🎧: Anathema, Deep
Gökyüzü, hislerin katiliydi.
Karanlık bulutlar göğü sarmaya başladığında her insanın yüreği mateme gömülürdü, yağmur yağmaya başladığında sanki gökyüzünden akan damlalar içimizin döktüğü gözyaşlarıydı; kar yağdığında hissettiğimiz huzur, ölümün geride bıraktığı hafiflik kadardı.
Gökyüzü, his kumarıydı.
Şimdi gökyüzü, içinde ölümün hafifliğini taşıyan beyaz bulutları misafir ediyordu. Kalbim göğsüme tırmandı, Gurur’u sertçe iterek ondan kurtuldum ve birkaç adım sonunda bakışlarım yavaşça odamın kapısına çevrildi. Gurur da benim gibi kapıma bakıyordu.
“Kahretsin,” dedim dişlerimin arasından. “Erken geldiler.”
“Tanışmış oluruz. Benim için sorun değil.”
“Ama benim için sorun.” Gözlerimi ona mıhladım. “Evimize yabancı bir erkeğin girmesi yasak. Kızlar bundan hoşlanmaz, bundan ben de hoşlanmam.”
“Ben senin sevgilinim,” dedi Gurur, kendini rolüne böyle sağlam vermesi beni deli ediyordu. Ona kötücül bir bakış attıktan sonra elimi alnıma bastırdım.
“Ayakkabılarını gördü kesin,” dedim telaşla. “Yapacağın işe sıçayım, tamam mı?”
“Ağzın da bozuk demek senin,” dedi Gurur dalga geçer gibi ama ona aldırış etmeden kapıya yöneldim, kopacak kıyamete hazırlanmaya çalışıyordum. Kızlara ne söyleyecektim? Zaten bu gecenin sonunda doğacak sorunların benim boyumu aşacağı kesindi, arkadaşlarıma daha fazla yalan söylemek zorunda kalmaktan korkuyordum.
“Sis, evde misin?” Birden donup kaldım, bu ses Gaye’nin sesiydi, göğsüm aniden ferahlarken kapıyı yavaşça açıp kafamı kapıdan dışarıya uzattım. Gaye, açık duran kapının önünde dikiliyordu, elinde Hüsrev’in siyah şemsiyesi vardı, saçlarının uçları ıslanmış ve daha koyu bir renge dönüşmüştü. “O burada mı?..”
“Ne?” dedim aptalı oynayarak.
“Botlarını gördüm de,” dedi Gaye utanmış gibi gülümseyerek. “Daha kızlarla tanışmamış, eve getirmen diğerleri için sorun olmasın? Biliyorsun, bu konuda biraz hassaslar.”
“Sadece…” dediğim sırada birden Gurur, büyük elini kapıya koydu ve kapıyı sonuna kadar açıp arkamda durarak, “Gelmek için ısrar eden bendim, odasını hep merak etmişimdir,” dedi soğukkanlı bir tavırla. “Üstelik ev arkadaşlarıyla da bu akşam tanışacağız nasılsa, değil mi?”
“Öyle…” Gaye, şimdi kulaklarına kadar kıpkırmızı görünüyordu. “Ben Ayça’nın paftalarından birini almak için gelmiştim, okuldan ayrılamıyor da şu an.” Gaye, saçlarını kulağının arkasına sıkıştırdı. “Durumu onlarla konuşamadım daha ama akşam dışarı çıkacağımızı biliyorlar.”
“Durumu ben anlatayım,” dedim ısrar ederek, kendimi gerçekten Gaye’ye karşı çok mahcup hissediyordum. Gurur ve beni bu şekilde, bu evde yapayalnız, odama kapanmışken görmesi beni feci utandırmıştı. Aslında bu, benim yaşımda genç bir kadın için çok normal bir şeydi ama karşımdaki kişi Gurur olduğundan bana normal gelmiyordu. Şu âna dek yaşadığım ilişkiler konusunda hep sır küpüydüm. Arkadaşlarıma yaşadığım hiçbir romantik enkazdan bahsetmezdim ama onlar yine de hikâyemi bilirlerdi. Şimdiyse o hikâyenin epey dışındaydım.
“Senin konuyu saptırmadan anlatmanın imkânı yok, sis,” dedi Gaye gözlerini devirerek. “Gerçi ciddi olmasanız bu kadar yakın olmazdınız bana kalırsa. Bu yakınlığınızı gördüklerinde kızlar da anlayacaktır. Sadece bilirsin işte, Ayça her zaman bu konuları yavaştan alan kişidir, o yüzden sizi biraz darlayacak.”
“Belki de sen anlatsan daha iyi olacak, evet,” diye mırıldandım, Gurur’un sıcaklığını tenimde hissediyordum, geri çekilme dürtüsü saldırmaya hazır bir kaplan gibi bedenimin içinde tetikte dursa da Gaye’yi işkillendirecek bir şey yapmamak için kendimi tutuyordum. “Ayça’nın tepkisine hazır hissetmiyorum ben.”
“Ayça en dikbaşlı olan mıydı?” Gurur’un sorusu, kaşlarımı çatmama neden oldu ama benim aksime Gaye’yi içten bir şekilde güldürmüştü.
“Öyle de denebilir, Zeliha sana anlatmıştır. Zeliha’ya kök söktürüyor.” Bakışlarını bana çevirdi. “Paftayı alıp gideceğim, siz keyfinize bakın. Merak etmeyin, burada olduğunuzu kimseye söylemem…”
“Gaye…”
“Sis,” dedi Gaye öpücük atarak, utandığımı fark etmişti, aslında o da biraz utanmış gibi duruyordu. Onu Hüsrev ile öpüşürken yakaladığımdaki hissin aynısıydı bu, şimdi de öyle hissediyordum ve şu an onun da benim gibi hissettiğini çok iyi biliyordum. “Şimdi çamurlu botlarımı çıkarıp Ayça’nın odasına giriyorum, eğer ayakkabılarla girersem dilimi paspas olarak kullanır. Ben yokmuşum gibi davranın…”
“Ya Gaye…”
“Ay tamam, ben gittim!” dedi Gaye telaşlı telaşlı botlarını çıkarıp hızla mutfağın içinden geçerek Ayça’nın odasına yönelirken.
Hızla Gurur’a doğru döndüm, birden bedenlerimizin birbirine olan yakınlığı nefesimi daralttı. Kafamı kaldırıp benden santimetrelerce uzun olan adama dik dik baktım. Bana yüzünde bir ifadesizlik çemberiyle bakıyordu, teninden sızan buz kokusunu solurken dudaklarımı birbirine bastırdım.
“Ne?” diye sordu sessizce, Gaye’nin odanın kapısını açıp içeri girdiğini duyunca kaşlarım tamamen çatıldı. Gurur’u göğsünden iterek odanın içine soktum.
“Gaye’nin ne kadar hayalperest olduğunu biliyor musun sen?” diye sordum fısıldayarak. “Bizi bu şekilde gördü, aklına neler geldi, kafasında ne senaryolar kurdu kim bilir?”
“Ee sevgili değil miyiz?” Gurur’un ifadesiz yüzündeki muzip bakan gözler parladı. “Sevgililer öyle şeyler yapar. Kız yanlış bir şey düşünmüyor.”
“Ne dediğini sanıyorsun sen? Seninle bu konuları konuştuğuma inanamıyorum, Allah kahretsin gerçekten.”
“Kahır okuman bittiyse şimdi cici bir sevgili olur musun? Hiç çekilmiyorsun da.”
Kaşlarımı kaldırıp, “Sana kök söktüreceğim,” dedim dişlerimin arasından.
Gurur, burnundan sert bir nefes verip, “Öf ya,” dedi, bu beklenmedik tepkisine düz düz bakakaldım.
“Artık gitsen iyi olacak,” dedim sonunda, Gaye’nin içeride bir şeyleri yıktığını fark edince yüzümü buruşturdum. “Ayça öldürecek onu.”
“Bu Ayça’dan hepiniz korkuyorsunuz,” dedi Gurur. “Şu senin kadar olan turuncu kafalı kız değil mi Ayça?”
“Artık git,” dedim dişlerimin arasından.
“Telefonumu kaydettim,” dedi ve sonra ekledi: “Telefonuna. Bana mesaj çek, nerede buluşacağımızı konuşuruz.”
“Sana ilk mesajı atan ben olmayacağım.”
Burnundan tekrar sert bir nefes verdi. “Öf ya, sen şimdiden girdin sevgili tribine,” dedi gözlerini devirerek. “Yakında görüldü attım diye tesisi basarsın sen.”
“Sevgili tribine giren kim acaba?” Ona dik dik baktım. “Emin ol seninle sevgili olmak isteyecek olan son kız bile değilim,” diye fısıldadım. “O kıza da gerçekten acıyorum. Senin gibi birine maruz kalacağı için.”
Gurur’un gözleri gözlerimi esir aldı, birkaç saniye sustu, sonra buz sıcağı gözlerindeki ifadeler belirginleşerek karanlığı dağıtmaya başladı ve Gurur fısıldadı: “Hep böyle acır mısın kendine?”
Çok kısa bir an için ona şok olmuş gözlerle baktım. Onunla aynı dili konuşmadığımızı düşünüyordum ama buna rağmen bir şeyler söylediğinde, anlamadığım o sözcükler bir şekilde içime dokunmayı başarıyordu. Dudaklarında bir anlığına var olan memnuniyet tebessümü, sanki zihnimde var olmuş bir sanrıymış gibi aniden yok oldu ve Gurur, yanımdan geçerek salona çıktı. Arkasından bakarken dudaklarım hafif aralık duruyordu, ona laf yetiştirmek çok zordu; beni gerçekten çok yoruyordu.
Gaye’nin, Ayça’nın odasındaki savaşı devam ederken Gurur ayakkabılarını ayağına geçirip dış kapıyı açtı, bakışları bana dönmedi, bir şeyler söylemesini bekledim ama söylemedi. Dışarı çıkıp kapıyı aramıza bir duvar gibi dikerek kapattı. Odamın açık duran kapısının önünde, şaşkınlık bir yük gibi omuzlarımı ağrıtırken öylece durup bir süre boyunca kapalı duran kapıyı izledim. Gaye’nin odadan çıktığını fark ettiğimde kaşlarımın ortasında derin bir yarık vardı.
“Sevgilin gitti mi?”
Gaye’nin sorusu karnıma bir bıçak girmiş gibi hissettirdiğinde sadece derin bir nefes alıp başımı sallamakla yetindim.
Paftayı yere koyup, “Arkasından âşık âşık kapıya bakmaya devam edeceksin sanırım,” dedi, sesi neşeliydi. “Vay canına, seni böyle göreceğim kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi. Hangi ara bu kadar tutuldun ona?”
Gaye’nin sorusu bir yalanın damarlarında dolaşan kirli kan gibiydi; sanki bir yalandım ve damarlarımda pis kan akarken karanlıkta öylece durmuş, beni söyleyecek olan adamın gelmesini bekliyordum. Derin bir nefes aldım, konuşmak istemiyordum, düşünmek istemiyordum, yeni yalanlar söylemek zorunda kalmak istemiyordum.
“Bu konu hakkında konuşmak istemiyorsun,” dedi Gaye, avucunu omzuma bastırdı, ona bakmasam da gülümsediğini hissedebilmiştim. “Utanmana gerek yok, biz dostuz. Evet, bu zamana dek aşk hakkında pek konuşma şansımız olmadı belki ama bu seni anlamayacağım anlamına gelmez. Ona tutulduğun çok ortada. Bu beni mutlu ediyor, sis.”
Gerçekten dışarıdan bakıldığında görünen tam olarak bu muydu? Birine tutulmak, yabancı olduğum bir his değildi ama uzun zamandır görmediğim bir tanıdık olduğu için yüzünü ve sesini unutmaya başlamıştım.
“Sence Ayça ve Çolpan onu sever mi?” diye sordum Gaye’ye, bakışları yüzüme kan gibi toplanmıştı, ben de gözlerimi onun yüzünde dolaştırıp ifadelerini süzgecimden geçirdim.
Bana inanıyordu ve bu beni kahrediyordu.
“Önemli olan onu Ayça veya Çolpan’ın sevecek olması değil ki,” dedi Gaye gülümseyerek. “Sen onu seviyorsan, başkaları umurunda olmamalı. Sen onu seviyorsun, bitti. Hepsi bu.”
“Ama…”
“Hadi ama… Yoksa seni sınav sonucunu bekleyen lise öğrencisi gibi düşüncelere boğan şey bu muydu?” Gaye, kıkırdadı. “Bence Gurur son derece centilmen ve nasıl desem, yakışıklı bir adam. Uzun boylu erkekler her zaman bir adım öndedir benim için, bilirsin, Hüsrev’in önce uzun boyundan etkilenmiştim…” Bana göz kırptı. “Gurur da uzun boylu bir adam, gözüm kapalı seni ona emanet ederdim…”
“Evet,” dedim bilinçsizce. “Epey uzun boylu hem de.”
“Bence iki metre falan vardır, Hüsrev’den biraz uzun gibi duruyor,” dedi Gaye, çenesini kaşıdı. “Güzel bir çift olduğunuzu düşünüyorum. Zamanla onu daha da seveceğiz bence. Şimdilik onu sadece senin seviyor olman, arkadaşların olarak bizim için yeterli.”
“Öyle diyorsan…” Gözlerimi yere koyduğu paftaya indirdim. “Ayça okuldan geç çıkacak sanırım?”
“Evet, siz evden çıkmadan yetişirmiş, öyle söyledi.” Gaye yerdeki paftayı eline alıp kaldırırken gözlerini bana çevirdi. “Bak, seninle açık konuşacağım. Ayça biraz tedirgin davranabilir, Çolpan’ı bilirsin zaten, tedirgin olsa bile pek yorum yapmayacaktır ama Ayça o tedirginlikle biraz sorgucu davranacak, bunu biliyoruz. O yüzden çok gerilmemeye bak, sadece seni çok fazla düşündüğü için bu durumun böyle aniden gelişmiş olmasını sorgulayacak.”
Başımı salladım. Biliyordum. Çolpan her zaman, her konuda olduğu gibi sessiz kalıp durumu kabullenir, endişelense bile bunu pek dillendirmezdi ama Ayça öyle değildi, bu konunun üzerini bir kumla örttüğümü düşünecek, kumu kazıp kumların altına sakladığım şeyi bulmaya çalışacaktı.
“Biliyorum.”
“O yüzden onlarla ilk benim konuşmam senin için daha iyi olabilir, en azından daha az gerilirsin. Bir anda sorguya maruz kalmayı hiçbir zaman sevmedin, bunu biliyorum. Senin için böyle özel bir günün bu tür aksiliklerle aksamasını ya da kötü geçmesini istemiyorum.”
“Peki ya onlara bu haberi ilk ben vermedim diye sorunu daha da büyütüp bana kırılırlarsa?..”
Beklenti dolu gözlerle Gaye’ye baktım, bana bir akıl vermesine ihtiyacım vardı. O, her açıdan benden daha akıllı ve sorumluluk sahibiydi. Benim zekâm sadece sınavlarda iyi not almama, konuları daha rahat kavramama yetiyordu ama konu çevremdeki insanlar ve onların duyguları olduğunda ciddi manada bir aptala dönüşüyordum. Gaye derin bir nefes alınca ona yardım dilenen gözlerle baktım.
“Her halükârda Gurur’u onlara söylemeyen sensin zaten,” dedi. “Onlara bir ilişkin olduğunu söyleyecek olanın ben olması önemli değil, önemli olan en başında Gurur’la görüşmeye başladığında söylememiş olman.” Bir an vicdan azabımın boğazına bir bıçak dayanmış gibi hissettim; vicdanım derin bir nefes alsa, o nefes onun sonu olacaktı ama vicdanımın derin bir nefes almaya ihtiyacı vardı.
“Doğru. Sen söyle, kalan sorumluluğu ben üstleneceğim.”
“Gurur da konuşur belki.”
“Bu konuya onu dahil etmeyeceğim. Bu onları daha da sinirlendirebilir.”
“Bence hazırlanıp evden çık. Biraz hava al, alışveriş yap, sonra da hep beraber buluşuruz. Seninle konuşmadan önce Gurur’u görürlerse belki de ona karşı daha anlayışlı olurlar.”
Gerçeği onlara anlatamadığım için kendi yalanımın enkazının altında tek başıma kalmıştım. Oysa bu yalanı bana söyletip beni enkaza çeviren deprem Gurur’du.
Kelimeler şahidimdi, kan akıtacaktım sessizliğimin damarlarından. Var olan acıyı kırdığımda, geriye belki de son damlasını da akıtana dek durulmayacak türden akan kanlar bırakacaktım ama o yarayı koparmam gerektiği zaman geldiğinde, o yarayı soyup yerinden koparacaktım.
Zaman kırıntılarını toplamaya başladığımda artık Gaye evde değildi, tozlu bir camın arkasından, gökyüzünün çuvalların içinde yük gibi taşıdığı yağmurun çuvalları yırtarak yeryüzüne düşüşünü seyrediyordum. Bir şeyler yememiştim, midem içine hiçbir şeyi kabul etmeyecek gibi dolu geliyordu bana. Kısa süren sıcak bir duş almıştım, banyoda uzun süre kalsaydım beni boğan su değil, düşüncelerim olacaktı ama duştan çıktığımda da değişen bir şey olmamıştı. Kurumuş bir denizin susuzluktan çatlayan toprağına oturmuş, oturduğum yerde okyanuslarca boğulmuştum.
Telefonum çalmaya başladığında beyaz kazağımı üzerime geçiriyordum, ıslak saçlarımı kazağın dışına çıkarıp arkaya attım ve kazağı ıslatan suların tenime verdiği nemi hissederken telefonuma uzandım.
Arama ekranına baktığımda, arayan kişinin babam olmasını beklemediğim için birden elimde tuttuğum o telefon, Kabil’in Habil’i öldürdüğü taşa dönüşmüş gibi irkildim.
Babamın değil yüzüne bakabilmek, sesini duymaya bile yüzüm yoktu. Dişlerimi sıktım, avucumda tuttuğum dünya üzerinde işlenen ilk cinayetin silahı gibiydi ve ben kendimi dünya üzerindeki ilk cinayeti işleyen o insan gibi hissediyordum. Üstelik öldürdüğüm de yine kendimdim. Odamın ortasında birebir bana benzeyen bir kadın uzanıyordu, kadının saç diplerinden sızan kan, odanın zemininde kızıl bir nehir oluşturmuştu; biliyordum, bu kan kadının zihninden geliyordu. Bu kadını öldüren bendim.
Telefon sustu, çok geçmeden bir defa daha çalmaya başladı.
Onun bana verdiği değer buyken, ben onun yüzüne bir gün bu karayı çalmak zorunda kaldığımda, bana nasıl bakacağını merak ediyordum. Gözlerinde, bana duyacağı duyguları açıkça ifade eden nasıl bir bakış olacaktı?
“Zeliş?”
“Baba,” diye fısıldadım.
Tam şu an hüngür hüngür ağlamaya başlamak ve çocukken olduğu gibi her şeyi bir bir ona anlatarak onun kollarına sığınmak istiyordum. Çocuk olduğum zamanlar her şey daha kolaydı. Şimdiyse nefes almak bile çok zor geliyordu. Oysa nefes almak, öleceğim an gelinceye dek devamlı olarak sürdüreceğim tek alışkanlığımdı ve bu büyük alışkanlığın bana son zamanlarda verdiği tek şey, yoğun bir acı hissiydi.
“İşin mi vardı?” Babamın derin bir nefes aldığını duydum. “Sanırım bu sıralar derslerin çok yoğun, beni aramıyor sormuyorsun, küçük gonca gülümün sesini özledim.” Muğla’ya özgü ağzı kelimelerine bulaşıyordu, bu beni gülümsetti.
Artık beni gerçekle yüzleştiren bu acıdan kaçamayacağımı biliyordum. Babamın mavi gözlerindeki ışık, daima ilerlemem gereken yolu gösterirdi bana ama şimdi o ışığı göremiyordum, ondan uzakta olmanın ne kadar zor olduğunu son zamanlarda daha iyi anlamıştım.
“İşim yoktu,” diye fısıldadım, sonra yalan, odanın diğer ucunda duran bir canavar gibi gözlerini kaldırıp, bana insaf etmeyeceğini belli eden bakışlarını yüzüme mıhladı ve dudaklarımı birbirine bastırıp bir süre bekledim. “Yani evet, vardı ama şu an yok. Seni özledim.”
“Ben de seni çok özledim,” dedi babam iç çekerek. “Gözümde tütüyorsun ceylan gözlüm, babasının kuzusu. Bu sabah Eymen geldi, sınavları bitmiş.”
Eymen… Erkek kardeşim. Hemen bir saat uzaklığımda, Antalya’da okuyordu Eymen, benden iki yaş küçüktü, ilk bakışta her ne kadar birbirimize benziyor gibi görünsek de gerek kişiliğimiz, gerekse hayata baktığımız pencereler çok farklıydı. Onun mavi gözleri başka bir yöne, benim kahverengi gözlerim başka bir yöne bakıyordu. Çekişmeli devam eden bir ilişkimiz vardı, küçük yaşlardayken babamın ve annemin beni daha çok sevdiğini düşünüp bana düşmanlık beslerdi ama büyümeye başladıktan sonra bana duyduğu bu düşmanlık, hayranlığa dönüşmüştü. Eymen’le ilişkimiz değişkendi, bazen bana karşı çok korumacı davranırdı ama bazen küçük kardeşim olduğunu hatırlar ve sorunlarını bana açıp bana sığınırdı. Bazense her iki kardeş gibi kavga eder, birbirimize cephe alırdık. Sıradan bir ailenin, sıradan çocuklarıydık işte.
Altımda yalnızca bir iç çamaşırıyla elbise dolabıma doğru ilerledim, telefonu omzumla kulağım arasında sabitleyerek dolabın kapağını açıp dağınık duran kıyafetlerime baktım. “Bensiz kahvaltı yaptınız demek ailecek,” dedim kuru bir sesle. “Kıskandım.”
“Sen olmadığın vakit ailecek olmuyoz ki biz, sen olmadığında sadece eksik oluyoz, bilmiyon mu?” diye sordu babam şivesini dışarı vurarak, bu cümlesi beni duraksattı, gözlerim siyah kot pantolonumda takılıp kalsa da arkasında gizlenen yaşların gözlerimin pınarlarının kapısını zorladığını hissedebiliyordum.
İhtiyacım olan buydu, ihtiyacım olan onun kollarının arasına girmek ve eskiden olduğu gibi beni korumasını beklemekti.
“Ailecek olmaya ihtiyacım var,” dedim yavaşça. “Gerçekten.”
Babamın yutkunduğunu fark ettim, kısa süren sessizliğin ardından, “Nasılsın?” diye sordu babam hiç beklemediğim bir anda beni gafil avlayarak. “Öylesine verilmiş bir cevap beklemiyorum, Zeliş. Gerçekten soruyorum, babam. Nasılsın?”
Ruhum kuraktı, ruhumdaki topraklar yer yer çatlamış, yarılmış, içleri açılmıştı; ruhum yangın yeriydi ve küllenmiyordu. Babamın sesi, ruhuma üflenmiş buz gibi bir nefesti, ruhumdaki susuzluğu gideriyordu, ruhuma dokunuyor ve ruhuma güçlü hissettiriyordu.
“Yorgunum,” dedim, babamın duraksadığını hissettim, bu bana derin bir nefes aldırdı. “Bildiğim tek şey, çok yorgun olduğum, baba.”
Babamın sessizliği, beni içine çeken bir girdaba dönüştü. Konuşmadı, sadece içimdeki o yorgunluğu yüklenmek istiyormuş gibi uzun uzun susup, zihnimdeki karmaşaya ulaşmaya çalıştı. Biliyordum, eğer mümkün olsaydı tüm yorgunluğumu bir omuz darbesiyle benim omuzlarımdan yere serer, kendisi yüklenirdi ve benim yerime taşımaya başlardı.
“İstersen eve dön,” dedi babam, duraksadım, gözlerimi kıyafetlerden çekip boşluğa indirdim. “Bir süre tatil yap, Muğla’yı gez, arkadaşlarınla buluş, görmeyi istediğin bir şehir varsa oraya da gidebilirsin. Değişiklik iyi gelir, yorgunluğun tam olarak geçmese de biraz diner belki.”
Dudaklarımdaki kuru durgunluk, yerini acılarla sarılı bir tebessüme devretti.
“Her zaman önceliğin biz olduk. Bu yüzden önceliğim sen olmak zorundasın.” Şaşırdığını göremesem de hissedebildim, telefon elinde öylece bir noktaya bakıyor olmalıydı, her zamanki gibi düşünceli göründüğüne çok emindim. “Evet, yorgunum ama bir gün o eve döndüğümde doğrular için savaşan bir avukat olacağım. Senin gözlerindeki gururu görmek, benim tüm yorgunluğumu o an, o saniyede yok edecek.”
“Sana baktığımda gururlanmam için illaki avukat olmana gerek yok, ben ne zaman senin konun açılsa, biri seninle ilgili bir soru sorsa gururlanıyorum zaten. Çok güzel bir evlat yetiştirdim. Dürüst, tertemiz bir evlat.”
Duraksadım, şimdi sadece dizlerinin üzerine oturmak ve taş kadar ağır olan bu sözlerin bende yarattığı enkazı ruhumun derinliklerinde hissederken hüngür hüngür ağlamak istiyordum. Ellerimi yüzüme kapatmak, gözyaşlarımı avuçlarımda biriktirdiğim her saniye hıçkırıklarıma bir yenisini eklemek istiyordum.
Onu hak etmiyordum. En acısı buydu. Bir gün gözlerinde kırgınlık görmekten delicesine korkuyordum ama o günün geleceğini, bana kırgın bakan mavi gözlerindeki açıklama duyma beklentisini izleyeceğim günün geleceğini biliyordum. Bu kaçınılmazdı ve ben o kaçınılmaz sona doğru istikrarlı bir şekilde kulaç atıyordum, oysa okyanus aşamayacağım kadar derindi ve her kulaçta biraz daha dibe çekiliyordum.
“Seni seviyorum. Annemi, seni ve Eymen’i bu dünyadaki her şeyden daha çok seviyorum.”
Babam yavaşça gülünce sesi telefonun süzgecinden pürüzlü bir şekilde geçti. “Ben de seni seviyom, gonca gülüm. Isparta’da kar bekleniyormuş, Zeliş. Telefonumdaki hava durumunda Muğla’yı değil Isparta’yı görüyom önce, öyle ayarlatmıştım Eymen’e. Geceleri eksilere düşüveriyor sıcaklık.” Aniden sesi ciddileşti, Muğla şivesi dudaklarını terk etti. “Karda yürümeyi hâlâ beceremediğini biliyorum, altı tırtıklı postallarını giyersen düşmezsin, daha rahat yürürsün. İçine ince kazaklar giyme, yünlü kazaklar giy, olur mu? Ve şemsiyeni bir yerlerde unutma, yağan karın altında yürümeyi sevdiğini biliyorum ama saçların ıslandığında sinüzitini sinirlendirirsin. İşkence çekmeni istemem.”
Dudaklarım güçlükle yukarı kıvrılırken beni görebiliyormuş gibi başımı aşağı yukarı salladım. “Tamam baba, öyle yapacağım.”
“Beni kandırma, olur mu?”
Yutkundum. “Olur.”
“Şimdi biraz dinlen, başını ağrıttım yahu… Kendine dikkat et güzel kızım, hesabına biraz para gönderdim, eğer ihtiyacın olursa beni ara.”
“Teşekkür ederim, baba. Sen de kendine dikkat et.”
Babamın telefonu kapatmasıyla eş zamanlı olarak telefon elimden kayıp yere düştü. Sanki damarlarımın içinde hızlı adımlarla koşan bir katil vardı ve ilerlediği istikamete bakılacak olursa, ulaşmak istediği yer atardamarımdı. Elbise dolabının önünde birkaç saniye dimdik durmaya çalışsam da sonunda dengemi kaybedip dizlerimin üzerine düştüm. Yüzümü ellerimle kapatıp çoğalmaya başlayan hıçkırıklarımı durdurmaya çalıştım, gözyaşlarım öyle çok akıyordu ki avuçlarımın içi saniyelere yenik düşerek bir nehire dönüştü.
“Seni hak etmiyorum,” diye fısıldadım gözyaşlarımın arasından, sarsılarak ağlıyordum. “Ailemi hak etmiyorum. Hiçbirinizi, hiç kimseyi hak etmiyorum. Ben kendime ne yaptım?”
Bileklerim öyle çok ağrıyordu ki bir süre sonra ellerimi havada tutamayacağımı anladım ve avuçlarım yüzümü sıyırarak dizlerimin üzerine düştü. Gözlerimden akan onca yaşa rağmen burnumu sertçe çekip oturduğum yerden kalktım, yatağın kenarına tutunarak dengemi kurduktan sonra bakışlarımı elbise dolabına çevirdim. Bir şeyler giyip, bu kahrolası odadan çıkıp gitmek istiyordum. Burada yalnız kaldığım müddetçe hissettiğim tek şey vicdan azabıydı, azap öyle çoktu ki tüm duvarlarda ortak olduğum karanlıkla ilgili suçlayıcı metinler yazıyordu.
“Mecburum,” dedim gözlerim kan çanağına dönüp, gözyaşlarım yüzümde donarak cildimi germeye başladığında. “Tüm bunlara mecburum. Kendim için değil, ailem için mecburum.” Titreyen ellerimi kıyafetlerin arasına daldırdım, gelişigüzel çekip çıkarttığım koyu lacivert kot pantolonu yatağın üzerine atarak dolabın kapağını kapattım, bakışlarımı yan tarafımdaki boy aynasına çevirdim.
“Herkes yerine kendinden utanmayı öğreneceksin,” dedim kendi yansımama.
Hazırlanmam çok uzun sürmemişti, yüzüm ağlamaktan pancar rengini almış, tüm çillerim daha koyu renge bürünmüştü. Çillerimi kapatmayı sevmediğim için pek fondöten kullanmayı tercih etmiyordum ama gözlerimin altındaki çukurlara baktığım an, birinin beni keş sanmasının kuvvetle muhtemel olduğunu anlamıştım. Gözlerimin bu hâlini gören arkadaşlarım da bir şeylerin gerçekten yolunda gitmediğini anlardı.
Göz altlarımı kapattım. Dudaklarım tenime oranla daha koyu renkteydiler, dolgun ve çizgileri belirgin dudaklarıma şeftali tonlarında bir ruj sürüp makyaj masasının önünden ayrıldım.
Cep telefonumu, üzerime geçirdiğim siyah montun cebine koydum, montun fermuarını boğazıma kadar çekip, hâlâ nemli olan saçlarımı montun iç kısmından çıkararak üzerine serdim. Bir miktar paranın, kimliğimin ve kartlarımın olduğu cüzdanı küçük bir çantanın içine koyup, zincirli çantayı omzuma taktım.
Evden çıkıp binanın merdivenlerini inmeye başladığım sırada montumun cebindeki telefonun titrediğini hissettim, dudaklarımı kemirip telefonu elime aldım ama bakmadan binanın sokak kapısını açarak kendimi soğuğun kollarına teslim ettim. Dışarısı gerçekten zehir gibi soğuktu, saçlarım hâlâ hafif ıslak olduğundan soğuğu en net hissettiğim yer zihnimdi ve bu bir anlığına çok hoşuma gitmişti. Tüm düşüncelerim donmuş gibi hissetmek… İşte bu iyiydi.
Telefona baktığımda Ayça’dan bir mesaj görmeyi beklemiyordum, beni aramasını ve bağırıp çağırmasını beklediğim doğruydu ama bir mesaj? Hayır, bunu gerçekten beklemiyordum. Mesajın alt metni çok belliydi ama yine de mesaja tıkladım ve yazdığı mesajı okumaya başladım.
Ayça Sarıhan: Bir sevgilin mi var?
Ayça Sarıhan: Ne bu, bir çeşit şaka falan mı?
Ayça Sarıhan: Böyle bir şeyi Gaye’den mi öğrenmem gerekiyordu?
Ne dese haklıydı, susup bir süre mesajı izledim, sonra soğuktan kaskatı kesilen parmaklarımı ekranda beliren klavyede gezdirmeye başladım.
Zeliha Özdağ: Ne desen haklısın
Zeliha Özdağ: Ama Gaye’ye ben söylemedim, kendisi öğrendi
Zeliha Özdağ: Size anlatacaktım ama ondan emin olmayı bekliyordum
Zeliha Özdağ: Başta ciddi bir şey olduğunu düşünmemiştim.
Ayça Sarıhan: Ciddi bir şey olduğunu düşünmedin ama şimdi sevgilisiniz?
Ayça Sarıhan: Neyse
Ayça Sarıhan: Dua et dersteyim tamam mı?
Ayça Sarıhan: DUA ET DERSTEYİM.
Ayça Sarıhan: En yakın arkadaşlar olduğumuzu düşünüyordum seni koca kıçlı manda
Zeliha Özdağ: Zaten öyleyiz
Ayça Sarıhan: En yakın arkadaşlar birbirlerinden bir şeyler saklamaz Zel.
Donup kalmama neden olan mesaj buydu, adımlarım bir anda kesilmişti, sadece durup mesajı uzun uzun izledim. “En yakın arkadaşlar birbirlerinden bir şeyler saklamaz,” dedim güçlükle yutkunurken. Bunu ben seçmemiştim.
Zeliha Özdağ: Her şeyi anlatacağım
Ayça Sarıhan: Umarım
Her şeyi anlatmak mı?.. Bakışlarımı telefondan ayırıp caddenin diğer tarafına çevirdim, uzun süren yağış yüzünden kaldırım boşluklarında derin su birikintileri oluşmuştu. Arabaların ilerlediği asfaltta da oluşan su birikintilerini yarıp geçen araç tekerlekleri suların etrafa sıçramasına neden oluyordu.
Olup biten her şeyi Ayça’ya ve Çolpan’a anlatsam tepkileri ne olurdu bilmiyordum ama her halükârda beni koruyacaklarına emindim. Yine de böyle bir gerçeğe onları dahil etmek demek, onların hayatlarından çalmak demekti. Ben karanlık bir sokaktaydım, onlar sokağın sonunda yanan lambanın altında durmuş beni bekliyorlardı, onlara seslenip onları bu kör karanlığa çağıramazdım.
“Size bunu yapamam,” dedim yavaşça. “Size bunu yapacağıma hayatınızdan çıkıp giderim, daha iyi.”
Derin bir nefes alıp karşıya geçtim, adımlarım şimdi daha hızlı düşüyordu yere. Telefon yeniden titrediğinde gelen mesajın Ayça’dan olduğunu düşünmüştüm ama öyle değildi. Telefonumda kayıtlı olan ismi gördüğüm an başımdan aşağı kaynar sular döküldüğünü hissetmiştim.
Sevgilim: 19.00’da Edward’s kafede.
Zeliha Özdağ: Kendini bu şekilde kaydederken ne düşünüyordun?
Sevgilim: Sevgilin olduğumu.
Zeliha Özdağ: Kimse birini telefonuma böyle kaydetmeyeceğimi bilir
Sevgilim: Ben biri değilim
Sevgilim: Sevgilinim
Zeliha Özdağ: Değilsin
Sevgilim: Öf ya
Sevgilim: Amma uzatıyorsun
Zeliha Özdağ: Beni ne kadar zor duruma düşürdüğünü biliyor musun sen?
Sevgilim: Sen de beni aynı duruma düşürdün, duygusallık yapacaksak ben daha iyi dram yaparım bu arada
Sevgilim: Neyse, saat 19.00’da Edward’s kafede görüşürüz
Sevgilim: Sevgilim
Zeliha Özdağ: Bana şöyle şeyler söyleme.
Sevgilim: Aşkım demeyi de ben sevmiyorum
Zeliha Özdağ: Onu da deme, Zeliha benim ismim.
Sevgilim: Sana su perim dememi falan mı bekliyorsun şu an
Zeliha Özdağ: 32 yaşında olduğun için yeni jenerasyonun nasıl şeylerden hoşlanmadığını bilmen çok normal
Sevgilim: Antalya’da lojmanda bir kızla tanışmıştım
Sevgilim: Senin yaşlarındaydı
Sevgilim: Bana aşko demişti
Sevgilim: Yeni jenerasyon bundan hoşlanıyordu değil mi
Sevgilim: Aşko
Zeliha Özdağ: Tamam sevgilim diyebilirsin
Sevgilim: 😀
Sevgilim: Kıskandıysan merak etme sevgilim değildi
Sevgilim: En çok sen sevgilimsin
Sevgilim: Ama beni kızdırırsan
Sevgilim: Sana aşko derim
Sevgilim: Arkadaşlarının yanında
Zeliha Özdağ: Muşta’nın yanında desene bir onu
Sevgilim: Onu karıştırma
Zeliha Özdağ: Ne oldu aşko
Sevgilim: Tamam Zeliha
Zeliha Özdağ: 😀
Zeliha Özdağ: Akşam 19.00’da görüşürüz
Zeliha Özdağ: Aşko
Sevgilim: Bunu Muşta’nın yanında dersen
Sevgilim: Gaye’ye o gelmeden önce yapmadıklarımızı anlatırım
Sevgilim: Yapmışız gibi
Sevgilim: 😀
Gözlerimi devirdim.
Zeliha Özdağ: O zaten öyle olduğunu düşünüyor
Zeliha Özdağ: Ama Muşta senin aşko dediğini bilse
Zeliha Özdağ: Sen daha zararlı çıkardın bence
Sevgilim: Öf ya
Sevgilim: Tamam kes hadi
Sevgilim: Seni WhatsApp grubuna alacağım. Bizimkilerin olduğu.
Sevgilim: Akşam onlar da gelecek arkadaşlarınla tanışmak için.
Sevgilim: Onlara biraz sizinkilerden bahset, falso vermesinler
Zeliha Özdağ: Muşta var mı o grupta
Sevgilim: Evet?
Zeliha Özdağ: Al o zaman beni aşko
Sevgilim: Zeliha.
Zeliha Özdağ: Al.
Köşedeki kahveciye doğru yürürken bir süre telefonuma hiç bildirim gelmemişti. Cam kenarındaki masaya oturup, bir sade kahve siparişi verdikten sonra camın arkasındaki gri gökyüzünü izlemeye başladım. O sırada telefonuma bir bildirim düştü.
Sevgilim sizi HÜLYA AVŞAR SEVİŞME SAHNESİ grubuna ekledi.
Duraksadım.
Yener Açıkgöz (05…): Lan salak yanlış yere aldın
Yener Açıkgöz sizi HÜLYA AVŞAR SEVİŞME SAHNESİ grubundan çıkardı.
Sevgilim sizi POMPACILAR grubuna ekledi.
Vural Demirezen (05…): Yapcan işi skyim gryr
Vural Demirezen sizi POMPACILAR grubundan çıkardı.
Sevgilim sizi BURASI TEMİZ AMK SALA BURAYA AL KIZI grubuna ekledi.
Yener Açıkgöz (05…): Şükür amk
Adnan Bahtıvar (05…): Vural’a diyorduk bu daha salak çıktı
Vural Demirezen (05…): Bna ne diordn adnn??
Vural Demirezen (05…): problemn ne bnmle?
Zeliha Özdağ: Sonunda doğru yere aldınız sanırım?
Hakan Basri Şenkaya (05..): Bu grubun ismi neden bu şekilde değiştirildi?
Hakan Basri Şenkaya (05…): Zeliş, seni başka bir gruba mı eklemişlerdi?
Yener Açıkgöz (05…) Semidalllahhhümelhamide
Sevgilim: Ben yanlışlıkla çocuklarla olan grubumuza aldım
Hakan Basri Şenkaya (05…): Ne grubuymuş o? Benim neden haberim yok?
Zeliha Özdağ: İki gruba eklendim ikisinden de çıkarıldım.
Yener Açıkgöz (05…): Yenge yapma
Zeliha Özdağ: HÜLYA AVŞAR’IN SEVİŞME SAHNESİ grubu ve POMPACILAR grubu.
Hakan Basri Şenkaya (05…): Ne?
Yener Açıkgöz gruptan ayrıldı.
Vural Demirezen gruptan ayrıldı.
Adnan Bahtıvar gruptan ayrıldı.
Devran Soydere gruptan ayrıldı.
Sevgilim gruptan ayrıldı.
Bir an farkında olmadan gülmeye başladım. Genç, sarışın bir kız kahveyi önüme bırakırken bana gülümsedi, sonra yavaşça benden uzaklaşmaya başladı.
Hakan Basri Şenkaya, Devran Soydere’yi gruba ekledi.
Hakan Basri Şenkaya, Sevgilim’i gruba ekledi.
Hakan Basri Şenkaya, Vural Demirezen’i gruba ekledi.
Hakan Basri Şenkaya, Yener Açıkgöz’ü gruba ekledi.
Hakan Basri Şenkaya, Adnan Bahtıvar’ı gruba ekledi.
Hakan Basri Şenkaya (05…): Nereye gittiğinizi sanıyorsunuz avanaklar?
Hakan Basri Şenkaya (05…): Sizi gruba eklerken ellerim yoruldu
Hakan Basri Şenkaya (05…): Adnan, sıcak su yapıp odama getir
Adnan Bahtıvar (05…): Önce beni döveceksin değil mi?
Adnan Bahtıvar (05…): Babayım ben baba
Adnan Bahtıvar (05…): Devran getirse suyu?
Devran Soydere (05…): Yoo
Zeliha Özdağ: Akşam kimler gelecek?
Yener Açıkgöz (05…): Nereye?
Zeliha Özdağ: Edward’s
Yener Açıkgöz (05…): Bella yok mu :d
Zeliha Özdağ: ?
Yener Açıkgöz (05…): Niye gülmedin ki
Tayfun Soydemir (05…): Neyi kaçırdım?
Yener Açıkgöz (05…): Sen uykuna devam et ayı kardeş
Girdap Demiralp (05…): Yeni porno grubu açmışlardı ya
Girdap Demiralp (05…): Yine yakalandılar
Yener Açıkgöz (05…): Sen de Can Manay gibi izle köşeden
Girdap Demiralp (05…): Senin gibi Can Yaman olacağıma
Yener Açıkgöz (05…): Libidom kıskanılıyor
Girdap Demiralp (05…): Aynen çok kıskandım
Yener Açıkgöz (05…): Arka odaya geçelim istersen?
Girdap Demiralp (05…): Bi dudak ver
Yener Açıkgöz (05…): Seviştiğimize inanırlarsa bu kitap tutar
Girdap Demiralp (05…): Menajerime söyleyip hakkımda konuşmama kararı aldırtacağım
Yener Açıkgöz (05…): Girdap biz hani libidosu yüksek bir çifttik?
Girdap Demiralp (05…): Sırada İbrahim Çelikkol var, yazma
Yener Açıkgöz (05…): Doğduğun ev kaderindir eyv
Numaralarının yanında Girdap, Ecevit, Beyhan ve Tayfun yazan adamlar kimdi bilmiyordum ama bu grupta olduklarına göre onlar da tıpkı tanıştığım askerler gibi asker olmalıydılar. Bir süre beni güldüren konuşmaları izlemeye devam etmiştim. Tanışma fırsatı bulduğum askerlerin numaralarını telefonuma kaydettikten sonra gruptaki karmaşık sohbeti izlemeye devam ettim.
Yener Açıkgöz: Edward’s falan dediniz ya şimdi senin çıtırkolar da gelecek değil mi
Yener Açıkgöz: Yenge
Devran Soydere: Bu adam yenge dedikçe ben Zeliha çok tehlikedeymiş gibi hissediyorum
Yener Açıkgöz: En iyi sen tanıyorsun beni Devran, ben konu siz olunca çok karakterli bir adamım değil mi
Devran Soydere: Yoo
Zeliha Özdağ: Çıtırkolardan kastın nedir?
Hakan Basri Şenkaya: Yener.
Yener Açıkgöz: Dünya ahiret bacım olacak olan arkadaşların.
Hakan Basri Şenkaya: 🙂
Vural Demirezen bir cevabınızı alıntıladı:
-Çıtırkolardan kastın nedir?-
Vural Demirezen: Sn kmsn
Yener Açıkgöz: Amk hhahshshshdhdjfjvjd
Yener Açıkgöz: Biz kimi aldık gruba lan sığır s:Fçsfksjfjdd
Zeliha Özdağ: Ben Zeliha.
Vural Demirezen: Tmm prdn
Vural Demirezen: Kaydetmedim için oldu
Tayfun Soydemir: Bizlik bir şey yok, değil mi?
Yener Açıkgöz: Siz kış uykunuza dönün ayı bey bu durum sizi ilgilendirmiyor
Sevgilim: Hayır Tayfun sizlik bir durum yok, akşamki buluşmaya sadece Yener, Adnan ve Devran gelecek
Vural Demirezen: Bnm adm nerde
Sevgilim: Nöbet listesinde
Vural Demirezen: 💔
Yener Açıkgöz: Bunu sadece Nihan yer sfhsahhsah
Vural Demirezen: Yemio
Vural Demirezen: Ne zaman bunu atsam aa bu snin kırdığın kalp deil mi bana ait olan dio
Yener Açıkgöz: Peki sen ne diyorsun?
Yener Açıkgöz: Huyır mı asdhfgdshabsdhfgfdksaakalalakmaakakakk
Vural Demirezen: Ewt
Yener Açıkgöz: Afmsaksdjnsajahahahahsgdhshsh
Hakan Basri Şenkaya: Uğraşma çocukla.
Vural Demirezen: Eyala muşta
Yener Açıkgöz: Eyalalsdjfjsahahahahahahshdjdmdkdm
Yener Açıkgöz: Yalan atmayın şu an hepiniz gülüyorsunuz bu gruptaki tek ibne ben olamamsnfhsjshd
Devran Soydere: Yoo
Devran Soydere: Sensin
Yener Açıkgöz: Ranzadan aşağı sarkıtayım mı ayaklarımı :*
Devran Soydere: Sarkıt da fiyonk yapayım onlardan
Sevgilim: Konuyu folloş ettiniz bravo
Sevgilim: Siz beni anladınız mı?
Adnan Bahtıvar: Bayanlara karşı kibar olacağız ve sen önceden de Bayan Zeliha’dan hoşlanıyormuşsun gibi bahsedeceğiz.
Hakan Basri Şenkaya: Adnan, Vural’dan öğrenebildin mi o çorapları nereden aldığını?
Adnan Bahtıvar: Muşta beni döveceksin biliyorum ama şu an gruptayız, özele atmadın o yazıyı
Hakan Basri Şenkaya mesajını kaldırdı.
Vural Demirezen: Hanki çorapı
Yener Açıkgöz: Devran kanka özele random atmaya geliyorum cevap yazmana gerek yok…
Farkında olmadan yüksek sesle gülerken parmaklarım fincanın kulpunu sardı, tam fincanı kaldıracağım esnada burnuma kahveden daha keskin, son derece dikkat çekici bir koku doluştu, ardından karşımdaki sandalyenin çekildiğini fark ettim ve biri hemen karşıma otururken gözlerimi kaldırıp o kişiye baktım. Üzerinde beyaz, saten bir gömlek ve gri tüylü montuyla tam karşımda oturan Cenan Kaplaner’di, elinde bir kahve fincanı tutuyordu, sımsıkı bir şekilde topuz şeklini verdiği saçlarının gerginliğinden dolayı kaşları yukarı kalkmış, gözleri daha da çekik durmuştu. Bordo rujun arkasına gizlenmiş dolgun dudaklar yukarı kıvrılırken kahvesinden büyük bir yudum içti.
“Neye gülüyorsun bakalım öyle?” Sıcak sorusu beni afallatırken elimdeki kahve fincanını masaya geri bırakıp Cenan Hoca’ya garip garip baktım. “Ah, sana seslendim ama beni duymadın. Oturmamda bir sakınca yok, değil mi? İstersen kalkabilirim.”
“Hayır, hocam,” dedim yavaşça. “Sizi fark etmediğim için özür dilerim.”
Telefonun ekran kilidini kapattıktan sonra telefonu masanın üzerine bırakarak Cenan Hoca’ya daha dikkatli gözlerle baktım. Kahvesinden büyük bir yudum daha içti, yere koyduğu beyaz, sert deriden yapılma çantasını alıp masanın üzerine bıraktıktan sonra bakışlarını tekrar yüzüme doğrulttu.
“Burayı çok severim, kahvesi gerçekten enfes oluyor.”
“Bağlar’da mı oturuyorsunuz?” diye sordum sesimin tonunu doğal tutmak için ekstra bir çaba sarf ederken. “Sizle çok sık karşılaşıyoruz, komşuyuz sanırım.”
“Evet,” dedi. “Yeni yapılan binalardan birinde kalıyorum.”
“Şu yüksek binalar olmalı,” dedim gözlerimi camdan dışarıya çevirerek, binalar öyle yüksekti ki, buradan bile görünüyorlardı. “Öyle değil mi?”
“Evet.” Cenan Kaplaner’in gülümsemesi yüzüne orantılı bir şekilde yayıldı. “Zeliha, bu tanışmayı yeniden başlatmak istiyorum. Bence beni yanlış anladın.”
“Nasıl yani?” Kaşlarımı kaldırdım. “Anlayamadım.”
“Biliyorsun,” dedi ve derin bir nefes aldı. “Şu öldürüldüğünü düşündüğüm veteriner olayında senden çok fazla şey istediğimi fark ettim. Oysa sen de tıpkı diğerleri gibi benim öğrencimsin. Bu başlı başına bir hataydı.” Gözlerini kahve fincanına indirdi. “Zorba bir öğretmen gibi görünmek istemiyorum. Sadece hislerim bana senin de tıpkı benim gibi hisleri son derece kuvvetli genç bir kadın olduğunu söylüyor.” Omuzlarını dikleştirdi. “Yanlış mıyım?”
Bu onun bana yaklaşmak için oynadığı yeni oyunu muydu? Onu anlamak gerçekten oldukça zordu ama onun iri, koyu renk gözlerine baktığımda bile onun ne kadar zeki bir kadın olduğunu anlayabiliyordum. Bakışlarım bir süre yüzünde asılı kaldı, zihnim devrik bir terazi gibiydi ama yine de her ihtimali tartmaya çabalıyordu. Sonunda derin bir nefes alıp başımı iki yana salladım.
“Başta benden ne istediğinizi gerçekten anlamamıştım,” dediğimde ses tonuma kattığım duygular beni profesyonel bir yalancıymışım gibi hissetmenin eşiğinde sırtımdan vurmuştu. “Sonra başımı belaya sokacağınızı düşündüm ve bu tek kelimeyle korkunçtu.” Gözlerimdeki ciddiyeti ona hissettirebilmek için onun gözlerine, tam göz bebeklerinin içine baktım; orada gördüğüm kendimdim. “Ama sonra anladım ki, aslında bana sunduğunuz kendimi kanıtlamam için müthiş bir fırsat.” Bakışlarımı kahve fincanına indirdim. “Eğer bu cinayetse, ki şu an bunun cinayet olduğunu kanıtlayan hiçbir ayrıntı yok, delilleriniz beni ikna ettiği zaman size yardım etmek isterim, hocam. Ve bunu sizin gözünüze girmek için değil, adaleti sağlamak için yaparım.” Gözlerimi tekrar kaldırıp o dipsiz kahverengi gözlere baktım, biraz afallamış gibi duruyordu. “Ama ortada elle tutulur bir şey yokken ajancılık oynayamam.”
“Neden bu konuya geldik?”
“Hislerim kuvvetli,” dedim dudaklarımı yalayarak. “Neden burada yanımda oturduğunuzu biliyorum, sadece neden beni seçtiğinizi anlayamıyorum.”
Cenan, bir süre suskunluğunu korudu, telefonuma düşen bildirimle birlikte telefonumun ekranı aydınlığa kavuştu ve Cenan’ın gözleri usulca telefonuma çevrildi.
Birkaç saniye sonunda yeniden bana bakıp, “Bak Zeliha,” dedi tek nefeste. “Seninle açık konuşacağım. Benimle ilgili illaki bir şeyler duymuşsundur. Boş şeylerin peşinden koşan bir kadın olmadım hiçbir zaman. Ne boş bir davanın peşine düştüm ne boş bir aşkın ne de boş bir insanın. Sen boş bir insan değilsin. İçimden bir ses diyor ki, bu kız sana istediklerini verebilir, yine içimden bir ses diyor ki, sen de o kıza istediklerini verebilirsin.”
“Farklı olduğumu mu düşünüyorsunuz?”
“Seni bu tarz klişelerle kandıramayacağımı biliyorum,” dedi soğuk bir gülümsemeyle, ardından uzun, sıkı bacaklarından birini kaldırıp diğer bacağının üzerine koyarak zarif bir şekilde bacak bacak üzerine attı. Masaya doğru yaklaştı. “Ama senin için her şeyi farklı kılabilirim.”
Gözlerim kısılırken cesaretin kanıma bir zehir gibi karıştığını hissetmeye başladım. Masaya biraz daha yaklaşıp gözlerimi kıstım ve başımı sol omzuma yatırarak, “Mesela?” diye fısıldadım.
“Tüm hayatın, Zeliha,” dedi beni tatmin etmek istiyor gibi. “Tüm hayatını değiştirebilirim. Olduğun kişiden daha güçlü olmanı sağlayabilirim.”
“Bunu neden yapasınız ki?”
“Bana nedenler vereceğin için.”
“Hislerim kuvvetli, evet ama şifreli konuşmalardan hiç anlamıyorum,” dedim, bakışlarımı yüzünden çekmeden dudaklarımı birbirine bastırıp gözlerimi kırpıştırdım.
“Bu olay yakında basında yankılar uyandıracak,” dedi Cenan, kalbim yerinden hoplasa da yüzümde hiçbir mevsimin dalı oynamadı. “Ve basın benden, sonra da benim gibilerden cevaplar isteyecek. Polislerden, hâkimlerden, savcılardan, senden ve benden. Avukatlardan. Eğer ortada gerçekten bir intihar varsa, dosya kapanacak ama sen ve ben kanıtlar sunarsak, süreç hızlanacak. Belki de sonuç alacağız.”
“Peki ya gerçekten intiharsa?”
“Hislerin kuvvetliydi, değil mi? Bunu söyleyen sendin, Zeliha. O adam sence kendini öldürecek biri miydi? Onun nasıl bir aşağılık olduğunu öğrendim. Tedavi ettiği her hayvanı para olarak görüyormuş, bazen hayvanlara bilinçli bir şekilde hastalık bulaştırıp sahiplerinden daha büyük paralar koparıyormuş. Evet, intihar için yeterli sebep var gibi duruyor ama onun gibi insanlar sadece çevresindekilere zarar verir, kendilerine değil.”
Cenan Kaplaner’in gözlerine yansıyan hırs, canlı gibiydi; sanki bir insandı ve elinde şarjörü dolu bir silah tutuyordu. Gözlerine sıkıca tutunup, kafasında dolaşan zehirli düşüncelere ulaşamayacağımı bilmeme rağmen bir şekilde o düşünceleri görebilirmişim gibi göz bebeklerindeki yansımamı izlemeyi sürdürdüm. Sessizliğim onu anlık germiş gibi görünse de çok geçmeden ifadesini topladı. Bu konuyu neden bu denli büyük bir hırs hâline getirdiğini anlayamıyordum.
“İyi bir avukat olabilmek için psikolojiden de anlamak gerekiyor,” dedi sonunda konuştuğunda. Cenan’ın gözlerinin içine bakarken bile içimde bazı şeylerin uyandığını hissediyordum.
Bana duyduğu şüpheyi biraz daha dağıtabilme umuduyla, “Benden başkaları da var mı?” diye sordum, sorumu tam olarak algılayamadığından kavisli kaşlarından biri havaya dikildi. Varlığı öyle büyük bir korku yaratıyordu ki, yokluğunda bile o korkuyu tıpkı ölüm korkusu gibi içime taşımaya devam edeceğimi biliyordum. “Demek istediğim, bizim bölümden başkaları da var mı? Kanıt arayan ya da araştıran. Bu konunun bu kadar dallanıp budaklanmasını saçma buluyorum.”
“Başkaları yok. Sana düşünmen için süre vereceğim.”
“Bu konuda başka hocalarıma da danışabilir miyim?”
“Hayır,” dedi Cenan Kaplaner, sesi net, pürüzsüz, engel tanımazdı.
Tek bir kalp atışımda yaşadığım o karanlık geceden itibaren aldığım tüm nefesler gizleniyordu. Gurur’un avuçlarıma bıraktığı halkalarla kendime bir zincir örüyordum. Sonunda o zinciri tamamladığım anda bu zinciri onun avuçlarına uzatacak ve beni bağlamasına izin verecektim.
Telefonumun ekranını açıp saate baktıktan sonra gözlerimi Cenan’a çevirdim, kahvesinden bir yudum daha alıp bakışlarını önce telefonuma, ardından da bana dokundurdu ve yavaşça gülümsedi.
“Bir randevun mu var?”
“Evet,” dedim hiç düşünmeden, bu kadının karşısındayken daha hızlı olmam gerekiyordu. Sanki ruhum o gece yaşandığından beri bedenimin içinde uzanan bir ölüydü, mezarı açık kalmıştı ve kefeni kan rengini almıştı.
“Vaktin var mı?”
“Evet, biraz vaktim var.”
“Bana kendinden bahsetsene.” Kollarını göğsünün üzerinde topladı, bakışları şimdi daha sakindi, okyanusun dibinde nefes almaya çalışıyormuşum gibi hissettirse de o bakışlar aslında tam şu anda şüpheden epey uzaktaydı. Bir an şaşırdım çünkü Cenan Kaplaner’in gerçekten beni tanımaya çalıştığını fark etmiştim.
“Yirmi üç yaşında, sıradan bir hukuk öğrencisi desem yeterli olur mu?” diye sordum gülümseyerek.
“Nerelisin?”
“Muğla,” dedim. “Orada doğup büyüdüm.”
Ona sormamış olmama rağmen, “Ben de Hatay’da doğdum ama Mersin’de büyüdüm,” dedi.
Harabelerin arasında ilerliyordum. Yağmur bastırmıştı, sokak lambalarının tamamı sönmüş, şehir karanlığa gömülmüştü. Harabelerin her birinde bir zamanlar yaşadığım anlar vardı. Beyaz, boyası dökülmüş, duvarı bir ayna gibi ikiye yarılmış harabelerden birinde on üçüncü yaş günümü kutluyorduk; babam en sevdiğim çizgi film karakterinin resminin olduğu bir pasta yaptırmıştı fakat o pastayı yiyemiyordum, yersem en sevdiğim çizgi film karakterinin öleceğine inanıyordum.
Harabelerin arasında ilerlemeye devam ediyordum.
“Tek çocuk musun, Zeliha? Yoksa kardeşin falan var mı? Bir evin tek kızı olduğunu hissediyorum,” dedi gülümseyerek.
“Tek kız çocuğum, evet ama bir de erkek kardeşim var, Antalya’da okuyor.”
Kaşlarını kaldırdı. “Yakınmış. Sen neden Antalya’da okumayı tercih etmedin?”
“Spontane gelişti her şey, takip edemedim. Hem ben sıcak şehirleri çok da sevmediğimi fark ettim. Muğla’dayken hiç kar görmemiştim. Fakat Isparta’nın beyaz örtüsünü, dondurucu soğuğunu, ışıklı sokaklarını, hatta bazen tenhalığını bile seviyorum.”
Yağmur, saçlarımın arasındaki açık renk telleri ıslatıp koyulaştırıyordu, kirpiklerime düşerek görüş alanımı bulanıklaştırıyordu. Yine de aralarında ilerlediğim harabeleri ayırt edebiliyordum. Ahşap kapısında siyah, küflü bir kilit bulunan harabenin önünde durduğumda içeride bir kahkaha sesi duydum, bu ses bana aitti ama sanki bu sese metrelerce değil, yıllarca uzaklıktaydım. Birden ahşap kapı şeffaflaştı ve harabenin içini gördüm, içeride bir ışık yanıyor, duvarlar sapasağlam görünüyordu; halıya kurduğumuz demiryolunda ilerleyen kara treni izleyen sekiz yaşındaki hâlimle göz göze geliyordum. Babam, sekiz yaşındaki hâlimin saçlarını okşuyor, sekiz yaşındaki hâlim beni görebilen tek kişinin o olduğunun farkında bir şekilde bana kırgın gözlerle bakıyordu.
“Dalgınsın,” dedi Cenan, sesi ruhumun içinden geçen bir bıçak gibi içimi deştiğinde yalnızca onu izliyor olduğumu fark ettim. “Ya da çok yorgunsun.”
“Her ikisi de,” diye fısıldadım.
“Şu sevgilinle mi alakalı yoksa?”
Harabelerin birinin önünde bir dut ağacı vardı. Ağacın kalın dalına kurulmuş salıncak, rüzgârda kendi kendine bir ileri bir geri sallanıyordu. Harabenin kapısı açılıyordu, çıkan beş yaşındaki hâlim oluyordu ama sekiz yaşındaki hâlimin aksine beni görmeden ilerliyor, içimden geçiyor, içimden geçerken ruhumu bedenimin içinde yıkıyordu; hiçbir şey hissetmemiş gibi salıncağın önünde duruyor, sallanan salıncağı izlemeye başlıyordu.
“Sevgilimle mi?..” Gözlerimi masaya indirdim. “Hayır aslında,” dedim. “Aksine, onun varlığı beni dinlendiriyor.”
“İğrenç bir yalancısın,” diye fısıldadı sırtı bana dönük şekilde sallanan salıncağı izleyen beş yaşındaki hâlim. “Böyle hissetmediğini biliyorum, o da biliyor olmalı.”
Belki biliyordu, belki tıpkı benim gibi o karanlık sokakta, harabelerin arasında benim gibi o da ilerliyordu. Yine de verdiğim cevap onun içindeki şüpheye bastırılmış bir ilaç gibiydi, durgunlaştı ve bir süre boyunca konuşmadan soğuyan kahve fincanının seramik kaplamasını izlemeye başladı.
“Peki siz?” diye sordum. “Kabalık etmek istemem, haddim değilse bağışlayın ama siz evli misiniz?”
“Hayır, yo,” dedi başını iki yana sallayarak kaşlarını çatarken, gözleri hâlâ beyaz seramikteydi. “Bir adamın gölgesinde sabahlarsam, bir daha hiçbir karanlık geceyi tek başıma atlatamam.”
Birden söylediği son söz, beş yaşındayken düştüğüm, sonra da önünde durup sallanmaya devam ederken kırgın gözlerle izlemeye devam ettiğim o salıncağı izliyormuşum gibi hissettirmişti bana. Onun söyledikleri zihnim tarafından kavranıp aklımın yarattığı işkence odasındaki sedyeye yatırılırken, kurduğu cümlenin çığlıkları ruhumda yankılar uyandırıyordu sanki.
Ona o kadar uzun süre bakmıştım ki, hisler onun gözlerinden yağarak benim gözlerime akmaya, göz bebeklerimin diplerinde birikmeye başlamıştı.
“Seni etkilemişim gibi bakıyorsun, Özdağ,” dedi Cenan. Dirseğini masaya bastırdı, yüzünü avucunun içine alıp gözlerini camdan dışarıya çevirdi. “Yağmur çiseliyor.”
Bakışlarım onun kelimelerinin büyüsüne kapılarak usulca cama doğru kaydı, şehre bir kadının umutlarından kopan gözyaşları gibi düşmeye başlayan yağmur damlalarını seyrettim. O süre zarfında sessizdi, ben de sessizdim ama her ne kadar sussak da ortamızdaki masada yarık gibi duran koca bir iz, o sessizliğin içinde kan misali parlıyordu.
“Eğer mutluysan mesele yok,” dedi Cenan Kaplaner yeniden konuşmaya karar verdiğinde, cümlesi bir an onun bile tahmin edemeyeceği kadar derin bir noktaya kör bir bıçağın ucu gibi saplanıp kaldı. Yüreğime değdi. Bakışlarımı şehre düşen gözyaşı damlalarından ayırdım ama ona çevirirken gözlerim bile kararsızdı. Göreceklerimden endişe ediyordum. Hâlâ dalgın dalgın manzarayı izlediğini gördüğümde neden endişe ettiğimi daha net anlamıştım; görüntüsü bana yabancıydı. “Sadece bir öğretmen değil, bir abla tavsiyesi verecek olsaydım, sana şunu söylerdim.” Dudaklarını yavaşça yalayıp çenesini avucuna daha sert bastırdı. “Bir adamın gölgesinde bulduğun karanlıkla, yalnızken yüzleştiğin karanlığın tonu aynı olmaz.” Gözlerini kıstı. “O yüzden bir adamdan önce, kendine güvenmeyi öğren.”
“Gecikmiş gibi konuşuyorsunuz,” dememi beklemediğini, yüzünü saran şaşkınlıktan anlamak mümkündü.
“Belki de hiç yaşamamışımdır.” Cenan, derin bir nefes alıp beyaz çantasına doğru uzandı, çantasından beyaz cüzdanını çıkardı. “Kalksam iyi olacak, seni de çok tutmak istemiyorum.”
“Hesabı bana bırakın,” dedim gülümseyerek. “Keyifli sohbetiniz için teşekkür ederim. Kahveyi ben ısmarlamış olmak isterim.”
“Teşekkür ederim,” dedi Cenan, biraz şaşkın görünse de bana karşı ördüğü buzdan duvar şeffaf olduğu için duvarın arkasında beni hangi gözlerle izlediğini bir nebze olsun görebilmiştim. “O zaman ben de sana bir kahve borçlandım.”
Cüzdanını çantasına geri koydu, düzenli hareketlerini izlemek beni sakinleştiriyordu; hayatımın hiçbir döneminde bu kadar düzenli göründüğümü hatırlamıyordum. Yavaşça masadan kalkıp bana tırnakları özenle boyanmış, uzun parmaklara sahip bakımlı elini uzattı.
Elimi uzatıp parmaklarımızın birbirine temas etmesine izin verdim, ilk dokunuş bir elektrik çarpması etkisi yaratmıştı, tenimden ürpertiler geçip giderken ona bakakalmama neden oldu. Evet, ondan korkuyordum, hatta belki de daha fazlasıydı ama yine de onun elini sıkarken gözlerinin içine kendimden son derece emin gözlerle baktım. Oysa bir saat öncesine kadar bu gözlerde var olan tek şey çaresizlik kokan gözyaşlarıydı.
“Unutmadan,” dedi elini elimden çekmeden. “Gecikmiş gibi konuştuğumu söylemiştin, değil mi? Evet, bir adama güvendim. Bu güven canımı çok yaktı. O adam canımı çok yaktı. Bilmeden değil, bile bile yaktı ve asıl acı olan da ne hissedeceğimi bildiği hâlde durmamasıydı.”
Parmakları parmaklarımdan kayıp giderken, gözleri zihnime bilinmedik hikâyeler emanet etti. Zaten her şey tam da o noktada mahvolmaz mıydı? Her şeyin daha iyi olabileceğini düşündüğün zamanlarda biri çıkıp gelmez miydi? Çıkıp geldiği yetmiyormuş gibi, yerli yerinde duran her şeyi de yere atıp, ileride düzeleceğini düşündüğün tüm imkânları önünde ateşe verip gözlerinin içine bakarak hayallerinin yanışını senin gözlerinden izlemez miydi? Bir adamın bir kadının kalbine bir kazığı o kadının tam gözlerinin içine bakarak saplaması ve o kadının bilerek o adamın elindeki kazığa göğsünü bastırması aynı şeyler değildi.
Bazı adamlar, nasıl hissedeceğini çok iyi bilmesine rağmen durmazdı.
“Elinde son bulacak bir gençliğin var,” dedi çantasını masanın üzerinden alırken. “Senden bunu isterse, bunu ona verme.”
Başını kaldırdı, bedenini yavaşça geri çekip camın arkasında matem tutan gökyüzüne baktı. Onu henüz tanımıyordum ama sanki o bana baktığında ruhumu görüyordu, belki de çok kısa bir an için ya gökyüzündeki matemde ya da bendeki çaresizlikte kendinden parçalar bulmuştu.
“Okuldayken sana ekstra yakın davranamam ama dışarıda sana bir kahve borcum var,” dedikten sonra gözlerini gözlerime dokundurmadan bakışlarını kafenin içine doğru çevirdi, birkaç saniye durdu ve sonra bir hoşça kal bile demeden çıkışa doğru yürümeye başladı. Topuklularının yere düşürdüğü darbelerin sesi, zihnime vurulan kamçıların zihnimin derisine düşüp orayı yararken bıraktığı ses gibiydi, zihnimdeki yaralar saniyeler içinde kanamaya başladı ve gözlerime gölgeler çöktü.
Telefonum aniden çalmaya başlayınca bakışlarım odağını kaybetti, tüm algılarım tek bir yöne kilitlendiği için başta olduğum yeri, zamanı, olayları çok kısa bir anlığına unutur gibi oldum ama sonra gözlerim telefona çevrildi. Arayan kişi Gurur’du.
Gözlerimi yeniden gökyüzüne çevirip telefonu açarak kulağıma yasladım ve sesinin zihnime döküleceği ânı beklemeye başladım.
“Sana ne söyledi?”
Duraksadım, dizlerimi birbirine yaklaştırırken gözlerim gökyüzünden sıyrılarak camın arkasındaki caddeye çevrildi, hiçbir şey söylemeden bir süre öylece durdum. Kalbimin göğsüme doğru devirdiği atışlar çok tutarsızdı.
“Neredesin?” diye fısıldadım, sesim pürüzlüydü.
“Senin beni göremeyeceğin ama benim senin beni nasıl aradığını görebileceğim bir yerde,” dedi. “Sana ne söyledi?”
Ne zaman içimde bir duygu birikse, içimin delik deşik olduğunu düşünürdüm ama dışarıya yaydığım ifade hep düzdü. İnsanlar yüzüme baktığında normal genç bir kadın görürdü ama benim içim sanki buz tutmuştu ve o buz tabakası bir anda çatlayıp milyonlarca parçaya bölünmüştü.
“Sadece konuştuk. Ne zamandan beri beni izliyorsun?”
“Seni izlememi istiyor gibi konuştun,” dedi. “Seni izlemiyordum, tesadüf diyelim.”
“Tesiste olduğunu sanıyordum.”
Birkaç saniye susup yeniden, “Sana ne söyledi?” diye sordu, soğuk sesi içime huzursuzluk tohumları gibi döküldü ve gözyaşlarım yanaklarımdan akmak yerine içime doğru aktığından bu tohumlar sulanarak büyümeye başladı.
“Aynı şeyler ama bu defa daha az şüpheci yaklaşıyordu,” diye mırıldandım, bakışlarımı kafenin içine doğru çevirdim, Cenan Kaplaner çoktan çıkıp gitmişti, içeride birkaç üniversite öğrencisi dışında hiç kimse yoktu. “Neden beni izliyorsun?”
“Neden seni izlemeyeyim?” diye sorduğunda gözlerimde hiçbir ifade belirmedi, dilim herhangi bir kelime için kaşınmadı ve ben de sustum. Gurur birkaç saniye bekledikten sonra, “Sana yakın davranmaya çalışıyor,” dedi, sesindeki güvensizlik beni yutkundurdu. “Kimsenin kara kaşına kara gözüne aldanma, sonunda incinen sen olursun.”
“Öyle yaparım,” dedim yavaşça, duraksadığını hissettim ama yüzü gözlerimin önüne serilmedi.
“Güzel.”
“Neredesin?”
“Öf ya, amma çok soru soruyorsun,” dedi buz gibi sesiyle. Bana hiçbir zaman yeterince açıklama yapmayacakmış gibi hissediyordum, sanki zihnimde hep onunla alakalı derin boşluklar kalacaktı ve o, o boşlukları kendi gözlerimle bile doldurmama hiç izin vermeyecekti. “Şu an yanına gelemem, o kaplan hafızalı kadın oralardaysa ve beni görürse yine saçma sapan teoriler üretir. Sen çık, telefonu kapatma, eğer bir yerlere sinip seni izliyorsa telefonda benimle konuştuğunu fark eder, seni almaya geldiğimi düşünür. Daha iyi senaryo.”
“Peki,” diye kabullendim yalnızca, başka çarem olmadığını iyi biliyordum.
Çantamdan bir miktar para çıkarıp masanın üzerine bıraktığım sırada telefon omzum ile kulağım arasında sıkışık duruyordu. Sandalyeyi geriye doğru iterek kalktım, bakışlarım yeniden camın arkasında kış yaşayan sokağa kaydı ve sonra hiç konuşmadan kafenin içinde ilerlemeye başladım. Bizim fakülteden olduğunu bildiğim iki kız kafasını kaldırıp kısaca bana baktılar, bakışları biraz önce Cenan Kaplaner’in masamda olduğunu biliyorlarmış gibi şaşkınlıkla doluydu. Gözlerimi kızlardan ifadesiz bir yüz eşliğinde ayırdım, parmağımı telefona sertçe bastırıp telefonu iyice kulağıma yaklaştırdım ve derin, huzursuz bir nefes aldım.
“Boyundan büyük nefes alıyorsun,” dedi, sesi hattın diğer ucundan cızırtılı geliyordu, cevap vermek yerine kafenin cam kapısını iterek açıp dışarıya çıktım ve şehrin üzerine sis tabakası gibi sinen soğuk, saniyeler içinde bedenimi bir sarmaşık misali sardı.
“Dünyada kapladığın yer küçücük olduğundan soğuğun seni ne kadar etkilediğinin matematiğini yaparken dalmışım, pardon,” dedi telefonun diğer ucundan, sinir bozucu sesi dişlerimi gıcırdatmama neden oldu. Etrafıma bakınırken önümden beyaz bir araç geçip trafiğe karıştı.
“Neredesin?”
“Biraz daha etrafına bakın.”
“Neredesin?”
“Bakınsana.”
“Söyle işte,” dedim sabırsızca.
“Gözlerinin beni araması hoşuma gitti, bakınmaya devam et,” dedi soğuk bir sesle, oysa bu sesin buzdan tabakasının altında ateş gibi yakan bir alay olduğunu biliyordum. “Yollarımı böyle âşık âşık izlediğini gören Cenan’ın aşkımıza inanmamasının imkânı yok…”
“Telefonlarımız dinleniyor olabilir.”
“Ben bir askerim, yaptığım hiçbir görüşme kayıt altına alınmaz, ayrıca seni aradığım zaman otomatik olarak senin telefonun da dinlenmemiş oluyor, Matmazel Zeki. Ama atlayamayacağım, biraz cahil olsan da iyi yerden yakaladın.”
“Ne demezsin. Her neyse, neredesin? Dondum.”
Bir saçağın altında durduğumdan yere vuran yağmur damlaları bana çarpmıyordu ama kuvvetli bir soğuk vardı, bu soğuğun arkası genelde kar oluyordu.
“Tam karşına bak,” dedi Gurur, kafamı kaldırdım, telefon aniden kapandı ve matem tutan gökyüzünün altında onu gördüm. Bir elinde sigara tutuyordu, iki parmağının arasında ezilen sigarayla siyah paltosunun yakasını yukarı doğru kaldırarak bana doğru yürümeye başladı.
Sigaradan büyük bir nefesi içine çekti, sigaranın ucundaki ateş harlanmıyordu ama Gurur’un burnundan dumanlar çıkıyordu. Sigara yağmurun altında sırılsıklam olmuştu, Gurur sigaradan bir fırt daha çektikten sonra sigarayı yana fırlattı ve damarlı beyaz ellerini paltosunun yakasına koyarak boynunu tamamen paltonun içine gömdü. Saçları ıslanıyordu.
Karşıya geçip olduğum saçağın altına geldiğinde beraberinde soğuğun kokusunu da ciğerlerime taşıdı. Isparta’nın kışları çetin geçerdi ama onu kokladığımda hatıralarımda var olan kış daha da koyulaşıyor, zemheriye dönüşüyordu. Kokusu, taşıdığı soğuktan ziyade buzu anımsatıyordu. Ona dokunsam, parmak uçlarım buzlarında yanar mıydı?
Kafasını eğip bana bakınca kalbim birden orantısız bir kuvvet uygulayarak göğsüme girişti. Bakışlarımı onun yüzünden hızlıca sıyırıp uzağa taşıdım ama kokusunu ciğerlerimden uzağa itemedim. Bana biraz daha yaklaşıp, buz gibi olmuş elini belime bastırdı ve dokunuşu kaşlarımı çatmama neden olurken, üzerimdeki monta rağmen elini kaplamış soğuğu tenimin dokusunda hissettim. Ürpermeme neden olan dokunuşu onu itmem için boynuma bıçağı dayamıştı ama bunu yapamadım, onu itemedim, sadece kaşlarımı çatıp bu durumdan pek de memnun olmadığımı ona göstermeye çalıştım.
Gurur, teninden dağılan sigara ve buz kokusunun tam anlamıyla üzerime bir tabaka gibi sinmesini sağlayacak hareketi yaptı. Eğildi, yüzünü boynuma yaklaştırıp sanki aramızda muhteşem bir çekim varmış süsü yaratarak fısıldadı: “Bu şehirdeyken nerede, ne zaman, hangi niyetle izlendiğimizi hiçbir zaman bilemeyiz. O yüzden yaklaş bana.”
Bir adım atarak ona tamamen sokuldum, kokusundaki ve tenindeki buzlara rağmen nefesi boynuma ateş dökerken sadece onun duyabileceği bir sesle mırıldandım: “Ölmeyi yeğlerdim.”
Nefesi tenime daha sıcak döküldü; tıpkı lav gibi…
“Boyundan büyük laflar ediyorsun.”
“Senin de ruhun boyun kadar büyük olsaydı keşke,” dedim yavaşça, bedeninin kasıldığını fark ettim, yavaşça geri çekilip gözlerini indirerek yüzüme bakmaya başladı.
“Ruhumu görmediğin için onunla ilgili tahminlerde bulunacaksın ve ben, her seferinde seni yanıltacağımı bilsem de onu sana göstermeyeceğim.”
“İşte şimdi sen de büyük konuşuyorsun.”
“Büyük mü konuşuyorum, küçük mü, doğru mu yoksa yanlış mı bunu zaman gösterecek.” Bir elini yavaşça yanağıma kaydırdı, buz gibi parmakları yanağıma sürtününce irkildim ama geri çekilmeden onun gözlerinin içine dik dik bakmayı sürdürdüm. “Ama emin olduğum bir şey var.”
Yutkundum. “Neymiş o?”
“Asıl hikâyemiz bu gece başlıyor.”
Birdenbire gök yarılıyormuş, ikiye ayrılıyormuş gibi bir ışık göğün ortasından yara izi misali geçti, sonra yağmur, o ışığı içinden kan akan bir yara gibi kullanarak daha hızlı düşmeye başladı. Ve hızlanan kalbimin sesi, feryat eden gökyüzünün çığlığıyla çarpıştı.
Gökyüzü, bu geceden sonra olacak olan her şey için matem tutuyordu.