🎧: Trees of Eternity, Broken Mirror
Yalanların da tıpkı insanlar gibi bir kaderi vardı.
Cesaretin çoğu zaman kaldıramayacağı yükler olurdu, gücü bu yükü kaldırmaya yetmezdi ve tam da öyle anlarda sığındığın, korkunun seni saran karanlık kolları olurdu.
Korkuyu aşka çok benzetiyordum.
Yağmur, yeryüzüne tutunmaya devam etti. O da buzun üzerinde tutuşmuş bir alevi anımsatan gözleriyle gözlerime tutunuyordu.
Hikâyemizin başladığı sokağa bir cadde uzaklığındaydık ama o, hikâyemizin asıl şimdi başladığını söylüyordu. Acınacak durumda olduğumuzu düşünsem de onun gözlerine baktığımda, korkunun yalnızca beni esir ettiğini görebiliyordum çünkü onun buz sıcağı gözlerinde korku değil, cesaret ve güç vardı; bunlar, bende var olmayan şeylerdi.
“Birbirimizi bir daha görmek zorunda olmadığımız zamanlar olacak,” dediğinde gözleri gözlerimde tutsak kalmıştı. “O zamanlar geldiğinde bile, bir zamanlar senin bana ait olduğun yalanı geçmişte herkesin içinde yaşamaya devam edecek.”
Gözlerimi kırpmadan gözlerinin içine bakıyordum.
“Çünkü bu,” dedi ve kaşlarını çattı, “ikimizin kaderi.”
“Bu kaderi var eden ben değildim,” dediğimde başını salladı, biliyordum, bu kaderi var eden o da değildi ama beni bu kadere mecbur kılıyordu.
“Şu an seni ilgilendiren tek şey, bu çukurdan nasıl kurtulacağın olsun. Yukarı çıktığımız zaman seni serbest bırakacağım ama geçmiş hiç değişmeyecek.”
“Yukarı çıktığımız zaman bile geçmiş hiç değişmeyecek,” diye kabullendim söylediğini, buz sıcağı gözlerinin soğuğu beni donduruyor, sıcağı beni ateşe veriyordu.
Saatler, çektiğim vicdan azabının kalbinde pompalanan kirli kan gibiydi, damarlarımdan geçerek bedenime sızıyor, bedenime geçmişten izler bırakıyordu.
Gurur, bir adım geri çekilip gözlerini yüzüme indirdi, uzun süren bakışmanın ardından, “Sana bunu ilk ve son kez söyleyeceğim,” dedi, durup karman çorman bir ifadeyle başımı salladığımda derin bir nefes alma ihtiyacı duydu. “Böyle olsun istemezdim.”
Çok kısa sürse de kurduğu bu basit, üç kelimelik cümle, yüreğimde yanan ateşe basılmış buzlar gibiydi. Ferahlatmıştı, bir anlığına bile olsa kalbimdeki büyük kırığı birleştirmişti, onarmamıştı ama kalbimi yeniden bir bütün hâline getirmişti. Gözlerinin içine bakıp başımı tekrar salladım ama kelimeler dilimin ucunda can bulamadılar.
Derin bir nefes daha aldı.
“Sana yaşattıklarım ve bundan sonra yaşatacağım her şey adına…” Kaşlarını çatıp kelimeleri içinde parçalara ayırdı. “Sana bunları yaşatmak istemezdim.”
Sadece, “Anladım,” diyebildim, ötesine dilimin de kalbimin de paramparça edilmiş ruhumun da gücü yoktu. Gurur başını salladı, gözlerini benden ayırıp farklı bir noktaya dikti, ıslak saçlarının rengi şimdi çok daha koyu duruyordu, burnundan sert bir nefes çektiği andan itibaren bakışlarım ondan koparak ayaklarımızın ucuna devrildi.
Eski hayatımdan saniyeler içinde tüm yaprakları kopartılmış bir takvimin yaprakları kadar uzaktaymışım gibi hissediyordum. Geriye dönüp baktığımda artık gördüğüm bana ait olmayan bir hayat olacaktı sanki, yan yana toplanan hatıralarıyla beni bir ölüymüşüm gibi anan, benimse uzaktan izlediğim eski bir hayat…
“Gidelim mi?” Bakışları yüzümün ortasına tekrar konunca ona baktım, gözlerinde sakin bir ifade vardı ama onun da benim gibi karmakarışık hissettiğini biliyor gibiydim.
“Nereye gideceğiz? Edward’s?”
“Henüz saat erken,” deyince bileğimi saran siyah kayışlı saate baktım, sonra başımı salladım ama bakışlarım onunla buluşmadı. “Bir yerde oturalım ve ağız birliği sağlayalım.”
“Bu nasıl olacak?”
“Senin nelerden hoşlandığını bilmiyorum, sen benim için bir şeyleri kafandan sallayabilirsin ama arkadaşların seni tanıyor, ben sallayamam.”
Kaşlarımı kaldırdım. “Benimle ilgili bir şeyler mi öğrenmek istiyorsun?”
Burnundan sert bir nefes verip, “Kendini çok önemsiyorsun,” dedi ciddi bir sesle.
“Gördüğümü söylüyorum.”
“Seninle ilgili bir şeyleri merak ediyor gibi mi görünüyorum?”
“Her neyse,” dedim gözlerimi devirerek. “Olur. Nereye gidelim?”
“Bildiğim bir yer var, gel benimle.”
Bana sırtını dönüp tekrar yağmurun altında ilerlemeye başladığında bir müddet durup arkasından baktım, sonra omuzlarımın yukarı sertçe kalkıp yavaşça inmesine neden olacak derin bir nefes aldım ve onu takip etmeye başladım.
Ruh hâlim sisli ve soğuktu, zihnim durgundu ama bu durgunluğun arkası yükselen dev dalgalar olacak gibi duruyordu. Yağmur damlaları saçlarıma tutunmaya başladığında ellerimi montumun derin ceplerine sakladım.
Gurur’un sokağın diğer ucuna park ettiği gri renkteki Toyota Corolla’nın kilidinin kalkarken çıkardığı sesi dinledim, sese eşlik eden farlar da hızlı bir şekilde yanıp söndü. Gurur, aracın kapısını açıp sürücü koltuğuna yerleşti, hızlı adımlarla aracın önünden dolaşarak kapıyı açtım ve ön yolcu koltuğuna yerleşip emniyet kemerimi bağladım. Aracın içi soğuktu, hava son derece kapalı olduğundan karanlık bir görüntüsü vardı.
“Sık sık araba mı değiştiriyorsun?” diye sordum, Gurur bana bakmadan aracı çalıştırıp kullanmaya başlamıştı.
“Genelde bunu ve cipi kullanıyorum ben, araçları oyuncak olarak kullanan Yener olur, ben değil,” dedi. “Bu diğerine oranla daha az ilgi çekiyor.”
“Bence ilgi çekmeyi seven birisin,” dediğimde bana bakmadan kaşlarını kaldırdı ama cevap vermedi, silecekler belli aralıklarla otomatik bir şekilde havalanıp aracın ön camını kaplayan su birikintisini süpürüyordu.
“Bana şimdiden kendinle ilgili bir şeyler anlatmaya başlayabilirsin,” dediğinde çatık kaşlarla aracın ön camından trafiği izlemeye başlamıştım. “Yani kızların ilgisini çeken şeylerden bahset. Kız kardeşimden gördüğüm kadarıyla astroloji, burçlar, saçma sapan diziler, kediler falan ilginizi çekiyor.”
“Burcumu mu sormaya çalışıyorsun?”
“Ayın kaçında doğduğunu bilmem gerek, sonuçta sevgilimsin,” deyince dişlerimin arasından sert bir nefes verdim.
“En azından yalnızken böyle şeyler söyleme,” dedim uyarıcı bir tonlamayla.
“Öf ya,” dedi sadece gözlerini devirerek, aracı biraz daha hızlandırdı. “Ee, doğum günün ne zaman, söylemeyecek misin?”
“9 Mayıs,” dedim derin bir nefes alarak. “1996’da doğdum.”
“1996 mı? Fındık kadarsın yani daha,” dedi. “Hangi burç oluyor bu? Bu arada burçlara inanmam, eğer arkadaşların yanımda burç uyumumuzdan falan bahsederse dalga geçebilirim.”
“Boğa burcuyum,” dedim. “Arkadaşlarım astrolojiye ilgili insanlar değiller.”
“Acaba beni kırmızı pelerin olarak mı görüyorsun? Ya da matador falan?” Yavaşça dudaklarını yalayıp direksiyonu sıkıca kavradı. “Seninleyken kendimi matador gibi hissetme nedenim bu öyleyse.”
“Çok itici bir espri anlayışın var, senin burcun aslan falan mı?”
“Burçlara inanıyor musun?..” Alayla kaşlarını kaldırıp başını iki yana salladı. “Burcum kovaymış, kız kardeşim öyle demişti. Ben anlamıyorum.”
“Her şeyi doğru yaptığını düşünmenin nedeni bu o zaman,” dedim gözlerimi devirip ona düz düz bakarak.
“Her şeyi doğru yaptığımı düşünmüyorum,” dedi ve bana omzunun üzerinden dikkatle baktı. “Her şeyi doğru yapıyorum.”
“Her şeyi doğru yapsaydın bu durumda mı olurduk?” Ona boş boş baktım, o da omuz silkip bakışlarını döndürdü.
“O gece beni durduran sendin. Öf ya, cidden beni suçlamaktan ne zaman vazgeçeceksin? Çünkü iki kelimenden birinde bana dokundurma çabası içindesin ve bu nasıl desem… Komik duruyor.” Direksiyonu daha sıkı kavradı. “Kendini o kadar suçlu hissediyorsun ki, vicdanının sesini kısabilmek için beni kullanıyorsun.”
“Sen de beni kullanıyorsun,” dedim. “Şu an olduğumuz duruma baktığımda bunu görebiliyorum.”
“Amma bencilsin,” dedi gözlerini devirip bana bakmadan. “Ben batarsam sen de batarsın, sence sadece kendimi mi kolluyorum? Ya da sen sadece beni mi kolluyorsun?”
“Her neyse,” dedim homurdanarak.
“İşine gelmeyince her neyse diyorsun.”
“Ne alaka?”
“Ve biri sana doğru bir şey söylediğinde çarpıtmak için ne alaka diyorsun.”
“Komando olmadığın zamanlarda medyumluk mu yapıyorsun?” diye sordum iğneli bir sesle. “Hem nereye gittiğimizi de söylemedin.”
“Senin kapatma düğmen yok mu? Sadece soru sorduğumda açardım.”
“Sinir herif,” diye homurdanarak kafamı cama doğru çevirip dışarıyı izlemeye başladım.
“9 Şubat,” dedi Gurur birdenbire. “1987’de doğdum.”
“Doğru, 32 yaşındaydın,” dedim imayla. Her ne kadar yaşını hiçbir şekilde göstermese de gerçekten olgun bir adamdı. Onu dışarıda yanımda gören herkes yaşıtım sanıyor olmalıydı, taş çatlasın 25 ya da 26 yaşlarında duruyordu.
Gurur, bir araya sapınca bakışlarım sokağa kaydı, yağmur azalmıştı ama hâlâ yağıyordu, birkaç öğrenci kafelerin önünde toplanmış, büyük bir metal varilin içinde ateş yakmışlardı. “Peki en sevdiğin renk?” diye sordu, bu beklenmedik sorusu kaşlarımın ortasında derin bir yarık oluştururken oynayacağımız oyunu hatırlayıp gözlerimi kıstım.
“Kırmızı,” dedim.
“Benimki beyaz,” dediğinde bir an şaşırdım, daha koyu renklerden hoşlanıyormuş gibi duruyordu. “Favori dizim Dark, genelde R&B türü müzik dinlerim ama kimseyi inandıramasam da favori filmim Selvi Boylum Al Yazmalım’dır.”
Birden şaşkınlıkla kaşlarımı kaldırdım. “Babamın da en sevdiği film o,” dedim. “Evde VCD’den izler hep.”
“Baban zevkli adammış.”
“Öyle,” dedim yavaşça, bakışlarımı ellerime indirdim.
“Sen sever misin Selvi Boylum Al Yazmalım’ı?”
“Sonunu bilmiyorum,” dediğimde şaşırdığını hissettim. “Babam çok sever, o hep izler ama hiç oturup onunla izlemedim.”
“Büyük kayıp,” dedi, sesi toktu. “Senin yaşın yetmez ama ben çocukken açık hava sinemaları vardı, hâlâ var ama eskisi gibi rağbet görmüyor. Ben ilk kez açık hava sinemasında izlemiştim, eski filmleri yeniden vizyona taşıdıkları bir dönemdi.”
“O kadar yaşlı mısın?” Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım, sonra ona yan gözle baktım. “O dönem babamın çocukluğuna dayanıyor da…”
“Aramızda yalnızca dokuz yaş var,” dedi beni umursamadan. “Baban seni dokuz yaşındayken yapmış olamaz.”
“Favori yazarın kim?” diye sordum, araç yavaşladı, ardından Kafeler Caddesi’nin alt sokağında, tren garına yakın bir yerde durdu. Emniyet kemerimi çözdüm, o sırada Gurur aracın kapısını açtı ve soğuk, aracın içine döküldü.
“Okuduğum kitapları mı merak ediyorsun?” Aracın içine doğru eğildi ve gözlerimin içine dikkatle baktı. “Bence gerçekten merak ettiğin için soruyorsun.”
“Nasıl kitaplar okuduğunu bilmediğim biriyle birlikte olduğuma asla inanmazlar,” dedim kafamı iki yana sallayıp omuz silkerek. “Yoksa seninle ilgili hiçbir detayı merak etmiyorum, kim olduğunu, nasıl biri olduğunu, neden böyle olduğunu…”
“Neden böyle olduğumu mu?”
Cevap vermedim.
“Virginia Wolf,” dedi Gurur üzerinde biraz düşünme gereği bile duymadan. “Merak ettiğimden değil ama senin en sevdiğin kitap ne?”
Yazar yerine kitap sorması beni şaşırtırken, “Carmen,” dedim.
“Prosper Mérimée?”
“Evet,” dedim.
“Romantizmin tavan yaptığı bir dönemde hiç beğenilmeyip küçümsenen, Bizet’in kahrından ölmesine neden olan opera eserinin alıntılandığı kitaptı, değil mi?” diye sordu Gurur, başımı salladığımda tekrar sordu: “Carmen Operası’na gittin mi hiç?”
“Evet,” dedim. “İspanyol bir çingenenin ihtirası, entrikası bol aşkı… Bence operadan çok, klasik müzik denilebilir.”
“Neden beğenilmediğini biliyor musun o dönemde?”
“Hayır,” dedim araçtan inip ona doğru ilerlerken. Yağmur durmuştu ama şehir sırılsıklamdı, yağmurun kokusu içime doldu.
“Evsizlerin, çingenelerin o dönemde operada yer sahibi olmamasındandı,” dedi Gurur ve ekledi: “Aristokratlarca hoş karşılanmamış.”
“Küçükken ismimin Carmen olmasını isterdim,” diye bir itirafta bulunduğumda, Gurur bu itirafı beklemediği için yüzünü buruşturarak güldü.
“Latincedeki anlamı büyü, sihir demek. Aynı zamanda şiir anlamına da geliyor,” dedi, ardından kaşlarını kaldırdı. “Yani Carmen, isim için iyi bir seçim olurdu ama senin isminin de anlamı zarif. Su perisi.”
“İsmimin anlamını nereden biliyorsun? Mesajlaşırken de ismimin anlamını söylemiştin.”
“İsimlerden çok anlamları dikkatimi çeker,” dedi açıkça, ellerini paltosunun ceplerine koyup bana omzunun üzerinden dikkatli bir bakış attı. “İnsanları isimlerinin anlamlarına göre şekillendiriyorum kafamda.”
“O niye?”
Sarışın bir kızın yanından kayarak geçip yüzüme düşen nemli saç tellerini kulağımın arkasına sıkıştırdım. Sokak lambaları yanmış, şehrin rengi laciverte dönmüştü.
“Annemin ismi Şebnem,” dedi konuyu saptırmadan. “Mesela biri onunla ilgili bir şeyler söylediğinde, konuştuğunda ya da en basitinden biri annesinden bahsettiğinde, ben annemden önce havada bir buharken gecenin serinliğiyle yerde ya da çiçeklerin üzerinde toplanan su damlacıklarını hayal ederim. Bu, benim için annemin yüzü gibidir.”
“Şebnem’in anlamı çiy demek o hâlde,” dedim ve başını senkronize olmuş bir şekilde cevabımla aynı anda salladı.
“Kız kardeşin bizim okulda okuyormuş,” dedim, buna cevap vermek yerine mekânın dışarıya uzanan ahşap merdivenlerini tırmandı. Ben de onun peşinden merdivenleri çıkıp mekânın çardağının altına yerleştirilmiş boş masalara baktım, sandalyelerden birinde siyah bir kedi uyuyordu. Gurur, mekânın cam kapısını açtı ve sonra gözden kayboldu. Bakışlarımı yüzüme kapanan cam kapıya çevirdim, onun içeriye düşen adımlarını izlemeye başladım.
Arkasından girdiğimde bedenim ânında ısındı, içerisi sıcaktı ve kahvenin kokusu mekânın duvarlarına sinmişti. Kısa boylu, küt saçlı bir kız, başında şapkasıyla siparişleri alıyordu ve kasada da okulda sık sık rastladığım sarışın, uzun boylu genç adam vardı. Gurur, kısa boylu kızın önünde durduğu tezgâha doğru ilerledi, kız ona genişçe gülümsedi ve gözlerinde bir tanıdığı gördüğünde oluşan o sıcak kıvılcımların oluştuğu ânı izledim.
Gurur, kıza bir şeyler söyledi, kız başını sallayarak Gurur’un söylediklerini ekrana girdi ve ardından sarışın çocuğa bir şeyler söyleyip sırtını tezgâha dönerek işe koyuldu. Gurur, omzunun üzerinden bana baktı, kasaya ilerledi, pantolonunun arka cebinden siyah cüzdanını çıkarıp sarışın çocuğa ücreti ödedikten sonra bana doğru ilerlemeye başladı.
Mekânın ortasında dikilmiş onu izlerken ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Gurur çenesiyle masalardan birini işaret edip o masaya yöneldi, benim de bütün adımlarım onun tek bir hareketine bağlıymış gibi birden çözülüverdi ve işaret ettiği masaya doğru yürümeye başladım.
“Nasıl kahve içtiğini bilmediğim için sana da sade sipariş ettim,” dedi sandalyeyi sürükleyip çekerek oturduktan hemen sonra. “Sanırım sevgilimin nasıl kahve içtiğini de bilmem gerekiyor, değil mi?”
Çantamı boş sandalyeye bırakıp Gurur’un karşısına otururken yüzümden düşen bin parçaydı, bunu fark ettiğinden midir bilinmez büyük bir dikkatle beni izlemeye koyulmuştu. Dirseklerimi masanın üzerine bastırıp parmaklarımı çıtlatmaya başladım, bunu yalnızca çok gergin olduğum zamanlar yapardım. Gurur, bir süre susup çıtlattığım parmaklarımı izledi, bakışları öylesine bir şeyi izliyormuş gibi dursa da vücut dilinden anladığı aşikârdı.
“Gerginsin,” dediği an düşüncemin doğruluğu önüme bir duvar misali dikildi ve ben o duvara tosladığımı ona çaktırmamak için ona boş boş baktım.
“Sana bir soru sormuştum.”
“Evet,” dedi. “Ve erkek kardeşim de Süleyman Demirel’de okuyor.”
“Demek iki kardeşin var,” dedim parmaklarımı çıtlatmaya devam ederken ama tüm parmaklarımı tek tek kırar gibi çıtlattığımdan artık eklemlerimden haz duyduğum çıtırtı sesleri yükselmiyordu.
“Evet,” dedi. “Senin kaç taneydi?”
“Sadece bir erkek kardeşim var.”
“Akdeniz Üniversitesi’nde Besyo okuyanı diyorsun, değil mi?” Birden donup kaldım, kafamı kaldırıp gözlerinin içine dikkatle bakmaya başladım, bu ayrıntıyı ona söyleyip söylemediğimi hatırlamıyordum ama söylemiş olmamın imkânı yoktu, boşta bulunduğum bir anda belki de bunu ağzımdan alan o olmuştu.
“Hadi ama öyle bakmana gerek yok,” dedi. Dirseğini masaya yaslayıp, çenesini yumruğunun üzerine yerleştirerek bana üstünlük taslayan gözlerle bakarak. “Hukuk okuduğunu bize kuşlar söylemedi sonuçta. Muşta sandığından daha fazlası.”
“Sizi ne sandığımı biliyorsun,” dediğimde burnundan sert bir nefes verdi.
“Aynı konuları tekrar konuşmayacağım, Zeliha.”
Sarışın genç adam, “Siparişleriniz hazır,” dedikten sonra kahveleri kasanın hemen çaprazındaki boş tezgâhın üzerine bırakmıştı.
Gurur, gözlerini devirerek oturduğu yerden kalkıp, beni arkasında bırakarak kahveleri almak için uzaklaşmaya başladığında o korku duygusu yeniden boğazıma katran gibi dolmaya başlamıştı. İstedikleri an benimle ilgili her şeye ulaşabileceklerini biliyordum, bu duruma şaşırmam anlamsızdı. İsteseler belki de annemin ya da babamın onlarca yıl önce yaşamış atalarıyla ilgili bilgilere bile ulaşabilirlerdi. Onlar öylesine insanlar değillerdi, bunu kavramam gerekiyordu ama bunu kavradığım an korkunun da katlanacağını bildiğimden kendimi kandırmayı deniyordum.
Başımı ellerimin arasına alıp gözlerimi masanın yüzeyine çevirdim. Neyin içinde olduğumla yüzleştiğim anlardan birinin daha içindeydim işte. Her şey daha fazla boktan olamazdı. Önüme bırakılan kahve kutusunu odağıma alırken kaburgalarımın ağrıdığını hissediyordum. İnsan kendisi için endişelendiğinde kaburgaları ağrımıyordu, bunu deneyimlemiştim, evet ama aile için endişelenmek kaburgalarını ağrıtıyordu. Bunu da şimdi keşfediyordum.
Kafamı kaldırmadan gözlerimi kaldırarak Gurur’a baktım, sandalyeye oturup bir kolunu masaya doğru uzattı, diğer kolu boşta durmuş, aşağı doğru sarkmıştı, rahat ama sorgulayıcı bir görüntü sergiliyordu.
“Sade içerim,” dedim sesimi toparlama ihtiyacı duyarak, ardından kahve kutusuna uzanıp sertçe yutkundum. “Teşekkürler.”
“Teşekkür edebiliyormuşsun,” dedi, ona bakmasam da kaşlarını kaldırdığını hissettim. “Endişe etme, seni küçük erkek kardeşinle tehdit edecek değilim, benim de kardeşlerim var ve derdim sana daha boktan hissettirmek değil.”
“Az önce tam olarak bunu yaptın.” Ona bakmadan kahve kutusunu iki avucum arasına aldığımda avuçlarımın yandığını hissettim. “Ama biliyor musun, sorun değil. En başında dediklerinizi yaparak zaten kendimi tüm tehditlere açık kılan bendim.”
“Dediğim gibi, sana zarar vermeyeceğim. Kardeşlerim de zarar vermeyecek. Ağabeyim de zarar vermeyecek,” dedi kendinden emin bir şekilde.
“Sadece bana mı?” Kafamı kaldırıp Gurur’un gözlerinin içine kaşlarımı çatıp tüm duygularımı açığa bırakarak baktım. “Ailemi açık bir hedef hâline getirmeyeceğim.”
Gözlerinde herhangi bir duygu göremedim, yüzü gerçekten buz tutmuş gibi görünüyordu. “Evet,” dedi. “Getirmeyeceksin. Onlara da zarar vermeyeceğiz.”
“Ama peki ya bir yanlış yaparsam?”
Gurur’un bedeninin kasıldığını görür gibi oldum, yüzü hâlâ ifadesiz duruyordu, buz sıcağı gözlerini masanın üzerinde duran, avucunun içine alarak kavradığı kahveye indirdi. Burun delikleri genişlerken dudaklarını birbirine bastırdığını gözlemledim. Başını omzuna yatırıp iki yana sallarken yutkundu, gözleri usulca bana doğru çevrildi ve bakışlarını bir namlunun ucu gibi bana doğrulttu.
“Bana ihanet edecek olursan bu, sana edeceğim tüm ihanetleri kabul edeceğin anlamına gelir, sevgilim.”
Karlı bir gecede, öleceğini bilen küçük bir kız çocuğunun donmuş parmaklarını dudaklarının üzerine bastırdığı gibi parmaklarımı korkuyla dudaklarımın üzerine bastırdığımda, benim parmaklarım donmamıştı ama üzerinde kan lekeleri vardı. Gurur birden duraksar gibi gözlerimin içine, sonraysa dudaklarıma ürpertiyle bastırdığım parmaklarıma baktı ama konuşmadı. Bakışlarında yaşayan şeytanın görkemli siyah kanatları kapanmış, büyük kanatlar bir pelerin gibi şeytanın sırtından dökülerek yerde sürüklenmeye başlamıştı. Gözlerimi yüzünden bir an olsun ayıramıyordum.
“Sana ihanet etmem,” diye fısıldadım ve sonra parmaklarımı dudaklarımdan uzaklaştırıp, “Ama senin ihanet anlayışının ne olduğunu bilmiyorum,” dedim.
“İhanet sevgiyle falan başlamaz,” dedi, Gurur’un dudakları belli belirsiz kıvrıldı ve o kıvrımdaki cehenneme kan rengi kar taneleri dökülmeye başladı. “Her ihanet yalanla başlar. Küçük ya da büyük, tek bir yalan söylersin ve o yalandan sonra gösterilecek hiçbir sadakat, o ihaneti gölgesi altında bırakamaz. Yalanlar, Zeliha. Başkalarına söyleyeceğimiz yalanlar. Benimleyken herkese ihanet edeceksin, bana ihanet etmemek için.”
Kalbime paslı bir hançer saplamış ve tüm damarlarım birbirlerine zımpara misali sürtünmeye başlamış gibi hissettiren son cümlesi, ellerimi yüzüme kapatıp yüzümü avuçlarımla sertçe sıvazlamama neden oldu. Bu esnada Gurur beni izlemeye devam ediyordu ama bakışlarımı ona çevirmek yerine tekrar kahve kutusuna indirdim.
“Tüm hayatımı bir yalanın üzerine kurayım ve bunu yaparken sana hiç yalan söylemeyeyim istiyorsun.”
“Beni bir hukuk öğrencisi olduğuna inandırmaya başladın şimdi,” dedi alaycı bir sesle, kahvesinden bir yudum içip burnunu çekti. “Bana tek bir yalan söyleyecek olursan, karşılığında asla gerçeğini öğrenemeyeceğin binlerce yalanla tanışmak zorunda kalırsın.”
“Benden beklediğin sadakat değil,” diye fısıldadım. “Benden beklediğin ihanet. Tüm sevdiklerime.” Ellerimi kaldırıp anlam veremiyormuş gibi başımı salladım. “Hayatımdaki herkese.” Yüzümü buruşturdum. “Değer verdiğim herkese ihanet etmemi istiyorsun.”
“Evet,” dedi doğrudan. “Tam olarak bunu istiyorum.”
“Korkunç birisin,” dedim yavaşça, bu dilimden dışarı yuvarlanan bir ceset gibiydi.
“Biliyorum,” dedi. “Böyle biri olmak için çok uğraştım.”
“Hiç iyilik yok mu senin içinde?” Ona vicdanının yerini hatırlatmak istiyormuş gibi baktığımda, o vicdanın bir zamanlar olduğu yerdeki boşluğa taşlar doldurduğu çok açıktı. “Yok… Yok, değil mi?”
“Sana iyi bir şey göstermek için bana bir sebep ver,” dedi kahvesinden bir yudum daha alarak. Gözleri bana çevrildi. “Tek bir şey.”
“Hayatımı mahvettin.”
“Evet,” dedi. “Sen de yanımdaydın.”
“Bu bana iyi bir şey göstermek için yeterli değil mi?”
“Değil.” Kaşlarını çatıp gözlerini yumdu. “Çünkü o gece mahvolan yalnızca senin hayatın değildi.”
“Benden intikam mı almak istiyorsun?” diye sordum çaresizce. Ne yapabilirdim, ona ne söyleyebilirdim bilmiyordum. Onun ruhunda var olmuş karanlık bir lekeyi konuşarak yok edemezdim ki.
“Eğer elimde olsaydı, evet,” dedi açıkça. “Eğer bu işin içinde yalnızca ikimiz olsaydı, evet. Ama ben de tıpkı senin gibi ailemi korumaya çalışıyorum. Ne bir eksik ne de bir fazla.”
Dudaklarımdan dökülen titrek nefesin devamında gözlerim usulca masanın üzerine devrildi; başımı yavaşça anlayışla aşağı yukarı salladım. Sanki tüm kemiklerim paslanmış da biraz önce hiçbirini çıtlatmamışım gibi parmaklarımı çıtlatırken, “Cenan benimle anlaşma yapmaya çalışıyor,” diye fısıldadım, Gurur bunu biliyormuş gibi başını sallayıp konuşmaya devam etmemi istercesine beni izlemeyi sürdürdü. “Bu konuyu durmadan irdeliyor ve ona yardım etmemi istiyor.” Gözlerimi kaldırıp Gurur’a kısa, suçlayıcı bir bakış attım. “Seninle olduğunu düşündüğü ilişkimi kurcalıyor, bu ölümü kurcalıyor, benim hayatımı kurcalıyor. O kadın bir şeyler biliyor.”
“Bu zaten apaçık ortada. O kadın çok zeki. Tüm delillerin bu denli iyi köreltilmiş olması onu profesyonel gördüğü insanlara doğru itiyor olmalı.”
“Peki neden sizden şüpheleniyor, Gurur?” Gurur, duraksadı, gözlerimi kısıp dudaklarımı yaladım. “Neden ilk şüphe odağında siz varsınız? Sanki daha önce de bir şeyler olmuş ve Cenan Kaplaner bunu bildiği için önce sizden şüpheleniyor.” Masaya yavaşça eğilip Gurur’a daha dikkatlice baktım. “Başka bir şey daha mı oldu? Bu tesisinizdeki askerlerin ilk vukuatı değil mi yoksa?”
“Ne söylemeye çalışıyorsun?”
“Tesisteki askerlerden biri daha önce de bir sivile zarar vermiş olabilir mi?” Biricik’i hatırladım, Devran ile onları gördüğüm o kısa ânı, Devran’ın gözlerinden gözlerime düşen pençeleri, Biricik’in korkuyla süslenmiş mavi bakışlarını. “Ve bu asker, senin kardeşlerinden biri olabilir mi?”
Gurur, tuhaf bir ifade eşliğinde gülerek gözlerini kıstı.
“Şimdi de Sherlock Holmes olmaya mı karar verdin?”
“Verecek bir cevabın yok mu, Gurur?”
“Var,” dedi başını aşağı yukarı sallayarak. “Sen bir çatlaksın.”
“Gurur?”
Tanıdık ses beni ürpertirken gözlerimi Gurur’un ölüm döşeği gözlerinden ayırarak sesin geldiği yöne çevirdim. Nihan, kucağında Simi ile cam kapının önünde dikiliyordu, topuz yaptığı saçları ıslanmıştı, kırmızı ve ona büyük olan kapüşonlunun içindeyken ne kadar sıska olduğu çok belli oluyordu çünkü kapüşonlu onda gerçekten çuval gibi durmuştu.
“Zeliha?” Kaşlarını kaldırdı. “Hey, sizi burada bulmayı beklemiyordum.”
“Ne tesadüf,” dedi Gurur kaşlarını kaldırarak. “Biz de seni burada görmeyi beklemiyorduk.”
“Sevimsiz,” diye söylendi Nihan, diğer elinde tuttuğu şemsiyenin ucuyla bizi işaret etti. “Muşta sivil dolaştığını biliyor mu senin?”
“Evet.”
Nihan, hayal kırıklığıyla iç çekti. “Tüh, aranızdan birini gammazlama isteğini içimden bir türlü söküp atamıyorum, bir açık verin,” diye homurdanıp bize doğru ilerlemeye başladı. Tam önümde durup kafasını indirerek bana baktı. “Nasılsın?” Durup kafasını iki yana salladı. “Bu muşmula suratlının yanında ne kadar iyi olabilirsin ki? Boş ver, cevaplama.”
“Merhaba,” diye mırıldandım, gözlerim pembe ve yumuşak kıyafetlerinin içinde keyfi yerinde görünen Simi’ye çevrildi. “Sana da merhaba, güzel kız.”
Simi, gözlerini bana çevirdi, kulaklarını arkaya yatırıp bir süre yüzümü izledi ama bakışı düşmanca değildi, daha çok tanıdığı birini görmenin sevinciyle dolu gibi duruyordu ve her Gurur’a baktığında minik, şirin kuyruğu sallanıyordu.
“Artık insan içinde mi buluşuyorsunuz bakalım?” Nihan, çaprazımdaki sandalyeye oturup Simi’nin tüylerini okşadı. “Birilerinin sizi görmesi hoş olmayabilir.”
“İki sevgili olarak daha ne kadar gözden uzak yaşayabilirdik bu aşkı Nihan?” diye sordu Gurur büyük bir ciddiyetle, bir an Nihan donup kaldı, yüzünde komik bir ifade oluşmuştu.
“Ha?”
“Bakma şuna,” diye mırıldandım. “Takılıyor.”
“Bana çok ciddi geldi,” dedi Nihan, Gurur’a cins cins bakarak. “Burada neler döndüğünü söyleyecek misiniz?”
“Bizi kutlasan iyi olur, duyduklarına da inan, o ve ben, sevgiliyiz,” dedi Gurur kaşlarını kaldırıp elindeki kahve kutusunu sallayarak.
“Dalga geçmeyi bırak, muşmula,” diye söylendi Nihan, bakışlarını bana çevirdi. “Ne diyor bu aptal komando?”
“Bir nevi doğruyu söylüyor.”
“Ha?”
“Neden kumruları yalnız bırakmıyorsun, Nihan? Bol köpüklü kahveni alıp gitsene.” Gurur, bunu yapmacık bir gülümseme eşliğinde söylemişti.
“Sen sesini kes,” dedi Nihan gözlerini devirerek. “Anlat Zeliha, şu an bu ciddi zevzekle konuşmuyorum.”
“Bunu bizim kamuflajımız olarak düşünebilirsin,” dedim.
“Görüyor musun, benden öğreniyor bu asker terimlerini, utanıyor ama bizimkisi ciddi bir ilişki, Nihan. Her sabah kalkıp gazetedeki burçlar bölümünü açıyorum ve ilişkimizin uyumunu kontrol ediyorum.”
Nihan, gözlerini devirdi. “Sahteden sevgilinin olması bile seni bu kadar mutlu ediyor, Zeliha’yı çok beğendiğini bu kadar belli etme,” diye homurdandı, Gurur birden yüzünü buruşturdu ama Nihan onu umursamadan yeniden bana baktı. “Bu daha çok gözlerine batmaz mı? Düşünsene, bunun gibi bir şeyle berabersin.”
Konudan uzaklaşmak için, “Yalnız mısın?” diye sordum ona.
“Evet,” dedi Nihan, Gurur’a bir düşmana bakıyor gibi baktı. “Nöbet listesine son anda ismi yazılan bir nişanlım olmasaydı yalnız olmayacaktım.”
“Hangi kansız yaptı bunu?” diye sordu Gurur yapmacık bir şaşkınlıkla.
“Bilmiyorum ama araştırmama izin ver, sana bir yumruk çakayım ve kanın akıyor mu akmıyor mu bir bakalım?” dedi Nihan sorar gibi.
“Acımasız amazon kadını. Neyse, biz buluşmamıza geç kalmak istemeyiz, değil mi sevgilim?”
“Şöyle söyleme,” diye mırıldandım.
Nihan, “Tüylerim diken diken oldu,” dedi iğrentiyle. “Ne buluşması bu? Gerçekçi olsun diye sinemaya gidip, parkta pamuk şeker mi yiyeceksiniz yoksa?”
“Vural’ın seni böyle tavladığını söylersen şuraya kusarım,” dedi Gurur ciddi bir şekilde kafasını sallayarak.
“Sana baktığım her saniye kusmamak için kendimi tutuyorum,” dedi Nihan yapmacık bir gülümsemeyle, sonra bana dönüp göz kırptı. “Bakma bize, birbirimize takılıyoruz sadece. Ama bu oyun ne kadar iyi bir fikir? İşte bu konu hakkında hiçbir fikrim yok.”
“Fikrin yoksa yorumunun da olmasına gerek yok, geveze hemşire.”
“Kes sesini, Dağ Domuzu,” dedi Nihan gözlerini kısarak gülümsemeye devam ederken. “Seninle değil, her zamanki gibi ortamdaki tek mantıklı kişiyle konuşuyorum.”
“Ne yazık, hep kendi kendine konuştuğunu sanırdım, şimdi fark ettim ki kendinle hiç konuşmuyormuşsun.”
“Espri anlayışını geliştirmeye başlamışsın, Zeliha sana iyi geliyor herhâlde,” dedi Nihan, ardından Simi’nin kulaklarını okşayarak gözlerini Simi’ye indirdi. “Onu gördüğün için mutlusun biliyorum ama bu dağ domuzu anneyi üzdü Simi.”
Simi, kulaklarını geriye yatırıp gözlerini kaldırarak Nihan’a baktı. “Anneni üzdü Simi.”
Simi, dişlerini gösterdi, gözlerini Gurur’a indirip yavaşça hırlayınca Gurur, “O bana dayanamaz,” diye mırıldandı. “Değil mi, Simi?”
Simi, şimdi hem kuyruğunu sallıyor hem de hırlıyordu.
“Kes şunu, kızımın aklını karıştırıyorsun,” diye söylendi Nihan.
“Kabul et, beşlinin içinden en sevdiği benim,” dedi Gurur kaşlarını kaldırıp gözlerini Simi’ye indirerek. “Türkçe bilmeyen babasından daha çok seviyor beni. Öyle değil mi, Simi?”
“Islak mama verdiği için gözdesi Adnan,” dedi Nihan.
“Kestane nasıl?” diye sorduğum anda Simi bir anda çıldırmış gibi hırlamaya, saldırgan gözlerle bana bakarak havlamaya başladı.
“İsmini söyleme,” dedi Nihan telaşlanarak, Simi’nin kulaklarını okşayıp bize garip garip bakan küt saçlı kıza baktı, özür diler gibi yüzünü buruşturup bakışlarını Simi’ye çevirdi. “Sakin ol.”
“Neden böyle çıldırdı ki?”
“Şey, ondan biraz hoşlanmıyor,” dedi Nihan, Simi’yi sakinleştirmeye çalışırken, Simi huysuzca hırlıyordu ama havlamayı kesmişti.
“Simi her zaman ilgi odağındaydı, Muşta için bile,” dedi Gurur. “O yüzden Kestane’yi kıskanıyor.”
Simi bir anda fıttırıp yine havlamaya başlamıştı. Nihan, söylenerek Simi’yi susturmaya çalışıyordu ama Gurur, onu alaycı gözlerle izlemek dışında pek bir şey yapmıyordu.
“Kovulacağız senin yüzünden, şöyle söyleme,” dedi Nihan uyarıyla.
“Sen kovulursun, biz değil.” Gurur, derin bir nefes aldı. “Ne demeyeyim? Kestane mi?”
Simi şimdi mekânı yıkacak gibi havlıyor, Nihan’ın eli ayağı birbirine girmiş köpeğini sakinleştirmeye çalışıyordu.
“Zeliha,” dedi Gurur. “Buradan çıkınca sana kestane ısmarlayayım, bu mevsimde kestane yenmeli. Kestane ister misin, Nihan?”
“Allah’ın cezası!” diye homurdanarak oturduğu yerden kalktı Nihan, çıldırmış gibi havlayan Simi’nin susmayacağını anladığından şemsiyesini almış, mekânın çıkışına doğru yürümeye başlamıştı. “Ödeyeceksin bunun bedelini.”
“Kestane ısmarlayacaktım?”
Nihan, mekândan çıkıp gittiğinde yüzümde dehşetin izleri vardı. Gurur’a olanları kavrayamıyor gibi tuhaf tuhaf bakarak, “Bu yaptığın çok acımasızcaydı,” dedim. “Kız sadece bizle oturuyordu.”
“Her fırsatta bana giydirerek,” dedi Gurur omuz silkip. “Hem sadece birbirimize takılıyoruz, Nihan’ı tanırım, uzun zamandır.”
“Yine de böyle yapmamalıydın.”
“Alındığını mı düşünüyorsun? Herkes senin gibi değil, Zeliha,” dedi Gurur, ardından gözlerini kolundaki siyah kayışlı saatine çevirip derin bir nefes aldı. “Çıkabiliriz. Edward’s hemen arka sokakta. Yürüyerek gideriz. Seninkiler toplanmıştır.”
“Bekle,” dedim. “Asker olduğunu bilecekler, değil mi?”
“Evet,” dedi. “Herhangi biri tarafından bir gün zırhlı aracın içinden inerken görüldüğümde bir açıklamamız olması için bu şart.”
“Peki Basri abi?”
“Onun Hakan Basri Şenkaya olduğunu kimse bilmeyecek,” dedi Gurur gözlerimin içine bana bir şeyi ezberletmek istiyormuş gibi şiddetle bakarken. “Hiç kimse. O benim abim, Muşta değil, Hakan Basri Şenkaya değil. Tamam mı?”
“Öz abin olarak mı?..”
“Evet. Hakan Basri Şenkaya değil, Hakan Çalıklı.”
“Soyadın bu mu?”
“Evet,” dedi. Masadan kalkarken gözleri bana değil, mekânın kapısındaydı. “Ve ismim de yalnızca Gurur değil.”
“Ne öyleyse?”
“Gurur Mert,” dedi Gurur, gözleri usulca bana doğru aktı, kaynar bir su tenime dökülmüş gibi acılarla boğuştuğum sırada tekrar konuştu: “Gurur Mert Çalıklı.”
“Gurur Mert Çalıklı,” dedim sertçe yutkunarak.
“Eylül ve Cesur kardeşlerim,” dedi Gurur, hâlâ ayaktaydı. “Onlar seni gerçekten sevgilim olarak tanıyacaklar, bu olanları bilmemeliler. Seni onlarla da tanıştıracağım ama şimdi değil.”
“Basri abinin öz abin olmadığını ağızlarından kaçırırlarsa?”
“Onlar Hakan Basri Şenkaya isminin ne kadar değerli olduğunu, bu şekilde korunduğunu biliyor,” dedi. “Şimdi kalk.”
Yerimden kalkarken neden titrediğimi bile bilmiyordum ama sanki ruhum araftaydı. Sanki cehennem ağzına kadar buzlarla doluydu ve kalbim o cehennemde, buzların altında kalmış, donmuş ve durmuştu; ruhumsa cennetteydi ama cennet, sırtındaki kanatları arkasında pelerin gibi sürükleyerek yürüyen şeytan tarafından ateşe verilmişti.
“Hakan Çalıklı,” dedim yutkunarak, ezberlemek zorundaydım. “Eylül Çalıklı, Cesur Çalıklı, Gurur Mert Çalıklı. Kardeşsiniz, Hakan abiniz, o Muşta değil, sadece abiniz.”
“Evet,” diyordu önümden yürürken. “Ama çıldırmış gibi konuşup durmayı kes, insanlar bunu normal karşılamaz.”
“Ama Cenan…” Adımlarım bir bıçağın üzerinde yürüyormuşum gibi yaralarla doldu. Kafamı kaldırıp Gurur’un ensesini altında bırakan siyah paltonun kumaşına baktım. “Cenan, onun kim olduğunu biliyor, öyle değil mi?”
Gurur durdu, gözleri omzunun üzerinden bir buz gibi kayarak bana çevrildi.
“İsmi koruduğunu biliyor,” dedi Gurur metal gibi bir sesle, duraksayıp başımı salladım. “Hakan Basri Şenkaya isminin ne kadar gizli olduğunu o kadın da diğer herkes gibi iyi biliyor. Bu durumu garipsemez.”
“Başka bilmem gereken bir şey var mı?”
“Erzurumluyum,” dedi bakışlarını benden ayırıp önüne doğrulttuğu esnada. “Annem de şu an Ankara’da yaşıyor.”
“Baban?”
Bana bakmadı. “Öyle biri yok.”
Birden dilim damağım kurudu. Mekânın ahşap merdivenlerinden düşen her adımım, arkasındaki ahşapta bir yangın bırakıyordu. Alevler büyüyerek beni takip etti ama bunu hiç kimse göremedi.
Kalabalıklaşan sokağın içinde ilerleyen geçmiş ve gelecek gibiydik, sırtımızda zamandan aldığımız silahlar vardı ve biliyorduk ki, bu silahlarla geçmişi de yok edebilirdik, geleceği de. Sonunda birbirimizi yok eden yine biz olacakmışız gibi hissediyordum. Hisler bir ağrı gibi göğsümde dolaşırken, ben artık damarlarımda akan sıcak sıvının kan değil, gözyaşı olduğunu düşünüyordum.
Gurur, ellerini siyah paltosunun ceplerine sokup önümde ilerlemeye devam etti. Kalabalığı aştık, sokağı döneceğimiz sırada bakışlarını hemen altında durduğu sokak lambasına doğru kaldırıp süzülen ışığa baktı. Işık, onun açık renk saçlarına döküldüğünden midir bilinmez şimdi saçları cennetteki güneşin altında yükselen alevler gibi görünüyordu.
“Zeliha,” dedi kısık sesle, yanımdan geçip giden kızıl saçlı kızın arkasında bıraktığı tatlı parfüm kokusunu solurken sertçe yutkundum.
“Evet?”
“Senden bir şey isteyeceğim.”
“Evet?”
“Ya bana âşık olduğunu herkese inandır,” gözlerini bana çevirdi, gözleri ışığın altında amber taşı gibi parlıyordu, “ya da bana gerçekten âşık ol.”
Kalbimin atışlarını yöneten vites ileri atılırken, kaburgalarımdaki gaz pedalına yüklenen kelimelerinin ağırlığını ruhumda hissettim. Duygular içimde su gibi akmaya başladı ve bakışlarım onun gözlerinde öylece asılı dururken, zamanı izlediğim camlardan gözyaşı misali süzülen yağmur damlalarının çizdiği yollar, benim kaybolduğum yollar olacaktı.
Paltosunun cebine soktuğu elini cebinden çıkardı, beyaz, damarların belirgin durduğu büyük elini bana uzattı. Işık onun saçlarını bir yangına, gözlerini cennetin duvarlarını ören o taşa çevirirken bana bakmaya devam etti. Düşünceler zihnimde kan revan içinde uzandıkları yolda hareketsizce onları ezip geçecek duyguyu bekliyorlardı.
Gaye’nin, “Zeliha!” diye neşeyle bağırdığını duydum, sonra başımı iki yana sallarken titreyen dudaklarımı birbirine bastırıp hızlı adımlarla Gurur’a yürüdüm, bana uzattığı eli tuttum ve o eli tuttuğum an, cennette yükselen ateşlerin içine daldığım andı.
Bakışlarım Gurur’a uğramadı, onun elini daha sıkı tutup önden yürümeye başladığımda, arkadaşımı mekânın önünde bize el sallarken görmüştüm, yanında Hüsrev vardı, şaşkın bakışları bizdeydi ama yine de soğukkanlı durmaya çalıştığı barizdi. Gurur’un elini daha sıkı kavrarken Gaye’ye gülümsüyordum.
Gaye, Hüsrev’in elini daha tutup genişçe gülümsedi, sözde mutluluğumu kalbinin derinliklerinde hissediyormuş gibi huzurluydu bakışları.
Gaye ve Hüsrev’in yanına varmamız sanki asırlara mâl olmuştu. Düşüncelerin kanlarının taştığı zihin birden bir mezar kadar ıssızlaştı. Şimdi o zihin karanlık ve soğuktu, ürkütücü ve gizemliydi, duygularla dolu ama cansızdı.
“Sizi yakaladık,” dedi Gaye genişçe gülümseyip. “Çok heyecanlıyım!”
“Bizi yakaladınız,” diye fısıldayıp bakışlarımı Hüsrev’e çevirdim. “Merhaba.”
“Selam,” dedi Hüsrev, ikilemde kalmış gibi görünüyordu, bir an gülümseyecek sandım ama kaşları da çatılıp duruyordu sanki. Hüsrev’in koyu gözlerindeki bakışlar korumacı bir tavırla Gurur’a çevrildi. “Merhaba.”
“Merhaba,” dedi Gurur başını sallayarak, elimi daha sıkı tutup beni sertçe kendine çekince, bu hareketini beklemediğimden gözlerim iri iri açıldı ama Hüsrev’in de Gaye’nin de beni iyi tanıdıklarını bildiğimden bu eyleme gülümseyerek karşılık vermeye çalıştım.
“Arkadaşlarımla tanış,” dedim hevesli görünmeye çalışarak. “Gaye’yi zaten biliyorsun, ilk onunla tanıştın. Gaye’nin nişanlısı Hüsrev, bahsetmiştim ya, okulun hastanesinde doktorluk yapıyor.”
“Ne güzel,” dedi Gurur. “Memnun oldum Hüsrev, ben de burada askerim.”
“Biliyorum,” dedi Hüsrev, bu kalbimi yerinden hoplatmıştı birdenbire. “Bizim hastanede çalışan hemşirelerden birinin yanında görmüştüm seni, bir komandosun.”
“Evet,” dedi Gurur hiç şaşırmamış gibi. “En yakın arkadaşımın nişanlısı sizin hastanede hemşirelik yapıyor.”
“Kimdi? İsmi dilimin ucunda,” dedi Hüsrev. “Nihal’di sanırım.”
“Seni duysa doktor olmanı önemsemez, bu söylediğin şeyi burnundan getirirdi. İsmi Nihan ve Nihal denmesinden zerre hoşlanmaz. Tam bir canavara dönüşüyor. Onunla ilk tanıştığım zamanlar ben de ona yanlışlıkla Nihal deme gafletinde bulundum.” Gurur, benimleyken olduğunun aksine dost canlısıydı, sesi sıcaktı ve Hüsrev’e karşı olan tavrı gerçekten beni şaşkınlıkla doldurmuştu.
“Ben üşüdüm,” dedi Gaye yerinde zıplayarak. “İçeri geçelim. Bizimkiler içeride. Çok heyecanlıyım! Ayça ve Çolpan’ın tepkilerini çok merak ediyorum. Benimle konuşurken kendilerini biraz bastırıyor gibiydiler…”
“Çok rahatlattın,” diye homurdandım.
“Gurur’u çok sevecekler,” dedi Gaye içimi ferahlatmak ister gibi. “Değil mi, Hüsrev?”
“Ya, tabii,” dedi Hüsrev gözlerini Gurur’dan tek bir an olsun çekmeden.
Ortamın gerilmesinden delice korktuğumdan Gurur’un elini sıkarak, “İçeri geçelim,” diye fısıldadım, ona baktığımda gördüklerinin tedirginlik ya da korku olmasını istemiyordum, bu yüzden gülümseyerek doğrudan gözlerinin içine bakmıştım. Gurur da gözlerimin içine bakıyordu. Dudağının kenarı usulca yukarı çekildi, kalbimin kasıldığını hissettim.
“Olur, bebeğim.”
Hüsrev, Gaye’nin elini tutup, “Hadi bakalım, ısın biraz içeride. Hasta oluyorsun sonra,” dedi ve Gaye’yi mekândan içeri soktu. Gurur ile arkada kaldığımız için yüzümü saran o hastalıklı gülümseme yerini tekrardan tedirgin bir dudak çıkrığına bırakmıştı.
“Hüsrev senden hiç hoşlanmadı,” diye fısıldadım mekâna doğru ilerlerken.
“Ben de ona bayılmadım.”
Ona biraz daha yaklaşıp, “Onunla iyi geçinsen iyi edersin,” diye fısıldadım, Gurur kaşlarını ukala bir tavırla kaldırarak bana üstten üstten baktı.
“O niye?”
“Çünkü bizim grubumuzdaki en akıllı insan o. Ne kadar zeki olduğunu tahmin bile edemezsin.”
“Doktor olduğu için onu süper zekâ sanıyor olabilirsiniz, Matmazel Zeki ama karşısında Gurur Mert Çalıklı var, o ameliyata asistan olarak girerken ben dağda it avlıyordum.”
“Dikbaşlısın,” dedim. “Sadece bir defalığına beni dinlemeye ne dersin?”
“Öf ya,” diye homurdandı. “Tamam, dikkat ederim, sus yeter ki.”
“Arkadaşlarımın yanında öf ya deme.”
“Neden, küfür olarak mı algılıyorlar?”
Mekânın içinde ilerlemeye başladığımızda, “Ciddiyetsiz erkeklerden hoşlanmadığımı bilirler,” dedim.
“Öf ya dedim diye ileride bana boşanma davası açacağın anlamını mı çıkarmalıyım bundan?” Gurur, gözlerini devirip birden kolunu omzuma atarak beni kendine çekti ve ayrılan ellerimizin boşluğu, birbirine dokunan tenlerimizle doldu.
Şok içinde etrafıma bakındım, sonra bize şaşkınlıkla bakan iki çift göz radarıma girdi. Kalbim korkuyla çarpmaya başladı. Çolpan ve Ayça mekânın kapısından dansöz kıyafetli iki uzaylı girmiş gibi bakıyorlardı.
Gurur, kulağıma doğru eğildi, dudakları kulağıma sürtünürken güldüğünü hisseder gibi oldum ama midem alevler içinde yanıyordu, gözlerimi arkadaşlarımdan çekip koparamıyordum.
“Nasıl bir rahibesin de bu kızlar böyle şoka girdiler?” diye sordu, sesi eğleniyormuş gibi geliyordu.
Dudaklarım yavaşça yukarı kıvrıldı ama arkadaşlarımın yüzündeki dehşet ifadesi hâlâ silinmiş sayılmazdı, hatta arttığını bile söyleyebilirdim. Ayça’nın tek kaşı havada, dudakları aralık duruyor, bir bana bir Çolpan’a bakıyordu ve Çolpan da kaşlarını çatmış, aralık dudaklarla aynı şekilde bir Ayça’ya bir bana bakıyordu.
Durumu toparlama görevini üstlenen Gaye, olayı egemenliği altına alarak yüzünü saran o geniş sırıtışla, “İşte çiçeği burnunda çiftimiz de geldiler!” dedi ama bu ortamdaki gerginliği daha da arttırmaktan öteye geçmedi. Yüzüme düşen saç telini kulağımın arkasına sıkıştırarak arkadaşlarıma baktım ama şimdi düşüp bayılabilir, Ayça üzerime atlayıp beni tokat manyağı yapana kadar uyanamayabilirdim.
Hüsrev’in yüzündeki o gülmemek için kendini sıkan ifadeden anladığım kadarıyla şu an içinden, “Hadi, ayıklayın şimdi pirincin taşını,” dediği netti.
Gurur’la onların tam karşısındaki sandalyelere yan yana oturup derin bir nefes alarak, “Şey, evet,” diye fısıldadım. “Tüm bu yaşanan gizemlerin arkasında bu adam vardı işte.”
Aptal, diye homurdandı zihnimin duvarından bacaklarını sarkıtan küçük kız.
“Merhaba,” dedi Çolpan kaşlarını kaldırıp Gurur’a bakarak. “Açıkçası bizim için büyük sürpriz oldu. Zeliha son anda bir şeylerden bahsetmişti ama bu kadar ileri seviyede olduğunu bilmiyordum.”
“En azından sana bahsetmiş, Çolpan,” dedi Ayça yüzündeki o katil gülümsemesiyle bana bakarak. “Zel yine bildiğin gibi… En son Ayçalar Duyar dizisi senaristliğin hayırlı olsun, canım arkadaşım. Neli istersin?”
“Neyi?” diye sordum yutkunarak.
Katil gülümsemesiyle, “Helvanı,” dedi.
“Şey…”
“Onu suçlamayın, hepsi benim suçum,” dedi Gurur yüzünde hafif bir gülümsemeyle. Kolunu sandalyemin arkasına atarak bana biraz daha yaklaştı. “Benden bir türlü emin olamıyordu.”
“Seninle konuşmuyorum uh ah dev adam, on iki dev adam,” dedi Ayça birden, duraksadım. “Seninle konuşuyorum, Zel. Hâlâ neli istediğini söylemedin?”
Gaye, “Yapmayın ama… Sadece emin olmak istiyordu,” diye araya girince, Ayça, Gaye’ye tek bir kılıç darbesiyle kafasını uçurabilirmiş gibi baktı. “Tamam, sustum…”
“Ayça, beni dinler misin?”
“Seni dinleyebileceğim tonlarca gün vardı ve sen bu koca şeyi şimdi mi önüme getiriyorsun? Gecelerce onunla ilgili konuşmalı, seni ondan soğutmak için onun fotoğrafını açıp sana onun koca bir elektrik direği olduğunu söylemem gerekiyordu.” Gözlerini Gurur’a çevirdi. “Ve seninle konuşmuyorum koca oğlan, cevapları arkadaşımdan bekliyorum, avukat olacak olan o, avukatı gibi araya girme.”
Gurur şaşkın şaşkın, “Tamam,” diye fısıldadı.
“Güzel.” Gözlerini yeniden bana çevirdi. “Zeliha, bu bir insan değil, bu iki insan, farkında mısın?” Gözlerini tekrar Gurur’a çevirdi. “Seninle konuşmuyorum, tatlım. Menüye bakabilirsin. Beni duymazdan gel.” Gözlerini yeniden bana çevirdi. “Cidden, eğer bir pota aradığını söyleseydin seni basketbol kulübüne yazdırırdım.”
“Ayça,” diye fısıldadım.
“Zeliha, bu adam bizim evimize girerse saçları tavanımıza değebilir!” dedi dehşet içinde. “Tavanı silmek zorunda kalacağım çünkü bu saçları havada tutmak için jöle kullandığını düşünüyorum ve bu iğrenç anladın mı? Tavanım yapış yapış olabilir. Lütfen onu eve almayalım.”
Çolpan, “Sakinleş,” diye fısıldadı.
“Yapma Çolpan, boyumu görüyor musun? Onun bacağından daha kısayım ve tavanı silmek için parmak uçlarımda Titanik Rose taklidi yapmaktan ölesiye sıkıldım. Parmaklarım acıyor ve kilo aldım.”
“Sadece kendi boyunu sorun ediyor,” diye mırıldandı Çolpan. “Kusura bakma tamam mı? Hazırlıksız yakalandık.”
“Onun gibi birine hazırlanmak için anne karnındayken bile süt içiyor olmam gerekirdi anlıyor musun? Yürümeyi öğrendiğim an gidip basketbol oynamalıydım.” Ayça, gözlerini iri iri açtı. “Zel bence bize bu yüzden söylemedi. Canım küçüğüm, seni öyle iyi anlıyorum ki, evimize gidebiliriz.”
“Ayça, kafası tavana falan değmiyor, ben gördüm,” dedi Gaye birden, o an, masada soğuk bir rüzgârın esip geçerek saçlarımızı ve peçeteleri dağıttığı andı. Sonra büyük bir sessizlik yaşandı.
Ayça, Gaye’ye dönerek, “Nasıl?” diye sordu tehditkâr bir sesle. “Bu adamı evimizde mi gördün?”
“İsmim Gurur.”
“Seninle konuşmuyorum,” dedi Ayça elini havaya kaldırarak, hâlâ Gaye’ye bakıyordu. “Gaye, gözlerimin içine bak ve okuduğun tüm çizgi roman karakterlerini kafanın içine sızarak yüzlerine yağ sökücü sıkıp onları silerek öldürdüğümü düşün. Eğer doğruyu söylemezsen bunu yapacağım.”
“Hayır,” dedi Gaye korkarak. “Bunu yapamazsın.”
“Öyle bir yaparım ki, yüzleri yamulur.”
“Kötü birisin.”
“Söyle,” dedi Ayça.
“Evet, bugün sizin evinizdeydi. Zel’in odasından çıkıyorlardı. Paftayı almak için gittiğimde onu orada gördüm. Lütfen çizgi roman karakterlerimin yüzlerine yağ sökücü sıkma.”
Ayça bana dönerek, “Onu odana alacağına eline uzun saplı bir vileda alıp odanı temizleyebilirdin,” dedi dehşetle.
Hüsrev, “Ayça, karşındaki adam bir komando,” diye mırıldandı.
Ayça, “Ha?” dedi şaşkın şaşkın.
Çolpan kaşlarını kaldırıp, “Sen nereden biliyorsun ki?” diye sordu.
“Hastanede denk gelmiştim,” diyerek geçiştirdi.
Ayça, suspus olmuştu, sadece Gurur’a şaşkınlıkla bakıyordu. Aslında içten içe bana kızgın, hatta kırgın olduğunu biliyordum. Kızdığında ya da kırıldığında karşısındaki insanları incitmemek için gevezeleşir, saçmalar, hatta şirin görünürdü. Karşısına aniden çıkardığım bir adamdı sonuçta Gurur. Bir de üzerine onlardan habersiz onu eve aldığımı öğrenmişti. Başka bir arkadaş olsa bunu sorun eder, hatta böyle bir ilişkiyi sakladığım için benimle olan tüm iletişimini kesebilirdi ama Ayça ile Çolpan, her şeye rağmen aslında sakindiler.
“Mekânın Edward’ı geldi hanımlar,” diyerek kapıyı itip içeri giren kişinin sesini duyduğum an onun kim olduğunu anlamıştım. Gurur’un ve masadaki herkesin bakışları senkronize olmuş bir şekilde kapıya çevrildi ve Yener’in kot bir ceketin yakalarını havaya kaldırarak bize doğru yürüdüğünü gördüm. Yan masada oturan sarışın kıza göz kırptıktan sonra bize doğru baktı ve kollarını abartıyla havaya kaldırdı. “Selam millet!”
Ayça, “Bu andaval kim?” diye sorunca, kaşlarımı kaldırıp gözlerimi büyüterek ona baktım ve hemen Yener’in arkasından Adnan ile Devran da içeri girdiler. “Zeliha, bu kısa direk ve diğer iki direk de mi onun arkadaşı?”
“Gurur’un arkadaşları,” deyip yavaşça onlara doğru döndüm. Yener, yüzünde sinir bozucu bir sırıtışla masanın önünde dikiliyor, gözlerini tek tek üzerimizde gezdirirken bir yandan da sakız çiğniyordu. Devran, yavaşça avucunun içiyle Yener’in omzuna vurdu ve bu Yener’i sarstı, Yener sakızı yutup öksürmeye başladı.
“İğrenç,” dedi Ayça acı çeker gibi.
Yener, sinir bozucu sesler çıkararak Ayça’nın önündeki su şişesini alıp kapağı söker gibi çıkardı, şişe buruşana kadar sıkarak içindeki suyu içmeye başladı. Bu sırada masadaki herkes, -Gurur da buna dahildi- Yener’e dehşet içinde bakıyorlardı.
“Boğuluyordum kanka ya,” dedi Yener zevzek zevzek. “Gençler, selam ya.”
“Hı, selam,” dedi Çolpan kaşlarını kaldırıp garip garip bakarak.
“Oturayım mı ben ya?” Yener, boş sandalye arar gibi masanın etrafına bakındı, göremeyince bir diğer masada oturan kızlara pişkin pişkin gülerek o masaya ait sandalyelerden birini çekip benim yanıma oturdu. “Yenge naber ya?”
Adnan, yavaşça eğilip tüm algılarım açık olduğundan bana da duyuracak şekilde, “Abartma geri zekâlı,” diye fısıldadı. “Merhaba bayanlar, baylar.”
“Şaka mı bu?” diye fısıldadı Ayça.
“Genç olma rolünü abartma kardeşim,” dedi Devran eğilerek, ardından soğuk bir gülümsemeyle masadakilere baktı. “İyi akşamlar.”
“Kanka otursana ya, takılıyoruz işte moruk.” Yener, bu kelimeleri yayarak söylediğinden Hüsrev onu yumruklamak istiyormuş gibi izlemeye başlamıştı. “Aa Gaye, naber ya?”
“Sana ne?” diye sordu Hüsrev ters bir sesle.
“Kanka relaks ya,” dedi Yener ellerini teslim oluyormuş gibi kaldırarak.
“Otursanıza,” dedim yutkunup Adnan’la Devran’a gülümsemeye çalışarak. Bu gece daha ne kadar rezalet olabilirdi?
“Aynen moruk, oturun,” dedi Yener.
Çolpan, Devran’a, “Seni daha önce görmüştüm,” dedi düşünür gibi uzun uzun bakarak. “Üniversitenin oralarda. Sanırım şu sarışınla, retro görünen kız. Adı neydi onun, Zel?” Çolpan bana baktı, Biricik’i hatırlamak yüreğimi ağzıma getirdi ve bakışlarım ânında Devran’a çevrildi. Devran stabil bir ifadeyle Çolpan’a bakarken aslında içten bir gerginlik yaşadığının farkındaydım ya da bana öyle geliyordu.
“Biricik,” dediğim anda Devran birden gözlerini bana çevirdi ve bakışlarımız buluştu.
“Aynen, Biricik,” dedi Çolpan başını sallayarak.
Devran, cevap vermedi ama masaya oturdu, Adnan da yanında oturuyordu. Ayça hâlâ bana karşı öfkeliydi, bu çok netti ama artık kendini dizginleme evresine girmişti, daha az sataşıyor, sadece uzun uzun yüzümü izliyordu.
“Tanışalım,” dedi Devran ortamdaki gerginliği fark etmiş gibi. “Ben Devran, Gurur’un yakın arkadaşlarındanım.” Yener’i işaret etti. “Bu Yener.” Başıyla Adnan’ı işaret etti. “Ve Adnan. Gurur bize bu geceden bahsettiğinde aslında çekimserdik çünkü sizin bu durumu yeni öğrendiğinizi biliyorduk ama Gurur’a destek olmak istedik. Uzun zamandır Zeliha’dan bahsediyordu ama bir türlü açılamamıştı.”
Sertçe yutkundum, Gurur’un, Devran’a baktığını fark etmiştim ama Devran ona değil, Hüsrev’e bakıyordu. “Seni biliyorum,” dedi. “Hastaneden. Arkadaşımızın nişanlısının çalıştığı hastanede doktorluk yapıyordun sanırım.”
“Evet,” dedi Hüsrev, Gurur’a takındığından daha sıcak bir tavır takınmıştı Devran’a. “Ben de sizi görmüştüm.”
“Dünya küçük, hastanede karşılaşıyorduk, şimdi aynı masadayız,” dedi Devran mesafeli bir sesle, bakışlarını Ayça’ya çevirdi. “Sanırım sen bu durumdan pek memnun değilsin. Ama emin ol, Zeliha’nın pek suçu yok bu durumda. Her şey bu herifin geç adımlar atmasından kaynaklı. Zeliha ona güvenmemek konusunda haklıydı.”
Ayça, “Yine de bize anlatabilirdi, birinden etkilendiğini…” diye fısıldadı. “Aynı evde yaşıyoruz, uzun zamandır arkadaşız ve birbirimizin her şeyini biliriz.”
“Bilmezsiniz,” dedi Devran soğuk bir gülümsemeyle. “Arkadaşlarımın benimle ilgili çoğu şeyi bilmediğine yemin edebilirim. Üstelik biz omuz omuza çatışmalara gidiyor ve çoğu gece ölümün elinden kıl payı kayıp geri dönüyoruz.”
Ayça, sertçe yutkunup gözlerini masanın yüzeyine indirdi. Söyleyecek bir şey bulamadığı barizdi, sanırım duyduğu şey bir anlığına ağırına gitmiş olmalıydı. Birdenbire bu masada oturan bu dört adamın da geceleri ölümle burun buruna geldiğini, soğuğu iliklerine kadar hissettiklerini, Azrail’le karşılaştıkları anları düşünmek yüreğimi derin bir zehirli havayla doldurdu.
“Devran bu konuda haklı,” dedi Hüsrev, gözlerini Gurur’a kısaca değdirdi ama ona bakışı hâlâ buz gibi, hoşnutsuz ve mesafelerle örülüydü. “Zeliha’ya karşı anlayışsızlık ediyorsunuz. Bence bu durumu önce sizle paylaşmayı istemiştir ama karşısındaki insana güvenmediği için bunu yapamamıştır.” Gözlerini Gurur’a dikti. “Belki de bu güvensizlik onu korkutmuştur.”
Avucum boynuma kaydı, boynum yanıyordu. Olmuştu işte, Hüsrev bir şeyden huzursuz olmuştu. Onu kandırmak, Tanrı’yı şeytanı yeniden başmeleği yapması için ikna etmek kadar zordu.
“Evet,” dedi Gurur birden, kalbim zonklarken göz ucuyla ona baktım, buz sıcağı gözler Hüsrev’in üzerindeydi. “Herkes birine güvenmek ister. Zeliha bana güvenmiyordu ama şu an en çok bana güveniyor. Bu yüzden karşınızdayım.”
Hüsrev sustu. Devran derin bir nefes alarak, “Siz kendinizi tanıtmadınız,” dedi konuyu değiştirmek ister gibi.
Masadaki herkes birbiriyle tanışana dek ortamdaki gerginlik hiç son bulmamıştı ama sonunda bir yerden muhabbet yakalanmış ve ilişkimizin içeriğine inilmediği için sohbete rahatlıkla katılabilmiştim. Ayça, Gurur’a karşı hâlâ ön yargılı davranıyordu ama en azından onunla konuşabiliyor, belli etmemeye çalışsa da Gurur’un sanatla ilgili konuşmaları ilgisini çekiyor gibi duruyordu. Adnan’ın sık sık bayan demesi Ayça’yı ve Gaye’yi biraz germişti ama bir şekilde bunun üzerinde durmamayı başarmışlardı.
Nasıl tanıştığımız sorulmamıştı, sadece Gurur öyle profesyoneldi ki, sanatla ilgili sohbetin içine benim sevdiğim şeyleri ekliyor, Gaye, Ayça ve Çolpan’ın gözünü benim vicdanımı boyadığı gibi boyuyordu. Oysa boyadığı o vicdanın kalp atışları bir mühür gibi beni yalanların içinde eritip bitiriyordu.
“Bir şeyler içmeye çıkalım mı?” diye bir soru attı Yener ortaya, bu, onun ciddi olduğu ilk anlardan biriydi. “Yani tabii içkiye karşı değilseniz.”
“Askerlerin bir şeyler içtiğini bilmiyordum,” dedi Çolpan takılır gibi.
“Başımız duymadığı sürece hiç sorun yok,” dedi Yener göz kırparak. “Çıkalım, biraz daha eğlenelim. Hem Ayça belki Zeliha’yı affetme kararı alır.”
“Kolay değil bu,” dedi Ayça, omuz silkip bana baktı. “Ama biraz tekilanın kimseye zararının olacağını sanmıyorum.”
Henüz yeni tanışmış olmamıza rağmen arkadaşlarımın, onun arkadaşlarıyla kaynaşmaya başlaması, bu gece için beklemediğim bir gelişmeydi. Yine de henüz yeni tanışılmışken alkol almanın pek doğru tercih olduğunu sanmıyordum. Bir şeyler söyleyip dikkatleri üzerime çekmeyi istemediğimden sessizliğimi korudum ve planların kuruluşunu sakinlikle izlemeye başladım.
Her zaman olmasa bile kafa dağıtmak için gittiğimiz bir mekân vardı, bazı geceler sınavların içinden çıkamayacağımızı düşünür, gelecek kaygısıyla dolardık; işte tam da o anlarda içki içmek daha doğru gelirdi. Bir şeyler içip zihnimizi dağıtmaya çalışırdık. Bunu çok sık yapmıyor olsam da yaptığım zamanlarda epey faydasını gördüğüm olmuştu.
Gece kulübü, oturduğumuz mekâna çok uzak mesafede değildi. Yürüyerek beş, altı dakika bile sürmeyeceğinden mekândan hep birlikte çıkıp, gece kulübünün olduğu sokağa doğru ilerlemeye başladık. Gruplar hâlinde yürüyorduk. Bir aradaydık ama sanki paramparçaydık. Gaye, Hüsrev ve Devran bir arada yürüyorlar, kalabalıktan dolayı seslerini duyamasam da bir şeyler konuşuyorlardı. Çolpan, Ayça ve Adnan ise farklı bir grup oluşturmuş biraz daha önden yürüyorlardı.
Bakışlarım yanımda ilerleyen uzun boylu adama, yani Gurur’a çevrildiğinde bir an bu fikrin çok kötü bir fikir olduğunu, dağılmamız gerektiğini söylemek istedim ama kimseye sunabileceğim elle tutulur, inanılır bir bahanem yoktu. Yener telefonuyla oynayarak yanımızda yürüyordu. Bu tarz adamlarla aynı mekânda bulunmayı bırak, aynı sokakta yürümek bile beni geriyordu, sebebi onların bir asker olması değildi, sebebi bizden hem yaş olarak büyük olmaları hem de birbirimizin dünyasına ait olmadığımızı hissetmemdendi.
Gurur’un eli, sokaktaki soğuğun aksine alevlerle çevrili bir hapishane parmaklıkları gibi hissettiriyordu. El eleydik, bu inanılmazdı; hissettirdiği şeyler çok saçmaydı. Bunu yapıyor olmamız ise hissettirdiklerinden de saçmaydı. Bakışları hiç beni bulmadı, dokunuşu benden ayrılmasa da gözlerinin uzaklığı aramızda duran uçurumun ne denli derin olduğunu hatırlatıyordu bana.
Tanımadığım, bir süre öncesine kadar bu hayatta var olduğundan bile bihaber olduğum bir adamın elini tutuyordum, yanında yürüyordum, tüm arkadaşlarımı onun sevdiğim adam olduğuna inandırmaya çalışıyordum.
Parmakları aniden parmaklarımı daha sıkı tutunca kalbim yerinden sökülür gibi çarpmaya başladı ve o an kafamı kaldırıp ona daha dikkatli baktım. Buz gibi bakışları doğrudan tek bir yönde toplanmıştı, sanki bakışları kandı ve toplandığı yer bir derinin altıydı; darbe almış bir derinin…
Nereye bakıyordu? Bakışlarım onun gözlerine tutunarak doğru rotayı bulmak için yola koyulduğunda, gördüğüm manzaranın benim içimi kavuracak türden olduğuna emindim. Bakışlarım o yöne çevrildi ve sokak lambasının altında telefonla konuşan o kadını, yani Cenan Kaplaner’i gördüm. Sarı saçları bugün onu gördüğümde verdiği modelin aksine dağınık ve omuzlarına doğru akıyordu. Üzerinde simsiyah, resmî bir takım vardı. Telefonu kulağına bastırmış, stiletto model siyah deriden ayakkabılarının ucunu yere sürterek bir şeyler mırıldanıyordu. Bizi gördüğünü düşünmüyordum çünkü bakışları yerdeydi ama bu birazdan bizi görmeyeceği anlamına gelmezdi.
Gurur, parmaklarını parmaklarıma bana bir şey anlatmak istiyormuş gibi bastırınca, kafamda esen soğuk rüzgârlar düşüncelerimi bıraktığım yerden devirerek aşağıya düşürmeye başladı. Bakışlarımı Cenan’dan ayırmak istedim ama beceremedim, ona bakmak bir kâbusa bakmak gibiydi; ona bakmak, uyandığında gördüğün o alın terleten kâbusun içinde olduğunu fark etmek gibiydi.
“Bu iki oldu,” dedim Gurur’a doğru yaklaşıp fısıldayarak. “Senin yaptığını fark etmiş olabilir mi?”
“Hayır,” dediğinde bana bakmadan konuşuyordu, gözleri Cenan’daydı, Cenan ise bize bakmamaya devam ediyordu. Bize o kadar çok bakmamıştı ki, artık bunu bilinçli yaptığı çok daha açıktı.
“Benden değil ama benim gibilerden şüpheleniyor olabilir. Ve seni benimle gördü, benim gibilerle. O yüzden şu an için onun dart tahtası sensin.”
Bakışlarını bana çevirdi, yavaşça bana doğru eğilmeye başlayınca nabzım birden bileklerimi patlatacak sandım. İşte şimdi yine başlıyorduk. Dudaklarını saçlarımın üzerinde kaydırıp usulca kulağıma indirdi ve dışarıdan romantik görünen, benim içinse bir kâbus olan pozisyona vardığımızda fısıldadı: “Sana bütün oklarını atacak. Bu oklardan biri sevgi olabilir, şefkat olabilir, yakınlık kurma hamlesi olabilir. Hepsini huşuyla karşıla, sen de onunla yakınlık kur. Gerçekten ona güvendiğini, onu sevdiğini düşünürse senin ona asla yalan söylemeyeceğine inanır. Çünkü kadınları sadece sevgiyle kandırabilirsin. O da bunu bildiği için seni önce sevgiyle kandırmaya çalışacak. Onu, onun silahıyla vurman için iyi bir fırsat.”
Söyledikleri benim karakterime çok uzaktı. Muğla’da yaşadığım zamanlar insanların benimle çıkarları uğruna görüştüğü, bana çıkar uğruna iyi davrandıkları zamanlar olmuştu; bunun nasıl berbat olduğunu hâlâ hatırlıyordum. Sevgi, kesinlikle edilebilecek en büyük ihanetin kapısını açacak tek anahtardı.
“Öyle yapacağım,” diye fısıldadım, ellerimi yavaşça bana sokulan Gurur’un saçlarına kaydırdım ve Cenan’ın gözlerinin bir atmaca gibi bizi odağına aldığı o saniyelerde parmak uçlarımı Gurur’un açık renk saçlarının diplerine bastırdım. Beklemediği bu dokunuş onu susturdu, dudaklarından dökülen nefesin sıcaklığı kulağımı okşuyordu; sessizdi. Cenan’ın yüzümdeki gülümsemeyi görebileceği bir açıda durarak sahte gülümseyişimi dudaklarımdaki mahzene zincirledim. “Beni sevgiyle vurmasına izin vermeyeceğim.”
“Güzel,” dedi sessizce, sonra geri çekildi.
Etrafımızı sarmış arkadaşlarımızın şaşkın bakışlarına aldırış etmeden mekânın kapısına doğru ilerlemeye başladık. Mekânın kapısında iki genç duruyordu, iri yarı değillerdi ama Gurur ve arkadaşları kadar olmasa da uzun boyluydular. Mekânın içinden dışarı sızan müzik bana bir yaradan sızan kan görüntüsünü hatırlatmıştı; kanı hatırlamak beni anlık duraksattı ve kafamı kaldırıp mekânın kapısından dışarı vuran kızıl ışığa baktım. Işık, tıpkı zihnimi saran o görüntüdeki kanların rengindeydi.
Çevremdekileri umursamadan Gurur’un elini bıraktım, bu elimde değildi, ona dokunduğum her saniye parmaklarıma birilerinin kanı bulaşıyormuş gibi hissediyordum ve bu histen kurtulabilmemin bir yolu var mıydı, işte orasını asla bilmiyordum. İçimde kaynayan, bana o geceden miras kalan paniği yok saymaya çalıştım. Vicdan, içimde daima kulaç atmaya devam edecek, beni yiyerek kendini besleyen bir canavar gibiydi. Bir şekilde Gurur her şeyin ortaya çıkmasına engel olurdu, yani olurdu değil mi? İçime sığmayan vicdan isimli canavarın kalbini buza çevirecek tek düşünce buydu ve ben o düşünceye sığınmak zorunda hissediyordum.
Mekânın gürültüyle boyanmış duvarlarının arasında yürürken yüzümdeki tüm renklerin geri çekildiğini, bir hayalet gibi beyaza döndüğümü biliyordum. Müziğin sesi kuvvetli bir çekiç darbesi gibi durmadan göğüs kafesime inip duruyordu. Saniyeleri doldurmadan yanıp sönen ışık, zaten karman çorman olan zihnimin far görmüş tavşan gibi donup kalmasına neden olmuştu. En azından burada gürültü vardı, ilişkimizle ilgili sorular sorulmazdı; en azından burada nabzı yalnızca eğlence için atan insanlar da vardı, cenaze gibi hissetmemi biraz olsun kırabilirlerdi.
Gurur’un bana yakın yürümeye çalıştığını fark ettim, onun birkaç adım önünde yürüsem de onun uzun bacaklarıyla attığı her bir adımda göğsü bir şekilde sırtıma temas etmeyi başarıyordu. Pistin ortasını, kışın en çetin zamanlarından birini yaşıyor olmamıza rağmen mini etekleri, dekolteli kıyafetleriyle dans eden kızlar doldurmuştu. Hepsi birbirinden çekici, göz alıcıydı ve kesinlikle Eros’un aşk oklarını sırtlarında taşıyorlardı; mekândaki her erkeği bir bakışıyla kendine âşık edebilecek gibi güzellerdi.
Bir an ayaklarım geri geri gitmek istedi ama tam arkamda Gurur olduğu için bunu yapamadım. Kafamı çevirip omzumun üzerinden Ayça ve Çolpan’a baktım, uzun, yuvarlak masalardan birinin önünde durmuşlar, bir şeyler konuşuyorlardı ve gözleri sık sık bize çevriliyordu. Onları kızdırmıştım. Canımı okusalar bile sesimi çıkartmamam gerekirdi, kandırılmış hissettiklerine emindim ve onları kandırdığımı bilmek bu durumu daha da ağırlaştırıyordu.
Gurur, kulağıma doğru, “Bu eğlence işi daha iyi oldu,” dedi, sesi çok gür çıkmasa da yakınlığından kaynaklı mıdır bilinmez sesi bir su gibi zihnime akıp düşüncelerimin şeklini almıştı.
“Neden?”
“Seni biraz gevşetmek gerekiyordu çünkü tüm gece bir hayalet gibiydin. Arkadaşlarının bunu görmeyecek kadar aptal olduğunu düşünüyor olamazsın. Çünkü ikisi de çok akıllı tipler, Gaye ise zeki ama insanlara çabuk güveniyor gibi.”
İçimi sızlatan pişmanlıkla, “Gaye hakkında düzgün konuş,” dedim ona doğru dönerek. “İyi niyetini suistimal ettin onun. Sana inanıyor.”
Gurur, bana boş boş bakıp, “Sana da inanıyor,” deyince bu cümle bana kalbimi hedef alıp bir el ateş etmiş gibi hissettirdi.
Dişlerimi sıkıp ifadelerimin anlık değişimlerini arkadaşlarıma belli etmemek için Gurur’un gözlerinin içine bakarak ona doğru bir adım attım. “Eğil,” dedim, beni anlamıyor gibi bakınca kafamı sallayıp, “Eğil!” diye bağırdım.
Gurur, gözlerimin içine soğuk rüzgârların kucağında taşıdığı buz tutmuş kar taneleri tenime düşüyormuş gibi hissettirerek baktı. Bedenini kıpırdatmadan kafasını eğip dişlerini sıkarak ona söyleyeceklerimi beklemeye başladı.
“Bir votka istiyorum,” dedim kelimelerin üzerine basarak. “İçtiğimde seni bile sevimli görebileceğim kadar ağır bir votka.”
Güleceğini hisseder gibi oldum ama o gülücük, hislerimi fark etmiş gibi geri çekildi. Gurur’un parmaklarını belimde hissettim, bu beni ürpertti ama geri çekilme dürtüsünü açığa çıkaramadığımdan olduğum yerde dikilmeyi sürdürdüm.
“İçkiye karşı bağışıklığın yoksa ve boş boş konuşursan ne olacak?” diye sordu.
“Alkol aldığımda kötü şeyleri değil, iyi şeyleri konuşmayı tercih ederim,” dedim sertçe.
“Vay canına, daha önce süt ve kahveden başka içtiğin şeyler de oldu yani?”
“Şeytan görsün yüzünü,” diye homurdanarak geri çekildim. “Gidip kendi votkamı kendim alırım.”
Tam çekilip kalabalığa karışacakken beni bileğimden yakalayıp, “Hop hop, dur!” dedi hoş tınılı sesiyle. “Sevgililer bu tarz yerlerde birbirlerinin yanından ayrılmazlar. Ayrıldıklarında da içkiyi almaya giden genelde centilmen erkekler olur.”
“Sen centilmen değilsin, Gurur.”
“Aaov,” dedi kaşlarını kaldırarak. “Benimle ilgili ne biliyorsun ki?”
“Melek yüzlü bir şeytan olduğunu.”
“Melek yüzlü?” Kaşlarını kaldırıp alayla gülümsedi.
Elimi kurtarmaya çalışmadım çünkü bazılarının odağında olduğumuzun farkındaydım. Ona yapmacık bir gülümsemeyle bakıp yavaşça kendime doğru çektim.
“Hadi bana bir votka al, yoksa bebek yüzlü katil olduğunu herkes öğrenir.”
“Bebek yüzlü katil mi? Bu ülke muhabbet kuşuna benzeyen katil gördü, bebek yüzlüyü yadırgar mı sanıyorsun?” Gülüyordu, bu onun yüzünü daha da çocuksu bir ifadeye büründürmüştü. Benimle kalabalığa karıştığında tuhaf bir şekilde gözlerimin önünde var olan tek görüntü, o garip gülümseyişiydi.
Barın önüne geldiğimizde bakışlarım omzumun üzerinden kalabalığa çevrildi. Çolpan ile Ayça’nın servis yapan çocuklardan biriyle konuştuklarını gördüm, diğerleri kalabalık tarafından yutulmuş gibi gözden kaybolmuşlardı. Acaba Çolpan ve Ayça kendi aralarında bu konuyu konuşmuşlar mıydı? Eve dönüp kapıları herkese kapattığımızda şiddetli bir tartışmanın bizi beklediğini düşünüyordum ama yanılıyor da olabilirdim.
“Bana bir kadeh rom,” dedi Gurur dirseğini bar tezgâhına yaslayarak. “Ve bir shot votka, biraz şeker ve limon.”
“Şeker ve limon mu?” Kaşlarımı çatarak ona baktım, o saçlarının uçlarını yeşile boyatmış dövmeli barmene bakıyordu. Barmen onu onaylar gibi gülümseyerek tezgâha sırtını döndü. “Hiç shot bardağında votka içmedim.”
“Sek içeceksen shot bardağında içmelisin bence ve tekilanın aksine tuz ile değil, şeker ile tüketilmeli.”
“Genelde vişne suyu ya da enerji içeceğiyle karıştırıyordum,” dedim edindiğim bilgi hafızamda gereksiz bir şekilde yer edinirken.
Gurur’un önüne bir kadeh rom koyuldu, ardından bir shot bardağı. Shot bardağının dudak payı kısmını kaplamış kristal gibi görünen toz şekere baktım. Gurur içkisinden bir yudum içip, “Elinin üzerini yala,” dedi bana. Shot bardağını önüme doğru sürükledi. “Hadi, yala.”
Yüzümü buruşturdum, elimi kaldırıp dudaklarıma yaklaştırdığımda büyük bir dikkatle kendi yarattığı gösteriyi izliyordu. Elimin üzerini yavaşça yaladım, shot bardağını aldım ve Gurur’a ne yapmam gerektiğini bilmiyormuş gibi baktım.
“Bardağın etrafındaki şekerleri yala ve sonra dik kafaya. O sırada elini bana uzatmalısın, leydi.”
Leydi. Bunu garipsedim.
Elimi ona uzatarak shot bardağını tedirgin gözlerimi ondan ayırmadan dudaklarıma yaklaştırdım, bardağın dudak payı kısmını kaplamış şekerleri yalarken yanaklarımın ısındığını hissediyordum.
Bardağı ağzıma dikmemle elimin ıslak yüzeyinde toz tanelerini hissetmem bir oldu ve Gurur direkt bir limon dilimini ağzıma yaklaştırdı. Limonu içime asit gibi akan o hissin alevlenmesini istiyormuşum gibi sertçe emmeye başladım, bu sırada yüzüm benim elimde olmadan kırış kırış olmuştu.
“Şimdi yeniden şekeri yala,” dedi bana ve elime döktüğünün şeker olduğunun farkında bir şekilde elimin üzerini hızla yaladım. “İşte bu böyle içilir, leydi.”
“Başta midemi bulandıracağını düşünmüştüm,” dedim yüzüm hâlâ buruş buruşken. Shot bardağını sürükleyerek barmenin önüne itip gözlerimi barmene çevirdim. “Ama çok iyiydi.”
“Gelsin mi yenisi çilli bom?” dedi barmen eğleniyormuş gibi gülümseyerek.
“Evet, lütfen.”
Gözlerimi Gurur’a çevirmemle, beni izleyen adamın gözlerine takılmam bir oldu; dudaklarında yaramaz bir kıvrımla beni seyrediyordu. Işıkların altında takındığı o ölümcül gülümsemesiyle kesinlikle hem daha genç hem de daha tehlikeli görünüyordu.
“Önümde barmenle flört etmen hiç hoş değil,” dedi romundan bir yudum daha almadan hemen öncesinde. Ardından içkisinden bir yudum daha alarak ağzını ıslattı, göz ucuyla bana bakıp o alaylı gülümsemeyi ışıklarla bütünleştirdi.
“Senin arkadaşlarınla benimkileri bir arada bırakmak ne kadar doğru?” Sorumun bitmesiyle shot bardağının önüme itilmesi bir oldu. Aynı yollardan yeniden geçerek shot bardağını kafaya diktim ve Gurur sanki bunu bekliyormuş gibi ona uzattığım elime biraz toz şeker serpiştirdi.
“Bence doğru olan bu, kaynaşırlar,” dedi. Gözlerini önünde duran içki kadehine indirip birkaç saniye sessiz kaldı, tekrar konuşacağı an gelene dek onu izledim. “Asıl bir şeyden korkuyormuş gibi her an enselerinde durup, onların önünde olmamıza rağmen yalnız kalmaya çalışıyormuş gibi görünmezsek garip görünürdü.”
“Doğru.” Sesim alevlerin boğmaya başladığı bir bina gibiydi. Barmenin diğer müşterilerle ilgilenmek için tezgâhın diğer ucuna ilerlediğini fark edince sertçe yutkundum. “Bana çok kırgınlar, bunu hissediyorum. İçimde bir yerlerde.” Gurur’un beni dinlediğini biliyordum, sadece bana bakmak yerine tezgâhın hemen karşısındaki aynayı izliyor, içkisini yudumluyordu. “Onlardan bir sır sakladım. Hem de kalbimle ilgili bir sır olduğunu düşünüyorlar. Onlar benim en yakın arkadaşlarım, bana kırılmaya hakları var.”
“Bu hakkı onlara sen verdin,” dedi sadece, sesi ifadesizdi, gözleri beni bulmadı.
“Biliyorum. Hakları var.” Gözlerimi tezgâhın üzerine indirip az önce devirdiğim iki shot bardağından kanıma akan içkinin beni gevşetmesini beklemeye başladım. Çok alkol alan biri değildim, bu yüzden bünyem alkole karşı bağışıklık sahibi değildi ve bazen tek bir bira bile tüm bedenimin uyuşmasına yeterdi. Uyuşamadığımı fark edip kaşlarımı çattım.
“Bu işin sonunda her şeyi öğrenecek olurlarsa onları kaybederim.”
“Senin de kaybetmekten korktuğun bir şeyler var,” dedi, hâlâ durgundu. İçkisinden bir yudum daha alıp tüm gürültüye rağmen boğazından akan yutkunuşun sesini duymamı sağladı. “Ve benim de var. Öğrenmeyecekler.”
“Çok eminsin.” Başımı aşağı yukarı sallayarak bakışlarımı omzumun üzerinden ona çevirdim, karşıdaki aynaya bakmaya devam ediyordu. “Ama herkes hata yapar, ya hata yaptıysan?”
“Hata yapmadım.”
“Ya yaparsan?”
Dili kan kadar kırmızı olan dudaklarının etrafında dolaştı: “Yapmam.”
“Cenan bir şeylerin peşinde, istediğini alana kadar durmayacak,” diye fısıldadım ona bir sır veriyormuşum gibi.
“Biliyorum,” dedi. “Ama istediğini alamayacak.”
“Korkuyorum,” diye itiraf ettim elimde olmadan. Bu onu duraksattı, gözleri her neredeyse orada daha dikkatli bir şekilde durmaya başladı. Bakışlarımı yavaşça karşımızda duran aynaya çevirdim, bu onunla göz göze geldiğim andı. Beni izliyordu.
“Ne zaman Cenan bana yaklaşsa, kalp atışlarımı duymasından korkuyorum.”
“O zaman kalbini daha hızlı attıran kişi ben olurum,” dedi aynadaki yansımamı izlerken.
“Biraz başım ağrıdı,” diye fısıldadım.
“Sek içtin,” dedi anlayışla. “Cenan Kaplaner, şu an içeride.” Gurur’un kemik gibi sesi beni afallattı, kalbimin atışları yoğunlaşırken bakışlarımı yansımasından ayıramıyordum. “Seni ve beni gördü. Diğerlerini de. Yanına gelebilmek için senden uzaklaşacağım ânı bekliyor.”
“Hayır,” dedim panikle. “Gitme.”
“Sadece lavaboya gidiyor gibi yapacağım. O sırada kendine bir shot daha sipariş et ve sana yaklaşmasına izin ver.”
Paltosunun iç cebinden telefonunu çıkardı, gözlerim telefonun kalkan kilidinin arkasında kalan ekranına çevrildi. Ekranda genç, kumral bir kızın fotoğrafı vardı. Yeşil, canlı bakan gözler kadraja doğrultulmuş bir namlu gibiydi, teni neredeyse bir ölünün cesedini kefen gibi saran derisini anımsatacak kadar beyazdı. Dudakları ise tıpkı Gurur’un dudakları gibi kan rengiydi.
“Bu kız kim?” diye sordum kısık sesle, onu daha önce gördüğüme emindim ama zihnimdeki labirentin sonuna varamadığımdan kızı hatırlayamıyordum.
Gurur, gözlerini telefona indirdi. “Eylül,” dedi ve rehbere girip, Hakan Basri Şenkaya isminin üzerine tıklayarak aramayı başlatıp hızla benden uzaklaşmaya başladı.
Gurur’un benden uzaklaştığı saniyeler, kalbimin kan ihtiyacını karşılayamayarak içimde morarmaya başladığı saniyeler gibiydi. Gurur, kalabalığı aşarak ilerledi, bir süre sonra görüş alanımdan çıktı ve yeşil saçlı barmenin tezgâhın diğer ucundan bana doğru yöneldiğini fark ettim.
“Bir votka shot daha,” dedim keskin bir sesle.
Çocuk, uzun dişlerini göstererek gülümsedi. “Yanındaki adamın kim olduğunu biliyorsun, değil mi?”
“Evet?” dedim sorar gibi. “Sevgilim.”
“Biraz korkutucu bir sevgili.”
“Sen bu haddi nereden buluyorsun?”
Barmen, yavaşça tezgâha doğru eğildi. “Bu adamın eklemlerine doladığı gümüş bir zinciri nasıl kırmızıya boyadığını gözlerimle gördüğümde sadece on üç yaşındaydım,” dedi çocuk, sesi zehir gibiydi. “O karşısındakine ders vermek istiyor gibi vurmuyordu. Öldürmek ister gibi vuruyordu. Ondan korkarım.”
“Kaç yaşındasın?” diye sordum yutkunarak. “Şimdi.”
“Yirmi bir,” dedi genç adam. Yani Gurur’u birini ölesiye yumruklarken gördüğü zaman ben sadece on beş yaşında küçük bir kız çocuğu muydum? Yeşil saçlı barmen geri çekilip shot bardağını şekere batırdı, ardından votka ile doldurdu, birkaç saniyeye sığdırdığı bu eylem bana bir ömür kadar uzun gelmişti. Çocuk, shot bardağını önüme koyup gözlerimin içine baktı.
“Tekin adamlarla takıldığına emin ol.”
Bir elin omzumda kayarak beni avuçlamasıyla olduğum yerde yavaşça sıçrayıp bakışlarımı elin sahibine çevirdim. Hüsrev bana kaşlarını çatıp başını sağa doğru yatırarak sorguyla baktı. “Her şey yolunda mı?” diye sordu.
“Evet,” dedim ve birden kendimi tutamayarak, “Cenan Hoca burada mı? Onu gördün mü?” diye soruverdim.
“Evet, oturduğumuz masanın çaprazındaki bir adamla konuşuyordu,” dedi Hüsrev şaşkınlıkla. “Seni içki içerken görmesinden mi korkuyorsun? Çocuk olma…”
“Hayır, sadece…”
Hüsrev, kaşlarını daha derin çatmıştı şimdi. “Sadece, ne?”
“Ben sadece… O kadından rahatsız oluyorum,” diye itiraf edip gözlerimi shot bardağına indirdim. “Tavırlarından. Bakışlarından.”
“Fark ettim,” dedi anlayışlı bir sesle. Barmen çocuğa, “Bir ahududulu, bir de naneli likör alabilir miyim?” diye sordu, çocuk başını salladığı an Hüsrev’in bakışları yeniden bana dokunmuştu. “Senin komando nerede?”
Siktir, ondan gerçekten hiç hoşlanmıyordu.
Dudaklarımı yalayıp, “Lavaboya gitti,” dedim, başım sızlıyordu, bir an önce votkayı dikmek ve uyuşma sürecimi hızlandırmak istiyordum.
“Zeliha,” dedi Hüsrev, bir süre susup doğru cümleyi bekliyormuş gibi düşündü. Derin bir nefes alarak önüne koyulan likörlere yüzünü buruşturarak bakmaya başladı. “Son zamanlardaki hâlinden sonra birdenbire mutluluğu bulmuşsun gibi. Bu pek inandırıcı değil.”
“Hüsrev…”
“Bok gibi görünüyordun, Zeliha,” diyerek cümlemi ikiye böldü. “Anlatmadığın bir şeyler vardı ve boka benziyordun. Anladın mı? Bak, sen benim için çok değerlisin. Bir kız kardeşten bile fazlasısın. Bu adamla olan ilişkin sana zarar mı veriyor? Ya da işin içinde başka bir şey mi var?”
Söylediğim tüm yalanlardan, beni önemseyen insanlara bunu yapmaktan bir an çok büyük bir pişmanlık duydum ama geçmek zorundaydı. Pişmanlık geçmese bile onunla yaşamayı öğrenmeliydim. Ben her daim kabuğunda yaşayan bir insan olmuştum. Ruhumda, kasvetli fırtına bulutları kafilesi taşıyordum, her an şiddetli bir yağış altında kalabilir, ruhumu kendi bulutlarından düşen gözyaşlarıyla boğabilirdim. Öyle bir şeyin içine bulaşmıştım ki, bunu arkadaşlarımdan biri öğrenecek olsa bir daha yüzüme eskiden gördüğü kızı görerek bakabilir miydi bilmiyordum bile.
Bunca zamandır beni iyi bir insan yapması için geliştirdiğim tüm insani duygularımı susturup, “Onunlayken mutluyum,” diye yalan söyledim. “Evet, ağır bir dönemden geçtim ama bunun sorumlusu o değildi. Ona hissettiklerimi anlamaya çalışıyordum ve bu beni yormuştu.”
Hüsrev, kaşlarını çatar gibi oldu. Daha önce beni o bombok hâllerdeyken yakalayan kişi olup, bir şeyleri diğerlerinden daha net görebildiği için şu anki tavrım onu böyle şaşırtıyor olmalıydı. Kafası karışmıştı, koyu renk gözlerine baktığım an bu karmaşanın kirpiklerine kadar bulaştığını görebiliyordum. Ama artık mecburdum, bir denge sağlamalı ve terazinin herhangi bir tarafının daha ağır basmasına engel olmalıydım.
Terazinin bir ucunda ailem, sevdiklerim, hayatımda var olan insanlar vardı ve bir taraftaysa karanlık sırlar, duygularım, bir cinayet vardı. Tam ortada durmak zorundaydım çünkü hangisi ağır basarsa ruhum o yöne çekilirdi.
“Şimdi sen diyorsun ki şu âna kadar yanında bir kere bile görmediğimiz o adama duyguların var?”
“Evet,” dedim omuz silkerek. “Hatalar yaptım Hüsrev, biliyorum. Aldatıldım. İnsanlardan kendimi soyutladım, hep yalnızdım. Ama şimdi öyle değil. Anlıyor musun?”
“Evet,” dedi, sesi düşünceliydi. “Evet, anlıyorum. Sadece kuruntu yapıyorumdur belki de,” diye devam etti Hüsrev, yine de sesindeki şüphe buzu kırılmamıştı. “Ben Gaye’nin içeceğini götüreyim. Ve Zeliha, üzerine basa basa söylüyorum, Gurur’u kabul edebilirim ama şu Yener denen zevzek elimde kalır.”
Gülümsedim. “Biraz değişik bir adam.”
“Biraz mı? Onu askerlik görevinden nasıl almadılar hâlâ anlamış değilim. Şu hareketlerine bak.” Çenesiyle bir yönü işaret ettiğini fark edince bakışlarım o yöne çevrildi. Yener, dalgalı kumral saçları beline kadar inen, süper mini elbisesinin içinde âdeta tüm kadın hormonlarının savaşçısı gibi görünen kumral afetle neredeyse iç içe geçmiş şekilde dans ediyordu. “Bu adam sorunlu.”
“Sadece eğleniyor,” diye mırıldandım.
“Evet, az önce kumral kızın bir benzeri olan sarışınla dans ediyordu. Aynı şekilde. Sonra kızın sevgilisi geldi, Yener’i neredeyse yumruklayacaktı ama Yener adamla yılışık yılışık konuşup bu kez kumral olanla dans etmeye başladı. Güvenilmez herifin teki. Onu Gaye’den uzak tutsan iyi edersin, yoksa onu morga yatıya davet ederim.”
“Gaye’ye yan gözle bakamaz, merak etme,” dediğim sırada bir uğultu sesi yükseldi. Hüsrev ile aynı anda gözlerimizi uğultuya çevirdiğimizde kot pantolonlu, deri ceketli, uzun boylu iri bir adamın dans pistinin ortasına geldiğini görmüştüm. Pisti ikiye yaran şey, adamın elinde tutarak havaya kaldırdığı polis rozetiydi.
“Bu Cenan Kaplaner’in konuştuğu adam,” dedi Hüsrev, sırtımdan soğuk terlerin oluk oluk akmaya başlamasıyla bakışlarım kalabalığa telaşlı bir manevrayla çevrildi. Gurur, hemen ileride durmuş, elleri paltosunun cebinde, yüzünde buzdan bir ifadeyle rozetini havaya kaldıran polis memurunu izliyordu.
Memur konuştu:
“Bir katili arıyorum.”