🎧: Kıraç, Taş Duvarlar
Dudaklarımdan lal döktü, gözlerinden kehribar aktı.
Daima var olacak bir düğüm, boğazımdan aşağıya sarktı; sesleri kesti önce, sonra kelimeleri göğsüme gömdü. Dudakları dudaklarımdayken arada duran bıçağın keskinliği duygularımın içinden geçti, bakışlarım onun kehribar rengi gözlerine dokundu ve lâl olan dudaklarımda kızıl yangınlar büyüdü.
Bir an ağlamak istediğimi hissettim. Oysa ben hiç acıdan ağlamazdım; ben onurumdan ağlardım, gururumdan ağlardım, korkumdan ağlardım, gücendiğimden ağlardım. Şimdi ağlarsam, bu gözyaşlarının sebebi acı olacaktı. Dudaklarıma öyle bir acı yayıldı ki, bu acının sebebi arasına aldığı bıçak değildi; bu acının sebebi bu adamdı ve bu adamın dudaklarındaki zehirdi.
Dudakları dudaklarımla bir bıçak mesafesindeyken, öleceğim an gelene ve ruhum kalkıp zamana yayılana kadar sırtımdan atamayacağım bir yükün içime çöktüğünü hissettim. Gurur’un sonbahar akşamını anımsatan gözleri gözlerimden çekilmedi, dudaklarım ile dudakları arasında kalan bıçağın keskin yüzeyinde harfler kan gibi parlıyordu.
“Kimse yok, Servet Efendi. Kedidir kedi,” diye seslendi yaşlı bir kadın, sesi etrafa yankı şeklinde yayıldığında dudaklarımdaki acının arttığını hissetsem de hareket etmedim.
“Mart ayına da var daha, zemheri ayında mı azdı bu kediler?” diye söylendi yaşlı adam homurdanarak. Adamın uzaklaşmaya başladığını fark etmemle, Gurur’un beni sertçe çekip duvarın üzerine alması bir oldu.
Saçlarım duvarın zeminine yayılırken gözlerimi gökyüzüne diktim ve o an bıçağın iki göğsümün arasında asılı durduğunu fark ettim. Nefes alıp verişlerim hızlıydı; Gurur bıçağı hızla aldığı an göğsümdeki boşlukla öylece Gurur’a bakakaldım.
“Bayağı da büyük kıçlı bir kedi,” dedi Gurur konuyu dağıtmak ister gibi, belki de duruşu buydu. Çok rahat görünüyordu. Sanırım ortada dağıtacak bir konu bile olmadığını düşünüyordu. “Aslında seni tek seferde çekerdim ama anlık dikkatsizliğim sonucu duvarın diğer tarafına düşebilirdik. Bu yüzden canın yandıysa kusura bakma. Neyse. Kalk, aşağıya atlayacağız. Aşağısı tamamen çim, kendini yere bırakman yeterli.”
“Yakalanırsak neler olur, biliyor musun?” Doğruldum, avuçlarımı birbirine vurarak silkeleyip Gurur’a dik dik baktım. “Ayrıca sağ ol, bıçaklamadığın bir benim ağzım kalmıştı.”
“Ben ağzını bıçaklamam, dikerim. Senin ağzını kesmek demek, konuşman için daha fazla ağzını açabileceğin kadar genişlik yaratmak demek olur. Aptallık yani.”
“Anan yani,” demek istesem de sessizce ona baktım.
Gurur, ayaklarını duvarın diğer tarafına sarkıttı ve aradan bir saniye bile geçmemişti ki küçük bir ses duydum. Gözümü açıp kapayıncaya kadar aşağıya atlamıştı bile. Duvarın kenarına kayarak atlamam gereken yere baktığımda, etrafa yayılan karanlığa rağmen panik, ruhuma gemi gibi oturdu ve endişeyle yutkundum. Burası benim için çok yüksekti, evet, yerler çimdi ama yine de atladığımda kemiklerimde ağrıyı çok net hissedeceğimi biliyordum. Gurur, hiçbir şey olmamış gibi etrafı kolaçan ederken, biraz evvel bir yerden atlamamış gibi görünüyordu.
“Ben buradan nasıl atlayayım Allah aşkına?” diye fısıldadım duyabileceği bir sesle. Beni umursamıyormuş gibi etrafına bakmaya devam ediyordu. Ellerimi duvarın kenarlarına koyup, ayaklarımı duvardan sarkıtsam da endişeler geri çekilmedi. Korkuyla derin bir nefes aldım.
“Sana diyorum, Dağ Domuzu. Buraya bak. İnemem ben.”
“Dağ domuzu mu?” Kafasını kaldırıp bana tek kaşı havada bir şekilde muzip muzip baktı. “Daha koca kıçını kaldırıp şuradan şuraya atlayamıyorsun, bana dağ domuzu mu diyorsun? Hadi minik fil, hareket et.”
Kıçımla ilgili yorumu asabımı bozsa da hissettiğim endişe daha büyük olduğundan bir ayağımı duvardaki çukura yerleştirip kendimi aşağı kaydırmaya çalıştım. Ayağım birden çukurdan kayınca birkaç taş parçası yuvarlandı, bu ödümü ağzıma taşırken korkuyla ona baktım.
“Filmiş,” diye söylendim. “Zürafa kadar boyuyla inmiş kolayca, bana fil diyor.”
“Bodur fil.”
“Kes sesini,” diye homurdandım. “Bacağımı kırayım da gör, yakalanırız.”
“Seni bırakır giderim, bana ne,” dedi omuz silkerek.
“Ben de seni ispiyonlarım.”
“Ne söyleyeceksin, çok yakışıklı ve geliri hırsızlığa gerek duymayacak seviyede olan bir askerle hırsızlığa geldiğini mi? Benim gibi elit görünen birinden bunu beklerler mi sence?”
“Götümün eliti,” dedim birden sertçe, duraksadı ve o an ayağımın tamamen kaymasıyla gözlerim iri iri açıldı. “Ananı avradını!..”
“Şşş şşş!” Gurur, kollarını havaya kaldırdı. “Lan küfür güncellemen mi geldi, ne oluyor sana?” diye sordu dehşet içinde. “Yavaş ulan. Ayağını şuraya koy.”
Öfkeyle parmaklarımı duvara bastırıp kendimi yavaşça zemine doğru sarkıtmaya çalıştım. Tam bir şey diyeceğini fark etmiştim ki bedenimi birden serbest bıraktım ve gözlerimi sıkıca yumarak çığlık atmamak için dişlerimi sıktım. Çimenlere düşüş ânım sandığımdan daha kolay olmuştu, birkaç kez yuvarlanırım ya da acıdan çıldırırım sanmıştım ama öyle olmamıştı. Ayak bileklerimde küçük bir zonklama hissetmem dışında, aslında heyecanlı olduğunu bile söyleyebilirdim.
“Helal sana,” dedi Gurur alayla. “Hadi, yürü.”
“Keşke sana bir tane çaksam da yüzün yamulsa,” diye homurdandım sessizce.
“Bir şey mi dedin?”
“Demedim bir şey, yürü.”
İçine girmemiz gereken ev üç katlıydı, üçüncü katı çatı katından oluşsa da o çatı katı bizim kızlarla kaldığımız evin üç katı falan büyüklükte olmalıydı. Evin arka kapısına geldiğimizde gözlerim karanlık bahçeye çevrildi, kendimi aşırı gergin hissediyordum. Gurur, yavaşça yere çömelip biraz önce kafamın içine kazınan zehirli anıların mimarı olan bıçağı çıkarıp, arka kapının deliğine yavaşça sokup bastırdığında gözlerim iri iri açıldı.
“Ne yapıyorsun?” diye fısıldadım.
Gözlerini bana çevirip, “Ne yapıyormuş gibi duruyorum,” diye sordu aptala bakıyormuş gibi bakarak. “İlahi bir gücün kapıyı açmasını bekleyecek değiliz.”
“O ilahi güce gerçekten ihtiyacım olduğunu hissettiriyorsun bana,” diye söylendim ağzımın içinden.
Buz sıcağı bakışları, zehirli bir yılan misali yüzümü sardığında, gözlerim o zehrin enfekte olduğu bir damar gibi kurumaya başladı. Kirpik diplerime uğrayan sızıyı yok saymaya çabalayarak kafamı kaldırdım ve evin üst katına baktım. Camların arkasında bir karanlık gizlenmiş, geceden saklanıyordu.
Düşünceler yeniden zihnime akın ettiğinde, derin bir nefes alarak, “Başımıza bela açacağız,” dedim. “Yakalanırsak gerçekten durumlar sarpa saracak.”
“Sanki yeterince sarpa sarmamış gibi,” dedi umursamazlığını yine ve yeniden yüzüme geçmişe ait, görmek istemediğim fotoğraf kareleri gibi çarparak. Neden bu kadar umursamazdı? Geleceği alevlerin içinde bekleyen tek kişi benmişim gibi davranıyordu; sanki alevlerden o kadar uzaktı ki, üşüyordu.
“Kilide bir zarar verme bari, hırsız girdiğini anlamasınlar,” dediğimde bana geri zekâlıya bakıyormuş gibi baktı.
“Aptal, zaten hırsız girmiş süsü veriyoruz şu an. Balık gibi saniyede bir söylediklerimi unutuyorsun galiba?”
“Bana hakareti kes, akıl fikir mi bıraktın, saçma sapan entrikaların içindeyiz,” dedim öfkeyle.
“Matmazel Şampiyon, sakin,” dedi uyarıcı bir tonlamayla. Bıçağı yavaşça çevirip, “İşimi profesyonel yaparım, istesem buraya girdiğimi hiç kimse anlamaz, bilerek hasar bırakıyorum ki işin içinde çok profesyonel insanlar olduğu anlaşılmasın. Ama abartıp etrafta sana ait izler bırakma,” dedi Gurur ve cümlesinin tamamlanmasıyla eş zamanlı olarak kapının kilidinin açıldığına dair bir işaret sesi etrafa yayıldı. Korku, içimde bir işaret fişeği gibi havalanıp göğsümde patladı ve endişeyle etrafıma baktığım sırada kapıyı açtığını duydum.
“Önden leydiler,” dedi kibar bir aksanla, dili damağına vurduğunda çıkardığı erkeksi ses, sinir bozucu bir şekilde akılda kalacak cinstendi.
“Önden sen gir,” dedim ikilemde kalmış hâlde. “Benim sana bir gram güvencim yok.”
“Senden önce eve girip, seni beş bin parçaya ayırmak için bomba düzeneği kurdum çünkü,” dedi gözlerini devirip içeriye doğru bir adım atarak. “Hoş, mayına bassan mayın bile senin üzerinde olduğunu hissedip ayağını çektiğinde patlamaz. Boyun kaç, 1.35 mi?”
“Boyum gayet uzun ama senin bir yalı kazığı olduğunu düşünürsek, sana kısa gelmem normal tabii. Deve seni.”
“Allah bana boy, sana da popo vermiş,” dediğinde gözleri anlık kalçalarıma kaydı ama beni rahatsız etmekten çekiniyor gibi gözlerini hızla yüzüme geri çıkardı.
Ellerimi kotumun kumaşına sildim, ardından karanlık evden içeriye bir adım attım. İçerisi yoğun derecede kadın parfümü kokuyordu, boğucu bir kokuydu bu. Bu evde volta atan kadın tüm servetini EDP parfümlere yatırıyor olmalıydı. Kısa süren bir öksürük krizinden sonra karanlık hole doğru bir adım atıp, hemen çaprazımdaki aynaya düşen yansımam yüzünden kısa bir kalp krizi geçirdim. Gurur, arkamdan kapıyı yavaşça kapatınca, içeriye sızan o küçük ışık huzmesi de yok oldu. Derin bir korku içerisinde omzumun üzerinden arkamda kalan Gurur’a baktım. Yüzünü göremesem de heybetli silüeti beni takip ediyor, üzerime doğru gelirken her an başıma yıkılacak bir dağa benziyordu.
“Bir yerlere çarpmadan dümdüz yürümeye çalış,” dedi Gurur, sakin sesi bir melodi gibi zihnime dokunduğunda gözlerimi önüme çevirip, karanlığa kılıçlarını çeken bakışlarımı ileriye odakladım. Hiçbir şeyi seçemiyordum. Duyduğum Gurur’un nefes sesleri ve yere düşen adımlarımızdan dökülen seslerdi; bir de kokuları alıyordum. Yoğun, pahalı kadın parfümü kokusunu…
“Kocası astım hastası falansa, yakın zamanda o veteriner bozuntusunun yanına gidecektir,” diye söylendim. “Şimdi ne yapacağız?” Sorumu tamamlamamla, kasığımı sivri köşeli bir cisme çarpıp kısık bir küfür eşliğinde inlediğimde, acı hızlı bir şekilde yüzüme yayılmıştı. Gurur’un bana yöneldiğini hissettim ama bir şeyler söylemedi. Karanlıkta bile gören gözlere sahipmiş gibi belimi kavrayınca, duyuları beni korkutacak bir bıçak misali içime saplandı. “İyiyim, bırak beni.”
“Etrafa çarpıp eşyalara zarar verme diye tutuyorum,” dedi alayla. “Merdivenleri bulmamız lazım.” Bir ışık huzmesi birden yüzüme çarpınca, parmaklarımı yüzüme bastırıp aniden saplanan baş ağrısıyla inledim. “Sadece telefonun flashı. Yüzüne Beşinci Boyut Salih ışığı vurmuş gibi kendini yerden yere at bir de istersen.”
“Ya kör ettin beni!” dediğimde güldü.
“Işığımla mı? Ne diyebilirim ki? Haklısın.”
“Kendini beğenmiş,” diye homurdandım. “Seni ilk gördüğümde, asla böyle egoist ve sinir bozucu biri olduğunu düşünmemiştim.”
“Ha, beni ilk gördüğünde kafanda benimle ilgili düşünceler oluşmuştu yani… Yavaş, Zeliha. Hızın saatte 250 kilometre.”
Gözlerimi devirdim ama konuşmadım. Telefonundan akan ışık, içinde olduğumuz holü belli ölçüde aydınlatıyordu. Bakışlarım oldukça uzun holün duvarlarına yerleştirilmiş pahalı tablolarda dolaştı, ardından holün sonuna bakıp, “Gidelim mi? Acele etmek istiyorum,” dedim.
“Sonunda hareket etmeye karar verdin herhalde.”
“Yürü,” dedim sadece.
“Öf ya, sıfır heyecansın.”
“Tanımadığımız birinin evinde hırsız gibi izinsiz dolaşıyoruz, farkında mısın?”
“Hırsız olarak girdik zaten.”
“Hırsızlığı sen yapacaksın, ben değil,” dediğimde merdivenleri bulmuştum, basamaklardan birine çıktığım an Gurur’a doğru döndüm. “Ayrılarak arayalım her ne arıyorsak.”
“Vay canına, etkileyici bir zekâ.”
“Haha.”
“1990 yapımı bir korku filminde değiliz, ayrılmak yok, bir arada kalmalıyız. Sürüden ayrılanı kurt kapar.”
Derin bir nefes alarak kabullendim ve önüme dönüp basamakları kalbim ağzıma tırmanmış bir şekilde çıkmaya başladım. Kendimi çok ürkmüş, kaygılı hissediyordum çünkü içinde olduğumuz durum bir kenara dursun, birinin evinde gizlice dolaşmak beni hem çok rahatsız ediyor hem de inanılmaz korkutuyordu. Her an basılma, yakalanma, suçlanma korkusu bir gölge gibi içime çökmüş, bu gölge içimde öyle bir karanlık var etmişti ki, bu karanlık, tavırlarımı kendi rengine boyamıştı. İrkilerek yürüyordum. Gurur da bunun farkındaydı.
Üst kata geldiğimiz an bir hol, telefonun ışığıyla aydınlandı ve kafamı öne doğru uzatarak dar holü keşfetmeye başladım. İleride geniş kanatlı bir kapı olduğunu fark ettim, büyük ihtimalle kapının arkasında yatak odası olabilirdi.
“Bu taraftan,” dedim hislerime dayanarak. Gurur, sadece başını salladı ama bir şey söylemedi.
Kapının önüne geldiğimde parmaklarım kulpu yakaladı, kapının camı buzluydu, biz her ne kadar elimizde bir ışık tutsak da kapının arkasında ne olduğunu görmek olanaksızdı. Kulpu indirmeye çalıştım ama kapı kilitliydi, hevesim kırık bir şekilde, “Kapı kilitli,” dedim, sesim kuruydu.
“Bıçakla hallederim.”
“Ya parmak izlerimizi alırlarsa? Dokundum ben bu kapıya.”
“Aşığıyla yazıştığı laptop çalınmış olacak ve o da polise parmak izi aldırtacak ha? Birileri durumu öğrenmesin diye bu hırsızlık meselesini bile hasıraltı edecektir.”
“Nasıl her şeyi bu kadar iyi organize ediyorsun?” Sorum onu gülümsetir gibi olunca kaşlarımın ortasındaki yarık büyüdü. Bakışları yüzümü kısaca yıkadı ama akıp gittiği yerde büyük lekeler bıraktı.
“Bana hayranlık besliyor olabilir misin?” diye sordu, buz sıcağı gözlerine yayılan o büyüklük taslayan bakıştan koparak gözlerimi kapıya indirdim.
“Sana beslediğim duyguları bilmek istemezdin, Gurur.”
“Bana beslediğin duygular mı var?” Sorusu beni çok kısa şaşırtsa da yüzümde bir değişim cereyan etmedi. “Bu güzel, içinde bana karşı olumlu ya da olumsuz duygular olması yani. Hiç duygu olmasaydı seni kendime âşık etmesi daha zor olabilirdi.”
Söyledikleri derimi çekiştiriyormuş gibi canımı acıtsa da dik durup, “Sana âşık olmamı değil ama seni öldürmemi bekle benden bence,” diye homurdandım. “Aç şu kapıyı artık. Bu evin duvarları üzerime geliyor, gitmek istiyorum.”
Gurur, tam yanımda durdu ve bıçağın ağzını sertçe açıp, bıçağın sivri ucunu kapının kilidine yerleştirdi. Bakışları omzunun üzerinden bana doğrultulmuş bir silah gibiyken, avuçlarının arasında gerçek bir silah tutuyordu; bıçağı sertçe çevirmesiyle kilitten kulak tırmalayıcı bir kırılma sesi geldi. Gözlerimiz birbirinden usulca ayrıldı.
Gurur kapıyı açarken ben de bakışlarımı odaya doğrultmuştum. Kapının arkasında bizi bekleyenin ne olduğunu bilmiyordum. Odanın kapısı açıldığı anda önce yoğun bir erkek parfümü kokusu ciğerlerime katran gibi sinerek içimi doldurduğunda öksürerek başımı yana çevirip, dirseğimi kırıp burnumu örttüm. “Çok yoğun,” diye söylendim, ciğerlerimi acıtmıştı bu yoğunluk.
“Yener’in kokusu bu,” dedi Gurur. “Erkek bir köpek gibi, gittiği her bölgeyi işaretleme huyları vardır da.”
Yüzüm garip ifadeyle sarsılırken, “Arkadaşına köpek muamelesi mi yapıyorsun?” diye sordum. “Yener parfüm sıkmıyor, parfümle doldurduğu bir küvette saatlerce salamura gibi yatıyor galiba.”
“Güzel kokmayı sever,” dedi Gurur beni umursamadan içeri girerken. “Güzel kadınları, güzel kokuları, güzel yemekleri ve güzel olan her şeyi sever.”
“Evet evet, anladım bunu.”
Arkasından girerken telefonun ışığını odanın içine tutmasını bekledim ama bunun yerine onu kapatıp, kenarda duran ayaklı lambanın ipini aşağı doğru çekerek odanın kızıl bir ışıkla aydınlık kazanmasını sağladı. Kızıl ışığın düştüğü açık renk saçları, şimdi kan rengine boyanmış gibi görünüyordu. Bakışlarımın olması gerektiğinden daha uzun bir süre zarfı boyunca onda kaldığını fark etmek beni anlık bozguna uğrattı ve gözlerimi büyük, ahşap başlığı antika bir parçayı anımsatan yatağa baktım.
“Sen makyaj masasını incele, çekmecelerden birinde olabilir,” dedi Gurur ve bunu söylemesi ona şoka uğramış şekilde bakmama neden oldu.
“Ne?”
“Ne, ne?”
“Makyaj masasını inceleyeyim, öyle mi? Hangi kadın dizüstü bilgisayarını makyaj masasındaki çekmecelerinden birine koyar?”
“Ne bileyim ben, Zeliha? Kadın mı oldum?” Bana boş boş baktıktan sonra gözlerini komodinlerden birine sabitledi. “Sen bir kadın olsan, dizüstü bilgisayarını nereye koyardın?”
“Ben zaten kadınım,” dedim gözlerimi beyazı görünene dek devirirken.
“Yoo, sen kız çocuğusun.” Ona dik dik baktığımı fark etmiş gibi omzunun üzerinden bana baktı. Omuz silkerek, “Ne?” diye sordu.
“Senin benimle ne gibi bir sorunun var ya?”
“Doğruları söylemek de suç olmuş.” Dilini şaklatarak komodinlerden birine doğru ilerleyip, ucundan metal bir halka sarkan komodinin çekmecesini çekip açtı. Yavaşça eğilerek, “Ayna,” diye homurdandı kendine. “Cımbız, tarak, ayak çorabı, sik çorabı,” bir an durdu, ben de donup kalmıştım, “pardon ulan, ağzımı sikeyim.”
Gözlerimi iri iri açarak hızlıca makyaj masasının önüne doğru ilerleyip, makyaj masasındaki sıralanmış parfüm şişelerini izlemeye başladım. O da arkada çekmecedekileri saymaya devam ediyordu ama benim yanaklarıma bir ısı kütlesi oturmuş durumdaydı. Makyaj masasındaki iksir şişesi şeklindeki parfüm şişesini izlediğim sırada yüksek sesle öksürünce, gözlerimi devirdim.
“Bak, bahsettiğim çorap kondomdu,” dedi açıkça. “Uzun süre erkeklerle yaşayınca, bir kadının yanında nasıl konuşulur unuttum galiba.”
“Normalde de bildiğini sanmıyorum,” dedim sertçe, bakışlarım ona çevrildiğinde iki keskin bıçaktılar.
Gurur’un elinde pembe, sönmüş balona benzeyen bir şey tuttuğunu gördüğümde bir an irkilerek duraksadım, ardından durumun farkına vararak gözlerimi hızla farklı yöne çevirdim.
“Ne yapıyorsun kafayı mı yedin?”
“Çilekli yazıyordu üzerinde, hiç denemedim de,” dedi gayet normal bir şeyden bahsediyormuş gibi, aynaya düşen yansımasından gördüğüm kadarıyla hâlâ pembe renkteki kondomu iki parmağının arasında tutuyordu. “Acaba ben bunu kullanırsam, karşı tarafa çilek yemiş hissi verir miyim?”
“Ne biçim konuşmalar içindesin sen ya?” Öfkeli bir yüzle ona bakarken aslında gerçekten utanmıştım. “Hayret bir şey ya. Beni sürüklediği şu olaylara bak, konuşmalara, tavırlara, şekillere bak ya.”
“Niye gerildin şimdi? PMS döneminde misin?”
Onunla bu tarz şeyleri konuşmak berbat olsa da “Sen de maşallah her şeyi biliyorsun,” diye mırıldandım.
“Ne o? Sevgilini kıskandın mı yoksa? Kız kardeşim var benim, ondan dolayı biliyorum…” Alay bulaşmış sesi beni çileden çıkarsa da ona sakin gözlerle baktım. “Hadi hadi, işine odaklan.”
“Kimse makyaj masasına laptop saklamaz.”
“Bak işte, hayret bir şey,” diye söylenerek önüne döndüğünde, gözlerimi devirip makyaj masasına doğru döndüm.
Havaya karışmış bir arayış vardı, o kadar çok endişeliydi ki, bunu benden gizlemek için profesyonel maskesini yüzüne geçirmişti ama ben etrafa dağılmış kaygıyı hissedebiliyordum. Yaklaşan bir fırtınanın ilk hortumu üzerimizden geçmişti ve şiddeti ne kadar ufak olsa da çok şeyi bizden koparıp götürmüştü. Sanırım Gurur’un içinde olduğu düşüncelerin durduğu uçurumu görebiliyordum. Makyaj masasının çekmecesini açıp kafamı kaldırarak karşımda duran yansımaya baktım. Yüzüm, kızıl ışığın gölgeleri altına gömülmüş bir kan ruhu gibi görünüyordu. Ellerim, bana ait olmayan, yabancıların eşyalarının üzerinde gezerken tedirginlikten ölü beyazı kesilmişti.
Alt alta sıralanmış çekmecelerden bir diğerini çektiğim an gözlerimdeki durağanlık pıhtısında bir şaşkınlık kanaması başladı.
Dudaklarım aralanırken, “Gurur,” dedim ikilemde kalmış, tedirgin bir sesle. “Burada.”
“Sana neden kadın olsaydın diye sorduğumu anladın mı?” diye sordu, sesi her ne kadar alaylarla kuşatılmış olsa da bir zafer kazanmış gibi gür duyulmuştu. Hızla bana doğru ilerleyip, açtığım çekmecenin içinde duran bilgisayar kabını çıkardı ve fermuarı açıp bilgisayarı kontrol etti, laptop koruma kabının içinde duruyordu. Buz sıcağı gözler laptoptan ayrılıp yavaşça bana çevrilince bir an durdum, dudakları kısa bir gülümsemeye ev sahipliği yapmış gibi görünse de bu benim kafamda var olmuş bir yanılsamadan da ibaret olabilirdi.
“Sen benim için on üçüncü cumasın ama ben neredeyse senin bana uğur getirdiğini düşünmeye başlayacağım.”
Ona başka bir kelime daha söyleme fırsatı vermeden konuştum.
“Ben senin için aynısını söyleyemeyeceğim.”
Gözlerini indirip, uzun boyundan dolayı böbürleniyormuş gibi dik durarak, “Söyleyemeyeceğim diyorsun, söylemeyeceğim diyemiyorsun. Bana bir adım yaklaşıp, beş adım geri gitmenin sebebi, beni kendine çekmek istemenden mi?” diye sordu, biçimli kaşlarını kaldırdığında bir an yüzündeki ifadeyi okuyamadım. “Yoksa sen öne doğru bir adım atmasan da, yüzün bana dönük attığın tüm adımlar bizi geriye götürüyor olsa da üzerine yürüyeceğimi bildiğin için mi?”
“Benim hiçbir şey bildiğim yok,” dedim kuru bir sesle. “Kafanda kuruyorsun.”
Biçimli kaşları yeniden havaya dikildi. “Kafamda kurduklarımı bilmek istemezdin, Matmazel Sivri Zekâ.”
Bir an ona, diyecek bir şey bulamamanın karmaşasıyla baktım ve o, bunu yüzümde görmüş gibi gözlerinde taşıdığı kurnazlığın tüm yüzünü sarmasını sağladı. Cevapsızlığım onu tatmin etmiş gibi geri çekilip bilgisayarı alarak bakışlarını odaya çevirdi.
“Bu odadan bir şeyler çalmak gerekiyor,” dedi açıkça. “Sadece laptop olmaz. Makyaj masasında beğendiğin bir şeyler varsa, al.”
“Ne diyorsun sen be?” İrkilerek bir makyaj masasına, bir de Gurur’a baktım. “Aklını yitirmiş gibi konuşma, ben hiçbir şeye elimi sürmem.”
“Son on beş dakikadır kadının odasındaki her eşyaya elin değmiştir,” dedi alaycı bir sesle. “Ben çilekli balonları alıyorum, sen de birkaç şişe parfüm al işte.”
“İğrençsin.”
“Biliyorum,” dedi göz ucuyla bana bakarak. “Parfümleri unutma.”
“Bu kadının eşyalarına dokunmayacağım, anladın mı? Bir cinayete ortaklık yaptım ama bu kadarı da fazla,” dedim birden bilinçsizce, ardından söylediğim şeyin ağırlığı, ruhuma bir kaya gibi oturdu ve gözlerim boşluğa takılırken nefesimin ilk kez ciğerlerimin içini dolduramayacak kadar yetersiz bir şekilde içime sindiğini hissettim.
“Emin ol, bir seçim hakkın olsaydı, o gece bir cinayete tanık olmayı değil, burada benimle birilerinin evini soymayı tercih ederdin,” dedi mesafeyi tekrar sesine çelik bir yelek misali örerek.
Yatak odasının çıkışına ilerlemeye başladığında gözlerim geniş omuzlarındaydı, sanki sırtına kimsenin göremeyeceği kadar şeffaf ama kimsenin taşıyamayacağı kadar da ağır yükler binmişti. Beni geride bırakarak odadan çıktığında, bakışlarım yavaşça aynaya çevrildi. Yüzüme bulaşan o garip ifadeyle yüzleşmemle birlikte zihnimde yeni bir soru işareti doğdu. Buna mecburdum, bunu biliyordum. Ne kadar kaçarsa kaçsın, insan var olmuş bir kaderi geride bırakamazdı; mürekkebi kurumuş bir kaderin üzerine su dökünce o kaderi temizlemiş olmazdın, bulandırırdın. Belki de kabullenmek, artık en doğrusuydu.
Kadının makyaj masasının üzerinde duran en lüks parfüm şişesini alırken bakışlarım tekrar yansımama kaydı. Bunu yapmak zorunda kaldığıma inanması öylesine güçtü ki. Kendimi, ruhumun önüne bir kibritle çıkmışım, ruhumu gözyaşı olduğunu inandırdığım benzinle yıkamışım, sonra da ucunda alev birikmiş kibriti üzerine atmışım gibi hissediyordum; gözümün önünde yanmaya başlayan benim ruhumdu ve onu yakan benim parmaklarımdı.
Bakışlarım, kadının makyaj masasındaki küçük, kahverengi ve ahşaptan yapılma olan sandığa kaydığında, doğru olanın bu olduğunu zihnime fısıldayan sol omzumdaki şeytan bile artık hâlime ağlıyordu. Sandığı açtığım an, büyük, gümüş rengi halka küpeler dikkatimi çekti ama bu küpelerin gümüş olmadığına adımın Zeliha olduğundan daha çok emindim. Bu kadın için gümüş, bizim için teneke parçası gibi bir şey olmalıydı. Küpeleri alıp cebime koydum ve “Yemin ederim evden çıktığım an hepsini çöpe atacağım,” diye fısıldadım vicdan azabıyla. “Üzgünüm.”
Elimde parfüm şişesiyle odadan çıktığımda, geride bıraktığım kızıl ışık koridoru aydınlatmaya yetmediğinden bir an karanlıkta kalıp afalladım. Bakışlarımı ışığın hafif hafif toz gibi döküldüğü yöne kaydırdığımda, baktığım yerin koridorun sonu olduğunu fark etmiştim. Gurur, sırtı dönük bir şekilde durmuş, elinde tuttuğu telefondan dökülen ışığı avucunun içine bastırarak ışığı en aza indirgemişti. Temkinli adımlarım yavaşça ona düşmeye başladığında, bir tilki gibi kulaklarını dikmişti, beni ânında fark edip bir elini havaya kaldırarak işaret parmağıyla beklememi belirtti. Tedirginlik kalbime zehirli bir sarmaşık gibi dolaşınca, olduğum yere nefesimi tutarak bir çivi gibi çakıldım ve beklemeye başladım.
Alt kattan bir kapının açılıp kapanma sesini duyduğumuz anda ikimiz de irkildik ama Gurur, benim aksime daha sakin bir ifadeyle, sadece temkini gözlerine gömmüş, sesin geldiği yöne bakıyordu. “Aşağıda,” diye fısıldadım sadece dudaklarımı oynatarak ama o, bu dudak oynatışımı duyması imkânsız olmasına rağmen beni anlamış gibi kafasını aşağı yukarı sallayarak söylediğimi onayladı.
Yavaşça beni durdurduğu parmağını ileri geri hareket ettirerek biraz uzaklaşmamı istedi. Küçük bir adımla gerileyip bakışlarımı merdivenlere çevirdim. Kalbimin atışını boğazımın derinliklerinde hissediyordum. İnsan bazen bir kibrit ucunu süsleyen alevle koskoca ormanı yakabiliyordu. Parmaklarımın ucunda, başında alevden saçları olan bir kadının çıradan bedenini tutuyormuşum da her an o kadın parmaklarımın arasından kayıp düşecek, zamanı ateşe verecekmişim gibi hissediyordum.
“Sakince merdivenlerden in,” diye fısıldadı, hatta fısıldamadı, sadece kan oturmuş dudaklarını hareket ettirdi. “Sakince.”
Başımı hızlıca iki yana sallayıp, korkunun sarmaşık gibi dolaşarak altında bıraktığı gözlerimi ona diktim. “Hayır,” diye fısıldadım korkuyla, sesim birden fazla çıkmış gibi ellerimi ağzıma götürdüğümde, bir elimde tuttuğum parfüm şişesi neredeyse elimden kayıp düşecekti ama son anda kendimi toparlayabilmiştim.
“Zeliha,” dedi kararlı gözlerini yüzüme sabitleyerek. “Dediğimi yap. Önce ben inememem, seni arkada bırakmak tehlikeli olur.”
“Ya beni yakalarsa?”
“Elim armut toplamıyor.”
“O zaman önce sen in,” diye fısıldadım korkuyla. “Ben istemiyorum.”
“Önce ben inersem benim varlığımı bile hissetmez ama sen sona kalırsan geri dönmek zorunda kalırım,” dedi sertçe. “En iyisi şu an amacı belli değilken, büyük ihtimalle bizim farkımızda bile değilken çık ve git.”
Sadece küçük bir anlığına ne demeye çalıştığını anlayamıyormuş, karşımdaki adam Türkçe konuşmuyormuş gibi baktım ona. Beni mi korumaya çalışıyordu yoksa beni korurken güttüğü amaç kendi çıkarları mıydı anlayamıyordum ama korku öyle fazlaydı ki, şu an ayrıntılara odaklanamıyordum. Yine de bir şeylere benden daha mutabık olduğunu bildiğimden onun dediğini yapma kararı aldım ve yüreğimdeki korku bir dalga gibi yükselerek göğsümdeki kemikten kayalıklara çarparken merdivenlere yöneldim.
Gurur’un her zaman ikinci bir planı, hatta üçüncü ve dördüncü bir planı olabileceğini düşünüyordum çünkü onu çok kısa bir zaman zarfında bile olsa gözlemleme şansım olmuştu. Eğer şansımız yaver giderse, ki bu Gurur gibi biri varken çok olasıydı, buradan hiç darbe almadan kurtulabilirdik ama yakalanma korkusu sanki bir rüzgârdı ve montumun yakalarını kaldırıp enseme siper etsem de o rüzgârın şiddetini ruhumda hissediyordum.
Merdivenleri büyük bir dikkatle inmeye başladığımda bile parfüm şişesi elimdeydi, bir an bu yaptığımın saçmalığını fark ettim. Çenem o an kaskatı oldu ama el ve ayaklarım kaskatı olmaktan ziyade daha çok titriyorlardı.
“Hay aksi,” diye fısıldadım kendi kendime.
Her an ışığın açılmasından, tanımadığım bir yüzün karşımda belirmesinden ve olası bir kaos durumundan ölesiye korkuyordum. Yakalanacak olursak Gurur yeniden bir sivili, halktan birini kendi yöntemleriyle cezalandırmak zorunda kalır mıydı? Zihnimde bir bulut asılı duruyordu ama bu bulut içinde ne fırtına belirtisi olan şimşeklere gebeydi ne de bir damla yağmur taşıyordu.
Merdivenin tırabzanlarına tutunarak yavaş adımlar atmaya devam ettim. Muhtemelen evdeki kişi bir şeylerin ters gittiğinin farkında olmalıydı çünkü biz bu eve anahtarla değil, bir bıçak yardımıyla girmiştik. Son basamağı da inmemle arkamda birinin varlığını hissettim ve hafif bir ışık yavaşça sırtıma çarparak bedenim tarafından ikiye bölünüp önüme devrildi. İrkilerek gözlerimi merdivenlerin üst kısmına çevirdiğimde Gurur’un orada beklediğini gördüm.
“Acele et,” dedi dudaklarını oynatarak ama benim aksime o gerçekten sakin görünüyordu.
Başımı sallayıp, ışığı kapatmasını ister gibi ellerimi salladım ama o bunu yapmadı ve ışığı parmaklarından oluşturduğu uzun perdelerle biraz olsun hafifletti; önümü görebileceğim kadar ışık hemen önümde bir ölünün kanı çekilmiş beyaz bedeni gibi serili duruyordu.
Aniden bir kapı sertçe kapanınca olduğum yerde sıçrayıp, korkuyla holün sol tarafına baktım. Odalardan birinin kapı boşluğundan dışarı sızan ışığı fark edip iri gözlerimi hızlıca Gurur’a çevirdim. Bütün kontrolümün ani bir baskıyla patlayan camın keskin parçaları gibi etrafa savrulduğunu hissetmeye başlamıştım. Korkuyla adım atacakken, kapının kolunun aşağı doğru çekildiğini görmek bütün dengemi altüst etti. Yere saçılan cam kırıkları gibi içimden dökülerek etrafa yayılan kontrolüm artık yerinde olmadığı için kapıldığım panik, beni olduğum yerde bir buzdağı misali donup kalmaya itti. Kapı aralandığında, Gurur’un yüzündeki şaşkınlığı göremesem de hissedebiliyordum. Şimdi yere çökmek, avuçlarımı açıp yüzüme bastırarak sadece sarsıla sarsıla ağlamak istiyordum ama bunu yapmadım; kapıdan çıkan kişiyi göreceğim ânı beklemeye başladım.
Yener’in elinde bir kenarı ısırılmış kırmızı bir elmayla omzunu kapının kenarına yaslayarak bana bakmaya başladığı an, dudaklarımın aralığından hafif bir karmaşa hırıltısının döküldüğü andı. Altında siyah bir kot pantolon olan Yener’in üzeri çıplaktı, ince ama kaslı bedenindeki damarlar, açık renkli teninin altına gömülmüş nehir yolları gibiydi. Gözlerime bulaşan şaşkınlık, elmasından bir ısırık daha koparırken öne uzattığı bir ayağını hafifçe sallamasına neden oldu.
Bana yüzünü komik bir şekilde buruşturup, ağzındaki elmayı çiğnemeye devam ederken, “Ne bakıyorsun, bu gördüğün ilk seksi asker değil,” dediğinde bir an gerçekten elimdeki parfüm şişesini onun kafasına fırlatmak, şişenin kafasında parçalandığı ânı izledikten sonra arkamı dönüp basıp gitmek istedim.
“Siz benimle dalga mı geçiyorsunuz?” Sesim titrese de gür çıkmıştı, bakışlarım şiddetle Gurur’a çevrildi. “Ne demek oluyor bu? Bu heriften biraz evvel ayrılmadık mı biz? Bu herifin burada ne işi var? Sadece beni korkutmak için tezgâh kurduğunu söyleme bana.”
“Onun burada olduğunu bile bilmiyordum,” dedi Gurur net bir sesle. Başını iki yana sallayıp, gördüğü manzaradan pek de hoşnut olmadığını açıkça ortaya koyan bir ifadeyle merdivenleri inmeye başladı. “Senin burada ne işin var?”
“Götünüzü toplamaya geldim,” dedi Yener omzunu yavaşça silkip, elmasından bir ısırık daha kopararak. “Neden hayalet görmüş gibi bembeyaz olduğunuzu anlamıyorum, buraya geleceğinizi anlamadığımı düşünmüş olamazsın, Zincir.”
“Anladıysan bile ne halt yiyeceğimi bilmeden burada olmaman gerekirdi, seni tehlike sandım ve eğer şu narsist suratını görmeseydim sana arkadan saldırıp şu an nefes almamana neden olacak şeyler yapıyor olabilirdim.”
Yener yüzünü buruştururken elmayı ağzından uzaklaştırdı. “Her yöne çekilebilecek cümleler kurma lan.” Sahte bir titreyişle bakışlarını farklı yöne çevirdi. “Hem buraya girdikten sonra elinizi kolunuzu sallayarak çıkamazsınız, sağlam bir hırsızlık süsü verilmesi için de biraz kalabalık olmak gerekiyor.”
“Ha bir sen kalmıştın,” dedim birden sertçe, Yener bana tuhaf tuhaf baktı ama bakışlarında daha çok bir umursamazlık vardı; aldırış etmiyor gibiydi. “Gizlice girdiğin evlerde yarı çıplak dolaşmak gibi garip alışkanlıkların mı var?”
Yener dudaklarını öne doğru uzatıp, “Gizlice girmek mi? Hiç yakıştıramadım,” dedi alayla. “Bu evde yetmiş dokuz bölümlük Aşk-ı Memnu çektim ben.”
Gurur’un söylediklerini hatırlayınca, yüzümü buruşturarak başımı iki yana sallamakla yetindim. “Buradan bir an evvel çıkabilir miyiz artık? Lütfen,” dedim kaygıyı bir kenara itip, öfkeli bir sesle.
“Dur bir,” dedi Gurur araya girerek. “Sen ne zaman geldin buraya?”
“Sizden birkaç dakika önce olabilir, ben mutfakta elma yiyordum.” Eliyle arkasında kalan odayı işaret etti ama o tarafa dönmedi, kahverengi gözleri Gurur’daydı. “Sonra bir baktım pencereden bahçeye doğru, iki karartı, biri küçük biri büyük… Duvarda garip şeyler yapılıyor… Elmam dişlerimin arasında kaldı, ben bir alkış kıyamet ama nasıl alkışlıyorum… Durmayın diyorum o an ama içimden çünkü elma dişlerimin arasında o an… Durmayın yavrularım, o duvarlara umudu ekin, sevgi filizlensin…” Büyük bir sessizlik yaşandığında konuşmaya devam etti: “Sonrasını pek izlemedim, ben olayın pornografisiyle ilgilenirim, bilirsin kanka.”
“Lan madem bizi gördün neden kapıyı açmıyorsun da bana bıçakla kilit açtırıyorsun lan?” Gurur, kaşlarını dehşetle çattı. “Hem sen nasıl girdin kapı kilitleyken?”
Yener, gıdığını göstererek gülünce, o kemikli suratın arkasında bir gıdık olması beni şaşırttı ama bunu görmezden geldim. “E birilerinin hırsız girdi süsü vermesi gerekiyordu, kanka,” dedi Yener. “Yani senin kapıyı zorlayarak girmen doğru olandı. Ben nasıl girdim… İsteyip giremediğim bir yer oldu mu hiç?.. Soruyorum sadece…”
“Her neyse, biraz ortalığı dağıtıp çıkalım,” dedi Gurur fazla kurcalamadan.
“Benim bu evin sahibesini dağıttığım gibi mi?..”
“Yener, tamam görevini tamamladın olay bitti, konusunu yapma şimdi,” dedi Gurur uyarıcı bir sesle.
“Nasıl yani, sen bir kitap yazsan onu herkes okusun istemez misin, kardeşim? Ben bu evde bir kitap yazdım, tabii ki de herkes okusun istiyorum. Sanata ve sanatçıya gereken değer verilmiyor…” Eliyle referans hareketi yaparak kibarca içeriyi işaret etti. “Efendim burası mutfağımız, her şeyin başladığı yer. İlk temasın…” Elmasını gösterdi. “Yasak elmanın tadına baktırdığım ilk yer.”
Düz, ruhsuz bir bakışma.
“Cidden bu iş için bir kadınla tek seferlik bir ilişki mi yaşadın?” diye sorduğumda, anlık cesaretim yanaklarımı ısıtsa da renk vermemiştim.
“Yoo, tek değil ki,” dedi Yener birdenbire. İçeriyi işaret ederek, “Şurada da yaptık,” dedi ciddice. Bir an söylediklerinin şaka olmadığını kavramak beni şaşkına çevirdi. “Hatta şurada da…” Mutfak kapısını tamamen açıp, oldukça lüks görünen tezgâhın yanındaki masayı gösterdi. “Şurada da oldu.” Çenesini kaşıyıp, “Hatta şu kısımda da oldu,” deyip yüzünü buruşturdu. “Tezgâhta yaparken kocası aradı, yarım kaldı ama bence sayılabilir.”
“Kıza neden anlatıyorsun?” Gurur’un ciddi sorusu üzerine bakışlarım ona çevrildi, tek kaşını kaldırmış, Yener’den iğreniyormuş gibi garip bir ifadeyle arkadaşını izliyordu.
“Kanka bir kere dedi, ben bir kere yapacak insan mıyım?”
“Sen insan mısın?” diye sordu Gurur sakince.
Yener ikileme düşmüş gibi, “Değil miyim?” diye sordu.
Söylediklerinin şaşkınlığı yüzüme çizilmiş bir resim gibiydi. Bu kadar ciddi adamın içinde, ciddi bir işle uğraşırken nasıl bu kadar eğlenceli ve ciddiyetsiz olmayı başarabiliyordu hiçbir fikrim yoktu ama bir an onun olduğu insanı kıskandığımı hissettim. Sanki Yener bir kaos ortamındayken bile birdenbire bir DJ edasıyla ellerini kaldırıp ortamdaki havayı değiştirebilirdi. Gurur, gözlerinde yılmış bir ifadeyle, Yener’in anlattığı deepweb videolarını anımsatan fantezilerini dinlerken olduğum yerde öylece durmuş, sadece Yener’i gözlemlemiştim.
Evden çıkmamız için evi biraz daha dağıtmaya ihtiyacımız vardı. Ben bu konularda tecrübesizdim ama Gurur ve Yener, insanları nasıl manipüle edeceklerini iyi biliyorlardı. Gurur biraz mutfağı dağıtmış, Yener de her ne kadar bu durum beni çok korkutsa da birkaç antika eşyayı poşete doldurmuştu. Poşeti elime tutuştururken yüzünde bu yaptığı şeyden keyif alıyormuş gibi bir ifade olduğunu görmüştüm.
“Hadi,” dedi Gurur, laptopun içinde olduğu koruma kabını kolunun altına alıp, gözlerini kapıya çevirerek. “Artık çıkabiliriz.”
“Dur kanka dur,” dedi Yener, kucağında dev, plazma ekran bir televizyonla salondan çıkarken. Hatta o kadar çıkamamıştı ki, yan dönmüş, yine çıkamamış, bir kez daha yan dönmüş, çıkamamış, düz çıkmaya çalışmış televizyonu kıracağını anlayıp tekrar yan dönmüştü. “Bunu alalım,” dedi kollarını genişçe açarak tuttuğu televizyonu göğsüne doğru bastırıp. “İnandırıcı olur.”
“Yıllardır beklediğin şey soygun yapmak mıydı sadece soruyorum? Ev soymaya çok meraklı gibisin,” dedim yüzümde allak bullak bir ifadeyle.
“Ben ev değil kadın soyarım, şu an kadın olmadığı için sadece ev soyuyorum…”
Yüzümü buruşturup gözlerimi devirerek, “Çıkalım mı?” diye sordum.
Yener, “Olmaz diyorum kızım, ailevi sorunlarım var, karanlık bir adamım ben,” dedi dalga geçer gibi. “Ama Gaye ararsa bir düşünürüm…”
“Hüsrev?” dedim sorar gibi.
“Karıştırma şimdi Hüsrev’i.” Televizyon kucağındayken yavaşça bana doğru yürüyüp, kafasını öne doğru uzatarak bana baktı. “Çolpan’ın sevgilisi falan var mı?”
“Ne diyorsun be?”
“Numaramı versene ona.”
“Ya git be, sapık mısın nesin,” dedim ondan uzaklaşarak. “Benden birkaç metre uzak dur.”
“Sen farklısın, Zeliha,” dedi sesini yumuşatarak. “Ben ilk kez böyle hissediyorum…”
“Ne diyorsun be sen?”
“Nasıl, sesimi falan boğuklaştırıp titrettim, tutar mı sence bu?”
“Aa deli mi ne ya,” dedim ona garip garip bakarak.
“Bilmiyorum ya,” dedi ve birden televizyon kucağındayken gözleri uzaklara daldı. “Ailevi problemlerim var diyerek soğuk yapıp seviştiğim çok oldu, karanlık adamı da oynadım, hayvan sever adam oldum, annesi tarafından örselenmiş adamı oynadım, bence şimdi de ilk kez böyle hissediyorum kartımı kullanmalıyım.”
“Ya hadi git işine be,” diyerek önüme dönüp kapıya doğru ilerlemeye başladım. Gurur kapıda durmuş, yüzünde adi bir sırıtışla bizi izliyordu. Yener arkamda yürürken konuşmaya devam etti.
“Zeliha, biliyor musun bir ara bir kızı ilkim sensin diyerek kandırmıştım… Bana bakire kız muamelesi yapmıştı, inanılmaz iyiydi.” Gözlerimi yukarı doğru kaydırarak devirdiğimde bile susmadı. “Sonra ertesi gün aradım, dedim ikinci sefer için ne zaman buluşuyoruz, meğer en yakın arkadaşının bir sene öncesinde fuckbuddysiymişim, bunu öğrenmiş. Ana avrat düz gidip yüzüme kapatmıştı. Ben de geri arayıp dedim ki: Seninle ilk seferimdi işte.”
“Bir insan neden yaptığı şerefsizlikleri askerlik anısı olarak anlatır ya?”
“Askerim ben,” dedi ve bir an aydınlanarak başımı salladım.
“Doğru bu.”
“Dur bak ne anlatacağım sana…”
“Ya Yener,” dedim birden durup omzumun üzerinden ona bakarak. “Önce evden çıkalım mı ya? Sonra anlat. Bak gerçekten anksiyeteden öleceğim şimdi.”
“Bak anksiyete dedin de lise sondayız, bir kız var, ama nasıl güzel… Herkes ona, o bana hasta ama anksiyete problemleri vardı. Üf Meltem ya, sen var ya nasıl bir iliktin de yaklaşamadım ben sana korkudan ya. Anksiyeteyi bahane ederek kaygı bozukluğuyla ya öldürse beni? Önemli biriyim sonuçta.”
“Senin sıkıntıların var.”
“Yok kız, hiç yok yani, sıfır sıkıntı bende.”
“Problemli manyak.”
“Problem dedin de…”
“Yener.”
“Efendim, yenge.”
“Zeliha benim adım.”
“Tamam, Zeliha yenge,” dedi ama bunu derken iki nokta üst üste ve büyük D harfi koymuş gibi bakmıştı.
“Bu adam elindeki televizyonla nasıl duvardan atlayacak?” diye sordum Gurur’a dönerek. “Yakalanırsak bunun yüzünden yakalanacağız.”
“Bu mu? Bana neden kullanılmış kondom muamelesi yapılıyor ya şu an? Hem niye duvardan atlıyoruz? Ben arka bahçe kapısından girdim.”
“E biz niye duvardan atladık?” diye sormamla, Gurur ve Yener’in birbirlerine iki nokta üst üste ve bu kez küçük d harfi şeklinde gülerek baktıklarını gördüm.
“Bana yine bir oyun mu oynadın yani?” Gurur’a doğru döndüğüm anda, Yener yanımdan televizyonla birlikte yan dönerek geçip, “Kolay gelsin,” diye mırıldandı ve uzaklaşmaya başladı.
Yener, dış kapıdan çıktığı an şimdi arkamda beliren bir karanlıkla, Gurur’un önünde duruyordum ve o da aralık duran kapının önünde dikiliyordu. Dışarıdaki sokak lambasının ışığı yavaşça içeri devrilmiş olsa da sadece yüzümü aydınlığa boyayacak kadar renk veriyordu. Arkamdaki ıssız karanlığın farkındaydım. Gurur’un, sokak lambasının ışığını sırtında taşıdığı için yüzü epey karanlık görünüyordu. Bakışlarımı ondan çekmeden bir cevap bekliyor gibi ona bakmaya devam ettim çünkü onun gözleri benim yüzümdeki ifadeleri seçebiliyor olmalıydı.
“Hadi,” dedi Gurur sakin bir sesle ama benim içimdeki duygular pek sakin değildi. “Çıkalım artık şu evden. Alacaklarımızı aldık.”
“Beni bilerek mi o duvardan atlattın?”
“Bilerek ya da değil, atladın ve amacımıza ulaştık mı? Evet. Gerisi neden bu kadar önemli?”
“Neden beni kandırdın?”
“Sana bildiğimi söylediğimi hatırlamıyorum,” dedi sadece tok bir sesle.
“Yener’le birbirinize nasıl baktığınızı gördüm,” dediğimde yüzünü göremesem de duraksadığını hissettim. “Biliyordun, arka bahçe kapısından girebilirdik ama sen buna rağmen beni yormak istedin. Çünkü benimle oyun oynamayı seviyorsun, öyle değil mi?”
“Değil,” dedi açıkça. “Zeliha, neden seninle oyun oynayayım?”
“Çünkü seni bu duruma sokan kişinin ben olduğumu düşünüyorsun,” dedim içimdekini açıkça göstererek. “Tüm bu olanlardan beni sorumlu tutmadığını söyleyemezsin, en başından beri bunu kafama zaten kakıyorsun farkında olsan da olmasan da.”
“Farkında bir şekilde yapıyorum,” dedi dürüst bir şekilde ama yüzüne çizilen ifadeyi göremediğimden ona emin bir şekilde yaklaşamıyordum. O, benim için hep bir muammaydı. “Sana güvenmiyorum,” dediğinde bir an duraksadım. İyi de bunu zaten biliyordum? “Çok naziksin, hassassın. Seni bir yerlere çarpmadan nasırlaştıramam ve sen nasır tutmadan, sana güvenemem.”
“Ben nasır tutmak istemiyorum,” dediğimde sesim bilincim dışında bir duvar örerek o duvara sırtını yaslamış ve titreyerek kelimelere sığınmıştı. “Bana güvenmek zorunda değilsin.”
“Sana güvenmezsem devam edemem.” Bana doğru bir adım atmasını beklemediğimden bir anlık refleksle bir adım geri atıp, kafamı kaldırarak ona baktım. Holün zeminine yayılan ışığın üzerine düşen gölgesi önümde uzadı ve üzerime devrildi. Bakışlarım zayıf bir melodinin ruha dolanıp hisleri ele geçirdiği gibi onun yüzünü ele geçirdi ama ne gözlerini ne de gözlerinin çizdiği ifadeleri göremedim. “Sana hiçbir zaman tam olarak güvenmeyeceğim biliyorum ama en azından sana inanmamı sağla, Zeliha.”
“Peki ya ben?” Kafamı iki yana sallayarak ona baktım. “Ben sana nasıl inanacağım? Daha yolun başında benim için bir sürü oyun hazırladın, yolun sonuna gelene kadar daha kaç oyunun içinden geçeceğim?”
“Sana kıyameti yaşatmışım gibi konuşma,” dediğinde bana bir adım daha yaklaşmıştı. “Cehennemi gösterdim, doğru ama seni cehennemin içine çekmedim. Seni cennete götüreceğim de demiyorum çünkü dünya üzerinde öyle bir yer yok ama seni cehennemden de uzak tutabilirim. Bu yüzden de senin nasır tutman gerekiyor.”
“Duvara tırmanınca, korkunca, kaygıyla dolunca nasır tutmuş olmuyorum ben,” dedim sertçe.
“Oluyorsun.” Elini kaldırıp, işaret parmağının ucuyla beni bana gösteriyormuş gibi işaret etti. “Zorlukları benimle aşmayı öğretiyorum sana. Bahçe kapısından elini kolunu sallayarak girersen bu zorluk olmaz. İlerleyen günlerde hiçbir şey daha iyi olmayacak, daha kötülerini de yaşayacağız ama hiçbiri o geceki kadar kötü de olmayacak. O günleri yaşayabilmen için de senin nasır tutman gerekiyor. Bunu sana öğretemezsem ateşin içine bile bile girersin ve kafamı sikeyim ki kendimi biliyorum, arkandan ben de ateşe yürürüm.”
Söylediklerine inanabileceğim her yerimden beni vurduğunu hissettiğim için ve kanım hâlâ kurumadığından, ellerimi onun açtığı yaralara bastırarak sadece onu izliyordum. Onun bana inanmaya ihtiyaç duyduğu gibi ben de ona güvenmeye ihtiyaç duyuyordum. Nasır bağlayayım diye yaptığı her şey sanki beni daha da çıkmaza götürüyordu. Önceliğim kendim değildim, başkalarıydı ve ben başkalarını önceliğim yaptığım için şu an bu hâldeydim.
“Benden sana inanmamı bekleme,” dediğimde durdu, parmağını yavaşça indirip, başını omzuna düşürerek nasıl göründüğünü bilmediğim gözlerini yüzüme dikti.
“Hayatın boyunca hiç kimseye inanmamış gibisin.”
Tam yanından geçmek için adımımı atacaktım ki, bana doğru bir adım daha gelip, bir eliyle dirseğimin altını yavaşça kavrayıp, beni kendine doğru çekti. Benim yüzüm ışığın içeri süzüldüğü kapıya bakarken, onun yüzü benim arkamdaki karanlıktaydı ve bu bana bir an için bana birbirinden farklı yöne bakan cennet ve cehennemi hatırlattı.
“İnancını kim parçaladı bilmiyorum ama bir gün inandığın tek adam olacağım.”
Birdenbire içimdeki hayat durdu. Artık her şey şu an olduğumuz andan ibaretti sanki. Sokak lambası yandığı camın arkasında boğulmuş, gece yeryüzüne katran gibi akarak her yanı sarmıştı. İçime karanlıktan daha koyu bir şekilde, gece gibi çöken kelimelerini sindirmek istesem de içimde küçük bir kız çocuğu vardı ve gecenin parmakları, o kız çocuğunun uzun, ince telli saçlarının arasından kayıp gidiyordu. Parmakları tenimde büyük izler bırakmak istiyormuş gibi derime sert bir baskı uyguladığında, farkındalık bir çığ gibi kafamdan aşağı yuvarlanıp kalbime doğru yıkılmaya başladı. Kafamı kaldırıp gözlerimi hemen yan tarafımdaki adama çevirdim, onun da bakışları bana çarpmıştı ve şimdi buz tutmuş güneşe benzeyen gözleri, dışarıdan içeri doğru yayılan hafif ışığa tutunarak kor parçası gibi yanmaya başlamıştı.
“Buna verecek bir cevabın yok mu, Zeliha?” diye sordu, sesinin ağırlığı altında ezilmiştim, sanki tok sesi bir dağ gibi üzerime çökmüştü. “Beni bunun böyle olmayacağına inandırmaya çalışmayacak mısın?”
“Çalışsam bile inanacak mısın?” Arabaların belli bir hızla ilerledikleri caddede durmuş, düşen yağmur damlaları yüzüme gözyaşları çizerken bana çarpacak o kişinin gelmesini bekliyormuşum gibi hissediyordum. “Sen bana inanmıyorsun ki.”
“Sen de beni hiç inandırmaya çalışmıyorsun.”
“Bunu istediğini bilmiyordum.”
“İstediğimi söylemedim,” dese de gözlerinden yüzüme yayılan bakışlar bunun tam aksini savunuyordu.
“Yoruldum,” dedim elimdeki poşet parmaklarımı keser gibi sızlatırken. “Eve gitmek istiyorum.”
Parmaklarını dirseğimin altından çekmeden, “Vereceğin başka bir cevap yok mu?” diye sordu. “Yoruldum ve eve gitmek istiyorumun dışında bir cevap. İstediğimi söylememem hakkında?”
“Ne istiyorsun, Gurur?” Bir an ona, yorgunluğu içimden dışarı taşırıp, karanlığa yayılmasını sağlayan gözlerle baktım. Gözlerimdeki o puslu duyguyu görmüş gibi derin bir nefes alıp, birkaç saniyeyi yüzümün sınırlarına bıraktı ve ardından parmakları benden yavaşça ayrılarak beni özgür bıraktı. “Daha kaç farklı şekilde mahvolacağımı bilmediğim bir yola çıktım seninle ve sana o yolda beni mahvetmemek için uğraş demiyorum, sadece bile bile mahvetme istiyorum çünkü sen beni bile bile mahvedip, sonra da bunu bana inanmak istediğin için yaptığını söylüyorsun. Bana böyle inanacaksan, hiç inanma.”
Yavaşça geri çekildiğim an, konuşması için doğan tüm fırsatları göbeklerinden sarkan kordonla boğup öldürdüğüm andı. Seri ve yere sağlam düşen adımlarla ondan uzaklaşıp bahçeye doğru çıktım ve etrafıma bakınıp, tedirginliği yeniden giyinerek Yener’i aramaya başladım. Yener bahçedeki uzun, gövdesi kalın ağaca yaslanmış, televizyon kucağında bekliyordu. Üzeri hâlâ çıplaktı, havanın soğuğundan hiç etkilenmiyormuş gibi öylece put gibi duruyordu. Beni fark edince omzunu ağaca bastırarak kendini öne doğru itip, bana doğru gelmeye başladı. Çok geçmeden Gurur da evden çıktı ve üçümüz bir araya geldiğimizde, yaptığımız konuşmanın dışına çıkmış bir kaygı tekrar başımın üzerinde hale gibi asılı durmaya başlamıştı. Etrafıma kaçamak bakışlar attım, ardından gözlerimi Yener’e sabitledim.
“Üşümüyor musun böyle?”
“Buzlu suda ellerim ve ayaklarım bağlı yüzebilirim,” dedi sırıtarak, ardından televizyona baktı. “Ama bu televizyonu biraz daha tutacak hâlim kalmadı. Güzel belim tutuldu.”
“Artık birileri bizi görmeden gidelim,” dedim tedirginliği saklama gereği duymadan. Yener başını salladı, Gurur ise konuşmadı.
Bahçenin çıkışına doğru yürümeye başladığımızda bu kez yelkovan akrebin değil de sanki akrep yelkovanın üzerinde dönüyordu. Bahçe kapısının önüne geldiğimiz an kafamı kaldırıp gökyüzüne baktım. Bulutların arkasına saklanan ayın yoğun ışığı bulutları gümüşten ışıltısıyla âdeta boğuyordu. Gözlerimi bulutlardan indirdiğim an Gurur’un yüzüyle karşılaştım, duraksayarak kemiklerin düzgün bir biçimde kaynayarak oluşturduğu biçimli suratına baktım. Aramızdaki boy farkından dolayı kafamı hafifçe kaldırmadığım müddetçe onu görmem olanaksızdı. Onun göğsüne yakın bir yerlerdeydim, yan yana durduğumuzda aramızdaki boy farkı çok daha net görünüyordu.
Gözlerime, tıpkı önümde izlediği cinayetin lekeleri duvarlara bulaştığında gözlerine oturmuş o ifadeyle yüzüme baktığı andaki gibi bakıyordu. Diktiği uzun korku parmaklıklarının arkasından onu izleyen ruhum, bir bataklığın karanlık yüzeyi gibiydi ve o, ruhumu görebilmek için bataklığın içine girmişti. O gece ruhuma bıraktığı iz, birlikte geçireceğimiz her ânın boynuna idam ipi gibi dolanmaya başlamış ve günleri onun gözlerinde darağacına asmaya başladığımdan beri tek bir iz, binlere dönüşmüştü. Ruhum onun çizdiği bir haritaya dönüşmeden önce ondan kurtulmam gerekti. Kendimi ondan kurtarmam gerekti.
Arka bahçe kapısının demiri gıcırdayınca, Gurur’un buz sıcağı gözlerini konak bilen bakışlarım yavaşça ondan ayrıldı ve düşüncelerim tek bir nefeste dağılan karahindiba gibi dağılarak zihnimin farklı köşelerine uçuştular. Yener kucağında televizyonla dikkatle bahçeden çıktı, arkasından ben de çıktım ve omzumun üzerinden Gurur’a baktım. Olduğu yerde dikilmiş, yüzünde çözümlenemez bir sertlikle sadece beni izliyordu. Bakışlarını yakalamak, göğsümde kıskaç etkisi yarattı.
“Amanın, hırsız var!” Yaşlı, tanıdık bir ses kulaklarıma dolduğu an irkilerek gözlerimi bahçenin dışındaki dar, patika yola çevirdim. Yener donmuş kalmıştı, yaşlı adam karanlıktan bize doğru geliyordu ve bunu görmek kalbimin yerinden hoplamasına neden olmuştu. Birden ne yapacağımı bilemeyerek bahçenin demir kapısının soğuk yüzeyini sıkıca kavradım. “Hırsız var, yetişin!”
“Hay sikeyim böyle işi ya!” dedi Gurur ellerini saçlarının arasına kaydırırken.
“Hırsız seni, gecenin bir köründe girdin de milletin televizyonunu mu çalıyorsun? Namussuz seni!” Adam, elindeki bastonu Yener’e doğru sallayarak, “Işığa gel ışığa, göster bana o çor suratını. Seni deyyus seni! Tek de değil! Komşular komşular, mahallemizde çıplak bir hırsız var!” diye bağırıyordu.
“Amca, bir sakin olur musun?” diye sordu Yener sakince. “Tüm mahalleyi başımıza toplayacaksın ulan.”
“Bir de konuşuyor musun?” Amca, sokak lambasının dökülen ışığının altına gelince, kambur, epey yaşlı bir adam olduğunu daha net anladım. Ne kadar bağırsa da sesi yaşını ele verir cinsten güçsüzdü, yine de bastonuyla Yener’i haklayabilirmiş gibi duruyordu. “Gel buraya, kaç kişisiniz siz? Hırsızlar!” Adam, Yener’in çıplak kolunu tutup çekmeye çalışınca, Yener adama kafasını indirip küçük bir çocuğa bakıyormuş gibi baktı.
“Hırsız var, hırsız! Sırık bir hırsız!”
“Amcaaaaa baaağırmaaaa!” diye bağırdı adamın suratına doğru eğilerek.
Amca bir an, sanki böyle bir tepki bekliyormuş gibi durup Yener’e bakakaldı, o kısa duraksamada Gurur bileğimi kavrayarak beni bahçeden çıkarmıştı. Ben daha ne olduğunu anlamadan beni çekiştire çekiştire sokağın diğer ucuna sürüklemeye başladığında, “Aa,” dedi yaşlı adam. “Tevfik, devrem, ne zaman oldu görüşmüyoruz!”
Yener bir an duraksadı.
“Tevfik, bu televizyon da nesi?”
“Amcanın frekanslar karıştı,” dedi Yener bize doğru dönerek. “Siz gidin, ben gelirim…”
“Hırsız var!”
“Amca yine mi ya, benim ben, Tevfik!”
“Tevfik kim?”
“Hayda…”
Gurur bileğimi daha sıkı kavrayıp, “Yürü,” dedi gülerek.
“Aaa Tevfik,” dedi yaşlı adam tekrardan şaşkınlıkla. “Adıyamanlı Tevfik, nerelerdeydin sen?”
“Yok Umreli Tevfik,” dedi Yener alayla.
“Adamcağızla dalga geçiyor,” dedim kısık sesle, Gurur durmadı, beni çekerek yürümeye devam etti. Arkama bakarak yürürken tutuşu artık daha sıkıydı, bakışlarım yavaşça Yener’den uzaklaşarak Gurur’a yöneldiğinde, sokak lambasının ışığı açık renk saçlarına dökülüyor, saçlarında bir kan denizi yükseliyordu. Bakışlarım gözlerine çarptığında, bakışlarının bende olduğunu fark etmek beni duraksattı.
“Hızlı yürü,” demesiyle eş zamanlı olarak gözleri kısaca dudaklarıma dokundu, bu anlık duraksama beni irkiltti, bakışlarım gözlerini takip etmekten kaçındı. Yener’in arkada eğlendiğini duyabiliyordum, yakalanmaktan hiç mi korkmuyordu? Bakışlarım yeniden Gurur’un gözlerine gömüldüğünde, adımlarımız da hızlanmıştı. Buz sıcağı gözleri artık bende değildi, o kadar uzağımdaydı ki, mesafeleri aşıp yüzüne gelemiyordum.
Arabaya binip Burdur’dan uzaklaşana dek ne Gurur konuştu ne de ben, Yener’in yaşlı adamı atlatıp atlatmadığı konusunda kafamın içine sızmış belli tedirginlik gölgeleri vardı ama yine de Gurur’un rahatladığına yaslanarak bu tedirginlik gölgesinin tam anlamıyla içimi kaplamasına izin vermedim.
Araç, Burdur’dan çıkıp Isparta sınırlarına neredeyse yarım saatten kısa bir sürede girmişti, iki şehir birbirine zaten yakındı ama Gurur dağ yolundan gitmeyi tercih ederek zaten kısa olan süreyi yarıya indirmişti. İrili ufaklı yağmur damlaları aracın ön camına vurmaya başladığında, bakışlarım oldukça yüksek olan dağın kenarından aşağı sarkan yola daldı. Şehir her ne kadar uykuya dalmış olsa da ışıkları bir insanın içine kan kabul eden kalbi gibi çarpıyor, canlı görünüyordu. Başımı yavaşça cama yasladığımda, aracın hareketleriyle hafifçe titreyen camın gürültüsünü zihnimde hissettim. Gözlerim, yüzümdeki en ağır bölgeymiş gibi kapanmaya başladı ve dudaklarımdan dökülen nefes, cama dökülerek orada bir buğu oluşturdu.
“Bu gece çok mu korktun?” Sorusu, sert sesine takılarak aracın içindeki karanlığa yayılıp saçlarıma tutundu. Saçlarımda kelimelerinin ağırlığını hissettiğim için bir an kaşlarım çatıldı ama ağırlaşan kirpiklerim yukarı dikilmedi. “Niyetim seni korkutmak değildi.”
“Ama korkuttun,” dedim sadece, açıkça ve olabildiğim en net hâlimle. Beni korkutmuştu. Günlerdir yaşadığım en gerçekçi duyguydu bu; korku.
“Bilmiyordum,” dediğinde çok kısa bir anlığına ona inanmak istesem de kendimi sıkıp alnımı cama daha sert bastırarak sokağın soğuğunu aramızdaki cama rağmen düşüncelerimde hissettim. “Korktuğunu biliyordum ama benden korktuğunu bilmiyordum.”
Zihnimde bir sızıyla koştuğum o geceyi hatırlatan sesi, boğazımda asılı duran, ucunda geçmişte öldürdüklerimin kanını taşıyan bir bıçak gibiydi. Bakışlarımı ona çevirmek, gözlerimdeki yansımaya yüzünü dökmesini sağlamak istedim ama gözlerimi açamadım. Bunun yerine alnımı soğuk cama daha sert bastırdım ve Gurur’un bakışlarının boğazımda asılı duran o bıçak gibi kayarak bedenimde dolaştığını hissettim. Gözlerini yüzüme miras bıraktığında kirpiklerim titredi ama dudaklarım sessizliği içine almış bir mezar gibiydi; kelimeler bir tabutun içinde çürümeyi bekliyordu.
“Bundan sonra seni korkuttuğumda, beni korkuttun demen yeterli,” dedi sert bir sesle, afalladım ama devam etmesini bekledim; vereceğim tepkiler de kelimelerle birlikte o tabutun kapağının altında çürüyor gibiydi. “Belki senin için hiçbir şey ifade etmiyor olabilir ama benden korkman, benim için bir şeyler ifade etti bu gece. Ne ifade etti bilmiyorum ama ifade ettiğini biliyorum ve bu hoşuma gitmedi. Seni korkarken izlemek eğlenceli olur sanıyordum ama seni benden korkarken izlemek çok rahatsız ediciymiş.”
“En başından beri senden korkuyorum,” dedim. Duraksadığını hissettim ama ona bakmadım. Dizlerimi yavaşça karnıma doğru çekerek koltuğun üzerinde küçülebildiğim kadar küçülüp, ona sığınmaktansa soğuğa sığınmak daha sıcakmış gibi buz gibi cama yaslandım. “Senden o geceden beri korkuyorum. Hep korktum. Senden korkmadığım tek bir an bile olmadı.”
“Bu kadar açık olmanı beklemiyordum,” dedi, sesi her şeyi içine gömen mezar toprağı gibi olduğundan mı hiçbir şey hissettirmiyordu yoksa zaten hiçbir şey hissetmediği için mi böyle cansızdı? Araç birdenbire yerden havalanarak gökyüzüne tırmanmak istiyormuş gibi hızlandı. Sertçe yutkunup alnımı soğuk cama bastırdım. “Ve benden korkuyor olmanın beni öfkelendirmesini de beklemiyordum.”
Kaşlarımın arasında oluşan o küçük yarık, içine binlerce soru işareti gömse de bunu ona sormadım çünkü her nedense, bende ne kadar soru işareti varsa, onda on mislinin olduğunu düşünüyordum. Araç belli bir süre hızını kaybetmeden yokuş aşağı ilerlemeye başladığında bedenim öne doğru kaydı, kafamı kaldırıp uyku çöken gözlerimi ön camdan dışarı yönelttiğimde, düşmemek için parmaklarımı döşemelerin köşelerine saplamıştım. Kirpiklerimin arasında sızlayan gözlerim birden onu görmek istedi.
Omzumun üzerinden ona çevirdiğim bakışlarımı fark etti ama karşılık vermedi, direksiyonu sıkıca kavramış, yokuşun sonundaki yolu gözlüyordu. Profili bir heykelin beyaz, alçıdan teni gibi soğuk, pürüzsüz ve açık renk görünüyordu; onu bir heykelden ayıran titreyen kirpikleri, nefesiyle genişleyen burun delikleri, dudaklarının arasından uzanan nefesin ileriye atılan rüzgârı, tenini saran mavi damarlarıydı.
“Sorun çıkacak mı?” diye sordum usulca, sorum onu daldığı noktadan sıyırıp yukarı çekmiş gibi bakışlarını bana çevirince gözlerimiz çok ani bir şekilde birbirlerine yaslandı. Bıçak kemiğe yaslanmış gibi hissettiren bakışmamız benim gözlerimi ondan ayırmamla sona erecek sansam da o bıçak, kemiğimi zorlamaya devam ediyor, gözleri benden bir adım geri çekilmiyordu.
“Sorun her zaman çıkar, Zeliha. Ama benden korksan da ben varken hiçbir şeyden korkma.”
“Senden korkmaya devam etmem gerek, öyle mi?”
“Benden korkmanı gerektirecek ne yaptım bilmiyorum,” deyip bakışlarını yüzümde dolandırdı, ona baktığımı gözleri yüzümü karışlarken fark etmiştim. “Birini öldürmüş olmam dışında.”
Gerçeği bu denli açık ortaya koyması omzumdaki tüm kemikler içeri çökerek içime batmış gibi hissettirirken, başımı olumsuz bir şekilde iki yana salladım.
“O gece birini öldürürken, herkes için kötü biri olabilirdin ama benim için iyi biriydin,” dediğimde buz sıcağı gözlerin siyah bebeklerinin genişlediğini gördüm. “Ama sonra beni ailemle tehdit ettin. O andan itibaren, herkes için iyi biri olsan bile benim için korkunç biriydin.”
Bir an pişmanlığın bir renk olduğunu, onun gözlerinin renginin pişmanlık olduğunu düşündüm.
“Mecburdum,” dedi ve sonra ekledi: “Buna mecburdum.”
“Ben de senden korkup dediklerini yapmaya mecburdum. Beni senden korkmaya sen mecbur bıraktın.”
Gözlerini öyle hızlı benden çekti ki, bunu beklemediğim için yüzüne bakakaldım.
“Haklısın,” dedi sadece, gözleri yola saplı duran bir tabela gibiydi; üzerinde herkesin anlık bir pişmanlıkla çekip gittiği şehre kaç kilometre kaldığı yazıyordu. “Seni durmadan bir şeylere mecbur bırakacağım ben.” Direksiyonu sertçe çevirince, altımızdaki araba sarsıldı ve virajı alıp daha hızlı hareket etmeye başladı. “Seni hep mecbur bırakacağım.” Alt dudağını yaladığını gördüm, yanaklarındaki çukurlar genişledi ve başını salladı. “O kadar mecbur bırakacağım ki, kendini bana âşıkken bulacaksın.” Donup kaldığımda birden omzunun üzerinden bana doğru baktı. “Çünkü mecbursun. Seni buna da mecbur bırakacağım.”
“Bu acımasızlık değil mi?” İlk defa söylediği bu şeyi ciddiye alarak sorduğum bu soru, bakışlarının yüzümde donuklaşmasına neden oldu. “Seni bir insan olarak sevmekten bile Allah’tan korkar gibi korkan birini, sana âşık olmaya mecbur bırakacağını söylemek, acımasızlık değil mi?”
“Beni sevmekten Allah’tan korkar gibi mi korkuyorsun?”
Başımı salladım sadece. Otobana çıktığımızı karşı şeritten gelen kamyonun uzun, gür ışıkları yüzünü yalayıp yıkayınca fark ettim ama bakışlarımı ondan çekmedim. Gözleri gözlerime bir ömür bırakır gibi baktı ve sonra bakışlarını benden çekip yola çevirirken başını iki yana salladı.
“Evet,” dedi. “Acımasızım.” Başını sallarken gözleri hâlâ yoldaydı. “Allah’tan korka korka şeytana uyduracağım seni.”
Anlık öfkeyle gülerken, “Peki ya sen?” diye sordum birden çat diye. “Beni şeytana uyduracaksın, sen ne yapacaksın?”
“Ne biliyorsun, Zeliha?” Dudağının kenarı yukarı kıvrılırken gözlerine alay bulaştı ama o gözler hâlâ yoldaydı. “Belki ben şeytanın masasına senden önce otururum.”
Her yarası bir şekilde kabuk atmış bir kadındım.
Birçok kez, birçok yerimden kanadığım doğruydu ama hiçbir zaman kaldıramayacağımdan fazlasını taşıdığıma inanmamıştım. Aldatılmıştım, kandırılmıştım, inandığım bir şey kafamın üzerinde ekmek gibi kırılmış, bir yemin gibi bozulmuştu; yaralarım cennetten bana selam göndermiş, alnıma kâkül gibi döküldüğünü düşündüğüm ismi tek bir makas darbesiyle alnımın üzerinden kırpıp almıştım. Ama şimdi kül olduğuma inanmışken, bir gün birini seveceğime kendimi bir ihtimal olarak söylemek bile yoruyordu beni.
“Ben bir ara en büyük yandığım yerden kül olmuştum,” diye fısıldadım yavaşça. “Kırılmak en büyük yangına bile dere olur.”
Bakışları bana çevrildi.
Zamanın içinde kaybolan eski bir anı gibiydi buz sıcağı gözlerinde gördüklerim. Kayıp bir anıya o gözlerde yeniden rastlamak her ne kadar canımı acıtmış olsa da bakışlarımı onun kasırgasından uzağa savurmadım. Bir süre sadece gözlerimin içine baktı. Gözlerinin içinde bir ayna patlamıştı da yansımama ev sahipliği yapan binlerce cam kırığı yüzüne saçılmıştı sanki.
“Bilmiyordum,” dedi sonunda konuştuğunda, neyden bahsettiğini anlayamadan öylece suratına baktım. Her neyi bilmiyorsa, şu an ben de bilmiyordum. “Evet, bir güven problemin olduğunu biliyordum, bunu görmüştüm ama aldatıldığın ihtimali kafamda yoktu. Sana baktığımda ilişkisi olabilecek bir kadın değil, oyuncak ayısıyla uyuyabilecek küçük bir kız çocuğu görüyorum. Belki de bu yüzden senin güven sorununun bir adamın kalbine bağlı bir damar olduğunu görmek istememişimdir.”
Yel değirmenleri şimdi o boş arazinin kurak topraklarını savururcasına hızlı hızlı dönmeye başlamıştı. Bir otobüsün cam kenarına başımı yaslamış, aynaya hafifçe vuran yansımamı izlerken o tepelerden birinden geçiyor, boş arazide dönen yel değirmeniyle göz göze geliyordum. Beyaz kanatları her döndüğünde, güçlü bir akım etrafa yayılıyordu. Birden kalbimin atışlarına kulak verdim ve yel değirmenlerinin kanatları tıpkı kalbimin atışları gibi yavaşlamaya başladı. Bunu nereden anladığını sorgulayan gözlerle ona baktığımda, konuşmayacağımı ve bir cevap beklediğimi fark etmiş gibi başını salladı.
“Gözlerinde bir erkeğin gölgesine rastladım. Ona adam diyemiyorum çünkü eğer öyle olsaydı, gölge gözlerine bu kadar ağır gelmezdi.”
“Eve götür beni,” diye fısıldadım yavaşça.
“Eve götürüyorum.”
Başımı yavaşça salladım, o da yavaşça başını salladı ve cama yaslanıp gözlerimi yola çevirdim.
Araba Isparta’nın içine girip, merkezinde ilerlerken de süren sessizlik, oturduğum sokağa sapmamıza birkaç dakika kala bakışlarımın yol kenarındaki cipe takılmasıyla yavaşça dağıldı.
“Devran’ın arabası değil mi bu?” diye sordum kısık, uykuya bulanmış bir sesle.
“Hani?” Başını yavaşça kaldırıp gözlerini yol kenarında park hâlinde duran cipe çevirince aracı yavaşlattı. Cip, Devran’ı geçen sefer gördüğüm tekelin önünde duruyordu, kapılarından bir tanesi açıktı, Devran’ın tekelin içinden çıktığını gördüm ve birkaç saniye içinde arkasından Biricik çıktı. Gurur’un kaşlarının çatıldığını fark ettim, aracı ani bir manevrayla şeritlerden çevirdi ve karşı şeride geçip, tekelin önüne doğru sürmeye başladı.
“Biricik’in bu konularla bir ilgisi mi var?” diye sordum doğrulup aracın ön camından dışarıya gözlerimi dikerek. “Onları geçen sefer de bir arada gördüm.”
Gurur, “Bir mesele yok,” dedi sertçe. Araç, tekelin önünde durur durmaz, Devran’ın Biricik’te duran gözleri yavaşça araca çevrildi, tepkisiz suratında herhangi bir ifade doğuşu yaşanmadı. “İn,” dedi Gurur. “Bir selam verelim.”
“Emir verme,” diye homurdanarak aracın kapısını açtım, çiseleyen yağmurun kokusu ciğerlerime dolarken şimdi Biricik’in de gözleri bendeydi. İri, bebek mavisi gözlerde anlık bir şaşkınlığın genişleyerek tüm suratına yayılmasına şahit oldum ama Devran, Biricik’in aksine çok sakin görünüyordu.
“Yener aradı mı seni?” diye sordu Gurur, ardından bakışları Biricik’e dokundu, tekrar Devran’a baktı.
“Aramadı,” dedi Devran, sesi sakindi.
“Neden yine bir aradasınız siz?” Gurur bu soruyu, Devran kelimesinin sonuna nokta bile koyamadan çat diye sormuştu ve Devran’ın bakışları öyle sert bir şekilde Gurur’a saplandı ki, ortada büyüyen alevlerin arasında kaldığımı hissederek beklentiyle Biricik’e baktım. Bebek mavisi gözlerini önüne indirdi, yere bakmaya başladığında işaret parmaklarını birbirine sürtüyordu.
“Öyle olması gerekmiştir, olmuştur,” dedi Devran sakin bir sesle.
“Bu konu kapanmamış mıydı, Devran?” Gurur’un sorusu bir kırbaçtan daha sert şakıyarak Devran’ın yüzüne inince, Devran’ın burun delikleri genişledi ama ifadesi hâlâ bumbuzdu.
“Hangi konu, ortada bir konu mu var, Zincir?” Devran’ın sorusu, Gurur’un başını iki yana sallamasına neden oldu.
Biricik, “Devran’ı çağıran bendim,” dedi sessizce, gözlerini yerden kaldırmıyordu. “Özür dilerim, Gurur.”
Gurur birden gözlerini yukarı kaydırıp, dişlerini sıkarak, “Neden nişanlını değil de Devran’ı çağırıyorsun?” diye sordu sertçe. “Evine git, Biricik.”
“Gurur…”
“Git,” dedi Gurur sertçe. “Sana kötü konuşmam, biliyorsun ama şu an gitmen gerek.”
Biricik hızlıca başını sallayıp, omzundaki çantayı düzelterek karanlık sokağa yöneldi. Birkaç saniye sessizlikle geçse de Gurur sonunda, “Devran, bu işin sonunu görebiliyor musun? Bu iş, eğlenceden çıktı,” dedi sertçe. “Bu kızın nişanlısı var lan.”
Devran’ın birkaç saniyelik sessizliği, sanki bir asır gibi büyüyerek saçlarıma tutunan yağmur damlalarına karıştığında, gece kadar koyu gözlerinin yansımasında Gurur’un yüzü vardı. Dudaklarını yavaşça yalayarak ıslattı, ardından başını yavaşça salladı ve “Biliyorum,” dedi sadece.
“O zaman neden bu kızla görüşmeye devam ediyorsun?” Gurur başını iki yana sallayarak Devran’ın gözlerinin içine baktı.
“Bilmiyorum,” dedi Devran birden. “Bana bu soruyu sorma, ben de cevabını bilmiyorum.” Tam Gurur’un yanından geçip gidecekken, Gurur, Devran’ın dirseğinin altını tutarak onu durdurdu. Devran gözlerinde bir boşlukla omzunun üzerinden Gurur’a baktı. “Sana bilmiyorum dedim?”
“Çıkar bu kızı aklından,” dedi Gurur, sesi sade olsa da netti. “Nişanlısı olan bir kıza o gözlerle bakamazsın lan.”
“Sevgilisi olan bir kızla yattığımda bu tepkiyi vermediniz, gözlerine baktığımı görünce mi bu tepkiyi vermeye karar verdiniz?”
Gurur, bir an duraksadı. Devran, sadece onun gözlerine bakıyordu; ben ise duyduklarım karşısında başımdan aşağı yağmurlar değil, kaynar sular dökülüyormuş gibi şok içinde donup kalmıştım. Biricik ve Devran arasında böyle bir ilişki mi vardı?
Duyduklarımın şaşkınlığını atamamışken, “Bırak,” dedi Devran kolunu geri çekerek. “Tesise döndüğünde görüşürüz.”
“Saçmalıyorsun.”
“Umarım sen saçmalamazsın o zaman.” Ve Devran tam da bu cümleyi kurduktan hemen sonra arkasına bakmadan çekti gitti.
Şaşkınlık bakışlarıma oturmuş bir renk gibiydi. Ortada dönen yanlışı fark etmek bir an kaşlarımın ortasındaki yarığın derinleşmesine neden oldu ve önünde durduğumuz tekelin ışıkları yüzüme beyaz şeritler çekerken bakışlarım Gurur’u buldu. Yüzünde çözümlemesi güç bir ifadeyle boşluğa bakıyordu, Devran’ın arabası ise çoktan kayıplara karışmıştı.
“Sorular sorma,” dedi içimi okuyormuş, zihnimi görebiliyormuş gibi.
Gözlerimi kırpıştırdım ama kelimeler dudaklarıma uğramadı, Gurur’un da istediği buymuş gibi sadece arkasını dönüp aracına doğru yürümeye başladı. Onu takip ettiğim saniyeler, Isparta’nın yağmurun şiddetlenen damlalarıyla gözyaşları altında kaldığı âna aitti. Bir şey söylemeden ön yolcu koltuğuna inip kapıyı yavaşça kapattım ve emniyet kemerini bağlamadan onun aracı çalıştırmasını beklemeye başladım. Bir süre aracın içine sinmiş karanlıkta öylece bekledik.
Sonunda elini direksiyona vurarak derin bir nefes aldı ve “Bu konu aramızda kalsın, Zeliha,” dedi sertçe. “Kimse bilmesin.”
“Hangi konu?” Gülümsedim, birden duraksayarak omzunun üzerinden bana baktı ve gülümsediğimi görmek onu tamamen afallattı.
“Sağ ol.”
“Sadece beni ilgilendiren bir durum yok,” dedim bakışlarımı önüme çevirerek. “Artık evime gitmek istiyorum sadece.”
Aracı çalıştırıp şerit değiştirene dek geçen o küçük süre zarfında aslında kafam yine ihtimaller deniziydi. Önüme aldığım bir sürü ihtimal vardı, hepsinde çıktığım sonuç aynı olsa da kendimi durumdan uzağa itmeye çalışıyordum. Sonuçta beni ilgilendiren bir durum yoktu ama yine de kafam durmadan aynı noktada takılı kalıyordu. Gurur derin bir nefes alınca, bakışlarım yavaşça ona çevrildi ve gözlerinin hız göstergesinde durduğunu gördüm; kemikli suratına bir sinema perdesi gibi gerilmiş deriye gömülen çizgiler onun düşüncelerle dolu bir kuyu olduğunun kanıtıydı.
“Biricik’i tanıyordun, değil mi?” diye sordu yavaşça, bu soru üzerine sanki bana bakıyormuş gibi başımı salladım ama sonra gözlerinin bende olmadığını hatırlayıp, “Evet,” dedim.
“Arkadaş mısınız?” Göz ucuyla bana baktı. “Değilsinizdir. Arkadaşı olsan seni tanırdım, seni hiç görmedim.”
“Diyelim ki arkadaşıyım, beni görmüş olsan bile hatırlamaman doğal olurdu,” dedim sakince omuz silkerek.
“Hayır,” derken karanlığın içinden geçen buz sıcağı gözler bendeydi. “Seni görsem hiç unutmazdım.”
O, anlaması zor bir metin gibiydi. Cümle cümle okuyor, kelime kelime ayırıyor, hece hece tekrarlıyor, harf harf üzerinden geçiyordum ama yine de zihnime onu oturtamıyordum. Gözlerim gözlerinden ayrılarak yola çevrildi ama onun gözleri bende kalmaya devam etti. Ilık nefesi aracın içinde dolaşan, geniz kurutan bir ayaz gibiydi, yutkunduğumda duyduğum acının sebebi onun kuru meltemiydi.
“Devran ve Biricik bir süredir görüşüyordu,” dedi Gurur, ona bakmayacağımı anladığında, zihnimdeki soruyu önüne alıp, evirip çevirerek bir cevaba ulaştırarak. “Biricik’in bir ilişkisi olduğunu başta bilmiyordum, öylesine takıldıklarını biliyordum sadece.” Ayrıntılar kaşlarımın ortasındaki çukuru derinleştirse de yorum yapmadan dinlemeye devam ettim. “Anladığım kadarıyla Biricik zorunlu bir ilişkide ve Devran’ın da öylesine takıldığı biri olmaktan çıkmaya başlamış durumda.”
“Bu ayrıntıları neden bana veriyorsun?”
“Merak etmiyor muydun?”
“Sorma dedin, ben de sormadım.”
“Ama merak etmeye devam ediyordun, değil mi?”
“Evet,” dedim sakince kabullenerek, hâlâ ona bakmıyordum.
“Biricik’in seni yanımda görmesi iyi olmadı,” dedi. “O yüzden elindekini koz olarak kullanabilirsin. Seni çok sorguladığını hissedersen, sen de ona Devran’la arasındakini bildiğini söylersin ve susar.”
Birden kafama balyozla vurulmuş gibi sarsılarak dehşet dolu gözlerimi Gurur’un yüzüne çevirdim.
“Ne dediğini sanıyorsun sen ya? Onu yaşadığı doğru ya da yanlış olsun, bir duyguyla yargılayıp onu bununla tehdit edebileceğimi falan mı düşünüyorsun? Şakasın herhâlde.”
Gözleri yüzümde dolaştı, direksiyonu hafifçe çevirip dilini ağzının içinde gezdirerek omuz silkti.
“Kendini savunma taktikleri veriyorum.”
“Şerefsizlik taktikleri istediğimi sanmıyorum.”
“Kıza nasıl baktığını gördüm,” dedi Gurur kaşlarını kaldırıp, eğleniyormuş gibi yamuk yamuk gülerek. “O gayet de yargılayan bir insanın bakışıydı. Öyle bakan, bunu da yapar.”
“Sen benimle ilgili hiçbir şey bilmiyorsun,” dedim sertçe. “Şimdi durdur arabayı, eve az kaldı, kendim giderim.”
“Yavru bir sokak köpeği gibi ıslanmayı mı istiyorsun?” Bana garip garip baktığını hissetsem de ona aldırış etmeden ön konsola yavaşça vurdum.
“Durdur,” dedim sertçe. “Ne Biricik ve Devran’ın yatak arkadaşı olması umurumda ne de senin vereceğin taktikler. Biraz daha seninle aynı ortamda kalamayacağım.”
Arabayı başta hızlandırsa da sonra kaldırıma yaklaşınca yavaşladığını fark ettim. Doğrulup bakışlarımı yağmur sularının yıkadığı kaldırıma dikerek aracı durduracağı ânı beklemeye başladım. Araç durduğu an kapıyı açmak için uzansam da kapı kilitli olduğu için birkaç kez sürdürdüğüm denemelerim yanıtsız kaldı ve bakışlarımı hızlıca omzumun üzerinden ona doğru çevirdim. Bana değil, ilerideki yüksek binalara bakıyordu, sokak lambasının turuncu ışığı ön camdan süzülerek yüzüne yayılmış, çehresinde biriken tüm güzelliği gün yüzüne çıkarmıştı. Bakışlarımın çok kısa onda sendelemesiyle eş zamanlı olarak dişlerimi sıktım; güzel olması kötü bir şeydi. Korkutucu şeylerin görünüşlerinin de korkutucu olması gerekmez miydi?
“Kapıyı aç.”
“Arabadan inip, dolaşıp bir de kapını açmamı mı bekliyorsun?” Başını yavaşça bana doğru çevirip kendi omzuna yaslayarak bayık bayık yüzüme baktı. “Çok beklersin.”
“Kapı kilitli,” dedim gözlerine dik dik bakmaya devam ederken.
Başını omzuna düşürmüş şekilde kısık gözlerini yüzüme bir bıçak gibi geçirmiş beni izlerken sadece dudaklarını öne doğru uzatıp, “Yapma ya,” dedi. “Üzüldüm buna. Çıkamıyorsun öyleyse.”
“Benimle alay mı ediyorsun?”
“Ne zaman biteceğini bekliyorum,” dedi sakince, aynı pozisyonda yüzümü seyretmeye devam ederek.
“Neyin?”
“Benden korkmanın. Benden korkmana rağmen bana meydan okumanın.”
“Sana meydan okumuyorum,” dedim. “En azından şu an bunu yapmıyorum.”
“Dışarıda yağmur yağıyor.” Derin bir nefes alıp gözlerini kıstı. “Ve sen sırf bana meydan okumak için yağmurun altında yürümek istiyorsun.”
“Belki canım yağmurda yürümek istiyordur,” dedim.
“Hayır, istemiyor. Yüzüne bir gerçeği vurdum, bu seni öfkelendirdi çünkü öyle olduğunu kendin bile kabul edememişken bunu sana söyleyen, sana kabullendiren bendim.”
“Ben Biricik’i ya da Devran’ı yargılamadım,” diye fısıldadım, sesim birdenbire hafiflemişti, bakışlarımı ön camdan dışarıya, sokağı gözyaşlarına bulayan yağmura çevirdim. “Sadece biraz beklenmedikti, ben başka şeyler düşünmüştüm.”
“Ne gibi şeyler?”
“Biricik’e de bana yaptığınızın aynısını yapmış olabilme ihtimalinizi,” diye itiraf ettiğimde, ortaya cemre gibi düşen sessizliğin ardından Gurur göğsüne öyle derin bir nefes doldurdu ki, o nefesin anlattıklarını kelimeleri olmadan duydum ve anladım.
“Sana ne yaptık ki biz, Zeliha?” Gurur’un sorusu anlık da olsa içimde çok garip bir yere dokunduğundan, kafamı kaldırıp gözlerimi gözlerine mıhladım. Bana garip bakıyordu; sanki benden bir cevap bekliyordu ama duyacağı cevaptan da korkuyordu. Bu onda ilk defa gözlemlediğim bir duyguydu. İfadeleri ilk kez bir duyguyu yüzüne miras bırakmış gibi netlerdi.
“Sana bir şey yapan varsa o benim, başkası değil.”
Gözleri gözlerime daha yoğun bir duyguyu saldığında, gözlerimi ondan kaçırabilmek istedim ama bunu yapma cesaretini bile o an için içimde bulamadım.
“Ama o gece ne yaptıysam, tanımadığım bir kadınaydı ve tanımadığım bir kadın içindi. Bunu unutma.” Çenesini yavaşça kendi omzuna bastırınca bu hareketi bana küçük bir erkek çocuğunu izliyormuşum gibi hissettirdi. “Sana şu an baktığım gözlerde gördüklerini bile unut ama o gece yalnız olmadığını unutma.”
“O gece yalnız değildim, biliyorum,” diye kabullendim. “Sen de benimleydin.” Bakışlarımı yüzünden çekmedim. “Ama birini suçlamak zorundayım, suçlamazsam vicdanımı susturamam, vicdanım susmazsa yapamam.”
Duraksadı, benden bunları duymayı beklemiyor gibi bir hâli vardı.
Ben de içimden geçenleri bu denli çıplak bir biçimde onun önüne çıkarmayı beklemiyordum.
“Beni suçladıkça bana olan korkun geçmeye başlayacak mı peki?” Beklenmedik sorusu, kelimelerin mürekkeplerinin gözlerime büyük bir hızla, beyaz bir sayfaya bastırılmış kalemin ucundan akan mürekkebin yayıldığı gibi yayılmasına neden oldu. “Tamam, olur. Eğer beni suçlayınca bana duyduğun korku son bulacaksa, beni suçlamana da eyvallah.”
“Senden korkmam senin için neden bu kadar önemli?” Dudaklarımdan anlamsız bir şekilde dökülen soru, ona da kendisini sorgulatmış gibi bakışlarının bende asılı kalmasına ama dudaklarının sessizliği seçmesine neden oldu. “Senden korkup korkmamam umurunda olmamalı.”
“Buna sen mi karar veriyorsun? Benimle ilgili kararları ben veririm.”
“O kararın merkezindeki kişi benim ama,” dediğimde kaşları sertçe çatıldı.
“Korkmanı istemiyorum işte, o kadar.”
“Bunu korkmamı gerektirecek şeyler yaptıktan sonra istemen çok saçma.”
“Şu an korkmanı gerektirecek şeyler yapmıyorum ama,” deyince duraksayıp yüzünü izledim, bakışları yine duyguları önüne çektiği perdenin arkasında bırakmıştı. “Şu an sadece sen ve ben varız, o gece yok. Seni korkutacak şeyleri dışarı attım bu gece.”
“Yarın gece tekrar içeri almayacağın ne malûm?”
“Alacağım belki ama sonra dayanamaz yine dışarı atarım,” dedi birden açıkça, duraksadığımdaysa kaşlarını çattı. “Beni gevşek gevşek konuşturtma.”
“Çok garip birisin,” diye itiraf ettim, sesime bulaşan karmaşayı o da fark etmiş olacak ki bunu kabullenmiş gibi gözlerini yumup sessizce o şekilde bekledi. Ardından parmağını bir düğmeye bastırmasıyla kapının kilidinin açılırken çıkardığı tok sesi duydum; bu esnada gözlerinin üzerini örten yoğun kirpikleri göz çukurlarının içine yığılmıştı.
“Gitmeme izin veriyorsun sanırım,” dedim alay eder gibi ama o son derece ciddi görünüyordu, gözleri ise hâlâ kapalıydı.
“Gitmeyeceğini biliyorum,” dedi kirpikleri gözlerinin çukurunda yayılmış, yangın yüzünü küllere bırakmış gibi öylece dururken.
Her nedense o an ben de gitmek istemiyordum.
Oysa o andan birkaç dakika öncesinde, gitmek benim için çölün ortasında kumların içine gömülmüş bir bardak suydu.
“Üşümek istemediğim için gitmek istemiyorum,” dedim kollarımı göğsümün üzerinde bağlayıp, bakışlarımı ondan güçlükle kopararak. “Ondan.”
“Isıtıcı çalışmıyor, Matmazel Yalancı,” diye fısıldadı. “Ben senin daha kötü bir yalanını yakalayana dek, en kötü yalanın bu olacak.”
“Dışarısı kadar soğuk değildir diye kalıyorum.”
“Hiç düşündün mü?” Durdum, bakışlarımı ona doğru çevirdiğimde gözleri açık, kendi omzunun üzerine yasladığı başındaki bir çift güzel gözü bana dikmiş, beni izliyordu. “Belki benim de dışım korkunçtur ama içim dışım kadar korkunç değildir.”
“Bilmem,” diye fısıldadım. “Seni tanımıyorum ki, Gurur.”
Sinirleri bozulmuş gibi gülümsedi, gülümseyişi içime gece gibi çöktü ama gözlerim yine de bir ışığa takılı kalmış gibi ondan bir türlü kopmadı.
“Doğru, biz seninle hiç tanışmadık ki.”
“Evet,” dedim yalnızca.
“Bir oyun oynayalım mı?” Sorusu beklenmedik bir şekilde beni şaşırtsa da sadece kaşlarımı çatabildim.
“Ne oyunu?”
“Bazı geceler, başka birileriymiş gibi davranma oyunu.”
Kafam tamamen karman çorman olmuştu, onu anlamadığımı ona göstermek için garip garip baktığımda, dudağının kenarındaki kıvrım algıma yeni bir yüz gibi saplandı.
“Nasıl bir oyunmuş bu?”
“Bazı geceler Gurur ve Zeliha olmayacağız, başka iki insan olacağız ve o insanları tanıştıracağız.”
Yağmur damlaları hızlı hızlı ön cama düşerek aracın içini gürültüsüyle dolduruyordu. Bakışlarım yüzünden sıyrılıp cama kaydı, birkaç saniye orada durdu ve kaymaya çalışıp bir türlü akamayan yağmur damlasında takılı kaldı; o yağmur damlası, ağlamamak için savaştığı gecelere yeni gözyaşları eken bir kadının gözlerini yenen o ilk damla gözyaşına benziyordu.
“Anlamadığımı söylesem anlatacak mısın?” diye sordum, bakışlarım yağmur damlasından uzaklaşıp ona çevrildiğinde.
“Bazı geceler gelecek, sen ve ben bu oyundan sıkılıp maskelerimizi bir köşeye çıkaracağız ama maskeler çıksa da bazen insan kimliğini eline alamaz, kimliklerimizi de maskelerimizin yanına bırakacağız.” Başını yavaşça koltuğa bastırıp, çenesini kendi omzuna sürttü. “O gecelerde, o gece hiç yaşanmamış, Zeliha ve Gurur hiç karşılaşmamış gibi yeniden tanışacağız.”
Dudaklarımı yavaşça yalayarak ıslattım. Zihnime dökülen kelimeler, zihnimde yavaşça el ayak sahibi olarak beden buldular.
“Ben o gecelerde Gurur değil Mert olacağım,” dedi aniden. “Sen kim olacağına karar verdin mi? Ya da başka biri olabilecek misin?”
“Mert ikinci ismin, o zaman başka bir insan olmuş olmazsın,” dediğimde güldü.
“Mert ismini kullanmam,” dedi. “Yalnızca Gurur derler. Öyle dedirtirim.”
“Benim aklıma bir isim gelmedi,” diye fısıldadım. “Ama bu fikri sevdim.”
Bir süre yüzümü izledi, çok uzun bir süreydi bu. Yavaşça bana doğru yaklaşınca birden irkilip gözlerimi yüzüne dikerek tetikte bir şekilde yutkundum. Soğuk, uzun işaret parmağını yanağıma sürtmesini beklemediğimden midir bilinmez, bedenim bir yanardağın içinde alevlerle dağlanıyormuş gibi ısındı ve lavların gitgide yukarı tırmanarak dağın ağzına gelmeye başladığını hissettim. Parmağını belirgin elmacık kemiğimin üzerinde kaydırıp orada bir şeyi sayıyormuş gibi gezindiğinde, şaşkınlık bir kadının çıplak bedeninden akan duru su damlalarıydı.
Geri çekileceğim esnada, “Dur,” dedi. “Şunları her gördüğümde rengine şaşırıyorum, kahverengi mi?”
“Çillerim mi?”
“Evet,” dedi. “Çillerin kahverengi. Turuncu olması gerekmez mi? Ama bazen kayısı renginde oluyorlar, altın gibi, sanırım mutlu olduğunda. Arkadaşların yanındayken renkleri açıktı.”
Dikkati beni afallatsa da hiçbir şey diyemeden geri çekilmeye çalışacaktım ki, parmağını elmacık kemiğimde kaydırıp, “O gecelerde hep kayısı renginde olsun istiyorum,” dedi birden çat diye.
“Ne?”
“O gecelerde adın Zerda olsun mu?”
“Zerda?”
Parmağını yavaşça tenimden uzaklaştırırken, şimdi yüzü yüzüme çok yakındı.
“Zerda,” dedi. “Altın gibi sarı, kayısı çiçeği demek.”
Gözlerimi ondan alabilmek, aklımı ondan geri alabilmek kadar zordu.
Yüzümüz birbirlerine olmaması gerektiği kadar yakınken ve kader, bir derede sönen küllerinden yeniden alev alıp bir dereyi yakarken, eli aramızdaki kısa mesafeden bana bir namlu gibi doğruldu.
“Mert,” dedi ve gözleri gözlerimden tek bir an olsun ayrılmadı.
Elini tutarsam, bir dere yanardı.
Elini tutarsam, kırdığı her camın üzerinde ayaklarımdan bir damla kan akmadan yürümeyi öğrenmem gerekirdi.
Elini tutarsam…
Elini tuttum.
Zaman lâl oldu.
Çillerim kahverengiyken sanki yavaşça açıldı, kehribar oldu.
“Zerda.”