kesilmeden patlayan mayınlar gibi alev alıyordu.
Bana bir adım attı, ondan bir adım geri gittim ve zaman o an bizim için durdu.
Birbirine aslı duran avuçlarımın arasındaki kalem tam ortasından kırılıyordu.
Hakan biliyordu, o an, bittiğini biliyordu.
O gece olanlar bir girdap gibi geçmişin içinden geleceğe doğru yaklaşırken gözlerimi kaldırdım ve bu karanlık kış gecesinde, yıllar sonra karşısında yeniden aynı kız çocuğu gibi hissettiğim adama baktım.
Bu kez kül sarısı saçlarım gözyaşlarımı saklamadı.
Hakan gözümden düşüp yanağıma kayan o gözyaşı damlasını gördü.
“Hakan, biliyorum. Beni hep sevdin. O gece gitmeyeyim istedin. Ama Hakan, neden gelmedin? Neden bana bir kez bile neden demedin?”
“Canan,” diyecekti ki gözlerimi kaldırıp gözyaşları içindeki yüzümle ona baktım ve hâlâ cananı olduğunu fark ettiğimde artık gözyaşlarımı daha net gören gözlerinde sadece ızdırap vardı.
“Arkamdan gel diye gitmedim ben,” diye fısıldarken gözlerimden akan yaşlar umurumda değildi, bir tuğla gibi yüzümün önüne ördüğüm o ifadesizlik duvarı artık yıkılmıştı ve ben onun karşısında yeniden o küçük kız olarak duruyordum. “Ama arkamdan gelseydin, ben sana geri dönerdim.”
Bana doğru bir adım attı ama bu kez o gece olduğu gibi bir adım geri gitmedim. Olduğum yerde durdum ve ona baktım; birleşik duran avuçlarımın içinde bir kalem yoktu ama olsaydı da kıramazdım.
Yenilmiştim. Geçmişime yenilmiştim, Hakan’a yenilmiştim, bir zamanlar olduğum o küçük kız çocuğuna yenilmiştim.
“Gelemezdim,” diye fısıldadı, o an gözlerimin içinde alev gibi yükselen gözyaşları şiddetli lavlar gibi yüzüme yayıldı. “Cenan,” dediğinde zaman durdu. “Yemin ederim o adamın baban olduğunu bilmiyordum.”
Bir an kalp atışlarım durdu. Biliyordu. Artık o adamın babam olduğunu o da biliyordu.
Gözlerimden şiddetle akmaya devam eden yaşlara katlanamıyormuş gibi, “Affetmeyeceksin biliyorum,” dedi, affedemeyen ben değildim, o olacaktı ama ağladığım sadece o değildi; ağladığım içinde yandığımız o geçmişti. “Ama yemin ederim bilmiyordum.”
“Babam olduğunu ne zaman öğrendin?” diye sorduğumda gözlerini yere indirme sırası onundu.
“Suçsuzluğu kanıtlandığında üzerine çalınan kara kalktı ve asıl sicili o zaman öğrenildi. Bize verilen kimlik bilgilerindeki adam o değildi, o sadece bir maşaydı ve…”
Suçsuzluğu.
Suçsuzdu. Babam suçsuzdu. Hiçbir şey diyemedim. Öfke hissetmeliydim belki ama hissedemedim, acı hissetmeliydim belki ama ben zaten her Allah’ın günü acıyı hissediyordum. Babam suçsuzdu. Kafamın içinde daima bir soru işareti vardı ve işte şimdi o soru işareti onun avuçlarının içinde tuzla buza dönmüştü. Bana neden gelemediğini anladım, kalbim ortadan ikiye yarıldı ve kalbimin bir yarısı bizim için, bir diğer yarısı babam için yas tutmaya başladı.
Gözlerini kaldırıp bana yalvaran gözlerle baktı. “O gece beni bırakacağını biliyordum. O gece sana verdiğim acıyı biliyordum, seni durdurursam ömür boyu bana canımın canını aldığımı söyleyen kara gözlerle bakacağını biliyordum.”
“Gitmeme izin verme sebebin bu muydu?” İşte bu sorudan sonra gözlerimin içine acı saçarak baktı.
Baktım. Babamın katiline, terk edip gittiğime, kızımın babasına, gönlümün bir daha hiç kapanmayacak o yarasına…
“Onu yok ettiğimi bilmene rağmen yanımda kaldın,” dedi. “Gerçeği öğrendiğimde yanımda olmanın senin için ızdırap olduğunu anladım. Her şeye rağmen yanımdaydın ama o gece gözlerini benden sakladığında, artık kalmayacağını biliyordum. Onca zaman ben hiçbir şeyi bilmedim, sen bildin ama yanımdaydın. O gün öğrendiğimde, gecesi ayaklarına kapanacaktım, ayaklarını öpecektim belki ama kalemi kırdın. Seni tutmadım. Tutmak haksızlık olacaktı. Seni de yok etmek istemedim. Babanı yok ettiğim gibi, seni de yok edemezdim.”
“Beni benim için durdurmadın,” dediğimde, “Seni paramparça ettiğim için durdurmadım,” diye fısıldadı.
“O gece bir silah isteseydin benden, nedenini sormadan sana uzatırdım, alnımı o silahın namlusuna yaslardım, tetiği çekene kadar öyle kalırdım. Ama seni durduramazdım, Cenan. Kolunu kanadını kırdığım bir insanı sırf aşkıyla ölüyorum, içerimden söküp atamıyorum diye kalmaya zorlayamazdım.”
“Tüm hayatımı senden intikam almak için geçirdiğimi düşündün,” diye fısıldadım yakıcı bir farkındalıkla. Oysa ben, tam şu an, artık gerçekleri biliyor olmama rağmen senden intikam alma isteğiyle bir an olsun yanmıyorum, karşımda olduğun gerçeğiyle yanıyorum, diyemedim.
“Gurur’un peşine boşuna düşmediğini biliyordum,” dedi ve gözlerimiz birbirine yeniden saplandı. “Hep duydum, ne kadar iyi bir avukat olduğunu duydum. Ve bir gün beni yok etmek için geleceğini bildim. Beni seviyordun Cenan ama senin kalbine beni yok etmene değecek bir neden eken bendim.”
“Buraya Gurur için, o dava için, seni mahvetmek için dönmedim,” dediğimde gözlerim onun yüzündeki ifadeyi görmemek adına tekrar yere indi. “Ben buraya…”
“Sen buraya ne için döndün?”
Gözlerimden akan yaşı durdurmak için gözlerimi yumduğumda gözyaşı daha hızlı aktı çeneme. “Peşime düş diye geldim,” dedim. “Arkamdan gelmedin, neler oldu bilmedin. Önüne geleyim de beni gör istedim. Önündeyken belki arkamdan gelirsin diye geldim. Babamın suçsuz olduğuna mı sevineyim şimdi ben? Yoksa suçsuz babamın kanı elinde diye kendim mi öldüreyim ben? Ne yapayım ben? Bak, yine geldim. Sen gelmedin, ben geldim. Sen gelmedin. Ben geldim.”
“Hakkım yoktu hayatını kurcalamaya.” Bana bir adım daha attı, sesinin titreyişi zihnime, o gece bana bakan çivit mavisi gözlerin içinde parlayan ama asla akmayan gözyaşlarını hatırlattı. “Ama sen bana bir kez gel deseydin, geldiğim yerde beni vurup öldüreceğini bilsem, ben sana koşarak gelirdim.”
“Neler oldu hiç bilmedin.” Başımı önüme eğmeden önce son kez gözlerinin içine baktım. “Giderken ne şekilde gittim bilmedin. Giderken yanımda neyi götürdüm, bilmedin.”
“İçimi götürdün,” dedi ve gözümden bir damla yaş kaldırım taşına damladı.
“Canını götürdüm,” dedim.
Sen benim canımdan canı aldın, ben yanımda senin canınla gittim.
“Cenan.”
“Hakan, o tesisten giderken yalnız değildim.”
Çeneme dokundu, dokunuşu kıyamet gibi üzerime çöktü. Kafamı kaldırıp ona bakmamı sağladığında, “Ne demek bu?” diye fısıldadı.
Parmaklarına akan gözyaşlarımla onun tam gözlerinin içine baktım.
“O tesisten giderken ben hamileydim.”
Gözleri gözlerimde, gözyaşlarım parmak uçlarında öylece birbirimize bakarken sanki etrafımızda devam eden hayat bir kameraydı, hızla çevremizde dönüyordu.
Geçmişin derinliklerinde, tesisteki o odanın içindeydik ve tüm camlar patlamış, tesisteki tüm ışıklar sönmüş, dağlar yıkılmaya, tesisin duvarlarında yarıklar oluşmaya başlamıştı. Parmakları hâlâ çenemdeydi ama tutuşu öyle zayıftı ki, sanki çenem onun dayanağıydı ve bana dokunmayı kestiği an dizlerinin üzerine düşecekti.
Bir gözyaşı damlası daha gözümün didesinden kopup bir köz parçası gibi yuvarlanarak onun parmak ucunu yaktı.
“Hamile miydin?” Sesinin kemikleri kırıktı, sesi bir romandı ve o romanın sayfaları yanıktı. Parmağı kayıp giden bir yıldız gibi boşluğa düştüğünde gözlerimi yumup hıçkırığımı yuttum. Boşluğa düşmek üzere olan elini iki avucumun içine alarak tuttuğumda o ellerdeki cansızlığı hissettim.
“Bilmiyordum,” diye fısıldadım, sesim paramparça çıksa da görüyordum ki hiçbir şey benim onu parçaladığım gibi beni parçalayamazdı. “Yemin ederim çıkıp giderken karnımda kızımızı taşıdığımı bilmiyordum.”
Gözleri birden inmek üzere olduğu yerin virajından dönerek gözlerime taşındı. Göz bebeklerinde yansımam vardı ve o yansımanın sular altında kaldığını gördüm.
Hakan’ın gözlerine yaşları seren bu gerçek, beni o yaşların okyanusunda boğmaya başladı.
“Kızımız mı?”
Birden elini geri çekince kalbimde bir çatırtıyla ona doğru bir adım attım ama o el, benden ayrıldığı an yumruk olarak dudaklarına gitti. Burun delikleri genişledi, gözleri katran gibi karardı, dolu gözlerle derin soluklar alırken yumruğu ağzına yaslı duruyordu. Bir adım geriye doğru sendeleyip başını sağa sola çevirdi, boşlukların her birine bir duygu düşürdü gözlerinden. Ama yumruğunu dudaklarından çekemedi.
Sanki çekse öyle bir haykıracaktı ki, sadece dağlar değil, Isparta yanacaktı.
Ellerim havada asılı kaldı ama ona dokunamadım.
Oysa ben, o babamın katili bile olsa, ondan elimi çekemezdim. O benden çekti. Kızamadım. Ona neden biraz olsun kızamadım?
Boğazının derinlerinden yükselen o nefesin sesi beni öldürdü. Başını tekrar sağa sola çevirdi, yan dönüp geçip giden arabalara bakarken yumruğu hâlâ dudaklarındaydı, öyle sık nefesler alıyordu ki, öyle sarsılmış görünüyordu ki havada asılı duran ellerim ona dokunamadı.
Birden donup kaldı. Hareketleri durdu, bakışları durdu, dudaklarına yaslı yumruk çözüldü ve eli boşluğa düşerken bomboş gözlerle geçip giden arabalara bakmaya başladı.
“Dide,” dediğinde neredeyse dizlerimin üzerine düşecektim. “Dide.”
“Haka-”
“Dide,” deyip yutkunduğunda, o yutkunuşun sesi beni sessizliğin mezarına diri diri gömdü. Elini tekrar kaldırdı ama bu kez eli göğsüne kadar çıkamadı, yeniden boşluğa düştü, bedeni kimsenin göremeyeceği, benimse görmememin imkânsız olacağı şekilde ileri geri sendeliyordu. “Gözümün nuru dedim sana, bıraktın gittin beni, nurumu aldın benden,” diye fısıldadı. “Sen gözümün bebeğini de mi götürdün?”
“Bilmiyordum,” diye fısıldadım acıyla, bir soru nasıl olurdu da yüreğimi söküp alırdı benden?
“Böyle mi aldın intikamını?” diye sordu ve bu soruya kızamadım bile; çünkü bu soruyu hak ediyordum, şu andan itibaren her şeyi hak ediyordum.
Ama ben ondan bir kez olsun intikam almayı düşünmedim.
“O gece o odadan çıkıp gidişini izlerken beni vur istedim senden çünkü hiçbir kurşun, bana o gece açtığın yaradan büyüdüğünü açamazdı. Beni o gece öldürsen, kapıdan çıkıp gidişini izlerken öldüğüm gibi öldüremezdin. Madem bir intikam alacaktın benden, niye vurmadın beni? Seni bilmeden yaraladığım yerden, Cenan, sen beni bilerek mi parçaladın?”
Son soru bir insan oldu da elleri boğazıma sarıldı sanki.
“Senden intikam almayı düşünmedim bile, yemin ederim düşünmedim bile,” desem de bana doğru dönüp bakmadı bile.
“Cenan.”
Çenesi keskinleşti, dişlerini sıkarak omzunun üzerinden bana bakmadan önce bir dakika boyunca bekledi. Sonunda bana baktığında gözleri enkazına bakan biri gibi değil, onu enkaza çeviren kişiye bakan biri gibi bakıyordu.
“Şartları eşitlemek istediysen diye söylüyorum, Şarapnel Parçası. Şartlar eşit değil. Sen beni hükmen mağlup ettin.”
Arkasını bana döndü, o an sandım ki tüm dünya bana arkasını döndü. O an tanrı bile bana arkasını döndü. Düşük omuzlarla sırtı bana dönük öylece duruyorken, “Bilmiyordum dedin,” diye fısıldadı. Bağıramadığı için mi sesi böyle çok boğuk geliyordu? “Dokuz ayın hiçbir günü bilmedin mi? Dokuz senenin hiçbir günü mü bilmedin, Cenan?”
İşte bu, parçalanmış bir adam olarak benden uzaklaşmaya başlamadan önce bana sorduğu son soruydu.
“Lütfen! Yalvarıyorum, Hakan, ne olursun!” diye bağırdım arkasından hıçkıra hıçkıra ağlarken. “Seni görevde sanıyor, ne olursun ona geri dön!”
Ne olur bize geri dön.
Her şeyi unuturum, kalbimin yarısını unuturum, yarım bir kalple bile yaşarım ama sen olmazsan, kalbimin tamamı kaybolmuş olur.
Bir cevap alamadım.
Isparta’nın soğuk ve karanlık sokağında öylece durmuş onun gidişini izlerken belki de dokuz yıl sonra ilk kez bağırarak ağlıyordum ama tek bir an bile durmadı, yavaş adımlarla giderken bir defa bile arkasına bakmadı.
ZELİHA ÖZDAĞ
Üç karanlık gecenin ardından bu gecenin sonunda güneş doğacak mıydı yoksa ay, gökyüzünde asılı kalacak ve sonunda doğmayan gün yüzünden kendini ateşe verecek miydi merak ediyordum.
O karanlık gecenin ardından iki karanlık gece daha üzerimize devrilmişti ama Muşta’nın ne telefonlarına ulaşabiliyorduk ne de ondan bir iz bulabiliyorduk. O üç karanlık gecenin hiçbir sabahında Cenan’ı fakültede görmedim, kapısını çaldığımda kapıyı bana abisinin eşi olduğunu öğrendiğim o yabancı kadın açmıştı ve her birinde beni kapıdan çevirmişti. Dide, her kapıya dayanışımda o yabancı kadının bacağının arkasından beni izlerken sanki bir şeyleri hissediyor gibi gözleri dolu bakmıştı gözlerimin içine.
Tüm askerler dört bir koldan Muşta’yı arıyorken, Yener sadece, “Onu rahat bırakın,” diyordu. “Geri dönecek ama şimdi değil.” Hiçbir şeyi bilmeyen ekip için bu cümlelerin hiçbiri durmalarına yetecek cümleler olmadığından aramalar devam ediyordu.
Koltukta oturmuş, Gurur’un salonun ortasında volta atarak kulağına dayadığı telefona saydırdığı küfürleri dinlerken yüzümde buz kesmiş bir ifadesizlik vardı.
Gurur durmadan, “O anasını siktiğimin dağ evinde de mi değil yani?” diye sorduğunda, Yener kalçasını yasladığı masadan uzaklaşıp Gurur’a doğru ilerledi. Gurur’un elindeki telefonu almaya çalıştığında Gurur, öfkeyle telefonu havaya kaldırdı ama Yener ona öyle büyük bir kinle baktı ki, Gurur bile bir an duraksadı.
Yener, Gurur’un telefonunu elinden alıp kendi kulağına yaslarken, “Vural,” dedi sertçe. “Çıkın birader adamın evinden. Kafasız mısınız lan siz? Size adamı rahat bırakın demedim mi oğlum ben?” Bir süre karşı tarafı dinledikten sonra, “Muşta’dan dinlersiniz neyin ne olduğunu, siktirme bana şimdi anahtarını, adresini. Çıkın şuradan,” dedi sertçe. “Nereye gittiyse gitti lan, sümük gibi yapışmayın adama.”
Gurur, “Neden bu kadar sessiz?” diye sordu âdeta tıslayarak, Yener telefonu kapatıp Gurur’un karnına telefonu sertçe vurduğunda ortamın gerildiğini hissettim.
“Rahat bırakılmak istiyor, Gurur. Benim gibi bir adam bile anlıyor da sen nasıl anlamıyorsun? Neyin içine düştüğünün farkında değil misiniz? Manyak gibi peşine düştünüz, peşinde ajancılık oynuyorsunuz. Ne bekliyordun, öğrendiği şeyden sonra karşımıza oturup bir şey yokmuş rolünü yapmasını mı? Adama nefes alabileceği alan tanıyın lan.”
“Dönen dümenin ne olduğunu anlatacak mısınız artık?” diye soran Adnan’dı. Yener’in önünden ayrıldığı masanın başındaki sandalyeye oturmuş, ölümcül gözlerinin hedefi hâline gelen ikiliye bakarken sabrının sınırlarında olduğu her hâlinden okunuyordu.
Simge ve Ayça ellerinde birer fincan kahveyle salona girdikten bir süre sonra Çolpan da elinde iki fincan çay ile içeri girmişti ve bu süreçte Adnan’ın alamadığı yanıtlar, Adnan’ın öfkesini tetiklemeye başlamıştı. Çolpan çaylardan birini Adnan’ın önüne bıraktı ama Adnan’a bakmadı, onun çaprazındaki sandalyeye oturup kendi çayının içine bir küp şeker attı, karıştırırken ortamdaki gerginlik onu tedirgin etmiş gibi sadece çayını izliyordu.
Ayça konuya tam anlamıyla vakıf olmasa da endişeli bir sesle, “Hakan abiden bir haber yok mu hâlâ?” diye sordu, mutfağa giderken Gurur’un bir telefon konuşmasının tam ortasında olduğunu biliyordu ve bu telefon konuşmasından da bir şey çıkmadığını anlamış gibi üzgün bakıyordu.
“Yok,” dedi Yener, ardından gözlerini yeniden Gurur’a çevirdi. “Kafasını dinliyor, hepsi bu.”
“Başına bir şey gelmemiştir, değil mi?” diye soran Çolpan’dı, Adnan’ın bakışları anlık olarak ona dokunduğunda Çolpan yanlış bir şey söylediğini düşünmüş gibi susup gözlerini tekrar çaya indirdi.
“Merak etmeyin, Bayan Çolpan,” dedi Adnan, sesi hiç olmadığı kadar ciddiydi. “Muşta’nın başına hiçbir şey gelmez ama burada bizden saklanan bazı şeyler olduğu alenen ortada.”
“Saklanan bir şey yok, Adnan,” dedi Gurur sertçe. “Anlatılacak her şeyi anlatması gereken biri varsa o da Muşta’dır. Ne zaman tesise adımını atıp canı anlatmak isteyecek, o zaman anlatacak.”
“Siz nereden biliyorsunuz o zaman oğlum?” diye sordu Adnan, uzun zaman sonra onu ilk kez bu kadar ateş hattında görüyordum.
“Biz de bilerek öğrenmedik, birader,” dedi Yener sertçe. “Bize söylenen bir şey yoktu, olaylar bilmediğin şekilde gelişti. Bir durun, önce Muşta saklandığı yerden çıksın, ondan sonra konuşuruz bunları. Gerilmeyin lan bu kadar!” Bir Gurur’a, bir Adnan’a bakarken sesi her ne kadar yatıştırıcı çıkmıyor olsa da sözleri yatıştırıcıydı.
“Yener haklı,” dedi Simge kahve fincanını dudaklarına götürmeden hemen öncesinde. Yener’in bakışları bir fırtına gibi eserek Simge’ye çevrildi, gözleri onu meskenine aldı ama bakışları çok uzun sürmeden yeniden Gurur’a çevrilmişti. Sanki bakışlarını bilerek Simge’nin üzerinde oyalamıyordu. “Şimdi sakin olmanız daha iyi. Bence Basri abi gayet iyi, sadece kafasını dinlemek için bir yerlere kaçtı.”
“O kafasını dinlemek için bir yerlere gidecek biri değil. Bunu sadece…” Adnan sustu.
“Bunu sadece?” diye sorduğumda, Adnan burun kemerini sıkarak, “Sadece o kadın onu terk ettiğinde yapmıştı,” dedi solgun bir sesle.
Girdap üst katın basamaklarını inmeye başladığında, “O kadın onu bir kez daha terk edemeyeceğine göre, başka bir şey oldu,” dedi ve tüm gözler merdivenlere doğru çevrildi.
Leon ve Pars da Girdap’ı takip ederek salona inmişler, Leon Girdap’ın bacaklarına sürtünürken, Pars da Gurur’un boşta duran eline kafasını sürtmüştü.
Gurur gergin bir çeneyle Pars’ın başını okşadıktan sonra, “Yarına kadar haber alamazsak asla durmam, Yener. Bunu bilesin,” dedi sertçe.
“Yarın olsun, bakacağız duruma.”
Girdap konuyu irdelemedi ama Adnan’ın merakı dinmişe benzemiyordu, yine de gecenin içine başka bir soru sığdırmadı. Öyle yorgun hissediyordum ki olduğum yere sinip günlerce uyumak, bu karanlık başımızdan kaybolana dek gözlerimi açmamak istiyordum.
Gurur beni fark ettiğinde sakince, “Zerda,” dedi ve gözlerim onun gözlerine tutundu. “Çık yukarı da biraz uyu, yavrum.”
Ne kadar da endişeli görünüyordu. Son iki geceyi uykusuz geçirdiğini hatırladım, uykusuz üçüncü gecenin içine son sürat ilerliyordu ve yüzü karanlık gölgelerin esareti altındaydı. Yerimden kalkıp ona sarılmak istiyordum ama bu gece öyle bir bataklığa dönmüştü ki adım atsam gecenin içinde büyüyen bataklığa saplanıp boğulacakmışım gibi hissediyordum.
“Uykum yok, uyuması gereken sensin,” dedim ama diri bir öfkenin dalgalandığı gözlerini bana dokundurmadan boşluğa indirdi. Sanki beni duymamış gibiydi.
“Şimdi Vural nereye gidecek?” diye soran Adnan’dı. “Dağ evinde değilmiş, o zaman bakacak neresi kaldı?”
“Gerekirse Adana’ya, memleketine gideceğiz,” dedi Gurur.
“Nihan ve Vural gidilebilecek her yere birlikte gittiler, Ecevit ile Devran da telefonunun son sinyal verdiği yerlere baktı,” dedi Yener derin bir nefesin ardından. “Bundan sonrasını ona emanet etmekte fayda var. Üzerine gidilmesinden zerre hoşlanmayan bir adamın üzerine topla tüfekle saldırıyoruz, farkında mısınız?”
“Yener haklı, Gurur,” dedim. “Endişelendiğini anlıyorum ama belki de onu özgür bırakmalıyız.” Bu cümlem karşısında Gurur, Yener’e sapladığı öfkeli bakışlarının aksine bana sakince baktı. Gözlerine dağılarak tüm harelerini sarmış çaresizliği görebiliyordum, sustuğu için kendini suçlu hissettiği şey, şimdi Muşta’nın üzerine bir gölge olarak devrilmişti.
Çolpan, “Her ne olduysa, onun üzerine giderek işleri daha da kötüye götürürsünüz,” dediğinde başımı salladım.
Ayça, “Madem ona bir şey olmadığını, kendi isteğiyle kaybolduğunu düşünüyorsunuz, ona nefes alması için fırsat verin. Bazen insanların yalnızlığa da ihtiyacı olur, çocuklar,” dedi, Çolpan’a destek vererek.
Yener, “Hele şükür mantıklı birileri!” diye söylendiğinde, Gurur, Yener’e kötü kötü baktı. “Ne var, Gurur? Her şeyi irdeliyorsun birader, hiç salmıyorsun. Anladık en irdeleyen sensin ama bir dur ya. Sana yapılsa nasıl karşılarsın? Belamızı sikersin oğlum. Sal adamı sal.”
“Endişeleniyorum,” dedi sonunda Gurur, birdenbire çocukça bir itirafta bulunması herkesin duraksamasına neden oldu. “Elimde değil, endişeleniyorum. Biliyorum çok üstüne gitmiş gibi duruyorum ama ne yapayım? Aklım fikrim onda.”
“Bir insan için ne kadar endişelenirsen endişelen, günün sonunda onun neler yaşayacağını sadece kendi seçimleri belirleyecek. Tüm gün orada durup onun için endişelensen bile onun başına gelenleri ya da seçimlerini değiştiremeyeceksin,” diyerek ayağa kalkıp ona doğru ilerlemeye başladım. “Bırak da bize geleceği ânı bekleyelim. Böyle küçük bir çocuk gibi ortalığı velveleye verme.”
Avucumu kalbinin üzerine koyduğumda gözlerini indirip bana derin derin baktı. Bakışlarımı omzumun üzerinden arkadaşlarıma çevirdim.
“Bu gece burada kalın, dağılmış görünüyorsunuz. Tesiste de ortalık karışmış durumdadır. Size bir şeyler getireyim.”
“Gerek yok, Zeliş,” dedi Adnan ama başımı iki yana salladım.
“Hayır, bu kafayla tesise kadar araba kullanmayın şimdi,” diye fısıldadım, cümlemin altına gömülen mesajı almış gibi suspus oldular. O dağ yolundan korkuyordum, dikkatsiz olmalarından korkuyordum, bir kişinin daha o araçlardan birinin içine sıkışıp kalmasından korkuyordum.
“İsterseniz biriniz bizim evde, salonda uyuyabilir,” dedi Ayça barış bayrağını kaldırarak. “Hepiniz buraya sığamayabilirsiniz.”
“Ah canım, ne kadar da iyisin,” dediğinde Girdap, Ayça ona dik dik baktı. “Hayatta gitmem, bu kız yastığıma zehir sürer de Kösem’deki Cennet Kalfa gibi dolaşırım tesiste.”
“Valla şekerim sen geleceksin, malum salondaki koltuğa anca sen sığarsın. Yener’den bile daha kısasın,” diye söylendi Ayça. “Ay bu o kadar sinsi bir yılan ki Yener bile daha sevimli geliyor gözüme.”
“Sağ ol ya,” diye söylendi Yener.
“Benim boyum 1.98,” diye mırıldandı Girdap.
“Var mısın o kadar ya? Olabilir canım, buradaki herkes iki metre, sen hafif sıklet kalmışsın biraz,” dedi Ayça.
“Yalnız Yener’in boyu iki metre değil, 1.91 sadece.”
“İnanamıyorum, az önce 1.91 bir adamın boyunu söylerken sadece dedi,” diye fısıldadı Ayça dehşet içinde.
“Ben ondan yedi santim uzunum. Ona uzun diyorsun, bana hafif sıklet diyorsun. İnanamıyorum.”
“Canım, Yener’i evimize alamayız. Maria’yla flörtleşiyor. Yaşlı başlı kadın, fazla heyecandan tık diye düşse kim kaldıracak onu?”
Yener pis pis sırıtarak Girdap’a baktı, Girdap da gözlerini devirerek, “İyi, ben kalırım ama yastığın üzerine tişörtümü serer de yatarım,” dedi. “Sana biraz bile güvenmiyorum.”
“Aman bak ben sana çok güveniyorum.”
Girdap ile Ayça birbirlerine dişlerini göstererek komik suratlar yaparken elimde olmadan tebessüm edip yavaşça salondan çıktım. Mutfağa girdiğimde çok geçmeden arkamdan Gurur da mutfağa girdi. Bir tane kapsül kahve çıkarıp kahve makinesinin haznesine yerleştirdiğim sırada o da bir sigara yakmış, omzunu mutfağın kapısına yaslayarak beni izlemeye başlamıştı.
“Cenan ile hiç konuşabildin mi?” diye sordu yumuşak bir sesle.
“Hayır, muhtemelen evde ama asla kapıya çıkmıyor. Telefonlarıma da dönmedi.” Bir kupa çıkarıp tezgâhın üzerine koyduktan sonra Gurur’a baktım. “Kahve ister misin?”
“Sağ ol yavrum, istemiyorum.”
“Peki.” Kupayı kahve makinesinin önüne yerleştirmek için yeniden elime aldım ve sonra zihnimi bulandıran o soruya yenik düştüm. “Sence nerede?” diye sordum fısıldayarak.
“Adana’ya gideceğini sanmam, çok uzakta olduğunu düşünmüyorum ama bulunmayacağından emin olduğu bir yerde olsa gerek.”
“Cenan ona bu gerçeği ne şekilde söyledi bilmiyorum,” diye fısıldadım. “Belki de alıştıra alıştıra söylenmesi gerekiyordu.”
“Kafam sik gibi, Zerdali,” dedi dalgın bir sesle. “Ne şekilde yapılmalıydı, doğru mu yapıldı, nasıl olmalıydı, hiçbiriyle ilgili hiçbir fikrim yok benim.”
“En azından Cenan ile konuşma şansım olsaydı, o gece neler yaşandı bilirdik,” dedim ve cümlemin son bulmasıyla kahve, fincanın içine şiddetle dolmaya başladı.
Gurur içeri girdi, elindeki sigaranın külünü lavaboya silktikten sonra kalçasını tezgâha yasladı ve yan gözle bana baktı. “Babanın benim için gönderdiği pekmezden bir kaşık alabilir miyim?” diye sorunca, birden yumuşacık hissedip gülümsedim ama gülümserken içimdeki ağırlık kalkıp gitmemişti.
“Tabii ki.”
Babamın yolladığı kargo dün öğlen saatlerinde elimize ulaşmıştı, Gurur kargoyu bir çocuk gibi parçalayarak açarken bir anlığına Muşta’nın peşine düşmeyi unutmuştu ama bu çok da uzun sürmemişti. Yine de bir şişe pekmeze sanki dünyanın en eşsiz oyuncağını almış küçük bir çocuk gibi bakması, içimde bir şeyleri mutlak surette darmadağın etmişti.
Pekmezi bir kaşığın içine döküp, kaşığı onun ağzına uzattığımda gözlerini gözlerimden ayırmadan kaşığı ağzına aldı. Küçük oğluma ilaç içiriyormuşum gibi hissetmeden edemedim, o ne hissediyordu bilmesem de bu benim gerçekten hoşuma gitmişti.
Kaşığı ağzından çıkarmak için geri çektiğimde dişlerini kaşığa bastırdığından kaşık ağzından çıkmadı ve gülerek, “Oyun oynama benimle,” diye mırıldandım.
Dudakları anlık olarak yukarı kıvrıldı ve kaşığı ağzından çıkarıp, “Çocuk gibisin,” diye söylendim.
“Çok uykusuz görünüyorsun, gözlerinin altı harap olmuş,” dedi saçlarımı parmaklarıyla yüzümün arkasına taşırken. “Biraz uyu.”
“Sen uyumuyorsun, ben nasıl uyuyayım?”
“Ben de seninle uyurum.”
“Söz mü?”
“Sana ne söylemişsem, Zerda, bil ki bu benim sana verdiğim sözdür.”
Bunun böyle olduğunu biliyordum, gözlerinde gördüklerimin ve söylediklerinin eylemlere dönüşmesi her zaman uyum içindeydi. Zaman bir adım daha attığında, rüzgâr şehrin içinde şiddetle ilerledi ve yelkovanın her bir hareketi zamana yeni bir anının yığılmasına neden oldu.
Sessizliğin gebe kaldığı saatler geceyi şafağın içine taşıdığında çift kişilik yatağın tam ortasında, Gurur’un göğsüne uzanmış uykuyu çağırıyordum ama uyku bir ağıt olmuş odanın içinde çınlarken bir türlü gözlerime dokunmuyordu. Gurur saçlarıma dokundu, parmakları saçlarıma masallar emanet etti, nefesi dokunuşlarının yazdığı masalları okuyan ses oldu ve nihayet uykuya daldığımda şafağın soluk mavisi çoktan odaya rengini çizmeye başlamıştı.
Ne kadar uyudum bilmiyorum, güneşin uzun ışıklarının yatağa tırmandığını, bedenimi altına aldığını, kirpiklerime sıcak dokunuşlar bıraktığını hatırlıyorum. Gözlerimi aralarken zihnimdeki enkazın içinden sağ çıkabilmişim gibi hissetmiştim ama bu sadece birkaç dakika sürmüştü.
Gurur’un göğsüne yaslı yanağımdaki uyuşukluk hissiyle yavaşça doğrulup kalktığımda onun uyuyan yüzünü gördüm. Öyle yorulmuş olmalıydı ki üzerinden kalktığımı bile fark etmemişti. Üzerimizden gerilerek aşağı düşen çarşafı çekiştirerek Gurur’un üzerini örttükten sonra yataktan kalkıp boydan camın önüne ilerledim, odanın içini saran güneşin altın rengi sütunları tüm bedenimi içine alarak aydınlıklara sürükledi.
Sokaklar bomboştu, binaların pencereleri sıkıca kapalı, perdeleri çekiliydi ve henüz şafağın üzerinden sadece birkaç saat geçtiği buradan bile belliydi. O bomboş yoldan yukarı doğru gelmeye başlayan cipi gördüğümde bir an algılayamayıp gözlerimi ovuşturdum ve cama biraz daha sokuldum.
Avucumu, güneşin ışığıyla aydınlansa da sıcaklığına kavuşamamış soğuk cama bastırıp cipe daha dikkatli baktığımda bu cipin Hakan Basri Şenkaya’nın cipi olduğunu anladım.
“Basri abi,” diye fısıldadım, daha sonra bu fısıltı âdeta bir haykırışa dönüştü ve “Hakan abi!” diyerek yerimde zıpladım. Gurur, yattığı yerden âdeta fırlayarak kalktığında çoktan odanın kapısını açmış, merdivenin basamaklarını üçerli üçerli zıplayarak inmeye başlamıştım.
Seslere uyanan Adnan ve Yener yattıkları yerden doğrularak kalkarlarken, “Muşta geldi!” diye bağırdım heyecanla. “Geldi!”
Yener’in de Adnan’ın da uykunun yüzlerinden silinmesi sadece birkaç saniyeye mâl oldu. Yattıkları yerden tıpkı Gurur gibi fırlayarak kalktılar ve ben dış kapıya yönelirken arkamdan geldiklerini fark ettim. Sokak kapısını açtım, neredeyse koşarak asansörlere ilerleyecek, asansörün birine binip zemin kata inecektim ama durup beklemenin daha mantıklı olduğunu anladım.
Olduğum yerde ayaklarımı sallayarak beklediğim sırada asansörün ışığının yandığını, asansörlerden birinin katlar arasında ilerlemeye başladığını gördüm. Her seferinde artan rakam, Muşta’nın gelişini işaret ediyordu.
Asansörden gelen zil sesiyle birlikte, asansörün kapılarının yavaşça açılmaya başladığını gördüm.
Kapılar tamamen açıldığında gördüğüm şey, tam arkamda duranların da gördüğünde benim kadar büyük bir şoka sürüklenmesine neden olacak bir şeydi.
Muşta oradaydı. Üzerinde bir takım elbise yoktu.
Üzerinde onun asker olduğunu vurgulayan, rozetlerle dolu kamuflajı vardı ve bu benim onu ilk kamuflajla görüşümdü.
Elinde toz pembe, koca bir ayıcık tutuyor, gözünü bile kırpmadan ileriye doğru bakıyordu.
Bir adım atıp asansörün içinden çıktığında zaman yavaşladı.
Gözlerimin yaşlarla dolmasına neden olan sadece bu olmadı.
Muşta bize sadece göz ucuyla baktı, dudaklarına belli belirsiz bir tebessüm dokundu ama daha kelimelerin var olmasına izin vermeden Cenan’ın kapısının önünde durduğunda, zaman ortadan ikiye bölünmüş bir kalemdi ve geçmişteki anılar kalemin kırılan bir ucu, şimdiki anılarsa diğer ucu olarak yere düşmüştü.
Muşta kapının ziline bastı.
Sadece yedi saniye sonra kapı açıldı.
Kapının diğer ucunda, kapıyı babasına açan kişi Dide’ydi.
Közler uçuştu, yangını yenide doğurdu.
Gözleri birbirine dokundu.
Dide, “Aa, siz,” derken sesi şaşkın geliyordu, gözleri ayıcığa ve Muşta’nın üzerindeki kamuflaja kaydığında ise, iri çivit mavisi gözlerde bir çocuğun içine sığmayacak büyüklükte bir ateş yanmaya başladı.
Muşta, tek dizinin üzerine çöktü.
“Senin için buradayım. Görev bitti, kızım.”