🎧: Vedat Özkaya, Güneş Kaçağı
🎧: Onur Özdemir, Eksik Şarkı
Bazen birini çok severdin ama o kişiyi çok sevmen, onu yakmana engel olmazdı.
Bazen insan öyle bir noktada parçalanırdı ki, yaşayacağı hiçbir şey, yaşadığı tek bir şeyi unutturmaya yetmezdi. Bir duvarı düşüncelerinle yıkamayacağın gibi, yaşananları parçalamaya da bir balyoz yetmezdi bazen. Tıpkı kalbi ölmeden durdurabilmenin yolu olmadığı gibi, bazen bazı şeylerin yolu olmuyordu.
Akan her saniye, ruhumdan bir parçayı koparıp geçmişe doğru götürüyordu. Bakışlarım Cenan’ın siyah gözlerindeki yansımamda saplı kalmıştı, Cenan’ın ise yüzü buz kesmişti. Dide annesinin bedenine kollarını sararak bana sert bakışlar atıyordu, Cenan da onun kolunu yavaşça ovuyor, tek kelime bile etmeden doğrudan bana bakıyordu.
Yapbozun o bir araya hiç gelmeyeceğini sandığım parçaları yavaş yavaş birbirine doğru yuvarlanıyor, parmak uçlarım o her bir parçayı yakalayıp yerli yerine oturtmak için karıncalanıyordu. Ortada yok sayılamayacak bir gerçek vardı. Cenan’ın, Dide adında bir kızı vardı, Dide’yi görmemem gerektiğini düşündüğünü bakışlarından anlamıştım ve Dide’nin gözlerinin rengi bana çok tanıdıktı.
“Hocam?” Oldukça şaşkınlık bulaştırdığım sesimi çıkarırken çok zorlanmamıştım çünkü zaten büyük bir şokun tam ortasında duruyordum. Derinliğin içini oyarak kıyıya doğru büyüyen dalgalar Cenan’ı ve beni içine almak için gitgide daha da kabarıyor gibiydi. Cenan, Dide’yi yavaşça içeri doğru yönlendirip kapıya yaklaştı ve bana tedirgin gözlerle baktı.
“Zeliha, senin burada ne işin var?”
Parmağımı omzumun üzerinden arkaya doğru uzatarak, “Ev için gelmiştik,” diye fısıldadım dehşet içinde. “Burada oturduğunuzu… Yani bu binada, oturduğunuzu bilmiyordum.” Sonuçta sadece oturduğu siteyi biliyordum, binayı değil. Şaşkınlığım onu kolayca ikna etse de ikimizin de üzerine bir gerginlik serilmişti. “Elektriklerde bir problem olup olmadığını sormak için gelmiştim.” Derin bir nefes aldım. “Sanırım müsait değildiniz, üzgünüm.”
Tam arkamı dönecektim ki, Cenan derin bir nefes aldı.
“Zeliha,” dedi ve donup kaldım, ona bakmıyordum ama yüzümdeki şaşkınlık da silinmiş değildi. “İçeri gelmek ister misin?”
“Gurur beni bekliyor,” dediğimde ona doğru dönmüştüm, bakışlarım çekingendi ama bu ona oyun oynadığımdan değildi, görmemem gereken bir şeyi gördüğümdendi. Görmemem gereken bir şeyi görmüştüm, belki de zihnimde kül olması gereken bir şeydi bu. Hemen unutmam gereken bir şeydi.
“Lütfen,” diye ısrar etti Cenan Kaplaner, bir an gerilsem de bozuntuya vermemek için çabalayarak başımı salladım. Bu zoraki bir kabul edişti çünkü kurtulamayacağımı biliyordum. Cenan’ın evine girerken tedirgindim ama biliyordum ki tek tedirgin olan o değildi.
Dide, yani Cenan’ın kızı, sakince önümüzden ilerleyerek salona girdi. Cenan Kaplaner’in evi, tuttuğumuz evin tıpatıp aynısıydı, sadece onun merdivenleri tam ters yönde başlıyordu. Salonu ferahtı, duvarı tamamen camdandı ve fildişi rengi mobilyalarla tamamlanmıştı. Büyük bir L koltuk vardı, iki tekli koltuk da bu koltuğun takımı olmalıydı. Cenan, tekli koltuklardan birine oturdu, cam sehpanın üzerinde hâlâ dumanı tüten bir fincan duruyordu, kahvenin kokusunu alabilmiştim. Bir süre salonun ortasında dikilsem de daha saçma bir görüntü doğurmamak için yavaşça L koltuğa doğru ilerleyip koltuğun ucuna oturdum. Kafamın içindeki düşüncelerin oluşturduğu sekmelerden biri kapanmadan bir yenisi açılıyordu. Karman çorman hissediyordum.
Cenan Kaplaner fincanına uzanırken, Dide merdivenlere doğru yöneldi ve basamakları tırmanarak gözden kayboldu. Göğüs kafesim endişeyle doluydu, soru işaretleri sadece zihnimde değil, tüm ifademde, hatta damarlarımın içindeydi. Damarlarımda kan değil, soru işaretleri dolaşıyormuş gibi hissediyordum. Cenan Kaplaner de bunun farkında olmalıydı.
Derin bir nefesi içine çekip kahvesinden bir yudum aldıktan sonra, “Dide’yi kimse bilmiyor,” diye açıklamada bulundu. Sesinde anlam veremediğim bir duygu vardı, daha önce hiç tatmadığım bir duygu gibiydi. Adlandıramadım. Sakin gözlerim onun oldukça ölçülü olan hareketlerini takip ediyordu ama boğazıma batan soru işaretinin verdiği rahatsızlık çok fazlaydı.
“Anladım,” dedim sonunda.
“Biliyorum, anladığın daha binlerce şey vardır.” Cümlesi etimi kıstırmışım gibi hissetmeme neden oldu. Gözlerim Cenan Kaplaner’e çevrildi, bakışları kahve fincanının içindeki kahvedeydi, sessizlik bir kılıf gibi teninin üzerine geçti ama sonra kelimeler o sessizliği bir cesede çevirdi. “Akıllı bir kızsın, bunu asla yok sayamam. Seni hiçbir zaman hafife almadım.”
Buna karşı verdiğim tek cevap sessizlikti ve o da biliyordu ki, sessizlik aslında gerçek bir kabullenişti.
“Bak, Zeliha,” diye fısıldayarak bana doğru döndü. “Kimle sevgili olduğunu bilmiyorsun. Gerçekten.”
“Biliyorum,” dedim kaşlarımı çatarak.
“Kimin takımında olduğunu da biliyorsundur,” dediğinde sustum. “Sandığından fazlasını biliyorum, Zeliha. Neyin içindesin bunu bilmiyorum, hâlâ gözlemlediğim doğru ama çok şey bildiğim de bir gerçek.” Derin bir nefes aldı. “Ve artık sen de çok fazla şey biliyorsun. Benimle ilgili. Dide’yi görmemen gerekirdi ama gördün.”
“Kızınızla ilgili hiçbir şey beni ilgilendirmez. Gördüğüm hiçbir şeyi hatırlamam,” dedim net bir sesle.
“Hatırla ya da hatırlama, bu gerçeği değiştirmez,” dedi. “Bana güvenirsen, sana güvenirim ama bana güvenmiyorsun ve bu konumda sana güvenmemi bekleyemezsin.” Bir an kaşlarım sertçe çatıldı ama Cenan, benim aksime oldukça sakin görünüyordu. “Bana bu şekilde bakma, Zeliha. Sen de ben de neyin içinde olduğunu biliyoruz.” Bir an donup kalacağımı sandım ama Cenan sadece sert bir nefes verdi. “O gece, gece kulübünde saklanıp beni dinlediğinizi biliyorum. Orada olduğunu bildiğim için öyle konuştum. Seni korkutmak istedim, böylece gelip bana sığınabilecektin. Tabii karşılığın daha farklı oldu. Beni şaşırtmadın diyemem.”
Yüzümdeki tüm kan aniden çekildi.
“Seni önemsemiyor olsaydım her şey farklı olurdu,” dedi. “Her şey daha kolay olurdu, inan. Onları çok daha çabuk köşeye sıkıştırırdım.”
“Neden bahsettiğini anlamıyorum,” dedim sadece, yüzümdeki kan birer adım geriliyor, yüzüm kireç gibi beyazlıyordu. Fark etmemesi imkânsızdı, bunu pek umursuyor gibi durmuyordu. Neyden bahsettiğini anladığımı biliyordu.
“Dide konusunda sana güvenmek istiyorum,” dedi Cenan, sesinde ümit kırıntıları vardı. Bir şekilde bana gerçekten inanmak için çabaladığını, hatta çabalayacağını fark ettim ve bu her nedense içimi acıttı. Suskunluğumu koruyarak onu izledim ama yüzüm hâlâ bir hayaletinki kadar beyaz olmalıydı. Cenan parmaklarını çıtlatıp, “Kızımı kimsenin bilmesini istemiyorum,” diye fısıldadı, sesi ilk kez zayıf çıkıyordu; onu ilk gördüğüm andan beri sadece güçlü olduğunu düşünmüştüm. Şimdiyse onun tüm gücünün çekildiğini görüyordum. Bu enteresandı.
Kafamın içinde derinleştikçe beni ölüme yaklaştıran bir yara oluştu, o yara öyle çok büyüdü ki ölümcül seviyeye ulaştı.
O yaranın içinde görüntüler vardı. Ait olmadığım geçmişe dair görüntülerdi bunlar. Genç bir kadının kalbinin parçalandığı, ruhunun bir duyguyla ikiye bölündüğü, acının bir sarmaşık gibi zayıf bedenini sardığı, o genç kadının yavaşça kendi benliğini silişinin görüntüleriydi. Nabzım ağırlaştı, içinde olduğum ortamdaki havanın çekildiğini hissedince nefes alamamanın paniğiyle parmaklarımı koltuğun döşemelerine bastırdım. Cenan sadece beni izliyordu ama ben o yaranın içine inmiştim, kendi berelerimi izleyerek geçmişe yaklaşıyordum. Bu geçmiş benim değildi, yine de o geçmişin bir parçası olduğumu hissediyordum.
Babam, “Bir kadın seni sevdiğinde, eğer sen de o kadını seviyorsan, tüm dünyanın yükü omuzlarındadır çünkü bilirsin, bir gün seni sevmekten vazgeçerse, o dünyanın altında kalacaksın,” demişti bir keresinde. Sonra sigarasını yakıp omuz silkerek kalabalığı izlemişti, ben de onu izlemiştim; en sevdiğim şey onun dalgın gözlerini izlemekti. “Bir kadını kaybetmekten korkarak yaşamak, insana her şeyini kaybettirir. Aklını bile.” Bu cümle zihnimde babamın dalgın bakışlarına takılarak ilerledi, geçmiş derinleşti ve sadece düşündüm.
Cenan da birinin kaybettiği kadındı.
Bu adamı tahmin ettiğimde kalbimin atışları tutarsızlaştı.
Şimdi zihnimde, kalbi paramparça, genç, sarışın bir kadın ve onun arkasından bakan, çaresizliklerle dolu olan, gitme diyemeyen ama gitmemesi için canını ortaya koyabileceği gözlerindeki o keskin bakıştan bile belli olan mavi gözlü bir adam vardı.
Muşta, diye düşündüm içimden. Hakan abinin gözleri, o küçük kızın gözlerinin âdeta bir kopyasıydı.
Geçmişin içinde ilerlemeye başladım. Tüm bunlar olurken o salonda oturan bir cesettim, Cenan’ın gözleri bendeydi ama ona değil, eskiden olduğu genç kıza bakıyordum; elinde defterleriyle derse yetişmeye çalışan, kalbinde bir askeri taşıyan o kıza… Siyah gözleri o zamanlar bu kadar soğuk bakmıyor olmalıydı, kalbinde var olan sevgiyi daha net gösteriyordu kesin. Şu an olduğundan biraz daha genç görünen o Muşta’yı düşündüm, aynı yüz ama daha canlı bakan mavi gözler… O sarışın genç kıza bakarken içi titriyordu.
Birden farkına vardığım gerçeğin tadı damağıma buruk bir şekilde yayıldı. Farkında bile olmadan parmaklarımı döşemeye daha sert bastırdım. Cenan beni zihnimle baş başa bırakmıştı, belki konuşuyordu ama onu duymuyordum. Sesler uğultulara dönüşüyor, uğultular bir kar fırtınası gibi tenimi hem donduruyor hem de görüşümü puslandırıyordu. Gözlerimi salonun camdan duvarından dışarıya çevirdim, Isparta neredeyse ayaklarımızın altındaydı. Kar yüklü bulutlar kızıldı, her an patlamak isteyen bir damar gibi dolu dolu duruyordu.
Düşüncelerime yenilmek istemedim ama orada duruyordum, geçmişin tam ortasındaydım ve düşünceler benimle ilerleyen yaralı askerler gibiydi. Beni sonuca taşımak için düşmanla çarpışmaya, derin, ölümcül yaralar almaya devam ediyorlardı. Aklımı kaçıracakmışım gibi hissettiğimde kafamın içinden bana ait olmayan bir anı taştı.
Bu anıda, sarı saçlar güneşin altında çok daha açık bir renkte parıldıyordu, siyah gözlerini alan güneşi engellemek için uzun, ince parmaklarını alnından aşağı sarkıtmış, elleriyle yüzünü güneşten gizlemeye çalışıyordu. Güneş yalancıydı, soğuk öyle fazlaydı ki sanki güneş yoktu, tanrı gökyüzüne güneşin fotoğrafını asmıştı, o fotoğraf cansızdı, eskiden yaşanmış bir anıdan koparılıp oraya yerleştirilmiş gibiydi. Genç kızın tam önünde büyük, siyah bir araç duruyor, aracın tekerleklerinin çığlığı tüm kampüsün dikkatini dağıtıyordu. Herkes onlara bakıyordu, siyah filmle kaplı cam aşağı iniyordu ve camın arkasında beliren mavi gözlü adam genç kıza yüzündeki mimik çizgilerinin tamamı derin kuyulara dönüşünceye dek gülümsüyordu.
Mutluydular.
Kalbim parçalanıyormuş gibi hissettim.
Her nasılsa, bu anının içinde yerim yoktu ama sanki bu anıyı ben yaşamışım gibi zihnimde her görüntü netti. Bakışlarım daldığı geçmiş yüklü kuyudan çekilecekken kendi yaralarımla yüzleşmek zorunda kaldım. O soğuk, yağmurun şehri delip geçtiği gece yaşadıklarımı hatırladım. Asla yaşanmaması gereken o gece yaşandığında kalbimdeki korkuyu, kapıldığım umutsuzluğu, hayatımın sonuna gelmişim gibi her şeyden vazgeçmenin eşiğine adımlar attığım o ânı… Tüylerim ürperdi.
Sonra o görüntülere Gurur’un güneş rengi gözleri yayıldı, buzdan bir güneş gibiydi, zihnimde ilerledi ve beni sardı; güvendeydim. Onun gözlerinde güvendeydim. Sonra parmaklarındaki kanı, cesede dönen ruhsuz gözlerini, cesetten ayrılan gözlerin bana çevrilişini, kaderimin parçalara ayrıldığı o ânı hatırladım. Gözleri bir cam gibi parçalandı ve kırıklar geçmişe yayıldı. Üşüdüm.
“İyi misin?” Bu soru Cenan’a aitti, sesi boğuk gelmişti ama onu duymuştum. Yutkunup bakışlarımı Cenan’a çevirdim, siyah gözleri sabırsızdı ama yüzünde ölçülü bir ifade vardı. Yine de korktuğunu gördüm.
Sanki karşımda anılarına sızdığım o küçük, sarışın kızdı.
Oysa yetişkin bir kadındı, bir anneydi, artık o kız değildi.
Yine de o kızın kalbinde var olmuş korku, tekrar bu kadının kalbini sarmış gibi hissettim.
Çaresiz görüntüsü beni kahretti.
“Ben sadece merak ediyorum.” Ona doğru döndüğümde aramızdaki sessizliğin ipinin koptuğunu o da fark etmiş olmalıydı. “Gerçekten merak ediyorum hocam,” dedim içtenlikle. “Ne biliyorsunuz? Benimle ilgili ne bildiğinizi merak ediyorum.”
“Bana dürüst olmazsın, Zeliha,” dediğinde yüzünde buruk bir tebessüm görmüştüm, cümlesiyle senkronize olmuş bir şekilde başını iki yana da sallamıştı.
“Ne olursa olsun, ne sen bana ne de ben sana zaten dürüst olmayacağız,” dedim kararlı bir sesle. “Ne yaşandı bilmiyorum ama Dide’nin kim olduğunu biliyorum.” Cenan’ın yüzü donup kaldı. “Ve sen de ne biliyorsun bilmiyorum ama yapabileceklerini umursamıyorum.” Ona meydan okumadım, ona gerçeği söyledim. Artık ne yaparsa yapsın, şu an olduğumuz konumdan daha kötü bir konuma gelemezdik. O büyük bir sırrı kaybetmişti, ben de söyleyebileceğim tüm yalanların kotasını doldurmuştum. Biliyordu, ben de biliyordum, daha acısı biliyor olmamıza rağmen oyuna devam etmek zorundaydık. O bilmiyor gibi yapmak zorundaydı, ben de hiçbir şey olmamış gibi. Onu kullanmak istemiyordum, onu kızıyla tehdit etmeyecektim, onun sırrını dışarı taşırmayacaktım -doğru gelen bu olsa bile- çünkü Hakan abiyle aralarında ne geçtiğini bilmiyordum. Tek emin olduğum, çivit mavisi gözlerin sahibi sadece o gözlerin değil, Dide’nin de sahibiydi.
“Bu dosyayı kapat, hocam,” dediğimde bir an afalladı. “İkimizin de geleceği görmeye ihtiyacı var. Nasıl olursa olsun.”
“Zeliha…”
“Dide hakkında ağzımı açmam,” dedim. “Sana şantaj yapmıyorum, bu konuda ciddiyim. Bu senin hayatın, Dide’nin hayatı, neler olduğunu bilmiyorken bu hayatın üzerinde değişiklik yapmak benim hakkım değil.” Cenan’a yalvaran gözlerle baktım. “Bizi neyle suçladığını o gece mekânın çıkışında duyduğumu bildiğini söylüyorsun, evet, duydum. Duyduğumu sana da söyledim. Ama hiçbir şey sandığın gibi değil. Biz senin aradığın kişi ya da kişiler değiliz.” Cenan çok kısa bir an için bana inanır gibi baktı, içim acısa da sürdürdüm. “Evet, korktum, böyle bir şeyle suçlanmayı kim ister ki?” Başını anlıyormuş gibi salladı, anlıyormuş gibisi fazlaydı, şu an beni anlıyordu. “Geçmişte ne yaşadın bilmiyorum ama Gurur senin sandığın gibi biri değil.”
Bunu söylerken vicdanım sızlamadı bile çünkü değildi, Gurur kötü biri değildi. Kötü birileri dışarıdaydı, bir kadının bedeninde hakkı olduğunu düşünenlerdi kötü birileri, bir kadının yardım çığlıklarına kalbi bir nebze sızlamadan ona zarar vermeye devam edenlerdi kötü birileri, kötü birileri dışarıda yatan, ona zararı dokunmayan köpeğin yanından geçerken o köpeği tekmeleyenlerdi. Gurur, kötü biri değildi. Bu kabul edilemezdi.
“O veterinerle ilgisi yok mu?” diye sordu, sesindeki ümit birden beni duraksattı; sanki o da öyle olsun istiyordu, sanki onun da en büyük isteği benim suçsuz olmamdı. Aklanıp paklanmamı istiyor gibi bakıyordu. “Yani bir sivile zarar vermedi mi?”
“Elbette yok, bu kanıya nereden vardığını bile anlayamamıştım ki, bir sivile zarar vermez,” dediğimde tek kaşını kaldırıp boşluğa baktı. Bu kanıya varmıştı çünkü Gurur, Muşta’nın yumruğundaki güçlü parmaklarından biriydi. Cenan, bu kanıya varmıştı çünkü Muşta belki de o yumruğu onun kalbine indirmişti. Muşta bir sivile mi zarar vermişti de bu kadın hepsinin bir sivile zarar verebileceğini düşünüyordu? İçim sızladı.
“Hocam, yanılıyorsunuz,” dedim tekrardan. Ne ona sırrımı bırakmak istiyordum ne de onun sırrını dışarı taşırmak. Şu an bana inanmıyorsa bile, ki böyle bir ihtimal hep var olacaktı, en azından artık Dide konusundaki sadakatimi görüp geri çekilebilirdi.
Cenan, “Onu daha ilk gördüğüm gün kime bağlı olduğunu anladım,” dedi düşünceli bir sesle. Susup onu dinlemeye başladım, ben kazmaya başlamadan o çukuru benim için aralıyor olması beni memnun etmişti. “Bu şehrin koruyucusunun çocuklarından biriydi.” Gözleri boşluğa daldı. “Ve bu şehri korumak, bu şehrin içindekileri de korumaktır.” Bana dönen bakışları artık daha pürüzsüzdü. “O veterinerle ilgili birçok ayrıntı öğrendim. O veterinerin cesedini gördüm.” Kanım çekildi çünkü ben de görmüştüm. “O şekilde birini öldürebilecek kadar eğitimli kişiler sadece onun yanında olur, anladın mı? Hayalet gibi, iz bırakmadan, zorlamadan, tek seferde, hiç uğraşmadan, boğuşma olmadan. Sadece o ve onun gibi biri o şekilde birini katledebilir.”
Bir süre sustum. Yarasının yerini bulmaya çalıştım, Muşta’nın ona ne yaşattığını anlamaya çalıştım.
“Bana bu konuyu kapat derken bile suçluymuşsun hissi veriyorsun, Zeliha,” dediğinde cevapsız kaldım. “Ama öte yandan, bir yanım sana inanmaya hazır. Bir yanım seni haklı bulmak istiyor.” Bunun olmamasını diledim, onu kandırıyor olmaktan nefret ettim. Yine de başımı aşağı yukarı sallarken yüzüm ifadesizdi. “Ama madem öyle, bundan sonra bu işi onlara bırakacağım. Polislere. Ya dosya kapanacak ya da suçlu bulunacak.” Bir süre sustu. “Hoş, şu an bir dizi cinayetin içine düşmeye başladığımızı hissediyorum. Ortada taklitçi bir katil var. Ve ben o taklitçinin ilk katil olmadığına eminim.” Gözlerimin içine baktı. “Sevgilin olsun olmasın, ilk katil kesinlikle eğitimliydi, belki aralarından biri, belki onun eğitiminden geçmiş, onun yetiştirdiği biri, belki artık şehirde bile değil ama onlardan biriydi. Bana inan.” Emindi, tekniklerine hakimdi. Muşta’nın nasıl eğittiğini biliyordu, bu düşünceyi ondan söküp almak imkânsızdı. Aklını söküp alabilirdiniz ama bu gerçeğe olan inancı o çıldırmışken bile kafasının içinde durmaya devam ederdi.
“Aranan kişi sevgilim değil,” dedim. “Belki dediğin gibi eğitimli biri ama sevgilim ya da arkadaşları değil.” Bu son cümlemdi, sonra sustum ve ondan gelecek atağı bekledim ama beklediğim olmadı. Ataktansa gözlerini cam duvara çevirdi, şehre uzun bir bakış attı. Sanki kafasını toplamaya ihtiyacı vardı.
“Ama eğitimli biri,” dedi. “Sen haklıysan bile bunu yapan kişi bir zamanlar onlardan olan biri olabilir.” Bana baktı, gözlerinde sadakatime güvenen bir ışıltı yayılmıştı. “Tamam, geri çekileceğim, artık sana onu hedef göstermeyeceğim ama şunu bil ki, dışarıda taklitçi bir katil var. Bunu yapan her kimse, o taklitçi katili de istesin ya da istemesin buna itti. O başlatmasaydı bir taklitçi var olmayacaktı, bu büyük bir sorun.”
“Bir yanın hâlâ o olduğunu düşünüyor,” dedim kederli bir gülümsemeyle.
“Aralarından biri de olabilir.” Gözlerini boşluğa çevirdi. “Ya da bir zamanlar onlarla olan biridir, bilmiyorum.” Bana tekrar baktı. “Bu konuyu tekrar konuşalım. Ama şimdi değil, kafam çok karışık, Zeliha.”
“Ah, anlıyorum.” Oturduğum yerden kalktığımı görünce şaşırdı.
“Sana git demek istemedim, bir kahve içmeni istiyorum, lütfen,” dedi ama başımı iki yana salladım.
“Benim gitmem gerek, taşınmak falan…”
“Anladım.” Bana dikkatle baktı. “Buraya taşınma sebebiniz normal bir çift olduğunuza inanmamı istemenizden mi?”
Açıkça, “Hayır,” dedim ama kesinlikle öyleydi. “Evet, senden korktum ama hepsi bu. Direkt karşı komşun olacak kadar kafayı yememiştim, sadece bir korkuydu.” Bir an, çok kısa bir an için gözlerinde şefkat görür gibi oldum ama hemen ifadesini toparladı. Bu kez Cenan Kaplaner bana gerçekten inanıyordu.
Kapıya yönelince arkamdan geldi. Hâlâ bir tarafı tedirgindi, hâlâ bir tarafı benden emin değildi, biliyordum. Belki hâlâ beni suçlu görüyordu, belki ona şantaj yapmamdan korktuğu için anlayışlı davranıyordu, belki de gerçekten içinde bir yerlerde bir şekilde beni kendisine benzetiyordu, bilmiyordum ama bakışları artık daha ılıktı.
Tam kapıyı açacağı sırada duraksayıp, “Zeliha,” deyince ona baktım. “Dide konusundan…”
“Gurur’a bahsetmeyeceğim,” diye fısıldadım, boğazım yanıyordu.
“Şey…”
“Ona da,” dediğimde yüzü anlık aydınlandı, anlamamı garipsememişti. Dide’nin gözlerine bakan herkes anlardı. Onları tanımayan biri bile anlardı.
⛓️
CENAN KAPLANER’İN CEHENNEMİNDE BİRİNCİ GÜN
🎧: Cem Adrian, Veda Busesi
Ona bir şeyler söylemek için çok geçti.
Dönüp, onun olduğu yöne koşabilir, kollarının arasına kalbimdeki sarsıntıyı hissettirmek ister gibi girebilir, küçük bedenimle koca bedenini devirebilirdim. Yapmadım. Belki de yapamadım ve bunu kendimden saklamak için yapmak istemediğime kendimi inandırdım. Ne zaman bir şey gururumu ayaklarının altına alacak olsa yaptığımı yaptım, reddettim, zaten öyle olsun istiyormuşum gibi yaptım. Hakan anlamadı, Basri anlardı, o bir baba gibiydi ama Hakan sadece sevgiliydi.
Parmaklarımın arasında tuttuğum kaleme uyguladığım baskıyla beraber kalem orta yerinden çatladı.
İkiye ayrıldı ama tamamen kopmadı.
İkiye ayrıldık ama tamamen kopmuş muyduk?
Kopmamış olmamızı diledim. İkiye ayrılsak bile sorun değildi, ben onu bölünmüş bir ruh, kılıçların ikiye kestiği bir kalple de severdim. Onu bu kadar çok sevmek, damarlarımdaki kanın sızlamasına neden oldu. Bu ben değildim. Onu öyle çok sevmiştim ki, severken kendime veda etmiştim.
Bir insanı severken o insan uğruna kendine veda etmek nedir biliyor musun? Bilme.
Ben de bilmemek istiyorum.
Aslında düşünüyorum da ne kadar bilmemek istiyorum desem de o gün yine Hakan Basri’nin karşısına geçer, yine Hakan’ın gözlerine, Basri’nin şefkatine teslim olurdum. Sonra Muşta o demirden parmaklarıyla kalbimi yumruklardı ama buna değerdi.
Kahveyi kupanın içine doldururken bunu düşünmeden edemedim.
Yere kalemin yarısı kopup düştüğünde yeniden oradaydım, geçmişin pençeleri arasında, sırtımı döndüğüm adamın önünde, dizlerimin üzerinde…
Gözlerimi indirip yere parçası düşen kaleme bakarken titremeye başladım.
Onun mavi gözlerine bakarken titremeyen ben, bir kalemin ikiye bölünüp yere düşmüş parçasına bakarken ağlamaya başlamıştım. Artık ondan uzaktaydım, belki de dönüp gitmişti. Son âna dek gözlerimden akmayan yaşlar, ikiye bölünen kalemler uğruna değil, ikiye bölünen kalbim uğruna akıyordu.
Kalemler demiştim çünkü artık o tek bir kalem değildi; biz artık biz değildik, o ve bendik. O kalemler gibiydik.
Kopmuştuk.
İkiye ayrılmıştık ama bizi hâlâ bağlayan bir şey olduğuna inanmıştım.
Oysa biz de bu kalem gibi ayrılmıştık. Kopmuştuk.
Kendimi daha önce hiç o denli aciz, o denli çaresiz, o denli camdan, o denli toz parça olmuş hissetmemiştim.
Sen hissetme.
İyi değil.
Sıcak su kupadan taşarak taş tezgâha yayılırken daldığım düşünce beni dışarı itti. Ellerimi taş tezgâhın kenarlarına yasladığımda sarı saçlarım yanaklarımdan aşağı sarktı ve yüzümü sakladı. O gün hissettiğim her ne varsa, yeniden içimdeydi, yeniden benimleydi. Oysa beni ağlarken gören yaşlı bir profesör, sigarasını dudaklarının arasında dengelerken, “Geçecek,” demişti. “Yıllar sonra hatırladığında sızlasa bile bugün olduğu gibi acıtmayacak.”
Yanılmıştı.
Daha çok acıtmıştı.
Aptal bunak, diye iç geçirdim. Zaten her zaman kendisinden genç kadınlara âşık olur, tütünü sarmayı beceremediği için yan tarafımda oturan keş çocuğa sigarasını sardırırdı. Garip bir adamdı. O zamanlar onun haklı olmasını ummuştum. Haksız çıkmıştı. Benim canım çok yanmıştı.
Hâlâ yanıyor.
Zeliha, sen bu hataya o kadar yakınsın ki, sana sarılıp seni bu karmaşanın içinden koşa koşa çıkarmayı çok isterdim.
“Bir alev hâlinde düştün elime,” diye mırıldanmıştı mavi gözleri beni sevdiği gecelerin birinde. “Hani ey gözyaşım akmayacaktın?”
Kupayı etrafını saran sıcak suya rağmen kavradım, parmaklarım yandı; içim yandı. Kalbim, ruhum, damarlarım, kanım, kirpiklerim, gözyaşlarım yandı.
Kupadaki sıcak kahveyi lavaboya boşaltıp suyu açtığımda artık hıçkırıklarım suyun sesine karışıyordu. Elimi tezgâha koydum ve ağlamaya başladım. Hıçkırdım biraz, göğsüm doldu, atmak istedim o acıyı; atılmıyormuş.
Yirmi üçken ne kadar acıtıyorsa, otuz ikiyken de o kadar acıtıyordu.
“Anne,” diye seslendi Dide içeriden, gözyaşlarına boğulmuş hâlde bir elim tezgâhta öylece sakinleşmek için kendimi sıkarken. Omuzlarım titriyordu.
Dokuz yıl geçmişti, dokuz koca yıl onsuzdu.
Ama geride beni hayata bağlayan, onun kanıyla dolu bir damar bırakmıştı.
Hiç bilmedi.
Bilmesin istedim.
Yapmadım. Belki de yapamadım ve bunu kendimden saklamak için yapmak istemediğime kendimi inandırdım.
Yavaşça gülümsedim. Ben, kendisi hariç herkesi kandırabilen yaralı bir yalancıydım.
⛓️
ZELİHA ÖZDAĞ
Yüzümdeki tüm kanın çekilmesi sonucu kirece dönen tenimin üzerini süsleyen çillerin bile rengi solmuştu. Buz tutmuş ellerimi kıyafetlerimin kumaşlarına sürterek ısıtmaya çalışırken kafam allak bullaktı. Boş evin içinde ilerledim, Gurur telefonla konuşuyor, camın önünde durmuş manzarayı seyrediyordu. Beni fark etmiş olmalıydı ama dönüp bana bakmadı.
Kalbimde taş taşır gibi bir sırrı taşımak zorundaydım. Ve bu ilk sır değildi. İçine düştüğüm bu şey beni çok yoruyordu.
Gurur, telefonu kapatıp bana doğru dönünce, yüzümdeki renkler tekrar geri gelsin diye çok uğraştım ama olmadı. Buz sıcağı gözler üzerimdeydi, elbette bir cevap bekliyor olmalıydı, ona vereceğim bazı bilgiler olmalıydı, değil mi? Suskunluğum onun için beklenmedik miydi bilmiyordum ama gördüklerim benim için kesinlikle beklenmedikti. Gurur bana doğru bir adım atınca irkilerek ona baktım ve bu tepkim kafasını karıştırmış gibi kaşlarını çattı.
“Ne oldu? Seni sıkıştıracak şeyler mi söyledi ya da sordu?” Sorusundaki koruma içgüdüsünün bir patlama gibi aniden yarattığı şaşkınlığı gizleyemedim. Şaşkınlığımı yadırgamadı ama yüzümdeki kaçmış rengin nereye saklandığını merak ediyor gibi görünüyordu. “Aldırış etme,” deyince ona baktım. “Sadece ağzından laf alabilmek için yapıyordur. Seni korkutmasına izin verme.”
“Beni korkutmadı,” dedim. Bu sefer korkutmadı. Bu sefer sadece içimi acıttı.
“O zaman?” Gurur tek kaşını kaldırınca kaçmam gerektiğini düşündüm ama yüzüme soğuk bir ifade usul usul yayıldı.
“Beklenmedik şekilde iyi davrandı, o yüzden şaşırdım biraz,” dedim ustalıkla. Yüzümün aldığı ifade onu tatmin etmiş gibiydi, başını yavaşça salladı, sanırım bu onu da şaşırtmıştı ama bunun Cenan’ın bir stratejisi olduğunu düşünüyor da olabilirdi.
“Dikkat etmek gerekecek,” dedi. “Sanırım seninle arkadaş olmak istiyor.”
“Ben onun öğrencisiyim.”
“Bu sadece okuldayken öyle,” dedi Gurur, sessiz kaldım. Bana doğru bir adım daha yaklaşınca zaman ikimizi kanatları arasına aldı. Kafamı kaldırıp benden oldukça uzun olan adama baktım, gözlerini indirmiş beni izliyordu. Büyük elini kaldırınca dikkatim eline kayacak sandım ama gözlerinden gözlerimi ayıramadım. Büyük elinin sıcak avucu yanağıma kaydı, parmakları neredeyse enseme değiyordu. Elleri oldukça büyüktü, parmakları bir yılan gibi her yere yayılıyordu. Dokunuşu beni ürpertti, kalbimin atışları yine tenha bir köşede sessizce kıvranarak kayboldu; nabzımı duyamadım ama kanımın uğultusu bir gök gürültüsü kadar gürültülüydü. “Her şey yolunda,” diye telkin etti beni. “Burada iyi olacağız, kötü düşünceleri kafandan uzaklaştır. Ben varım.”
O vardı.
İçimde her bir adımda bana daha da yaklaşan, ruhumun üzerini karartan o korku bir adım geri çekildi. Hâlâ orada olsa da artık verdiği his daha azdı.
Gurur’un gözleri üzerime yağan bir yıldız yağmuru gibiydi.
Sanki Mert de oradaydı, gözlerinin derinliklerinde bir yerde Zerda’yı görme umuduyla beni izliyordu.
Başımı usul usul sallayınca avucu yanağımda büyük izler bırakırcasına gezindi. Gözlerinin içine yerleştirdiği o derin bakış, mümkünmüş gibi ruhumun yer kabuğunu deldi, içime sızdı, magmamı aşıp geçti. Bu yakınlığı önlemem gerekiyordu ama bunu yapamıyordum. Onun önlemek istemediği apaçık belli oluyordu, benimse önlemek istemem, önlemek için harekete geçmeme yetmiyordu.
Bakışmamız uzadığında nabzımın sesi boş evin içine dağılıyor, büyüyor, her yanı sarıyordu. Gurur’un yüksek omzundan geriye baktığımda irili ufaklı beyaz parçaların gökyüzünden usul usul süzülerek düşmeye başladıklarını gördüm.
“Kar yağıyor,” dedim heyecanıma engel olamadan.
Duraksadı, gözleri yüzümde asılıp kaldı. Ben ise hemen arkasında düşen karları izliyordum.
“Kar görünce çocuk gibi seviniyorsun,” dediğinde irkilerek ona baktım.
“Muğla’da kar yağmaz hiç,” dedim kuru bir sesle. “Buraya geldiğimde en çok kar yağması etkilemişti beni. Şehri sevmemin en büyük nedenlerinden biri bu.”
“Ben karın topraktan daha çok olduğu bir şehirde doğdum,” dedi, başımı yavaşça salladım.
“Erzurum’du, değil mi?”
“Evet,” dedi. Parmakları yanağımdan kaydı, dokunuşunu geri çekeceğini düşünmek, göğsümü patlatacak gibi ağrıttı. Ama dokunuşunu benden çekmedi, eli boynuma sarıldı, baskıdan uzak bir doku bırakarak boynuma dokundu.
Bakışları öyle güzeldi ki, güneş gözlerinin içinde yanıyordu ama irislerinin etrafı karla kaplı bir sabah gibi görünüyordu. Bir an gözlerimi onun gözlerinden ayıramadım, sökemedim, alamadım. Kar tanelerini unuttum, sadece gözlerini hatırlamak istedim. Yıllar sonrasını düşündüm, bir gün hayatımdan çıkıp gidecekti, arkada ya tüm hayatımı altüst eden bir enkaz bırakacaktı ya da beni kurtarıp bana veda edecekti ama elbette gidecekti. Gidişini düşünmek nefesimin geçmesi gereken borudan bir bıçak girmiş, bıçak ilerlemiş, beni paramparça etmiş gibi hissettirdi. Bakışlarım yüzünde öyle uzun süre asılı kaldı ki, bana bakan gözlerinde bir karmaşa belirdi. Ne düşündüğümü merak ettiği açıkça belli oluyordu.
Yokluğunu düşünmek kalbimin ağrımasına neden oldu.
Oysa onun varlığı da kalbimi ağrıtmıyor muydu zaten?
Yokluğunu düşündüğümü bilmesini istemedim, onun yokluğunu düşünmenin kalbimi bu denli ağrıttığını bilmesini istemedim. Ama bana öyle bir bakıyordu ki, sanki bunu zaten gözlerimin içine oturan yansımasından bile anlayabiliyordu. Anladığını düşünmek beni korkuttu.
Gözlerimi kaçırdım. O an, yeniden ona bakmam için çenemi kavrayacak sandım. Buna yeltendi de zaten. Ama yapmadı. Her nedense sanki o da bunu görmek istemedi. Ya da istedi ama belki cesaret edemedi.
“Yener, eşyaları getirecek,” dedi, bu cümlesi konunun pusulası gibiydi, yönü değiştirdi, beni bir nebze de olsa rahatlattı. Elini üzerimden çekince boşluğa savruldum ama bu kez anlamaması için daha metanetli davranabildim. Ona baktım, şimdi gözlerimde saklanan duygular zihnime doğru bir dalga misali geri çekilmişti; artık görmüyordu, bu her açıdan ikimiz için de en iyisiydi.
“Eşyalar mı?”
“Boş evde mi oturacağız?” Sorusu sanki kendi zihninden uzaklaşmak istiyormuş gibi sert çıkmıştı dudaklarından. Bakışlarım yüzünün sınırlarından sıyrıldı, cam duvara doğru ilerleyip Isparta’yı altına alan kar yağışını izlemeye başladım.
“Hemen olmaz diye düşünmüştüm.” Kendimi mahcup hissettim çünkü maddi yönden yardım etmem olanaksızdı. Harçlığım giderlerime ve kendime anca yetiyordu, ikinci bir evin masrafını sırtlanmam imkânsızdı.
“Sen bunları düşünme.” Bakışlarını sırtımda hissettim, camdaki yansıması da bana baktığını doğruluyordu. “Plan benimdi, yapılması gerekenleri de ben yapacağım. Sen bana uysan yeter.”
“Tamam,” dedim ama sesim solgundu, duyduğundan bile şüpheliydim. Ezilmiş hissetmek istemiyordum, sonuçta dediği gibiydi, bu plan onundu. Ben bir öğrenciydim, fazlasını yapmam elbette mümkün değildi. Yine de elimde böyle bir güç olmasını isterdim.
Gurur’un telefonu yeniden çalmaya başladı. Dış kapıyı açtığını duydum, kalbim gümbürdedi, Cenan’ın kızını görmesi demek her şeyin Cenan açısından sarpa sarması demekti. Neden bunu önemsiyordum ki? Neden umurumdaydı? Bu kadın bana geçirdiğim acı günleri daha da zehretmemiş miydi? Ben söylememiş olacaktım, onlar görmüş olacaktı, bu bana yük vermemeliydi. Sonuçta benden çıkmış olmayacaktı. Yine de Cenan’ın gözlerindeki yıkılmışlığı hatırlayınca bunu istemedim. Sanki bu onu mahvederdi. Onun mahvolmasını istemedim.
Gurur, “Tamam, iniyoruz,” dedi. Bakışlarımı Gurur’a yönelttim, Cenan’ın kapısı hemen karşımızda kapalı duruyordu. Vicdan azabı duyarak Gurur’a doğru yürüdüm. Bedenim bir heykel gibi sertti, sanki bir robot gibiydim. Gurur telefonu cebine sokarken, “Yener geliyormuş,” dedi. “Çocuklar da gelecek yardım için. Bu ev büyük, bir temizlense iyi olur.”
Askerlere evi mi temizletecekti? İki metrelik koca cüsseli adamlara yani?
“Ben de yardımcı olurum,” dedim. “Hatta arkadaşlarım da yardım eder.”
“Arkadaşlarını bulaştırmamak daha iyi,” dediğinde sessizdim. Evden çıkıp asansöre yöneldik, asansörden inen yaşlı çift bize gülümsedi ama solgun bakışlarım bu hoş gülümseyişe parlak bir karşılık veremedi. Çok küçük bir gülümsemeyle, sırf ayıp olmasın diye başımla selamlamıştım onları.
Asansörde geçen süre normalden daha uzun geldi. Sanki Gurur ile yalnız olmak, gün geçtikçe daha da zor bir duygunun içimi oymasına neden oluyordu.
Siteden çıkıp ana yola indik, biraz sonra ufukta büyük bir kamyonet bize doğru geliyordu. Bir an algılarım olayları içine alıp analiz etmek konusunda yoksullaştı. Koca kamyonetin arkası açıktı, kamyonetin tavan kısmından öne doğru abanan Yener eşyaların üzerindeydi, el sallıyordu ama kime anlayamadım. Sonra kaldırımda yürüyen birkaç genç kızın ona doğru bakıp güldüklerini gördüm ve Yener’in kimlere el salladığını anladım.
“Bu ne yapıyor?” diye sordum şaşkınlığımı gizleyemeden. Gurur eğleniyor gibi görünüyordu, ellerini paltosunun geniş ceplerine sokmuş, dudağının kenarında belirsiz bir sırıtışla arkadaşını izliyordu. Yener parmaklarıyla telefonla konuşuyormuş gibi hareketler yaparken, “Beğendin mi beni?” diye bağırdı kızlardan birine. “Vereyim numaramı.” Kamyonetin tepesine vurdu. “Abi bir yavaşlar mısın? Yaz kız. Sıfır beş beş üç…” Tekrar kamyonetin tepesine vurdu. “Ben senin ekmeğine engel oluyor muyum şu an? Yavaşlar mısın? Kız yaz, beş dokuz sekiz.” Birden oynamaya başladı. “Dokuz, sekiz, dokuz sekiz…”
Kızlar artık kahkaha atıyordu. Kamyonet kızları geçince Yener arkasını dönüp kızlara el salladı.
Kamyonet önümüzde durduğunda şoktaydım çünkü her bir eşyanın etrafı kırmızı kurdeleyle sarılıydı. Kamyonetin kasası aşağı indiği anda kamyonetin zemininde yatan Girdap’ı gördüm ve dudaklarım aralandı. Bana el sallayarak doğrulup kalktı, şimdi kamyonetin zemininde oturuyordu.
“Doğru yerde miyiz, yeğenim?” diye sordu bir amca kamyonetin kapısını açıp dışarı atlarken.
“Doğru yerdeyiz dayı,” dedi Yener, indirilen kapaktan değil, direkt yüksekten atladı ve bu baskı bacaklarını sızlatmamış gibi direkt bize doğru ilerledi. Sanırım onları fazla küçümsüyordum. “Çiftimiz bunlar.”
“He,” dedi amca, bizi inceledi. “Yeni evlendiniz demek he? Ne güzel ne güzel, Allah bir yastıkta kocatsın çoççaklarım.”
“Muğlalı mısınız?” diye sorduğumda amcanın gözleri parıldadı.
“Ne bildin kız?”
“Ben de Muğlalıyım,” dedim, dayının gözleri iri iri açıldı.
“Hemşerim,” dedi coşkuyla. “Kapmışsın Muğla’nın kızını, değerini bil!” Gurur’a kötü kötü baktı. “Bu eşyaları nasıl taşıyacaksınız siz?”
“Tayfamız gelecek dayı, sen bin arabana keyfine bak,” dedi Yener, ardından cebinden telefonunu çıkarıp ekranını kaldırdı. Birkaç saniye sonra WhatsApp grubundan gelen bildirimle irkildim.
Yener Açıkgöz: Neraysinuz
Devran Soydere: Ne diyorsun be
Vural Demirezen: Neredesiniz dio knk
Devran Soydere: Nasıl anladın amk
Adnan Bahtıvar: Kendisi gibi yazan birini görünce anlaması normal değil mi Devran
Devran Soydere: Doğru dedin Adnan
Vural Demirezen: Ne dinorsun adnn
Adnan Bahtıvar: Dinozor
Vural Demirezen: Arbıyı sür kza yapçaz
Hakan Basri Şenkaya: Adnan sen araç kullanırken telefonla mı oynuyorsun?
Adnan Bahtıvar: Hayır
Hakan Basri Şenkaya: Şu an ne yapıyorsun?
Adnan Bahtıvar: Üstümde ne olduğunu da bir sonraki mesajda sorma ihtimalin beni çok ürküttü Muşta.
Yener Açıkgöz: Benim üzerimde ne var?
Adnan Bahtıvar: Irz düşmanlığı
Devran Soydere: Yavşaklık
Tayfun Soydemir: Sahtekârlık
Yener Açıkgöz: Kıskanmaya devam edin
Yener Açıkgöz: Üzerimde nazar var
Yener Açıkgöz: Gözünüz çıksın
Hakan Basri Şenkaya: Adnan, dönünce tüm tesisi paspaslayacaksın. Tek başına.
Adnan Bahtıvar: Neden diye sorarsam tesisin dışını da paspaslatır. Dağı paspaslatır bana.
Hakan Basri Şenkaya: Cümlenin içinde neden sorusu gördüm o yüzden evet taş toprak her şeyi paspaslayacaksın.
Yener Açıkgöz: Çekemiyosan beni çatla geber geber
Sevgilim: Bu kamyonun arkasında da dokuz sekiz oynuyordu, ne oldu buna?
Yener Açıkgöz: Karşındayım Gurur. Arkamdan beste yazacağına yüzüme konuş da düet yapalım.
Gurur, Yener’in bacağına telefona bakarak tekme atınca Yener daha hızlı mesaj yazdı.
Yener Açıkgöz: Bak elimden bir kaza çıkıııcakk!!!!!!!
Devran Soydere: Konum atsanıza ya direkt Zelihaların evine doğru mu çıkalım
Yener Açıkgöz: Nereyisun sen
Devran Soydere: Sen Karadenizli bir kıza mı yürüdün yakın zamanda
Yener Açıkgöz: Koyverdu gittu benu oy :/:/:/://:/
Devran Soydere: Olmadı mı?
Yener Açıkgöz: Nüd istedim babasının beylik tabancası arkasındayken nüd attı. Engelledim.
Adnan Bahtıvar: Muşta’nın varlığını unuttunuz.
Vural Demirezen: ŞU ARBIYI SÜRR!’’!!!!
Tayfun Soydemir: Nüd nedir
Yener Açıkgöz: Dişi ya da erkeklerin sana asla atmayacakları fotoğraf türü terminatör
Devran Soydere: Erkek mi
Yener Açıkgöz: Uluslararası çalışıyorum
Girdap Demiralp: SKANDAL
Devran Soydere: Bu doru mu
Devran Soydere: Ben bunun bir alt ranzasında uyuyorum bazen
Yener Açıkgöz: Aaa bu çok doru
Devran Soydere: HANGİSİ DOĞRU
Devran Soydere: Erkeklerden nude aldığın mı
Devran Soydere: Alt ranzanda yattığım mı
Yener Açıkgöz: Akşama kadar bunu kur kafanda şimdi:D
Devran Soydere: Bak sorun cinsel yönelimlerin değil
Devran Soydere: Sorun senin önünde donumu indiriyor olmam
Yener Açıkgöz: xdxcvdddASJSADBHDASDASBJHDASJBHDSBJHSBJHDSA
Yener Açıkgöz: Kanka ben kadınları çok seviyorum
Yener Açıkgöz: Ama ara sıra Connected’da gördüğüm erkekler de bi akıl karıştırmıyor desem yalan olur
Adnan Bahtıvar, sohbet grubundan ayrıldı.
Yener Açıkgöz: Geçen gece havlusunu yanımda indirdi diye korkup mu çıkmış bi sorsanıza
Hakan Basri Şenkaya: Birbirinizin cinsel kimliklerini sorgulayacağınıza gidin şu evi temizleyip düzenleyin. Zeliş’e iş yaptırdığınıza dair bilgi alırsam dağdaki bütün kayaları dilinizle temizletirim size.
Hakan Basri Şenkaya: Sen okuma Zeliş bunları. Bunlar kaka.
Hakan Basri Şenkaya: Geri zekâlı yığını
Hakan Basri Şenkaya: Salak insanlar.
Devran Soydere: Zeliha Hanım dilenci değilim varsa bi konum istiyorum hepsi bu
Konumu gönderip sessizce grubu izlemeye devam ettim. Kar taneleri devamlı olarak düşerek saçlarıma tutunuyordu. Gurur beni dirseğimden tutup sitenin girişindeki saçağın altına çekince gözlerim anlık ona doğru çevrildi. Telefona değil bana bakıyordu, mesajları okurken takındığım ifade onu eğlendirmişe benziyordu.
Birkaç dakika sonra tüm ekip buradaydı. Sokağa bir anda akın eden iki büyük cip, etraftaki yaşlı adamların dikkatini haddinden fazla çekmişti ama askerler rahattı, göz önünde olmak onlar için sorun değil gibi görünüyorlardı. Plan belliydi, bir kısmı evin temizliğine yardım edecek, bir kısmı da eşyaları yerli yerine koyacaktı. Tüm bunları bir gün içinde yapmaları hemen hemen imkânsızdı. Hem tamamının binaya girecek olması Cenan’ı düşündüğümde her nedense beni endişelendirmişti. Birinin bile onun kızını görmesi çözülmesi güç sorunlara yol açabilirdi.
Adnan, içinde çamaşır makinesi ya da fırınlı ocak olduğunu düşündüğüm büyük bir koliyi tek başına kaldırıp kaldırımın diğer ucuna kadar taşıdı, sitenin girişinde durup, “Tüm bunlara ne kadar harcadınız?” diye sordu Yener’e bakarak.
“Çeyiz paketleri çok ucuz oluyordu, kanka,” dedi Yener. “Girdap ile el ele tutuşup çeyiz paketi baktık…”
Neredeyse kahkaha atacaktım ama yaşananları düşününce susmanın daha doğru bir tercih olabileceğini düşündüm. Tayfun tek kaşını kaldırmış onlara bakıyordu, yüzünde alaydan uzak, ne olduğunu çözemeyen, şüpheci bir ifade vardı. Sanırım sohbet grubundaki konudan sonra hiçbir şeye şaka gözüyle bakmıyordu. Girdap, kolunu Yener’in omzuna atarak, “Bayilerden birinde çalışan dayı, siz ne ayaksınız amuğagoyiyim diyerek bizi dövmeye kalkıştı ama yılmadık, bir sonraki girdiğimiz bayide ya beni ya Yener’i gelin sandılar ama sorun şu ki sakallarımız var ve en kısamız Yener’in bile boyu 1.91…”
“Ayıp ediyorsun ama.” Yener, Girdap’ı iterek kollarının arasından çıktı. “Ben elini tutmuşum, bu adam benim namusum diyerek seni insan içine çıkarmışım, sen beni boyumdan vuruyorsun. Benim boyumdakiler basketbolcu oluyor. İncinik bir Yener’im şu an.”
Eşyaları taşımaları çok uzun zamanlarını almamıştı ama temizliğin epey emek gerektirdiği kesindi. Cenan’ın hissettiklerini düşündüm, acaba tam şu an hemen karşısında Hakan Basri Şenkaya’nın tüm çocukları varken kendini nasıl hissediyordu? İçimden bir ses güvende hissetmediğini söylüyordu. Sırrının açığa çıkma düşüncesi bile onu tir tir titretiyor olmalıydı.
Kendimi onun yerine koyduğumda tek hissettiğim korku olmuyordu, suçluluk da oluyordu. Dide’nin mavi gözlerini hatırlayıp irkildiğimde evin ortasındaydım, Girdap içi yarıya kadar dolu bir kovayla arkamda belirmişti. Dikkatim hemen dağılmadı, tekrardan düşünmeye başlamak benim için çok zor olmadı. Açık ve netti, gördüğüm her şeyi yok sayıp, sanki onları görmemişim gibi hayatıma devam edecektim. Bu zor olsun ya da olmasın, şu an mecbur olduğum şeydi. İçimde bir taraf Hakan Basri Şenkaya’yı kısa zamanda sevmiş, onu öz abisi gibi görmeye başlamıştı ama kendimi de düşünmek zorundaydım. Bir yerlerde devamlı konuşan vicdanımın artık susması gerekiyordu. Babamın yüzünü düşündüm, bana inançla bakan mavi gözlerini… Kara zorla yutkunup bakışlarımı Girdap’a çevirdim, bana beklentiyle baktığını görünce kaşlarım havaya dikildi.
“Hiç mi etmezsin?” diye sordu çocuk gibi. “Biraz bile?..”
“Muşta öyle söyledi.”
“Bırak bırak,” diye araya girdi Yener, başına bandana gibi bağladığı, ucunda oyaları olan eşarba dehşet içinde baktım. “Senin de işine geliyor.”
Beni düşüncelerimden biraz olsun uzaklaştırdığı için Yener’e teşekkür etmek istedim ama bunun yerine hain bir sırıtışla ona baktım. Bana kötü kötü bakarak büyük, boydan camlara doğru yürüdü. Evin hâlâ elektriği yoktu, dışarıda yağan kar, evin içini beyaza boyuyordu ama biraz sonra akşam kendini gösterecek, ışık yeryüzüne tamamen küserek çekip gidecekti.
Eşyalar dış kapıya doğru sıralanmıştı. Buzdolabını mutfağa götürmüşlerdi ama henüz nereye koymaları gerektiği konusundaki tartışmayı sonuçlandıramamışlardı. Pek söz hakkım yoktu, hatta hiç olduğunu düşünmüyordum, o yüzden sessizce onların çatışmasını izliyordum. Bu ev üzerinde hak sahibi değildim, öyle olduğumu söyleseler bile boşunaydı, ben buraya ait hissetmiyordum. Burası bir görev alanıydı ve istedikleri gibi şekillendirebilirlerdi.
Yine de bir işin ucundan tuttum. Yerleri sildim, biraz Devran’la sohbet ettim, sonra da evin elektriği geldi ve lambaderin kırık beyaz ışığı her yana yayıldı. Lambader benden uzun olmasına rağmen hemen önünde duran Adnan’ın göğsüne bile gelmiyordu, bu yüzden kafasını eğmiş lambaderin şapkasının içini izlerken, “Başka bir renk de takılabilir,” dedi, sesi ilgiliydi.
Tüm planlarımı iptal edip onlara yardım etmiştim, bu süre zarfında hiç telefonum çalmamıştı ama zaten kaldığım ev hemen karşımızdaydı, cama yaklaştığımda ilerideki kıvrımlı sokağın başındaki beyaz binayı görebiliyordum, taksi durağının hemen arkasındaydı ve sokaktaki tek yeni binaydı. Tabii içinde olduğumuz bu koca lüks binaları saymazsak.
Karanlık bastırmıştı, gökyüzünün rengi koyu bir lacivert rengindeydi ve kar çoktan şehre beyaz bir örtü şeklinde serilmişti. Yıldızlar sanki kar taneleri hâlâ gökyüzünden koparak yeryüzüne dökülmüyormuş gibi gümüş renkte bir ışık saçarak yanmaya başlamışlardı. Bir süre yorgun bir şekilde camın önünde dikilip dışarıyı izledim, akşam vakitlerinde olduğumuzdan şehrin nabzı tavana değmişti, ileride, epey uzaktaki trafiği bir zincir gibi saran arabaların ışıklarını görebiliyordum. İş ve okulların bitiş saatiydi, bu yüzden trafik epey yoğun görünüyordu.
Yener hemen arkamda belirdiğinde, Adnan yere küçük, kare şeklinde bir halı seriyordu. Henüz koltuklarımız yoktu, öğrendiğim kadarıyla onlar yarın gelecekti. Omzumun üzerinden Yener’e doğru baktım, yüzünde sabırsız bir ifadeyle tıpkı küçük bir çocuk gibi beni izliyordu.
“Ne oldu?” diye sordum.
“Okan denen şerefsizin hayatını kararttığımız geceden beri aynı şeyi düşünüyorum,” dedi, bir an ne demek istediğini anlayamadım ve o bunu kelimelerle değil, uygulamalı olarak anlatmak istiyormuş gibi elini havaya kaldırdı. Diğer avucunu elinin arka kısmına koyarak avucunun içini sertçe öpüp, “Bana çillerini göster,” dedi avucuna tuhaf tuhaf bakarak.
“İğrençsin,” diye homurdandım, yanaklarım ısınmıştı. Bu, Yener’i sandığımdan daha da çok eğlendirdi ve bir kahkaha attı; kahkahası Adnan’ın ona cins cins bakmasına yol açtı.
“Aman tamam, bozulma hemen,” diye fısıldadı bana sokularak. “Kimseye söylemedim ben…”
“Sus ya…”
“Kızardın mı?” diye dalga geçti benimle. “Nasıl kızarırsın Zeliha ya, kızarma, çillerini göremiyorum!”
“Sen salaksın,” dedim homurdanarak.
“Artık salak ben miyim yoksa Gurur mu bilemem.” Sırıttı. “Bu aptallar kendilerini bu duruma sokmaya bayılıyor.” Ne demek istediğini anlamadım ama irdelemedim, anlarsam beni yakabilecek bir şeydi belki de, o yüzden ateşten kaçındım.
“Seni eve bırakayım,” dedi Gurur, Yener hâlâ gülüyordu ama birkaç dakikadır Yener yokmuş gibi boşluğu izleyerek düşünüyordum. Kendi düşüncelerimi düşünüyordum, kendimle ilgili görmezden gelip bir kapının ardına tıkarak kilitlediklerimi düşünüyordum. Nihayet bakışlarım buz sıcağı gözlere tırmandı ve beni izleyen yüzüne baktım.
“Olur,” dedim, dalgınlığımı fark etmişti. Gözleri doğrudan üzerimdeydi ama sorular sorup zihnimi daha da yormadı. Evden çıkarken konuşmadık, asansöre bindiğimizde ise sessizlik yavaşça parçalanıp kırıldı ve tam ortamızda dağıldı.
“Sessizsin,” dedi, sesinde anlayış vardı.
“Bazen konuşmak gerekmez.”
İçimde kendi ruhuma ait bir ölü taşıyormuşum gibi hissediyordum. Aslında bir süredir durum bende tam olarak böyleydi. Cenan ya da diğerlerinden bağımsız olarak söyleyebilirdim ki ben kesinlikle içimde kendime ait bir cenaze taşıyordum. O gece yaşananlar ömrümün üzerinde kara bir leke olarak kalacaktı, ben o cenazeyi gerçekten mezarın altına girene dek içimde taşıyacaktım.
Gurur, “Her zaman susarak anlatamazsın,” dedi, ses tonuna gizlenmiş anlayış canımı yaktı. Omzumun üzerinden ona baktığımda asansör katları dolaşarak usul usul aşağı inmeye devam ediyordu.
“Seni özgür bıraktığımda gitmen gerekirdi,” dedi, bana o günü hatırlatması tüylerimin dikilmesine neden oldu.
Evet, belki doğru olan kaçıp gitmekti, onu ve yaşanan her şeyi geride bırakmaktı ama neden onu geride bırakacak olma düşüncesi bile karnıma bıçak batmış gibi hissettiriyordu?
“Neden hâlâ böyle düşünüyorsun?” diye sorduğumda asansör katlardan birinde durdu, kapılar açılacak sandım ama bu olmadı, bir süre bekledi, sonra tekrar sarsılarak aşağı doğru inmeye başladı.
“Bu düşüncem hiç değişmedi. Seni yanımda tutmak, bu olayın içinde tutmak bencillik gibi geliyor.” Söyledikleri şaşkınlığımın katlanarak artmasına neden oldu ama bunu görmesine engel oldum. “Kendini huzursuz hissediyorsun, belki sana göre olması gereken bu, dışarıdan bakılınca da böyle olması gerekiyormuş gibi duruyor ama ben huzursuz hissetmeni istemezdim. En azından benim yanımdayken huzurlu olsan olmaz mı?”
Onun yanında zaten huzurluydum ama bunu ona gösteremiyordum. Sanki bunu ona göstermek, ona bir defa daha yenilmek demekti ve ben artık ona bir defa daha yenilmek istemiyordum. Bakışlarımı zemine indirdiğimde Gurur birden asansördeki bir tuşa bastı ve asansör önce sarsıldı, sonra durdu.
Bakışlarımı parlak zeminden kaldırıp ona çevirdim. Asansörün tepesinden sızan beyaz ışık doğrudan yüzünün hatlarını ortaya koyuyordu.
“Ne oldu?” diye sordum, ne olduğunu biliyordum, onun ağzından da duymak istemiyordum ama yine de sordum işte.
“Bilmem,” dedi, bir an kafamı kaldırıp ona daha dikkatli baktım. “Bugün sana doyana kadar bakmamışım gibi hissettim, gün bitmeden çillerine bakmak istedim.”
Kelimeleri ruhuma eve dönüyormuşum hissini bıraktı. Kelimeleri ruhumda öyle büyük yaralar açtı ki, bir gün onu geride bıraktığımda, hayat beni ondan uzağa taşıdığında, her bir kelimesi zihnimde eskiyen bir anı olacak, hiç ummadığım anlarda beni can evimden vuracaktı. Bir gün öylesine oturduğum ve davaları incelediğim kafenin radyosunda bir şarkı çalacaktı, tesadüf o ya, şarkının sözlerinden bir tanesi bana onu hatırlatacaktı; bana onun söylediği bir sözü hatırlatacaktı… Önce donup kalacaktım, belki elim ayağım birbirine girecekti ve kahveyi dosyaların üzerine dökecektim. Belki hiç kimseye belli etmeden kalkıp lavaboya gidecek, kabinin kapısını kapattığım an sarsılarak ağlamaya başlayacaktım. Belki hiçbiri olmayacaktı ama şu an hepsine yakın hissediyordum.
Gurur’un soğuk parmakları yanağıma kayınca ürperdim, dokunuşu ruhumu titretti. Gözlerimi ondan ayırmadım ama mümkün olsaydı gözlerimi ondan öyle çok uzağa taşırdım ki, hafızam onu yavaş yavaş içinden dışına iterdi. Belki de onun yüzünü hatırlamamak, sesini hatırlamamak, kelimelerinde boğulacağım geleceği daha az acı duyarak geçirmemi sağlardı. Gözlerine öyle bir baktım ki, o gözleri unutmak istemediğimi anladım.
Bu gözleri unutmak istemiyordum. Ama bir gün hayatıma bu gözleri görmeden devam edeceğimi de biliyordum. İki ihtimal de kafamın içinde öyle çok büyüdü ki, kalbimin acısını yok sayamadım, bu defa kendimden bile saklayamadım.
Yüzü yüzüme apansız yaklaşmaya başlayınca geri çekilebilirdim ama ruhum dizlerinin üzerine çöküp, gelecekte edileceği infazı kolaylaştırmak adına bu gece ölmeyi seçti. Gurur’un yüzü her saniye yüzüme daha da yaklaşıyordu ama hareketleri yavaştı, sanki ölümümün ağır ve acılı olmasını istiyordu. Sanki bana verdiği, hissettirdiği, içime gömdüğü duyguların altında kalmamı istiyordu. Gözlerine baktığımda daha başka bir şey gördüm. Beni korumak istediğini, pişmanlığını, beni eğer elinde olsa bu yangından uzaklaştıracağını gördüm.
Pişmanlığını izlemek ruhumu dindirir sandım ama ruhum, ölüm döşeğinde bir insana dönüştü ve öyle çok ağrı çekti ki, ölümü diledi.
Dudakları neredeyse dudaklarımın üzerine değeceği sırada yüzü yüzümün sınırlarında durdu. Sıcak nefesi devamlı olarak yüzüme vuruyor, gözleri benim göz çukurlarıma aitlermiş gibi dibimde, bitişiğimde duruyordu. Aldığım her nefeste parfümünün sert kokusuna karışan buz gibi kokusunu soluyordum. Gurur, soğuk gibi kokuyordu, ona ne zaman haddinden fazla yakın olsam, tenindeki buz kokusu içimi üşütüyordu. Tüm bunlar olurken, içim donarcasına üşürken, ruhum ateşler içindeydi, o bana yaklaştıkça etrafı buzlarla çevrili bir alev gibi büyüyerek kendini yakıyordu.
Dudaklarımız birbirine dokunmadı ama ruhum ruhuna dokundu; ruhu ruhumun üzerine serildi. Parmakları hâlâ yanağımda dolaşırken, “Sessizliğin hoşuma gitmiyor,” dedi. “Seni buraya hapsetmişim gibi hissettiriyor. Dün belki yanında değilken bu umurumda bile değil, mecburuz derdim ama şimdi yanındayım ve fark ettim ki bu umurumda.”
Kalp atışlarım ağırlaştı, gözlerim doğrudan ondaydı. Geçmiş daha kaç farklı şekilde başıma yıkılmak için kendini yaratabilirdi? Ben yaşadığım ânı artık geçmişim biliyordum. Ve bunlar, bana söyledikleri, bana bıraktıkları, geçmişin ne kadar yıkıcı olacağını resmediyordu. Geleceğe gittiğimde geçmiş durmadan canımı yakan bir düşmana dönüşecekti ve ben o düşmandan hiçbir zaman nefret edemeyecektim.
“Hiçbir şeyi değiştiremeyiz, Gurur,” diye fısıldadım, nefesim dudaklarına çarptı ve yüzüme geri döndü. “O gece yaşananları değiştiremeyiz, şu an hissettiklerimi değiştiremeyiz, ileride bizi bekleyen her neyse, onu da değiştiremeyiz.” Bana anlayışla baktı, oysa ben reddetmesini dilemiştim, kabullenmesini değil.
“Doğru,” dedi. Yüzü hâlâ yüzüme yakındı. “Ama değiştirebilmeyi isterdim. O gece seni bu oyunun tutsağı yapmak yerine özgür bırakabilirdim. Geleceğine giderdin, seni daha güzel bir hayat beklerdi.” Nefesi tenime sinerken konuşması ne kolaydı, benim için hiçbir şey kolay değildi. Hele duyduklarım? Duyduklarım hiç değildi. Yüzünün gölgesi ışığa rağmen yüzüme düşüyordu. İşte o böyleydi, parlaktı, ışıltılıydı ama onun gölgesi altında kalan ben oluyordum. Onun karanlığıyla yüzleşen hep bendim. “Ben bir şekilde hallederdim, sıyrılırdım, senin konuşmayacağından emin olsaydım, bunu yapardım. Ama emin olamadım.” Şu an benden emin miydi? Cevabını sanki kafamın içinde geziniyormuş gibi verdi. “Şimdi ne olursa olsun yapmayacağını biliyorum ve bunu bilirken seni günden güne tüketişimi izlemek, benim gibi birini bile mahvedebiliyor.”
Gözlerinin içine baktım, aynasında kendimi gördüm; kırgın ve yorgun görünüyordum. Sanırım o da bunu görüyordu ve vicdanı alevlenerek kalbini yakıyordu. Ben onun konuşmaya başlayan vicdanıydım, beni yeni yeni tanıyordu, bir gün benden nefret edecekti ama şimdi beni korumak, kurtarmak istiyordu. Ben onun ruhundaki yüktüm. Bunu biliyor muydu?
Parmakları yanağımda süzülürken dudakları dudaklarıma biraz daha yakın konuma geldi. Kalp atışlarım hâlâ ağırdı, sanki kalbim göğsümün içinde kaybolmuş, yolu bilmeyen, pusulası olmayan, haritasını ısınmak için tutuşturmuş bir yabancıydı.
“Güzel bir hayatının olmasını dileyen tarafım, o hayatın içinde olmayacak olmama çok kırgın.” Cümlesi içimden bir duygu yığını taşırdı. Kalbim yanıyordu. Sanki beni kolayca tuzla buz edebilirdi. Sankisi yoktu, ediyordu. “Bir gün birinin senin sahte değil, gerçek sevgilin olacağını bilmek çok kırıcı.” Kulağıma yaklaştı ve şunları söyledi: “Gündüz düşününce bu çok normal geliyor, olması gereken bu, beni sinirlendirse de seni mutlu edecek olan şeyin bu olduğunu biliyor ve kabulleniyorum.” Yutkundu, yutkundum. “Ama gece olunca, henüz var olmayan birini öldürme isteği karnıma saplı bir bıçak gibi içimi dürtüp duruyor.”
Gözlerimi yumduğumda geri çekilip anlık yüzüme baktı. Sonra asansörün düğmesine bastı ve asansör son kez çalışıp bizi zemin kata indirdi. Binadan çıkıp yüksek binaların ortasındaki boşlukta ilerlemeye başladık. Ben birkaç adım önden yürüyordum, her nedense o yavaşlamıştı, sonra saçlarıma tutunan kar tanelerinin yarattığı sessizlikte çakmağın içinden fırlayan alevin sesini duyup omzumun üzerinden ona doğru baktım. Paltosunun yakalarını kaldırıp boynuna siper etmişti, açık renk saçları karanlıkta koyu duruyor, o koyu tellere tutunan kar taneleri güzel bir tezatlık oluşturarak ahengi yaratıyordu. Bir elini ateşe siper ederek çatık kaşlarla sigarasının ucunu yakmaya çalışıyordu. Çakmağı paltosunun cebine koyduktan sonra sigaradan bir duman çekti ve turuncu alev yağan kar tanelerinin içinde bir ateş böceği gibi parıldadı.
Durduğumu fark edince bana baktı. Binaların etrafımızı labirent gibi sardığı o boşlukta durmuş sakince onu izliyordum, o da yavaş adımlarla bana yaklaşmaya devam ediyordu.
Bana doğru attığı son adımda, sigaranın beyaz dumanı salınarak geceye karışırken, “Hiç düşünmezdim,” dedi, tek kaşımı kaldırdım ve ona baktım. Belki biraz ruhuna, olduğu o acımasız adama. “O gece en büyük kâbusum olacağını düşündüğüm küçük kızın, hayatımın özeti olacağını.”
Kelimeler geri çekildiğinde oradaydım, kar taneleri saçlarıma tutunuyordu ama ruhum artık içime tutunamıyordu. Sigarasını dudaklarına götürürken gözleri artık bende değildi. Yanımdan geçerek sitenin çıkışına ilerledi. Omzumun üzerinden gidişini izledim ve sonra bakışlarım karlara bıraktığı ayak izlerine çevrildi. Ayak izlerini izlemek daha da durgun hissetmeme neden oldu. Bir gün onun ayak izleri ömrümden kaybolup gidecekti.
Birbirine dokunmadan düşen kar taneleri gibi olamaz mıydık? Birbirimize dokunmadan yaşayamaz mıydık? İnsanlar neden birbirlerine zarar veriyor, kin duyuyor, nefret kusuyordu? Biz de kar taneleri gibi olamaz mıydık? Birbirimize değmeden de var olamaz mıydık?
“Kar taneleri birbirine dokunmaz,” demişti babam bir gün parmakları saçlarımın derinliklerinde dolaşırken. “Bu yüzden ömürleri kısadır işte, tutunacak kimseleri olmadığından düşerler, düştükleri yerde birbirlerine tutunsalar bile ölürler. Bazen düştüğünde değil, düşmeye başladığında birinin seni tutmasına ihtiyaç duyarsın.”
Derin bir nefes alıp Gurur’un arkasından yürüdüm. Siteden çıkınca bizi uzun bir kaldırım karşıladı, kaldırımın karşısında az ileride kaldığım beyaz bina vardı. Taksi durağının önünde dikilen yaşlı adam beni tanıdığı için gülümsedi, ben de ona gülümsedim ama gülümserken canımın yandığını o hiç bilmedi. Belki şu an Gurur da bilmiyordu. İçimden bir ses, bildiğini söylüyordu. Kar tutmuştu ama arabaların ezdiği yol kirli bir beyaz rengindeydi, kar taşlaşmış ve buza dönüşmüştü. Önümüzden geçip giden kırmızı Volvo’yu izledim, hemen onun arkasından bir yemek kuryesi geçti ve artık yol karşıya geçmemiz için yeterince boştu.
Zihnimin derinlerinde kaybolmaya başladım.
Gurur da bana eşlik etti.
Binamızın sağ tarafında boş, küçük bir arazi vardı. Arazi tamamen karla dolmuştu, bembeyazdı. Binaya doğru yürürken sessizdik. Dönüp gidebilirdi ama gitmedi.
“Yarın eve birkaç parça kıyafet getiririm,” dediğimde bana baktı ama ben ona bakmadım. “Ara sıra kalmam gerektiğini söylemiştin.”
“Evet. Bu iyi olur.”
Zayıf bir gülümseme yüzümü sarmaşık gibi sardı. Binanın neredeyse önüne geldiğimizde durup ona doğru dönecektim ki soğuk bir darbe yedim, ensemde parçalanan karları hissettim ama sanki kaya kadar sert bir şeyle vurulmuş kadar canım yanmıştı. Gözlerim şokla irileşti, Gurur’un da şaşkınlığa teslim ettiği bakışları doğrudan bendeydi. Dudaklarından, “Hassiktir,” döküldü ve tam o esnada bir başka darbe bu kez onun için geldi. Gurur’un açık renk saçlarına yağan bir dolu karı izledim. Sıkıştırılarak koca bir top görüntüsü verilen kar yığını kafasına çarparak parçalara ayrılmıştı. Darbeler arka arkaya gelmeye başladığında, Gurur, “Hay ebesini!..” diye hırladı ve beni önüne alarak darbelerden korudu. Arkada çınlayan kahkahanın sahibinin Yener olduğunu biliyordum. Diğerlerinin de boğuk gülüş sesleri sokağa yayılıyordu.
“Ulan şerefsizler!” diye bağırdı Gurur omzunun üzerinden onlara doğru dönerken. Beni göğsüne iyice bastırdı. “Savaş mı istiyorsunuz?”
“Savaş bizimle, Romeo,” dedi Yener ileriden ve avucunun içinde sıkıştırdığı büyük bir topu bize doğru attı. Kartopu bize çarpmadı, hemen arkamızdaki Doblo’ya çarptı ve Doblo’nun ışıkları yandı, birkaç saniye sonra aracın alarm sesi tüm sokağı sarmıştı. Gözlerim iri iri açıldı, Yener karşıda donup kalmıştı ve Adnan ona vurup, “Elinin ayarını bile döverim senin!” diye bağırıyordu.
Yaşlı bir adam balkonun aralanan kapısının arkasında belirdi. “Koskoca insanlarsınız!” diye bağırdı. “Hiç utanmıyor musunuz çocuk gibi? Uzak durun arabamdan!”
Yaşlı adama aldırış eden olmadı. Gurur eğilip yerdeki kalabalık kar yığınını büyük avucunun içine alarak sıkıştırdı. Yaptığı şekilsiz kartopunu onlara fırlatırken, “Dua edin taş koymadım içine!” diye bağırdı ve toparladığı kar yığını doğrudan Tayfun’un yüzünde patladı.
Tayfun, karla oynamayan, kenarda durup bizi izleyen tek kişiydi ve ilk darbeyi yemişti.
Adnan, koca avuçlarının içine aldığı kar yığınını birden Yener’in kafasında patlattı ve küçük erkek çocukları gibi güreşmeye başladılar. Girdap, Gurur’a doğru koşuyor, Gurur homurdanarak kaçıyordu, şimdi savaş yerinde tek kalmıştım. Girdap, elindeki karları Gurur’un paltosunun içine attı ve Gurur, “Yandım lan!” diye bağırırken gözlerim yere düşen ve hâlâ zayıf bir şekilde yanan sigarasına tutundu. Gülümsedim. Çocuk gibiydiler.
“Bu oyun böyle oynanır, aslanım!” diye bağırdı Tayfun, çok geçmeden büyük, neredeyse kaya kadar olan koca bir kartopu Gurur’un yüzünde şeklini aldı. Gurur’a iki kişi saldırmışlardı, homurdanarak yere eğilip parmaklarımı soğuk kara bastırdım. Neredeyse ciyaklayacaktım. Kar çok soğuktu, parmak uçlarım ânında acımaya başlamıştı. Eşelediğim karları elime aldığım sırada Devran’ın tilki gözleri bana dokundu ama ona sus işareti yaptığım an gülümseyerek başını salladı. Beni ele vermemişti. Bana göre büyük, Tayfun gibi kocaman bir adama göre kedi patisinden bile küçük olan kartopunu fırlattığımda, Tayfun, Gurur’u bırakarak bana baktı ve o an elimde olmadan suçlu bir şekilde sırıttım. Tayfun, beni aşırı korkutuyordu.
“Demek onun ordusundansın,” dedi, kısık sesi zihnimdeki korkunun genişlemesine neden oldu. Tayfun gibi bir devi karşıma alarak iyi mi yapmıştım? Hiç sanmıyordum. Gurur, bu boşluktan yararlanarak Girdap’ı karlara gömdü ve Tayfun’un sırtına atladı. Yener ve diğerleri kahkahalar atarak onlara doğru koşuyordu ve Tayfun ile Gurur karların içinde güreşiyorlardı.
“Evet,” dedi Gurur, Tayfun’u karların içine yatırırken. “Benim ordumdan.”
“O zaman tek askerini vurma zamanı!” Yener’in attığı kartopu sağ tarafımdan çarptığı için sol tarafıma doğru devrilip karlara gömüldüm.
Kısa bir sessizlik oldu.
Şimdi Tayfun dahil olmak üzere hepsi, tamamı, tüm hainler, ordusunda olduğum komutan bile kahkaha atıyordu.
Çığlıklarım neşe dolu kahkahalara dönüştü. Geçmiş ayaklarımın altından kayıp gitti, geleceğe ise oldukça zaman vardı. Şimdinin içindeydim, gülüyor, eğleniyor, yaşıyordum. Yener’in sırtına atladığımda birden dengesini kaybetti ve birlikte karların içine gömüldük, Adnan durmadı, karları koca ellerini kürek gibi kullanarak üzerimize atmaya başladı. Yener beni iterek karların içinden çıkmamı sağladı ama gömülen kendisi oldu. Gurur bu hain saldırıya sessiz kalmamıştı tabii ki, Tayfun ile bir olup Adnan’ı iki bacağından tutarak havaya kaldırmışlar, kocaman adamı baş aşağı sarkıtarak karların içine kafasını sokmuşlardı.
Binanın kapısının açılırken çıkardığı sesi duymadım ama Çolpan ile Ayça’nın, “Arkadaşıma ne yapıyorsunuz?” diye bağırırken birbirlerine senkronize olmuş şekilde çıkan seslerini duyabildim. Çok geçmeden onlar da bu savaşa dahil oldular ve kendimi kıran kırana bir mücadelenin içinde buldum. Şimdi Ayça aralarında küçücük olmasına rağmen karların içinde hızla koşuyor, dostça değil, düşmanca ataklarla içine taş koyduğu kartoplarını kafalarına vuruyordu.
Gurur beni belimden kavradığında, karların arasına birlikte devrildiğimizde, arkadaşlarım onun arkadaşlarıyla savaşmaya başladığında ve kahkaha atarak uzanır hâlde gökyüzünü izlemeye başladığımızda her şey olması gerekenden daha güzeldi.
Belki zamanın içinde kaybolacak bir andı, geçmişe saplandığında geleceğime sadece acı getirecekti ama gülümsememi durduramadım.
⛓️
HAKAN BASRİ ŞENKAYA’NIN CEHENNEMİNDEN BİRİNCİ GÜN
🎧: Cem Adrian, Kulakların Çınlasın
Bana o kadar uzaksın ki, elimi uzattığım yerde olmayışın, beni kendi içimdeki ölümle yüzleştiriyor. Ama biliyorum, bana yakın olsan, bir cehennem olacaksın ve o cehennem öyle bir cehennem ki, bir tek beni yakarsa sönecek. Cenan, canım, cananım, adın dilime lâl oldu, içime dert oldun ama inan, söneceğini bilsem, beni yakman için sana gelen yine ben olurdum. Benim garip cehennemim, sen bizi nasıl bir ateşin içine attın?
Cenan. Canım. Cananım.
Sesimden ismini duymayalı yıllar oldu ama içimde biri var, hep sana sesleniyor, dilim sana ne kadar suskunsa, içim seni o kadar geceye kusuyor.
Başımı soğuk duvara yaslayıp çocuklarıma baktım. Boğazımda ilerleyen ağrı yavaşça yükselerek enseme, oradan da başımın üzerine yayıldı. Gurur, bir köşede oturuyordu, bileğine bağladığı zincirle oynuyor ama düşünceli görünüyordu. Yüzü yıldız yamalı kızı düşündüğünü anladım ama anlamamış gibi gözlerimi diğerlerine çevirdim. Orada sessizce oturan Adnan’dı, yıllar evvel, Bora’nın annesinin doğumda yitip gittiği o günden beri sadece sessizce otururdu. Bora, babasının dizinin dibindeydi, yere bastırıp ilerlettiği arabaya masum bakışlar atıyordu. Derin bir nefes alarak, gözlerimi geçmişten sağ kurtardığı tek yarayla çıkan adamdan çektim. Yener, annesinden telefon bekliyordu, sanırım Yasemin Hanım hastaydı, her ne kadar telefona bakmıyor gibi görünse de eli ceketinin cebindeydi ve telefonu sıkı sıkıya kavramıştı.
Girdap parmaklarını çıtlatınca, mavi gözlerim direkt ona çevrildi. Solgun bakışları parmaklarındaydı, tekrar çıtlattı ve derin bir nefes aldı. Öğrendiğim kadarıyla sevdiği kız, dört beş ay önce bir başkasıyla dünya evine girmişti. Bunun hakkında hiç konuştuğunu görmemiştim ama dolabında hâlâ sakladığı fotoğrafı görünce dedikodudan emin olmuştum. Neden ayrıldıklarını, neden kızın bir başkasıyla evlendiğini ona soramadım. Onlar benim yaşı benden çok da uzak olmayan çocuklarımdı, ben onların babasıydım.
Devran, artık mutluydu. Ona ne zaman baksam kasvetli bir ruh hâlinde olurdu ama Biricik kızın özgürlüğü kesinleştiğinden beri Devran belki de aralarında en çabuk iyileşen kişi olmuştu.
Gurur, zinciri bileğine bir kat daha dolayıp, “Dün Zer… Zeliş,” diye düzeltti. “Cenan’ın evine gitti.” İsmini duymak, ellerimin boşluğa düşmesine neden oldu ama çocuklarım bunu fark etmedi. Nefesim daraldı, bakışlarımı Gurur’a sapladım ama gözlerimin önüne sarı, uzun saçları, soğuk bakan kara gözleri geldi. Damarlarımın acıdığını, kanımın uyuştuğunu hissettim. “Kaplaner’i kandırmış.” Derin bir nefes aldı, ben de almak istedim ama alamadım, ismi ömrümün üzerinde kara lekeydi.
Onu kandırmak öyle kolay değildi. Öyle kolay değildi onu kandırmak. O beni bile kandırırdı ama ben onu kandıramazdım. Öyle kolay değildi onu kandırmak.
Cevap vermedim.
“Gece buraya gelmeden önce onu gördüm. Tam karşı komşusu olmam onu biraz germiş gibiydi, nedenini anlamadım, yani benden rahatsız olmak değildi gözlerinde gördüğüm,” dedi Gurur. “Bana çok farklı baktı, sanki gitmem için yalvaracakmış gibi.” Gurur, bilinmezliğe alışkın olmadığından kaşlarını çattı. Ben biliyordum. Bilmek yaktı. İçim sızladı. Yalvarırdı tabii, benim etrafında olduğum herkesten kaçacaktı elbet, istemiyordu beni, belki Gurur’un gözlerinde bana ait bir desen bile görmek onu mahvetmişti; istemiyordu beni.
Beni istemiyordu.
Dokuz yıl geçmişti, dokuz yıl önce nasıl istemiyorsa, dün de öyle istemiyordu işte beni.
Bugün de istemiyordu.
Cenan, canım, cananım, beni istemiyorsun, bunu anladım.
Keşke senin istemediğin gibi ben de istemesem seni.
Ben senin için kendime ters düştüm, ben senin için her şeyi unuttum, herkesi unuttum. Ben senin için beni yaratana isyan ettim, en büyük günaha senin uğruna bulandım.
“Kul yaratıcısından vazgeçse, Allah kulundan vazgeçmez,” derdi bir büyüğüm, o zamanlar yeni yetme bir askerdim, hayatın anlamını çözememiştim, seni görüp içime hapsetmemiştim. Cenan, canım, cananım, senin için isyan ettiğim yaratan benden vazgeçmedi; bana sensiz de yaşamayı öğretti. Ama hep bildim, seninle olduğumda daha mutlu bir adam olacaktım, şimdi sadece yürek kıyıları nasır bağlamış, aksi, çatık kaşlı, sert bakışlı bir adamım.
Cenan, canım, cananım… Ekmeğim, suyum, aşım. İsmin içimde kalmış bir şarapnel parçası.
Sen en büyük korkususun ruhumun.
Ya bu şehir bir gün yeniden seni koyarsa önüme? İşte o zaman bittim ben.
“Bu kadının bir sonraki adımını hesap etmemiz gerek,” dedi Yener, sonunda telefondan uzaklaşmış gibi görünüyordu. Bilmesi gereken bir şey vardı, onun bir sonraki adımını sadece Tanrı bilirdi.
Oturduğum yerden kalkmamla, çocuklarımın bakışları bana çevrildi. İçimde kopan fırtınayı yüreğime bastırdım, yüreğim darmadağın oldu, içim o fırtınayı tek başına sırtlansa, yüreğim o fırtınayı tek başına omuzlamasa ölürdüm. Ama kalbimi alıştırmıştım, kalbim geçen dokuz yıl içinde enine boyuna acılarla büyümüştü; etrafında çatlakları vardı. Bir kadının can veren karnında oluşan yarıklar gibiydi.
“Muşta?” dedi Adnan sorar gibi ama cevap vermedim. Toplantı salonundan çıktım, bir gençlik devirdiğim koridorda ilerlemeye başladım. Yüzüm ifadesizdi, belki de mavi gözlerim gaddardı ama içim bir çocuk kadar dargındı.
Onu ilk gördüğüm ânı düşününce gözlerimi yumdum, adımlarım karanlık koridorda sonlandı ve öylece durup bekledim; geçmiş zihnime aktı, güzel yüzü hatıralarımda canlandı.
Onu son gördüğümde bana bakışı, onu ilk gördüğümde bana bakışı, onu ilk kez bağrıma bastığımdaki bana bakışı… Parmaklarımı burnumun direğine götürüp iki parmağımın arasına aldığım sızlayan burun direğimi sıktım.
Beni öksüz bırakmıştı, kendi yetim kalmıştı.
⛓️
ZELİHA ÖZDAĞ
Saçlarım ağırlaşmış bir ruh gibi omuzlarıma yığıldığında, büyük pencerelerin geniş camlarından içeri sızan gün ışığı, kar tanelerini kristal gibi parlatarak sınıfa bir ışıltı yolu döşüyordu. Cenan’ın görüntüsü projeksiyon makinesinden yansıyan ışığın önündeydi, yüzünde kelimeler vardı, bir süre hepimizi inceledi ve sonunda dersin sonuna geldiğimizi belli edercesine yüksek platformdan inerek masasına doğru ilerledi. Herkes rahat bir nefes almıştı ama ben alamadım. Cenan’ın siyah gözleri bana dokundu, uzun parmaklarıyla masanın üzerinde yarattığı kargaşayı toparlarken bana bakmaya devam etti. Siyah, sert yapılı çantasının fermuarını kapattıktan sonra hiçbir şey söylemeden sınıfın kapısına doğru ilerledi.
Ön tarafımda oturan kızıl, kıvırcık saçları olan kız, yanındaki sarışına doğru eğilerek, “Bu kadın ne zaman derse girse Furkan gözlerini ona dikiyor ve ondan başka bir şey yokmuş gibi bakıyor. Bu kadar güzel bir kadının ders vermesi hiç hoşuma gitmiyor,” diye söylendi. Sarışın ona küçümseyici bir bakış atarak güldü. Aralarındaki sahte arkadaşlığın kokusunu almaya başlayalı çok olmuştu ama pek dikkat etmezdim. Sarışın, kızıl saçlıyı biraz küçümsüyor gibiydi ve kızıl, kıvırcık saçların sahibi de gereksiz seviyede kıskançtı.
“Furkan, sadece Cenan Hoca’ya değil, güzel olan her kadına bakıyor, Selin,” dedi sarışın. “Kendini kandırmak yerine neden yeni birini bulmuyorsun? Hem anlattığın kadarıyla Furkan o işlerde de pek iyi değilmiş.” Alayla dolu bir kahkaha atınca, kızıl saçlı, yani Selin, homurdanarak gözlerini devirdi. “Ne? Alınıyor musun? Hadi ama… Sen söylemedin mi? Furkan işi biter bitmez döner kıçını uyurmuş…”
“Bir insanı sadece sekste iyi diye sevmezsin,” diye homurdandı Selin, gücenmiş gibiydi.
Az daha ona, “Bir insan bir insanı seviyorsa, özel meselelerini kimseye anlatmaz, onunla dalga geçilmesine neden olacak saçma şeyleri ortaya dökmez,” demek istedim ama yapmadım. Canları cehennemeydi. Bileğime taktığım yeşil lastik tokayla saçlarımı dağınık bir şekilde topuz yaptıktan sonra oturduğum yerden kalkarak çantamı omzuma atıp rezalet sohbetlerine daha fazla katılmak istemediğim için hızla sınıftan çıktım.
Düşünceler kafamın içini oyuyordu. Düşünmek istemesem de bir sonraki adımım hep aynı konu üzerine düşünmekti. Dide konusunda sessiz kalmaya karar vermiştim, bu doğruydu. Peki gerçekten doğru muydu? İnsanların özel hayatına karışmamam gerektiğini bana öğreten kişi babamdı. Dedikodulardan, bizi ilgilendirmeyen şeylerden, insanların özel hayatından konuşmayı hiç sevmezdi. Eymen ve bana da bunu aşılamıştı. Biz, insanların özel alanına saygı duyarak büyümüştük. Yine de bu içimdeki suçluluk duygusunun günbegün büyüyerek dallanıp budaklanmasına engel değildi.
Koridorda ilerleyip kafeteryaya giden merdivenleri indim. Kafeteryanın girişinde Cenan’ı görmeyi beklemiyordum, Kaplaner oradaydı, elinde tuttuğu beyaz bir fincanla kalabalığı izliyordu, kafeterya girmemişti, sanki birini bekliyor gibi etrafına bakınıyordu. Onu görünce damarlarım gerildi. Yine de ona doğru yürüdüm. Beni görünce yüzündeki duygu değişimi çok netti, beklediği kişi gelmiş gibi baktı. Bu beni her nedense rahatsız etti ama ona samimi bir şekilde gülümsemek zorunda hissettim.
“Günaydın,” dediğinde başımı salladım, tam yanından geçecekken, “Sana kahve ısmarlamama izin ver,” diye mırıldandı, isteğinde art niyet yoktu ama yine de kendimi kötü hissettim.
“Teşekkür ederim ama buna gerek yok.”
“Madem komşu olacağız?” Bir an ona düz düz bakmak istedim ama gözlerinde var olan ifade buna engel oldu. Birlikte kafeteryaya doğru ilerledik. Kafeteryanın arka kapısı camdandı, doğrudan fakültenin bahçesine uzanıyordu. Dışarıda hareket hâlinde olan öğrencileri görebiliyordum. İçerisi sıcaktı, tost ve çaya taze kahvenin de kokusu dahil olmuştu. Cenan Hoca ile birlikte cam kenarındaki masaya doğru ilerledik. Masadaki boşlar henüz toplanmamıştı, biraz sonra biri gelip masadaki boşları topladı ve siparişlerimizi aldı. Daha doğrusu sadece benimkini aldı. Cenan Hoca zaten kahvesini içiyordu. Gergindim ama sebebi Cenan değildi, sebep bilmemem gereken ama zihnimden silemediğim gerçeklerdi. Cenan yüzümü incelerken onun da tıpkı benim gibi gergin olduğunu hissedebiliyordum. Bir şekilde birbirimizle ilgili çok fazla şey biliyorduk ve bu ikimiz için de rahatsız edici boyutlara ulaşmak üzereydi.
Bir süre sonra siparişini verdiğim kahve geldi, kahvemden bir yudum alırken görsel olarak burnumdan solur gibi göründüğüne emin olduğum bakışlarımı Cenan’a çevirdim. Uzun parmakları fincanı sarmıştı. Üzerinde pahalı bir takım vardı, parfümünün kokusu tüm kafeteryaya yayılmış olmalıydı. Sütlü kahve tonlarındaki ceket ve pantolon takımı onun kusursuz fiziği için çok doğru bir seçimdi. Hoş, dersine giren kadın erkek fark etmez herkes ona çuval bile giyse yakışacağını biliyor olmalıydı.
“Gece erkek arkadaşınla karşılaştım,” dedi. Sessizdim, sadece onu dinledim. “Tam karşımda oturuyor olmanız işlerimi biraz zorlaştıracak.” Ne demek istediğini anladım, yine de sadece sustum ve söylediklerine kulak verdim. “Sana onu vazgeçir, gidin demiyorum ama Dide’yi görmemeliler.”
“Eninde sonunda görecekler,” dediğimde durdu, bunu biliyormuş gibi baktı ama belki ona bir seçenek verirmişim gibi umutluydu. O umudu karşılayamayacağımı gördüğünde, gözlerinde var olan son ümit kırıntısı da küle döndü.
“Dide’yi tüm bunların ortasına itemem.” Kahvesinden bir yudum aldı. “Sevgilin son derece meraklı birine benziyor. Bu işin peşini bırakmaz.”
“Senin bir kızın olduğunu öğrense bile neden bunu umursasın ki?”
Cenan’ın dudağının kenarı kederle büküldü. “Dide’yi ilk gördüğünde ne düşündün? Ona baktığında?”
Dide’nin çivit mavisi gözlerini, meydan okuyan bakışlarını hatırlayınca ürpererek Cenan’a baktım. Ne demeye çalıştığını anlamıştım. Ama ikimiz de bu sırrı birbirimize karşı seslendirmeden içimizde yaşatmaya devam ettik. O benim bildiğimi biliyordu, ben de bildiğimin farkında olduğunu biliyordum.
“Akıllarına geleceğini sanmıyorum. Bence bilmiyorlar,” dedim. “Hiçbiri.”
Cenan anlık rahatlar gibi görünse de “Sen de bilmiyordun,” demesiyle o rahatlığı yeniden kayboldu. “Psişik değilsin.”
“Eğer başka bir neden sunsan, o ihtimali kafamdan silerdim.” Eğer babasından bahsetsen, diye düşündüm içimden. Dide’nin Muşta’nın kızı olduğunu düşünmezdim.
“Sen silerdin, Gurur silmez.” Cenan, bunu kesin bir dille söylemişti. “Seni zorlamıyorum. Elbette bir şeyleri ondan saklamaktan rahatsız oluyor olabilirsin ama lütfen elini vicdanına koy Zeliha. Bu hayat Dide’nin hayatı. Bu hayatı ona verebilmek için çok çabaladım.”
Sessizce, “O, Dide’yi biliyor mu?” diye sordum.
Başta var olan sessizlik, bir süre sonra dudaklarından kopan bir, “Hayır,” cevabına dönüştü.
“Neden?”
“Zorundaydım.” Cevabı kesin ve netti, içinde tek bir yalan payı içermiyordu; sonsuz genişlikte bir doğruluk hissi veriyordu. “Zorunda olmak nedir biliyor musun?”
“Evet,” dediğimde şaşırmasını beklemiyordum.
“İşler ne benim ne de onun için yolunda gitmedi,” dedi, gözlerini kahve fincanına indirirken başını iki yana sallamıştı. “Zeliha, daha önce hiç en güvendiğin insan, bir daha asla güvenmemen gereken birine dönüştü mü?”
Dudaklarım yukarı büküldü. “Dönüştü.”
Başını yavaşça sallarken yıkılmış gibi görünüyordu.
“Ona kırgınsın,” dediğim anda kaşlarını çatarak bana bakmadan başını şiddetle iki yana salladı.
“Bu kırgınlık değil, bu sadece kırgınlık olamaz. Ben ona olan inancımı yitirdim.”
“Bana çok ağır bir yük bırakıyorsun,” dedim, bu kez kendimi tutamadım. Duygular dilimden öylece döküldü. Hissettiklerim tam olarak buydu. Bana bıraktığı şeyin ağırlığının farkında mıydı? Cenan’ın gözlerinde beliren anlayışın altında ezildiğimi hissettim. Sanırım o da biliyordu, benim için taşıması ne kadar güç bir sırrı bana bıraktığını ve bunu yaparken hiçbir şeyin elinde olmadığını biliyordu.
Suçluluk duygusuyla gözlerini masaya indirince, onu tanıdığım günden bu yana ilk kez bu kadar yorgun göründüğünü fark etmiştim. Ona bakanlar önce güzel, sonra da soğuk bir kadın görürdü. Şimdi yine güzeldi ama soğuk görüntüsü yoktu, o soğuk görüntünün altına gizlediği yorgunluk oradaydı. Bakışlarım yüzünde istediğimden çok daha uzun bir süre asılı kaldı. Onu incelerken buldum kendimi. Cenan Kaplaner’in acısı epey görünürdü.
“Üzgünüm,” dedi. “Biliyorum. Böyle olsun istemezdim. Ama isteyerek yapmadım.” Bunu biliyordum, bu yüzden kendimi olduğumdan çok daha suçlu hissediyordum. Bu karşı komşu olma olayı çok gereksizdi, böyle olmamalıydı. Bunu öğrenmemem gerekiyordu. Şimdi nasıl Muşta’nın gözlerine bakacaktım? O gözlere baktığımda gördüklerim canımı fena yakacaktı. Üstelik yaşananları bilmemek beni sadece geçmişin değil, olduğumuz ânın da körü yapıyordu. Kim haklı kim haksız bilmeden bir şeyleri içime gömmek çok zordu. “Zeliha, senden tek isteğim susmandı, biliyorum ama şimdi bir isteğim daha var.”
Birden korkarak ona baktım. O isteği duymaya hazır hissetmiyordum.
“Öyle bakma,” dediğinde sesinde ızdırap vardı. “Bu benim için de oldukça zor.”
“Öyleyse isteme,” dedim, tepkim onu şaşırttı, bense hâlâ korkuyordum. Kendimi yeni bir oyunun içinde, yeni bir müttefik olarak bulmak istemiyordum. Artık kendimi geri çekmek, tüm bu olanlara olanların içindeyken değil, dışındayken bakma fırsatı bulmak istiyordum. Cenan ise buna izin vermiyordu. Tıpkı ilk günlerde Gurur’un yaptığı gibi üzerime geliyor, benden yeni şeyler talep ediyordu. Ne zaman gördüklerimin sorumlusu olmadığımı anlayacaklardı? Ben sadece görgü tanığıydım. Belki Gurur’u bu geleceğe hapseden bendim ama Cenan konusunda kesinlikle suçsuzdum, tek suçum olmamam gereken bir yerde olmamdı, görmemem gereken birini görmemdi.
“Mecburum,” diye fısıldadı, sesindeki ezilmişlik duygusu beni afallattı. “Ben de böyle olsun istemezdim ama şimdi tam karşımda oturuyorsunuz. Oradan taşınırsam gözünüze batarım, batmazsın deme, sen de söyledin, Gurur beni tehlike olarak görüyor ve neden gittiğimi merak edecektir.” Bir şey söylemedim, haklıydı. Gurur, basit bir düşünce yapısına sahip değildi, olayları her açıdan ele alabilir, her şeyi en ince ayrıntısına dek düşünebilirdi. Mutlaka Cenan’ın bir şeyler gizlediği için gittiğini anlardı. “Nasıl bir yol izlemem gerektiğini bilmiyorum. İlk kez bilmiyorum.”
Konu kızı olduğunda ne kadar da hassastı… Gözlerimi yüzünden ayıramadım. Soğuk bir avukata değil, içi yanan bir anneye bakıyordum. Kahvemden bir yudum alırken artık her şey karmaşadan ibaretti. “Dide akıllı bir çocuk,” dediğimde başını salladı, bir sonraki cümlemin bizi kaderin hangi yoluna saptıracağını bilmiyordu. Ben de bilmiyordum. Spontane hareket etmeye karar verdim. Kaderin bizi izlerken çatılan kaşlarının arasında oluşan yarıklar, gideceğimiz yollar gibiydi. “Dide’yi öylece gizleyemezsin. Gizlemek her zaman için açığa çıkarmaktır. Bir şey bulunmasın istiyorsan onu ortaya bırak.”
“Dide’yi buna nasıl hazırlarım bilmiyorum.” Bakışlarını bana değdirdi. “Seni buna bulaştırdığım için üzgünüm.”
“Aslına bakılacak olursa, gidip bildiğim her şeyi anlatmayı inan ki çok istiyorum,” dedim dürüstçe. “Ama ne yaşadığını bilmiyorum. Bu yüzden sana haksızlık yapmak istemiyorum. Olmamam gereken bir anda, olmamam gereken bir yerdeydim. Görmemem gereken bir şeyi gördüm. Şimdi taraf tutamam.” Gözlerinin içine baktım. “Ne senin ne de onun tarafını tutmuyorum. Ama şu an ona haksızlık yaptığımı hissediyorum. Sadece eğer bu olacaksa, neden böyle olduğunu bilmem gerekiyormuş gibi hissediyorum. Bir yanım buna burnumu sokmamam gerektiğini söylese de öteki yanım onu seviyor.” O diye bahsettiğimin kim olduğunu biliyordu, ismini söylemediğim için mutlu gibi görünüyordu. Sanki o ismi duyarsa dünyası başına yıkılacaktı.
“Anlatacağım,” dedi Cenan. “Sadece bana biraz müsaade et.” Kahvesinden bir yudum aldı ve o an, zihnime takılıp düşen bir soru kalbime battı.
Tarih tekerrür mü ediyordu?
Bu soru aslında kendime değil, kadere sorduğum bir soruydu. O gece tüm bunlar yaşanmamış olsaydı, Gurur hayatımın ortasına ismini yazmamış olsaydı, o gece alın yazım alnımın ortasında alevlere teslim olmasaydı şu an ne yapıyor olurdum? Cenan, Muşta’ya kırgın olmadığını, ona olan inancını yitirdiğini söylemişti. Bir gün ben de Gurur’a olan inancımı yitirecek miydim? Hem de bunu yaparken içimde ona dair hiç kırgınlık olmadan?.. Bir insan nasıl tüm inancını yitirmesine rağmen karşısındakine kırılmazdı ki? Duygularımız, düşüncelerimizin verdiği şekli almaz mıydı? Bir insana artık inanmıyorsak, bu kırıcı bir şey demek olmaz mıydı? Artık inanmayarak baktığımız bir insana kırgın bakmaz mıydık?
Nasıl bakıyorsak öyle görürdük, bu doğruydu. İnancını yitirmiş gözlerle baktığımız birine kırılmış olurduk. Nasıl oluyordu da Cenan ona kırgın değildi? Belki de onu asıl kıran o değildi, ona olan inancını yitirmiş olmasıydı.
Geleceği daha fazla merak etmek istemiyordum çünkü bir gün geleceğini biliyordum, bir gün gelecekti ve ben ondan kaçamayacaktım. En azından şimdilik o hiç yokmuş, olmayacakmış gibi davranabilirdim. Boşluğa devrilen gözlerimin tekrar yüzüne doğrulmasını sağlayacak olan o cümleyi kurdu: “Güzel kızım,” dedi, sanki aramızda asırlar varmış gibi hissettiren iki kelimelik cümlesi yüreğimin derinlerine ulaştı. Gelecek bir yerlerde benim için çoktan alev almaya başlamıştı ve beni içine alıp yakacağı an için pusuya yatmıştı. “Belki o seni üzmeyecek ama üzülen tarafım öyle ağır basıyor ki, senin bana benzeme ihtimalinden nefret ediyorum.”
Kalbimin bana duyuracağı kelimeleri olsa, sırf onları duymamak için kalbimi sustururdum.
Bir gün ona benzeyecek olma düşüncesi kalbimi ezdi, çiğneyip geçti.
Korku öyle çok büyüdü ki, nefesim kesildi.
Cenan, üzgün bir ses tonuyla, “Beni yargılama,” dedi, ona baktım ama gördüğüm o olmadı, gelecekten bir kesitti ve ben gelecekte onun kadar üzgündüm. “Ben de senin gibiydim.”
Ben de senin gibiydim.
“Aynı kişiler değiliz,” diye karşı çıkmaya çalıştığımda sandığım gibi karşı atağı olmadı.
Sadece, “Umarım,” dedi.
Gaye ile Hüsrev kafeteryanın kapısında belirdiklerinde, Cenan ile ikimizin dilini saran sessizlik, bir diken gibiydi. O anlatacaklarını toparlayamıyor olmanın, bense konuşursam kendime vereceğim hasarın derdine düşmüştüm. Bizi ilk fark eden Hüsrev oldu, üzerinde beyaz önlüğü vardı ve gülümsemesi dudaklarına yerleştiği anda Gaye’nin bakışları onu takip ederek bize çevrildi. Gaye’nin yüzünün bembeyaz kesildiğini gördüm, Cenan ile beni karşı karşıya oturmuş kahve içerken görmeyi beklemediği kesindi. Cenan baktığım yöne bakınca, “Arkadaşların sanırım,” diye mırıldandı. “Çağırsana. Birazdan kalkacağım zaten.”
Sessizce elimi kaldırıp Hüsrev ve Gaye’ye el salladım. Masamıza doğru yaklaşırlarken Gaye bir bana bir Hüsrev’e bakıyordu, alnımızın ortasından antenlerimiz çıkmış gibi bir bakışı vardı. Şaşkınlığı çok barizdi. Sadece onun değil, kafeteryadaki birkaç kişinin de bize o şekilde baktığını yeni fark ediyordum.
“Selam,” dedi Gaye, bu selamın içinde soru işaretleri vardı. Ona boş sandalyelerden birini işaret ettiğimde bana tek kaşını kaldırarak bakıp sandalyeyi çekti ve oturdu. Hüsrev de yanına oturmuştu.
“Merhaba,” dedi Cenan Kaplaner, yüzündeki hüzün silinmiş, soğuk güzelliğinin üzerine sıcak bir gülümseme çizilmişti.
“Bölmüyoruzdur umarım?” diye sordu Hüsrev, bu kibar sorusu Cenan’ın daha da içten gülümsemesine neden oldu.
“Ah, hayır,” dedi nezaketinden ödün vermeden. “Zeliha ile dersler hakkında laflıyorduk.”
Hüsrev gülümsedi ama bu gülümseyişin altında, bu durumu pek tekin bulmadığının kanıtı olan bir endişe saklanıyordu. Endişeden de fazlası gibiydi, bu net bir şekilde şüpheydi. Cenan, “Seni tanıyorum,” dedi Hüsrev’e. “Turan Hoca’nın eski öğrencilerindendin, değil mi?” Gaye’ye gülümseyerek baktı, Gaye de ona gülümsedi. Gaye, herkese gülümserdi.
“Evet,” dedi Hüsrev.
“Çok şanslısın,” dedi Cenan ilgili bir sesle. “Turan Hoca en iyisidir, onun öğrencisi olmak öyle kolay değildir.”
“Siz Ankara’daydınız bildiğim kadarıyla,” dedi Hüsrev. “Dönüşünüz beklenmedikti. Bildiğim kadarıyla Ankara’daki imkânlarınız, günümüz Türkiye’sinde çoğu meslektaşlarınızın sahip olamayacağı türdendi. Çok başarılı olduğunuzu duymuştum.” Hüsrev’in ses tonu suçlayıcıydı, sanki beni ve çevremdeki herkesi bu kaotik durumdan kurtarmak için saf bir çaba sarf ediyordu.
Hüsrev’in bu hâlini yadırgamadım. İlk kez onun önünde ağladığımda da bana bir abi gibi, “Sen önemlisin,” demişti. “Sen benim için küçük bir kız kardeşsin.”
Cenan’ın yüzündeki kan çekilir gibi oldu ama gülümsemesi solmadı. Sadece artık içten değildi. Yapay bir şekil almıştı. Gözlerini soğuyan kahvesinin koyu yüzeyine indirirken, “Biraz da eğitimci olmak istedim,” dedi, sesindeki burukluğu fark eden sadece ben olmalıydım. Eğer son iki gün içinde önüme okunmak için sayfaları açılmış bir kitap gibi serilmeseydi, ben de anlamazdım. Cenan, konuyu değiştirmek ister gibi, “Sanırım Zeliha’yı görmek için gelmiştiniz,” dedi. Gaye’nin yerleşkesi burada değildi, yani Cenan’ın bunu söylemesi mantıklıydı.
“Evet,” dedi Gaye neşeyle. Gözlerim Gaye’nin kolunun altındaki çizim tabletine kaydı, tablet kendi yaptığı çizimlerden oluşan bir koruma kabının içindeydi.
“O zaman ben daha fazla tutmayayım sizi,” dedi Cenan, bu cümlesi, beraberinde kafeteryanın cam kapısının açılmasıyla zamana karışarak üzerimize yağdı. Kafeteryanın açılan kapısından karın soğuğu içeriye daldı, o soğuk bir rüzgâra tutunarak içeri girmişti ve tutunduğu rüzgâr beraberinde Gurur’un kokusunu içeriye dağıtmıştı. Algılarım doğrudan kokunun geldiği yöne saplandı ve saniyeler sanki saatmiş gibi ağır ağır akmaya başladı.
Gurur’u bulan bakışlarım, herkesten koptu; zamandan koptu.
Gurur, siyah bir kabanın içindeydi, kaşe kabanı dizlerinin biraz altına dek uzanıyordu ve önü açıktı. İçindeki siyah kazağı görebiliyordum, kot pantolonu da siyahtı ve kazağın etek kısmı hafif bir şekilde kotun içine sıkıştırılmıştı. Gümüş tokalı kemeri de siyah deridendi. Siyah postallarındaki kar lekeleriyle içeri girdiğinde siyahlara bürünmüş olmasını garipsemiştim ama siyah rengi onun saçları ve teniyle tezat bir uyum yakalamıştı. Bakışları hızla kafeteryanın içini sıyırıp benim olduğum yönde sekteye uğradı.
“Seninki geldi,” dedi Gaye neşeyle. Cenan ve Hüsrev’in de Gurur’a baktıklarını hissedebiliyordum ama gözlerimi Gurur’dan ayıramadım. Oturduğumuz masaya doğru yürürken dudaklarına belli belirsiz bir tebessüm çizildi. Bu tebessümün oyun mu yoksa gerçek mi olduğunu kavrayamadım, yine de yüzünde beliren çizgiler içimi ısıtmaya yetti.
“Merhaba,” dedi Gurur hemen yanımda dikildiğinde, sonra yavaşça eğilip soğuk dudaklarını yanağıma bastırdı ve karnım bir anda kasıldı. Tüm bakışlar üzerimizdeydi. Bu önemli değildi. Kokusu öyle net bir şekilde içimi doldurmuştu ki tam anlamıyla aptala dönmüştüm. Kalbim ve aklım arasındaki denge beni normal bir insan kılıyorken, onun varlığı bu dengeyi altüst ederek beni aptala çeviriyordu.
“Beklettim mi bebeğimi?” diye sorunca kan yanaklarıma öyle hızlı tırmandı ki, elimden hiçbir şey gelmedi. Gaye, yüzünde hınzır bir sırıtışla bize bakıyordu. Hüsrev’in kuşkusu yüzünden silinmişti, verdiğim tepkideki doğallık onu şaşırtmış ve bir anlığına şüphelerinden uzaklaştırmış gibiydi.
Gözlerimi kaldırıp ona baktığımda göz bebeklerime düşen yansımasını gördüğüne yemin edebilirdim.
“Geleceğini unutmuşum,” diye kekeledim, bu onu gocundurmuş gibi dudaklarını aşağı doğru büktü ve Gaye, ellerini çırparak mutluluğunu belli etti.
“Umarım sadece yaşlanıyorsundur, sevgilim,” diye dalga geçti benimle. “Sinema biletlerini aldım. Gece seansı. Önce bir şeyler yeriz, sonra eve uğrarız, sonra da film izlemeye gideriz.”
Normalde karşı koyacağım bu şeye, Hüsrev ve Gaye’nin ilgili bakışları üzerimizde olduğundan göz yumup, “Olur,” dedim, sesim tatsızdı ama nedeni Gurur değildi, Gurur ve masadaki herkesin dikkatini çekmiş olmalıydı bu.
“Cenan Hanım,” dedi Gurur saygılı bir şekilde Cenan’ı selamlayarak. Ardından gözlerini Hüsrev ve Gaye’ye çevirdi. “Hüsrev, Gaye. Sizi görmek güzeldi.” Bakışlarını tekrar bana çevirdi. “Seni arabada beklememi ister misin?”
“Yok, kalkıyorum,” dedim çantamın kulpunu omzuma asarken. Cenan’ın gözleri üzerimdeydi, ona bakmadan arkadaşlarıma gülümseyip Gurur’un elini tutarak masadan ayrıldım. Eli bir an titrememe neden olacak şekilde soğuktu, biraz sonra kafeteryanın dışındaydık ve bu soğuğun sebebini anlamıştım. Isparta, zemheri bir kışın koynuna sürükleniyordu.
Arabası yerleşkenin dışındaydı, cipiyle değil, gri bir Volvo’yla gelmişti. Arabasının park hâlinde durduğu alana kadar konuşmadan, el ele yürüdük. Elimi bırakır sanmıştım ama bu olmadı. Arabadan küçük bir tık sesi yükseldi, ön farlar anlık olarak yanıp söndü ve Gurur elimi tutarak beni ön yolcu koltuğuna doğru ilerletti. Aramızdaki sessizlik sinir bozucu bir seviyeye ulaşmaya başlamıştı. Gurur’un telefonunun melodisi boş sokağı sesin rengine boyadığında, bakışlarım onun yüzüne tutundu. Gözleri anlık olarak yüzümün sınırlarında dolaştı, ardından boştaki elini kaşe kabanının derin cebine sokarak cep telefonunu çıkardı. Telefonu yanıtlarken yüzünde sakin bir ifade vardı ama düşüncelerinin hangi sokakta kaybolduğunu bilmiyordum. Sanki kendisi de düşüncelerini kaybettiğinin farkındaydı.
“Evet?” dedi telefonu açarken. Sesinin aldığı renk de yüzü gibi sakindi, bakışlarım onu takip etmeyi sürdürdü. “Biz bir şeyler yedikten sonra eve geçeriz. Sen Biricik ve Destan’ı eve götür istersen, anahtar Adnan’daydı. Hem tanıdık birilerini görmek Biricik’e de iyi gelir.” Bir süre karşı tarafı dinledi, Devran’la konuştuğu belliydi ama karşı tarafın sesi çok net gelmediği için konunun ne olduğunu çözümleyemedim. “Destan’la henüz tanışmadı mı?” Destan kimdi? Sessizce izlemeye devam ettim. Elim hâlâ elindeydi, bu çıldırtıcı bir şeydi. “Tamam, sen Biricik’e adresi ver, o eve gitsin. Adnan kapıyı açar. Aynen.” Bir süre durdu. “Tamam kardeşim, görüşürüz.”
Gurur telefonu kapatınca araca bindik. Üniversitenin sınırlarından epey uzaklaştığımız sırada, “Destan kim?” diye sordum, sesim ilgisiz gibiydi, ön konsoldaki birkaç DVD’yi elime almış inceliyordum. Eski, kült hâline gelmiş birkaç filmin DVD’siydi, kapakları bile eskimiş, yıpranmış görünüyordu. Gurur’un bakışları, benim ondan kopuk bir şekilde DVD’ye dönük olan bakışlarımın aksine üzerimdeydi.
“Devran’ın kız kardeşi. Üniversite için Isparta’ya geldi,” dedi, bakışlarım yüzüne çevrildi, tam da düşündüğüm gibi beni izliyordu.
“Yeni mi geldi?” Başını evet anlamında salladı. “Yatay ya da dikey geçiş tarihlerini kaçırmış?”
“Evet,” dedi. “Henüz okula başlamadı, farklı bir şehirde kazanmıştı ama orada okumak istemedi, o yüzden tekrar sınava girecek.” Bakışları yüzümden koparak yola çevrildi. “Devran’ın olduğu şehirde okumayı kendisi istedi.”
“Bölümü neydi?”
“Bilmiyorum ama burada mimarlık istiyor.”
Başımı sallayarak gözlerimi yola çevirdim. “Umarım burada tutturabilir,” diye mırıldandım.
“Ben bu sabah gördüm, şirin, küçücük bir şey,” diye alay etti Gurur. “Eylül yanında sırık gibi kaldı. Bizimkiler henüz Destan’ı görmemiş, Eylül ve ben sabah erken kalkınca denk geldik.” Bana bir şeyler anlatıyor olması dikkatimden kaçmamıştı, şaşkınlık kanımda hareket eden keskin bir cisim gibiydi. Benim de ondan farkım yoktu, o bir şeyleri anlatıyor, ben de tüm dikkatimi ona vererek anlattıklarını dinliyordum. “İnsanın abisi iki metre olunca en azından bir seksen bir kız beklemiştim.” Küçücük bir çocuktan bahsediyor gibi şefkatliydi, bu her nedense beni gülümsetti. Gözleri bir an için beni buldu ve gülüşümde takılıp kaldı.
“Boyu çok mu kısa?” diye sorduğumda alayla sırıttı.
“Hemen hemen senin kadar işte.”
“Ben kısa değilim,” diye homurdandım. “Boyum bir yetmiş bir.”
“Evet, yani hemen hemen bacağımla aynı boyutlardasın işte.”
“Haha,” diye homurdandım. “Sen kocamansan ben ne yapayım?”
“Bilmem, yorganına sarılıp ağla istersen. Ya da günlüğüne yaz?”
Gözlerimi devirerek bakışlarımı yola çevirdim. Yol boyunca başka herhangi bir konu üzerine konuşmamıştık. Kafamda Cenan’a ait bir sırrı taşıyorken başka bir şeye odaklanmak çok zor geliyordu. Aracı sitenin otoparkına park etmişti. Tedirgin bir şekilde evin olduğu katta ilerlerken Dide’nin birden kapıyı açıp koridorda belirmesinden korkan bir tarafım vardı.
Kapının önüne geldiğimiz an dışarı taşan gürültüyü duydum. Gurur kaşe kabanından anahtarı çıkarırken içerideki gürültüye kulak versem de konuşmalar karmakarışık bir sese dönüştüğünden ne konuşulduğunu anlayamamıştım. Kapı açıldığı an karın beyaz ışığının doldurduğu salon gözlerimin önüne serildi. Güneş yeniden bulutların arkasına gizlenmiş, kar taneleri düşeceği ânı sabırsızca bulutlardan sarkarak, bir sis tabakasının içinden yeryüzünü izleyerek beklemeye başlamıştı.
Adnan, yeni getirildiği anlaşılan kahverengi L koltuğun ucunda oturuyordu, omzunun üzerinden kapıya bakınca ilk onunla göz göze geldim. Daha sonra tekli koltukta oturan Devran’ı gördüm. Eylül ile Destan olduğunu düşündüğüm kız sırtları dönük bir şekilde camdan dışarıyı izliyorlardı. Bizi fark eder etmez bize doğru dönen Eylül’ü, Destan takip etti ve o an donup kaldım. Yüz hatları Devran’a o kadar çok benziyordu ki, minyatür bir Devran gibi görünüyordu. Uzun, düz, açık kahverengi saçları vardı, burnu Devran’ın burnunun aynısıydı ama daha küçüğüydü, dudakları da Devran’ın dudakları gibiydi. İri gözleri, gözlerinin rengi bile aynıydı.
Kız beni görünce genişçe gülümsedi, uzun, beyaz dişleriyle var olan parlak gülümsemesi sıcaktı. Ben de ona gülümsedim.
“Zeliha abla, değil mi?” diye sordu Eylül’e sokularak. Eylül, yeni arkadaşına gülümsedi ve onayladı. Kızın ürkek bir tavrı vardı, sanki hepimizden çekiniyor gibiydi. Henüz diğerleri gelmemişti ve öğrendiğim kadarıyla abisinin dostlarıyla tanışmamıştı. Destan ile kazandığı ama istemediği bölümle ilgili bir sohbetin ortasındaydık, merdivenlerdeki patırtılar tüm dikkatimi dağıttığında Destan çekingen, ince bir sesle anlatmaya devam ediyordu.
Ama sonra onları gördüm. Pars ve Leon… İkiliyi görünce ilk hissettiğim saf korkuydu. Daha sonra dudaklarımda oluşan aralıktan verdiğim nefes, geçmişe ait bir girdap gibi büyüyerek beni içine çekti ve o gece yaşananları hatırladım. Tezgâhta oluşan küçük çatlağı, Gurur’un farklı bakan güneş kaçağı gözlerini, o gece içime akan her cümlesini, içime gömdüğü her bir hissi… Leon ile Pars koşarak salona inene dek düşündüğüm her şey, beni yutan bir kara delik olmuştu. Leon, Gurur’un üzerine abanarak ayağa kalktı ve Gurur, onun başını okşadı. Pars sırasını beklerken sabırsız gözlerle insanına bakıyordu. Sırayla kendilerini sevdirdiler ve birkaç saniye sonra ikisinin de canavar gözleri üzerimdeydi.
Korku anlıktı, bir süre sonra içimde tükenip yok oldu. Bana ilk sokulan Leon oldu, burnunun ucuyla üzerimi kokladıktan sonra anlamadığım bir şefkatle başını koluma sürttü. Bu koca çocuktan böyle bir sevgi gösterisi beklemediğimden şaşkınlık saç tellerime kadar her zerreme yayılmıştı. Yine de bana gösterdiği sevgiye karşılık verdim. Parmaklarım yumuşak ama kısa tüylerinde gezindi, pürüzsüz bir kumaşı anımsatan bedenini okşadım. Tüm bunlar olurken, Leon ve ben arkadaşlığımızı ilan ederken, diğer herkes bizi izliyordu. Pars bile. Daha sonra Pars da geldi, Leon’a göre çok daha ağırbaşlı, çok daha sakin ve yavaştı ama yine de bana şefkatini gösterirken bir çocuk kadar masum gelmişti gözüme. Beni tanımışlardı, ben onlara göre dosttum, tehlikesiz olan kişiydim. Bana güvendiklerini hissetmek çok güzeldi, hatta bulunduğumuz durumu göz önüne alınca, mükemmeldi.
“Sana kolayca alışmışlar,” demişti Eylül yüzünde sıcak bir gülücükle. Destan hâlâ sessizdi, çekingenliğini kırabilmiş değildi ama bunun yakın zamanda kaybolacağından yana hiç şüphem yoktu. Onlar aile gibiydi, Destan da bu ailenin bir parçası olduğunu anladığında her şey onun için daha kolay ve güzel olacaktı.
Ben o ailenin neyiydim? Bir parçası mı? Paramparça olmuş bir parça ne kadar tamamlayıcı olurdu ki? Ben sadece bütünü bozuyordum.
Birden kendimi çok kederli hissettim.
Diğerlerin gelmesi çok uzun sürmemişti. Tüm askerler evin ortasında toplandığında Destan artık çok daha çekingendi. Hepsiyle bir bir tanıştı ama uzun süre konuşamadı, hatta gözlerini kaçırıp abisine sokuluyor, bu yabancı ortama uyum sağlamak için uğraşıyordu.
Diğerleri Destan’a karşı güler yüzlü olsalar da kızın çekingen tavrından dolayı mesafeliydiler. Onu ürkütmek istemiyorlardı. Bir süre geçtikten sonra Nihan ve Biricik de gelmişti. Destan onlarla tanışırken Gurur’un koridor tarafına yürüdüğünü fark ettim, gözlerimiz buluşunca bakışları yüzüme kitlendi ve göz ucuyla mutfağa uzandığını düşündüğüm aralığı gösterdi. Arkasından giderken tedirgindim. Zihnim hâlâ bana ait olmayan bir sırrı öğütmeye çalışıyordu. Unutmak mümkün olsaydı keşke ama unutamadım.
Mutfak, uzun koridorun sonundaydı. Koridorun duvarları fildişi rengindeydi ama ışık yanmadığı için etraf loş görünüyordu. Mutfağa girdiğim an mutfakla ilgili ilk düşüncem büyüklüğüyle alakalıydı. İki kişinin yaşayacağı bir ev için gereksiz derecede büyük ve genişti ama ferah bir his bırakıyordu. Mutfağın duvarları bordoydu, tezgâh simsiyahtı ve tezgâhın yaslandığı kısım kan renginde fayans döşemelerle kaplanmıştı. Süslü ve güzel görünüyordu. Mutfağın balkonunun kapısı camdandı, kapı küçük ama öne doğru genişleyen bir balkona açılıyordu.
Duvar kenarında siyah, parlak metalden bar sandalyeleri ve dar bir bar tezgâhı vardı, yemek yenebilecek büyüklükteydi, yaklaşık beş, altı kişi burada rahatça yemek yiyebilirdi. Tabii askerleri saymıyordum, onların bir tanesi iki buçuk insan boyutunda ve enindeydi. Onlardan sadece iki, üç tanesi burada rahatça oturup yemek yiyebilirdi. Gurur, siyah kapaklı mutfak dolaplarına ilerledi, dolaplardan birini açtı, sadece iki fincan dışında dolap bomboştu.
“Biraz alışveriş gerekecek,” dediğinde başımı salladım. “Akşam İyaş’tan bir şeyler alırız.”
“Alışveriş merkezine mi gideceğiz?”
Bana omzunun üzerinden bir bunağa bakıyormuş gibi baktıktan sonra, “Sinemaya gideceğiz, en yakın sinema orada,” dedi. “Gerçekten bunamaya başlamış olabilir misin?”
“Hâlâ yirmi üç yaşındayım, otuz ikime çok var,” diye alaylı bir cevap verdiğimde bana cins cins baktı ama yorum yapmadı. Tezgâhın üzerinde duran kahve makinesinde kahve yapmaya başladığında, bar sandalyelerinden birine oturup cep telefonumu masanın üzerine bırakarak ona baktım. “Destan çok çekingen,” diye mırıldandım.
“Küçük bir kız,” dedi, “Eylül ile aynı yaşlarda olması bir şeyi değiştirmiyor. Kars’ta doğup büyümüş, pek arkadaşı da olmamış, Devran onun karların arasında yalnız başına büyümeye çalışan bir ağaç olduğunu söylerdi hep. Destan’ı ilk görüşüm, yıllardır Devran’la dostuz, daha önce kız kardeşini görmemiştim. Fotoğrafı dışında tabii.” Kahveyi fincanlardan birine doldururken gözlerini bana çevirdi. “Alışacaktır. Biricik’i sevdi gibi görünüyor, abisinin kız arkadaşı olduğunu henüz bilmiyor. Destan ne kadar sakin ve şirin görünse de bildiğim kadarıyla abisini epey kıskanırmış.” Sırıttı.
“Eylül seni pek kıskanmıyor mu?”
“Seni sevdi, bu yüzden sana iyi davranıyor. Diğer gelin adaylarına yapmadığını bırakmamıştı.”
Kurduğu cümleyle beraber olduğum yerde donup kaldım. Kalbimden boğazıma dek yükselen bir atış, tam ses tellerimin etrafında bir bomba gibi patladı ve kelimeler henüz kursağımdayken parçalara ayrıldı. Kendimi apansız çıkıp gelen bir yorgunluğun kollarında buldum. Gözlerimi masaya çevirdim, verecek cevabım yoktu ama kalbimden ruhuma o kadar çok cevap taşıyordu ki. Neden böyle hissettiğimi düşünmek istemiyordum. Kıskançlık edecek bir konumda değildim, saçma düşüncelerle kafamın içini kuyuya çevirmek de istemiyordum ama boğazımı yakan bu his susmak bilmiyordu. Birileriyle ciddi mi düşünmüştü? Onları Eylül’ün karşısına mı çıkarmıştı? Kaç sevgilisi olmuştu? Kaçıyla ciddiydi? Kaçının yüzünde sevdiği bir köşeyi göremeyince öfkeleniyordu? Kaçını özlüyordu? Kaçı ona uykusuz kalacağı türden cümleler kurmuştu? Kalbimden taşan bu defa saf bir duygu değildi, cehennemi içine hapsetmiş bir öfkeydi. Tanımadığım onlarca kadına, yüzlerini, isimlerini, hikâyelerini bilmediğim kişilere düşmanlık besledim. Saçmaydı ama önlenemezdi.
“Ne o?” Gurur’un sesi eğlendiğini belli edercesine alaycı çıkmıştı. Ona bakmadım. “Yoksa beni mi kıskandın, sevgilim?”
Sorusuna hiç takılmadım, takılıp kaldığım başka bir durum vardı şu an. Düşünmek istemediğim ama düşündüğüm bir durum. Geçmişinde ne yaşamışsa yaşamıştı, sonuçta benim de geçmişimde yaşananlar, bende iz gibi kalan olaylar vardı; elbette birini sevmiş, onunla evlenmek istemiş olabilirdi. Yaşını göz önüne aldığımda bunun için çok geç değildi, erken de sayılmazdı, muhtemelen birkaç yıl önce ciddi düşündüğü birini pek tabii tanımış olabilirdi. Sinirlerimin daha da gerildiğini hissettim.
Önüme bir fincan kahve bırakırken hemen çaprazımdaki sandalyeye oturup, yüzüme düşen birkaç parça saçı soğuk parmaklarının arasına aldı. Gözlerim saniyenin onda biri kadar bir zaman diliminde onun güneş rengi gözlerine tutundu. Saçımı parmağına doladı, gözleri gözlerimin ortasında yanan bir alev gibiydi. Kendi yansımasını harlanan bir alev olarak görüyor olma ihtimali epey yüksekti.
Bakışlarının yoğunlaşarak ruhuma sızdığını, bir yazarın kaleminin ucundan taşan mürekkebin ömrüme yayıldığını hissettim.
Sanki bir yazar onu var etmek için tüm duygularını boş bir kâğıda bırakıyordu ve bu duygular öylesine canlıydı ki, bu canlılık beni öldürüyordu. Belki de parmak uçlarında canlanan kelimelerle ruhu günbegün ölen yazar, sayfaya anlamları doğurarak taşırdığı mürekkeple beni de yavaş yavaş tüketiyordu.
“Ne oldu?” Sorusu, sesinin taşıdığı bir yüktü, ruhum o yükün altında kalıp ezildi. Kalp atışlarım içimde çakıp her yanı aydınlatan bir şimşek gibiydi, ışığını hissettim ama sesi ışık kaybolduktan sonra gelecekti. Bu yüzden o an için, hissettiğim en ağır duygulara rağmen, kalbimin gümbürtüsünü duymadı.
“Yorgunum,” dedim, aslında yorgun değildim, anlam verilmemesi gereken bir sebepten üzgündüm.
Saçımla oynarken, “Farkındayım,” diye mırıldandı, ses tonundan ruhuma yayılan huzuru reddetmek istedim.
Bir şey söylemedim.
“Kahve iç,” dedi kısık bir sesle. Saçımı kulağımın arkasına sıkıştırıp bakışlarını önüme bıraktığı fincana çevirdi. “Kafein rahatlatır.”
“Teşekkürler,” diye mırıldandım sadece.
“Babaannen nasıl?” Sorusu beni şaşırtsa da çaktırmadım. “Hâlâ evde, değil mi?”
“Evet. Bir süre daha bizimle kalacaktır.”
“Bu süreçte burada kalman onun için sıkıntı yaratmaz umarım,” dedi. Ellerini masanın üzerine koydu, dirseklerini de masaya yasladı ve omzunun üzerinden bana baktı. Kaşe kabanını çıkarmıştı, siyah boğazlı kazağı beyaz boynunu saklıyordu. Yüzündeki buz beyazlığı, kazağın kurum gibi koyu olan rengiyle baş döndürücü bir uyum sağlıyordu.
“Hayır, bir sıkıntı yaratmaz,” dedim. Babaannem için bu, kaçırılmaması gereken müthiş romantik bir olaydı.
Babaannem, gerçekçi bir kadın değildi, o hayal dünyasında yaşayan, insanlardan çok insanların yaşadığı hikâyeleri merak eden biriydi. Babaannemi diğerlerinden farklı kılan da buydu. O her zaman güzel cümleler kurardı, aşkın bir ödül olduğunu düşünürdü, acının insanı güzelleştirdiğine inanırdı, insanların olduğu kişiyi hikâyelerinin belirlediğini söyler dururdu.
O zaman bu hikâye benim olduğum kişiyi mi belirleyecekti?
Birden farklı bir hikâyeyi yaşadığımızı düşündüm. Sıradan insanlar gibi birbirimizle rastlantısal bir şekilde tanıştığımızı. Acaba o zaman da onunla oturup iki çift konuşabileceğimiz bir an gelir miydi? Gurur ve ben, tüm bu olanlar olmamış olsaydı, aynı kaldırımda yürüyen iki yabancı mı olacaktık? Dönüp ona bakar mıydım? Onun hakkında düşünür müydüm? Onunla ilgili ilk düşüncem ne olurdu? Ya da o dönüp bana bakar mıydı? Benim hakkımda düşünür müydü ve bu düşünce ne olurdu? Yoksa gözlerimiz birbirine dokunmadan öylece birbirimizin tersi yönde ilerlemeye devam mı ederdik? Bir gün bu olacaktı. Bir gün Gurur ve ben, birbirimizin tersi yönlere bir koldaki ikiye ayrılan damar gibi ayrılarak kendi geleceklerimize ilerleyecektik. Tüm bu düşünceler sadece birkaç saniye içinde, Gurur’un güneş kaçağı gözleri gözlerime bir gölge gibi düşerken zihnimin içini oyup geçmişti. O hiçbirini duymadı, hiçbirini bilmedi ama tüm bunlar bana ağır geldi, benim canımı yaktı. Yorgun değildim, üzgündüm. Bunu görmesini istedim.
“Sadece birkaç saniye içinde bin farklı şey düşünmüşsün, düşündüğün her şey ya da her ihtimal seni birkaç saniye içinde birkaç yıl yaşlandırmış gibi bakıyorsun,” dedi Gurur, bu denli farkında olması beni ürpertti. Sonra da zaten bunu görmesini istediğimi fark edip sustum. Cevap vermemi, belki de karşı çıkmamı bekliyordu ama karşılık olarak susmamı kesinlikle beklemiyordu. Bunun bir nevi kabulleniş olduğunu biliyordu. İrdelemedi. “Kahven soğuyacak.”
Kahvemden bir yudum aldıktan sonra, “Biricik iyi görünüyor,” diye mırıldandım, konuyu değiştirmem gerekiyormuş gibi hissediyordum. Oysa onun düşüncelerini duymaya, gördüklerini bana anlatmasına ihtiyacım vardı. Biraz daha cesur olsaydım ona sorardım, ona şöyle derdim: Bir gün iki yabancı olacağız. Ve o da bana bu cümlenin onda yarattığı hezeyanı göstererek bakardı. Ve şöyle sorardım: O gün geldiğinde, bir daha seni görme şansım olacak mı? Seni görsem bile sen beni görecek misin? Yoksa beni görmezden gelmek senin için çok mu kolay olacak? Gurur, bir gün biz değil, ikimiz olacağız. Bu bizi ortadan ikiye bölecek ama belki de ben yarımken, sen daima bütün kalacaksın. Bu beni yaralıyor. Nedenini sorma. Sadece bil, bu beni çok yaralıyor ve bunu durdurması çok zormuş. Hatta imkânsız bile diyebilirim. Keşke bir şey söylesen ve söylediğin şey, bunu durdurabilecek kadar güçlü olsa. İhtiyacım var.
Zihnimde ses bulan bu düşünceleri o duymadı. İçimin daha çok acıdığını hissettim.
“O sapık orospu çocuğundan kurtuldu, zamanla daha da iyi olacak,” dedi, Okan’dan bahsetmek onu germişti, bu gözle görülen bir detaydı. Okan’ın sesini, bakışlarını, bana tavrını hatırlayınca midem burkuldu. Yalnız olsam lavaboya gidip klozetin önünde diz çöker, hiçbir şey çıkarmasam da boş bir şekilde öğürürdüm. Öğürerek bir insanın sesini, bakışlarını, size olan davranışlarını içinizden atabilir miydiniz? Ben atamazdım ama yine de yapmak istedim. Bazı insanların aklımızda kalan son görüntülerini unutabilmenin bir yolu olsaydı keşke.
“Peki o adam?”
“Elini kolunu sallayarak çıkıp gidemeyeceğini, sadece gidebileceğini sandığını söylemiştim sana.” Birden bu cümlesi öyle karanlık geldi ki, sanki gökyüzündeki tüm ışık pıhtıları çekildi; damarı boşaltan kan gibi çekilen ışık, geride büyük bir karanlık bıraktı. Çaresizlik göz bebeklerime teslim oldu ve bakışlarım çaresizliği kirpik diplerime hapsetti. “Bundan böyle hiçbir kadına zarar veremeyecek.”
“Onu…”
Birden beni susturmak ister gibi, “Aklanamayacak kadar fazla uyuşturucuyla yakalandı,” dediğinde donup kaldım. “Uyuşturucu kuryeliği yaptığı düşünüldü.” Bakışları yüzümde gezindi. “Taşıdığı çok güçlü, hiçbir avukatın onu kurtarmasına yetmeyecek bir uyuşturucu türü. Kanında da rastlanmayacak bir uyuşturucu tipi. Yani içiciyim diyemez, direkt satıcılıktan yargılanacak. Babası da böyle bir leke yemişken onu kurtarmak için uğraşmaz. Adam sadece kendi itibarını düşünen pezevengin teki, oğlu değil, şanı şöhreti umurunda olan.”
“Tüm bunları nereden biliyorsun? Yani en azından kurtulamayacağını?” O uyuşturucuyu onun başına onların çorap misali ördüğünden emindim.
“O bahsettiğim uyuşturucu türü, kökünü kuruttuğumuz leşlerin ininde çıkmıştı,” dedi. “Yani bu onu doğrudan vatan haini de yapıyor. Protokolü bilmem normal değil mi sence de?”
Kanım dondu.
“Eskiden vatan hainliğinin cezası idamdı, şimdi değil,” dedi. “Ama bu idamdan da kötü şeyler olduğunun kanıtı, emin ol. Babasının onu görmek bile istemediğini duydum. Birkaç gün içinde bir basın açıklaması yapar, hatta basın açıklamasında okuyacağı metni bir yazara yazdırmaya başlamış bile. İçindeki birkaç cümle kulağıma geldi.” Buna şaşırmadım. “Doğrudan oğlunu satmış pezevenk. Cinsini siktiğim cinsine çekiyor işte.”
“Şerefsiz,” diye homurdandım, kahvemden bir yudum daha aldım.
“Birkaç kadın sosyal medyada linç başlatmış onun için,” deyince şaşırdım. “Bu sabah gördüm,” diye açıkladı. “Hayatını kararttığı birkaç kadın başlatmış linci. Sosyal medyayı bilirsin, haberler daha kolay büyür, daha çabuk sonuca ulaşırsın. Muhtemelen yakın zamanda cinsel taciz, tecavüz ve kadın haklarına saldırıdan da hüküm yiyecektir. Ama bana kalırsa şu an içeride olduğu için dua ediyor. Umarım damatlar koğuşuna atıldığında da dua etmeye devam eder.”
“Damatlar koğuşu mu?”
“Evet,” dedi. “Tecavüzcülerin eziyet gördüğü bir koğuş,” dediğinde donup kaldım. “Ne yaptıysan, aynısını sana yaptıkları bir koğuş.” Karanlık gülümsemesi yüzünü aydınlattığında kalbimin atışları göğsümün içinde usulca söndü, kayboldu. Okan, daha fazlasını hak etmişti, cani bir dürtüyle onun kafasını gövdesinden koparmalarını istiyordum. Ama belki de çok daha fenasını hak ediyordu. Ölüm kolay olurdu, ben onun gibilerin her gün ölümün tadını alıp ölüme bir türlü ulaşamamasını istiyordum.
“Beter olur umarım,” dedim. “Biricik’e ve diğer tüm kadınlara yaşattığı her şey ömründen kan olsun aksın.”
“O nasıl beddua lan?” diye sordu dehşetle. “Ürperdim, çok da hoşuma gitti. Çok seksi beddua ediyorsun. Bir daha etsene.”
Şaşkınlığımı gizleyemeden anlık ona baktıktan sonra kahvemden bir yudum daha alarak, “Alay etme, ciddiyim,” diye söylendim.
Birden bana yaklaşmasıyla nefesim boğazıma ateş gibi saplanıp içimi yaktı. Gözlerimiz birbirine öyle yakın bir noktada kesişti ki, nefesi bile bana aitmiş gibi ciğerlerimi temizliyordu. “Alay ettiğimi kim söyledi?” Gözleri hızlı bir şekilde dudaklarıma indi, tekrar gözlerime baktığında buz tutan parmaklarımı fincana bastırarak ısıtmaya çalıştım. Dudaklarımız birbirine temas edebilecek kadar yakındı. Bu aklımı karıştırmakla kalmadı, başımı döndürdü. “Çok seksiydi, tekrar yapmanı istedim. Alay değildi. Doğruydu.”
Kısık sesi bir kasırgaydı.
Yener aniden mutfağa dalınca, hızla Gurur’dan uzaklaşarak duvar dibine yaklaştım. Gurur hâlâ aynı noktada durmuş bana bakıyordu. Yener’in, “Ne yapıyorsunuz bakayım?” diye sormasıyla yanaklarıma tırmanan kan içimde de fokurdadı. “Yeni evli çift gibi her bulduğunuz boşlukta muck muck mu?” Elini havaya kaldırıp yüzüne yaklaştırdı ve eliyle utanç verici bir şekilde bakışmaya başladı. “Ah Gurur,” dedi eline doğru. “Beni öpecek misin? Aman tanrım, yoksa çillerimi mi görmek istiyorsun? Hadi ama Gurur, çillerim burada. Ver şu lanet dudaklarını. Vatoz balığı gibi emikle beni.”
“Ne saçmalıyorsun lan sen satılık?” diye sordu Gurur öfkeyle.
“Ne saçmalıyormuşum lan ben? Vatoz balığı gibi yapıştın kıza, emcük emcük bitirdin el kadar kızı. Yedin kızı ya. Paketini verseler onu bile yerdin sen ya. Sen oyun bahanesiyle bu kızı nikâh masasına da oturtursun, niyetin o senin, oyun oyun diyerek bu kızdan üç çocuk yapar, vatanın milletin yüzünü güldürürsün sen ya.” Yüzünü buruşturdu. “Bu ne evlilik merakı, sen çeyizine kenarı oyalı dantel masa örtüsü de örmeye başlamışsındır.”
“Ya kes hadi sesini, kes,” diye homurdandı Gurur.
“Vatoz balığı.”
“Yener, kötü sarsalarım seni.”
“Bana da mı göz diktin? Beni de mi emmek niyetindesin, vatoz balığı?” Gözlerini bana çevirdi. “Gözünün önünde benimle fingirdeştiğini umarım ki görüyorsundur. Neyse… Ee ne yemek yiyoruz?”
“Zıkkımın kökü?” diye sorduğumda elini göğsüne götürüp bana dehşetle baktı.
“Hakkını arayan bir insana kök mök yedirmek ne ayıp…” Buzdolabına doğru ilerledi, kapağı açmasıyla, “Oy guzularım, aç karnınızda öpüşmeyin, ağzınız kokar, fakfakir çocuklarım benim ya,” dedi. “Bir dilim porlanmış ekmeğiniz, bir ekmeğin üzerine sürmelik margarininiz bile yok. Bir de gitmişler orada açlıktan kokan ağızlarıyla birbirlerini vakumluyorlar. Çok üzüldüm ben bu duruma. Sitenin altında market var, ben bir koşu gidip bir şeyler alayım, yedikten sonra fingirdeşin lütfen.” Dudaklarını büküp başını iki yana sallarken buzdolabının kapağını kapatmıştı. “O kadar üzüldüm ki. Çok üzüldüm ya. Sersefil aç kuzularım ya.”
“Ne gevezelik yapıyorsun lan, kertenkele dışkısı,” dedi Adnan, Yener’in ensesine vurarak onun öne doğru devrilmesine neden olurken. “İçeride de salak saçma konuşup kızcağızı korkutursun diye ipini tutmak zorunda kaldım senin. Burada da kalmış Bayan Yenge Zeliha Hanım’ı rahatsız ediyorsun. Senin olduğun bir ortamda güzel bir bayan kadını kişisinin huzurlu olma ihtimali yok.”
“Benim olduğum ortamda güzel olan her kadın rehberime yeni bir isim olarak kaydedilir, şekerim,” dedi Yener saçını düzelterek. “Hatta rehberimde o kadar çok Ece ve Aslı var ki artık plaka gibi kod ekledim hepsine. Ece 48’i ararken, Girdap, 48 Elâzığ Ceyhan Erzurum kenara çek diye şaka yapıyor.”
“Övünüyorsun bir de bu kepazeliğinle, vasıfsız yaratık, insan bedeni üzerinden fuhuş yaptırarak geçimini sağlayan beş kuruş etmeyen adamlardansın sen.”
“Kısaca pezevenk deseydin kanka neden uzatıyorsun ki?” diye sordu Yener.
“Sen az önce Ece’yi kodlarken Erzurum mu dedin?” diye sordu Gurur.
“Ne?”
“Erzurum dedin.”
“Ha, demişimdir.”
“Sen benim şehrimin kızlarına laf mı attın lan az önce?”
Yener dehşetle, “Nasıl yani ya?” diye sordu. “Karadeniz kızıyım ben, dizimin altında etekle büyüdüm diyerek bayıl bir de istersen Gurur şu an.” Kaşlarını çattı. “Neyse, seneye Survivor kadrosunda görürüz artık seni.”
“Nasıl ya?” diye ben sordum bu defa. “Erzurum’da biri etek giyemez mi yani Gurur? Dağdan mı indin sen, mağaradan şehre yeni mi göç ettin?”
“Lan ne alakası var ağzımı açmadım?”
“Erzurum’un kızlarına laf edilemez ama Karadeniz kızlarına falan laf edilebilir mi yani, Gurur?” diye üsteledim.
“Kızım delirdin mi, demedim ben öyle bir şey.”
“Dedin sen, ona getirdin lafı.”
“Ulan zaten Erzurum’da nasıl etek giyebilirler, ağustos ayında bile iki metre olmama rağmen karnıma gelen kar var orada. Orada sadece kar giyebilirsin.”
“Hihihihih,” diye güldü Yener sinsice. “Yiyin şimdi birbirinizi.”
“Sen eve düşen yıldırım mısın lan?” diye sordu Adnan, Yener’in kafasına tekrar vurup, araba süsü gibi kafasının öne arkaya sallanmasına neden olurken. “Lipgloss kafalı Nihal, sen neyin peşindesin?”
“Lipgloss kafalı Nihal ne alaka lan? Vurup durma kafama.”
“Sana sevilmeyen ne kadar televizyon karakteri varsa hepsinin ismini koyuyorum bundan sonra. Sahibinden’e adına yeni bir ilan açma zamanı geldi. Yürü, çık dışarı. Rahat bırak insanları.” Adnan, bana özür diler gibi baktı. “Bayan Yenge Zeliha, lütfen yanlış anlama. Bu bayan kapanı gibi ortada dolaşan şeyi biraz tartakladım ve çirkin konuşmalar yapmak zorunda kaldım. Şahsınızı böyle bir edepsizliğe maruz bıraktığım için beni affedin.” Yener’i ensesinden tutarak çekti. “Sen benimle geliyorsun, boynuz ağacı.”
“Boynuz ağacı hiç hoş değil bu arada, ben hayatım boyunca hiç aldatmadım, teessüf ederim,” diye söylendi Yener. “Geri al lafını.”
“O kadar hakaret ediyorum, bir buna mı güceniyorsun lan sen?”
“Lanlı lunlu konuşuyorsun yengemizin önünde.”
“Doğru söylüyorsun.” Tekrar bana baktı. “Affedin beni yenge.”
İkisi mutfaktan çıktığında yeniden yalnızdık ama Yener ortamdaki atmosferi dağıtmıştı. Bu yüzden kendimi daha rahat hissettim. Gece yavaşça gökyüzüne serilmeye başladığında herkes gitmişti, Leon ile Pars’ın maması ile suyunu hazırladıktan sonra evden çıktık. Cenan ile karşılaşmak istemiyordum, onun beni köşeye sıkıştıran bakışlarından, sırrını bildiğim için çok daha fazla bana dönmeye başlayan dikkatinden kaçmak istiyordum.
Babaannem bizi hemen kapıda karşıladı. Son bir iki gündür onunla vakit geçiremiyordum, ayaküstü biraz sohbet ediyorduk ve hayatın içinde süregelen koşuşturmama geri dönüyordum. Beni anlıyordu, sıkmıyor, aksine destek oluyordu. Üzerimi değiştirmek için odama geçtiğim sırada, babaannem, “Damadım, ay yani çocuğum, içeri gel lütfen,” diye ısrar ederek Gurur’u darlıyordu. Gözlerimi devirerek kapıyı kapatıp karanlık, küçük odamın içinde ilerledim. Hafif aralık pencereden içeriye, karşıdaki sokak lambasının turuncu ışığı doluyordu.
Üzerimdekileri çıkarıp elbise dolabını açtım. Açık mavi bir kot pantolon, beli açıkta bırakan bordo, önü düğmeli bir kazak çıkardım. Pantolonum yüksek beldi, bu yüzden belim fazla açıkta kalmayacaktı, hem zaten üzerime mont giyeceğim için sorun olacağını sanmıyordum. Kıyafetleri üzerime geçirip çalışma masama doğru ilerledim, dolunay şeklindeki masa lambamı yakıp, masanın kenarında küçük aparatların içine koyduğum makyaj malzemelerimi çıkardım. Küçük, yuvarlak bir aynam vardı ve iş görüyordu, bazı geceler sabaha dek ders çalıştığım için gözlerimin altında oluşan halkaları bu aynanın önünde oturup homurdanarak kapatırdım. Uçuk kırmızı, çok da yoğun renk vermeyen ruju dudaklarımda dolaştırıp kirpiklerimi kıvırarak maskaraladım ve allık sürmek yerine parmaklarımla yoğunluğunu en aza indirdiğim rujun parmak uçlarımda biriken fazlalığını yanaklarıma dağıttım. Telefonum çalmaya başladığında elimi ıslak mendil ile siliyordum.
Arayan babamdı. Gülümsedim, günler sonra ilk kez beni aradığı için gülümsemiştim. Geçmişte bıraktığımız günler suçluluk duygusunu en yoğun yaşadığım günlerdi, ses tonum bile işlediğim günahı ortaya döküyormuş gibi hissederken, babama karşı hissettiğim sorumluluk duygusu içimi delip geçerken babamla konuşmak çok zordu. Onun sevgisini telefonun diğer ucundan dahi bile olsa bu kadar net hissetmek, içimdeki suçluluk duygusunun genişleyerek tüm ruhuma yayılmasına neden oluyordu. Ama bu defa gülümsedim. Onu çok özlemiştim.
“Aşkım?” dedi hattın diğer ucunda can bulan sesi.
Gülümsedim, bana bazen böyle seslenirdi. “Nasılsın?” diye sordum bu defa ondan önce davranarak. Bu onu gülümsetti, nefesinin dökülüşünden bile çizgilerle dolu yüzüne çizilen gülümsemeyi hayal edebildim.
“İyiyim güzelim benim, sen nasılsın? Sesini duymayı özledim yahu, ben aramasam arayacağın yok!” Muğla şivesini kenara bırakıp, ciddi konuştuğu anlardan birindeydik.
“Dersler falan,” dedim, bu konuda yalan söylemiyordum, gelecek birkaç günüm epey yoğun geçecekti. Babam gururla gülünce içime bir şey batmış gibi duraksadım.
“Dersler hafifleyince çıkıp Muğla’ya geliver, biraz tatil yapmış olurdun hem,” dedi, sonra konuyu derslerden uzaklaştırarak, “Kardeşin senin yanında mı hâlâ?” diye sordu.
“Dün Antalya’ya döndü ama yine gelecekmiş gibi hissediyorum,” dedim, Eymen giderken haber vermemişti, gelirken de vermezdi.
“Bu aralar telefonlarıma pek cevap vermiyor, eşek sıpası,” dedi babam, anlık duraksadım, Eymen ile ilgili düşünceler usulca zihnime yerleşti. Söz konusu ben değil, erkek kardeşim olduğunda daha zeki olabiliyordum, bir şeylere sadece nesnel gözle değil, tam anlamıyla, bir bütüne bakıyor gibi bakabiliyordum. Eymen ile aramdaki ilişki her zaman derindi, bazen kavga eder, bazen günlerce konuşmazdık ama bir şekilde birbirimize hep bağlıydık. Bir sorun olduğu ortadaydı. Kendi derdime düşüp kardeşimin zihnini eşeleyen, belki de hayatını etkileyen bu şeyi görmezden gelmiştim.
Gözlerimi kısarak, “Ben hallederim, baba,” dedim, babam anlayamadı. “Eymen konusunu kafana takma. O bir ergen sayılır, neye canı sıkıldı kim bilir?” Bu sadece babamı sakinleştirmek, belki de kafasına düşen gölgeyi kovmak için söylenmiş bir yalandı. Kimse ergenlerin sıkıntılarını küçük görmemeliydi çünkü onlar, geleceğin yetişkinleriydi ve küçümsenen sorunları bir gün ruhlarını çok daha büyük hasarlar almaları için yanlışa sürükleyebilirdi.
“Senin gibi bir ablası olduğu için çok şanslı, Zeliş’im,” dedi babam, sevgisi beni gülümsetti, bana duyduğu güven ise acı içerisinde kıvranmama, kalbimin parçalanmasına, ruhumun ağrıyla eğilip bükülmesine neden oldu.
Sana güvenen bir insanın güvenmemesi gereken kişi olmak çok zordu.
“Biz de senin gibi bir babamız olduğu için çok şanslıyız,” dedim, bu cümlem onu gülümsetti. Yüzüne yayılan o derin, ruhumun elinden tutan gülümsemeyi hayal edebildim. Babam ne zaman gülümsese, ruhumun üzerinde dolaşan kara bulutlar geri çekilir, güneş beni ısıtmak için orada, babamın kahverengi gözlerinde belirirdi. O benim için güven demekti ve benim için çok acı olsa da biliyordum ki ben de onun için güven demektim. Her şeyin sorumlusu gibi hissettim, yaşanan tüm kötü olayların, arkamdan usul usul ilerleyerek beni içine almak için yaklaşan karanlığın, tüm yalanların sorumlusu gibi. Belki de gibisi fazlaydı.
“Beni utandırma çillibom,” diye dalga geçti babam, gülüşü sesinden okunuyordu, gizleyemedi. “Paran var mı bakem? Neden soreyosam, olmasa bile var deyip durun, sana biraz harçlık göndereceğim. Biraz alışveriş yap kendine.” Araya elinde olmadan kattığı Muğla ağzı beni gülümsetti.
“Gerek yok,” dedim kaşlarımı çatarak.
“Gerek olmasa yap demezdim,” diye homurdandı. “Erkek çocuğu gibisin, ne bulursan geçiriyorsun üzerine, biraz alışveriş yap. Paramı harca, çarçur et. Ben seni boşuna mı yaptım?” Kıkırdadı, gülümsememe engel olamadım. “Şimdi havale yapıyorum, yarın çık mağaza mağaza gez, denediklerini bana da gösterirsin.” Annemin arkadan gelen kıkırtısını duydum, daha sonra telefonu annem aldı ve kısa ama eğlenceli bir sohbet aramızda uzayıp gitti.
Odadan çıkarken yüzüme geçirdiğim ifadesizlik maskesinin çatlayıp parçalanacağını sandım. İçimde yine yalanlara bulanmışlığın verdiği o ızdırap verici acı vardı. Babama, anneme, kardeşime, bu evdeki herkese yalan söylüyordum. Odamın kapısını kapatırken gözlerim yemek masasında oturan Gurur’a kaydı. Hayatıma yerleşen acı verici gerçeklerin tamamını bilen tek kişiydi. Bir zamanlar öyleydi… Şimdi bir sırdaşım yoktu. Cenan’ın sırrı içime gömülmüş, beni yeni sessiz bir yalanın çukuruna çekmişti. Artık her şeyi bilen tek kişiydim, sırtımı yaslayıp gerçeklerin acısını paylaşabileceğim kimsem kalmamış gibi hissediyordum. Bu ağırdı. Her açıdan ağırdı.
Gurur, bana bir anlığına ruhumu görüyormuş gibi baktı.
Keşke, dedim içimden. Keşke her şeyi görsen, ben söylemek zorunda olmasam, sen bana baksan ve her şeyi çözsen. Hiçbir şeyi saklamadığım tek insan olduğun zamanlar senden ölesiye nefret ediyorken ben, şimdi her şeyi bilen kişi olmaktan bir yalan uzaklıktasın ve seninle paylaşamamak beni öldürüyor. Meğer sen benim tek sırdaşımmışsın.
İçim çok acıdı.
Gurur, bana gülümsedi, içimdeki acı genişledi ve güneş bu kez beni aydınlatmak için değil, yakmak için bana yaklaştı. Biliyordum ki bazı zamanlar güneşin ateşi, cehennemdeki alevlerden bile daha yakıcı, daha sıcaktı. Onun gözlerindeki güneş, cehennemde doğuyor, cehennemi yakıyor, cehennemden bana bakıyordu.
Babaannem, “Filme gidiyormuşsunuz,” dedi heyecanlı heyecanlı. Pembeye boyalı uzun tırnaklarını gördüm, kırışmış uzun parmaklarını permalı saçlarının arasına götürüp saçlarını dağıtırken bana göz kırptı. “Gidin tabii gidin.” Birden yanımda bitti, kulağıma eğildi. “Nikâh dairesini de nasip etsin Allah inşallah.”
“Babaanne lütfen.”
“Ne lütfen? Babaanneler nikâh şahidi olamıyor galiba.”
“Duyuyor şu an.”
“Duymuyor, ben sessizce söylüyorum.” Kulağıma biraz daha eğildi. “Şunun boyuna postuna bak Zeliş, iki seksen, hükümet gibi. Lütfen damadım yapalım bunu, keşke bundanımız olsa, Zeliş. Lütfen olsun çünkü.”
“Babaanne, rezil ediyorsun beni ya,” diye homurdandım.
“İki doksan damadım olacak benim.” Gülümseyerek Gurur’a doğru döndü. “Hangi filme gidiyorsunuz? Romantik mi?”
“Yok,” dedi Gurur. “Korku.”
Tek kaşımı kaldırdım.
Babaannemin yüzü düştü. Sonra birden gözleri parıldadı. “Tabii korku!” dedi heyecanla. Tekrar kulağıma eğildi: “Çığlık atıp yüzünü göğsüne sakla falan diye yapıyor…”
“Ben korku filmlerinden korkmam,” diye fısıldadım.
“Korkuyormuş gibi yap o zaman, kafasız.”
“Tamam tamam,” diye geçiştirdim kapıya doğru ilerlerken.
“Kız beni başından savma, manikürlü tırnaklarım kopana kadar saçını yolarım senin,” diye söylendi babaannem. “Çok korkar Zeliha ya,” dediğinde artık bana değil, Gurur’a bakıyordu. “O kadar korkar ki, çok korkar yani. Sıkı sıkı sarıl kızıma lütfen, canım torunum, kâbus falan görür sonra. Kâbus görmemesi için saçını okşayarak uyutabilirsin. Uyurken tıpkı bir meleğe benzer.”
Uyurken ağzım açık oluyordu ve bazen gözlerim açık uyuyordum, Ayça gözümün beyazı göründüğü için korkup beni tekmeleyerek uyandırmıştı.
“Merak etme, Maria,” dedi Gurur, babaannemi en hassas noktasından doğru bir şekilde vurarak. “Ben yanındayken ona hiçbir şey olmaz.” Sırıtarak beni kolunun altına çekti, babaannem neredeyse heyecandan bayılacaktı.
Birinin ona Maria demesinden hoşlanıyordu. Böyle romantik sahnelere de âşıktı.
“Eğlenin!” dedi âdeta gözlerinden kalp çıkan bir emoji gibi bize bakarken.
Evden çıkarken burnumdan soluyordum, bunu Gurur da fark etmişti ama irdelememişti. Volvo’ya doğru yürürken yüzüme sabit bir ifade yerleştirdim. Kar taneleri irili ufaklı bir şekilde düşmeye devam ediyordu ama yağış dün olduğu kadar yoğun değildi. Aksine çok sakindi, sanki her an gökyüzünde kaybolacakmış gibi yağıyordu.
Araçtan gelen tık sesiyle birlikte karanlık sokak aracın saniyelik olarak yaktığı ışığa boyandı, ardından etraf yeniden karardı. Kaldırım buzlanmıştı, kirli görünüyordu, binaların çatılarında biriken kalın kar tabakaları belli aralıklarla yavaşça aşağı dökülüyordu, sokak öylesine sessizdi ki bir an için omzumun üzerinden sokağın sonuna bakma gereği hissettim. Gurur, aracın ön kapısını açarak sürücü koltuğuna geçerken, gözlerim karanlık sokağın diğer ucunda bekledi.
“Binmeyecek misin?” Gurur’un sorusu zamana yayıldı, omzumun üzerinden bu defa ona doğru baktığımda açık duran kapıya yaslanmış bana baktığını gördüm.
Bir şey söylemeden kapıyı açıp araca bindim, aracın içi soğuktu, döşemeler sanki sokağın ısırığıyla donmuştu. Oturunca ürperdim, Gurur da araca binip emniyet kemerini bağladı. Ben de emniyet kemerimi bağladım. Aracın öne doğru uzanan farlarının önünde düşen kar tanelerini izlediğim sırada aracın motorundan güçlü bir hırıltı yükseldi. Aramızdaki sessizlik öyle büyüktü ki, ruhum bir kâğıt parçasıydı da ucundan tutuşup yukarı doğru ilerlemeye başlayan alevin dokunuşlarıyla yanmaya başlamıştı sanki. Gurur, bu sessizliğe katıldı, ruhu bir kılıç çekip ruhumla gerçekler uğruna savaşmak istiyor olsa bile sustu ve arabayı sürmeye başladı.
Aracın içi karanlıktı ve bu karanlık bana yardım ederek aramızdaki sessizliği besliyordu. İlk kez karanlığın benim tarafımda durup, Gurur’la değil, benim yanımda benimle savaştığını hissettim. Bakışlarım aracın ön camından dışarıyı dövüyordu, Gurur’un gözleri yüzüme dokundu, bunu hissettim ama bir karşılık veremedim.
Benden gelecek bir karşılığa muhtaçmış gibi bakmıştı.
Bu düşünceden nefret ettim ama bir yerlerde bu düşünce benim için var olmaya devam etti, var olduğu süre boyunca yavaşça ona çekildim, ona teslim oldum.
“Önceden seni anlamak daha kolaydı.” Bu cümle dudaklarından öylece döküldüğünde, şaşkınlığım aracın içindeki karanlığa bir sis gibi yayıldı. Bakışlarımı ön camdan çekemedim ve kelimeleri içime dolduğunda, kalbimde yarattığı ağırlığı da çekebilmek mümkün değildi. “Önceden sana bakar ve ne düşündüğünü ya da ne planladığını hemen anlardım.” Oysa çok uzun bir zaman olmamıştı bile, neden böyle konuşuyordu? Sessizce yolu izlemeye devam ettim. Karşı şeritten üzerimize geliyormuş gibi hızla ilerleyen araçların ışıkları yüzümü anlık boyuyor, sonra tekrar karanlığa gömerek geçip gidiyorlardı. “Artık sana ne şekilde bakıyorsam, kafanın içindekileri göremiyorum. Önceden ışıkları açık bir evin dışındaydım, pencereye yaklaşıp ışıkları yanan evin içini izlerdim. Şimdi evin içindeyim ama ışıklar kapalı.”
“Neden böyle düşünüyorsun?” Issız bir sesle sorduğum soruya ilk önce birkaç saniye boyunca sessizlikle karşılık verdi, sonra derin bir iç çekti ve gözleri yeniden bana çevrildi. İçimde sıkışan hisleri göz ardı ederek omzumun üzerinden ona baktığımda, güneş kaçağı gözleri orada, buz gibi bir sıcaklığı yüzüme yayarak bana bakıyordu.
“Çünkü artık ne hissettiğini, seni neyin üzdüğünü, neyin yaraladığını, ne istediğini göremiyorum.” Cevabı beni altüst etmiş olsa da dudaklarım bu hisleri dışarı vuracak kelimeler için aralanmadı. “Sana eskisi gibi bakmadığımı fark ettim. Bu senin değil, benim suçum.”
İtirafı beni hazırlıksız yakaladı.
“Önceden nasıl bakıyordun?”
Gözlerini yola çevirirken bu sorunun cevabını bana vermek istemiyor gibiydi. Bu cevabın beni incitmesinden, belki de parçalara ayırmasından korkuyor gibi endişeli, bir o kadar da sıkıntılı bir ifadeye büründü. Kaşları çatıktı, gözleri doğrudan trafikte olsa da gözlerinin içinde yaşananlara ait görüntüler dolanıyor olmalıydı.
“Önceden seni iş olarak görüyordum,” dedi. “Görev olarak.”
“Şimdi ne değişti?” Bu soruyu korkarak sordum, muhtemelen sesimdeki korkuyu fark etmiş gibi iç çekip dudaklarını bilmiyormuş gibi yaparak aşağı doğru büktü.
“Bilmiyorum. Kafamın içine kaydettiğim hiçbir anlamla uyuşmuyorsun.”
Boğazımdaki acıyı yutkunarak giderebilmem mümkün olmadı. Gözlerimi yeniden yola çevirdim.
“Gurur, Cenan’ın tam karşısına taşınmamız doğru mu sence?” diye sordum. “Sanki bu daha çok ona meydan okumak gibi oldu. Kendimizi kanıtlamaya çalışıyormuşuz gibi.”
Konuyu bir anda değiştirmem dikkatinden kaçmamıştı. “Böyle olması daha iyi,” derken sesindeki karmaşayı duyabildim. “Biraz da o bizi tehlike olarak görsün. Gergindi zaten, dün karşılaştığımızda bana tuhaf tuhaf baktı.”
Soluğum kesildi. “Neden bizi tehlike olarak görsün ki?” diye sordum hemen.
“Asıl suçlu olsak o kadar dibine girmeye çekiniriz,” dedi. “Ama eğer gerçekten suçluysak ve buna rağmen dibine giriyorsak, belki de asıl tehlike bizizdir. Kafası karışsın bakalım.”
“Kafan çok acayip çalışıyor,” diye söylendim.
“Bunu iltifat olarak kabul ediyorum, Matmazel Zekâ Küpü.”
Yol boyunca bir daha hiç konuşmadık. Alışveriş merkezinin otoparkında durduğumuzda hemen alt kattaki mağazaları işaret etti. Orada biraz alışveriş yaptık, birkaç fincan, tabak, mutfakla ilgili birkaç ihtiyaç daha… Hepsini bana seçtirmişti ama kafam o kadar yerinde değildi ki seçtiğim her şey birbirinden bağımsızdı. Sonunda aldığım her şeyi yerine koyup, “Zevksiz, bana hâlâ âşık olmama sebebin belli, sen zevksizsin,” diye söylenerek bu kez alacağımız parçaları kendisi seçmeye başladı.
Alışveriş Merkezi iki katlıydı, ikinci kat yemek ve eğlence kısmından oluşuyordu, birlikte hamburger yedik ama ben bir menüyle doyarken, Gurur’un üç menü yemesi beni aşırı şaşırttı. Yine de yorum yapmadım. Herkes cüssesi kadar yemeliydi tabii…
Elimde ağzına kadar dolu bir patlamış mısır kovasıyla filmin oynayacağı salonun önünde dururken yüzümde karman çorman bir ifade vardı. Filmin bir önceki seansından çıkan herkesin yüzünde azımsanamayacak bir dehşet ifadesi olduğunu gördüm. Gözlerim hemen salonun yanındaki duvara monte edilmiş LCD ekran televizyona kaydı. Ekranda içeride oynayacak olan filmin fragmanı vardı ve üst kısımda da seans saatleri yazıyordu. Bir elimi montumun içine sokarak yavaşça ekrana doğru ilerleyip fragmanı izlemeye başladım. Gurur hâlâ içecek bir şeyler almak için sıradaydı, bu akşam sinema oldukça kalabalık olduğu için patlamış mısır ve içecek sırası ikiye ayrılmıştı. Benim sıram çabucak geldiği için kendi yiyeceğimi alıp salonun önüne gelmiştim. O hâlâ ondan iki kafa boyu kadar kısa olan genç erkeklerin arasında durmuş sırasının gelmesini bekliyor, bir yandan da homurdanarak bana kötü kötü bakıyordu.
Filmin karmaşık bir konusu yoktu, genel olarak hep bilindik bir konu üzerinden gidiyorlardı. Paranormal anlayışımız gerçekten bu konudan ibaretti. Konu beni zerre heyecanlandırmamıştı. Ta ki ekranda birdenbire beliren yüzü yanık, çığlık atan ama sesi duyulmayan kadına kadar. Olduğum yerde öyle bir zıpladım ki tek elimle tuttuğum kovanın içinden saçılan mısırlar ayaklarımın üzerine döküldü.
“Vücut dilin saniyede otuz beş küfür savurdu az önce,” dedi Gurur birden arkamda belirirken. İkinci kez irkilsem de ifademi hızla toplayıp ona doğru döndüm. Korkum onu tatmin etmiş gibi bakıyordu, yakışıklı suratının tam ortasında alaycı bir sırıtış güneş gibi doğmuştu. Ona kafa atmak istesem de kalbimin atışları hâlâ normale dönmediğinden homurdanmak dışında bir şey yapmadım.
Koltuklar tekli değildi, çift kişilikti. Gurur ile aynı koltukta oturacak olmak içimde tuhaf bir his var etmişti. Karanlık merdivenleri tırmanıp en arka sıranın ortasına geçtik. Gurur ön taraflarda oturamazdı çünkü boyu çok uzundu ve birilerinin film sırasında filmi göremedikleri için sinirlenip kafamıza mısır atmasını istemiyorduk. Gurur’un dizi dizime değiyordu, kollarımız da birbirine yaslanmıştı. Kokusu öyle yoğundu ki, sanki teni sıyrılıp tenime yerleştirilmişti ve bu koku bana aitti.
Onun kokusunu soluyunca düşüyor gibi hissediyordum, tıpkı o kar taneleri gibi… Usul usul süzülüyordum gökyüzünden. O benim için yeryüzüydü, onu güzelleştiren ben olacaktım, belki onunla olduğum için çok güzel olacaktım ama sonunda beni tüketecekti, biliyordum. Kokusu bile beni tüketmeye yetermiş gibi geliyordu.
Onun varlığı sınırsızdı, derindi, sonu yoktu ve ben başındaydım, sonu olmayan bir başlangıçtaydım; ne kadar ilerlersem ilerleyeyim onu yarılamak ya da bitirmek mümkün değildi.
Film başladığında düşündüğüm tek şey kokusu, bana temas edişi, yanımdaki varlığıydı. Gölgesi öyle karanlıktı ki, onun önünde durduğumda her yer geceydi. Patlamış mısırdan bir tane alıp ağzıma götürürken dizi dizime sürtündü, yutkunamayacağımı anlayınca uzun süre mısırı çiğneyip gözlerimi ekrandan ayırmadan öylece bekledim.
Diz kapağı diz kapağıma baskı uygulayınca çiğnediğim mısırı yavaşça yuttum ama ona bakmadım. Reklamlar bitip film başlayana, etraf tamamen karanlığa gömülene dek baskısı sürdü. Kalbimin atışları tutarsızdı, göğsümün içinde devamlı olarak bir bomba infilak ediyor, patlama sesi içimi yıkıp geçiyor ama dışarıdan duyulmuyordu. Büyük hoparlörlerden yayılan sese rağmen kalbimin atışlarını duyabiliyordum ama o duyamazdı.
Ben ne zaman dizimi yavaşça geri çekmek için çabalasam Gurur’un dizi bana yaklaşıyor, diziyle dizime baskı uyguluyordu. Yutkundum. Tam patlamış mısır kovasına parmaklarımı uzatıyorken o da elini uzattı ve parmaklarımız birbirine dokundu, ateş öyle büyük bir hızla bedenimde gezindi ki, nefesim soluk boşluğumda kızgın demir gibi takılıp kaldı. Bana baktığını hissettim, karanlıkta bile beni deşen gözlerine karşılık veremedim. Parmaklarını oynatarak parmaklarıma baskı yaptı, daha sonra kovanın hemen üzerinde parmaklarımızı birleştirdi. Parmak uçlarım parmak uçlarıyla küçük, kimsenin fark etmeyeceği narin bir dansa başladı. Dokunuşu çok tuhaftı.
Elimi yavaşça geri çektiğimde gülümsediğini hissettim. Gözlerim omzumun üzerinden usulca onu buldu. Sıcak gülümsemesi karanlığın ortasında bir mücevher gibi parıldadı. Bakışları önce gözlerimde asılı kaldı, sonra filmin ışığının yıkadığı yüzümde dolaştı, en son dudaklarıma baktığında gülümsemesi dudaklarından silindi ve ciddi bakışları içimden şiş gibi geçti.
Filmdeki kadının aniden attığı o çığlık yüreğime doldu, içimde kopan duygu fırtınası bu çığlıktan etkilenerek kaburgalarımın üzerine kapandı ve korkuyla geriye doğru yaslandım. Gözleri hâlâ beni takip ediyordu, verdiğim tepki onu gülümsetmedi, gözlerini kısıp ciddiyetle beni daha dikkatli incelemesine neden oldu. Neden böyle baktığını anlayamadım ama bakışlarından rahatsız değildim.
İçimde yok olan bir yön duygusuyla onun gözlerinin içine baktım.
Yönümü onun gözlerinde kaybettim, yönüm onun gözlerinde anlam kazandı.
Yönümü bulamadım ama onun gözlerindeki anlamlar yeni yönüm oldu.
Yüzü çok ani bir manevrayla yüzüme yaklaşınca nefesim kesildi. Beni öpeceğini sandım, belki de kalbimi bunun için hazırladım ama yapmadı. Dudakları dudaklarımın ekseninde dönen bir gezegen gibiydi. “Filmi değil beni izleyeceksen, ki bundan çok memnun olurum, neler istediğimi, neler yapabileceğimi de göz önünde bulundur.” Kelimelerine sinmiş fısıltı sesi içimi ürpertti. “Seni öyle bir baskıyla öperim ki küçük çenen öpüşürken tuzla buz olabilir.”
Bu kelimenin sonu benim için kıyamet olabilirdi ya da belki cennetti. Gurur, bu cümleden hemen sonra geri çekilip gözlerini filme çevirdi ve sonra hiç konuşmadık. Ruhuma diken gibi batan hisler oradaydı, film bitene, araca binip evin olduğu sokağa girene dek o hisler orada durdu.
Asansör dairemizin olduğu katta durduğunda yorgun bakışlarımı ona çevirdim. Aslında eve gitmek, biraz yalnız kalmak, ondan uzaklaşmak iyi olabilirdi ama iradem zayıf düşmüştü, bunu istemediğimi fark ettim. Güvenmem gereken son insanın yanında hissettiğim güven duygusu beni buraya çekti, onun inine kendi ayaklarımla yürümek, kendi isteğimle girmek istedim. Onun inine girmek, o inin kapısında kendi kanatlarını koparıp, kanlı kökler sırtında sicim gibi al renkte bir gözyaşı dökerken kanatları kenara itmek demekti. İçimi oyup geçen bu düşünce, büyüyerek zihnimde en kanlı yankısını duyurdu.
Koridoru sakince yürüdük, Cenan’ın uyanık olduğunu hissettim, sanki kapısı kapalı evin içindeki canlılığı bile hissetmiş gibiydim. Gurur evin kapısını açarken bakışlarım Cenan’ın evinin kapısına doğru çevrildi, bir müddet kapıyı izledim, sonra Gurur kapıyı açtı ve lambaderin turuncu ışığı önümüze serilirken Pars yattığı yerden kafasını kaldırarak bize baktı. Leon hâlâ uyuyordu.
Gurur içeri girdi, ben de arkasından girip montumun fermuarını aşağı indirirken gözlerimi merdivenlere çevirdim. Üst kat zifiri karanlık görünüyor, karanlık yavaşça merdivenlerin sonuna dek uzansa da gücünü kaybederek ışık tarafından kırılıyordu. Pars bizi önemsemeden kafasını patilerinin üzerine koydu. Şehrin sim parçaları gibi görünen ışıkları cama yansıyordu. Ayağımdaki botları çıkardım çünkü karın kirli kalıntısı hâlâ tabanlarımdaydı, Gurur da postallarını çıkarmıştı. Salona doğru ilerleyip Pars’ın uzandığı koltuğun ucuna oturarak sokağı izlemeye başladım.
Gurur elindeki poşetleri mutfağa taşıdı, kısa bir gürültünün ardından, “Kahve yapmamı ister misin?” diye sordu içeriden.
“Olur,” diye seslendikten sonra Pars’ın uzun kulaklarını arkaya doğru okşadım. Gözlerini yavaşça araladı ama sonra tekrar kapatıp uykusuna geri döndü. Bacaklarımı koltuğun üzerine çekip bağdaş kurdum, L koltuk epey büyüktü, iki kişinin sığabileceği bir yataktan farksızdı. Dirseğimi koltuğun ahşap kolçağına yaslayarak şehri izlemeye devam ettiğim sırada Pars yattığı yerden kalkarak koridora ilerledi, ardından karanlıkta kayboldu ve buzdolabının açılıp kapanırken çıkardığı sesi dinledim.
Telefonumun tuş kilidin kaldırıp ekrana baktım, WhatsApp grubundan düşen bildirim, panelin başında duruyordu. Saat 01:54 olmuştu, hangi ara bu kadar geç bir saate uzanmıştık hiç bilmiyordum. Grupta dönen konuyu anlamak için yazılanları okumaya başladım.
Adnan Bahtıvar, Yener Açıkgöz tarafından gruba eklendi.
Yener Açıkgöz: ADNAN! BAKSIRINI GÖREMİYORUM! BANA ONU GÖSTER!
Neyden bahsettiğini anlayıp homurdandım.
Adnan Bahtıvar: Ne diyorsun lan sapık insan? Bak ben çoluklu çocuklu bir adamım, beni sapık fantezilerine dahil etmeni istemiyorum. Seni kötü döverim, boks torbam yapar patlatana kadar döverim.
Hakan Basri Şenkaya: Her yer paspaslandı mı? Teftişe çıkacağım birazdan.
Adnan Bahtıvar: Bal dök yala yaptım yemin ederim Muşta.
Yener Açıkgöz: Hmm bal fantezisi diyosun
Yener Açıkgöz: Olur
Yener Açıkgöz: Denensin
Adnan Bahtıvar: Muşta, görüyor musun? Beni tahrik edip dövmem için zorlayan bu.
Yener Açıkgöz: Seni tahrik mi ediyorum 😀
Yener Açıkgöz: Vardır öyle huylarım 😀 :D:SD
Adnan Bahtıvar: Lafı götünden anlama konusunda üzerine tanımıyorum
Adnan Bahtıvar: Kahretsin. Bayan Zeliha Yenge buradayken konuşturduğun şeylere bak.
Adnan Bahtıvar: Hadi be yanlışlıkla herkesten sil yapacağıma kendimden sil yaptım.
Yener Açıkgöz: Ohoo görmez onlar :DDDDD
Devran Soydere: :D:F:D:DD
Adnan Bahtıvar: Neyi kaçırdım?
Vural Demirezen: Adnn mllet flörtöze çıktı
Devran Soydere: NE AAHSHSHSDGAGHSDGHA
Vural Demirezen: Ne gülüosn aptl
Yener Açıkgöz: Flörtöze mi çıkmak :ASD:FGFG::GD:SD:D:D:Fdfs
Girdap Demiralp: Sorma ne hâldeyim, sorma utanırım, sorma söyleyemem, sorma yangınlardayım…
Yener Açıkgöz: Çok ii nude isteme yöntemi bu arada bu Girdap
Yener Açıkgöz: Denensin
Vural Demirezen: Flörttöze çkmadlr mı
Yener Açıkgöz: Randevu o geri zekâlı ya
Vural Demirezen: Hayrdr yner snsn gerkzalı
Vural Demirezen: Noliyor yani
Yener Açıkgöz: Vatoz balığı Gurur şimdi ne yapıyor acaba
Devran Soydere: Onu da biz mi söyleyelim kardeşim
Adnan Bahtıvar: Edep. Adap.
Yener Açıkgöz: Vural aşşşırı merak ediyorum
Yener Açıkgöz: NİHAN’LA İLK FLÖRTÖZÜNÜZ NASIL GEÇMİŞTİ ASAJSJDSBDSBHS
Vural Demirezen: gzldi
Yener Açıkgöz: Nihan da nasıl bir yokluktaysa artık
Girdap Demiralp: Hani gündüz hayalin, geceler rüyan idim…
Yener Açıkgöz: Girdap çok ii
Yener Açıkgöz: Kaç nude aldın bunları kullanarak
Girdap Demiralp: Ben meme değil üzerine uzanıp uyuyacağım bir göğüs istiyorum…
Devran Soydere: Şahsen ben inandım.
Yener Açıkgöz: O da olur
Gurur, ellerinde tuttuğu iki kahve fincanıyla salona girince telefonun kilidini kapatıp kenara bırakarak yavaşça doğruldum. “Kalkma,” dedi beni durdurarak. “Rahat takıl.”
Sessizce başımı salladım. Elindeki fincanlardan birini alıp koltuğun ahşap kolçağına bırakırken, “Teşekkürler,” diye mırıldandım yavaşça.
Yanımdaki boşluğa otururken cevap vermedi. Kahvesinden bir yudum aldı ve sonra, “Bugün ekstra durgundun,” dedi, aniden bunu söylemesini beklemediğim için ona bakakaldım. “Çok mu ani oldu?” Sorusuna karşılık verememiştim, birkaç saniye gözlerimin içine baktıktan hemen sonra, “Bakışların bana çok iyi tanıdığım birini hatırlattı,” dedi, sesindeki bilinmezlik içime işlerken gözlerine daha kuvvetli bir hisle baktım. “Sadece içindeki yarayı hatırladığı zaman böyle bakan birini.”
“Kim?” Soru benden çıksa da en çok benim içimi acıttı.
“Bir abim,” dedi sadece.
Olasılıkları önüme çektim, düşündüm ve karmaşada kayboldum. Muşta’nın mavi gözleri geçmişten bugüne uzanan bir hayalet gibi zihnimde belirdi. Suçluluk duygusu kalbimin damarlarını zorladı. Bakışlarım Gurur’dan ayrılmadı ama içim parçalara ayrılmıştı.
“Bana onun bir gülüşü var, demişti,” dediğinde içimdeki acı büyüdü. “Öyle bir gülüşmüş ki, yıllar geçmiş üzerinden, o değişmiş, zaman değişmiş, içinde yaşadıkları düzen bile değişmiş ama kafasındaki gülüş hiç değişmemiş.” Yutkunmakta zorlandım. “Bir insanın başka bir insandan bahsederken, ufacık bir cümleyle bir başkasını yıkabilmesi mümkün mü sence? Ben o gün, abimin bir cümlesiyle yıkıldım. Hikâyenin ne başında ne sonunda ne de ortasındaydım, hikâyeye dahil değildim ama hikâye benimmiş gibi yıkıldım.”
Gözlerim gözlerine dokundu. Gurur’un gözlerinde Muşta’nın yansımasını gördüm, kalbim kırıldı. Acaba o cümleyi kurarken nasıl bakıyordu? Nasıl hissediyordu? Ses tonu nasıldı? Kalbi göğsünün içinde bir ateş gibi mi yanıyordu yoksa içi yanıyordu da kalbi de o ateşe teslim olup alev mi alıyordu?
“Bir dermanı çok görmüş ona,” dediğinde zihnimde ilerleyen melodi büyüdü, gözlerimi Gurur’dan çekerek yere baktım. Kahveden bir yudum aldım ama sadece kuruyan dudaklarımı ıslatmak için yapmıştım bunu. “Bir adam bir kadını yeniden görmek, yeniden sevmek, yeniden kollarının arasına almak için ömrünü ortaya koyarmış, öyle de söylemişti. Bunu ilk duyduğumda bana çok saçma gelmişti. Ama hisseden kişiyi düşünüyorum da onu hiç saçma bir şey düşünürken, yaparken, hissederken görmemiştim. O yüzden tuhaftı benim için.”
Sakince yutkundum.
“Düşündüğün biri mi var, Zerda?” diye sordu bana, Mert’i gördüm, oradaydı, Gurur’un gözlerinin arkasına sığınmış beni izliyordu. Vereceğim cevap onu korkutuyordu. Sanki olumlu bir yanıt onu paramparça etmek demekti.
“Düşündüğüm bir şeyler var. Her zaman var,” dedim, biri demedim, bir şeyler dedim. Gözlerimin içine dikkatle bakınca bakışlarımı tekrar zemine indirmek istedim ama bu kez onun gözlerinin bombardımanından kurtulamadım.
Bana biraz daha sokuldu, aramızdaki yakınlık bu kez sadece içimi acıttı. Neden bilmiyorum ama ağlamak istedim. Bir elinde fincan vardı, boşta olan elini kaldırıp yanağıma dokununca içim ürperdi, kalbimin içine bıraktığı iz sızladı.
“Saçma sapan ama gözlerinde gördüğüm şeyi sevmedim,” dedi, duraksadım, kelimeleri içime battı ve içimi kanattı. Onu dinledim. “Ne istiyorsan o olsun, sorun değil ama gözlerinde bu şeyi görmek istemiyorum, bu olmasın.”
“Ne görüyorsun?” diye sordum, sesim tedirgin ve kırgın çıkmıştı.
Sesi kalbimin beresiydi.
Bere, diye düşündüm. Gurur’a benziyordu. Hem ısıtan bir şeyi hatırlatıyordu hem de yarayı.
“Bir başkasını,” dedi. Bir an şaşkınlıktan küçük dilimi yutacağımı sandım. Zaman aktı, içimizden geçerek ortamızda büyüdü. Bir su gibi her yana yayıldı, yükseldi, bizi içine aldı ve o an, zamanın bizi boğacağını anladım. Geçmiş bir hayalet gibi evin içine salındı, duvarlara izini bıraktı. Kürşat’ın yabancı bakan gözleri duvarlarda büyük oyuklara döndü. Geçmişin içinde bizi izlediğini hissettim ama kalbimde ona ait bir iz yoktu.
“Bir başkası mı?”
“Bir başkası,” diye doğruladı beni. “Olmasın,” dedi sonra.
Bende hiç tükenmeyeceğini sandığım bir acıydı geçmiş; geçmişti. Tükenmez sanmıştım, tükenmişti. Kürşat bir daha kalbimin içinden bir ok gibi geçmeyecek, bir daha beni yaralamayacaktı. Yine de gözlerimde onu gördüğünü düşünmek bile kanımın donmasına neden oldu. Hayır, diye bağırmak istedim onu sarsarak. Nasıl bunu söylersin? Ona bana bir yanlış yaptığı için bir daha güvenmedim, sana güvenmemem gerektiğini bile bile güveniyorum. Nasıl gözlerimde kendini değil de onu görürsün? Nasıl?
Sustum. Sessizliğim etini kopartıyormuş gibi inleyerek gözlerini yumarken yanağımı okşadı. Dokunuşu tüm hislerin ayaklanmasına neden oldu, ne söylemem gerektiğini bilemediğim için yutkundum. Daha sonra, “Gözlerimde bir başkası yok,” diyebildim, gözlerini araladı ama bana bakarken ilk kez tedirgindi.
Gurur Mert Çalıklı, tedirgindi.
Bu bir ilkti.
“Ama bir zamanlar vardı,” dedim, geçmişten kanlı bir parça kopup önümüze düştü. O zamanlar olduğum kızın gözleri, şimdi geçmişten geleceğe çevrilmişti, beni izliyordu. “Canımı çok yakan biri vardı. Abi dediğin adam kadar yanmamıştır canım ama benim de canım yandı.” Gözlerini yüzüme dikip devam etmemi bekliyor gibi baktı ama o bakışların derinlerinde bir öldürme arzusu da çağlıyordu. Yüzü olmayan bir yabancı geçmişten çıkıp gelmiş, onunla aramızda dikilmişti; onu tanımıyordu, hiç görmemişti ama onu görüyormuş gibi gözlerini kısarak gözlerimdeki geçmişi izlemeye başlamıştı.
Gözlerimde görebileceklerinden korktum.
Görmesin istedim, çektiğim acıyı bilmesin, benliğimden koparken beni darmaduman eden acıları bilmesin.
“Önce canımı çok yaktı, sonra canımı yaktığı için beni teselli etmeye kalkıştı,” diye mırıldandığımda dişlerini gıcırdattı. Elindeki fincanı koltuğun kolçağına bıraktığında eli artık tenimde değildi. Dizini koltuğa bastırarak bana döndü, parmakları dağılan saçlarımdan geçti, saçlarımı geriye atarak yüzümü açığa çıkardı ve bana beklentiyle bakarken ellerini ellerimin üzerine kapattı. Bu hareketi benim kopma noktamdı. “Oysa beni teselli etmesini değil, ona yeniden güvenebilmeyi istiyordum.”
Gözlerinde var olan acı beni duraksattı.
Alnını alnıma bastırdı, ellerimi büyük ellerinin altında kaybederken alnında atan damar, kaderime onun kanıyla yine onun ismini kazıdı.
“Hissetmiştim,” dedi, sessizdim. “Bir adam yüzünden herkese olan güvenini yitirdiğini anlamıştım. Ama hissetmek ve bilmek arasında fark var. Bundan hiç hoşlanmadım. Öylece susalım mı? Öylece susalım şimdi. Senin sesinden bir adamı dinlemek istemiyorum. Bu bana koydu mu? Bilmiyorum. İçimi açıp içime bir şey koydu sanki bu.” Alnını alnıma daha sert bastırınca elim birdenbire havaya kalktı ve onun kemikli yüzünün sınırlarına girdi. Parmaklarımı sert elmacık kemiğinin üzerine bastırdım, sonra avucumu açtım ve onun yanağını okşadım. Bu da neyin nesiydi? Geçmiş arkamızda yıkılarak üzerimize yürüyor, biz öylece durmuş, geleceğe doğru koşmadan geçmişin bize doğru gelmesini bekliyorduk. Ellerini ellerimden çekince gözlerimi yumup kaşlarımı çattım. Acı, içimde dolandı.
Elleri yüzüme yerleşti.
“Dokundum,” dedi. “Dokundum yüzünün yamalı yıldızlarına, seni kalbimdeki boşluğa gökyüzü yaptım, içime yaydım ben.” Yutkundu, kalbimin atışları zamanın içinde kayboldu. “Öylece dokundum, öylece boşluklarımı seninle doldurdum, hepsi öyleceydi.”
Gözlerimi açmamla, onun da gözleri açıldı ve o an, gözleri bir güneş patlamasıydı.
“Damarlarımda ilerledin, kanım oldun sen,” diye fısıldadı.
“Gözlerimde o yok, hiç olmayacak,” döküldü dudaklarımdan. Gözlerini kıstı, yüzümü daha sert avuçlarken içimi görüyor gibi bakıyordu.
“Öylece gözlerin olacağım senin,” dedi. “Sadece baktığın her yerde olmak yetmez, baktığın her şeyi görüyor olacağım.”
Nefesim kesildi.
“Şimdi,” dedi. “Öylece uyu benimle.”
Karşı çıkmak o an için artık öylesine anlamsızdı ki. Usulca uzandığımda hiç düşünmeden kollarımın arasına girdi. Sırtını göğsüme yasladığında, bu defa bana sığınan oydu ve benim gölgem onu altına almıştı. Kollarımı ona sarıp çenemi gür saçlarının arasına bastırdım.
Bu duygu çok başkaydı. Bana bir çocuk gibi sığınmasını beklemiyordum. Her şey şimdi çok farklıydı.
Gözlerimi yumdum, şehrin tüm ışıkları bizimle söndü. Ona tutundum, bana tutundu; sanki artık bu kaçınılmaz sondu. Uyku öyle hızlı bir şekilde üzerime çöktü ki onu durduramadım. Damarlarımda kan gibi ilerledi, beni içine çekti ve dudaklarım onun saçlarının arasına gömülürken, saçlarına bulaşmış soğuğun kokusunu soludum.
Öylece uykuya daldık.
Bu acıyı bölüşmekti. O an için hiçbir şeyi bilmese bile, içimdeki huzursuzluğa ortak olup beni mutluluğa boyadı. Uyku derindi, sonsuz gibiydi. O kadar çok uyumuştum ki, nihayet gözlerim aralanıp yağan karın beyaz ışıltısı gözlerimi aldığında, Gurur hâlâ kollarımın arasındaydı. Koltuktaydık, göğsüm onun sırtına yaslı duruyordu ve kollarım onu bir mengene gibi sarmıştı. Şaşkınlığı hissedemedim, o his damarlarımı yakmadı. Sadece huzuru hissettim.
Gurur, derin bir uykudaydı, kollarım onu sıkıca sarmaya devam ediyordu. Gözlerimi yavaşça yüzüne çevirdim, yüzü tam olarak görünmüyor, profilinin sadece bir kısmı seçiliyordu. Yüzünde yaşını saklayan güzelliğin yanı sıra buruk, çocuksu bir ifade de vardı. Gür, saçlarının aksine koyu renk olan kaşları gözlerinin derin çukurlarının üzerine serilmişti. Üst dudağı öne doğru kıvrım kazanmış, alt dudağı âdeta kaybolmuştu. Parmaklarım açık renk saçlarında dolaştı ve kulak boşluğundan çene kemiğine kadar ilerledi. Belirgin, tenini yırtacak gibi keskin çene kemiğine dokunurken bir an başını yana çevirdi ve uyanacağını sandım ama bu olmadı. Huzurlu uykusuna devam etti.
Birden telefonun melodisi ortamı değiştirdi, melodi yükselerek duvarlara yankılar şeklinde düşerken panikle koltuğun ucundaki telefona uzandım. Gurur’un telefonuydu, arayan Muşta’ydı ama Gurur öyle huzurla uyuyordu ki Gurur’u uyandırmak yerine telefonu açıp, kulağıma götürürken yavaşça doğrulup kalkmıştım. Gurur yavaşça yana doğru döndü, koca cüssesi koltuktan taşacak gibi dursa da bu olmadı.
“Efendim?”
“Zeliş? Aa orada mısın?” Muşta’nın sesi zihnimde bir yangın gibi büyüdüğünde suçluluk karnımın kasılmasına neden oldu.
“Evet, Hakan abi,” diye mırıldandım.
“Binaya girdim ben. Asansöre bineceğim şimdi. Simit falan aldım, kahvaltı için seni de çağırmasını söyleyecektim Zincir’e.” Öyle hızlı bir şekilde kalktım ki bu panik Gurur’u uyandırabilirdi ama uyandırmadı. Salonun içinden ateş gibi geçerek kapıya yöneldim, kalbim deli gibi çarpıyordu.
Muşta buradaydı.
Cenan tam karşımda oturuyordu.
“Zeliş?”
“Şey, evet, Hakan abi,” diye saçmalarken ellerim karman çorman olmuş saçlarıma kaydı. “Ben karşılayayım seni.”
“Gelirim yahu, çocuk muyum ben?” Asansörün zilinin sesini duyunca tamamen gerildim. “Biniyorum şimdi. Çekmez falan. Hadi kapat.”
“Tamam,” diyerek telefonu kapatıp hızla kapıya yöneldim. Üzerime montumu almadan, incecik kazakla kapıyı açıp dışarı çıkarken yüreğim ağzıma tırmanmıştı. Cenan’ın dairesinin kapısı açıldığında, gözlerim şokla irileşti ve Cenan Kaplaner bembeyaz takımıyla evinden çıkıp kapıyı kapatarak bana doğru döndü. Gözlerinde anlık bir şaşkınlık belirdi, siyah gözleri bedenimde gezindi, ayaklarımda duraksadı. O âna kadar çoraplarımla kapıya çıktığımın farkında bile değildim.
“Zeliha?” dedi sorar gibi. “Üşüteceksin.”
“Şey, günaydın.” Kalbim artık göğsümü zorluyordu.
Ona söylemeli miydim?
“Günaydın canım.” Bakışları oturduğumuz dairenin kapısına anlık olarak dokundu, Gurur’un olmadığını görünce rahatlayarak, “Dersin var mı bugün?” diye sordu bana.
Kalbim sıkışırken, “Hayır,” diye yalan söyledim.
“Peki. Benim gitmem gerek.” Çenesiyle üzerimi işaret etti. “İçeri gir güzelim, hava buz gibi. Üşüteceksin.” Sırtını bana dönüp ilerideki asansörlere doğru ilerlemeye başladığında gözlerim sırtına saplandı. İki asansör kapısı yan yana duruyordu. Asansörün düğmesine basıp gelmesini beklerken gözleri bir an diğer asansöre kaydı. Hızla yukarı tırmanan rakamlara kısaca baktıktan sonra çantasını düzeltip omzunun üzerinden bana baktı ve o an asansörün geldiğini işaret eden zil çaldı. “Sonra görüşürüz.”
“Görüşürüz.”
Cenan Kaplaner, açılan asansör kapısından içeri girip bana doğru döndü, diğer asansör durdu ve kapıları yavaşça açılmaya başladı.
Cenan Kaplaner’in asansörünün kapıları kapanırken, Hakan Basri Şenkaya’nın asansörünün kapıları yavaşça açılıyordu.
Hakan Basri Şenkaya ve Cenan Kaplaner bana gülümsediler.
Asansörün kapısı tamamen kapandı.
Asansörün kapısı tamamen açıldı.
Kadın gitti ama adam buradaydı.