🎧: Kıraç, Oysa Bir Umuttu
Birini şafak sökerken sevmeye başlarsan, sabah olunca ağlamaya, gece çökünce beklemeye başlarsın.
Bunu öğrendiğimde bir askeri seviyordum.
Hakan Basri Şenkaya’nın, isminin yanına Muşta mahlası yerleştirilen o adamın gözünden hızla akarak çenesine kayan gözyaşını hatırlıyorum. Mavi gözlerinin içine yayılmış kan damarlarının ve gözünden akan bir damla yaşın sebebinin bir kadın olduğunu biliyordum. O an bunu ondan ya da bir başkasından duyduğum için değil, kalbimde hissettiğim için biliyordum.
Birkaç saniye içinde o gözyaşı kayboldu, arkamdan kapıya doğru yaklaşan birkaç kişinin varlığını fark ettiği an gözyaşları da Cenan gibi onu terk edip gitmişti. O an için onun ağladığını bilen tek kişiydim.
Sırtıma yeni bir yük edindiğim anlardan biriydi.
“Baba?” diyen kişi Vural’dı, zaman yavaşça ayaklarımın altından çekilirken Hakan abinin gözlerinin içine bakmaya devam ettim. Bana baktı ama bakışı kısaydı, gözünden akıp giden gözyaşına şahit olduğumu biliyordu, o yüzden benimle göz kontağı kurmamaya çalışıyordu.
Biraz sonra arkasından geçip giden ve hızla karşı daireye giren sarışın kadını gördüğümde, artık o gözyaşının kaybolmadan hemen öncesinde neden var olduğunu biliyordum. Cenan o kadar hızlı bir şekilde dairesine girip gözden kaybolmuştu ki onu benim dışımda gören olmamıştı. Bir de sırtı ona dönük Muşta’nın bildiğini biliyordum, onu görmese bile hissederdi, kaldı ki onu gördüğü her hâlinden apaçık belliydi.
Kapıyı ardına dek açarak girmesini bekledim. Bir şeyler söylemesini beklemek anlamsızdı. Muşta bu hareketime minnet duyuyormuş gibi başını yavaşça salladı ama bunu sadece ben fark edebildim. İçeri girdi. O gece, hızla çöken bir karanlık gibi içime çöken duygunun geçmesini beklerken Muşta ile neredeyse hiç göz göze gelmedim.
CENAN KAPLANER
Yağmurun geleceğini işaret eden sıcak bir rüzgâr, gecenin içinden geçerek saçlarıma ve yüzüme çarpıyor, dağılan saçlarım yüzümü örterek görüş alanıma bir hücreye ait parmaklıklar gibi dikiliyordu. Saçlarımı geriye doğru atarak binaya doğru ilerlemeye başladım. Akrep ve yelkovan birbiriyle temas hâlinde kalabilmek için devamlı olarak zamanı örerken asansörün kapanan kapılarını izledim, bir süre sonra üst kattaydım ama tam asansörden indiğim sırada arabanın içinde unuttuğum evrakları hatırlayıp elimi alnıma götürerek derin bir of çektim.
Geri döndüm, belki de bu, o gece yaptığım ilk hataydı.
Asansöre bindim ve alt kata inmek için düğmeye bastım. Omzumu çelik duvara yaslayıp küçük kutunun içindeki yolculuğumun bitmesini beklerken bileğimdeki saate bakıyordum. Asansör durduğunda, kapılar yavaşça açılmaya başladığında, geçmişi konu alan o romanın sayfaları benim için yeniden açılarak tozlu kokusunu ciğerlerime bıraktığında ve nabzım nedeni bilinmez bir şekilde damarlarımı gererek hızlandığında oradaydım.
Her şeyinden vazgeçen bir insandım ve şimdi her şeyim karşımdaydı.
Hayat tam o noktada, bir zamanlar derimden pul pul dökülen cam kırığı gibi keskin parçaları tek bir rüzgâr darbesiyle yeniden bana batırmıştı. Mavi gözleri oradaydı, mavi gözleri bendeydi, o çelik kapının arkasında durmuş bana bakıyordu.
Onunla beraber olduğumuz bir fotoğrafı yaktıktan sonra küllerine bakarak ağladığım o geceden bile acıydı şimdi burada, yıllar sonra onun karşısında durmak, onun gözlerine bakmak.
Onu arkamda bırakmak için kendimle savaşırken daha kaç parçaya bölünebilirim diye düşünmüştüm. O zamanlar toydum, küçük bir kızdım, cahildim, kalbinin sesini susturmak için kalbini boğmaya çalışan bir aptaldım. Şimdiyse burada, yetişkin bir kadının da kalbini boğabileceğini, yetişkin bir kadının da toy hissedebileceğini, küçük bir kız gibi öylece bakıp kalabileceğini fark ediyordum.
Mavi gözlerinde yılların bile eskitemediği beni, yılların bile eskitemediği acıyı gördüm. O gözlere bakmak birkaç saniyeydi belki ama bana hissettirecekleri, bir ömür boyu göğüs kafesimin içinde bir leke olarak kalacaktı.
Bir adım attım, bir adım attı. Gözlerimiz birbirine saplı kalmış iki farklı gümüş hançerdi; iki farklı hançerin ucundan iki farklı kişinin kanı akıyordu. Gözlerimiz birbirinden ayrıldı, o asansöre ilk adımını atarken ben dışarıya ilk adımımı attım ve iki yabancı gibi birbirimizin yanından geçip gittik.
Asansörün kapıları kapanana dek arkama bakmadan hızlı hızlı yürüyerek binanın çıkışına ulaşmaya çalıştım. Asansörün kapıları kapandığındaysa elimdeki araba anahtarı yere düştü, anahtarı almak için eğilirken titriyordum, anahtarı bir türlü parmaklarımın arasına alamadım. Bedenim öyle çok titriyordu ki, güvenlik görevlisi İsmail, “Cenan Hanım?” diye sorarak içeri girip bana doğru koşmaya başladığında, hâlimin hiç de iyi görünmediğini anlamıştım.
“İyi misiniz, Cenan Hanım?” Eğilip anahtarı aldı ve çöktüğüm yerden kafamı kaldırıp İsmail’e baktım. “Cenan Hanım…” Üzgün görünüyordu. “Neden ağlıyorsunuz?”
ZELİHA ÖZDAĞ
Cenan’ın gözlerine uzun süre bakarsam kendi çaresizliğime değil, onunkisine ağlayacakmışım gibi hissediyordum.
“Bana o gece ne olduğunu anlatacak mısın?” diye sordum yeniden, bakışları yüzüme saplanmış bir bıçak gibiydi ve içime sızdırdığı hisler, akan kanın kokusunu değil, acıdan yükselen kokuyu solumama neden oluyordu.
Kalçasını masaya yaslayıp kollarını göğsünün üzerinde toparlarken, “Onu gördüm,” dedi, sesi kısıktı. “Karşılaştık.”
“Konuştunuz mu?” Ona Hakan abinin neden ağladığını soramadım, acaba ağladığını biliyor muydu?
“Hayır.” Cenan yavaşça bana baktı, gözlerinin etrafının büyük bir hızla kan damarlarıyla dolduğunu görünce yutkundum. “Yıllar sonra birbirimizin karşısına geçip ne söyleyecektik ki?”
“Yıllar geçmiş olmasına rağmen neden öyle bakıyorsun o zaman?”
“Çünkü kolay değil, Zeliha.” Bana doğru baktı. “Her şey bittiğinde, Gurur ile farklı yollara ayrılan bir kavşakta ayrılırsanız ne yaparsın?” Kalbimin atışları göğsümün içinde güçsüz bir çırpınışa dönüştü. “Ve o kavşakta ayrıldıktan yıllar sonra başka bir kavşakta yine karşılaşsanız, ne hissedersin?”
Bu düşünce kalbimi acıttı. Bir gün o kavşağı gördüğümüzde, birbirinden bir koldaki farklı iki damar gibi ayrılan o iki yola bakarken nasıl insanlar olacaktık? Aklımızdan, kalbimizden, ruhumuzdan geçen ne olacaktı? O gün, asıl istediğimiz ne olacaktı? O an yaşandığında bile Gurur’u istermişim gibi geliyordu. Varlığı bana acı veriyordu. Ama varlığı bana en büyük huzuru da veriyordu. Varlığı zehir gibiydi ve her zehir, bir gün bir hastalığı iyileştiren ilaç olarak kullanılırdı. Gurur, benim içimdeki hastalığı iyileştiriyordu ama bunu yaparken bir zehir olduğu için elbette bana kalıcı hasarlar da veriyordu.
“Gurur ve ben.” Düzelttim. “Gurur ile ben. Hangi yolu seçersek seçelim, bir gün karşılaşsak konuşurduk.”
Cenan, gülümserken de ağlıyormuş gibi görünmenin gerçek olabileceğinin bir kanıtı gibiydi.
“Nasıl ayrılırsanız ayrılın, konuşurdunuz?”
Tedirginlikle ona baksam da “Evet,” diye fısıldadım.
Bileğimdeki bilekliğe, ardından da bana baktıktan sonra, “Hadi gidelim, güzelim,” dedi ve çantasını omzuna taktı.
İkisi hakkında daha fazla düşünmeye hakkım var mıydı bilmiyordum ama Cenan ile beraber okuldan ayrılana dek hiç soru sormadım. Ya onun yarasını deşmek istemedim ya da yarasını deşmekten değil, elime bulaşacak olan bir gün benzerini yaşama korkusuna ait kandan korktum.
Durakta beni bekleyen Eymen’di. Siyah bir motosikletin üzerinde durmuş, ayaklarını yere basmış, kolunun altında tuttuğu kaskla ondan muhtemelen yaşça büyük olan kızların hayran bakışlarının hedefiyken beni bekliyordu. Deri yarışçı ceketi, siyah pantolonuyla yaşının on dokuzdan daha büyük göründüğünü düşündüm. Burnunun üzerinde tıpkı bende olduğu gibi çiller vardı ama onun çilleri yoğun değildi, çok fazla güneşte kalırsa belirgin birkaç lekeye dönüşüyor, onun dışında hiç görünmüyordu. Mavi-gri gözlerini bana çevirdiğinde ona neden burada olduğunu sorguladığım bir bakış attım ama pek oralı olmadı.
“Neden buradasın sen?” diye sordum tek kaşımı kaldırarak.
Benden uzundu, hatta motosikletin üzerinde otururken bile neredeyse aynı boyda değil gibiydik, sanki böyle bile benden uzundu. Kısa bir kız olmamama rağmen etrafımın develerle çevrili olmasına alışamadığımdan kendimi cüce gibi hissediyordum.
“Ablamı almaya geldim,” dedi tavşan dişlerini göstererek.
Yakışıklı suratına bir tane indirmek istesem de “Onu sormuyorum,” diye homurdanmakla yetindim. “Bugün Antalya’ya dönmeyecek miydin? Okulun ne âlemde?”
Sırıtışı büyüdü, kolunun altındaki kaskı kafasına geçirince kaşlarımı çattım. Kaskın güneşliğini indirdi, ardından, “Kaskını tak abla, seni eve bırakayım,” dedi tekrardan. Cevap vermemesi sinirlerimi tepeme toplasa da yağmur bulutlarının çöktüğü gökyüzünün altında biraz daha durursam ıslanacağımı anlayıp arkasına yerleştim. Onun siyah kaskının aksine benim kaskım kırmızı çizgilerle dolu süslü bir şeydi, gözlerimi devirerek kaskı taktığım sırada kıskanç gözleri üzerimizde hissedebiliyordum. Ben onun ablasıydım! Muhtemelen dışarıdan ablası gibi durmadığım için bu kıskanç bakışların merkezindeydim.
Eymen’in altındaki motosiklet hırlar gibi bir ses çıkarınca sıçradım, kollarımı onun ince beline sarıp fark etmeden ceketinin altındaki tişörtün kumaşını avucumun içine alarak sıktım. Bu onu güldürdü. Muğla’dayken de bunu sık sık yapardım, ona eski anılarımızı hatırlatmış olmalıydı. O sahil yolunda dayımıza ait motosikletle ne zaman gezmeye çıksak, motosikletten indiğimizde Eymen’in tişörtünün sıktığım kısmı kırış kırış olurdu.
Yavaşlaması için yalvarsam da yavaşlamadı. Normalde daha uzun sürecek o yolun süresini âdeta yarıya indirdiğinde artık Gülistan Taksi Durağı’nın önündeydik. Korkudan betim benzim atmıştı ve zemine adım attığım an yeni doğmuş bir ceylan yavrusu gibi titrer vaziyette ona vurmaya başlamıştım.
“Sen neden hâlâ Antalya’ya dönmedin?” diye sordum kaskla omzuna vururken.
“Antalya’ya bir saat mesafe uzaklıktayım, istersem günde dört beş kez buraya gelirim yani,” dedi sırıtarak.
“Babamı arayayım da gör.”
“Ara, ben de telefonda babama komando marşı okurum.”
“Beni mi tehdit ediyorsun sen?”
“Neden üzerine alındın ki ablam kişisi? Komando marşını üzerine alınman gereken bir durum mu var yoksa?”
“Gebertirim seni,” dedim işaret parmağımı ona doğru sallayarak.
“Bu arada,” dedi kaskı motosikletin gidonuna koyarken, “neden o evde kalıyorsun?” Omzunun üzerinden kaldığımız büyük binaya doğru baktı. “Sevgilinle yaşayamazsın diyerek kafa sikecek bir çapsız değilim, koskoca kızsın, orasını sen bilirsin de bir anda tuhaf değil mi?” Bana pürdikkat baktığında gözlerimi kaçırmamak için kendimi dizginledim. “Biraz acele verilmiş bir karar gibi geldi bana.”
“Kararlarımı mı sorguluyorsun, koca kafalı?” diye sordum. “Hem ben orada onunla yaşamıyorum, o, oraya taşındı ve ben de sık sık yanına gidiyorum.” Yeni bir yalan. Kötü hissettim.
“Ya sahtekâr, ya düzenbaz, dolandırıcı, ya sence ben buna inanır mıyım? Babaannem hâlâ sizin evde kalıyor, bir de üzerine onu senin odanda kalırken gördüm. Sen basbayağı o adamla bu binada yaşıyorsun.” Tekrar binaya baktıktan sonra gözlerini bana çevirdi. “Yanlış kararlar vermediğini ummak istiyorum. Çünkü sen benim için bu dünyadaki en önemli kişisin.” Anlık bakışlarım yüzünün ortasında asılı kaldı. “Bir de babam bu durumu öğrenirse, ki seni tehdit etmiyorum, bu hayat senin hayatın ve kendinle ilgili her kararı babama açıklama hakkı sadece senin, benim ya da başkasının değil ama yine de büyük olay çıkar. Babamın sana ne kadar düşkün olduğunu biliyorsun, kalbinin kırılmasından ne kadar korktuğunu da öyle.”
Babamla aramızdaki ilişki her zaman farklıydı. Benim kırılmamın onun için ne kadar büyük bir şey olacağını ve sadece kırıldığım için ne kadar yıkıcı kararlar alabileceğini biliyordum. Eymen’e dikkatle bakıp, “Kalbimin kırılacağı falan yok,” dedim.
Oysa benim de şüphelerim vardı.
Kalbim kırılır diye korkmuyordum, kalbim kırılsa bile onunla kalmaktan korkuyordum. Bunu yapar mıydım? Yapabileceğimden artık neredeyse emindim. Kalbimi kırıp elime verse, kırılmış kalbimden gözlerimi bir an olsun ayırmazdım ama yine de onunla kalırdım. Bu itirafın sarsıcı gerçekliği içimde yeni bir korkunun doğum sancılarını hissetmeme neden oldu.
“Geliyor deve,” dedi Eymen altındaki motosiklet gürlerken.
Omzumun üzerinden Eymen’in baktığı yöne bakınca duraksadım. Gurur altında kot, üzerinde siyah bir kazakla sitenin giriş kapısında duruyordu. Siyah kazağının kollarını dirseğinin üst kısmına kadar sıvamıştı, bileğindeki zinciri görünce kalbim hızlandı.
Bir saniye sonra karşıdan karşıya geçti, yanımıza geldiğinde ona değil Eymen’e bakıyordum. Eymen de ona cins cins bakıyordu. Gurur, “Senin okulun yok mu da her gün buradasın?” diye sorduğunda, Eymen ona, “Senin de dağda nöbette olman gerekmiyor mu her gün ablamın etrafındasın?” diye karşılık verdi.
“Ben okulumu bitirdim.”
“Ne yapayım?”
“Günlüğünden bir sayfa ayırıp buna dair hissettiklerini yazabilirsin,” dedi Gurur, yüzünde sinir bozucu bir sırıtış vardı.
“Sen hissettiklerini hep bir kâğıda yazıyorsun herhâlde.”
“Ablan için yazdığım şiirleri bir yayınevi ile anlaşıp şiir kitabı şeklinde bastırmayı bile düşünüyorum.”
“İmza gününe gelecek ilk okuyucu da babam olur,” dedi Eymen yavaşça sırıtarak, bu sırıtışta ciddi bir meydan okuma vardı.
“Beni böyle çocukça cümlelerle mi korkutuyorsun?”
“Henüz babamla tanışmadın, sen de haklısın,” dedi Eymen, ardından, “ablamla aranızda en az üç adımlık mesafe olsun, kırk beş numara bir ayağa göre üç adımlık. Yani kendi ayağınla üç adım geri bas.” Eymen motosikleti sürerek bizden uzaklaşmaya başladığında bir süre olduğumuz yerde durduk.
Sonunda Gurur, “Bir sorum olacak,” dedi. “Baban tam olarak nasıl biri ki?”
“İyi biri,” diye mırıldandım.
“İyiden başka özelliği yok mu?”
“Yani… Biraz sinirli.”
Gurur sessizce, “Ne kadar olabilir ki?” diye sordu. “Ben Muşta’ya maruz kalmışım, en fazla ne kadar kötü olabilir?”
“Doğru,” dedim yavaşça karşıdan karşıya geçmek için hazırlanırken. “Daha babama maruz kalmadın.”
Ben karşıya geçerken arkamdan geliyordu. “Dur,” diye seslense de durmadım. “Ne demek babama maruz kalmadın?” Hâlâ arkamdan geliyordu. “Nasıl biri ki?”
Geçmiş çok uzakta değildi ama yeniden ortaya çıktığında artık orada olduğum küçük kız değildim. Oysa anılardan birinde on dört yaşlarındaydım, saçma bir şakayla beni korkutan sınıf arkadaşımın karşısında dikilen babam, kırmızı görmüş boğa gibi bakıyordu. Babam, “Bana bak len,” diyordu Muğlalı şivesiyle. Sonra birden kibar ve tehditkâr bir sesle, “Uzak duracaksın kızımdan, şakaymış,” diyor ve birden şivesi yine kayıyordu. “Şakaymış, ne şakasıymış len? Sen benim kızıma ne şakası ediveriyon? Etme kızıma şaka falan, gırtlağını bibiğini sıkıveririm senin çocuk. Hadi yürü git len.”
Bu anı beni gülümsetti, babama duyduğum özlem içimde kıpırdanıp durdu. Siteye girip binaya doğru ilerlemeye başladığım sırada anılar zihnimde hareket hâlindeydi. Ortaokul ikinci sınıftayken sınıftan bir çocuğun devamlı olarak bana fiziksel zarar verdiğini hatırlıyorum, ya bilerek iter ve düşmemi sağlar ya da saçımı çekip sıramın yanından geçerken bacağıma tekme atardı. Son çare babama şikâyet etmek olmuştu çünkü öğretmen ne kadar azarlarsa azarlasın çocuk bunu kesmiyordu. Babamın sınıf kapısını kıracak kadar kuvvetli bir şekilde kapıyı açarak sınıfa fırladığı o an, tüm öğrenciler korku ve şaşkınlıkla ona bakakalmıştı. O çocuğun ensesine eline koymasıyla, çocuk birden yalvarmaya, hatta yalvarmak da çare olmayınca babamı tehdit eder gibi, “Amca seni babama şikâyet edeceğim,” demeye başlamıştı.
Babam da ona, “Et len, git et, babanı eşek sudan gelinceye kadar döverim,” demişti.
O günden sonra sınıftaki hiç kimsenin bana zorbalık yapmaya cesaret edemediğini hatırlıyorum.
“Kız neye gülüyorsun sen öyle kendi kendine, deli?” diye sordu Gurur anıları güçlü sesiyle ikiye bölerken. Asansörde olduğumuzu o an anlayıp bakışlarımı çelik duvarlardan ayırarak ona çevirdim.
Parmaklarım bilekliğime kaydı, uzun tırnaklarımla zincirin ucunu hareket ettirmeye başladım. “Aklıma bir şey geldi öyle,” dedim, bu sırada buz sıcağı gözler bileğime inmişti. Zincirle oynadığımı görünce dudaklarına belli belirsiz bir tebessüm yerleşti. Sırtını yasladığı çelik duvardan ayırıp bana yaklaşınca kalbimin atışlarının hızlanmasına engel olamadım.
Yüzüme düşen saç tellerini kulağımın arkasına sıkıştırıp, “Zincirini çok mu sevdin?” diye sordu.
Ben de onun bileğindeki zincire bakıp, “Sen ne kadar sevdiysen o kadar sevdim,” dedim, gülümsemesinin genişlediğini hissettim ama yüzüne bakamadım.
Uzun parmaklarını bileğindeki zincire götürüp zinciri yavaşça döndürdü. “Takma nedenimi daha çok sevdim,” dedi, bir an gözlerimi kaldırıp yüzüne bakmamla zaman benim için onun yüzünde ikiye bölündü. Böyle şeyler söylediğinde, açıkça anlamları dile getirip ifade etmiyor olsa da içimde yankı bulan o kelimeler, beni çıkmaza sürüklüyordu. Bir süredir farkında olduğum bir şey varsa o da Gurur’un yüzü bile benim çıkmazımdı. Yüzüne baktığımda bile köşeye sıkışmış gibi hissediyordum.
Kulağımın arkasına saçımı taşıyan parmağı bu kez elmacık kemiğimin üzerine yerleşince gözlerimi yüzüne diktim. “Utandın mı?” diye sordu.
“Nereden çıkardın bunu?”
“Çillerinin rengi değişiyor,” dedi düşünceli bir sesle, bu sırada pürdikkat yüzümü inceliyordu. “Ne zaman utansan renk değiştiriyor.”
“O kadar dikkatli inceliyorsun yani,” dediğimde bana biraz daha yaklaştığını fark edip nefesimi tuttum.
“Evet. Seninle ilgili hiçbir şeyi gözden kaçırmak istemiyorum. O yüzden seni çok dikkatli inceliyorum, güzelim.”
Belki bilerek belki de sadece içinden geldiği için kalbimi böyle hızlandırması canımı sıkıyordu. Kaşlarımı çatarak ona bakarken içime akın eden duyguları saklamak zorunda hissettim. Yüzünü yüzümün hizasına getirmesiyle beraber asansör durdu ve çelik kapılar iki yana kayarak açıldı. Yavaşça yanından geçtiğim sırada beni durdurur sandım ama yapmadı, arkamdan sakince asansörden indi. Birkaç adım önünden yürürken neden bu kadar heyecanlı hissettiğimi bilmiyordum. Sanki son birkaç gündür onun yanındayken nefes almak bile zordu. Kalbim öyle çok zonkluyordu ki göğüs kafesim uyuşuyordu.
“Bu akşam diğer evde kalacağım,” dedim çantamdan anahtarları çıkarıp kapının deliğine sokmadan hemen öncesinde. Arkamda put gibi durduğunu hissettim, kelimeler diline o an için uğramadı ama merak sanki etrafını mayın gibi sarmış olacak ki sonunda konuştu.
“Bu akşam Gaye’nin çalıştığı o kafede eğleneceğiz. Babaannen rahatsız edilmekten hoşlanmaz ki. Eve geç dönersen rahatsız olur.”
“Sonuçta kızlar da eve geç dönecek.”
“Neden öyle diyorsun ki? Belki senden daha fazla rahatsız oluyordur kadıncağız.”
“Ben onun torunuyum.”
“Düşünsene, yirmi üç senedir sana katlanıyor kadın, belki o yüzden görmek istemiyor artık seni. Bence buraya dön, ne gerek var şimdi diğer eve, Zeliha?”
“Evde kalmayacağım diye bir de yatıp ağlamaya başla istersen, Gurur.” Omzumun üzerinden ona bakarken gülümsüyordum ama somurttuğunu görünce duraksadım.
“Evde kalman için ağlamam gerekiyorsa bunu bir düşüneyim,” dedi. Şaka mı yapıyordu, ciddi miydi bazen hiç anlamıyordum.
İçeri girmemizle Leon ve Pars’ın üzerime çullanması bir oldu. Leon ayağa kalkınca neredeyse benden uzun oluyordu, patilerini omuzlarıma koyarak yüzümü yalamaya başladığında, ellerimi başına koyarak onu okşadım. Bana bu kadar kolay alışmalarını beklemiyordum, sanırım bu Gurur’u bile şaşırtıyordu. Üst kata yöneldiğimde Gurur hâlâ holün önünde durmuş beni izliyordu. Omzumun üzerinden ona doğru bakıp, “Bir şey soracağım,” dedim, bu sırada merdivenin tırabzanına tutunuyordum.
“Karşılığında bir şey almazsam cevap vermeme gibi huylarım var.” Sesi alaycıydı.
“Ne istediğine bağlı olarak alacağım cevabın uzunluğuna ve detaylarına ben karar veririm ama?” dediğimde bir an yüzündeki alay büyük bir hızla kayboldu. Dudaklarımda beliren gülümseme bu kez alay etme sırasının bende olduğunu gösterse de onun gözlerinde gördüğüm şey çok farklıydı, sanki aklına isteyebileceği binlerce şey gelmişti ve her biri, gözlerinin her geçen saniye bir ton daha koyulaşmasına neden olacak türden şeylerdi.
“Tek bir cevap istiyorsan bir öpücük,” dedi ciddi gözlerle yüzümü izlerken.
“Aldığım cevap hakkında bir soru daha sorar veya detay istersem?”
“Kucağımda uzun bir öpücük.”
Yutkunmamak için zor dursam da “Peki verdiğin detayla yetinmeyip yeni bir detaya daha ihtiyaç duyarsam?” diye sordum.
“Kaşınma, Zelihacığım,” diye fısıldadı karanlık bir sesle.
“Kaşınırsam kaşır mısın, Gururcuğum?”
“Seve seve.”
Ses tonu beni heyecanlandırdığı için hemen önüme döndüm. Merdivenleri tekrar tırmanmaya başladığımda arkamdan geliyordu.
“Ne soracaksın?”
Bu konuyu ona nasıl açardım bilmiyordum. Uzun yıllardır Hakan abiyi tanıdığına göre Cenan ile olan geçmişe hâkim olabilirdi. Dide gerçeği, içimde biraz daha ağırlaştı. Gurur’a bakmadan son basamağı da çıkıp üst kattaki cam duvara doğru yürüdüm. Sokak sakindi, yağmur henüz yeni atıştırmaya başlamıştı.
“Soracak mısın artık?”
Yavaşça ona doğru döndüm, gözlerini indirmiş bana bakıyordu.
“Cenan ve Hakan abiyle ilgili bir soru,” dedim çekingen bir sesle.
Yüzünde birkaç kas seğirirken, “Seni dinliyorum,” dedi.
“Onlar arasında…”
“Neden böyle bir soru sorma gereği duyuyorsun ki?” diye sorup sanki soracağım soruyu öngörmüş gibi bu soruyu ağzıma tıkadı. Ona çatık kaşlarla baktım ama aldığım karşılık mimiklerinden ve duygularından arınmış buz gibi bakan gözler oldu. “Cenan sana bir şeyler mi anlattı?”
Tek kaşımı kaldırdım. “Ne gibi?”
“İkisiyle ilgili soru sormaya karar verdiğine göre.”
Gözlerinin soğuk baktığını fark ettim.
“Bana bu gözlerle bakmana neden olacak şeyler mi yaşandı?”
Yüzündeki ifade yumuşadı.
“Bunlar seni ve beni ilgilendiren şeyler değil, Matmazel Meraklı Melahat,” dedi eğlenceli bir sesle ama ben o sesteki eğlenceye tutunamadım.
“İlgilendirmeseydi sormazdım.”
“Neden birdenbire böyle bir şeyi merak ettin? Demek ki bir şey biliyorsun.”
“Başta sadece bir histi,” dediğimde Gurur şaşırmadı. Zaten bu tarz şeyleri öngörebilecek, hissedebilecek biri olduğumu biliyordu, bunu bakışlarından anlamıştım. “Hakan abi, ne zaman Cenan’dan bahsedilse, bizim göremediğimiz ama onun görüp paniklediği derin bir kesikten akan kanı durdurmaya çalışıyormuş gibi bakıyor.”
“Başta sadece histi dedin, sonra nasıl emin oldun peki?”
“Çünkü Cenan da öyle bakıyor,” diye fısıldadım.
“O kadının kendinden başka birini sevdiğine inanmamı bekleme,” dedi Gurur, bir an donup kaldım, sonra tek kaşım havaya kalktı ve sorgular gibi baktım. “Abimi öylece terk edip gitmiş.”
“Öylece olduğunu kim söyledi? Hakan abi mi?”
“Hayır,” dedi Gurur. “Muşta’nın canı o kadar çok yandı ki, ondan hiç bahsetmedi.”
“Sadece aptallar bilmedikleri konular hakkında emin bir şekilde konuşurlar,” dedim sertçe.
“Muşta, hayatı boyunca başka bir kadınla beraber olmadı, evlenmedi, çoluk çocuğa karışmadı. Tek bir kadın vardı. O kadın da onu bırakıp gitti,” dedi, kelimelerindeki bazı noktalar duraksamama, canımın acımasına neden olsa da kaşlarım sertçe çatıldı.
Sıkıca tutunduğu gerçeğin koca bir yalan olabileceğini düşünmüyor muydu hiç? Bir kadın, sevdiği bir adamı hiçbir sebep yokken neden bırakıp gitsin ki? Bunu anlamasını elbette beklemiyordum ama yine de tek bir yönden bakması anlamsız geliyordu.
“Bırakıp gittiğini net olarak Muşta’nın ağzından duymadın ama eminsin, öyle mi? Neye dayanarak eminsin? Hislerine mi? Falcılık da yapıyor musun boş zamanlarında? Durugörü yeteneğin falan da var mı?”
“Cenan’ı mı savunuyorsun? Seni köşeye sıkıştırıp gerçekleri öğrenmek için kullanan şu kadından bahsediyoruz.”
“Beni köşeye sıkıştırıp gerçekler ortaya çıkmasın diye tehdit eden de sendin,” dediğimde bir an duraksadı, başımı aşağı yukarı salladım. “Ama şimdi seni tanıyorum. O zamanlar mecburdun, biliyorum. O zamanlar Cenan da inandığı şeyler uğruna savaşıyordu.”
“Şimdi savaşmadığını mı düşünüyorsun?”
“Muşta’yı seviyor,” dedim sertçe. “Hep sevdi.”
“Nereden biliyorsun?”
“Çünkü hissediyorum.” Elimi kalbime koymamla, gözlerini elime indirip yutkunması bir oldu. “Bir kalp başka bir kalbi hissedemez mi sanıyorsun?”
“Cenan senin beynini yıkamış.”
“Sen beni aptal mı sanıyorsun ya?” Ona dik dik baktım. “Beynimi yıkıyor diyelim, peki ya kalbim?”
“Muşta’yı terk etti.”
“Terk ettiğin birini sevemez misin?” diye sordum birden çat diye.
Ona, seni seviyorum ama bu senin her düşünceni kendi düşüncemmiş gibi sahiplenip doğrum bileceğim demek değil, diye bağırmak istiyordum. Yanılıyordu. İkimizin de bilmediği şeyler vardı ve ben bir adım geri durmama rağmen o şiddetle biliyormuş gibi tavır takınıyordu. Oysa ortada bir bilinmeyen vardı. Bu bilinmeyen, ikisinin arasında geçen şeydi.
“Seviyorsa neden dönmedi?” diye sordu. “Bir gün sevdiğin birini terk etsen, sonunda yine ona dönmez misin?” Bana beklentiyle bakıyordu.
“Ya Cenan dönmeyen değil, dönemeyense?”
Sorum onu anlık duraksatsa da “Seninle bu konuda tartışmak istemiyorum,” dedi.
“Gurur,” dedim adının üzerine basa basa. “Sen bir yanlış yaptığımda o yanlışı doğrun olarak kabul edecek bile olsan, ben bir şey bana yanlış geliyorsa, o şey senin doğrun diye bunu kabul etmem, bil bunu.”
“Zeliha…”
“Lütfen karşıma geçip tek bir şeyi savunmak yerine, mantıklı düşünüp her ihtimali göz önünde bulundurarak konuş. Ya da sadece bu sorunun cevabı bende yok de ve devam et, tamam mı?” Onun yanından sıyrılıp geçmemle bana doğru dönüp arkamdan gelmeye başlaması bir oldu. Yatak odasına ilerlediğim esnada, “Tartışma bu kadar, Gurur,” diye söylendim. “Lütfen karşımda bir insan değil siyasi bir parti varmış gibi hissettirme bana. Senlik değil bu hareketler.”
“Bu kadar kızacağını tahmin etmemiştim. Ne zamandan beri bu kadar yakınsınız bu kadınla?”
“Bu kadın ne ya? İsmi Cenan onun.”
“Kankam Cenan de istersen.”
“Bir noktada hep senin düşüncelerin, senin söylediklerin, senin hissettiklerin doğruymuş gibi geliyor olabilir ama kötü bir haberim var.” Yatak odasına girip omzumun üzerinden ona baktım ve sertçe, “Değil,” dedim.
“Sorunu tam olarak sormadın,” dedi söylediklerimi duymazdan gelerek. Tartışmaktan kaçınıyor gibiydi ama bir şeyleri diretir gibi konuşması benim heyheylerimi tepeme toplamıştı.
“Soracağım soruyu bile beklemeden benden tarafa füze gönderdin diyedir.”
“Ya da sorunu tahmin edip öpücüğü alamadığım içindir.”
“Öpücükmüş.” Başımı iki yana sallarken sinirden gülüyordum. Yerdeki valize eğilip yarım şekilde açık olan fermuarını tamamen açtım ve kapağını kaldırdım. “Soruyu ağzıma tıktığın yetmedi bir de diktatör diktatör konuşuyorsun.” Krem rengi bir kazak ve kot pantolonumu aldıktan sonra Gurur’a doğru döndüm. Lambaderin önünde durmuş beni izliyordu. Dışarıda yağan yağmurun gökyüzünü griye boyamasından ve perdelerin camların önünü örtmesinden dolayı içerisi oldukça loştu, o yüzden yüzünü tam olarak seçemiyordum. “Aralarında ne geçti bilmiyorum ama o kadın, Hakan abiyi hâlâ seviyor. Cevap verme hakkını da şu an elinden alıyorum, yani cevap versen bile seni duymazdan gelip şirinler şarkısını söyleyeceğim.”
“Ze-”
“Lalalalalaa lalalalala.”
Sırıtarak, “Zeliha,” dedi.
“Lalalaa lalalala.” Valize doğru eğilip deri ceketimi de çıkardım. “Lalalalala.”
“Kendimi Azman gibi hissetmeme neden oluyor bu melodi,” dedi, artık gerçekten sesli bir şekilde gülüyordu. “Şirinlik yapıyorsun.”
“Lalalala lalalala.” Kıyafet yığınını kolumun altına alıp yatak odasının çıkışına ilerliyordum ki birden belimi kavrayıp ayaklarımı yerden keserek beni önüne doğru çekti. Ayaklarımı sallayarak onun kollarından kurtuldum ve “Lalalalaa!” diye bağırarak kıyafetlerle ona vurmaya başladım. “La. La. La.”
“Kız dursana.”
“La.”
“Kız dur.”
“Bir.” Bir kere daha vurdum. “Daha. Bana. Eskiden. Olduğu. Gibi. Davranıp. O. Şekilde. Bakmayacaksın.” O kadar şiddetli gülüyordu ki neredeyse ben de gülecektim ama bozuntuya vermeden çamaşır istifiyle ona vurmaya devam ettim.
“Tamam, söz,” dedi ellerini kaldırıp teslim oluyormuş gibi yaparak. “Tamam. Vurma…”
“Akıllı ol, gebertmeyeyim seni.”
Dudaklarını saçlarımın üzerine bastırırken, “Bu derin bir konu,” dedi. “Hiçbir zaman abimin ağzından dinlemedim ama askerler arasında efsaneleşmiş bir aşk. O yüzden kulağıma geldi. Ben daha çok eğitim odaklıydım o zamanlar, buralarda değildim.”
“Nasıl efsaneleşmiş?” Parmaklarım onun kazağının kumaşını kavradı, sakince göğsüne sokulup gözlerimi bir noktaya diktim.
“Tüm tim tarafından biliniyormuş işte. Muşta o zamanlar, yani dokuz ya da on yıl kadar önce, hemen hemen benim yaşlarımdayken Cenan tesise girebilen tek sivilmiş. Hem de hukuk öğrencisi olmasına rağmen. Aralarında çok farklı bir ilişki varmış. Bazı eski askerler onlar için şöyle derdi: Dağın efsanesi.”
“Herkes tarafından biliniyorlardı demek,” diye fısıldadım.
Gurur’un elleri saçlarıma kaydı, beni yavaşça göğsüne çekerken, “Evet,” diye doğruladı. “Söylerler ki, Muşta, Cenan ondan gittiği gün öyle yanmış ki, eğer Muşta bir insan değil, tesisin bulunduğu dağ olsaymış, çoktan o dağ içinde tesisle beraber kül olurmuş.”
“Neden ayrıldıklarını bilmiyor musun?”
“Henüz tesiste görev almıyordum, eğitim görüyordum.”
“Bilmiyorsun yani.”
“Bir çavuş vardı bir zamanlar, emekli olmadan önce öyle laf lafı açtığında Yener’e ve bana bir şeyler anlatmıştı. Cenan’ın çok ağladığını duymuş, tesisteki koridorlardan birindeymiş, Cenan’ın ağlayarak yanından geçip gittiğini hatırlıyormuş. O çavuşa göre Cenan bir şeyleri kaldıramıyordu. O geceden sonra bir daha tesiste kimse Cenan’ı görmemiş.”
“Onu terk etmesine neden olacak kadar güçlü bir sebep ne olabilir sence?”
“Belki de sonunda bir askerle birlikte olduğunu fark etmiştir,” diye fısıldadı Gurur. “Ne olursa olsun, bir dağ olsa kül olacak olan abim, o geceden bile Hakan Basri Şenkaya olarak çıktı. Ama o yangını hissetti.”
“Cenan onu gerçekten seviyor, Gurur. Nereden anladın diye sorma, gördüm, hissettim, bildim işte. Onu suçluyor olabilirsin ama o gerçekten seviyor. Dün gece gördüm. Muşta’yı ağlarken gördüm.” Gurur’un bedeninin kaskatı olduğunu hissettim. “Kapıyı açtığımda gözünden bir damla yaş aktı, arkasında Cenan vardı, eve girdi, sabah okula gitmeden önce İsmail abiyi gördüm. Kapıdaki güvenlik görevlisi. Bana dedi ki, Cenan o kadar çok ağlamış ki, yere düşürdüğü anahtarı bile alamayacak kadar, öyle çok titremiş ki ağlarken anahtarı tutamamış.” Yutkundum. “Hakan abi ne kadar süre kapıda bekleyip kapımızı çalamamışsa, Cenan bile geri çıkabilmiş yukarıya o hâldeyken ama Hakan abi kapıyı bile çalamamış.”
“Artık birbirlerini bu kadar çok sevmeleri için bile çok geç,” diye mırıldandı Gurur.
Bu acı cümle, kalbime bir ok gibi girdi ve sonra duygularımın kanına boyanarak geri çıktı. Cenan’ı düşündüm. Benim yaşlarımdayken girdiği o aşk labirentinden bu yaşına gelmiş hâlâ çıkamamıştı. Kader bazen alnımıza yazdığı ismi bizden saklardı, biz de tüm hayatımızı o ismi yeniden bulabilmek ve o isimden kaçıp kurtulabilmek için harcardık.
“Neden geç olsun ki?” diye sordum, sesim kısıktı. Dide’nin çivit mavisi gözleri zihnime yerleştiğinde yutkundum. Gurur saçlarımı okşadı ama buna cevap vermekten kaçındı. “Bir şansları daha olsun isterdim.”
“Söylediğin gibi, ne yaşandı bilmiyoruz,” dedi sonunda, Cenan’a karşı hâlâ bir yanı suçlayıcı yaklaşıyor olsa da benden duydukları o yanını susturmuştu.
“Yine de bir şansları…”
“Zaman bazı acıların çaresi, bu doğru ama bazı acıların devası mahşere kaldı,” dedi Gurur. “Belki onların kavuşması gerçekten mahşere kalmıştır, Zeliha, bilemeyiz.”
“Mahşere kaldı,” diye tekrar ettim onu ama öyle düşündüğüm için değil, bu cümlenin altında ezilip küle döndüğüm için.
Bir süre sustuk, sonra yavaşça ondan ayrıldığım esnada elini tekrar belime sararak beni kendisine doğru çekti ve “Ödeme almadım, Zelihacığım,” diye fısıldadı, ılık nefesi saç diplerime ve alnıma akın ederken gözlerimi kaldırıp ona baktım. Büyük elini yanağım boyunca kaydırıp yeniden yüzüme doluşan saç tellerini geriye taradı, avuç içini yanağıma bastırırken diğer eli belimdeydi. Yüzü yüzüme gitgide daha da yakın bir mesafeye gelince nefesimi tuttum. Kalbimin hızla vurup göğsümdeki deriyi gerdiğini hissedebiliyordum.
Dudaklarını dudaklarımın üzerine koymasıyla, arafta duran bedenim cennete kabul edildi. Beni öpüşü ılıktı, talepkâr değildi, sadece hislerimin üzerinde dolaşan sıcak, şefkatli bir ele benziyordu. Avucu yanağıma sürtünüp tenimi anbean ısıtırken dudaklarını yavaşça araladı ve o ıslak, sıcak his başımı döndürdü. Beni bana zarar vermekten çekiniyor, beni öptükçe derin bir yara bedenine yerleşiyor gibi nazikçe öpüyordu. Sonunda dudaklarımız birbirinden ayrıldığında ateş saçan gözleri gözlerimin merceğindeydi. Birbirimize öyle uzun baktık ki sanki oda karanlık değildi, güneş gözlerimizin etrafında dönüyor, bakışlarımız ısınıp aydınlanıyordu.
“Eğlenceden sonra eve dönmeni istiyorum,” dedi kısık bir sesle. “O eve değil, bizim evimize dönmeni.” Kirpiklerimin arasında firar eden duyguları geri çekme tasasından arınmış gözlerle ona bakıyordum. “Yalnız yemek yemeyi, yalnız uyumayı, yalnız yaşamayı sevmiyorum. Çok uzun yıllardır yalnızdım. Artık yalnız olmak istemiyorum.”
Başımı salladım.
“Sensiz olmak istemiyorum,” diye fısıldadı.
Bu cümle beni o geceye götürdü. Çaresizliğin bir insan olup içime yerleştiği, bir bebek gibi içimde büyümeye başladığı, aynı gece beni sancılarla kıvrandığım bir doğuma hapsettiği o geceye götürdü. Hissettiğim o çaresizliği bir daha hissetmekten korkarak onun yüzüne dokunup yavaşça yanağını okşadım. Bu dokunuş ona verilmiş büyük bir cevap gibiydi, susup gözlerime baktı ama bakışlarında sadece benim anladığım, anlamı içime kazınmış kelimeler vardı.
“Sensiz bir evde olmak istemiyorum. Sensiz yemek yemeyi, sensiz uyumayı, sensiz yaşamayı istemiyorum.” Alnını alnıma bastırıp, “Sensiz olmak istemiyorum,” diye fısıldadı tekrardan.
“Ben de,” diye itiraf etmemle beraber gözleri gözlerime hançer gibi saplandı. “Hiçbir şeyi sensiz yapmak istemiyorum. Her şeyi seninle yapmak istiyorum.”
“Bu cümlenin devamında bana gerçekten evlenme teklifi etmen gerekiyor, biliyorsun değil mi?” diye sordu keyifle şakıyarak. Ardından cevabımı bile beklemeden burnumun ucunu öpüp, “Hadi bakalım, Matmazel Domuzcuk,” dedi. “Gidip arkadaşlarınla hazırlan.”
“Akşam görüşürüz o zaman.”
“Akşam ve gece,” dedi. “Burada kalacaksın, değil mi?”
Çocuk gibi sorması içimi kıpır kıpır ettiğinden, “Evet,” diye mırıldandım.
Binadan çıktığımda yağmur dinmişti. Sitenin yüksek binaları arasında ilerlediğim sırada dalgın bakışlarım tek bir noktada duruyor, o noktada bana ait olmayan anıları izliyordum. Gurur, haklı olabilir miydi? Gerçekten de bazı kavuşmalar mahşere mi kalırdı? Birini çok sevsen de kavuşmanın mahşere kalmasına izin mi verirdin? Derin bir iç çektim ve siteden çıktım. O sırada siteye bağlı binaların birindeki zemin katta olan A101’in kapısı açıldı ve Simge bir elinde poşetler, bir elinde de yeni açıp bir ısırık aldığı çikolatayla karşımda belirdi. Pijamasının paçalarını botlarının içine sokmuş, dizine kadar uzanan kabanının altına muhtemelen lahanaya dönmesine neden olacak kadar fazla kıyafet giymişti.
Çikolatayı çiğnerken, “Okulda mıydın?” diye sordu. “Mesaj attım ama dönmedin. Selam bu arada, eğer biraz daha kar yağmazsa kendimi ortaya atıp bir bidon benzinle yakmayı düşünüyorum. Ne güzel sevinmiştim karlı şehre geldim diye. Saydım, hesaplarıma göre yirmi beş saattir kar yağmıyor.”
“O kadar olmadı.”
“Son yağan kar tutmadı, sayılmaz, bana ne?” Beni süzdü, düşüncelere dalmış hâlde olduğumu fark edince, “Çikolatamdan bir ısırık alabilirsin ama sadece bir ısırık, eğer büyük bir ısırık alırsan sana istediğim soruyu sorarım ama küçük bir ısırık alırsan hiçbir şey sormam. Bu arada sen bu çikolatayı çok seversin. Yani bence büyük bir ısırık alman gerektiği kanaatine varmış bulunmaktayım. Evet.” Çikolatayı bir mikrofon gibi bana doğru uzattı. “Joker hakkını kullanamazsın.”
Çikolatadan büyük bir ısırık aldım çünkü anlatmak için bir nedenim olsun istiyordum. Simge gülümsedi. Çikolatayı emerken karşıya geçtik, taksi durağının olduğu kaldırımda yürüdüğümüz sırada kucağımdaki kıyafet yığınına bakarak, “Hakan abi ve Cenan abla hakkında düşünüyorum,” diye mırıldandım. “Birbirlerini bu kadar sevdiklerini tahmin etmezdim.”
Simge evin olduğu binaya giden sapaya girip aşağı doğru inerken omzunun üstünden bana doğru baktı. “Dün geceden bahsediyorsun sanırım,” dedi, bir an algılayamadığım için ona bakakaldım. “Salak değilim yahu, adam tüm gece put gibi durdu öyle.”
“Birbirlerini görmüşler.”
“Buraya gelirken Cenan’ı göreceğini biliyordu, Zelluş,” dedi Simge omuz silkerek. “Bile bile geldi, demek ki içten içe onu görmek istiyordu. Belki görmeye gidemediği için bir sebebi olsun istedi, görmeye giden kişi olmak değil, onunla karşılaşmış gibi görünmeyi istedi.”
Haklıydı. Hakan abi bu binaya gelirken onu görmeyi göze almış olmalıydı. Belki de Simge’nin söylediği gibi, Cenan’ını, canını, canını dağıtıp kaybolanını görmek için bir bahane arıyordu ve o bahane bizdik. Dün geceden ağır yaralı çıkmışlardı ve şimdi onları bekleyen o belirsiz gelecek, tıpkı ölümcül zehri kanında taşıyan bir canavar gibi üzerlerine doğru gelmeye başlamıştı.
Binanın güvenlik şifresini girdim, kilit açıldı ve kapıyı ittim. Simge poşetleri koluna takarak merdivenleri tırmanırken, “Bu kadar dalgın olma,” dedi. “Emin ol şöyle bir aynaya baktığında en büyük derdinin kendi hayatın olması gerektiğini fark edeceksin.”
“Çok yardımcı oldun.”
“Seni kandırmaktansa acı gerçekleri çat pat söyleyip seni tokatlarım, kusura bakma,” dedi ve öpücük atıp paltosunun cebinden anahtarı çıkardı. “Eve ikinci bir besleme gibi kapak attım, inşallah kızlar beni kapının önüne koymaz.”
“Sen ne yapacaksın peki?”
“Neyi? Ha, okulu mu? Bilmiyorum. Yatay geçişle buraya geçerim belki. Babam kişisi Ankara’dan pek hoşlanıyor değil, Isparta’da da sen varsın diye amcam ha bire babama Isparta’yı övüyormuş.” Sırıttı. “Bu gidişle ben istemesem de babam beni buraya postalayacak.”
Kapıyı açtığı sırada, “Burası senin için fena olmazdı,” dedim, bana yan gözle baktı.
“Öyle bir gelirim ki kademsiz ayağım yüzünden Isparta’ya seksen beş sene kar yağmaz. Gittiğim şehirleri kurutuyorum. Bak geldim, iki üç gün yağdı, bir sustu susuş o susuş.”
“Her an yağacak değil,” dedim gülerek.
“Ben geldim diye yağacağı varsa da sanmıyorum yağsın.”
Ayça, “Şu keseri Maria’ya götürsenize,” dedi elindeki büyük keseri elime tutuştururken. “Ön bahçede çiçek dikiyor. Toprağı bununla eşeleyecekmiş.” Dağınık turuncu saçlarını kafasının üzerinde koca bir topuza dönüştürdü. “Bitirmem gereken bir çizim var, gece olana kadar benimle iletişim kurmazsanız sevinirim Özdağ Ailesi. Hoşça kalın.”
“Akşamki eğlenceye geleceksin, değil mi?” diye sordum.
“Gelirim, tabii çizimi ilerletebilirsem. Paftanın üzerinde yuvarlana yuvarlana ağladım az önce. Sonra da bölümü bırakmayı düşünüp bir de buna ağladım. Sonra annemi arayıp bu düşüncemi söyledim, bana demediğini bırakmadı, bir de buna ağladım. Şimdi kaldığım yerden ağlayarak çizim yapmaya dönüyorum.”
Babaannemin yanına inip onu yağan yağmurun çamurlaştırdığı toprakla uğraşırken görünce, elimdeki keseri kenara bırakıp düşünceleri de o keser gibi bir kenara ittim ve kollarımı bedenime sararak, “Yine çiçeklerle mi konuşacaksın?” diye sordum. İrkildi, ona yaklaştığımı hissetmemiş olsa gerekti. Az önceye dek yağmur döken göğe bakıp, “Doğru bir zaman değil gibi,” dedim.
“Sohbetin zamanı olmaz. Hem yağmurun özünü aldığı için daha güzel tutar.” Ojeli parmaklarıyla çamurlu toprağa baskı uyguladı, oval bir şekil vererek yavaşça yukarı doğru sivrileştirdiği toprağı izlerken tepkisizdim. “Kesere gerek kalmadı,” dedi babaannem, sesi dalgındı.
“Bir kapak açacağın zaman bile tırnaklarına zarar gelmesinden korkan sen, toprağa o kadar âşıksın ki bir çocuk gibi onunla oyun oynuyorsun.” Gülümsedim, o da gülümsedi.
“Rahmetli dedenden bana yadigâr kaldı bu toprak,” diye fısıldaması boğazımdaki düğümün bir yumruk boyutuna ulaşmasına neden oldu. “Ne zaman toprağa dokunsam, sanki onunla konuşuyorum.”
“Bu da demek oluyor ki Süslü Maria onu çok özlemiş.” Temkinli adımlarla bahçeye girip çamurlu toprağa basmadan kurumuş çimlerin üzerinde ilerledim. “Muğla’dan kaçmanın sebebi neydi?”
“Gezmeye geldim,” diye geçiştirdi.
“Yalan söyleme.”
“Söylemem ben yalan falan. Acı biber sürdürme dudaklarına.”
“Yine ne canını yaktı da kaçtın o şehirden, Maria?”
Bir süre çömeldiği yerde öylece durup elinin altında şekil kazanan toprağa baktı. Tohumlar kâğıt mendilin içinde duruyordu, yeteri kadarını kullanmıştı sanırım. Toprağa bulanmış ellerini çekti, birkaç tohum alıp eliyle kazıdığını düşündüğüm küçük çukurların içine yerleştirirken bir süre konuşmadı. Sonundaysa, “Onunla ilk buluştuğum limon ağacını kesmişler. O bahçenin sahibi ölünce çocukları bahçeyi elden çıkarmak için satmış, satın alan adam da ağacı hiç düşünmeden kesmiş. Ben de ne yapacağımı bilemedim. Şehir üzerime üzerime geldi.” Toprağı avuçlarının içinde şekillendirip çukurların üzerine atarak çukurları örttü. “Ona göre kestiği eski, artık limon vermeyen kuru bir ağaçtı ama benim anılarıma ait bir film bobini kesilmiş gibi oldu. Altında oturduğumuz, konuştuğumuz, küsüp barıştığımız o ağacı kesmişler, sanki fotoğraflarımızı küçük küçük kırpmışlar da artık birleştirsem bile eskisi gibi görünmeyecekmiş gibi hissettim. Ben de kaçtım.”
Bir süre sustu. Sonra, “Kaç yıl geçti, o bile çekti gitti, limon ağacı hep benimle mi kalacaktı sanki?” diye sordu kırgın kırgın.
Yavaşça yanına çökerken, “Anıları yarattığın şehirler, evler, yerler bir gün kaybolabilir, Maria,” diye fısıldadım, etrafı kırışıklıklarla çevrili üzgün bakan gözlerini bana çevirdi. “Daha da acısı, anıları beraber yarattığınız insan bile bir gün yanında olmayabilir. Ama ne kadar uğraşırsan uğraş, o anıları zihninin içinden kazıyıp atamazsın. O anılar artık bir limon ağacının altında değil, senin zihninde yaşayacak. Tıpkı onun da hâlâ zihninde,” elimi yavaşça kalbinin üzerine koydum, “ve kalbinde yaşadığı gibi.”
“Sen romantizmden ne anlarsın?” diye sordu şakayla, gözleri doluydu ama gülümsedi. Omzuyla omzuma vurup, “Gerçi anlarsın tabii,” dedi kelimelerindeki her harfi sinir bozucu bir şekilde uzatarak telaffuz ederken. “Bulmuşsun at gibi çocuğu, maşallah beygir gibi adamı, birlikte Topgun filmini mi çekersiniz artık, Titanik mi çekersiniz bilemem ama Titanik’i çekecek olursanız, gemi ortadan ikiye ayrılınca üzerine çıkıp donmaktan kurtulduğun koca sandığın üzerinde çocuğa da yer açarsan sevinirim.”
Dişlerimi göstererek sırıttığım esnada, “Zeliş,” dedi babaannem, işte yine o dalgın yaşlı gözleriyle bana bakıyordu, ses tonuna bir geminin okyanusun dibine çöken enkazı gibi hızla çöken o durgunluğa ifadesiz gözlerle karşılık vermeye çalıştım. “Canın o gece yandığından daha çok yanacak, biliyorsun değil mi?”
Birden bir yıldırım gibi içime düşen sorusu o kadar çok duyguma aynı anda dokundu ki, en büyük hissin ne olduğunu o an için algılayamadım; tamamı yoğundu.
“Bu eminim ki ilk değildi ama sen ilkine denk geldin ve yine eminim ki bu son da olmayacak. Her zaman ruhunu, benliğini ve kalbini doyuracak romantik bir öykün olsun istedim. O gece ise bu isteğimin koca bir bencillik olduğu kanaatine vardım. Çünkü o gece senin öykünün sadece romantik değil, acı dolu bir öykü olduğunu anladım. Aşk elbette acıtır, her zerrende bu acıyı taşırsın, senin yaran olur ve bazen de dermanın olur ama sende gördüğüm acıdan fazlasıydı, yaradan fazlasıydı, sen mahvolmuştun.” Parmakları tekrar toprağın üzerinde hareket edince pembeye boyalı tırnaklarına bulaşan çamur lekelerine baktım. Kalbim birdenbire çok şiddetli bir şekilde ağrımaya başlamıştı.
Babaannemin o gece, o şafak vaktine uzanan alacakaranlıkta neler yaşadığıma şahit olduğunu hatırladım. Derimi delen iğnenin ucundan akarak damarımdaki kana karışan ilacın beni bir nebze olsun sakinleştirmeye yetmediğini kendi gözleriyle görmüştü. Kastettiğinin ne olduğunu, aynılarıyla, belki daha da acılarıyla yeniden karşılaşma ihtimalimin hep olacağını artık biliyordum. Bunu zaten Gurur Mert Çalıklı’nın ağzından da duymuştum. En acı hâliyle.
Ama babaannemin bilmediği bir şey daha vardı. Ben Gurur’u sevsem de bir gün her şey bitebilirdi, bir gün bu yalan bir şekilde hayatımızdan sıyrılıp gidebilir, arkada onsuzluğun tortusuyla tek başıma kalabilirdim. Bunu bilmiyordu. Bu ihtimal de tıpkı kafamda var ettiği diğer ihtimaller gibi oldukça can yakıcıydı.
“Her bir adım sonrası mayın olacak mı diye düşünmek çok zordur, Zeliha,” dedi babaannem. “Hele o mayına basacak olan sen değil de oysa, senin için bunu göğüslemek daha da zordur. Bir kumar oynuyorsun. Masada da kalbin var.”
“Dikili bir limon ağacım da yok,” dedim buruk bir tebessüm dudaklarımı teslim olmaya zorladığında.
Düşünmekten kaçmak istiyordum. Masaya bir kalp bıraktığımı, Gurur’un ayakucunda duran ve acıdan şişip göğüs kafesimi zorlayan kalbim kadar büyük olan mayını, sonunda bir gün o kavşağa gelip yol ayrımında ellerimizin ayrılacak olma ihtimalini… Tüm bunlar birikince gelen ağlama hissi öyle derin ve kopma noktasını zorlayan detaylarla doluydu ki. Tohumlardan bir iki tanesini avucuma alıp, gözlerime batan yaşları yok saydım, sanki ağlamak istemiyormuşum gibi sakin görünmek için uğraştım. Ama babaannemin asıl hislerimi bildiğini biliyordum.
“Yine de bu hayat senin hayatın, göğsünün altında atan kalp de senin kalbin, Zeliha. Bir şey seni çok üzecekse bile öncesinde edebildiği kadar mutlu etmeli. Ben de bir zamanlar çok mutluydum, sonra önce deden, sonra da anılarımın fotoğrafını çeken bir fotoğraf makinesi gibi hissettiğim o limon ağacı gitti. Fotoğrafları da kaybettim. Artık o fotoğrafları, yaşanan o anıları sadece hayal edebiliyorum.” İç çekti. “Keşke limon ağacı kalsaydı.”
Sustum, keşke, diyemedim çünkü sanki ben ona hak verirsem, limon ağacının yokluğunu daha da derinlerinde hissedecekti. Bir müddet sonra, “Akşam bizimle gelsene,” dedim. “Değişiklik olurdu senin için.”
“Bilmem ki, sevdiğim animenin de çevirisi gelecekti aslında,” dediğinde gülümsedim. “Ama belki gelirim, uzun boylu, selvi gibi asker çocukları görünce tansiyonum çıkıyor, kendimi genç hissediyorum… Genç olmadığımdan değil tabii.” Kıkırdadı. “Geleyim bari, gözüm gönlüm açılsın.”
Doğrulup kalkarken, “Ben de gidip hazırlanayım,” dedim.
“Bence de şimdiden başla hazırlanmaya çünkü biliyorsun ki hepiniz toplansanız bir ben etmezsiniz.” Permalı kısa saçlarını savurdu ama bu hareketi eskisi kadar neşeli görünmedi gözüme.
Babaannem odama tam olarak yerleşmiş olmasa da kendisinden izler bırakmıştı. Çalışma masamın üzerinde birbirinden ton olarak tamamen farklı, tam da ona uyacak renklerde ojeler vardı, parlak taytlarından biri de sandalyemin sırt kısmına serilmişti. Elbise dolabıma doğru ilerleyip valizin içine atmadığım, hâlâ dolapta olan kıyafetlerime kısaca göz gezdirdiğim sırada Çolpan, odanın aralık kapısını hafifçe tıklatıp tamamen açtı. Omzumun üzerinden ona baktım, kıvırcık saçlarını atkuyruğu yapmıştı, saçları kabarık duruyordu, altında dışarıdaki soğuğa rağmen kısa bir şort, üzerinde de askılı bir tişört vardı.
“N’aber?” diye sordum gözlerimi elbise dolabındaki yarısı boşaltılmış kıyafet yığınına çevirirken.
“Eh, idare eder. Bu aralar dersler biraz yoğun olacak, onun gerginliği var üzerimde.” Omzunu kapının pervazına yasladığını hissettim. “Ben sana şeyi soracaktım ya… Bora’yı.”
Hatıra yığını zihnimin üzerine yıkılırken, “Hım?” diye mırıldanıp ona omzumun üzerinden baktım.
“Bora’yla tekrar görüşmek istiyorum sanırım,” dedi dudaklarını büküp boşluğa bakarak. “Beni yanlış anlama, elbette ona en iyi şekilde ebeveynlik yapıyordur ama babasının biraz daha bilinçlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Çocuğu olduğu için duygusal yaklaşması çok normal ama o tür kriz anlarını duygusal davranarak atlatamaz.”
“Adnan’ın gayet bilinçli olduğunu düşünüyorum. Sadece o an çok beklenmedikti.” Durup kabullendim. “Beklenmedik bir şey olduğu için Adnan da panikledi.”
“Anlayabiliyorum. Bora ile yakın arkadaş olacağımızı düşünüyorum. O küçük çocukla aramda garip bir bağ kurulacağı hissi var içimde.” Derin bir nefes aldı. “Neyse, akşam için ne giyeceksin?”
Kıyafet yığınına elimi sokarken, “Kot ve kazak,” dedim umursamaz bir sesle.
“Ha ondan kıyafet dolabının önünde çaresizce dikiliyorsun?”
“Ne çaresizliği bayan?” diye sordum, sonra sanki ben değil de Adnan konuşuyormuş gibi hissettiğim için gülmeye başladım.
“Deli deli gülüyor bir de ya,” dedi Çolpan tıpkı benim gibi gülerek. Ardından odaya girdi, kıyafet dolabımın önüne gelip beni yavaşça itti. “Her zamanki kotlarından giyme bence.”
“Ne giyeyim şekerim?” diye sorduğumda bana cins cins baktı.
“Sen şu Yener ile çok mu takılıyorsun?” diye sorarken birkaç kazak çıkararak yatağın üzerine bıraktı. Koyu gri crop kazağı incelerken, “Bu crop güzel,” dedi. “Altına da siyah, İspanyol paça pantolonunu giy.”
Elbise dolabından İspanyol paça pantolonu çıkardım. İstediği kazağı pantolonunun üzerine yerleştirip bir çift temiz iç çamaşırını da yanlarına koydum. Ben duşa girdiğimde evde derin bir sessizlik vardı, duştan küçük bir havluya sarınarak çıktığımdaysa o sessizlik yerini paniğe bırakmıştı. Çolpan, Ayça’nın saçlarını düzleştiriyor, Maria da elini Simge’nin kucağına koymuş ona nar çiçeği renginde bir oje sürdürüyordu.
Akşamın gölgeleri yavaşça şehre çöktüğünde ve yağmurun puslu bir renge büründürdüğü şehrin üzerini usulca örtmeye başladığında artık hazırdım. Kuruttuğum saçlarımı fırçayla yumuşacık olana kadar tarayıp, enseme doğru düşecek şekilde dağınık bir topuz yaptım. Yanaklarımın kenarlarından firar edip yüzümü etkisi altına alan saç telleri, topuzumun daha doğal durmasını sağlıyordu. Kazak belimi açıkta bırakacağı için uzun paltomu almam iyi bir fikir olacaktı. Bağcıklı, kalın topuklu botlarımı yatağımın altındaki kutunun içinden çıkardıktan sonra sadece hafif bir göz makyajı ve toprak tonlarında bir parlatıcı sürerek makyajımı tamamladım. Tırnaklarımdaki siyah ojenin üzerinden daha kalıcı olması için cila geçtiğim sırada Simge, içinde oldukça çekici göründüğü siyah, mini bir deri etek ve beyaz, yumuşak görünen bir kazakla odaya girdi.
“Ay aptal gibi görünmüyorum değil mi?” diye sorarken eteğini çekiştiriyordu. Bir an bana bakıp duraksadı ve “Dağların aslanına Disney’den fırlamış ceylan Bambi şoku,” dedi. “O makyaj gözlerini tam ceylan gibi göstermiş, mis gibi mis.”
Sırıttım. “Harika görünüyorsun.”
“Biliyorum, övmeniz için yalancıktan sormuştum zaten.”
Kapı zili çalınca Simge’nin yanından kayarak salona çıktım. Babaannem ojeleri kurusun diye parmaklarına üfleyerek kapıyı açtı ve kapıda Gurur yerine Yener’i görünce bir an donup kaldım. Elimdeki telefona bir bildirim düştü.
Girdap Demiralp: Warner Bros’tan fırlamış bir Tazmanya canavarı hızıyla gözden kaybolan Yener’in nereye gittiğine dair bir bilgisi veyahut fikri olan var mı? Çünkü az önce arkamdaydı, gözümü açıp kapattım ve geride onun şeklinde bir bulut kalmış.
Devran Soydere: 😀
Tek kaşımı kaldırarak kapıya baktım. Babaannem, “Ay boylu poslu bir diğer asker,” dedi. Sonra kafasını kapıdan dışarıya doğru uzatıp apartman boşluğuna doğru, “Evimize komando ordusundan bir başka komando daha gelmiş. Aa torunumun komando sevgilisinin arkadaşı bir diğer komando kişisiymiş, aa çok da yakışıklıymış,” dedi sesini tüm komşulara duyurmak istiyor gibi. Ardından sessizce, “Gel içeriye yakışıklı çocuk, sana kapılarda durmak yakışmaz,” diyerek ojelerine aldırış etmeden Yener’i kolundan yakalayıp içeri soktu.
“Ben sizi almak için gönderilmiş bir askerim, ne eksik ne fazla, başka bir amaca hizmet için gelmediğime yemin edebilirim. Bir his geldi içime, dedim ki sanırım Gurur beni kızları almam için görevlendirmiş. Yanlış olmasın, hislerim kuvvetlidir, Gurur ile telepatik bir bağımız var, o söylemese de ben anladım ve geldim. Hissettim yani.”
“Ne saçmalıyor bu be?” diye sordu Ayça ona garip garip bakarak.
Simge kolunu odamın kapısındaki pervaza yaslamış sakince Yener’i izlerken sessizdi. Telefonuma bir bildirim daha düştü.
Sevgilim: Nerede bu salak?
“Evet, Gurur seni görevlendirmiş, Yener,” dedim telefona bakarken. “Hep böyle harika mısındır?”
“Bu dünyada en sevdiğim insan olan Zeliha da buradaymış. Yani tabii ki burada olacaktı. Sonuçta en çok Zeliha için geldim. Başkası için değil.”
“Sana başkası için geldin diyen mi oldu sivri zekâlı?” diye sordu Ayça ona, şüpheyle kısılmış gözleri Yener’e saplı duruyordu.
“Aaa, Gurur’un rüyasındaki portakal cini,” dedi Yener. “Sen de mi buradaydın kız? Boyun kısa diye görmedim ben seni.”
“Oturduğum için kısa görünüyorum.”
“Aa oturuyor musun? Normalde de böyle göründüğün için oturduğunu bile fark etmemişim ya.”
Cins cins bakıştılar.
“Doğru, sen de komandoların içindeki en kısa komandoydun değil mi, mandalina?” diye sordu Ayça. “Ben en azından portakal olmuşum kendi şartlarım doğrultusunda kendimi yetiştirerek.”
Yener’in gözleri anlık Simge’ye çarpıp panikle tekrar Ayça’ya döndü. “Yalnız benim boyum bir doksan beş,” dediğinde, hâlâ aralık duran sokak kapısının aralığında beliren kafanın sahibi, “Bir doksan bir,” diye düzeltti, bu kişi Girdap’tı ve Can Manay gibi kapı aralığından bizi izliyordu.
Babaannem heyecanla kapıyı açıp apartman boşluğuna, “Aaa, hayatımızdaki üçüncü komando da gelmiş,” diye seslendi.
Babaannemin çocukları yadırgamamasını garipsemiyordum, o hep kendi içinde zaten tam da böyle biriydi. Romantik, dışa dönük ve renkliydi. Benim tam tersimdi. Aynı olan sadece isim ve soy isimlerimizdi; bunun dışında onunla tamamen farklı, birbiriyle örtüşmeyen iki karaktere sahip iki farklı insandık.
Evden çıkıp binanın önüne indiğimizde dışarıda Tayfun’un da bizi beklediğini gördüm. Her zaman görmeye alışkın olduğum ciplerin aksine bu defa önünde durduğu arabalar daha normal, daha sportifti. Girdap, gri bir Volkswagen’ın önüne doğru yürüdü ve Tayfun da beyaz bir Volvo’nun önünde dikiliyordu. Onların kocaman, zırhlı bir aracı anımsatan ciplerine alışan gözlerim, bir an için bu arabaları boyut olarak oldukça küçük gördü.
Babaannem, “Ay ne olursunuz ben şu büyük, esmer olanın arabasına bineyim mi?” diye sordu koluma girerken. “Tam filmlerdeki kötü adamlar gibi, kötü adamları izlemeyi her zaman sevmişimdir.”
“Çapkın bir babaanne gibi davranmasan keşke,” diye homurdandım.
Ayça, Çolpan, Yener ve Simge, Girdap’ın arabasına bindiler. Gurur’un bize doğru geldiğini gördüğümde sokak lambaları artık yanıyordu, altından geçtiği sokak lambasının ışığı açık renk saçlarının üzerinde kor taneleri gibi parıldadı. Bakışları herkesi aşarak bana takıldı ve aramızda metrelerce mesafe olmasına rağmen onun göz hapsine girmemle nabzımın damarımı yırtması bir oldu.
Beni süzdüğünü hissettim. Girdap’ın arabasının farları açıldı, ışık beni içine aldı.
Tayfun, “Arabasını almayacakmış,” dedi sürücü koltuğu tarafındaki kapıyı açıp gözlerini bana çevirirken ama ona bakmadım, gözlerim Gurur’daydı. Camel rengi, uzun boyuna rağmen dizlerinin biraz üstüne kadar gelen uzun bir palto giymişti, içinde de beyaz, yuvarlak yakalı bir tişört vardı ve boynundaki künyenin ucunu dışarı salarak beyaz tişörtün üzerine bırakmıştı. Altında açık renk bir kot pantolon, ayaklarında onda görmeye alışkın olduğum kulakları gevşek postallar vardı. Benden bir cevap alamayacağını anlayan Tayfun, arabaya binip kapıyı kapattı ve az önce yanan far ışıkları tenimden silindi, Girdap’ın sürdüğü araba yanımdan kayıp geçerek yokuşu aldı, taksi durağından tarafa dönerek uzaklaşmaya başladı.
Tam önüme geldiğinde, davetsiz gözleri büyük bir hızla ayakucumdan başımın üzerine dek beni talan etti. Dudağının kenarında tatminkâr bir tebessümün büyüyerek çehresine daha aydınlık bir ifade yayışına anbean şahitlik ettim. “Güzelmiş,” dedi, sonra kaşlarını çattı. “Çok zayıfladın.” Bundan pek de memnun değilmiş gibi dudaklarını büküp gözlerini açıkta duran belime, bacaklarımın üst kısmını saran pantolonuma indirdi, yeniden gözlerime bakarken gözlerinde alaydan uzak ama bazı şeylerin imasını açıkça yapan yaramaz bir ışıltı vardı. “Güzel seçim. Ama bir şey eksik gibi duruyor, Dağ Çiçeği.”
“Neymiş o?”
Bana doğru bir adım daha atınca sert parfümünün kokusu tenindeki soğuğun kokusuyla birleşerek âdeta tüm duyularıma saldırıp beni alaşağı etti.
Yüzümün iki yanına su gibi akan saç tellerini geriye itti, dokunuşuyla ürperdim ama bunu görmesine izin vermedim. Parmakları yanağımdan kayarak boynuma indi, kazağın kumaşına dokunurken hâlâ gözlerimin içine bakıyordu. Uzun kirpiklerinin usulca gözlerinin üzerini örttüğünü fark ettiğimde artık bana değil, boynumu örten kumaş parçasına bakıyordu.
“Eksiğin ne olduğunu buldum,” dedi.
Boynundaki künyeyi çıkarıp benim boynuma geçirince bir an gerçekten afalladım, gözlerimin irileştiğini görünce sırıttı ve künyeyi düzeltti.
“Sana yakıştı, küçük asker.”
Künyesini parmaklarımın arasına aldığımı gördüğünde artık yüzüme bakıyordu. Tepkilerimi hafızasına bir daha hiç unutmamak, sonsuza dek, yaşayacağı son güne dek hatırlamak istiyor gibi kazıyor olmalıydı. Belki de ben öyle olmasını umut ediyordum. Ama o gözlere bakan biri, aksini asla düşünemezdi.
“Kan grubun sıfır negatif,” dediğimde başını aşağı yukarı salladığını hissettim, ona değil, hâlâ künyeye bakıyordum.”1987 demek…”
“Karıştırma şimdi orasını,” dedi gülerek, ben de genişçe gülümsedim.
“Halis muhlis 32 yaşındasın,” dedim ve gözlerimi kaldırıp geniş gülümsemesine uzun uzun baktım. “Erzurumlusun, bak bu da doğruymuş.”
“Yalan borcum mu vardı, Zelihacığım?”
“Dadaş seni,” dedim, elimde olmadan içten bir gülümsemeyle kurduğum bu cümle onu da daha geniş gülümsetti.
“Çıkarma bunu,” dedi, “sana yakıştı.”
“İkinci kez yakıştığını söylüyorsun.”
“Ne kadar yakıştığını sen anla işte.”
Sokakta büyük bir yankıyla duyulan korna sesi, yerimde yavaşça sıçramama neden oldu. Gurur, Tayfun’un içinde beklediği arabaya yan yan baktıktan sonra, “Ânı neden bozuyorsun ya?” diye homurdandı, Tayfun duymamış olacak ki bir kere daha ön camdan gözlerini bize dikerek ‘ne diyorsun’ dercesine kornaya bastı. “Bunların hepsi sığır.”
“Sen neden arabanı almıyorsun?”
“Dönüşte biraz yürürüz diye düşündüm,” dedi, söylediği şeyde bulduğum masumiyet içimi ısıttı.
“Sen şuna herkesi arabayla gönderip biz yürüyelim, sen de evde değil bende kal desene?”
“Bende mi? Orası bizim evimiz değil mi?”
Bu soruyu bir çocuk gibi sorması beni bozguna uğrattı. Cevabımı beklemeden elimi yakalayınca diğer elim hâlâ künyesinde, parmaklarımız bir makinenin dişlileri misali birbirine geçmiş vaziyette Tayfun’un arabasına yürüdük. Babaannem ön koltuğa kurulmuştu, bu yüzden biz de Gurur’la birlikte arka koltuğa yerleştik. Parmaklarımız hâlâ birbirine kenetliydi, araba çalıştığında ve Isparta’nın yolları altımızda eskimeye başladığında, diğer elimin künyeden hiç ayrılmadığını fark etmiş olacak ki, cama düşen yansımasını izleyen gözlerim onu hep beni seyrederken yakaladı.
Tayfun ve babaannem yol boyunca konuşmadı, Gurur ve ben de sessizdik ama sanki kelimeler aramızda bir köprü kuruyor, birbirlerine ulaşıyordu. Bir dokunuşun çok şey anlatabileceğini onunlayken fark etmiştim. Ve biliyordum, onun için de küçücük bir dokunuş sayfalarca süren bir romanın okuyucunun kalbinde bıraktığı hisleri bırakıyordu.
Mekândan birkaç metre ilerisine park ettiğimizde Kafeler Caddesi’ne doğru baktım, kalabalık akın akın rengarenk ışıkların birbiri üzerine yığılarak bir renk cümbüşü yarattığı sokaklara dağılıyordu. Her biri farklı bir hikâyenin karakteri olan insanları sakinlikle izledim ve arabanın motorundan yükselen uğultu sesi kesildi.
Araçtan inip Kafeler Caddesi’nin içinde yürümeye başladık. Tayfun ve babaannem bir iki adım önümüzden gidiyorlardı. Kalabalığın içinden geçtiğimiz esnada Gurur’a biraz daha yaklaştım ve bileğimdeki zincirden küçük bir şıkırtı sesi duyuldu, birden birbirine yapışarak bütün bir kalp şeklini var eden bilekliklerimize bakmak zorunda kaldım. Gurur da kafasını eğmiş bilekliklerimizin birleştirip oluşturduğu sembole bakmaya başlamıştı.
“Gördüğün gibi,” dedi. “Çekim alanı. Tıpkı bu ikisi gibi biz de birbirimizi çekiyoruz.” Bu cümleyi kurarken bana değil, bilekliklerimize bakıyordu.
“Aramızda bir çekim olduğunu görmüyor değilim.”
Yoğun bakışları bir mermi gibi tenime saplandı.
Tam bir şey söyleyeceği esnada, kalabalığın içinden birinin, “Zeliha!” diye seslendiğini duydum, o da duymuş olacak ki ikimizin de bakışları hızla sesin dağılarak bize doğru hücum ettiği yöne çevrildi. Omzuna taktığı bilgisayar çantası, dağılmış saçları ve bölümdeki kızları hayran bırakan yüzüyle Ekin, kalabalığın içinde gümüş bilekliklerin birbirine çarptığı elini kaldırmış bana doğru yavaşça sallıyordu. Gurur’un bakışlarının donuklaştığını fark ettim.
Ekin, bölüm başkanımızdı, karizmatikti, olabildiğince az konuşan ama kızlar tarafından fazla ilgi gören biriydi. Kurum siyahı dağınık saçları, kavruk bir teni, uzun ve zayıf bir vücudu vardı. Metal müzik dinlemeyi sevdiğini biliyordum, aynı zamanda bazı geceler Kafeler Caddesi’ndeki barlardan birinde de sahnesi oluyordu. Birçok kez beni ve bölümdeki diğer kızları yaptığı müziği dinlememiz için o mekâna davet etmişti ama pek konuşkan bir tip olmadığı için bunu nezaketen değil, çıktığı mekâna para kazandırmak için yaptığını düşünmüştüm. Açıkçası biraz da bu yüzden çağrılarına kayıtsız kalmıştım. Ama bölümdeki diğer kızların Ekin’in çıkacağı geceleri o mekânda geçirdiklerini biliyordum.
Elimi kaldırdım ama aramızdaki mesafeden dolayı dikkatleri üzerime çekmemek için ismini yüksek sesle söylemekten kaçındım. Gurur, sadece Ekin’e bakıyor, onun kim olduğunu anlamaya çalışıyordu. Ekin’in bize doğru gelmeye başlamasıyla, bizim adımlarımız bıçak gibi kesildi ve kalabalık etrafımızdan gürleyen bir şelale gibi akarken öylece durup yaklaşan yabancıyı izledik.
Ekin tam önümde durup, “Nasılsın?” diye sordu.
“İyiyim, sağ ol. Sen?”
“İyiyim,” derken gözleri yavaşça Gurur’a kaydı, koyu renk gözleri yanımda gördüğü yabancıyı anlamlandırmaya çalışır gibi taradıktan hemen sonra yeniden benim gözlerimle buluştu ama çok geçmeden bakışları birbirine bağlı bilekliklerimize doğru kaydı. Şaşırdığını fark ettim.
“Kafeler Caddesi’ne sık sık geliyorsun ama beni dinlemeye hâlâ gelmedin,” dedi.
Gurur’un parmakları parmaklarıma sarılınca irkildim ama gözlerimi Ekin’in yüzünden ayırmadım. Gurur parmaklarımızı birleştirdi, sadece parmak uçlarımız birbirine kanca gibi geçti ve Ekin yeniden ellerimize bakıp, herhangi bir duygu kırıntısı belirmeyen gözlerini bana doğru geri tırmandırdı.
“Canlı müzikten pek hoşlanmam,” diye yalan söyledim, bu yalan Ekin’in bozulmasına neden oldu, Gurur’un ise parmaklarımı daha sıkı kavramasına.
“Emin ol beni dinledikten sonra fikrin değişecektir, Zel,” dedi, ardından bu konuyla ilgili başka bir şey söyleme gereği duymadan, sadece, “Okulda görüşürüz,” dedi ve yanımızdan sıyrılıp geçti. Gurur’un parmaklarıma dolanmış vaziyette duran parmaklarının daha da sıkılaştığını hissedince gözlerimi yavaşça ona doğru çevirdim.
Bana onlarca yıl sürmüş gibi gelen o kısa sessizliğin ardından bana değil, ileride dağılarak farklı yönlere giden kalabalığa bakarak, “Kim bu sik?” diye sordu düz bir sesle.
“Anlamadım?”
“Zor bir soru değildi ki,” diye fısıldadı sesine süngü kadar ağır bir sakinlik yerleştirerek. “Arkadaşın mı?”
“Yani, sayılır.”
“Sayılır mı?” Yolun ortasında öylece duruyorduk ama buna aldırış etmedi, omzunun üzerinden bana dikkatle baktı. “Sayılırsa neden ağzını geviş getirir gibi eğerek konuşuyor seninle?” Ona tuhaf tuhaf baktığımda cümlesine, “Yakın değilseniz sana Zel falan demesi saçma. Çok ergen birine benziyordu bu arada,” diye devam etti.
“Bana ne zaten ondan,” dedim çatık kaşlarla.
“Bir de sana ne olmasaydı istersen,” diye fısıldadığını duydum ama o kadar ağzının içinde konuşmuştu ki eğer ona dikkatle bakmıyor olsam ne dediğini anlamazdım bile. Sanki söylediği şeyi duymadığımı düşünüyormuş gibi, “Kesin sesi de karga gibidir bunun. Çıkıp Anadolu Rock yapıyorum ayağına çığırıp çıkışta da kızlardan telefon numarası alıyordur. Öyle ezik biri gibi geldi bana. Sadece fikrimi belirtiyorum tabii ama bence haklıyım, sen bana bir kulak ver, bence ezik birisi o.”
“Ay geberttin çocuğu iki dakikada ya,” dedim hayretler içerisinde.
“Rockçı Serpil,” diye homurdandı. “Boğazı tahriş olana kadar bağırırken Zuhal Topal gibi bakardım ona.”
“Tayfun’un arabası bizi ezseydi de Ekin’le karşılaşmasaydık ya.”
“Keşke Tayfun direkt o Rockçı Serpil Ekin’i ezseydi de yerde fotokopisi çıkmış gibi yatarken onu görmeyip, üzerine basarak yürüyüp gitseydim.”
Gurur’a yandan bir bakış attım. “Bir düşüp bayılmadığın kaldı, Gurur,” dedim. “Ne oldu Rockçı Serpil’i mi kıskandın yoksa?”
“Güleyim de boşa gitmesin, nesini kıskanacakmışım o Laptop Recai’nin?”
“Bana öyle geldi herhâlde,” dediğimde, “Sana öyle gelmiş tabi,” diye geçiştirdi. Daha sonra hiç beklemediğim bir anda, “Seni kıskanmamı mı isterdin?” diye sordu, bu soruyu en azından böyle bir zaman diliminde, tam şu an almayı beklemediğim için donup kaldım. Donup kalmam suratına sinir bozucu bir gülümseme çizilmesine neden oldu. “Seni kıskanmamı ister miydin istemez miydin, Gelincik?”
“Neden isteyecekmişim?” diye sordum tek kaşımı kaldırarak. Madem benimle bir savaşa giriyordu, tamamdı o zaman. O asıl hissettiğini açıkça söylemediği sürece ben de sadece gösterir ama asla söylemezdim. Dudaklarıma yayılan tebessümü izlerken bir an o kararlı bakışları dağıldı, yüzündeki sırıtış usulca kaybolmaya başladı. “Hareketlerin kıskanmışsın gibi hissettirdi ama beni neden kıskanasın ki? Sonuçta ben senin sahte sevgilinim, değil mi, Gururcuğum? Yalnızken beni kıskanıyor gibi yapmana gerek yoktur diye düşünüyorum.”
“Ya, tabii öyle, Zelihacığım,” diye karşı atağa geçti. “Hem gerçek sevgilim olsaydın bile seni böyle ergenlerden kıskanmazdım ben. Özgüveni yüksek bir insanım bir kere…”
“Hadi ya?”
“Ne o? İnanmadın mı?”
“Ergen dediğin insan yirmi dört yaşında, sen bilirsin tabii…”
“Bana göre ergen, Zelihacığım…”
“Doğru, sen otuz iki yaşındasın.”
“O yetmez direkt yakın mesafeden kalbime sıksaydın ya.”
“Neyse, gidelim artık,” dedim elini yavaşça bırakıp bakışlarımı ileride görünen mekâna çevirerek. “İnsanlar bizi bekliyor.”
“Assolistler en son çıkar kuralını unuttun herhâlde, sen ve ben assolistiz.”
“Benim assolist olmak gibi bir isteğim yok ama sen bayağı takıntılısın bu konuda. Hep tek olmak istiyormuşsun gibi geldi bana, Gururcuğum.”
“Ben olursam, başka kimseye gerek kalmayacağındandır o, Zelihacığım,” dedi ve tekrar bakıştık. Dudaklarım yukarı kıvrıldı.
Mekânın ahşap bir verandası vardı, üstü kapalı verandada da masalar oluyordu ama bugün mekân boştu, sadece biz bize olacaktık, o yüzden sandalyeler masaların üzerine dik bir şekilde koyulmuş, verandadaki turuncu ışıklar söndürülmüştü. Böylece verandaya bakanlar mekânın kapalı olduğunu anlayıp giderdi. Gurur ile verandanın ahşap merdivenlerini tırmandık, cam kapıyı ittiğim sırada Gurur kulağıma nefesini bırakıp beni ürpertti ve “O kadar eminim ki, seni kıskanmamı isterdin ama kıskanmadım,” diye fısıldadı, fısıltısı tüm bedenime alevlerin akislerini çizerken büyük elini başımın üzerinden cam kapıya uzatıp kapıyı benim yerime güçlü bir şekilde itti.
Bu gece belli ki aramızda ciddi bir çekişme olacaktı. Madem öyle olsun istiyordu, tamam, olurdu, ona seve seve meydan okuyacaktım.
İçeri girdiğimde bir basamak yükseklikteki sahnede babaannem ve Yener’i makarena dansı yaparken görmeyi beklemiyordum.
Ellerini öne uzattılar, ardından geri çekip başlarına koydular ve birbirlerine dönüp bakıştılar. Garip bir uyumla deli gibi dans ediyorlar, birleştirilerek uzun hâle getirilen masada oturanlarsa gülerek onları izliyorlardı. Olduğum yerde dikilip kaldım, Gurur da bana çarparak durdu ve o da o görüntüye bakakaldı.
Birden zıplayarak yer değiştirdiler ve birbirlerine doğru dönüp birbirlerinin omuzlarına omuzlarıyla vurdular. Yener ile Maria’ya dehşetle baktığım esnada, Vural ile Nihan da basamağı çıktılar ve birbirlerine omuzlarıyla vurup ayrılarak ellerini birbirlerine doğru uzattılar, ardından başlarına koydular ve sonra dördü birden aynı figürleri sergilemeye başladılar.
Girdap ile Adnan da sahnenin iki farklı yönünden birbirlerine doğru yürüyüp basamağı çıktılar ve çok geçmeden onlar da dörtlüye katıldı. Tayfun’un masada otururken başını oynatarak onları izlediğini fark ettim, ölümcül bakışlar yine yüzündeydi ama kafasıyla ritim tutuyordu.
Tayfun’un yanında küçük, sarışın bir kız çocuğu oturuyordu, kız çocuğunun yanındaysa Bora vardı, çekingen gözleriyle başını sallıyor, gülümseyerek babasını izliyordu ama yüzünde utangaç bir ifade vardı. Çolpan bazen ona doğru eğiliyor, bir şeyler söylüyordu. Bora o yaklaşınca gerilse de ona ilgili gözlerle bakarak karşılık veriyordu. Muşta’nın birden sarışın, küçük kıza ellerini uzattığını gördüm, sonra oturduğu yerde ellerini başına götürdü ve aynı dansı oturarak küçük kıza bakarak yapmaya başladı. Küçük kız kıkır kıkır gülerken Tayfun’un koluna sokulmuştu.
“Ne oluyor be?” diye sordum hayretle.
“Çok soru sorma, oyna.” Gurur arkamda durmaya devam ederken kollarımı iki yandan tutarak kaldırdı ve kollarım havadayken sallayarak beni sahneye doğru yürütmeye başlattı.
Birkaç saniye sonra sahnedeydik. Birkaç saniye sonrasındaysa daha önce hiç yapmadığım bir dansı sanki ezberimdeymiş gibi Gurur ile karşı karşıya durmuş, suratımda koca bir sırıtışla yapıyordum. Gurur ile aynı anda birbirimize kollarımızı uzattık ve o an göz ucuyla da olsa Simge’nin de kollarının Yener’e doğru uzandığını gördüm. Yener duraksayarak da olsa kollarını Simge’ye doğru uzattı ve aynı anda zıplayıp ellerini başlarına koydular. Biraz önce gergin görünen Yener, artık yüzündeki çizgileri sergileyerek gülümsüyordu Simge’ye.
Gurur ile aynı anda birbirimizi sırtımızı döndük, şimdi Nihan ile yüz yüzeydim, kollarımızı aşağı sarkıtıp kalçalarımızı sağa sola salladık ve gördüğüm kadarıyla bunu tüm erkekler de yaptı, birden zıplayarak tekrar Gurur’a doğru döndüm ve kollarımızı yine aşağıya sarkıtarak kalçalarımızı salladık. Onu bunu yaparken görmek gözlerimden yaş gelene kadar gülmeme neden olmuştu.
Birkaç saniye sonrasında Hüsrev ile Gaye, iki işareti yaptıkları parmaklarını gözlerinin önünde kaydırıp durarak birbirlerine doğru yürüyor, Çolpan sahnenin köşesinde çekingen Bora’yla yavaşça dans ediyor, Bora heyecanlanıp bazen korksa da gülümsüyordu. Adnan’ın da kollarını kaldırarak oğluna doğru gittiğini gördüm, Bora’yı tamamen gevşetmek için Çolpan da kollarını kaldırdı ve karşılıklı dans etmeye başladılar.
Ayça ile Girdap bir an yüz yüze geldiler, Ayça ona sevimsiz bir bakış atarak, “Çekil önümden direk,” dedi ve zıplayarak Simge’nin arkasına doğru gitti. Girdap bir an durup kafasını kaşıdı, sonra zıplayarak Tayfun’un yanına gitmeye başladı. Evet, Tayfun da artık oradaydı. Sahnede.
Süslü Maria, Tayfun’a doğru kollarını uzatırken, “Kötü çocuk,” dedi, bunu duymadım ama dudaklarının aldığı şekilden ne söylediği net bir şekilde okunuyordu. Babaannem elini kulağına götürüp, “Ara beni,” dedi ve zıpladılar, şimdi babaannem ile Yener, Tayfun ile Simge karşı karşıyaydı. Simge’nin, Tayfun ne kadar dans etse de katil bakışlarından korktuğunu gördüm. Yavaşça yana doğru yengeç gibi yürüyerek Tayfun’dan uzaklaştı ve Tayfun duvara doğru kendi kendine dans etmeye devam etti.
Devran’ın, Biricik’i omuzlarına almasını beklemiyorduk. Sahnede iki metre Devran ve onun omuzlarında oturan yarım metrelik Biricik, bir an tüm dikkatleri üzerine topladı. Devran, omuzlarında Biricik’le sadece kalçasını sallayarak sırıtıyor, bazen tam ortada oldukları için bize çarpıyordu.
Gaye ve Yener’in konuştuğunu, sonra da Gaye’nin zıplayarak hoparlörlere bağlı bilgisayara gittiğini gördüm. Yener yüzünde işgüzar bir sırıtışla şarkının değişeceği ânı beklediğini fark ettiğimde, bizi bekleyen başka bir sürpriz olduğuna artık neredeyse emindim.
Birden ağır bir roman havasının ilk melodisi duyuldu ve herkes durdu, Vural’ın yüzü ciddileşti, kaşları çatıldı, kolları havaya kalktı, kalçası öne arkaya gidip geldi.
Gurur’un zıplayarak güldüğünü gördüm, ilk kez gördüğüm için ikinci bir şok dalgası çarpan yüzümle ona öylece bakakaldım. Vural yüzünde sinir bozucu bir ciddiyetle, hatta öfkeyle, ara sıra kaybolan ifadelerin geride bıraktığı bir düzlükle kolları havada önünü atarak roman havası oynuyordu.
İşaret parmağını aşağıya bakacak şekilde alnına koydu, diğer kolu hâlâ havadayken önünü atarak şarkının ağırlığına uyacak bir yavaşlıkla oynamaya devam etti. Muşta sinirleri bozulmuş gibi elini yüzüne kapatmış, güldüğü belli olmasın diye kendini sıkarken masada oturmaya devam ediyordu. Bir çember oluşturmuştuk, ortamızda garip bir ifadesizlikle dans eden Vural’ı dehşetle izliyorduk.
“Çatlasınlar,” dedi Girdap bağırarak.
Yener, “Aha!” diye bağırdı ve Girdap devam etti: “Patlasınlar!”
Yener tekrar, “Aha!” diye bağırdı.
Onlar bunu yaptıkça Gurur başını ağır ağır mest olmuş gibi sallayarak oynuyor ama yüzünde ifade oynamıyordu.
“Ortaklarım, kudursunlar!”
“Aha!”
“Ranga ranga ranga, hey!”
“Reglidideklita,” dedi Yener, Vural’a doğru.
“Çekemiyorlar bizi, aha aha!”
“Kıskanıyorlar aha aha!”
“Onlar da para çok,” dedi Girdap, Yener’e doğru.
Yener de “Evde gene zeytin yok,” dedi, Vural artık kayışları tamamen koparmıştı.
“Hadi bakayım saksafoncu Yener, göster kendini şimdi,” dedi Girdap ellerini birbirine vurarak.
Babaannem bana yavaşça sokulup, “Ay bu kırık galiba biraz kafadan,” dedi kulağıma doğru. “Boşluğu dövecek gibi bakarak oynuyor… Yazık, çok da yakışıklıymış…” Gözleri anlık Gurur’a kaymış olacak ki, “Ay Zeliha, emin misin sen bu çocuktan?” diye sordu kısık sesle. “Bu da normal görünüyordu aslında…”
Gurur’a doğru baktığım an, şaşkınlığın bir doz daha çoğalarak tüm yüzüme rengini verdiği andı. Kolları havada, omuzlarını oynatarak ritim tutuyordu. Bir süre sonra, “Ekmeğe sürdüm balı,” dedi. “Rockçı Ekin oldu sapsarı!”
Kaşlarımı kaldırırken kendimi tutamadığım için şiddetle gülmeye başlamıştım. Gurur’un bakışları bana dokununca yüzündeki ifade dondu, sonra kafasını farklı yöne çevirdi. Masaya otururken hâlâ kendi kendime gülüyordum. Muşta, “Bu, bunun ilk kendini kaybedişi değil,” dedi Vural’ı işaret ederek. Vural çekindiği her hâlinden belli bir şekilde Muşta’ya bakıyordu. “Yener ve Girdap güvenlik kamerasına yansıyan görüntülerini görmüş bunun.”
Vural, “Ne görüntüsü ya?” diye sordu, tedirgin olmuş gibi bakıyordu.
Muşta çenesiyle bir komut verince Yener telefonu ile bilgisayarı birbirine bağladı ve karaoke esnasında kullanılan büyük LCD ekran televizyonda bir videonun kapak fotoğrafı belirdi. Yener videoyu başlattığı anda masaya bir sessizlik çöktü ve herkes gözlerini ekrana çevirdi.
Videoyu çeken kişi Yener’di, güvenlik kameralarının görüntü verdiği odadaydılar, bir sürü ekranın olduğu odada bir ekrana zoom giren Yener, kıkır kıkır gülüyor, o ekranın görüntüsünü büyüten Girdap da “Ne yapıyor bu salak ya?” diye soruyordu. Güvenlik kamerasının merkezinde koridorlardan biri vardı, karanlık koridorda bir silüet göründü. Elinde vileda sopası ve yanında da su dolu kova olan kişinin Vural olduğunu fark edince elimi ağzıma götürdüm. Masadan bir kahkaha sesi yükseldi çünkü koridorda elinde vileda sopasıyla duran askerin altında bir eşofman, üzerinde de komik, beyaz bir atlet vardı. Boştaki elinde tuttuğu telefonda bir müzik açmıştı, müzik tam duyulmuyordu ama birden ciddi bakışlarla karanlık koridorda tıpkı az önce olduğu gibi oynamaya başlayınca, çalan müziğin ağır roman olduğunu anladım.
Öyle garip bir ifadesizlikle oynuyordu ki Nihan bile gülmeye başlamıştı. Vural yüzünde sıkkın bir ifadeyle ekranda oynayan görüntüsünü izliyordu. Video kaydında Yener öyle çok gülüyordu ki elindeki telefon titriyor, hâliyle Vural’ın görüntüsü de bir görünüp bir kayboluyordu. Bir süre böyle oynadıktan sonra durup etrafına bakındı, cep telefonunu eşofmanının cebine koyup yerleri paspaslamaya başladı.
“Bu yaptığınız özel hayata şiddet uygulamak bu arada,” dedi Vural, enerji içeceğinden bir yudum alıp gözlerini Nihan’a çevirerek. “Ayrıca evleneceğin insanla dalga geçtiğin için utanmadığın için senin adına ben utanıyorum şu an.”
“Aşkım bence utanmanın esas sebebi ifşa olmuş olman…”
“Neden ifşa olmuşum? Sanki pornografik sitelerde fotoğrafım paylaşıldı, okul tuvaletlerine telefon numaram yazıldı. Olmadım ben ifşa.”
“Beyaz atletinle roman havası mı oynuyorsun sen koridorlarda?”
“Gülme Nihan, ne varmış beyaz atletimde?” Homurdanarak içeceğinden bir yudum daha aldı. “Ayrıca oynamışsam memleket özleminden oynamışım. İzmir gaydası o, ağır romanla girip birden hızlanıyor, o an çok yorgun olduğum için sadece ağır roman kısmına eşlik edebildim. Kısa bir mola vermiştim.”
“Kıyamam, çok mu yoruldun sen?” diye sordu Nihan dudaklarını büküp gülmemek için kendini sıkarken.
“Çok yoruldum. Muşta, Adnan o gün yok diye bütün çoraplarını da bana yıkatmıştı. Sünger Bob ve omlet desenli çoraplarını başkası görür diye korkup bana ağır duygusal şiddet uyguladığı için memleket özlemiyle yanıp, İzmir gaydasına tutunmak zorunda kaldım. O kadar çorap yıkadıktan sonra bir de koridor paspaslattı bana çorapları unutayım diye. Zaten duygusal olarak da hırpalandığım için boşluktaydım, biraz oynamışsam ne olmuş yani?”
Çorap detayı Muşta’nın boynuna kadar kızarmasına neden olurken, Muşta sakince, “Yarın gece tuvaletleri fırçalayacaksın,” dedi ve ekledi: “Cep telefonunu da masamda bırak ki İzmir gaydasını ağzından mırıldanarak oynamak zorunda kal.”
Bora’nın geniş bir gülümsemeyle Yener’e baktığını fark edince bakışlarım Bora’nın parıldayan gözlerine çevrildi. Yener sırıtarak bir şeyler anlatıyor, Bora hayran hayran onu izliyordu. Sarışın, küçük kızın Tayfun’un kızı olduğunu fark etmiştim, ismi Asya Berfu’ydu, tıpkı Bora gibi çekingendi ve her fırsatta babasının kolunun altına saklanıyordu. Timdekiler ufaklığa Berfu dese de babası Asya diye sesleniyordu.
Saat ilerledikçe muhabbet koyulaştı, babaannem, Muşta’ya hayran hayran bakarak bir şeyler anlatıyor, Muşta da gülümseyerek onu izliyordu; muhtemelen Muşta annesini görmüş gibi hissediyordu ama babaannem romantik filmlerden fırlamış gibi kurduğu cümlelerle aslında Muşta ile alenen flört etmeye çalışıyordu. Çabası komik ve şirindi, bir yandan da bunu sadece kafa dağıtmak için alayla yaptığını biliyordum, o her zaman çapkın görünürdü ama aslında hiç de öyle değildi.
Bora ve Berfu’yu tesise bırakma görevi Adnan’ındı, çocukları alıp gittiğinde artık bazıları alkol de almaya başlamıştı ama ben sadece kutu kolamdaki pipetle oynayarak sohbeti dinledim. Muşta’da fark ettiğim ilk şey sessizliği olmuştu, gecenin başında ne kadar gülümsüyorsa, şimdi önünde bir kadeh rakıyla öylece boşluğu izlerken hiç mimik yapmıyordu.
Mekânın cam kapısı itilerek açıldığında karşımda erkek kardeşimi görmeyi beklemediğim için kaşlarım havaya kalktı. Motosikletinin kaskını kolunun altına alarak içeri girdi, gerine gerine bana doğru yürümeye başladı; yüzünde sinir bozucu bir sırıtış vardı. Ben daha ne olduğunu anlamadan yanımdaki boş sandalyeyi çekip yanıma otururken, “Gaye abla burada toplanacağınızı söylemişti,” dedi.
“Ve sen yine Antalya’da değilsin.”
“Evet, senin yanındayım. Beni gördüğüne memnun olmadığını söylersen kırılıp ölecekmişim.”
“Geldi yine nursuz şafaksız,” diye söylendi Gurur, bakışlarım ona kaydı ve eş zamanlı olarak Eymen de ona baktı. Gurur’un önünde boş bir rakı kadehi olduğunu fark edince afalladım, Vural o rakı kadehini yarısına kadar doldurdu, Gurur önündeki pet şişenin kapağını çevirirken erkek kardeşime bakıyordu.
Eymen sakince, “Sen neden beni hiç sevmiyorsun?” diye sordu Gurur’a.
“Acındırma kendini.” Pet şişedeki suyu kadehe doğru devirmesiyle duman gibi hızla kadehin dibine çöken beyaz rengi izledim.
“Neyse ki babam beni çok sever, enişteciğim,” dedi Eymen alayla. Gurur boşta bulunduğu için mi yoksa Eymen’in söylediği şey yüzünden mi bilmiyorum ama elindeki pet şişeyi düşürdü, şişenin dibinde kalan ve muhtemelen oldukça soğuk olan su pantolonunun önüne dökülünce irkildi. Eymen’in sırıtışının tamamen tehdit ve alayla dolu olduğunu fark ettim.
Gaye ile Yener, Gurur’un bu hâline gülüyor, Hüsrev, Gaye’ye kaş göz yapıyor, diğerleriyle başka konulardan sohbete devam ediyordu. Gurur rakıdan bir yudum alırken, “Öf ya,” dedi kendi kendine. “Bir de baba etkeni çıktı başımıza.”
Eymen, “Cesur nerede?” diye sordu merakla masadaki her yüzü tek tek inceledikten sonra. Dün gece tanışmış olmalarına rağmen iyi anlaşmışlardı.
“Bak o da yok, hadi git sen,” dedi Gurur, Eymen’e cins cins bakarak.
“Bu sevgisizliğinin bir bedeli olacak.”
“Senin Antalya’da değil mi okulun ya? Yapıştın buraya.”
“Antalya çok sıcak oluyor,” dedi Eymen, sinir bozucu sırıtışı yine yüzündeydi.
“Bu mevsimde yanıyorsun diye ceremesini biz mi çekeceğiz yanık?”
“Abla bu bana yanık diyor.”
“Zeliha, kardeşin bana bu dedi.”
“Eh, kesin be zirzop herifler,” dedi Muşta. Kadehi masaya bıraktı ve ikisine de ölümcül bakışlar attıktan sonra, “Şarkı söylemeyecek miydiniz siz?” diye sordu, ardından rakı kadehini parmaklarının arasına aldı. “Kalkın söyleyin hadi.”
“Karaoke mi yapacağız?” diye sordu Ayça.
Bir süre söylenecek şarkılar hakkında kendimi pek de veremediğim bir diyalog havada süzüldü. Nihayet ilk şarkıyı söylemek için sahneye çıkan Ayça olmuştu, o soğuk, her zaman dik bir çeneyle karşısındakini yere serecek gibi bakan Ayça, elinde şarap kadehiyle doksanlar Türkçe Pop şarkılarından birini dans ederek söylemiş, aralarda ona eşlik eden Girdap ve Yener’e kötü kötü bakmak yerine elindeki karaoke mikrofonunu uzatarak kahkahalar atmıştı.
Gurur’un ikinci kadehi yarılanmıştı, arkadaşlarını ve yarattıkları eğlenceyi izlerken yüzü sakin ve tüm tepkilerden arınmış gibi görünüyordu. Sarı lambaların altındaki saçları tıpkı güneşin altında da göründüğü gibi açık, küllü bir kumral gibi görünüyor, küllü kumralın üzerinde ateş rengi bir ışık parçası dans ediyordu. Çok dolgun olmayan ama rengini kandan çalan dudaklarına, uca doğru daralan burnuna, profilinden görünen kıvrık, saçlarının aksine simsiyah olan kirpiklerine baktım. Bu sırada Yener ve Gaye, sahnede Hande Yener’den Yalanın Batsın Yalancısın şarkısını söylüyorlardı ama absürt bir film sahnesinden fırlamış gibi şarkı söylemeleri o an için umurumda değildi. Sanki Gurur dışındaki her şey buzlu bir camın arkasında kalmıştı ve tek net olan oydu.
Gözüm sürekli onun varoluşundaki güzelliğe takılsa da bulunduğum ortamdan da tam olarak kopmamıştım. Onu izlerken düşüncelerimin mantığımın üzerinden gittiğini, zihnimde kaybolduğunu, tutunamadığını hissediyordum. Eymen’in beni izlediğini fark edince bakışlarımı boşluğa çevirdim ama bir yanım hâlâ Gurur’a bakmak istiyordu. Gurur birden bana doğru dönünce boşluktaki bakışlarımı hızla kaldırıp yüzüne sabitledim.
Elindeki rakı kadehini masaya sürterek önüme kadar kaydırdı ve dudaklarına küçük, görünmesi oldukça zor bir tebessüm yayıldı. Rakı bardağına ve ona baktıktan sonra kaşlarımı kaldırdım, gülümsemesi silik de olsa hâlâ dudaklarındaydı. Daha önce sadece bir defa rakı içmiştim, tam olarak içtiğim de söylenemezdi çünkü kokusundan gerçekten hoşlanmıyordum.
“İçmek istemiyorsan,” diyecekti ki, tekrar denemek istediğim için rakı kadehini aldım. Koklarsam içemeyeceğim için nefesimi tutup bir yudum aldım. Nefesimi tutarak içtiğimde tadı o kadar da keskin yayılmıyordu damağa. Evet, rahatsız edici bir yanı vardı ama nefesini tutunca en azından daha az rahatsız ediyordu. Yüzümü ekşiterek buruşturup kadehi hızla masaya bıraktığımda bu kez dişlerini de gördüm çünkü artık keyifle sırıtıyordu.
“Egeliye bak sen,” dedi. “Hiç mi içmedin daha önce?”
“Sevdiğim bir şey değil,” diye homurdandım.
“Biz de şarkı söyleyelim mi?” diye sordu, buna verdiğim tepki büyük bir şokla ona bakmak olunca da “Eğlenirdik,” dedi.
“Çıkıp şarkı söyleyeceğiz yani?”
“Neden olmasın? Gurur ile Zeliha’nın bir anısı daha olurdu.” Rakı kadehini önüne çekip rakısından bir yudum daha aldı. Masadaki uğultulu sohbet ve sahnede söylenen şarkıdan tam olarak kopup onun hareketlerini izlemeye başladığımda düşünüyordum. Bir gün bu anılar canımı yakacak mıydı?
Bir gün ona onu sevdiğimi söyleme fırsatı bulamadan hayatından temelli çekip gitmek zorunda kalacak mıydım? Eğer hayatım eskisi gibi olsun istiyorsam, bir gün gitmem gerektiğini biliyordum ve giderken ona onu sevmem gibi ağır bir yük bırakmak istemiyordum. Eğer kalbinde bana dair benim ona hissettiğim gibi bir duygu varsa, sanırım ben de o duyguyu duymaktan korkabilirdim. Bir gün giderse, o duygunun gecelerce ağırlık yapacağı ruh ve kalp bana ait olacaktı. Aslında birbirimize meydan okuyorduk, önce kabullenip açıkça söyleyen kaybedecekti. Bir gün birimizin gidecek olması bir ihtimal değil, kaderdi.
Anılardan korksam da her zaman anılara sığınırdım. Gurur’un bir nehir gibi üzerime aktığı saniyelerde başımı usulca salladım ve bir anı yaratmayı kabul ettim.
Gurur masadan kalkarken elini bana uzattı. Elini tutup yerimden kalktığım sırada Simge bizi alkışlamaya başladı ve böylece herkesin gözü bize çevrildi. Hangi şarkıyı söyleyeceğimizi bile bilmeden karambole bir şekilde sahneye ilerlerken ağzımı açıp tek kelime etmedim. Gurur basamağı çıktı, ben de basamağı çıktım, daha ağır bir şeyler olur diye düşünmüştüm ama arkamızdaki ekranda bir anlığına Karlos ile Yaren’in fotoğrafı belirince yüzümü buruşturup gülerek Gurur’a baktım. Bir elinde rakı kadehi tutuyor, ona uymayacak bir şekilde genişçe sırıtarak tepkimi izliyordu.
“Sever miydin bu diziyi?” diye sordum kaşlarımı kaldırıp gülerek.
“Tabii,” dedi. “Şarkıyı biliyor musun?”
“Herhâlde yani.”
Gaye bize iki mikrofon verip parmağıyla onay işareti verdi. Damarlarımda hiç alkol gezinmediği hâlde yüzüme sarhoş bir gülümseme eklenmişti, sanırım bu ortamdaki genel durumun üzerime bıraktığı bir ruh hâliydi.
Gurur’un gülümsememe uzun uzun baktığını fark ettim, melodi yavaşça aramıza süzüldüğünde rakısından bir yudum aldı ve mikrofonu dudaklarına yaklaştırırken gözlerini kaldırıp bana alaycı bir bakış attı. “Sen bana aklımla başım arasındaki mesafe kadar yakınsın,” dedi ve bunu derken elindeki rakı bardağını salladı.
Muşta’nın güldüğünü fark ettim, artık ben de gülmüyor, resmen sırıtıyordum. Mikrofonu dudaklarıma yaklaştırdığımda Yener’in yerinden kalktığını gördüm ama sakince, “Sen bana aklımla,” deyip elimi şakağıma koydum, “başım arasındaki mesafe kadar da uzaksın,” derken ise elim artık başımın üzerindeydi. Gurur gülerek kafasını arkaya doğru çevirdi, beni böyle görmeyi beklemediği her hâlinden belli oluyordu.
Tekrar gülerek ve arkaya bakarak, “Sen bana haramsın,” dedi ve mikrofonun sapını yukarı gelecek bir biçimde tutup kaşlarını çattı, şimdi gerçekten Karlos’a benziyordu. “Tövbe tutmaz iflah olmazsın sen asla…”
“Sen benim kanayan yaramsın. Kabuk bağlamazsın kanarsın,” dedim parmağımı ona uzatıp, diğer elimle mikrofonu sıkıca tutarak.
Gurur acıklı bir ifadeyle, “Kanarım…” diye mırıldandı.
Bir saniye sonra Yener sahneye atlamıştı, elindeki gümüş renkli yılbaşı süsünü omuzlarıma bir assolistmişim gibi atmış, yanağımdan bir makas atıp sırıtarak sahneden inmişti.
Gurur ile aynı anda birbirimize doğru dönüp, gülmemek için kaşlarımızı çatarak, “Kanarım kanarım, ateşlere yürürüm, yanarım. Kül olurum savrulur denize, yağmurlara karışır yağarım, oy oy,” dediğimizde artık hepsi gülüyor, bazıları bizi kameraya kaydediyordu. Muşta, rakısından bir yudum alıp gülerek bize bakmaya devam etti. Gurur boyun girintime yaklaşınca ılık nefesi anlık olarak dudaklarımdaki gülümsemeyi sildi. “Sen bana aklımla başım arasındaki mesafe kadar yakınsın,” diye mırıldandı ve cep telefonu kamerasını bize doğrultmuş Yener’e dönüp ciddi gözlerle baktı; bu ciddiyet Yener’in olduğu yerde zıplayarak gülmesine neden oluyordu ve muhtemelen Vural’ı kaydettiği andaki gibi görüntü bozuluyordu.
Şarkıyı birlikte söylerken kollarımızı iç içe geçirdik, birbirlerine çatalın ucuyla pasta tattıran gelinle damat gibi durup şarkı söylemeye devam ediyorduk. Bu herkesin kırılma noktasıydı. Eymen bile sinirleri bozulmuş gibi gülüyordu.
Elimi geri çekip yavaşça Gurur’un omzuna koydum ve Gurur da başını geriye attı. Bizi çeken kameraya ciddi bakışlar attık ve Yener kaydı bitirip, “Bugün TikTok’a atıyorum, yarın ünlüsünüz,” diyerek gülmeye başladı.
Gecenin ilerleyen saatleri, bir şafak oratoryosu gibiydi. Şarkılar söylendi, sarhoş olan Vural arabaya taşındı, masadaki isimler usulca eksilmeye başladı. Sahnenin basamağına oturmuş masada kalanların papaz kaçtı oynadığı anları izlediğim anlarda Gurur da iki bacak aramda, bir alt basamakta oturuyordu. Ayağının kenarında bir rakı bardağı vardı, kaçıncı bardağını içiyordu bilmiyordum ama hâlâ iyi görünüyordu, zihni açık, algıları duruydu ve kontrolü hiç kaybetmemişti. Maria bir kâğıt ustası olduğu için Muşta ve Tayfun’un âdeta canına okuyor, her seferinde zengin kumarbaz kadınlar gibi sigarasını tüttürerek Muşta’nın kâğıtları dağıtmasını beklerken oyundaki herkesi küçümseyen gözlerle izliyordu.
Ellerim bilinçsizce Gurur’un dağınık, kumral saçlarına doğru kaydı ve dokunuşum Gurur’un başını geriye doğru atmasına neden oldu. Başını geriye atınca yüzü ters bir şekilde bana bakmak zorunda kaldı. Çenesinin gözlerinin olması gereken yerde durduğunu görmek beni gülümsetti. Kan çanağı olmuş gözlerini izlerken, “Amma gür saçların var,” diye mırıldandım. “Saçların benimkilerden daha gür.”
“Dokunman hoşuma gitti,” dedi, “dokunmaya devam et lütfen.”
Bu cümleyi kan çanağı gözlerle kurduğu için mi yoksa sadece böyle bir cümle kurduğu için mi bilmiyordum ama kalbimin atışları kuvvetle içimde çınlamaya başladı.
Başını yavaşça kaldırınca yüzü merceğimden silinip kayboldu. Parmaklarımı saçlarının diplerine gömüp, yoğun ve oldukça gür saçlarını ileri geri okşamaya başladım. Bunu yaparken masada oyuna devam edenleri izliyordum. Hüsrev ile Tayfun iyi anlaşmıştı, Tayfun’u gülümserken bile görmüştüm, hatta askerlere karşı soğuk bir tutuma sahip olan Hüsrev de Tayfun’a gülümsüyor, oyun esnasında onunla iletişime geçiyordu.
Gurur dalgın bir sesle, “Ekin’le ne zamandan beri tanışıyorsunuz?” diye sordu. “Sadece merak ettim.”
“Okula başladığımdan beri tanıyorum. Pek konuşmuşluğumuz yoktur ama bölümdeki herkes onu sever.”
“Sen?” diye sordu. “Sen sever misin?”
“Yani,” dedim. “İyi biri.”
“İyi biri olup olmadığını sormadım, Zerda,” dedi, sesi ifadesizdi. “Seviyor musun sevmiyor musun?”
“Bölümde tanıdığım insanlara karşı ne hissediyorsam ona da aynısını hissediyorum. Ne eksik ne de fazla,” dedim gözlerimi saçlarından çekerek. Başparmağıyla diz kapağımı okşadı. Bu cevap onu tatmin etmiş gibiydi, daha fazla irdelemedi.
“Saçlarıma dokunsana. Ellerini geri çektin.”
“Çekmedim,” dedim kaşlarımı çatarak ve parmaklarımı tekrar saçlarının arasında gezdirdim. “Böyle iyi mi?”
“Evet. Hoşuma gidiyor bu.”
“Bazen çocuk gibisin. Hem sana hiç uymuyor hem de böyle olman gerekiyormuş gibi. Üzerinde yapay durmuyor, sanki yanardöner derisi olan bir ruhun var. İçine aldığı ışığa göre renk değiştiriyor. Bir çocuk rengi oluyor, bir adam rengi.”
“Çocuk rengi mi?”
“Evet. Ruhunda hem bir çocuğun hem de yetişkin bir adamın elleri var.” Açıkça ona doğru gönderdiğim itiraf duraksamasına neden oldu. Parmaklarım saçları arasındaki hareketlerini bir devamlılığa hapsolmuş şekilde sürdürüyordu. “O çocuk uzanıp elini tutmamı istiyor, ben o çocuğun elini tutuyorum ve benimle yürüyor. O adam da kollarını bana sarıyor ve kendimi güvende hissettiriyor. Sanki hem bir çocuksun, kollarımdasın ve seni korumam gerek hem de bir adamsın ve kollarımdaki çocukla beni kollarına alıyor, ben onu korurken, sen de beni koruyorsun.”
“Böyle konuştuğun zaman sana dokunasım geliyor.” Başparmağı diz kapağımın üzerinde gidip geldi, dokunuşu içimde yakıcı bir his uyandırdı. “O anlamda dokunmak değil,” diye açıkladı kısık sesle. “Evet, belki o anlamda da dokunmak istiyor olabilirim ama öyle değil. Sen konuşurken elim hep üzerinde olsun istiyorum. Sanki sesin zihnime geliyor, söylediklerin hafızama yerleşiyor ve sana dokunduğum an bu hafızayı kafamın içinde ölümsüz kılıyorum. Kendime kanıtlıyorum seni. Bak diyorum, burada ve konuşuyor, burada ve bu cümleleri senin için kuruyor, burada ve her şey gerçek.”
İç çekti.
“Burada ve hâlâ gitmedi,” dedi kısık sesle.
Söylediği şey, içimde hiç sönmeyecek bir ateş yaktı.
Sahnenin kenarında duran kâğıt rulosunu tutan lastiği çıkarıp Gurur’un gür saç yığınını avucumun içiyle şekillendirmeye başladım. Cevap vermek istemediğimi, cevaptan kaçtığımı anlamıştı sanırım çünkü sustu ve cümlesinden sonra bana doğan cevap hakkını kullanmayacağımı kabullendi. “Saçlarını toplayabilir miyim?” diye sordum dalgın bir sesle.
“Keyfin nasıl istiyorsa.”
Lastiği bileğime geçirip saçlarını toplayabilecek miyim diye hesap yaptığım sırada bizimkiler yeniden kâğıtları dağıtıyordu. Saçları çok yoğun olduğundan tam tepesinde küçük bir atkuyruğu yapabilirim düşüncesiyle birleştirdiğim saçlarını lastikle bağladığımda canı yanmış olacak ki inledi. Gerilen şakaklarını okşadı. Saçını bağladım ve tam tepede küçük bir palmiye oluşması birden yüksek sesle kahkaha atmaya başlamama neden oldu.
Diğerleri oyuna o kadar yoğunlaşmıştı ki kahkahamı duymadılar bile. Gurur bana doğru dönünce gözlerimi indirip yüzüne baktım. Alnı gerilmiş, küçük palmiyesi kafasının üzerinde etrafa dağılarak bir mısırın püskülleri gibi durmuştu. Elimi ağzıma götürerek şiddetlenen gülüşümü bastırmaya çalıştım ve birden bileğimi yakalayıp elimi ağzımdan çekerek, “Madem beni maymunun ettin, bırak bari gülüşüne bakayım,” dedi.
“Palmiye oldun. Artık sana palmiye diyeceğim.”
Lastiği saçlarından çekip alınca saçları havaya dikildi, bu beni daha şiddetli güldürdü ve Gurur söylenerek elleriyle saçlarını düzeltmeye başladı. Bir yandan da “Palmiye diyor bir de,” diye söyleniyordu. “Maymun ettin.”
“Keyfim ne isterse onu yapmamı söyleyen sendin,” derken hâlâ gülüyordum, gülüşümü izlerken sakin görünse de onunla alay etmeme gıcık olmuş gibiydi.
“Keşke sen de bana keyfim ne isterse onu yapmamı söylesen,” dedi muzip bir sesle. “İnan ben ikimizin de hoşuna gidecek şeyler yapardım.”
Dudaklarım yukarı kıvrıldı. “Rüyalarında söylediğime eminim.”
“Gerçeğinde söyleseydin sana rüyadaymışsın gibi hissettirirdim, şekerim,” diye fısıldadı ve gözleri dudaklarıma kaydı.
Gözlerimi ondan çekemedim.
“Dışarı çıkalım mı biraz?” diye sordu kontrolünü kaybetmiş gözleri yeniden dudaklarıma dokunduktan hemen sonra. Başımı salladığımda ayağa kalktı, elini uzattı, elini tuttum ve ben de ayağa kalktım. Yener kabanının kapüşonunu başına geçirmiş, iki sandalyeyi birleştirerek bacaklarını uzatmış uyuyordu. Tam dışarı çıkacakken Simge dikkatimi çekti, Yener’den birkaç metre uzakta oturmuş telefonuyla ilgileniyor, ara sıra kafasını kaldırarak Yener’e bakıp gözlerini tekrar telefona indiriyordu.
Verandaya çıkar çıkmaz Gurur bir sigara yaktı. Her zaman sigara içmiyordu, elinde nadiren sigara görüyordum ve bu da o nadir anlardan biriydi. Gurur sigaranın ucunu tutuşturup çakmağı cebine koydu ve parmaklarının arasındaki sigaradan büyük bir dumanı ciğerlerine çekti.
Verandanın ahşap korkuluğuna kalçamı yaslayıp kollarımı bedenime sararak Kafeler Caddesi’nin karanlığa gömülen ara sokaklarına doğru baktım. Mekânlar kapandıkça karanlık artıyor, sokak lambaları bu sokağı aydınlatmaya yetmiyordu. Sokaklardan biri yokuş aşağı uzanıyor, bitiminde cadde başlıyordu. Caddeden geçen arabalar anlık olarak görünüyor, sonra duvarın arkasında kayboluyordu. Bir süre sustuk. Soğuktan dişlerim birbirine çarpınca Gurur bana baktı.
“Çok mu üşüdün?”
“Evet ama alıştım.”
“Tüm çocukluğunu Muğla’da geçirmiş biri için zor olsa gerek,” dedi, sigarasından bir duman daha alıp o da tıpkı benim gibi kalçasını korkuluğa yasladı. Kolu koluma sertçe sürtündü, bakışlarını omzunun üzerinden usulca bana doğru çevirdiğini hissettim ve sıcak nefesi yanağımı okşadı. “Ben etrafındayken daha az üşürsün,” dedi, sesi kısıktı, gözlerimi anlık olarak cam kapıdan içeriye çevirdim, birilerini göremedim ve yavaşça boşluğa doğru baktım. Biraz daha sokuldu, şimdi kolum kolunun üzerindeydi, biraz daha sokulacak olursa farkında olmadan kendimi onun kucağında bulacaktım. “Tenim tenine cehennem de olabilir cennet de. Hangisini istersen.”
O kadar heyecanlandım ki tek kelime edemedim.
Konuşmayacağımı anladığında, “Sana sormak istediklerim var,” dedi.
“Nedir?”
“Doğrudan sormak hödüklük olurmuş gibi hissediyorum,” dedi, sigarasını dudaklarına götürdü. “Ama merak ediyorum ve bu merak hissini durduramıyorum da,” diye devam etti.
“Sormak istediğin her neyse sorabilirsin,” dedim merakla.
“Sana bir gün güvendiğin tek adam olacağımı söylemiştim.” Bakışlarının ağırlığını hissetsem de hiçbir şey şu an kurduğu bu cümle kadar ağır gelemezdi bana. Evet, öyle söylemişti ve olmuştu da. “Onun öncesinde bir şey daha söylemiştim,” diye fısıldayınca, olduğum yerden uzaklaşmak, karanlık sokaklardan birinde kimseye hesap vermeden, kafamda gitgide büyüyen bir kaosla öylece yürüyüp gitmek istedim.
Cümlesini tamamlayamadı, sustu. Sanırım bana hissettireceklerinden korktu. Bana hissettirdiği şey yüzünden kendi hissedeceklerinden de korkmuş olabilirdi.
“Güvenimi kimin parçaladığını bilmediğini söylemiştin,” dedim yavaşça, sesim bir kağnı kadar ağırdı ve kendim de bu ağırlığın altında ezildim. Gurur’un söylemeye çalıştığı şeyi anlayıp tamamlamış olmam sorun değildi, aksine daha iyiydi çünkü bu cümleyi yeniden ondan duymaktansa kendi yüzüme kendim vurmam daha kolay olmuştu. “Güvenimi kimin parçaladığını mı merak ediyorsun?”
“Yanlış anladın,” dedi.
“Doğrusunu sen söyle o zaman.” Bakışlarımı ona çevirdim ve yüzlerimizin ne kadar yakın durduğunu sıcak nefesini hissedince fark ettim. “Benimle ilgili her şeyi araştırdın. Ailemi, arkadaşlarımı, hatta arkadaşlarımın ailelerini bile… Her şeyi zaten biliyorsun, Gurur. Buna ulaşmak senin için çok da zor olmuş olmamalı. Bunu da bilmen gerekirdi.”
Sakin bir sesle, “Yine yanlış anlıyorsun,” diye mırıldandı. “Seninle ilgili önemli gördüğüm şeyleri araştırmak zorundaydım. O zamanlar yaptıklarımla şimdi övünecek değilim. O zamanlar da yanlış yaptığımı biliyor ama yapıyordum çünkü mecburdum.”
“Biliyorum. İnan, sana hak da veriyorum.” Başımı sallayarak onu onayladım. “Ama madem hayatımla ilgili belki benim bile bilmediğim her şeyi öğrenmişsin, bu sormaya çalıştığın şeyi de öğrenmişsindir diye düşünmüştüm.”
“Yani hayatında büyük bir yeri var bu konunun,” dedi, soru soruyor gibi değildi, aslında bu cümleyi kendi kendine kurmuştu sanki. Benimle değil de zihninde büyüyen bir yıkımla konuşuyor gibiydi.
“Aslında çok büyük bir şey değil. O zamanlar büyükmüş gibi gelmişti o kadar.”
“Hayatında bir iz bırakmışsa bu onu küçük bir şey yapmaz, yapamaz. Küçük şeylerin izlerini taşımayız, Zerda.”
“En yakın arkadaşımı ve sevgilimi yatakta yakalamıştım,” dediğimde yüzü arkamızdan geçip giden bir arabanın far ışıklarıyla aydınlığa boyandı. Gözlerini kıstı, gözlerinde kin vardı, geçmişi yakan bakışlarına takılıp kaldım ve kendi anılarımın yanışını onun gözlerinden izledim. Gülümsedim. “Doğum günümdü.”
“9 Mayıs,” diye fısıldadı, sesi çaresiz geliyordu.
“Evet.”
Konuşamadı, sustu.
“Doğum günüm için parti yapacakları eve beni çağırdılar, erken gitmemem gerekiyordu ama yardım ederim diye erken gitmeye karar verdim. Doğum günü kızı olduğum için erken geleceğimi akıl edemediler, tam zamanında gelirim ve herkes ben kapıdan girince konfeti patlatır diye hesap ettiler sanırım. Kapıya gittiğimde…” Durup gülümsedim, Gurur’un bakışları yüzüme öyle bir sabitlenmişti ki, birden o bakışlardan rahatsız olup gözlerimi yere indirdim. Dudaklarımdaki gülümseme hâlâ yerli yerinde duruyordu. “İçeriden garip sesler geliyordu. Başta anlayamadım, hatta endişe bile ettim ama hep paspasın altında olan o anahtarla kapıyı açtığımda ve holde yürümeye başladığımda, o endişe gitti, yerine karnımda bıçakla yürüyormuşum gibi hissettiren bir duygu geldi. Seslerin neyden kaynaklandığını anladım. Aynı zamanda seslerin sahiplerini tanıdığımı da fark ettim. Ama o uzun hol bitene kadar, umutlarım devamlı olarak kalbimin içinde idam edilip durdu.”
“Devam etmek istemiyorsan…”
Lafını yavaşça böldüm. “Odanın kapısı aralık duruyordu. Tüm perdeleri çekmişlerdi, perdeler bordoydu, koyuydu, güneşi bölüyordu ve içerisi rahatsız edici boğuk bir renkteydi. Sanki güneş boğuluyormuş gibi.” Gurur’un parmaklarında duran sigarayı aldığımda karşı çıkmadan bana baktı. Sigarayı iki parmağımın ucunda havaya kaldırıp ucunda yanan turuncu ateşe baktım. Sigara bitmek üzere olduğu ve ateş izmarite yaklaştığı için parmaklarımda sıcaklığı hissettim. “Tek kişilik bir yatağın üzerinde çırılçıplaklardı, en yakın kız arkadaşım onun üzerindeydi ve öpüşüyorlardı. Arkalarındaki duvardaki aynadan da sadece öpüşmedikleri net bir şekilde görünüyordu.”
İzmariti parmaklarımın ucunda boğmak istiyor gibi sıktığımda parmaklarıma dökülen sıcaklık arttı. Küller yavaşça eklemlerime döküldü ve derin bir nefes aldım.
“Olduğum yerde dizlerimin üzerine çöküp kalbimi kusmak istediğim anlardan bir tanesiydi.”
“Orospu çocukları,” diye fısıldadı Gurur yavaşça.
“Benim için şişirdikleri balonların yerde olduğunu hatırlıyorum. Kırmızı ve turuncu renkte bir sürü balon vardı yerde. Onlar da yatağın üzerindeydi. Bir tane balon yatağın ucunda duruyordu. Doğum günüm için şişirdikleri balonların arasında henüz gelmeyeceğimi düşündükleri için rahat bir şekilde seks yapıyorlardı.”
Anılar üzerime büyük bir hızla yıkılıyordu.
Derin bir nefesten sonra, “Hiçbir şey söylemedim, sesimi bile çıkarmadım, arkamı döndüm ve kalbim boğazıma kadar çıkmışken, kusacak gibi hissederken ve yürümek adım atmaktan daha ağır bir eyleme dönüşmüşken o holde yavaşça ilerledim. Arkadaşımın o ses neydi diye irkilmesini hatırlıyorum, kapıyı açmıştım, açtığımı o an duyabildi herhâlde, oysa geldiğimi fark etmemişti kendi inleme sesleri yüzünden,” diye uzun uzun konuştum. Gurur’un avuçlarını bastırdığı veranda korkuluğunun ahşabından çatırdama sesleri geliyordu. Öfkeyle ahşabı sıktığını fark edince ruhsuz bir gülümsemeyle ona baktım. “Üzerine bir havlu alıp hızla odadan çıktı, beni gördüğü ânı hatırlıyorum. Elim kapının kolundaydı, gitmek üzereydim ama sanki ben onları değil de o beni yakalamış gibi bakıyordu. O an bir yalan uyduramadığı için kendini yere atıp ağlamaya, çığlık atmaya başladı. Özürler diledi. O sırada, arkadaşım yerde ağlarken o da odadan panikle çıktı ve beni gördüğü an donup kaldı. Sadece şey dedim…” Derin bir nefes daha almak zorunda hissettim. “Parti bitti çocuklar, duş aldıktan sonra bir dilim pasta daha yiyebilirsiniz.” Başımı önüme eğdim. “Sonra o evden çıktım ve giderken kendi kendime şöyle dedim: Bu en güzel doğum günümdü.”
Yanağımdan akan yaşın, Gurur ahşabı parçalayacak kadar güçlü elini kaldırıp, parmak ucuyla hafifçe silene kadar farkında bile değildim.
“Sonra onu affetmem için türlü şeyler yaptı ama arkadaşım öyle yapmadı. Arkadaşım tam tersi…” Nefesim daralınca Gurur şaşkınlıkla bana doğru dönüp, “Kes şunu, tamam anlatma,” dedi panikle.
“Arkadaşım tam tersi, konuşmama sebebimizin o bana doğum günü partisi hazırlarken, benim… Benim kendi doğum günü partime gelmeyip onun eski sevgilisiyle arabada işi pişirmiş olmam olduğunu söyledi. Herkese.”
“Bu kadarını…” Dişlerini sıktı. “Utanmaz.”
“Korkuyordu. Herkese onunla yattığını, bunu benim için şişirdikleri balonların arasında yaptıklarını söylememden korkuyordu.” Sinirlerim bozulmuş gibi gülerken gözlerime batan yaşların akmaması için çok direndim. “Asıl korkunç olan şey, eski sevgilisini nasıl kandırdıysa, çocuk bunu doğruladı. Muhtemelen bir kızla yatmanın büyük bir şey olduğunu sandığı için bunu doğrulamıştı.” Göğüs kafesime batan nefesleri dizginlemek için kendimi sıkıp daha az nefes almaya çalıştım.
“Tüm bunlar olurken o ne yaptı? O orospu çocuğu çıkıp seni savunmadı mı?” Büyük bir öfkeyle sorduğu sorulara bomboş gözlerle baktım.
“Savundu ama çok geçti. Hatta bazıları kendi onurunu kurtarmak için beni koruduğunu, suçu arkadaşıma atmaya çalıştığını düşündü. Yani kazanan yine o kız oldu.”
“Bir Allah’ın kulu beynini kullanmadan öylece ortaya atılmış, kanıtlanmamış bir iddiaya inandı öyle mi?”
“Kanıt vardı, sonuçta çocuk benimle yattığını söyledi herkese.”
“Ama kimse seni onunla yatarken görmedi!” diye hırladı öfkeyle.
Gülümsedim. “Otuz iki yaşındasın, Gurur,” diye fısıldadım. “Hâlâ insanların vicdanlarıyla değil, anlık olarak onlara heyecanlı gelen dedikodu hissinin beslediği vicdansızlıklarıyla bir şeye inanıp inanmamaya karar verdiklerini öğrenemedin mi?”
“Ağlama,” diyene kadar iki gözümden de hızla akan gözyaşlarının çenemi aşıp boynuma döküldüğünü anlayamamıştım. Büyük avuçlarıyla gözyaşlarımı silip, “Ben sana inanıyorum,” dedi. “Orada değildim, hiçbir şeyi görmedim, görmeme de gerek yok. Ruhunu biliyorum. Ruhunu bildiğim, seni bildiğim için, inan inançlarımı ateşe verecek bir şey bile görsem, ben sana yine inanırdım.”
Parmaklarımın ucunu yakmaya başlayan sigara izmaritini alıp verandadan dışarı attı ve su birikintisinin içine düşen izmaritin ucunda yanan ateş cızırdayarak söndü.
“İnsanlar sana kötü şeyler yapmış, Zerda,” diye fısıldadı. “Biliyorum, ben de kötü şeyler yaptım. Geri alamayacağım, ne yaparsam yapayım affetmeni istemeye yüzümün olmayacağı şeyler yaptım ama bil, konu ne olursa olsun, ben hep sana, bir sana inanacağım.”
“Neden?” diye fısıldadım yüzüm yeniden avuçlarının arasındaki yerini aldığında.
“Çünkü benim içim şafak gibi söküldü sana.”
Beni kollarının arasına aldığında, o gece çoktan yaşanmıştı ve şafak oratoryosu o geceden şu âna dek devam ediyordu. Çenesini saçlarımın arasında gezdirip başımın üzerine bastırdı.
“Tiksindirmişim insanları.” Gülümsedim. “Hayatım boyunca hep yapmadığım şeyler yüzünden yargılandım,” dedim ona sıkıca sarılırken. “O yüzden artık gözüyle görmediği şeyleri yargılayan herkesten asıl ben tiksiniyorum.”
Gurur, “Ben sana inanıyorum,” derken bana daha sıkı sarılıyordu. “Yemin ederim, bu böyle.”
“Biliyorum. Ve şunu da biliyorum. Her kim olursa olsun, gözüyle şahitlik etmediği sürece bir şeye inanıp bir insana hayatı zindan edecek şeyler yapıyorsa, yarın unutacağı hâlde bir insana o insanın hayatı boyunca unutmayacağı bir aşağılamayla bakıyorsa, asıl tiksinç olan o insandır.” Yüzümü boynuna sakladım. “O tarz insanları hiç affetmeyeceğim.”
“O tür insanların senin tırnağını bile hak etmediğini biliyorum ve sen de biliyorsun,” diye fısıldadı. “O tür bir insan olmamak için çabalayacağım. Cenan konusunda yaptığım eşeklikti, beni affet,” dedi. “Hatamı kabul ediyorum. Bir daha tüm oklar bunu gösteriyor bile olsa, görmediğim bir şeyi sadece duyduklarım ve sınırlı olarak gösterilenlere inanarak yargılamayacağım. Çünkü benim bir kalbim var, çünkü ben senin için iyi bir insan olabilmek istiyorum, çünkü bu kalbin yerini hatırlattın bana.”
“Salak domuzcuk,” diye mırıldandım. “İyi bir insansın sen. Biliyorum. İyi insanlar da bazen dolduruşa gelir ama bir daha gelmesin. Yargılamadan önce hep düşünürüm. Düşünürüm Gurur çünkü kınama, kınanmadan ölmezsin.”
“Ekin’i bir kere döveyim mi?” diye sordu masum masum bana sarılmaya devam ederken.
Gülümsedim, bu içtendi. “Neden döveceksin peki?”
Nedenini söylemek yerine, “Tipi gıcığıma gitti,” diye homurdandı.
Cam kapı birdenbire açılınca, kollarının arasından hızla çıktım ve Devran’ın yüzünde kireç gibi bir ifadeyle bize baktığını gördüm.
Oratoryo şiddetlendi.
“Zincir,” dedi sertçe. “Bir veteriner daha ölü bulundu.”