🎧: Red, If I Break
Bazen bir insanı sevmenin tamamen kalbimizde kurguladığımız bir oyun olduğunu düşünürdüm.
Belki de bu oyunu bize oynayan kalbimizin ta kendisiydi.
Sanki kalbimizin bu acıyı duymaya, bu acıyı tatmaya, bu acıya bakmaya, bu acıya dokunmaya ihtiyacı vardı. Sırf kendi ihtiyaçları için, bizi kandırıp sevmek adını verdiği oyunun başrolü yapardı.
Aldatılmıştım.
Bu olduğunda, kalbim aşk adını koyduğu hastalığa karşı savunmasız bir bünye gibiydi ve ben o bünyenin bir gün beni öldüreceğini bile bile o bünye içimde benimken hayata tutunmaya çalışmıştım.
Kalbim benim bünyemdi.
Hayatımda ilk kez birini sevdiğimde, bir daha birini sevemeyecek kadar ona duyduğum sevgiden emin, aldatıldığımdaysa bir daha birini sevemeyeceğimi bilip ama onu da sevmeyeceğimi bilecek kadar olgun ve acılarla doluydum.
Yağmurun dökülüşünü izlerken sessizlik kanıma öyle çok işlemişti ki, içime gömdüğüm bünye artık güçlü olduğunu kanıtlamak istercesine göğsüme baskı uyguluyordu ama yine de ona bir tepki vermiyordum. Yalnızca yağmuru izliyordum.
Onun da konuşmayacağını fark ettiğimde, “Şu an Mert misin yoksa Gurur mu?” diye sordum, sesime yayılan durgunluk dikkatini çekmiş gibi ela gözlerini benden tarafa çevirdi ama ona bakmadım. Yalnızca keskin bakışlarının bir bıçak tenime sürtünüyormuş da gerisinde soğuğu ve sızıyı bırakıyormuş gibi hissettiren gözlerini hissettim.
Bir an durdum ve Gurur ile kendimi düşündüm.
Onu bir buza benzetiyordum.
“Hangisi olmamı isterdin?”
“İstek değil, soru,” dedim sadece. Omuz silktim. “Fark etmez.”
Sonra durdum ve Mert’i düşündüm.
Onu bir küle benzetiyordum.
“Eder,” dedi, bu beni duraksatsa da ona bakmadım. “Mert olursam, bana anlatacakların ya da bana soracakların olacak, Gurur olursam hiçbirini anlatmayacaksın ve sormayacaksın.”
Dudaklarım öne doğru büzülürken, gözlerim yağmurdan ayrılmadı. “Bilmem,” diye mırıldandım. “Belki.”
“Sana göre Gurur senin hiçbir sorunu yanıtlamaz,” dedi yavaşça, sadece onu dinliyordum ama parmağını bastırdığı noktaların doğruluğunu yok sayamazdım. “Sana göre Gurur sırlarını öylece bırakabileceğin biri değil ama en büyük sırrının ortağı.”
“Yorum yapmak istemiyorum,” diye fısıldadım sadece. “Sen nasıl görmek istiyorsan, öyle.”
“Mert’i henüz tanımıyorsun ama ona soracakların ve anlatacakların var. Hiç olmazsa Gurur’u tanıyordun,” dediğinde, birden bu cümlesi içimde derin bir farkındalığın başını kaldırıp yüzümü izlemeye başlamasına neden oldu.
“Her neyse,” dememle, “Şu an Mert’im,” demesi bir oldu. “Sen bu arabanın kapısını açıp çıkana, benden uzaklaşıp kaybolana kadar Mert olacağım.”
“Sana hemen çat diye sorular soracak değildim.” Durup yağmuru izledim, uzunca sustum ve o da cümlemin devamı varmış gibi sessizce beni bekledi. Haklıydı, devamı vardı. “Sana başta sadece seni tanımak için sorular soracaktım. Bu saçma mı?” Bana baktığını hissedince, ben de omzumun üzerinden ona baktım ve bir cevap bekliyormuşum gibi kaşlarımı kaldırdım. “Gurur’a güvenebilmem imkânsız ama Mert’i henüz tanımıyorum.”
“Gurur’u da tanımıyorsun,” dese de çok geçmeden yeni bir cevap hakkı doğurmamaya karar vermiş gibi, “Bana hobilerinden bahsetsene,” dedi başta kurduğu cümlenin devamıydı sanki bu. “Yani en sevdiğin kitap dışında. Mesela Zerda ne dinler?”
Her nedense, bana cevap hakkı doğmasına izin vermediği cümlesi beni oldukça yaralamıştı. Bunun nedenini bir türlü tam olarak kavrayamadım ya da o an belki de bunu kavramak düşüncesi beni korkuttu ve kendimi bu düşünceden olabildiğince uzağa taşıdım.
“Shamrain severim,” dediğimde ilgili gözlerini yüzümde hissettim, artık ona bakmıyordum, gözlerim yalnızca yağmurun hırçın dokunuşlarındaydı. “Coldplay,” diye devam ettim. “Teoman.” Omuz silktim. “Cevdet Bağca.” Yavaşça gülümsedim. “Kıraç.”
“Kaliteli kulağın varmış,” dedikten sonra derin bir nefes aldı. “Yeni Türkü’yü sever misin?”
“Evet,” dedim sadece.
“Kült filmleri mi sever misin yoksa köşede kimsenin bilmediği, seni etkileyen filmleri mi?” Sorusu kaşlarımı derince çatmama neden oldu. Onunla bu şekilde normal şeylerden konuşabiliyor olmak çok garipti, bir süre bunu hazmetmeye çalışarak bekledikten sonra, “Her ikisi de,” dedim.
“Selvi Boylum Al Yazmalım’ın sonunu bilmeyen kıza bak sen,” diye takıldıktan sonra, “Dur,” dedi kendi kendine. “Mert henüz bunu bilmiyor.”
“Hepsini bir köşeye bıraksana,” diyerek ona doğru döndüm, bu hareketimi beklemediğinden durdu ve yüzüme dikkatle baktı; yüzüne çarpan sokak lambasının yarattığı aydınlıktan yağmur damlalarının gölgeleri tıpkı gözyaşları gibi kayıyordu. “Ben Mert’in nasıl biri olduğunu merak ediyorum, bunu bana gösterecek misin? Aslında kim olduğunu, çevresindeki insanların kim olduğunu.”
Gözlerindeki kuşku, harelerinin elasını bir sarmaşık gibi sarmaya başladı ve tüm ifadesini bir girdabın içine çekiyor gibi içine çekerek ele geçirdi. Yüzündeki parçaların yan yana durup oluşturduğu bütünü izledim. Çatık kaşları onun fırtınasıydı, çatık kaşlarının altındaki gözler bir girdaptı, bakışlarında ibresinden kan damlayan bir saat vardı ve o saat, bir cinayetin ortasında durup aynı rakamın üzerinde asılı kalmıştı; akrebinin zehri tükenmiş, yelkovanı bir rüzgârda ortadan ikiye ayrılarak yarılmıştı.
“Güvenmediğin kişi Zeliha değil,” dediğimde, gözlerinin göğünde kanat çırpan akbaba beni izliyordu. Yavaşça önüme döndüm. “Sen kimseye güvenmiyorsun.”
“Yeni tanıştığın birine güvenir misin? Ben güvenmem.”
“Birini tanımak istiyorsan, ona bir şeyler anlatmalısın ve o da sana bir şeyler anlatmalı. Hakkında hiçbir şey bilmediğin bir insanı tanıyamazsın.”
Derin bir nefes aldı. “Atıcılık, okçuluk ve aikido ile ilgileniyorum,” dedi, ellerini direksiyonunun üzerine koyup derin bir nefes aldı. “Bir süre İngiltere’de yaşadım, yabancı dilimi yurtdışında geliştirdim, İngiltere’de.” Sakince onu dinliyordum. “İngiltere’de kız kardeşimleydim, yaklaşık iki yıl kadar kaldık, döndüğümde de kaldığım yerden devam ettim.”
“Neye?”
“Asker olmaya,” dedi sakince. “Şu an Eylül ve Eymen, yani kardeşlerim, ikisi de Süleyman Demirel’de eğitim görüyor, muhtemelen onları görmemişsindir, ikisi de sosyal çocuklar olsalar da buradaki insanları pek sevmezler. Annem Şebnem, şu an Ankara’da yaşıyor, aslında Erzurumluyum ama ne ben orada kaldım ne de ailemi orada bıraktım. Benim gitmem gerekiyordu, gideceksem onlar orada kalamazdı.” Bir an bana kendini açtığını düşünecektim ki, birden Mert olmasına rağmen soğuk duvarını önümüze ördü. “Ailesinden çok uzak kalmayı sevmeyen biriyim sadece, takıntılı değil. Ben düşmanımın bile gözümün önünde durmasını isterim.”
Sözcükleri, kan tarlasında avuçlarına ölüm bulaşmadan yürümeye çalışmak gibiydi ama başaklar gibi boy vermiş cesetler yüzüme çarptıkça, kendimi korumak için ellerimi kanlı cesetlere uzatıp onları itiyordum.
Durdu, bir süre bana verdiği bilgiler onun sınırlarıymış gibi kendini sorgulayarak yüzümü izledi. Yağmurun düşüşü ağırlaşmamıştı, aksine şimdi gök en net biçimde nefretini kusuyormuş gibi gürlüyordu. Öfkeyle bağıran göğün sesine eşlik eden damar gibi ayrılan şimşekler şehri çok fazla aydınlatmıyordu çünkü zaten sokak lambaları son derece baskındı.
“Babandan bahsetmedin,” dedim, bir an yüzünde daha önce onda bile rastlamadığım derecede korkunç bir gölgenin süzülerek gözlerine tırmandığını, göz bebeklerinin içine sızarak ruhuna karıştığını düşündüm.
“Babam yok,” dedi. “O yüzden bahsedeceğim bir şey de yok.”
Kaşlarım hafifçe yukarı doğru kabardı, derin bir nefes alarak, “Bir erkek arkadaşım vardı,” dedim, sesim kuru bir rüzgârdan bile daha kuruydu. “Onu öyle çok seviyordum ki, bir daha kimseyi sevmem mümkün değilmiş gibi hissediyordum. Bir konuda yanılmışım. Onu o kadar da çok sevmiyormuşum. Ama bir konuda, o zamanlar bile kendimden eminmişim, bir daha kimseyi sevmem mümkün değilmiş.”
Son cümlem onun gözlerinde derin anlamlar kazdı. Sakin görünen ela gözlerinin diplerinde yangınlar yanıyordu, cehennemin o gözlerin dibine gömülmüş bir çukur olduğu düşüncesiyle zihnimi araftan kurtarıp onun cehennemine bıraktım.
“Seni birini severken düşünemiyorum,” diye mırıldandı, sesinin özünde derin düşünceler gömülü gibiydi, gözlerine de bulaşan düşüncelere hiç erişemeyeceğimi fark edip usulca yutkundum. Bunu fark etmiş gibi sakin gözlerini dudaklarıma indirdi, çok geçmeden gözleri yeniden gözlerime tırmandı ve o uzun bekleyiş başladı. Kuracağı bir sonraki cümlenin hayatımda birçok şeyi değiştirebilecek kadar önemli olacağı hissi bir içgüdü gibi içime yayıldığında, bu aptal hissi kapı dışarı etme isteği başını kaldırıp yüzümü izlemeye başladı. Bakışları Gurur’unki kadar olmasa da ifadesindeki meydan okuma netti. “Ama düşünmüştüm. Yani düşünmek için kendimi zorlamıştım.” Bu itirafı beklemediğimden öylece yüzüne bakakaldım. “Ama ben bunu düşündüğümde yanında başka bir adam değil, ben vardım.”
Belki öylesine söylüyordu bunu, belki bunu söylerken içinde tek bir yaprak oynamıyordu, belki onun için böyle kelimeler sarf etmek, nefes almak kadar kolaydı ama benim için bunları ondan duymak kolay değildi. Kendimi yolumu kaybetmiş bir hâlde, cennete çıkmasını beklediğim bir yolun sonunda, cehennem kapısının önünde gibi hissediyordum; alevlerin sıcağı yüzüme dokunup tenime sızıyordu, cehennemin aralık duran kapısından yere lavlar yayılıyordu ve kalbim korkmuyordu, sadece ağrıyordu.
Gözlerinin içine nasıl bir duyguyla baktım bilmiyordum ama Gurur çok kısa bir anlığına da olsa duraksayarak gözlerini ön camdan dışarıya çevirdi.
Derin bir nefes alarak, “Şimdi sana kafamı kurcalayan bir konuyu anlatacağım, yeni tanıştığım bir kadına anlatıyor gibi.” Birden sustu ve birkaç saniye bekledikten sonra, “Bir arkadaşım var,” dedi sakin bir sesle. “Bir konudan dolayı ona çok sert davrandığımı fark ettim. Özellikle bu gece ona öyle davrandığımı daha çok farkına vardım.” Ne anlatacağını merak ettiğim için sakinliğin vücut bulmuş hâliymişim gibi sadece onu dinliyordum. “Ona söylemek istemediğim, hiç de istemeyeceğim şeyler söylüyorum ve onun aptal bir yüreği olduğunu düşünüyorum ama aynı zamanda onun çok güçlü bir adam olduğunu da biliyorum.” İki kaşının ortasında derinleşen yarığı izlediğim sırada Gurur yutkundu, âdem elması boğazı boyunca kaydı ve sonra söyleyemediklerine ait bir yumruymuş gibi tekrar boğazının ortasına oturdu. “Sevmemesi gereken birini, sevmeyeceğine bizi inandırarak yönünü kaybetmiş gibi seviyor.” Gözlerim, ela gözlerden ayrılmadı. “Bir ilişkideki üçüncü kişi olmayı nasıl kaldırabiliyor?”
Bana karşı böyle açık olması beni şaşırttı. Sanırım sebebi Devran ile Biricik’in olayını tam da o an öğrenmemden kaynaklıydı. Sakince, “Birini sevmek ya da sevmemek bizim elimizde değil sanırım,” dedim, bu sesimde indirdiğim ilk buzdan duvardı. “Onun da boşluğuna denk gelmiştir.”
“Boşluğuna denk gelince sevebilir misin birini?”
“Bilmem,” diye mırıldandım. “Ben birini sevebileceğime olan inancımı kaybettim.”
“Boşluğuna denk gelince birini sevebileceğini ima ettin, kendinin olmasa bile onun için ima ettiğin buydu,” dediğinde sesindeki merakın rengi koyuydu. “O zaman inancını kaybetmiş sayılmazsın bence.”
Çok kısa da olsa şaşkınlığın içime mürekkep gibi yayılmasıyla, “Şu arkadaşın,” diye mırıldandım. “En başta kızın bir ilişkisi olduğunu biliyor muydu?”
“Arkadaşımı tanımıyorsun değil mi?” Benden bir güvence bekliyormuş gibi bakınca, sinirlerim bozulmuş gibi gülüp başımı salladım.
“Hayır, arkadaşını tanımıyorum.”
“Bilmiyordu.” Duraksayıp bunu sindirmeye çalıştım. “Saklayan kız değildi, ortada birbirlerine bu bilgiyi vermelerini gerektiren bir konum yoktu.” Kafam karışmış bir hâlde Gurur’a baktığımda, beni aydınlatması gerektiğini fark ederek derin bir nefes aldı. “Kız bir ödevi için bizden yardım istedi. Abimiz olarak gördüğümüz biri de ona yardım edecek kişi olarak arkadaşımı seçti. O süreçte arkadaşım hep kızın yanındaydı, sonra takılmaya başladılar ama bunun geçici bir şey olduğunu düşündürttü bize.” Gözlerimin içine nabzımı ölçmek istiyormuş gibi baktı. “Birlikte oldukları süreçte, yani fiziksel bir birliktelikten bahsediyorum, duygusal değil, işte o süreçte arkadaşımın kızın hayatındaki kişiden haberi olmuş ama umursamamış. Kız da pek bir şey söylemiyormuş, devam ediyorlarmış. Arkadaşım böyle şeyleri önemser ve dikkatlidir, biz çok şaşırıp onu uyarsak bile zamanla aslında kızın ilişkisinde çok büyük problemler olduğunu, o süreçte de arkadaşıma yaslandığını öğrendik.”
Duraksadım. “Yani kızın iyi giden bir ilişkisi yok muydu?”
“Arkadaşımın birlikte olduğu kıza henüz küçük yaştalarken tecavüz etmiş,” dediğinde bir an kanım donmuş gibi yüzüne bakakaldım. “Kızın ailesi orta gelirli bir aile, çocuğunkisi ise taşakları yere sarkan cinsten bir aile. Oğullarının ceza almayacağını bildikleri için kızın ailesinin şikâyetini önemsememişler.” Duyduklarım beni dehşete düşürüyordu ama bir an olsun onu durdurmadım ve anlatmasını bekledim. Gurur, anlattıkları kendisine bile ağır geliyormuş gibi bir müddet sustu, sonra tekrar konuşmaya başladı. “Kızın annesi pankreas hastası, bu yüzden kıza edilen tecavüzden de yasal süreçten de anneye bahsedilmemiş. Baba biliyor sadece.” Dudaklarımı kemirdim, duymak istemiyordum, kelimeler çok acımasızdı. Canımı yakıyordu. “Bir sonuç alamıyorlar ve sonunda oğlanın babası gidip kızın babasıyla konuşuyor, masaya silah koymalı konuşmalar bunlar,” dediğinde kaşlarım sertçe çatıldı. “Oğlunun kızı her hâliyle kabul edeceğini, onu şikâyet etmesine rağmen geri istediğini, bir nişan takacaklarını, sonra da düğün yapacaklarını söylüyor. Kızın babası reddediyor, ölüm tehdidine rağmen. Ama diğer baba, anneyi olaya katıp ona her şeyi anlatacağını söyleyince, kız da baba da yelkenleri suya indiriyor.”
Dışarıdan gördüğüm kadarıyla bildiğim o güzel görünen ilişkilerinin ardında böyle bir şey mi vardı gerçekten?
Boğazımdan aşağı kayan ağrıya rağmen sadece Gurur’un gözlerinin içine baktım.
“Böylelikle, kızın babasından sakladığı ama karşı taraftan şiddet ve hakaret gördüğü ilişkisi başlıyor.” Gurur, derin bir nefes aldı. “Bu herifi bırak aldatmak, ben kalbini söküp yerinden çıkarırdım, kız az bile yapıyor ama asıl konu, kızın karşı taraftan ayrılması imkânsız.”
Birden sertçe, “Öldürmeniz gereken böyle bir insan varken,” diye hırladığımda, Gurur yavaşça gülümsedi.
“Babası bu olayın kıza bağlı olduğunu bilir ve yine bildiği gibi, kız korkak, kızın hayatını mahveder. Bunu yapar. Annesinin kaç atışlık canı kaldı belli değil. Bunu göze alamayız.”
İçime oturmuş o çaresizlik hissi öyle büyüktü ki. Biricik’i düşündüm. Sarı saçları kalın bukleler hâlinde omuzlarından düşüyor, cam mavisi gözlerine vuran güneş yüzünden uzun parmaklarını alnının üzerine bastırıyordu ve omzundan kayan çantasını yukarı çekerken sevgilisinin arabasına doğru ürkek adımlarla ilerliyordu. Bu anı, aylar önce görüp zihnime kabul ettiğim, içine kazıdığım ama sorsalar hatırlamayacağım bir anıydı. Yutkundum. O gün onun oradaki çekimserliği, herkesin yere düşerken narin gördüğü adımlarının aslında korkudan titrediğini şimdi fark ediyordum. Gözlerimi yumdum ve onu fakültenin önünde, yağmur yağarken gördüğüm o sabahı hatırladım. Gökyüzü acıdan uyuyamayan bir kadının kalbi gibi dopdoluydu; gri bulutlara ışıklar veren her bir şimşek, kadının içten içe attığı yardım çığlıklarıydı. Sarı perçemlerini düzeltişini, narin bakışlarını tek bir yere sabitlemiş öylece boşluğu izlediği ânı hatırlıyordum. Ona yaklaştığım ilk gün sorduğum her soruya verdiği ürkek cevapları anımsayınca kalbim tamamen sızının hükmü altına girdi.
“Ve ben tüm bunları bilirken, yaslandığı birini onun elinden almaya çalışıyorum,” dediğinde, kalbimdeki ağrı artarak sırtıma kadar yayıldı. Eğer sırtımda kanatlarım olsaydı, köklerinde ağrılı bir kanama başladığını düşünürdüm.
“Bunun yerine neden onlara yardım etmiyorsunuz?”
Sorum onu gerçekten güldürdü, alaydan uzak, küfürleri içine gömmüş soğuk bir gülüştü bu. Bana değil, sorduğum soruya da değil, ortadaki duruma atılmış yumruk kadar ağır bir gülüştü.
“Her şey senin şak diye cevap yapıştırabildiğin kadar kolay olsa, ne Gurur ne de Zeliha oldukları konumda olmazlardı, değil mi?” Sorusu birden içimi çok acıtsa bile cevapsız kalmaktan yana kullandım tüm haklarımı. Arabanın silecekleri çalışınca otomatik ses beni ürpertti, yağmurun hırçın suları arabanın otomatik kollarıyla etrafa savruldu; sessizliğimin üzerine bir ağrı daha binmeden dik konuma getirdiğim omuzlarımdaki sızıyı görmezden geldim.
Gurur, bir canavar gibiydi ve güneş, o canavarın dünyasında soğuktu. Ben ise o canavarın önünde durmuş, güneşin soğuğunu teninde hisseden küçük bir kız çocuğuydum, canavar etrafımda dolaşıp ellerimi izliyordu, ona dokunmamı istiyordu ve ona dokunuyordum; bana alışıyordu, soğuğuna alışıyordum ama ona alışmamak için savaşıyordum. Eğer ona alışırsam, önce beni parçalardı.
Bana anlatmıştı, bunu duvarlarını kaldırmak için değil ya da bana güvendiği için değil, Biricik’i gördüğümde gözlerime suçlayıcı bakışlar yayılmasın diye yapmıştı. Her ne kadar ön yargılı olmayacağımı söylesem de belki de Biricik’e olan bakışlarım değişecekti, şimdiyse onu ilk gördüğüm yerde ona sarılmak, sarsıla sarsıla ağlarken onu avutmak değil, onun beni avutup susturmasını, içimdeki acıyı dindirmesini isteyecek gibiydim.
“Muhtemelen tanısan ön yargılı yaklaşacağın bir arkadaşım daha olurdu,” deyince hâlâ Zerda konumunda olduğumu hatırlayıp gözlerimi kırpıştırdım. “Biraz çapkın.” Sessizce yutkundum, Yener’den bahsettiğini fark ettim. “Ama bunun sebebi de travmaları.”
Bana her şeyi anlatmak zorunda değil, diye iç geçirsem de bir yanım merakla dolmuştu bile. Ön yargılarımı kırmak istiyormuş gibi bir hâli vardı, her nedense bu yaptığı bana kendini kapatıp duvar örmesinden bile daha tehlikeli geliyordu. Yine de sakince bana bırakacağı kelimeleri bekledim.
“Çapkınlığının sebebi mi?”
Sessizce yüzümü izledi. “Evet, Zerda,” dedi ismin altını çizerek, bu, Zeliha olduğun an duyduğun her şeyi unutacaksın bakışıydı, biliyordum. Sakince bunu kabul ettim. Bu işin sonunda düşmanım bile olsa, Zerda olduğum gecelerde bana anlattığı her şey, zihnimin mezarlığında sakin uykular çekecekti.
“Arkadaşım genelde evli kadınlarla ilişki kurar,” deyince, dudaklarım dalgayla yukarı kıvrıldı.
“Arkadaşlarının kaderi mi bu?”
“Hayır,” dedi Gurur, dudakları yavaşça yukarı büküldü. “Arkadaşım bunu bilerek yapıyor, diğer arkadaşım gibi değil.”
“Evet.” Birden konu çok daha ilgi çekici bir hâle geldiğinden, yeni tanıştığı bir yabancıya hayatını açan bu insana sakince başımı sallayarak devam etmesini belirttim. “Sen insanları yaralarından vuracak birine benzemiyorsun. Hoş, seni yeni tanıyorum ama.” Bana alay dolu bir bakış attı, ardından gözlerini yağmura çevirdi. “Arkadaşım özellikle kendinden üst rütbeye sahip, onu hep ezmiş insanların eşleriyle ilişki kurar ve bu konuda hiç zorlanmaz.” Durgun bakışlarım yüzünün sınırlarında dolaşıyordu. “Çünkü babasının annesi tarafından o insanlar gibi insanlarla aldatıldığını görmüş, çok küçükken.”
Duraksayıp sadece çatık kaşlarla ona baktım. Sadece çatık kaşlarla.
“Babası da onunla aynı konumdaydı,” deyince, Yener’in babasının bir asker olduğunu anladım. “Sonra arkadaşım çok küçükken annesinin, babasının üstleriyle birlikte olduğunu görüyor.” Sırtımdan buz gibi sular inerken başımı iki yana salladım ama Gurur susmadı. “Özellikle ilk kez yakaladığında, annesi çıplak ve adam üzerindeymiş.” Zaman şimdi ileriye değil, geriye doğru düşerek beni geçmişin kıyılarına sürüklüyordu. İçinde hiç bulunmadığım geçmişin karanlık koridorlarında ilerlemeye başladım. Her geçtiğim kapının önünde başka bir hayatla karşılaşıyordum ve her karşılaştığım hayat, karşımdaki bu adamla bağlantılı insanların hayatlarıydı. “Annesi ağlayıp ona yalvardığı,” durup güldü, “evet, küçücük bir çocuğa yalvardığı, baban bizi bırakır gider dediği için susmuş ve bu olanları normal karşılamaya başlamış. Ta ki babası en yüksek mertebe olan şehitlik mertebesine ulaşana dek.”
“Bu bir çocuk için…”
“Çok ağır bir vicdan yükü.”
Başımı sallayarak devam ettirdiği cümlemi onayladım. Şimdi Yener, gözleri kan çanağı olmuş küçük bir erkek çocuğuydu, donuk bakışları yüzümdeydi, ileride, arabanın dışında, yoğun bir şekilde yağan yağmurun altında doğrudan bana, arabanın içine bakıyordu. Gözlerimi yumdum ve bu görüntüyü zihnimden dışarı salarak ondan kurtulmak istedim, gözlerimi açtığımda görüntü hâlâ oradaydı.
“Kadınlara hiç zarar verdiğini görmedim, biliyorum ki görmeyeceğim de ama o adamlardan bu şekilde intikam almaya devam edeceğini biliyorum,” diye devam etti Gurur, donuk bakışlarımı ön camdan ayırmadan tenimde yürüyen uyuşukluk hissinin altından kalkmaya çalıştım.
Boğazımdaki ağrıyla, “Bu bir çocuk için çok ağır,” diye fısıldadım.
“Asıl ağır olan, annesini değil, kendisini suçluyor olması.” Gurur’un bu cümlesi beni şoka uğratmıştı. “Annesi Balıkesir’de yaşıyor, evet, annesiyle hiç görüşmüyor ama annesinin bütün ihtiyaçlarını karşılıyor ve hiçbir şey olmamış gibi annesiyle telefonda konuşurken ona onu sevdiğini söylüyor.” Gözlerimi Gurur’a çevirdim, yüzünde allak bullak bir ifade vardı. “Bunu yapan annesi olduğu hâlde, buna engel olup annesine doğru yolu gösteren kişi olamadığı, babasına o adamlardan uzak durmasını söyleyemediği için bu hikâyedeki tek suçlunun kendisi olduğunu düşünüyor.”
“Annesini seviyor,” dediğimde, Gurur başını salladı.
“Annesini bu kadar sevdiği için, bir daha hiçbir kadını sevmeyecek.”
“Ama bu…”
“Haksızlık, değil mi?” Başımı salladım, başını salladı. “Evet, tüm bunları yapıyor ama bunları yapan o değil, ona yaptırıyorlar.”
Ön yargı içimi ateşe verdi. Özünü bilmediğimiz her şeyi neden gözümüze göre şekillendiriyorduk? Duyduklarım bana fazla geldiğinden, “Anladım,” diyebildim yalnızca.
Oysa en başında anlasaydım, belki anlayabilseydim ya da anlayabilmek isteseydim, bu daha doğru olmaz mıydı? İnsanların şu an olduğu kişiyi değil, şu an olduklarına dönüştürülmedikleri zamanlar olduğu kişiyi tanımaya çalışmıyorduk hiç. Herkesin özünde iyilik de kötülük de mevcuttu, bazıları ya kötülüğü daha fazla gösterirdi ya da iyiliği ama mutlaka her ikisini de içinde taşırdı; şimdi sırf yara kabuğu gibi onları kaplamış yeni benliklerini suçluyoruz diye, geçmişlerindeki masumiyeti nasıl ateşe verebilirdik? Yener de Biricik de masumdular. Biri tüm olanlara rağmen annesini sevecek ve annesinin suçunu üstlenecek kadar masumdu; diğeri yine annesi için ona vuran, dışarı gülücükler saçan, ona en korkunç anlardan birini tattırmış bir adamla yolunu devam edip, sırf birine sığınıyor diye yüzü kızaracak kadar masumdu. Evet, belki Yener’in de Biricik’in de büyük hataları vardı ama bu onları, geçmişte ve hâlâ ruhlarında taşıdıkları masumiyetten ayrıştırmaya yetmezdi. Belki de onlar bizden, bizim içimizdeki şeytandan, zihnimizde konuşan o kötülüğün pürüzlü sesinden katbekat masumdular.
Seni seven adamın elini tutup, ona sadık olmak kolaydı; bu seni iyi biri yapmazdı.
Sana vuran, seni mecbur bırakan, sana tecavüz etmiş bir adama ihanet edebilirdin, bu zordu ve bu seni daha kötü biri yapmazdı.
“Düşünüyorsun,” dediğinde, zihnim kendi çıkmazında körüklenmiş bir yangın gibi her yana dağıldı.
“Düşünmüyorum, sindirmeye çalışıyorum.”
“Sindirilmesi zor, haklısın,” dedi yalnızca.
“Yeni tanıştığın kişilere karşı hep böyle açık mısındır?” diye sordum dikenlerinden arınmış bir sesle.
“Hayır,” dedi, buz sıcağı gözlerini yüzümün her köşesinde hissettiğimde ona baktım, yüzünden hâlâ yağmurun gölgeleri süzülüyordu. “Benimle ilgili bilmen gereken bir şey var, ben hiçbir şeyi öylesine yapmam.”
“Bana bir amaç güttüğünü mü söylüyorsun?”
“Evet,” dedi, dudakları yukarı kıvrıldı. “Peki Zerda, sen hiç güttüğün amaçlar için kendini açtın mı?”
“Hayır,” dedim, sonra durdum ve bunu kısa süreliğine de olsa düşündüm. “Yaptıysam da hatırlamıyorum.”
“Dürüst müsün?”
“Hatırlamıyorum, bu konuda dürüstüm, yani hatırlamadığım konusunda.”
“Peki.”
Gözlerine başka bir cevap bekliyormuşum gibi baksam da bu cevabı bana vermeyeceği her hâlinden belli oluyordu. Gözlerine baktığımda, gözlerinde akan cehennemin lavlarını görüyordum ama sanki o lavlara dokunsam, o lavlar cennetin buzlarına dönüşecekti. Parmak uçlarımı yakacak kadar kuvvetli bir soğuk tenime nüfuz edecekti.
“Eve gideyim artık,” dedim kısık sesle, birkaç saniye durduktan sonra başını salladı. Arabayı çalıştırıp sürmeye başladı. Arabanın öne doğru atılarak harekete geçtiği saniyeleri yağmurun görüntüsüne yaydım ve yağışı seyrettim. O da ben de konuşmadık, kelimeler aramızda cesetler gibi asılı kaldı.
Araba evimin olduğu sokağa doğru döndüğü an, sırtımı yasladığım koltuktan uzaklaştırıp bakışlarımı binanın önüne çevirdim. Binanın önünde, üst katımızda yaşayan üniversiteli gençlerin gri arabası park hâlindeydi, hemen ileride elindeki büyük kovayı çöpe deviren yaşlı adamı izledim, yağmura aldırış etmeden çöpünü boşalttıktan sonra kovanın demir sapını tutup kovayı sallaya sallaya sırtı bize dönük bir şekilde uzaklaşmaya başladı.
Araç binanın önünde durunca, motorun aniden parçalanıp kesilen sesinin boşluğu zihnimde anlık bir çınlama yaşanmasına neden oldu. Tam kapıya uzanacaktım ki, “Zerda,” dedi, durdum ve adapte olmaya çalıştığım bu ismin hissettirdiklerini yutarak omzumun üzerinden ona baktım. “Benimle tanıştığına memnun olmadın mı?”
Sorusu beni şaşırttı. Bakışlarının altında, kurak bir çöl gibi yanıyordum. Bakışlarının altında, buz gibi bir gecenin ortasında, avucuma düşen kar tanelerini izliyordum ve soğuk öyle çoktu ki, kar taneleri avuçlarımda erimiyordu. Avuçlarımı kapatıyor, kar tanelerini avuçlarımın içine gizliyordum, soğuk tenime yayılıyor, kar taneleri buzdan köklerini ellerime sararak bir sarmaşık gibi bana dolanıyorlardı.
“Oldum,” diye fısıldadım, bu defa onu beklemedim ve elimi uzatıp gözlerinin içine baktım. “Seninle tanıştığıma memnun oldum, Mert.”
Bir şey söylemedi. Sadece elini uzatıp elimi avucunun içine alarak usulca sıktı.
“Ben de memnunum.”
Elimi geri çekerken parmaklarımız birbirine kıvılcımı yaratmak isteyen kibritler gibi sürtünmüştü. “İyi geceler,” diye mırıldandım, yorgun sesime rağmen aydınlık bir yüzle ona baktığımda, durdu ve sadece başını salladı.
“İyi geceler.”
Kapıyı açtım, yağmurun soğuk kokusu beraberinde toprağı sırtlanarak aracın içine doldu. Derin bir nefesi içime çekmemle, koku bir bıçak gibi içimi deşerek ciğerlerime kan gibi aktı. Islanmayı umursamadan dışarı adımımı attığımda, Gurur’un benden tarafa eğildiğini hissettim ve çok geçmeden büyük, sıcak avuçlarının baskısını bileğimde hissettim.
“Sende bir şey var,” dedi, küçük bir kız çocuğu beyaz etekleri dalgalanırken yağmurun ortasında kollarını iki yana açmış dönüyor, eteklerinden kelimeler yere dökülerek yağmurun suyuna karışarak sokak boyunca sürükleniyordu. “Öfke var,” diye fısıldadı, duraksadım. “Merhamet var.” Yüzüme uzun uzun baktı, karanlığa rağmen gözleri güneş gibi parlaktı. “Kırgınlık var.”
Bir süre sustu, sadece gözlerime baktı.
“Bendeyse sadece nefret var.” Bu itirafı üzerine ne diyeceğimi bilemeyerek ona baktım. “Sadece nefretten yaratılmış bir adamım. Işıklarımı ne zaman söndürürsem, o zaman benden kaç,” dedi. “Ben ışığımı söndürürsem sana nefretimden bir aşk yaratırım. Ve bu seni sadece daha fazla kırar.”
Akrep ve yelkovanın parmak uçlarında birbirinin sırtını takip eden rakamlar değil de tüm gece zihnimi yoklayacak kelimeler varmış gibi hissediyordum. Tüm gece zihnimde, bir karanlık gibi çöktükleri düşüncelerimin içinde duracaktı söyledikleri.
“Aç,” dedim merakımı gizlemeden. “Ne demek istiyorsun?”
“Eğer sana nefretimden bir aşk yaratırsam,” dedi ciddi bir sesle, “şimdi olduğundan daha kırgın olursun.”
“Ama sana âşık olmamı istiyorsun, değil mi?”
“Gurur olarak mı cevap vereyim yoksa Mert mi?”
“Mert az önce iyi geceler dedi ve gitti,” dediğimde başını salladı.
“Evet, sana nefretimden bir aşk yaratmam gerek.”
“Bu işin sonunda daha çok üzüleyim diye mi?”
“Hayır, bu işin sonunu görebilelim diye.”
“Ben seni sevmem, Gurur,” dediğim an, ona tokat atmışım gibi baktı ama umursamadım ve konuştum: “Ben yalnızca seni değil, kimseyi sevmem.”
“O adam yüzünden mi?”
“Kimseyi suçlamıyorum, bu benim seçimimdi.” Bileğimi yavaşça elinden çekip kurtardıktan sonra gözlerinin içine baktım. “Sonunu görmeye ihtiyacı olan tek kişi değilsin, benim de ihtiyacım var. Sana âşık olmadan da âşıkmışım gibi davranabilirim.”
“Öyle diyorsan,” dedi sadece.
“Evet. Öyle.”
Bir şeyler söylemesi belki de ikimizin de ihtiyaç listesinin başındaydı ama sadece bana baktı. Gitmem gerektiğini belirten bir bakışı gözlerine yerleştirmiş olsa da içimden bir ses, eğer kalacak olursam daha konuşacağımız çok şey olduğunu söylüyordu. Sessizliğimi korudum. Arabadan indiğim sırada yağmur saçlarıma düşmeye başladı. Arabanın kapısını kapatıp, ona bakmadan sırtımı dönerek binaya doğru ilerlemeye başladım. Sırtımda gözlerini hissedebiliyordum. Ben binanın otomatik kapısının şifresini girene ve kapının açılırken çıkardığı o tok ses duyulana dek aracının motorunu çalıştırmadı. İçeri girdiğim an, motorun çalışırkenki sesi sokağa yayıldı. Merdivenlere yönelip derin bir nefes aldım. Neden böyle hissediyordum?
Eteklerinden kan damlayan bir kadın, arkamda beni geçmişten kopardıklarını sırtında taşıyarak takip ediyordu. O kadının karşısına dikilsem, soracağım tüm sorular içimde boğuldukları için hiçbir şey söyleyemeden sadece onu izlerdim.
Anahtarımı aramak için çantama uzanacakken kapı birden patırtıyla açıldı. İrkilerek geri çekilip içeriye doğru baktığımda, babaannemin eli belinde bir şekilde bana baktığını görünce kaşlarım çatıldı, ardından gözlerim irileşti ve şaşkınlık tüm yüzüme yayılarak ifademi yeniden şekillendirdi.
“Telefonunu neden açmıyorsun bakayım sen?” diye sordu pembe rujlu dudaklarını öne doğru uzatarak. İnce bedenine giydiği kırmızı payetli kazak ve siyah taytı şöyle bir süzdükten sonra, aynı ismi paylaştığım babaanneme ne diyeceğimi bilemeyerek baktım. “Bu saatlere kadar sokakta kalmanın umarım romantik sebepleri vardır da affedebilirim seni…” Permalı kısa saçlarını savurdu. “Babaanne torun sarılması yapmayacak mıyız?”
“Nasıl ya?” diye sordum şok olmuş bir hâlde. “Babaanne?”
“Ve Eymen,” dedi babaannemin hemen arkasında beliren erkek kardeşim. Temiz, tıraşlı suratına yayılan kemikler, onun ne kadar büyüdüğünün görsel bir kanıtı gibiydi. Çikolata kahvesi rengindeki saçlarını karıştırarak bana sırıttı. “Babaannem seni görmek istedi, sonra düşündüm de ben de istedim sanırım.”
“Zaten bir saat uzaklığımda okuyorsun,” dedikten sonra babaanneme baktım. “Geleceğini söylesen hazırlık yapardım.”
“Islak,” dedi babaannem gözlerini kısıp, yavaşça sırıtarak. “Çillerinin renginde de bir açılma söz konusu… Ay…” İki avucunu birbirine çarpıp, birleştirdiği ellerini çenesinin altına getirerek bir genç kız gibi heyecanlandı. “Sonunda oluyor mu yoksa?”
Bir süre şaşkınlık içerisinde babaanneme baktım. Her zamanki babaannemdi işte, hayat doluydu, rengârenk ve heyecanlıydı, pozitifti. Çocukluğumdan bu yana onun hep insanları motive edebilmek için bu dünyaya gönderildiğini düşünürdüm.
Eymen, “Buna kim bakar?” diye dalga geçince, ona sert bir bakış attım. Ayça içeriden, “Bakan baktı, tatlım,” deyince, Çolpan’ın öksürdüğünü duydum ve babaannem birden beni geride bırakarak eve girdi.
“Bana anlatmadığınız şeyler var, değil mi? Dökülün… Bir daha iskambil falı falan bakmam bak size.”
Ayça, “Şahsen ben zaten anlatacaktım, torununun gelmesini bekliyordum, Maria,” dedi. Babaannem ile isimlerimiz aynı olduğu için tüm arkadaşlarımdan ona Maria demelerini isterdi.
“Neyi?” Babaannem hızla Ayça’nın kolunu tutarak onu mutfak masasına doğru çekerken, içeri girip ayağımdakileri çıkararak kenara bıraktım. Eymen kollarını göğsüne bağlamış, sırtını kapının arkasındaki duvara yaslamış sorgu dolu gözlerle beni izliyordu.
“Senin şu torunun var ya, sonunda koca buldu kendine, tek sorun koca sandığı o şeyin bir elektrik direği olması…” Ayça, sırıtarak bana kötü kötü baktı. Anlatmasında sakınca yoktu, babaannem her zaman anlayışlı bir kadındı, hatta bu konulara benden daha meraklıydı ama Ayça’nın anlattığı kişi anlatmaya değer biri değildi. Çünkü bizim aramızda bir şey olsun ya da olmasın, olan şey kesinlikle ilişki değildi. Biz birbirimizin ayak bağıydık.
“Ne bakıyorsun öyle?” diye sordum Eymen’e, maruz kalacağım soruları bile bile mutfak masasına doğru yürürken.
Kendini ileri iterek duvardan ayrıldı ama bana cevap vermedi. Ayça ile babaannemin hemen karşısına oturup, yorgun gözlerimi ovuşturarak babaannemi izlemeye başladım. Yüzünde aydınlık bir merakla Ayça’nın kolunu sıkı sıkı tutuyordu.
“Maria’m,” dedi Ayça bana pis pis sırıtarak. “Senin bu torunun var ya, kendisine asker buldu…”
“Ayy, asker mi?” Babaannem birden yüzünü buruşturdu. “Askerler çarşı izinlerinde kollarına birilerini takabilmek için sevgili yaparlar.”
“Öyle asker değil kız, komando komando…” Ayça sırıtınca, derin bir nefes alarak ona, iyi halt yedin, der gibi baktım.
“Komando mu?” Babaannem iri iri gözlerle bana baktı. “Bu turuncu kafalı yalan söylüyorsa, sizi ön bahçedeki toprağa gübre diye dökerim. Benimle dalga geçmiyorsunuz değil mi?” Uzun, pembeye boyalı tırnaklarını masaya vurarak ritim vururken bizden bir cevap beklediği her hâlinden belliydi. Kırışmış derisine rağmen uzun parmaklarını izlerken nasıl bir çıkmaza girdiğimi düşünüyordum. Düşündükçe korku içimde büyüyüp ruhuma intihar ipi gibi dolanıyordu.
Yanaklarımın içini dişledim.
“Doğru,” dedim sadece, daha ne kadar boka batabilirdim hiç bilmiyordum ama daha yolun başında olduğum kesindi.
Babaannemin Muğla’daki lakabı Süslü Maria’ydı, o yüzden Zeliha ismindense Maria ismini kendine daha yakın buluyordu. Hayatı boyunca romantizme hep önem veren bir kadın olmuştu, romantizm onun için hava, su, ekmek kadar gerekliydi. Eğer romantik filmler, kitaplar, diziler olmasaydı kesinlikle yaşantısını sürdüremezdi. Onu besleyen aşktı. Belki de çok erken yaşlarda büyükbabamı kaybettiği için içindeki aşk açlığını dindiremiyordu. Büyükbabama çok âşık olduğunu biliyordum, sırf bu yüzden genç yaşta dul kalmasına rağmen ikinci bir evliliği aklının ucundan dahi geçirmemişti. O büyükbabamdan sonra sadece aşka âşıktı, âşık olan insanlara, romantizme… Bu yüzden benim birine körkütük âşık olmamı istiyordu. Bu düşünce bile onu tıpkı bir zamanlar genç kızken hissettiği gibi heyecanlı hissettiriyor olmalıydı.
“Gerçekten biriyle birliktesin,” dedi şok içerisinde, pembeye boyalı tırnaklarını alnındaki kırışıklıklara bastırıp, iri kahverengi gözleriyle duyduklarına inanamıyormuş gibi bana baktı. Gözlerinin altına çektiği mavi göz kalemi akarak gözlerinin altındaki kırışık torbalara mavi gölgeler çizmişti. “Yani sen gerçekten biriyle birliktesin, öyle mi? Romantik bir ilişkiden söz ediliyor, değil mi?” Gözleri iri iri açıldı, onları yeniden kırpıştırıp tek nefeste konuştu: “Ve o bir komando, öyle mi?”
Eymen rahatsız bir sesle, “İyi de sen sevgili yapmazsın ki,” deyince birden kasıldım ama bunu ona belli etmemeyi başardım.
“Neden yapmasın?” Babaannem kaşlarını çatarak Eymen’e baktı. “Ablanı kıskanıyor olabilirsin ama yakışıklı bir enişte senin hakkın ve yakışıklı bir damat da benim hakkım. Hemen onunla tanışmak istiyorum. Yoksa onunla yağmurun altında romantik bir yürüyüş mü yaptın?” Babaannem bana beklentiyle bakarken ıslanan saçlarımı kulaklarımın arkasına sıkıştırdım. Karnımda bir ağrı vardı, sebebini bilmiyordum, üzerinde de durmadım.
“Bu konu konuşmaya değer değil, deniyorum öyle,” diye yalan söylediğimde, babaannem bana dik dik bakıyordu.
“Sen denemezsin. Deneme yanılma sana göre değildir, sen yaşarsın, tıpkı benim gibi…” Dudakları yukarı bükülünce kaz ayakları gözlerinin etrafına derin kuyular açtı. “Telefonda bile olsa bana anlatmanı beklerdim.”
“Ciddi bir şey olsaydı sana anlatırdım.” Bakışlarımı Eymen’e çevirdim. “Antalya’da olman gerekmiyor mu?”
“Bilmem?” dedi dudaklarında yarım bir gülümsemeyle. “Öyle mi gerekiyordu?”
Sessizce yüzüne baktım. Babaannem bir cevap bekler gibi bana bakmaya devam ediyordu ama kelimelerim dilimin altına yayılan cesetler gibiydi. Onları babaannemin zihnine bırakırsam, zihnine bir mezarlık yaptığımı fark etmezdi. Yağmur bir süre sonunda yeryüzünden elini eteğini çekerek dindi. Bu süreçte babaannem durmadan sözde yeni sevgilim ile ilgili sorular yağdırıp durmuştu. Her ne kadar donuk, sakin cevaplar vermeye çalışsam da babaannem kadar deneyimli değildim, beni yakalaması an meselesiymiş gibi hissediyordum. Süslü Maria’yı yanıltmak kolay değildi, o bir insanı sularla götürdüğü yerden bir çöl olarak döndürmeyi iyi bilirdi.
Bir süre Maria’nın, yani babaannemin ve Eymen’in burada kalacağını öğrenmek, sabahın ilk saatleri henüz güneşin kolları yeryüzüne uzanmamışken, kafamda koca bir ateş yanıyormuş gibi endişeyle dolmama neden olmuştu. Geldiklerinde evde olmadığımızı, kapının önünde Çolpan ve Ayça’nın gelmelerini beklediklerini öğrenmiştim, bu anlık vicdan azabı duymama neden olsa da şu an ikisinin burada olması demek, benim için çok daha büyük bir sorundu. Hem Gurur hem Cenan hem de babaannemle aynı anda başa çıkabilmem imkânsızdı. Üstelik o bana romantik sorular yöneltirken, bilmediği bir şey vardı ki torunu bu gece hırsızlık için hiç tanımadığı bir kadının evine girmiş, bir şeyler aşırmış, kendini anlatılsa inanmayacağı türden konuların içinde bulmuştu. O evden aldığım şeyleri Gurur’un arabasında bırakmıştım, bu bile içimi rahatlatmaya yetmiyordu.
Eymen burada yaşayan bir arkadaşında kalacaktı çünkü bizim öğrenci evimizde fazladan bir misafiri daha sığdırabileceğimiz kadar yatak ya da odamız yoktu. Babaannem salon ve mutfağı bir arada tutan alandaki o koca koltukta son derece rahat yatardı. Televizyon açık olmadan uyuyamadığı için burası onun için daha uygundu, ona odamı vermeyi teklif etsem de kabul etmemişti.
Üzerimde battığım yalanların çamurlarına rağmen, bedenimden duru bir şekilde damlayan su damlalarıyla banyodan çıktığımda, yükselen beyaz buhar beni takip ederek salona yayıldı. Babaannem pembe yorganına sarılmış, uzanır pozisyonda televizyonu izliyordu, herkes odasına çekilmiş, Eymen de arkadaşının yanına gitmek için evden ayrılmıştı. Eymen’in, Gurur hakkında hiç soru sormaması dikkatimden kaçmamıştı ama yine de bugünü atlattığımızda onun da konusunun Gurur olacağını biliyordum. Babaannem temiz kokuyu soluyunca bakışları bana yöneldi, bornozumun üzerine serdiğim uzun saçlarımdan akan sular bornozun omuz kısmında koyu lekeler oluştururken burnumu çekerek ona doğru yürüdüm.
“Ben uyuyacağım,” diye mırıldandım. “Benden istediğin bir şey var mı?”
Kısık kahverengi gözleri uzun süre yüzümde bekledikten sonra, kırışık parmaklarını yatağın kenarına vurarak ojelerinin bulanık bir görüntü yaymasını sağlayacak şekilde parmaklarını oynattı. “Uyumayacaksın, o gözlerde uyku yok,” diye mırıldandı. “Otur.”
“Gerçekten yorgunum…”
“Zeliha,” dedi sert bir sesle. “Otur.”
Derin bir nefes alırken dilime çöreklenen sessizliği koruyup dediğini yaptım ve parmaklarını vurduğu boşluğa oturup omzumun üzerinden ona baktım. Uzandığı yerde santim kıpırdamadan, “Eskiden seni görmeye geldiğime o kadar sevinirdin ki, kucağıma atlardın,” dedi sakin bir sesle. “Şimdi sana bakıyorum da sessizce beni izleyen küçük bir kız çocuğu görüyorum. Anlaşılmayı bekleyen…” Gözlerini yüzüme dikince, elimde olmadan yutkundum. “Yoksa bu sende gördüğüm, aşkın kederi mi?”
Duraksadım. “Ne?”
Akrep ve yelkovan birbirlerine dokunana dek bekledi.
“Bu aşk kalbini mi kırıyor?” Sorusu birdenbire Gurur’un sesinin zihnimin dört bir yanına bir avuçtan serbest bırakılan rengârenk misketler gibi dağılmasına neden oldu. Dudaklarında kederli bir gülümseme oluşuncaya dek, babaannemin gözlerinin içine, tam dibine baktım. “Benim bayağı gelinciğim,” deyince durdum, sadece yutkunmak istesem de bu olmadı. Bana ilk kez, bayağı gelinciğim, dediği ânı anımsadım, sonra sustum ve onu bekledim. “Güneş batmasını da bilir, doğmasını da.” Pembe ojeli parmaklarını parmaklarımın üzerine yerleştirdi. “Ama biz güneş değiliz, bir kez sevince, unutmasını bilemiyoruz.”
“Ya sevmiyorsam?” Bu sorum gözlerini yüzümde asılı bıraktı ama bakışları sanki gözlerimde değil de ruhumdaydı. “Ya sevmek istemiyorsam? Ya sevemeyeceğim kadar kötü biriyse? Ya da daha kötüsü,” diye fısıldadım. “Ya sevginin ötesinde, için için öleceğim kadar iyi biriyse?”
“İçin için ölmeden sevdim diyebilir misin?”
“Sevmek istemiyorum zaten,” dedim yorgun bir sesle.
“İstememek için biraz geç kalmışa benziyorsun, bayağı gelincik.”
Bir kapı yüzüme sertçe kapatılmış gibi hissetmeme neden olan cevabı karşısında sadece sessizdim. Aslında ben uzun zamandan beri böyleydim. Akrep ve yelkovanın göğsüme saplı durduğunu, kalbimin her atışında yelkovanın bir adım daha öne düşerek göğsümdeki zamanı çizdiğini hissediyordum. Babaannemin anlayışlı gözlerinden bir kazada derim kalkmış gibi sıyrılarak kurtulduğumda, eli hâlâ elimin üzerinde duruyordu.
“Kim bu çocuk?” diye sordu rüzgâr gibi serin bir sesle. “Sana böyle dişlerini sıktıran.” Bunu söylediği an, dişlerim birden gevşedi, babaannem bunu söyleyene dek dişlerimi sıktığımın farkında bile değildim. Yüzümde hangi duygunun izlerini görüyordu bilmiyordum ama bu defa bakışlarımı ondan kaçırmadım. “Ben bu bakışı biliyorum, Zeliş, hiç bakma öyle valla,” diye fısıldadı kimseye duyurmak istemiyormuş, geceye ait bir ninniyi bana mırıldanıyormuş gibi. “Ben bu bakışı elli sene içimde tuttum. O gitti, bu dünya bana otuz sene boyunca çok ayıp etti.” Elimin üzerine vurdu. “Bak şu gözüme, göz kaleminden, fardan, rimelden, kırışıklıklardan, damarlardan fazlası var bu gözlerde.” Gülerek başını kaldırıp gözlerini gözlerime yaklaştırdı. “Bu gözlerde elli senelik bir aşk var.”
Yutkundum. “Sen aşkı yaşamışsın, ne güzel,” diye mırıldandım, kuru sesim onu duraksattı ama beni dinlemekten vazgeçmedi. “Sevmişsin, elli sene sevmiş, yirmi senesi onunlayken otuz senesini onsuz geçirmişsin, yine de sevmişsin.” Omuz silktim. “Ben bir gün sevsem, ikinci gün sevilmedim diye gidebilecek biriyim. Ben senin gibi değilim.”
“Sana daha ayıp etmemiş bu dünya,” dedi bir elini kaldırıp sallayarak. “İki gün bakışıp, üçüncü gün elini tuttuğunu sevebileceğini sanıyorsun daha. Dur daha avucunu kalbine bastırıp hıçkıra hıçkıra ağlatmadı seni. O zaman görürsün dünya kaç bucak, o zaman görürsün dünya sana nasıl ayıp ediyor, o zaman görürsün bir gün sevdiğini ikinci gün senin içini deşse bile arkanda bırakabiliyor musun.”
Gözlerimi kırpmadan ona baktım.
“Bin birinci gün bile içini deşse, bir adım öteye gidebiliyor musun bak o zaman görürsün sen.”
“Neden göreyim? Beddua etme bana.” Gülümsedim, bu günler sonra ilk kez içimde sıcak bir hisle gülümsediğim anlardan biriydi. Burnundan sert bir nefes vererek güldükten sonra elimin üzerine yavaşça vurdu.
“Ah yavrum, asıl birini sevme kırılırsın dersem sana beddua etmiş olurum.” Anlayamadığımı belli eden gözlerim onu daha içten gülümsetti. “Bir gün bir adamdan sadece tek bir kelime duymak için boğazın yırtılana kadar ağlamazsan, büyüyemezsin.”
Söyledikleri ruhumu bir kafese emanet bırakıyormuş gibi hissettirdiğinden yavaşça doğrulup kalktım. “Uyuyacağım,” diye mırıldandım, sesimden kesik kesik yayılan bir çaresizlik vardı ve bunu kimse duyamazdı. Bunu sadece içim biliyordu. Hissettiklerim öyle kötü şeylerdi ki. Boğazımı kesseler akan kan değil, yuttuğum kelimeler olacaktı. Ruhumu sancıtan söyleyemediklerimdi ve yine söyleyemediklerim hayatımı ateşe verecek olan kibritte büyüyen ilk kıvılcımdı.
Babaannemi geride bırakarak odaya girdiğimde düşüncelerim artık daha ağırdı. Zihnimde bir akbaba, o koca, siyah kanatlarını savura savura uçarken, ölmesini beklediği düşüncelerimi keskin gözleriyle izliyordu. Kendimi bornozun içinde bir cenin pozisyonuna sokarak uzandığım an saçlarım yatağa düşüncelerime ait yılanlar gibi yayıldı. Parmaklarımı yastığın altına bastırıp, bakışlarımı çalışma masamda parıldayan cam bibloya çevirdim. Bu bir melek biblosuydu, camdandı, lise yıllarında sıra arkadaşım olan sarışın bir kızın benim için özel olarak kendi elleriyle yaptığı doğum günü hediyemdi. Kızın adını bile anımsayamıyordum ama nereye gidersem gideyim bu meleği de yanımda götürüyordum.
Bugün olanları düşündüm. Bunlar benim alışkın olmadığım şeylerdi. İçinde bulunduğum yere ait değildim, kendimi öyle çok çıkmazda hissediyordum ki… Şimdi bir de babaannem gelmişti, içimden bir ses onu buraya yollayan kişinin babam olduğunu söylüyordu. Her nedense babamın içimdeki çaresizliği hisseder gibi bir sıkıntıya düşerek babaannemi bana arkadaş olarak gönderdiğini düşünüyordum. Ama bilmediği bir şey vardı, şu an babaannemin varlığı çok daha büyük bir tehditti.
Sonra Gurur… Onu anlamıyordum. Onu hiçbir zaman anlayabileceğimi düşünmüyordum.
Duşa girmeden önce yastığın altında şarja bıraktığım telefonum usulca titreyince, düşünceler zihnime cam kırıkları gibi dağılarak gürültüsünü içime yaydı.
WhatsApp grubundan geldiğini fark ettiğim bildirimleri bir süre panelden izlesem de sonunda bildirimlerden birine dokundum ve açılan sayfa yüzümü ışığa buladı. Kısık gözlerle mesajları okumaya başladım.
Yener Açıkgöz: En temizinden bir LCD ekran televizyon açık arttırmasına hoş geldiniz, leş koğuşlarınızda telefonunuzu bağlayarak çok rahat bir şekilde porno izleyebileceğiniz bu televizyon için açılış fiyatım 1500₺
Yener Açıkgöz: Vural gibi sığırlar anlamaz diye söylüyorum
Yener Açıkgöz: Bin beş yüz Türk lirası.
Vural Demirezen: Bnlen nlakası war
Vural Demirezen: Snsn sıır
Vural Demirezen: Slk aq
Adnan Bahtıvar: Öncelikle yine yanlış gruba attın, sonralıkla bu grupta bir bayan olduğunu, bu bayanın formalite icabı bile olsa yengemiz olduğunu, ileride belki de gerçekten yengemiz olabileceğini göz önünde bulundurmadığın için birazdan odana gelip o LCD ekranı sana sokacağım.
Adnan Bahtıvar: Ani çıkışlarım için özür diliyorum, Bayan Yenge.
Zeliha Özdağ: Ne alaka gerçekten yenge falan.
Adnan Bahtıvar: Çok haklısın, sadece bir varsayımdı.
Adnan Bahtıvar: Tabii bilemeyiz büyük konuşmamak gerekmekte.
Vural Demirezen: Adnan
Yener Açıkgöz: Amk durun ilk kez doğru yazdı ne diyecek merak ediyorum
Vural Demirezen yazıyor…
Vural Demirezen yazıyor…
Vural Demirezen yazıyor…
Yener Açıkgöz: Be yarak ne yapıyorsun Gılgamış destanını baştan mı yazıyorsun
Vural Demirezen: Bnm nöbgter ne zan
Yener Açıkgöz: ?:D
Adnan Bahtıvar: Ben anlıyorum seni kardeşim.
Adnan Bahtıvar: Henüz nöbet günün belli olmadı.
Vural Demirezen: Eyala
Hakan Basri Şenkaya: Yener bakıyorum da çok rahatsın.
Hakan Basri Şenkaya: Yani sabahın bu saatinde uyuyor olabileceğim düşüncesiyle mi bu rahatlığın
Hakan Basri Şenkaya: Yoksa tamamen gevşekliğinle mi alakalı
Adnan Bahtıvar: Gevşeklik diyorum
Hakan Basri Şenkaya: Sana soran olmadı.
Yener Açıkgöz, gruptan ayrıldı.
Hakan Basri Şenkaya, Yener Açıkgöz’ü gruba ekledi.
Hakan Basri Şenkaya: 😀
Yener Açıkgöz: Bak dur anlatıyorum olayı ama dövmicene söz verirsen
Yener Açıkgöz yazıyor…
Hakan Basri Şenkaya: Başladı yalan makinesi.
Yener Açıkgöz: İlk kez böyle hissediyorum.
Hakan Basri Şenkaya: Sabah antrenmanı? Spor tesisine in. 🙂
Yener Açıkgöz: İyi o zaman Girdap’ın playboy sitelerine sahte hikâyeler yazdığını ve Muşta rumuzuyla yayımladığını söyleme zamanı geldi.
Girdap Demiralp: Bu kadar da profesyonel yalan sıkılmaz be kardeşim, beni tanımasa inanacak…
Hakan Basri Şenkaya: O rumuzla bir hikâye daha yayımla Girdap. Çünkü birazdan ikinize yapacaklarımı Christian Grey, Ana’ya yapmamıştır.
Vural Demirezen: Kmin anası
Yener Açıkgöz: Siktir git sen de asabımı bozma amk bozuk imla klavuzu
Yener Açıkgöz: Gidiyorum ben
Yener Açıkgöz: Yani geliyorum muşta
Girdap Demiralp: Avukatımı istiyorum merhaba Zeliha Hanım mezuniyetiniz ne zaman?
Hakan Basri Şenkaya: Muhatap olma Zeliş’le. Haysiyetsiz.
Girdap Demiralp: Özür dilerim 🙁
Sevgilim: Tesisteyim Muşta, yapmam gereken bir şey var mı?
Yener Açıkgöz: Benim var.
Sevgilim: Ne istiyorsun?
Yener Açıkgöz: Sik beni
Sevgilim: ?
Yener Açıkgöz: Sik beni ya. Sik beni.
Girdap Demiralp: Sik beni değil de sikmeni mi desen çünkü ne istiyorsun diye sormuş. Sikmeni dersen daha doğru bi cevap olurdu
Yener Açıkgöz: BU KADAR ZOR OLMAMALI SİK BENİ
Sevgilim: ?
Girdap Demiralp: Cinayet süsü izledik asjdfhdsdhfshdhdh
Adnan Bahtıvar: Muşta’nın olduğu gruptasınız.
Hakan Basri Şenkaya: 😀
Yener Açıkgöz, gruptan ayrıldı.
Girdap Demiralp, gruptan ayrıldı.
Devran Soydere: Ben uyumaya gidiyorum, birkaç saat dinleneceğim
Hakan Basri Şenkaya: Adjahshssjsjsjsjsj
Devran Soydere: :/
Hakan Basri Şenkaya: Adfkskkaldksjjshshshshshshshshshss
Devran Soydere: Tamam, kahve yapıp getiriyorum
Adnan Bahtıvar, Yener Açıkgöz ve Girdap Demiralp’i gruba ekledi.
Zeliha Özdağ: Ben uyuyacağım biraz, kendinize iyi bakın.
Yener Açıkgöz ses kaydediyor…
“Güzel insan iyi geceler, kendine iyi bak…”
Zeliha Özdağ: İyi geceler Yener.
Yener Açıkgöz: Canım yengem
Yener Açıkgöz: Delikanlı insan
Gülümseyerek telefonu bir kenara bıraktım. Bir an Yener’in yaşadıklarını anımsadım, sadece bildiğim kadarı bile içimi acıyla doldurmaya yetecek kadar ağırken, hikâyenin tamamı kim bilir nasıldı?
⛓️
“Notlar için sağ ol,” dedim açık kahverengi saçları dalga dalga göğüslerine kadar inen, beyaz tenli kıza defterini uzatırken. Diğer elimde bir rulo şeklini verdiğim fotokopi kâğıtlarını sıkıca kavradığımda, kızın yüzünde derin bir gülümseme büyüdü. İsmimi bilmediğini biliyordum, ben de onun ismini bilmiyordum ama yüzlerimiz birbirlerine oldukça aşinaydı. Uzun tırnakları narin, bebek pembesi rengine boyanmıştı, parmaklarını kablolar gibi sarmış mavi damarlara sakince baktım. İnsanların elleri bana hikâyelerinden parçalar gösteriyordu.
“Bir önemi yok,” dedi. “Sen hiç geride kalmazdın.”
İsmini bilmediğim kıza sakin gözlerle baktıktan sonra omuz silkerek, “Öyle mi olurdu?” diye sordum. “Hiç hatırlamıyorum.” Derin bir nefes aldığımda kız afallamıştı, cevabımın onda yarattığı şaşkınlığa aldırış etmeden yine konuştum: “Son zamanlarda eskiden olduğum insan nasıldı, hiç hatırlamıyorum.”
Bir süre yüzünde patlak veren duyguları izledim sadece.
Duydukları onu sarsmışa benziyordu, bense çökmüş bir ruha ellerimi uzatıp yere serilen moloz yığınını toplarken artık hiç de abartılı duygular hissetmiyordum.
Artık bazı şeyler benim için çok normaldi. Acıyı kalbimde hissetmek normaldi, korkunun damarlarımda kan misali çağlaması normaldi, gözlerimi diktiğim boşlukta korkunç senaryoların can bulması normaldi; ağlarken birden kusmaya başlamam normaldi ya da gülerken birdenbire suspus olup gülerken baktığım yere bu defa buzdan bir ifadeyle kilitlenmem normaldi. Bunlar normal şeylerdi.
Kızın verecek bir cevabı olmadığını fark edince bunu yadırgamadım. Alışkındım. Ben de sessiz kaldım. Oysa tek bir dudak hareketiyle tüm harfler ağzıma yığılacaktı. Sağanak bir yağmur gibi yağmayı bekleyen kelimeler boğazıma yıldırımlar düşürüyordu.
Rulo şeklindeki kâğıt destelerini sıkarak merdivenlere yöneldim, basamakları inmeye başladım, kızın gözlerinin bir orman yangını gibi sırtımda alev aldığını biliyordum ama bunu o an için hiç umursamadım.
“Her an bok gibi hissetmek zorunda mıyım?” diye sordum kendi kendime mırıldanarak. “Bok gibi, bok gibi, her şey tam olarak bok gibi.”
“Birileri yine kendi kendine konuşuyor,” diyerek gülen tanıdık sesin gülüşü ve kelimeleri zihnime boca edildiği an kafamı kaldırmamla, merdivenin ilk basamağının önünde kafasını kaldırmış beni izleyen Hüsrev’i görmem bir oldu. “Kendi kendine konuşmaya da başladığına göre, gitgide sevgiline benzemeye başladığını söyleyebilir miyiz?”
“Kız kardeşini paylaşamayan abiler gibisin,” diye takıldığım an yüzünde aydınlık bir gülümseme belirdi, uzun dişlerini göstererek gülüp kaşlarını imayla çattı.
“Zeliha, seni uzun zamandır tanıyorum,” demesini beklemediğimden bir an duraksadım. Gülümsemesi hâlâ yüzünde dursa da gözleri şimdi başka bir romanın ilk kelimesine benziyordu. “Ve ne zaman yalan söylesen, doğrudan gözlerimizin içine bakarsın.”
Kalbimde kan gibi toplanmış korku hissine rağmen dik durarak tek kaşımı kaldırdım. “Ne demeye çalışıyorsun sabah sabah, Hüsrev?”
“Aslında doğrudan söyledim, anlamazdan gelme çünkü anladın.” Elini birden omzuma koyunca irkildim, gözlerimin içine dikkatle bakıyordu. “Zeliha, yalan söylüyorsun,” dedi birdenbire. “Ve asıl korkunç olan, söylediğin yalana inanmaya başladın.”
Kaşlarımı havaya kaldırıp, yüzüme samimiyetsiz bir ifade ekleyerek, “Gaye’yle mi tartıştın sen?” diye sordum, ardından keyifsizce güldüm.
“Arkadaşımı tanıyorum,” dedikten sonra omzumu sıkarak başını salladı. “Arkadaşımın yüzünde gördüğüm morluğu da hatırlıyorum.”
“Morluğun sebe…”
“Zeliha,” diyerek lafımı bölerken elini de üzerimden çekmişti. “Sana onun vurduğunu söylemiyorum, sana vuran biriyle birlikte olmazsın.” Gözlerimin içine baktı. “Ama yüzündeki o izin sebebi oydu, bunu biliyorum. Nasıl bildiğimi sorma, paranoyak olduğumu da söyleme, sen benim için önemlisin.” Bana şefkatle baktı. “Gaye’nin en zor zamanlarında onun yanındaydın, benim yanımdaydın, biz birlikteydik. Şimdi seni sonunu göremediğim bir sokağa saparken görüyorum, dur desem de yürüyüp o sokağa sapacaksın biliyorum, saparsan korkudan kafayı yiyeceğim, bunu da biliyorum. Bir şey saklıyorsun, bunu da biliyorum.”
“Diyelim ki bir şey saklıyorum,” dediğimde gözlerim de sesim de bomboştu. “Öğrenirsen ne değişecek, Hüsrev?”
“O sokağa sapma,” dedi. “Ama mecbursan, Hüsrev ben o sokağa sapmazsam yapamam diyorsan, ben senin kardeşinim, ben de seninle saparım. Seninle o sokağa sapabilecek dostların var. Elini tutarken gözlerinde tedirginlik taşıdığın bir adamla o sokağa girmene ne kadar izin verebiliriz?”
“Gözlerimdeki tedirginlik mi?”
“Gurur’un elini tutarken gözlerinde tedirginlik vardı. Bunu gören herhangi biri, onun elini bırakmasından korktuğunu, bunun tedirginliğini yaşadığını düşünürdü. Seni tanıyan biri, bu tedirginliğin başka bir şey olduğunu bilir. Onun elini hem çok tutmak istiyor gibi tutuyordun, hem de savurup bırakmak ister gibi.”
Eğer kelimeler sadece bir şeyleri ifade etmek için dilimize biriken düşünce pıhtılarıysa, nasıl oluyordu da duyduğum kelimeler kalbimi bu denli ağrıtıyordu? Onun elini tutmak istiyor gibi mi tutuyordum? Onun elini, çok tutmak istiyor gibi mi? Kalbim, içinden kan akmadığı için şişen bir yara gibiydi, kanını akıtamadıkça ağrıyı arttırıyordu.
“Onun elini çok tutmak ister gibi mi tutuyordum?” Sorum dudaklarımdan patavatsızca kurulan bir cümledeki çökmüş kelimeler gibi dökülerek zamanın içine çöktü.
Hüsrev, derin bir nefes alarak, “Ona âşık oluyorsun, değil mi?” diye sorunca, biri beni omuzlarımdan kavrayarak sarsıyormuş gibi hissettim. Bir an Hüsrev’in boynuna sarılıp ağlamak istedim. Sadece ağlamak… Ona hiçbir şey söylemeden. Bir neden sunmadan. Yalnızca hıçkıra hıçkıra ağlamak.
Nasıl olurdu da beni anladığını sandığım insandan böyle bir soru duyabilirdim? Ben ona âşık olabilir miydim? Bunun neresi mümkündü ki? Ne tarafından tutsam, tahtadan yontulmuş bir bebeğin sallanan ahşap uzuvları gibi elimde kalıyordu.
Onu sevebilmem cinayet demekti, daha da intiharı ona âşık olmaktı.
“Sonuçta onunla birlikteyim,” dedim kuru bir sesle. “Ona karşı duygusal şeyler hissetmiyor olsam, böyle olmazdı.”
Hüsrev, ne karıştırdığımızı çözmek istiyormuş gibi uzun uzun yüzümü izledi. Bu işin peşini bırakmayacağını görebiliyordum. Tanıdığım Hüsrev zaten bırakmazdı. Eğer kelimeler onu kandırabilecek kadar güçlü tılsımlar olsaydı, kelimeleri kullanıp onu etkim altına alırdım ama Hüsrev kelimelere değil, gözleme dayalı notlar veren bir adamdı; ben nasıl bir tiyatro sergilersem sergileyeyim, en ufak bir mimiğimden bile kimsenin açamayacağı kapıları hiç zorlamadan açıp içeri dalardı.
“Zeliha, sana dürüst olacağım,” dedi. “Sen ve o, bir şeyler karıştırıyorsunuz ve ben buna karışmayacağım, senin için. Ama sana zarar verirse, ona yumruk atmam, tek bir rapor, sadece tek bir rapor yazarım.”
“Büyütüyorsun,” diye fısıldadım. “Büyütülecek bir şey yok.”
Çok ani bir rüzgârla konuyu değiştirip, “Maria teyze gelmiş,” dediğinde, bu ani değişimi beni afallatsa da bozuntuya vermeden başımı salladım. “Eymen de buradaymış. Her ikisine de selam söyle.”
“Olur,” dedim yalnızca.
“Cevdet Hoca’yı gördün mü peki?”
Başımı iki yana salladım. “Görmedim.”
“Peki.” Dudakları yukarı kıvrıldı. “Takma kafana. Bu konuyu açmamaya çalışacağım.”
“Ne dersem diyeyim anlamıyorsun ki,” diye yalan söyledim.
“Ne dersem diyeyim bana gerçeğini anlatmazsın ki,” dedikten sonra yanımdan geçip merdivenleri tırmanmaya başladı. Bir süre elim merdivenin korkuluğunda öylece beklesem de sonunda ayaklarım beni ileri sürükledi ve birkaç basamağı sendeleyerek inip binadan ayrıldım.
Elimdeki kâğıt ruloyu avucuma vurarak bahçeye indiğim an, Gurur’un sırtı bana dönük, elleri kot pantolonunun ceplerinde etrafı izlerken görmek beni şaşırtmamıştı. Hatta bunu bu denli normal karşılamak beni Gurur’un buradaki varlığından daha çok şaşırtmıştı. Sakin adımlarla ona yöneldiğimde, bahçenin diğer ucunda bir başka öğretim görevlisi ile Cenan’ın bir muhabbetin tam da ortasında olduğunu görmüştüm. Gurur’un amacını anlamış gibi yüzüme sahte bir gülümseme çizerek ona doğru hızla ilerledim, elimi sırtına koyup sırtı boyunca kaydırdım ve dokunuşum onu irkiltirken yavaşça önüne doğru gelip geniş gülümsememle yüzüne baktım. Cenan’ın kaplan gözlerinin bize bakmadan da bizi görebileceğini bildiğimden en gerçekçi ve içten gülümsemem şimdi yüzümün sahnesinde oyununa soyunmuştu.
Gurur’un buz sıcağı gözlerinde kısa bir duygu akışı değişikliği yaşanır gibi oldu. Hayal ürünümün getirisi olduğunu düşündüğüm duygu akışı, hızla yönünü değiştirerek yerini alaya terk ettiğinde, büyük avuçları çoktan belime süzülerek beni sıkıca kavramıştı bile.
“Günaydın bana ânında asimile olan sevgilim,” diye fısıldadı kimsenin duyamayacağı bir tonda, öyle bir tondu ki bu, dudaklarının hareketi bile yüzünden silinmişti.
“Konuştu bal kabağı,” dedim geniş, içten sırıtışım yüzümdeyken. Cenan bize bakınca, birbirine aşk sözleri fısıldayan iki aptal âşık görüyor olabilirdi ama pozisyonumuzun tam zıttı kelimeler dudaklarımızda filizleniyordu şu an. Parmaklarını bel boşluğuma sertçe bastırınca omuriliğimden süzülen o sıcak his birikintisi arşa yükseldi. “Yavaş ulan ayı,” dedim gülümseyerek, kollarımı boynuna sıkıca sardım. “Niye buradasın sen?” Gülümseyerek sorduğum soruya karşılık burun deliklerini genişleterek alayla sırıttı.
Dilini yavaşça çıkarıp, alaycı bir tavırla, “Daha inandırıcı olup bana beni sevdiğini söyle,” deyince, birden kaşlarımı çatmak istesem de dişlerimi sıkarak gülümsedim.
“Rüyanda bile seni sevmem ben.”
“Büyük konuşuyorsun.”
Sırıtmaya devam ediyorduk.
“Konuşurum çünkü öyle.”
“Değiştiririm, ruhun duymaz. Ölürsün aşkımdan…”
“Kes artık sesini, ağzım ağrıdı sırıtmaktan.”
“Öpüşmezsek inanmayacak, sırıtarak birbirimize böyle bakmaya devam ettiğimizi görüyorsa, inan ikimizin de mal olduğunu düşünüyordur,” dedi sırıtarak. Sırıtarak konuştuğumuz için dudaklarımız neredeyse hiç hareket etmiyor, sesimiz biraz komik yayılıyordu.
“Beni öpecek olursan sana kafa atarım, o güzel burnun yan yatar, tıpkı Titanik gibi.”
“Titanik yan yatmadı, ortadan ikiye bölündü.” Belime birden bastırınca, hırıltılı bir nefes aldım.
“Senin niyetin beni ikiye bölmek galiba, Dağ Domuzu.”
“İstersen,” demesini beklemiyordum.
Sırıtarak başımı omzuma doğru düşürüp, parmaklarımı saç diplerine götürerek ensesindeki saçları sertçe çekip onu acıyla inlettim. “Dene kıçın yiyorsa. Sırıtmaktan ağzım gerçekten ağrımaya başladı, Gurur.”
“Öpüşürsek ağrısı geçebilir.”
Geri çekilip, ona tip tip bakarak, “Tiyatromuz gayet inandırıcıydı,” dedim. “Şimdi niye geldiğini söyle.”
“Sevgilimi görmeye geldim, beni otuz iki kızla ayrı ayrı mesajlaşırken yakalamışsın gibi görünüyorsun, toparlan bırakma kendini.”
“Otuz iki derken kız sayısından değil yaşından bahsetmiş olabilir misin sadece soruyorum,” dedim zaferle gülümseyerek.
“Yaş şakası yapmadığın kalmıştı, mizah şov,” diye homurdandı. “Şimdi hep beraber Zeliha’nın esprisini alkışlıyoruz. İlk esprisini yaptı çünkü.”
“Şu ilk espri olayını senden öğrendim, her defasında ilk insan gibi mağaradan çıkamamış, duvara resim çizmeli, taştan tekerlek icat etmeli esprilerin olduğu için, gitgide sana benzemem gayet normal.”
Cenan’ın bakışlarını üzerimizde hissetmek, bir çığın ölümcül bir hızla bize doğru ilerleyişi gibiydi. Ne yapacağımı bilemeyerek Gurur’un ensesine koyduğum avucumu sertçe tenine bastırarak tamamen bana doğru eğilmesini sağladım. Yüzlerimiz bir kaza mesafesinde birbirlerine yaslanacak gibi duruyorken, gözlerimi gözlerine bir çapanın toprağa saplandığı gibi sapladım. Bakışlarında bir karahindibanın tek nefeste dağıldığı gibi dağılan alay, bir an beni afallatsa da çok sonrasında ruhuma kor kadar sıcak kar tanelerinin dökülmeye başlamasına neden oldu.
“Bizi izliyor,” diye fısıldadım, nefesim dudaklarına nasıl bir çarpmışsa birden onun dudaklarına vurup benim dudaklarıma geri döndü. Kendi nefesimin sıcağı dudaklarıma yayılıp yutkunma isteğimi zirveye taşıdığında gözlerimi kıstım. Gözlerindeki o acayip bakış hâlâ yerli yerinde duruyor olsa da kirpiklerinden rüzgârın dağıttığı alevler saçılıyordu.
“O her bizi izlediğinde, sen bana kalbim kadar yakın mı olacaksın?” Sorusu, bir kelimenin sırtından çıkan sarmaşıklar gibiydi ve o kelimenin sırtından firar eden sarmaşıklar ruhumu sarmaya başlamıştı. Eğer ruhum bu kadar baskı altındaysa, her yanına dolanan bir sarmaşığın zehri özüne sızmaya başladıysa, nasıl oluyordu da kalbimin atışları her şey olmaması gerektiği kadar huzurluymuş, doğruymuş gibi böylesine dinginleşebiliyordu?
“Evet,” dedim ve sonra yavaşça ekledim: “O bizi ne zaman izlese, ben sana kalbimin bana olduğu kadar yakın olacağım.”
Bir an sadece beni öpmek istiyormuş gibi baktı. Bu çok aptalca bir düşünce olsa bile, Gurur Mert Çalıklı’nın gözlerinde gördüğümü sandığım en net, en alevler içinde yanan istek buydu sanki. Beni çenemden kavrayarak sertçe öpmek, dişlerini dudaklarımın etlerinin içine bir dikiş iğnesinin kumaşı deldiği gibi delerek geçirmek istiyor gibi bakıyordu.
Saniyeler bacakları sakat atlar gibi ilerliyordu. Gurur bana öyle bakarken zamanın sırtında taşıdığı yüklerin ne kadar kaldırılması güç olduğunu daha iyi anlıyordum. Ondan hem korkuyordum hem de onu güvenli buluyordum; oysa benim için bu dünyadaki en güvensiz insan olması gerekiyordu ve bunun farkında olmak beni olduğum konumda hissetmem gereken korkudan daha büyük bir korkuyla yüzleştiriyordu.
“Şimdi işimiz yoksa kaplan gözün varlığını kovalayacağız,” deyince zihnimdeki toz bulutu havaya kalkarak çıplak kelimeleri berrak bir yere toparladı. Geri çekilme isteği içimde bir çukur gibi derinleşince, avucumu ensesinden yavaşça ayırıp gözlerinin içine baktım.
“Biraz daha burada kalırsak kasıtlı yaptığımızı düşünecek,” dedim kelimeler toparlanması zor bir oda kadar dağınıkken. Beni izlemesi her şeyi daha da allak bullak ettiğinden kafamı kaldırıp gözlerinin içine daha dikkatli gözlerle baktım. “Gidelim mi?”
Kolunu birden omzuma atarak beni yanına doğru çekti ve hiçbir şey olmamış gibi yürümeye başladı. Bedenim onun kollarının altında küçücük kalmıştı. Bu bana çok garip hissettirse de bozuntuya vermemeye çalışarak elimdeki kâğıt rulosunu sıkıp gözlerimi bahçenin ilerisine diktim.
“Her seferinde böyle mi olacak?” diye sordum kısık sesle.
“Belki,” derken o da ileriyi izliyordu. “Buraya senin için geldiğimi mi düşünüyorsun yoksa şu an?”
“Başka ne için gelmiş olabilirsin ki?”
“Bir kıskançlık mı seziyorum?..” Göz ucuyla bana bakınca, kafamı kaldırıp ona cins cins baktım. “Kız kardeşimi görmek için geldim.”
“Doğu kampüsünde mi Batı kampüsünde mi senin kardeşin? Neden direkt benim olduğum binanın bahçesindesin?”
“Kız kardeşimi gördüm,” dedi, bakışlarını benden koparıp ileriye dikerek yürümeye devam etti. “Sıra sevgilimdeydi.”
“Kendini bu oyuna fazla kaptırıyor olabilir misin?”
“Gelmediğim için yolumu gözlediğin zamanlara geçtiğimizde bu sorunu hatırlatırım sana,” dedi alayla, bana bakmadan alaya bulandırdığı sesini dışarı bıraktığı an, o sesi içinde taşıyan nefes saçlarıma tutunmuştu. Bahçeden çıkana dek konuşmadık, sonunda bedenlerimiz birbirlerinden kopar gibi ayrıldığında, şimdi kampüsün üst geçidine doğru ilerliyorduk.
“Neden buradasın?” diye sordum yeniden. “Kardeşin dışında.”
“Laptoptan bir şey çıkmadığını söyleyecektim, endişelenecek bir şey yok.”
“Mesaj atsaydın.”
“Elinde telefon sana mesaj atmamı bekliyor olabilir misin?” Alaycı bakışlarına karşılık vermedim.
İleriden bize doğru yürüyen öğrencilerden sarışın genç kız saçlarını kulağının arkasına sıkıştırırken, dirseğiyle yanındaki kızı dürtüp yavaşça gülerek bir şeyler mırıldandı, bunu yaparken Gurur’a bakıyordu. Aldırış etmedim. Kızlar haklıydı, yanımda yürüyen adam uzun boylu, yakışıklı, hepsinden öte gerçekten albenisi olan bir adamdı ve onunla ilgili tüm bunları kabul ediyor olmak benim için kötü bir espriye saatlerce gülmek gibiydi.
“Sadece bunun için mi?” Kızları izlerken sorduğum soruya karşılık ağzının içinde bir şeyler geveledi ama sarışına kilitlendiğim için ne söylediğini anlayamamıştım. Bakışlarımı ona çevirip, “Hım?” diye mırıldandım.
Ellerini kotunun ceplerine sokup, “Bir de görmek istedim,” dedi omuz silkerek.
Saniyeler bu defa sırtımdan mermi gibi yağıyordu. Gözlerimi gözlerine doğrultup buz sıcağı gözlerine kilitlendiğimde, Gurur bana öyle bir bakıyordu ki, hemen yan tarafımda bir yangın büyüyordu da yalazı yüzüme vuruyordu sanki.
“Beni mi?”
“Hayır,” diye çıkıştı birden, sonra da “Evet,” diye kabullendi. “Ama genel olarak seni demeyelim. O kızgın, benekli suratını. Birden keyfim kaçtı ve seni kızdırmak istedim, kızınca komik görünüyorsun, bu beni eğlendiriyor, eğlenmek istedim.”
Söyleyecek bir şey bulamadım.
Hiçbir şey.
Sonunda saçmalamak için, “Babaannem geldi,” diye söylendim. “Dahası bizim kızlar senden de bahsetmiş ona.”
“Evlenmemiz mi gerekiyormuş yoksa?” Alayla gülünce gözlerinin kenarları şirin bir şekilde kırışmıştı.
“Babaannem umutsuz bir romantiktir,” diye mırıldandım.
Bakışlarımı ondan ayırdığımda, bir melodi sesi her yana çarparak dağıldı, yağmur bulutları gökyüzüne gri bir örtü gibi serilmişti. Gözlerim bulutları takip etmeye başladığında, Gurur telefonunu çıkarıp kulağına yasladı ve zamandan geriye saymaya başlayan yağmur damlaları kendilerini bulutların içinden sırtüstü aşağı doğru bırakmaya başladılar.
Sessizlik büyüdü.
Karşı tarafı dinledi, dinledi ve dinledi.
Sonunda sessizliği beni huzursuz ettiğinde omzumun üzerinden ona baktım. Zamandan geri saymaya başlayan gözlerim, kendilerini sırtüstü bırakarak gözlerine doğru düştüklerinde, donmuş bir hâlde bana baktığını gördüm.
Kalp atışlarım etrafa zamanın nabzı gibi yayılmaya başladı.
Gurur, gözlerini gözlerimden çekmedi.
Telefon kapandı ama Gurur, telefonu kulağından ayırmadı.
“Gurur?”
“Zeliha,” diye fısıldadı. Ve sonra o yıkımı zihnime bıraktı: “Bir veteriner daha aynı şekilde ölü bulunmuş.”