🎧 : Ölüm, Ruhun Sesi
Bir insan size her şeyi yoluna sokacağını söylerse, ona inanmayın; her şey işte tam da o anda yolundan çıkacak.
Dudakları, sokak lambasının altında yırtık paltosuna sarılırken çıplak ayaklarını izleyen evsiz bir çocuğun kalbindeki sıcaklık gibiydi. Ama yine dudakları, şeytanın o sokak lambasına dokunup ışığı söndürüşü, o çocuğun karanlığa gömülüşü, aniden yağmurun bastırışı ve kötülüğün bir ruha yayılışı gibi soğuktu.
Zihnimde bir kadın çanlara dokunuyor, saat on ikiye vuruyor, çanlar birbirine çarparak çalmaya başlıyordu; kibritçi kız son kibritini bir evi yakmak için kullanıyor, uyuyan güzel, prensi zehirlemek istediği için dudaklarında zehirle onu öpmesini bekliyor, pamuk prenses, cadının kalbini söküp aynada kendi yüzünü izliyordu.
Sindirella, o camdan ayakkabıyı sadece acı çekmeye alışkın olduğu için giyiyordu; prens bir daha onu bulamıyordu, Sindirella da zaten o geceden sonra bir daha yürüyemeyeceğini biliyordu.
Bir de çirkin ördek yavrusu vardı, hiçbir zaman güzelleşmiyordu, suyun içinde öldürdüğü kuğuları izliyordu.
O beni öpüyordu, anlatılan tüm güzel hikâyelerin sonunda hep biri ölüyordu.
Sadece Sindirella, o ne ölebiliyor ne de yürüyebiliyordu.
Ona karşılık vermedim ama dudaklarını tadan, cehenneme girmeden cehennemi görebilirdi. Donmuş elimi kaldırıp aramıza sokacak gibi oldum, onu itmek için… Ama o yine beni şaşırtan bir manevrayla elimi havada yakalayıp, avucumu kendi göğsüne bastırdı.
Neden bunu yapıyordu bilmiyordum ama ayaklarıma vurduğu zincirlerin şangırdadığını, gitmenin artık bana ne kadar uzak bir kavram olduğunu iliklerimde bir yangın gibi hissediyordum. Dudaklarımı hareket ettirmesem de o beni öpüyordu; o beni öpüyordu ve bir insanın hiç günah işlemeden de cehennemde yanabileceğine inanıyordum.
Lütfen, dedim içimden. Neden böyle söylediğimi bilmiyordum ama beni bırakması gerekiyordu. Onu paralayabilir, tokat atıp geri çekilebilirdim ama refleksleri benim eyleme dökeceğim her şeyi saniyesinde parçalara ayırabilecek kadar kuvvetliydi.
Zincir’in yumuşak dudakları gitgide derinleşen öpücüğü zihnimde bir kum fırtınası yaratmıştı ama asıl tuhaf olan o fırtınada savrulan düşünceler değil, kalbimdi.
Üst dudağı iki dudağımın arasındaki yerini alınca gözlerimi kırpıştırmak zorunda kaldım; yağmur onun suretini benden gizliyordu ama öpüşü o kadar derindi ki ben ne olduğunu tam olarak algılayamıyordum. Aniden elimi bırakıp yüzümü iki avucunun arasına aldı, alt dudağını da iki dudağımın arasına yerleştirdi ve ben hareket dahi edemezken o öpüşmeyi kendi başına sürdürdü.
Başta bir buza dokunuyormuşum gibi hissettiren o öpücük, sanki anlam verilemez bir hisle dolmuş, derinleşmişti ve bu beni daha da darmaduman ediyordu. Tam gücümü toplayıp onu iteceğim esnada dudakları dudaklarımdan ayrıldı ama mesafemiz, benim kalbimi tekletecek kadar yakındı. Ona inanamayan gözlerle baktım, nasıl bir tepki vermem gerektiğini yemin ederim ki bilmiyordum. Zincir’in buz yangını gözleri, gözlerime resmen çivi gibi çakılmıştı; içimde cam, çerçeve ne varsa hepsini indiriyordu o gözler.
Yüzüm hâlâ onun avuçlarının içindeydi, yüzlerimiz çok yakındı ve nefesi yüzüme dökülürken ne diyeceğimi bilmiyordum. Sadece ona vurmak, bağırmak, çığlık atarak ondan uzaklaşmak, sonra da saatlerce ağlamak istiyordum. Ama tüm bunları neden istediğimi bilmiyordum.
Gözlerimiz iğne gibi yağan yağmura rağmen birbirlerinden ayrılmıyor, sanki ayrılamıyordu. Zincir, beklenmedik bir şekilde yüzüme tekrar yaklaşınca kalbim yerinden hopladı, beni yeniden öpmemesi için dua etmeye başladığım sırada yanağı yanağıma sürtündü ve dudaklarını kulağımda hissettim.
Nefesi, zihnime zehir gibi yayıldı.
“Ben Gurur,” dediğinde fısıltısı sertçe yutkunmama neden oldu. “Tam arkanda da Cenan var. Memnun oldum.”
Beynimde bir fırtına şimşeği çaktığında, bir an yapabildiğim tek şey aralıklı dudaklarımla öylece yanağım onun yanağına yaslı şekilde donup kalmak oldu. Gurur… İsmi buydu. Dahası, arkamda Cenan Kaplaner vardı ve Gurur’un dudaklarının izi dudaklarımda kalmıştı.
Gurur, kollarını yavaşça belime sardı, anlık bir uyum sağlama içgüdüsüyle kollarımı onun boynuna sarmak istedim ama kollarım tutmuyordu. Cenan’ı kandırma düşüncesi… Bu düşüncenin o zehirli kokusu ondan yayılıyordu. Gurur, yavaşça benden ayrıldı ama tuhaf bir şekilde bunu yaptığında tekrar yüzüme bakmadı.
Neler olduğunu anladığımda, yabancı bir adamla öpüşmem sona ermiş ve ben o adamın ismini, adam beni öptükten sonra öğrenmiştim.
Gurur’un belimdeki ellerini hatırladım, gözlerindeki buzlardan daha ılıktı, hatta yağan yağmurun tenime hapsettiği ıslaklık ve soğukluğu bile dindirecek türden bir sıcaklıktı bu.
Gurur, bana bakmadan arabasına yöneldiği sırada, “Sabah seni okula bırakırım,” diye seslendi, bunu Cenan Kaplaner duysun diye bu kadar sesli söylemiş olmalıydı. Zihnimin derinliklerinde patlak veren o düşüncenin gölgesi büyüdü, beni altına alarak karanlığına gömdü ve Cenan’ı bu şekilde kandırmamız gerektiğini fark edip, bunun ne kadar yanlış olduğunu düşünsem bile ona uymaya karar verdim. Ama nedense o ânı, dudaklarının dudaklarımla birleşerek ruhumu bedenimden ayırdığı ânı unutamıyordum.
İzlendiğimi hissediyordum. Allak bullak olmuş, yere düşerek etrafa savrulmuş hislerimi bir an evvel toparlamam, sonucu ne olursa olsun bu oyuna ayak uydurmam gerekiyordu. Artık yaşanacakların bir açıklaması olamazdı, beni ikinci kez bir askerle görmesi, bana karşı olan tutumunun daha da şüpheci olmasına neden olacaktı ve buna izin veremezdim.
Her ne kadar içimdeki adalete ihanet etmiş gibi hissetsem de bu böyle olmak zorundaydı.
Onun dudaklarındaki zehri dudaklarımdan ve hatta düşüncelerimden ne kadar sürede atabilirdim bilmiyordum ama bu toksin gibi histen bir an evvel kurtulmam gerekecekti.
Gurur, aracın kapısını açtı, gözleri yağan yağmurun altında saniyeler sonra beni bulduğunda, Cenan tarafından izlendiğimi biliyordum ama onu görememek içimdeki korkuyu biraz olsun bastırıyordu. Belki de bu korkuyu bastıran biraz önce yaşananlardı. Bunu düşünmemem gerekiyordu.
Ruhumu, onun zindanlarında çürümeye mahkûm edemezdim.
“Gurur,” dediğimde, benden ayrılmak üzere olan gözleri yeniden yüzüme hapsoldu. “Seni seviyorum,” diye mırıldandım. “Kendine dikkat et.”
Onun göğsüne, hiç ummadığı anda bir hançer saplayıp, gözlerinin içine bakarak öleceği ânın gelmesini beklesem dahi bana böyle büyük bir şaşkınlıkla bakamazdı. Bakışları gözlerimde takılıp kaldı, eli hâlâ açık duran kapıdaydı; şaşırma sırası ondaydı. Onun buz sıcağı gözlerine baktım, o gözler şimdi zifir renginde görünüyordu. Dudakları birbirine dikilmiş gibi sımsıkı dursa da sanki bu kelimeler onun zihninin ağzını açık bırakmıştı.
Yola doğru döndüm, kafamı az yana çevirsem Cenan Kaplaner’i göreceğimi biliyordum ama cesaretim kırılmasın diye bunu yapmadım. Gurur’u arkamda bırakarak yokuş gibi yukarı doğru giden kaldırımı tırmanmaya başladım. Yağmur şimdi daha şiddetli yağıyor, sırılsıklam bedenime rağmen ruhum yanıyordu.
Söylediğim her kelime, şimdi ruhumda kanıyordu; burnumu ruhuma yaslayıp onu koklasam, yalnızca kelimelerin açtığı yaralardan akan kanın kokusunu alırdım. Kelimeler ruhuma saplanmış, saplandıkları yerde derin, kapanması zor yaralar açmıştı. Karşıya geçip ara sokağa saptığım anda dudaklarımdaki yangın büyüdü, içimde anlam veremediğim o his ateşi yükselerek zihnime sıçradı. Adımlarım hızlandı, bedenimi taşımak ilk kez bu kadar güç geliyordu.
Binaya giriş ânımı hatırlamıyorum, merdivenleri nasıl tırmandığımı, saçlarımdan, yüzümden ve tenimden yağmur damlaları akarken eve nasıl girdiğimi hatırlamıyorum. Sırtımı kapıya yaslayıp, dehşet içinde duvarı izlemeye başladığım ânı ve parmaklarım usulca dudaklarımı örterken kalbimin amansız çırpınışlarını hatırlıyorum sadece.
Keşke bunu hatırlamasaydım.
Sesi, gözleri, nefesi ve dudakları zihnimdeydi. Ne kadar eğilirsem eğileyim, baktığımda dibini göremediğim o uçurumun karanlık dibinden bana sesleniyor gibiydi; adımı söylüyor, beni sesine çağırıyordu. Bir adım daha atsam, kıyısında durduğum uçurumun dibinde bulacaktım kendimi ama ben, isteğim dışında uçurumun kıyısında kendimi kaybetme dansıma girişmiş bulunmuştum.
Şanslıydım, ev boştu ama birazdan biri mutlaka evde olurdu. Üzerimdeki Nihan’a ait, çoktan sırılsıklam olmuş kıyafetleri çıkarırken ellerim titriyordu. Islak kıyafetleri çalışma masamın altındaki pufa sererek çıplak bir şekilde saç kurutma makinesiyle ıslak saçlarımı kurutmaya başladım, hemen çaprazımda, odamın giriş kapısının yanındaki aynaya kaydı gözlerim. Çıplak bedenime bomboş gözlerle baktığım sırada saçlarım makinenin üflediği rüzgârla uçuşuyordu.
Ben ne yapıyordum?
Kaşlarımın ortasında aynada onunla karşılaşana dek fark etmediğim bir yarık oluşmuştu. Ayaklarımda bir dermansızlık vardı, hatta ellerimde, bileklerimde…
Gurur… İsmi buydu.
Devran’ın söyledikleri kısa süreliğine kafamda dönmüş olsa da sonunda bunu daha fazla düşünmenin, beni daha büyük bir çıkmaza sürükleyeceğini fark ederek üzerime elbise gibi olacak bir tişört giyip yemek yapmak için mutfağa geçtim. Basit bir ton balığı salatası yapıp, Çolpan gelene kadar sofrayı kurardım ama Çolpan’ın nerede olduğu konusunda da pek bir fikrim yoktu.
Sadece bir salatayı yapmak, bir insanın bir saatine mâl olabilir miydi? Benim olmuştu. Sık sık elimde sımsıkı tuttuğum bıçakla bileğimi alnıma yaslamış, kah kaşlarımı çatmış, kah yüzümü buruşturmuş, dura dura yapmıştım salatayı. Gözlerimden akmaya başlayan yaşların sorumluluğunu gözlerimin içini yakan soğana yüklemiştim ama aslında içten içe öyle olmadığının bilincindeydim.
Kapının kilidi çevrildiği sırada elimdeki salata tabağını mutfak masasına götürüyordum, omzumun üzerinden kapıya baktım, kapı yavaşça aralandı ve ıslak şemsiyenin kapatıldığını gördüm, ardından Çolpan, üzerinde kırmızı bir yağmurlukla içeri girerek yağmurluğun şapkasını geriye doğru attı. Kıvırcık saçları daha da kabarmıştı, yüzünde yoğun bir memnuniyetsizlik vardı.
“Aptal herif ya,” diye söylendi, tabağı masaya bırakırken kıpkırmızı gözlerle ona bakmaya devam ettim.
“Kim?”
“Sunumuma boka bakıyormuş gibi bakan heriften bahsediyorum.” Çolpan, kapıyı kapatıp şemsiyeyi kapının yanındaki boşluğa yasladı. Şemsiyeden kayarak yere düşen yağmur damlalarına kaydı gözüm, ardından tekrar arkadaşıma baktım.
“Çok mu kötü geçti?”
“Çok mu, mu?” Gözlerini devirdi. “Berbattı. Bir de otobüsü kaçırdım, durak ağzına kadar doluydu, saçakların altında da duramadım. Rezalet bir gün geçirdim.”
“Otur da bir şeyler yiyelim,” dedim, sesimdeki durgunluğu sezmiş gibi bir süre dikkatle yüzüme baktı. “Yemek yerken ayrıntılı anlatırsın.”
Yağmurluğun fermuarını indirdi, çıkarıp köşede üçümüze göre olan küçük askılığa astı, derin ıslıklı bir nefes alarak ayağındaki botları da çıkarıp ayakkabılığa koydu ve adımları masaya doğru düşmeye başladı.
“Erken mi geldin sen?” diye sordu merakla.
“Evet,” diye yalan söyledim vicdan azabı çekerek. “Gelince uyuyakalmışım, yemek yapamadım. Ben de bize salata yaptım.”
“Salata daha iyi, ağır bir şeyler yemek istemiyorum çünkü yemek yedikten sonra yatıp uyumayı düşünüyorum.” İçeriye doğru baktı. “Ayça gelmedi mi?”
“Yok.”
“Doğru ya, mesaj atmıştı bana. Tamamen aklımdan çıkmış.”
“Hıhım, bana da söyledi.” Sessizce çekmecelerden birer çatal çıkardım, masaya ekmek ile birlikte çatalı getirirken Çolpan yorgun bir şekilde huysuzlanıyordu. Birlikte bir şeyler yedik, yemek yediğimiz süre boyunca Çolpan sunumuyla ilgili olanları anlatmış, bense sessiz kalmıştım.
Yarın yine Cenan Hoca’yı görecek olmam beni çok geriyordu. Acaba şüpheleri biraz olsun kırılmış mıydı? Yoksa bu yaptığımız onun ilgisini daha çok üzerime mi çekecekti? Bilmiyordum. Umut ettiğim tek şey, Cenan Kaplaner’in bir an önce yakamdan düşmesiydi çünkü sırf bunun için bu gece ruhumdan büyük parçalar kaybetmiştim.
Aslında bu konuda Gurur’dan çok Basri abinin planlarına güveniyordum. Gurur’u düşünmenin, kaşlarımın her seferinde daha büyük bir şiddetle çatılmasına neden olduğunu fark ettiğimde düşüncelerimi ondan uzaklaştırıp daha çok Basri abi ve Cenan Kaplaner ile ilgili şeyleri düşünmeye çalıştım ama her seferinde Gurur, düşüncelerimin kapısını yumrukluyor, ben kapıyı açmayınca da kapıyı kırıp içeri dalıyordu.
Çolpan, “Ee?” diye mırıldandığında artık koltuğun üzerindeydik, gözlerim bir süredir televizyonda oynayan bir yemek yarışması programındaydı. Şef olmak isteyen yarışmacılar kozlarını paylaşıyordu ama daha çok kameralara oynuyor gibi duruyorlardı. Dirseğimi koltuğun sırtına bastırmış, yüzümü tek avucumun içine almıştım. Avucumun üzerinde duran yüzümdeki sıkıntıyı gidermeye çalışarak gözlerimi Çolpan’a çevirdim.
“Hım?”
“Bu kadar sessiz kalmazdın, anlatacak bir şeyin yok mu yahu?” Kaşlarını kaldırdı. “Şu an okulda olup bitenleri anlatman gerekiyordu.”
“Bir şey olmadı ki.”
Çolpan, bana uzun uzun baktı, bir an çok tedirgin hissetmiştim. “Zel,” dediğinde sesi ciddiydi. “Hocalardan biri seni rahatsız mı ediyor?”
“Hocalarımız öyle insanlar değil,” dedim hızlıca.
“Çok isteksiz görünüyorsun,” dediğinde yutkundum. “Tuhafsın. Her zamanki Zel değilsin. Sanki biri sana zorbalık yapıyormuş gibi hissediyorum. Bak, seni kesinlikle sıkmak istemiyorum ve yıllardır birbirimizi tanıyoruz, hiçbir konuda seni darlamadım, darlamayı da sevmem ama son günlerde çok garipsin.” Uzanıp elimi tuttu. “Bak, bazen böyle şeyler olabiliyor. Sana iyi not teklif ederek senden yararlanmaya çalışan biri varsa, söyle.”
“Neden böyle düşünüyorsun?” Kaşlarımı çattım. “Dedim ya, hocalarımız öyle insanlar değil.”
“Bu tamamen mental bir durum yani…” Bana anlayışla baktı. “Peki, seni daha fazla sıkmayacağım ama bir şeylerin yolunda gitmediğini düşünmeye devam edersem her zamanki Çolpan olmayacağım. Anlaşıldı mı?” Gözlerimin içine baktı. “Sen benim için değerlisin. Ayça da sen de. Ve son günlerde böyle olman beni bile rahatsız ediyorsa, bir şey olduğunu düşünmemiz çok normal.”
Başımı salladım. “İçsel bir problem, çözdüğümde her şey eskisi gibi olacak,” diye mırıldandım.
“Şu görüşüyorum dediğin adamla mı ilgili peki? Gerçekten son soru bu.”
“Hayır hayır,” diye mırıldandım, nereden böyle bir yalan uydurma gereği duymuştum ki? Aniden dudaklarım sızladı, gözlerimi Çolpan’dan kaçırdım. “Dedim ya, içsel.”
“Sana güveniyorum,” dedi, bu cümleyi kuracağına keşke bana çok acı, beni yaralayacak bambaşka cümleler kursaydı; eminim bu kadar acıtmazdı söyleyeceği hiçbir şey. Aniden oturduğum yerden kalkmama neden olan cümlesi, onun bana olan bakışlarının sersemlemesine neden oldu.
“Yürüyüşe çıkacağım,” dedim. “Hem yağmur da dindi.”
“Bu saatte mi?” Kaşlarını çattı. “Seninle gelmemi ister misin?”
“Yok,” dedim yavaşça. “Biraz düşünmek istiyorum. Hem belki bu içsel sorunu kendi içimde çözebilirim.”
Çolpan, ikna olmuş gibi görünüyordu ama yine de üzerinde ufaktan bir tedirginlik olduğunu görebiliyordum. “Yağmurluğunu al çıkarken,” demesiyle olduğum yerde kaskatı kesilmem bir oldu. Sarı yağmurluğum tesiste kalmıştı. Gözlerimi kırpıştırarak Çolpan’a baktım ama o, bu bakışların özünde ne olduğunu çözemedi.
“Yağmurluğumu okulda bıraktım,” dediğimde duraksadı, yüzünde karman çorman bir ifade belirdi.
“Sen eve öylece üzerinde sadece bir kazak varken mi geldin yani? Bünyen yeterince hassas değilmiş gibi hastalığa davetiye çıkarıyorsun.” Bana yumuşak bir şekilde gülümsedi, normalde çok umursamaz olan Çolpan, sıkıntılarımın farkındaymış gibi bana ekstra olarak ilgili davranıyordu. Bu hâli benim içimdeki suçluluk duygusunun daha da güçlenmesine neden oluyordu.
Apar topar kalın, boğazlı, beyaz bir kazak giyip altıma da siyah taytımı geçirdim. Beyaz, kalın kazağın üzerine siyah deri ceketimi giymeye karar verdiğimde bir an ceket çok dar gelecek sanmıştım ama giyince öyle olmamıştı. Uzun, kahverengi saçlarımı atkuyruğu yaptım. Çillerim soğuğun etkisiyle beyazlayan tenimin üzerinde kahverengi benler gibi duruyordu. Postallarımı giyip bağcıklarını bağladıktan sonra kapıyı yavaşça çekerek evden ayrıldım.
Belki Kafeler Caddesi’ne yürürdüm. Barlar Sokağı’nın olduğu arada sabaha kadar açık bir kahveci vardı, oradan bir kahve alıp yağmurun ıslattığı sokaklarda başıboş şekilde dolaşarak düşüncelerimden arınırdım. Belki de sadece yürürdüm, beni nereye götürdüğünü bile bilmediğim sokaklara sapardım. Şimdi tek istediğim, evin sınırlarından uzaklaşmaktı.
Kulaklığımı takıp müziği başlattım ve ıslanmasına rağmen hasar görmeyen telefonumda çalan şarkı kulaklıklarımdan sızarak zihnimi doldurmaya başladı. Alt yola inip Süleyman Demirel heykelinin olduğu caddede bir süre önümden geçip giden arabaları izledim. Sağa sapıp ilerlesem, sokak beni Kafeler Caddesi’ne götürecekti ama içimde hâlâ tazecik olan o his, beni o sokağa girmekten caydırdı.
Yağmurun kokusunu ciğerlerime hapsettim, bir süre sustum, gözlerimi yumup yanımdan gelip geçen araçların sesini dinledim. Yağmur bulutları hâlâ gökyüzündeydi ama yıldızlar da artık yağmur bulutlarının arasından seçilecek bir şekilde gökyüzündeki yerlerini almışlardı. Aniden dudaklarım sızladı, gözlerim aralanırken içinde bulunduğum an kolumu bacağımı koparmak için üzerime çöken bir canavara dönüştü.
Uzun süre kıpırdayamadım, önümden siyah bir Land Rover Defender geçti, heykelin önünden dönerek karşı yoldaki tekel bayisinin önünde yavaşladı ve sonra durdu. Cipin kapısı açıldı, karanlıktan içindeki insanları göremesem de böyle lüks bir model cipi askerleri saymazsak ilk kez Isparta’nın içinde, bu saatlerde görüyordum. Cipin içinden inen sarışın kadını görünce bir an algılarım kadına kilitlendi. Kadının hafızamda var olan biri olduğunu anımsayıp kaşlarımı kaldırdım. Bu genç kadın Süleyman Demirel’de okuyordu, onu tanıyordum çünkü okul dergisinin baş editörüydü ve aynı zamanda psikoloji bölümü son sınıf öğrencisiydi.
Biricik. Biricik Gözüngü. Psikoloji bölümünün en başarılı, gurur öğrencilerinden, okuldaki neredeyse herkesin tanıdığı, Vintage tarzıyla göz dolduran sarışın güzel kız.
Bildiğim kadarıyla Biricik’in iki yıldır süren ciddi bir ilişkisi vardı ama birlikte olduğu adamın bir cipi değil, spor bir arabası vardı. Muhtemelen arkadaşıdır diye geçiştirecektim ki Biricik’in arabasının camına yaklaştığını gördüm. Aracı kullanan her kimse onunla kısa süren bir konuşma geçti aralarında, ardından araçtan uzaklaştı. Vatkalı gömleğinin üzerine hoş bir yağmurluk giymişti, yağmurluğun önü açık duruyordu ve gömleğin etek kısmı da yüksek bel İspanyol paça kotunun içine sokulmuştu. Sarı saçlarını kulağının arkasına itti, kabarık, yoğun kâkülleri alnını örtüyordu. Etrafına dikkatli bakışlar atarak karanlık ara sokağa girip yavaşça uzaklaşmaya başladı. Cip, Biricik gözden kaybolana dek aynı yerde park hâlinde durmaya devam etmişti.
Şarkıyı değiştirerek sola döndüm, aşağı doğru salınmaya başladığımda cipin de harekete geçerek aşağı doğru inmeye başladığını fark ettim ama o yöne bakmadım. Kafam allak bullaktı, çevremde olup biten hiçbir şey umurumda değildi. Bu gecenin izlerini uzun süre silemeyecekmişim gibi hissediyordum; bir daha Gurur’la nasıl birbirimizin yüzüne bakacaktık, bunu bile bilmiyordum. Muhtemelen böyle bir şey onun gibi bir adam için çok normaldi, böyle şeylere anlam yüklemezdi ama işler benim için aynı ilerlemiyordu. Benim için bazı şeylerin çok derin anlamları vardı ve bu anlamlar, boğulmama yetecek kadar derin bir suydu.
Yolun nasıl sonuna geldiğimi bile fark etmemiştim. Otel Barida’nın önüne geldiğimde hemen karşıda park hâlinde duran cip duraksamama yol açtı, bu cip az önce Biricik’in içinden indiği lüks, büyük cipti.
Omzumun üzerinden elimde olmadan cipe bakmaya başladım. Cipin sürücü koltuğu tarafındaki kapı açıktı, cipin ışıkları yanıp sönüyordu. Biraz sonra karşıdaki ara sokaktan uzun boylu bir adamın karanlığı peşine katarak cipe doğru yürümeye başladığını gördüm. Adam cipin önünde durup telefonunu açarak kulağına yasladığı an benim şok içinde donup kaldığım andı çünkü bu adam Devran’dı.
Gözlerim şaşkınlıkla irileşti, Devran bir süre aracın önünde telefonla konuşmaya devam etti, ardından telefonu kapatıp siyah kotunun cebine koyarak kafasını kaldırdı ve bana baktı. Sanki beni tam karşısında görmek onun için çok normal bir durummuş gibi yüzündeki kaskatı ifade bir an çözüldü, bana aydınlık gözlerle baktı. Onunla konuşmalı mıydım bilmiyordum ama başımı sallayarak selam vermekten ileri gidemedim.
Cipin kapısını sertçe kapatıp sağına soluna bakarak karşıdan karşıya geçti, bana doğru ilerlediğini fark edince karnım kasıldı ama renk vermemeye çalışarak sırtımı ağaca yaslayıp otelin önünde dikilmeye devam ettim. Sadece iki koca adımda koskoca yolu aşmıştı sanki, bunu uzun bacaklarına borçlu olmalıydı.
“İyi geceler,” dedi tam karşımda durarak, kaldırımın üzerinde olmadığı hâlde benden epey uzun durduğundan kafamı kaldırarak ona baktım.
“Sana da.”
“Yürüyüşe çıktın?” dedi sorar gibi, içleri iri olan koyu renk gözleri yüzümün ortasında duruyordu ama benden şüpheleniyor gibi bakmıyordu; bana bir tanıdığına bakar gibi bakıyordu.
“Evet,” dedim, ne demem gerektiğini bilmiyordum ama yüzümün aldığı şekilden bir şeylerin yolunda gitmediğini anlaması çok normaldi. Devran, bir süre yüzümü izledi, bana öyle dikkatli bakıyordu ki sanki birkaç saat önce Gurur’la yaşadığımız şeyleri görebiliyordu; oysa bunun imkânı olmadığını biliyordum ama endişe yine de yüreğimi kazıyıp duruyordu.
“İstersen seni eve bırakırım,” dedi yavaşça, ona ret dolu bir tavırla bakıp başımı iki yana salladım. “Zincir’le yine bir sorun mu çıktı?”
“Hayır,” dedim. “Gurur’la bir sorun yok.”
Onun adını söylemem Devran’ı anlık şaşırttı, birkaç saniye yüzüme baktıktan sonra, “Demek sana ismini söyledi sonunda,” dedi, başımı olumlu anlamda salladığımda dudakları belli belirsiz yukarı kıvrıldı ama iri gözleri tıpkı diğerleri gibi karanlık bakıyordu. “Bu da bir adım.”
“Ondan bir adım bekleyen yok,” dedim ama bunu söylerken bile dudaklarım sızlıyordu. Bu sızıdan nefret ettiğimi hissettim. Gurur’dan nefret ettiğimi hissettim. Bu durumda olmaktan, her şeyin böyle olmasından nefret ettiğimi hissettim.
Kaşlarını havaya dikerek, “Peki yarın tesisi teftişe gelecek misin?” diye sordu, sesindeki alayı solumak anlık kaşlarımı sertçe çatmama neden oldu ama Devran’ın kötü bir niyeti olmadığını anlayabiliyordum. Yine de içimdeki öfke ateşi öyle kuvvetliydi ki, içine aldığı her şeyi acımasızca, çatır çatır yakabilirdi.
“Gelmeyeceğim. Hem sizin haberiniz varken gelmemin hiçbir anlamı yok.”
“Bu çat kapı geleceğim mi demek oluyor?”
“Belki,” dedim omuz silkerek. “Sadece onun etrafımda olmasını istemiyorum. Yarın okula falan gelmeye kalkarsa onu yumruklarım, şaka yapmıyorum.”
Devran, burnundan sert bir nefes verip güler gibi bir ses çıkarsa da yüzü kemik gibiydi.
“Onu yumruklamak için epey yüksek bir sandalyeye ihtiyacın olacak desene.”
Alayına aldırış etmeden, “Merak ediyorum,” dedim Devran’ın gözlerinin içine, tam dibine bakarak. Kaşlarını kaldırıp neyi merak ettiğimi sorgulayan bir bakış gönderdi bana. “Son sınıf Psikoloji öğrencisi Biricik Gözüngü’yü nereden tanıdığını merak ediyorum.”
Duraksayacağını, hatta yüzündeki ifadenin tamamen mermere dönüşeceğini düşünmüştüm ama öyle olmamıştı. Aksine, sanki onun gözlerinin içine bakarak soru sormamışım gibi büyük bir sakinlikle beni izlemeye devam ediyordu.
“Ne demeye çalışıyorsun?”
“Demeye çalıştığım… Biricik Gözüngü’yü tanıyor musun?”
“Hayır,” dedi, bu cevabını öyle beklemeden, öyle duru, öyle düz bir biçimde vermişti ki başka biri kesinlikle ona inanırdı ama ben gözlerimin neyi gördüğünü iyi biliyordum.
“Tanımadığın insanları arabana alıyorsun yani?”
“Seni de tanıdığım söylenemez ama sana seni eve bırakmayı teklif ettim,” dedi, ona afallamış gözlerle baktım. “Onu da tıpkı seni tanıdığım kadar tanıyorum, fazlası değil.” Cümlelerin üzerine basarak konuşuyordu. Kalın sesi, kurduğu cümlelerin zeminine korku duygusunu tohum gibi ekiyor, onunla konuşanların içinde korku duygusu filizleniyordu.
Yoksa Biricik ve Devran arasında, tıpkı Gurur ve benim aramda olduğu gibi cinayetle başlayan bir hikâye mi vardı? Yok daha neler. Yoksa Devran da tıpkı Gurur’un bana yaptığı gibi Biricik’e gördüğü bazı şeyler yüzünden şantaj mı yapıyordu? Abartıyorsun, Zeliha. Kalbim panikle çarpmaya başlasa da Devran’ın gözlerine derin bir sakinlik duygusuyla bakmayı sürdürdüm.
“Anlıyorum,” dedim.
“Güzel. Şimdi, seni eve bırakıyor muyum yoksa yoluna kendin mi devam edeceksin?”
“Kendim devam edeceğim,” dedim sakinliğimi koruyarak. Devran, birkaç saniye daha gözlerimin içine hareketsizce baktı, ardından başını sallayarak beni onayladı.
“Öyleyse tekrardan iyi geceler, Zeliha.”
“İyi geceler, Devran,” dedim yüzüne dik dik bakarken ama bu işin peşini bırakacağımı düşünüyorsa, kesinlikle yanılıyordu.
Devran, sırtını bana döndü, Kâmil Koç otobüsü tam önümüzden geçti ve Devran otobüsün arkasından karşıdan karşıya geçip cipine doğru ilerlemeye başladı. Cipe atlayarak karanlık sokağı terk ettiği ânı ağaca yaslanarak izledim. Biricik Gözüngü olayının altında bir şeyler olduğunu düşündüğüm için bu olayın peşini bırakmayacaktım ama olayı eşelerken kesinlikle Devran’a bunu hissettirmeyecektim. Önce Biricik ile konuşmam gerekiyordu.
Gece benim için yatağın içinde döne döne uykusuz geçti. Dudaklarımdaki sızı bir türlü geçmiyor, gözlerimi ne zaman yumsam beni kendine çekerek gözlerini gözlerime mıhladığı ânı görüyordum; bu benim için gerçek bir işkenceydi. O kadar dalgındım ki sabah okula giden ilk otobüsü kaçırmış, bir sonraki otobüsü beklerken aniden bulanan mideme yenik düşerek bir köşede kusmuştum. Sonunda okula gelebildiğimde midem hâlâ bulanıyor, başım kafamı yerinden koparmak istememe neden olacak kadar şiddetli ağrıyor, görüş alanım uykusuzluktan bulanıyordu ve ilk dersi kaçırmıştım.
Merdivenleri her an düşüp yere yığılacakmışım gibi kara zorla tırmanıp, Cenan Hoca’nın yetişemediğim ilk dersinin devamı olan ikinci derse girmek için koridorda ilerlemeye başladım. İlk derse girmediğim için kesin daha fazla gözüne çarpacaktım şimdi ama elimden ne gelirdi?
Dersliğin önünde durduğumda aslında gitmek için bir şansım vardı ama kaçmak, onun ilgisini daha çok çekeceğinden yavaşça dersliğe girip, mola verildiği için boş olan sınıfın içinde ilerlemeye başladım. Arka sıralardan birine oturmak lehime olabilirdi, belki de benimle konuşmaz, beni görmezden gelir, ders anlatıp giderdi. Ama içimde bir yer vardı ve bu yeri, bunun böyle olacağına hiç inandıramıyordum.
Arkamdan sınıfa giren iki kızın arasında geçen konuşmada kurulan bir cümle tüm dikkatimi darmaduman edince, telefonum sertçe masanın üzerine düştü ve kızlar irkilerek bana baktılar. Kumral, düz saçlı kız şöyle söylemişti: “Cinayet olabileceğini duydum ama bilmiyorum, herkes olayın bir intihar olduğunu söylese de bazıları buna inanmıyor.”
“İnanmayanlar kim? Bal gibi de intihar, adam cinnet geçirdi diyorlar.” Sarışın kız, lastik bir tokayla saçlarını topladı, kızın adının Melisa olduğunu biliyordum ama onunla daha önce hiç konuşmamıştım. Bakışları beni buldu, yüzünde bir tebessüm belirdi. Ben de ona gülümsedim ama gülümserken dişlerim kırılacakmış gibi hissetmiştim.
“Bilmiyorum valla, sadece bir söylenti.”
“Böyle şeylere kafa yoracağına vizeleri düşün,” dedi Melisa, yayılarak yerine oturdu. “Cenan Hoca’nın elinden çekecekmişiz gibi duruyor.”
“Sorma ya. Hem çok asık suratlı hem de hiçbir şeyi beğenmiyor. Bize nasıl baktığını gördün mü? Birer aptala bakıyormuş gibi bakıyordu.”
Elime aldığım kalemi yavaşça çevirmeye başlayıp onların konuştukları konudan uzaklaşmaya çalıştım. Cenan Kaplaner ile karşılaşmaya hazır hissetmiyordum kendimi. Bana nasıl bakacağını, bana nasıl yaklaşacağını, bana neler söyleyeceğini kestiremiyordum ama içimden bir ses, bir şekilde benimle yeniden iletişime geçeceğini söylüyordu.
Kapıda birinin varlığı dikkatimi dağıttı, sanki gözleri doğrudan üzerimdeymiş gibi hissettirmişti. Bakışlarımı kapıya çevirdiğimde anlık donup kaldım, Cenan Kaplaner kapıda duruyor, sessizce beni izliyordu. Elinde mavi bir dosya tuttuğunu gördüm, dosyanın içinde bir sürü poşet dosya yığını vardı ve poşet dosyaların içi de kâğıtlarla doluydu.
Gözleri bir kaplanın gözleri gibi bakıyordu; biraz asi, güçlü ve keskin… Sanki tek yanlış bir hareketimde beni parçalayacak kadar öfkeliydi ama bu öfkenin merkezinde ben yoktum, Cenan Kaplaner’in yüzünü güzelleştiren her bir parça, öfkenin eseri gibi duruyordu.
Gözlerimi gözlerinden ayırmadan ona bakmaya başladım ama aslında ona bakarken bile yüreğim ağzıma geliyordu. Cenan Kaplaner, gözleriyle konuşuyordu; bir şeyler söylemiyordu, ağzını bile oynatmıyordu ama bakışları, yüreğimde fırtınalar koparıyordu. Bir an gece olan her şeye şahit olduğunu hatırladım. Dudaklarımı birbirine bastırdım ve dudaklarım boşlukla sızladı; bu kaşlarımın sertçe çatılmasına neden olurken gözlerimi önümdeki masaya indirdim. Cenan Kaplaner, bir süre daha kapıda durdu, ardından tekrar oraya baktığımda artık orada yoktu.
Çok geçmeden ders başladı ama Cenan Hoca derse girmedi. Her nedense bunun benimle bir ilgisi olduğunu düşündüm ve bu düşünce korkuyu daha da alevlendirdi.
Ders bitiminde kafamda bir dağ oluşturan düşünce yığınına rağmen Biricik’i bulma ihtiyacıyla hızla binadan çıktım. Psikoloji bölümü, Fen Edebiyat Fakültesindeydi, olduğum yere çok uzak değildi, o yüzden oraya giderken çok vakit kaybetmemiştim. Kıza ne söyleyeceğimi de bilmiyordum ama onunla konuşmam gerektiğini düşünüyordum.
Başına benim yaşadığıma benzer bir şey gelmiş olmasından da endişe ediyor olabilirdim. Ya da sadece belki de yalnız olmadığıma inanmak istiyordum. Belki de konu hiçbiri değildi, tek bir isteğim vardı, bu da kafamı dağıtmak ve gece olanların dışına çıkabilmekti. Çünkü tuhaf bir şekilde dün gece kafamda tekrara düşüp duruyordu. Ve ne zaman bu yaşansa, dudaklarım sızlıyordu.
Biricik’i tam olarak nerede bulacağımı da pek bildiğim söylenemezdi, belki bugün okulda bile olmayabilirdi ama yine de içimde onu göreceğime dair bir his vardı. Sanırım son zamanlarda hislerimi çok fazla dinleyip, ona çok fazla inanmaya başlamıştım.
Dik merdivenleri tırmanmaya başladım, benim aksime merdivenleri inmeye başlayan mavi saçlı kıza, “Merhaba,” dedim girişken bir şekilde. “Biricik Gözüngü’yü tanıyor musun?”
Kız bana kısaca bakıp, “Evet?” dedi sorar gibi.
“Onu nerede bulabilirim?”
Kız, ince, saçları gibi maviye boyalı kaşlarını kaldırarak, “Koridorda şu an,” dedi, arkasını işaret etti. “Hızlı olursan yetişirsin, koridorda Fikret Hoca’yla konuşuyor.”
Başımı salladım. Hızlı adımlarla merdivenleri tırmanıp koridora saptım. Sarı saçlar kadrajıma ilk giren ayrıntıydı, sarı saçların devamı puantiyeli siyah beyaz elbiseyle bütünleşmişti. Sırtı bana dönüktü, muhtemelen ellerinin arasında bir kitap ya da defter tutuyordu. Ayağındaki kısa topuklu ayakkabıları koridorda takırdata takırdata benden uzaklaştığını fark ettiğimde, hızlıca onun arkasından ilerlemeye başladım. Hemen yanımdan az önce konuştuğu Fikret Hoca geçmişti.
Bir ara adını söyleyerek ona seslenmeyi düşündüm ama onunla daha önce hiç muhatap olmadığım için buna cesaret edemedim. Biricik, dersliklerden birinin önünde yavaşladı, birkaç adım geriye doğru yürüyüp dersliğin içine baktı ve sonra aralık duran kapıdan girerek gözden kayboldu.
Adımlarım dersliğin yakınlarına geldiğimde yavaşladı, yabancı biriyle konuşmak konusunda berbattım ve konuyu nasıl açmam gerektiğini de bilmiyordum. Soracağım herhangi yanlış bir soru benim ipliğimi de pazara çıkarabilirdi.
Dersliğin önünde durdum, içeri çevirdiğim bakışlarıma görüntüsü ulaşmadı ama sesini duyabiliyordum. “Hayır,” diyordu. “Gelemem.” Kaşlarımı çatarak derslikten içeri girdiğimde telefonla konuştuğunu fark ettim. Sırtı bana dönüktü, projeksiyon perdesinin önünde duruyordu. Ayakkabılarını yere sürterek başını iki yana salladı, telefonu kulağı ile omzu arasına aldı. “Bu çok tehlikeli, olmaz.”
Donup kaldım. Konuştuğu kişi Devran olabilir miydi? Kulaklarım uğulduyordu, nabzımın damarlarımın içindeki her bir dönemeçte sarsıldığını hissediyordum. Biricik, bir elini ensesine atıp çaresizlikle başını salladı.
“Evet ama yapamam,” dedi, sesinde çaresizlik vardı. “Bu çok tehlikeli.” Bir elinde tuttuğu defteri masanın üzerine bıraktı.
Onu da zorluyorlar mıydı? Biricik, arkasında birinin olduğunu hissetmiş gibi hızla telefonu kulağından çekerek omzunun üzerinden bana baktı. Karşısında beni görmeyi beklemediğinden olsa gerek bebek mavisi gözleri iri iri açılmıştı. Gerçekten çok güzel bir kızdı, saçları bebek sarısı, gözleri bebek mavisiydi ve teni özenle pudralanmış gibi duruyordu. Biricik telefonunu hızlıca kapattığında karşı tarafa hiçbir şey söylememiş olması dikkatimi çekmişti. O gözlerde gördüğüm şeyin ne olduğunu biliyordum. Korku…
Bir süre birbirimizin karşısında durup sadece birbirimizin gözlerinin içine baktık. Sonra bebek mavisi gözlerini gözlerimden koparmayı tercih etti ama bakışlarındaki tedirginliği o bana bakmasa bile görebiliyordum. Masanın üzerine bıraktığı deftere uzandı, defteri aldı ve hızlıca bana doğru ilerlemeye başladı. Gözleri bana o kadar dokunmuyordu ki, sanki derslikte ondan başka kimse yokmuş gibi davranıyordu.
“Biricik Gözüngü’ydü, değil mi?” diye sorduğum anda sorum onu duraksattı, adımları bir bıçak misali kesildiğinde yan yana duruyorduk ama onun yüzü kapıya, benim yüzüm onun sırtını izleyen pencereye dönüktü.
“Evet?” Soru işaretinin bir renk gibi oturduğu gözleri omzunun üzerinden bana çevrildi, dolgun ve pembe dudaklarını yalayarak, “Beni mi arıyordunuz?” diye sordu ölçülü bir sesle.
Cesaret, kıyılarıma doğru yüzen yaralı bir balık gibiydi, kıyıda onu oltasının ucuna çağıran bir balıkçı vardı ama balıkçının bilmediği bir şey vardı; balık o kadar yaralıydı ki, ölmek için oltaya yüzüyordu.
“Evet,” dedim ve sonra hiç düşünmeden sordum: “Devran isminde tanıdığınız birisi var mı?”
Kız, önce duraksar gibi oldu, sonra bakışları profesyonel bir şekilde güçlendi ve gözlerine örülmüş ifadesizlik duvarıyla, “Pardon?” diye sordu. “Kimden bahsediyorsunuz?”
“Devran,” dedim sadece.
“Öyle birini tanımıyorum.” Tam yürüyecekken derin bir nefes aldım.
“Dün gece onun arabasından inen siz değil miydiniz?”
Birden o bebek mavisi gözler, sorduğum sorunun içindeki karanlığı harelerine emmiş gibi bana çevrildi. Bakışlarındaki sorgu, ucundan kan damlayan bir soru işareti gibiydi. Dudakları aralıklı duruyordu, kirpik diplerine sinmiş tedirginlik, gözlerine tutunan temkinli bir ifadeye çarptı.
“Ne demeye çalışıyorsun?” Aniden ciddileşen ifadesi şimdi daha soğuktu ama yine de o ifadenin arkasında, gözlerinin gerisinde, duygularının tamamen karanlığa gömüldüğü o yerde, en baskın duygulardan birinin korku olduğunu görebiliyordum. Görebiliyordum çünkü ben de onun gibi korkuyordum.
“Demeye çalıştığım bir şey yok.” Kıza doğru döndüm, dişlerini sıktığını fark etsem de aldırış etmedim. “Sadece arabasından indiğin birini neden tanımadığını söylüyorsun?”
“Sana söylemek zorunda olduğum bir şey olmadığı için olabilir mi?” O nahif, sakin kızın olduğu yerde resmen yeller esiyordu, şimdi dişlerini her an bana batıracakmış gibi görünen bir canavar vardı o kızın yerinde. Korkmuş, tedirgin, ne yapacağını bilmeyen bir canavar…
“Neden saldırgan davranıyorsun?”
“Sen onu nereden tanıyorsun?” diye sordu bana, sanki birinin bir şey öğrenmesinden korkuyormuş gibi bakıyordu. Kalbi, içi korkularla doldurulmuş bir çuval gibi göğsüne ağır geliyordu; çünkü bunu yaşayan biri olarak onun gözlerine baktığımda rahatlıkla görebiliyordum.
“Ben şunu merak ediyorum,” dedim. “Asıl sen onu nereden tanıyorsun?”
“Bu seni neden ilgilendirsin ki?” Kelimeleri zihninde derin mürekkep izleri bırakıyor gibi duruyordu. Bir süre sustu, benden bir şeyler duymayı bekledi ama beklediğinin aksine ben sessiz kalmayı seçip onu izlemeyi sürdürdüm. Saniyeler aramızda ölüme ilerleyen bir çocuğun yere düşen adım sesleri gibi ilerlerken bebek mavisi gözleri gözlerime kilitlenmişti.
“Kötü bir niyetim yok,” dedim sakinliğimi koruyarak. “Sadece…”
Biricik biraz yumuşamış gibi görünse de hâlâ gergin olduğu çok açıktı. Dersliğin kapısına dikkatli bir bakış attı, ardından beni kolumdan tutarak pencerelere doğru yürütmeye başladı. Bana aniden böyle dokunması garibime gitse de karşı koymadım ve onu takip ettim. Pencerelerin önünde durduğumuzda kolumu bırakıp ellerini pencerenin pervazına bastırarak derin bir nefes aldı.
“Bak, kimse onunla görüştüğümü bilmemeli,” dedi, sesi bir anda küçük bir çocuğun sesi gibi çıkmıştı. “Hele bunu öğrenen nişanlım olursa, her şey mahvolur.”
“Ne?” Kaşlarımı çattım. “Neler olduğunu anlatmayacak mısın?”
“Anlatamam,” dedi sertçe, sanırım işler gerçekten de düşündüğüm gibiydi.
“Konu nişanlınla mı ilgili?” Sorum onu irkiltti, hızlıca başını iki yana salladı.
“Hayır, değil,” dedi. “Ama öğrenmemeli.”
Paniği çok tanıdıktı, yadırgamak yerine ona anlayışla baktım. Kalçamı pencerenin kenarına yaslayıp derin bir nefes alarak, “Ağzım sıkıdır,” diye fısıldadım. “Eğer konu mühimse, susarım.”
Biricik bana inanmak istiyormuş gibi baktı, bebek mavisi gözlerindeki endişe geri çekildi ama ifadesi hâlâ yeterince aydınlık görünmüyordu. Konu her neyse onu gerçekten tedirgin eden bir konu olduğu barizdi. Devran’ın, Gurur’un aksine daha güvenilir göründüğünü düşünmüştüm ama sanırım yanılgılarımdan biri de insanları kılıfına göre etiketlendirmekti.
“Devran… Seni tehdit mi ediyor?”
Başını iki yana salladı ama konuşmadı, sertçe yutkundu.
“Sen onu nereden tanıyorsun?” diye sordu sonra.
“Benim de tıpkı senin gibi saklanması gereken sırrım bu,” dediğimde Biricik’in gözleri iri iri açıldı, sonra dudaklarını sımsıkı kapatıp sertçe yutkundu. Bir süre konuşmadık, sonunda ağzını açan o olmuştu.
“Bilmiyordum,” dedi, gözlerim yüzünde dolaşıyordu. “Yani seni. Onun bu okuldan birilerini daha tanıdığını bilmiyordum.” Tedirgin bir şekilde kapıya, sonra da bana baktı. Her nedense şimdi üzgün görünüyordu. “Birine söylemezsin, değil mi?”
“Onlarla bir bağlantın olduğunu mu?”
Duraksadı, ikilemde kalmış gibi başını salladı.
“Söylemeyeceğim,” diye fısıldadım. Yutkundu, bakışlarımı farklı yöne çevirerek onu gözlerimin hapsinden kurtardım.
“Seni birkaç kez görmüştüm,” dediğinde uzun süredir sustuğumuzu o konuştuğunda fark ettim. Dışarıda yağmaya başlayan yağmurun zemini nasıl ıslattığını izliyordum. “Hukuk’tansın, değil mi?”
“Evet,” diye mırıldandım.
Sustu.
“Diğerlerini de biliyor musun?” diye sorduğumda bakışlarını omzunun üzerinden bana çevirdi.
“Diğerleri?” Kaşları çatıldı. “Askeriyedekileri mi diyorsun?”
“Evet,” dedim.
“Pek çoğunu tanıyorum, evet,” dedi ama biri onu duyacak diye yüreği yerinden oynuyor gibiydi. “Senin konun onunla değil sanırım?”
“Değil,” dedim ama isim vermek yerine sustum, her ne kadar onun sırrını saklayacağımı söylesem de kendi sırlarımı alelade anlatamazdım ona. Omuzlarını düşürerek gözlerini pencereye dikti, dışarıyı izlerken solgun görünüyordu. Ne ben ona kendimi anlatabiliyordum ne de o bana kendini açabiliyordu ama bir şekilde hiçbir şey bilmeden bile birbirimizi anlıyorduk sanki.
Onu daha fazla meşgul etmek istemediğimden, zihnimdeki kum fırtınası tüm düşüncelerimin nefesini tıkarken yavaşça pencerenin pervazından ayrılarak ona baktım. O hâlâ dışarıyı izliyordu. Ona ismimi söylemedim, muhtemelen beni birkaç kez görmüş olmasına rağmen adımı biliyor olmasının imkânı yoktu.
“Ben gideyim,” dediğimde dalgın bakışları sarsıldı, gözleri hızla bana kaydı.
“Peki,” diye fısıldadı, sesi bir çocuğun sesi gibi duruydu.
“Kafana takma demeyeceğim,” dediğimde gözleri gözlerimden ayrılmıyordu. “Elbette takacaksın. Eğer çok karanlık bir durumdaysan, unutma, şafak en karanlık andan hemen sonra söker.”
Bebek mavisi gözleri parıldadı. “Gerçekten böyle mi düşünüyorsun?” Bir çocuk gibi saf saf sorduğu soru beni gülümsetti, gülümsemem onu durgunlaştırmıştı.
“Evet,” dedim. “İnan ben de şu an en karanlık anlardan birindeyim ama biliyorum, şafağın sökmesine az kaldı.”
“Teşekkür ederim,” diyebildi sadece.
Omuz silktim. Bir şey söylemektense gitmek istiyordum.
Tam dersliğin çıkışına yöneldiğimde ve kapıdan çıkmak için adımımı havaya kaldırdığımda, Biricik, “Şey…” diye mırıldandı, durdum ama bakışlarım onu bulmadı. “Tüm bunlar aramızda.”
“Evet,” dedim başımı sallayarak. “Öyle.” Derslikten çıktım ve koridorda çoğalmaya başlayan kalabalığa karışarak uzaklaşmaya başladım.
Binadan çıkıp büyük adımlarla yürümeye devam ettim. Etrafta pek tanıdık yoktu, hatta yağmur yağdığı için etrafımda kimse yoktu da denilebilirdi. Biricik konusunu çözmem gerektiğini düşünüyordum, bu aramızda bile kalacak olsa sır olarak kalmamalıydı; bilmem gerekiyordu. Nasıl bir olay yaşanmıştı? Belki de yalnızca kandırılıyordum, Basri abinin dedikleri sadece gözümü boyamak için kurulmuş cümlelerdi; belki de onlar olmasını dilediğim gibi iyi insanlar değillerdi.
Derse girmeme kararı almıştım. Hızlıca dersliğe dönmek, eşyalarımı alelacele toparlamak ve ilk otobüsle eve dönmek istiyordum. Eğer kafayı yiyeceksem de bu yatağımda olmalıydı, çevrem tanımadığım binlerce insanla çevriliyken değil. Hem düşünmem gerekiyordu, çok düşünmeliydim, o kadar çok düşünmeliydim ki sonunda aklımı peynir ekmekle yiyecek duruma bile gelsem bu olayı çözmeliydim.
Dersliğe arkamda tozu dumana katacak bir hızla girdiğimde hocanın hâlâ sınıfta olmaması içimi rahatlatmıştı. Alacaklarımı alarak sınıftan ayrıldığım sırada koridorun duvarlarına çarparak büyüyen topuk sesleri, kalbimin duracak gibi hızla çarpmaya başlamasına neden oldu. Arkama bakmadan hızlı adımlarla merdivenlere yöneldim ama ben ne kadar hızlanırsam hızlanayım, o topuk sesleri zihnime doldukça sanki yerimde sayıyordum.
“Zeliha.”
Bir adım daha atmak, duymazdan gelmek, buradan defolup gitmek istiyordum. Ama onun soluğunu ensemde hissetmiştim.
“Dersin bitti mi?” Sesi zihnime bombalar yağdırırken gözlerimi ona çevirip, omzumun üzerinden Cenan Kaplaner’e baktım. Koyu renk gözleri, gözlerime saplı duruyor, saplandığı yerden oluk oluk kan akıtıyordu. Gözlerinin deryalarında cinayetler vardı ve hiçbir cinayet onun eseri değildi; tüm failler ifadelerindeydi ama hiçbiri ona ait değildi.
“Hayır,” dedim açıkça, dik durdum ve her şey yolundaymış gibi gerçekçi bir tavır takındım. “Neden sordunuz?”
“Dersin bitmediyse nereye böyle?” Toprak tonlarında bir renkle ışıltısına ışıltı katılmış dolgun dudakları yukarı kıvrıldı. Gülümseyişi hem çok karanlık vaatleri içinde barındırıyordu hem de gerçekten aydınlık bir güzelliği sergiliyordu. Tam olarak istediği şey neydi? Onu çözemiyordum.
“Yoksa sevgilinin yanına mı?”
Başka bir hoca bu soruyu sorsa belki daha net çizgilerim olurdu ama Cenan Kaplaner’in bana verdiği his, sorgudan ziyade imalarla doluymuş gibiydi.
Yavaşça ona doğru dönüp kollarımı göğsümün üzerinde bağladım.
“Anlayamadım?” dedim dün gece sanki onun varlığını bile hissetmemişim, onun bizi gördüğünü bilmiyormuşum gibi. Bizi mi? Bu düşünce aniden dudaklarımın yeniden sızlamasına yol açınca bir an gözlerim boşluğa takılıp kaldı; etrafımda o yokken bile onun varlığını düşünmek beni afallatıyordu. Bunun tek nedeni yaptığı o aptalca, ona göre anlamsız ama bana göre oldukça büyük olan şey olmalıydı.
“Senin yaşında güzel kızların hayatlarında her zaman bir centilmen vardır, değil mi?” Gülümseyişi sıcak gibi görünse de bu sıcaklığın çıkış noktası kesinlikle cehennem olmalıydı.
Yapmacık bir şekilde gülümsedim, Cenan Hoca’nın gülüşü daha da derinleşti; bana meydan okuyor gibi bir hâli vardı. Bir şeyleri benim ruhumu sıyırarak öğrenmek istiyordu. Benim zihnimle oynamak istiyordu. Ama bilmediği bir şey vardı, ben onun bakışlarından daha korkunç olan bir geceden sağ çıkmıştım.
“Gitsem iyi olacak, hocam,” dedim. “Zaten siz de diğer derse gelmediniz. Bir ara verdiniz ve sonra kaybolup gittiniz.”
Cenan, çenesini dikti ama söylediğim son şeyi cevapsız bıraktı. “Pekâlâ.”
Tam sırtımı dönecekken, “Bir saniye,” diyerek bir adım daha attı. “Seninle biraz konuşmak istiyorum.”
Sertçe yutkundum ama o bunu göremedi, içimi yine bir telaş ateşi basmıştı. Merdivenleri birlikte inmeye başladığımız sırada, “Ne hakkında konuşacağız, hocam?” diye sordum, cevap vermek yerine yavaşça basamakları inmeyi sürdürdü. Sustum, içim mahşer yeri gibiyken sadece onunla birlikte basamakları indim. Binadan çıkana kadar konuşmamak konusunda ısrarcı gibi duruyordu. Yağmur dinmişti ama gökyüzünün rengi kopkoyuydu, sanki her an yeniden yağmur bastıracakmış gibiydi.
Cenan Kaplaner, saçlarını omzunun arkasına doğru atıp kollarını göğsünün üzerinde bağladı, topuklu ayakkabıları ıslak zemine çarparak takırtılar çıkarmaya başladı. Ben onun gerisinde kalmıştım, bir süre o önde, ben onun arkasında ilerledik.
“Söylediklerimi düşündün mü?” Sorusu ortamıza bir yıldırım gibi düştü, dudaklarım aralandı, geri kapandı, tekrar aralandı ve ardından dilimi ısırdım. Konuşmazsam ben yanacaktım ama konuşursam da her yeri ateşe vermiş olacaktım.
“Neyi?” diyerek safı oynamaya karar verdim.
Burnundan sert bir nefes verip, ardından o verdiği nefesi misliyle geri aldı. “Bak,” dedi bana doğru dönmeden, sırtı bana dönük hâlde. “Sana karşı dürüst olacağım. Ben bu işin içinde bir cinayet olduğundan neredeyse eminim, Zeliha.”
“Şu bahsettiğiniz veteriner olayı mı?” Kendimi kaptırıp, korkuların esiri olmayacaktım. Oyun istiyorsa, oyuna hazırdım. Vicdanım kan revan içinde bile olsa, durmayacaktım. “Bugün iki kız konuşuyordu, öyle bir söylenti varmış,” dedim oyunu iyi oynayarak. “Yani cinayet olabilirmiş. Haklı olabilirsiniz bence.”
Bu cevabı beklemiyormuş gibi bana omzunun üzerinden afallamış bir bakış attı. Sonraysa gözleri daha da keskinleşti; şüphe onun göğsünde atan bir kalp gibiydi.
“Sen de mi öyle olduğunu düşünüyorsun?”
“Sonuçta siz çok ünlü bir adalet insanısınız, bir şeyler biliyor olmasanız nasıl bu kadar emin konuşabilirsiniz ki?” Cenan’a son derece güven vermesini umduğum gözlerle baktım.
Bu tavrım onu epey şaşırtmıştı ama çabuk toparlıyordu, gördüğüm duygu ve düşüncelerini en iyi kamufle eden insanlardan bir tanesiydi.
“Bir şey bildiğim yok,” demesi beni anlık gevşetse de devamında kurduğu cümle boğazıma bıçak gibi saplandı. “Ama hislerim var. Resmin bütününe bakarken her yeri görürüm çünkü bilirim, ressam mesajı her zaman ortaya koymaz, bazen hiç olmadık yerdedir o mesaj. Her yere bakarsan görürsün.” Bana doğru dönüp bana doğru ilerlemeye başladı. “Sadece merak ediyorum, Zeliha. Sen bu resmin neresindesin?”
Kaşlarımı kaldırdım, içimde korkuyla gümbürdeyen o yüreğe rağmen, “Tam ortasındayım, efendim,” dedim, Cenan bu cevap yüzünden afalladı ama ben susmadım. “Madem bir cinayet olduğunu düşünüyorsunuz, polisçilik oynamak yerine bunu neden emniyete bildirmiyorsunuz? Ben Hukuk ikinci sınıf öğrencisiyim, böyle bir olayı polisin desteği olmadan kovalayacak olursam size bir şey olmaz ama bana olur.”
“Ben varken…” diyecekti ki kaşlarımı daha da kaldırıp gülümsedim.
“Efendim, madem siz varken bir şey olmayacak bize, neden başka bir öğrencinizle devam etmiyorsunuz bu yola?” Ona doğru bir adım attım, beni çok ürkütse de tam gözlerinin içine baktım. “Neden ben?”
Cenan’ın dolgun dudakları aralanacak oldu, sonra hızla geri kapandı, yüzünü var eden kemikli yapı kasılarak ince derisinin altından belirgin bir şekilde gözler önüne serildi. Gözleri gözlerimden bir süre hiç ayrılmadı. Beni soktuğu bu testi geçebilecek miydim yoksa bir Azrail gibi ensemde nefesini hissetmeye devam mı edecektim bilmiyordum.
“Zeliha,” diye seslendi Cenan Hoca’nın arkasından Gaye. Gözlerim Cenan’ın koyu gözlerinden ayrıldı, arkadaşıma kaydı.
Gaye’nin yanında Gurur’u görmeyi beklemiyordum.
Onu gördüm ve kalbim yerinden sıçradı; kaçıp saklanmayı istediğim varlığı öyle çok karşımdaydı ki, yere bir mezar açılsa o mezarın içine girerdim. Cenan, bakışlarımdaki farklılığı fark etmiş gibi omzunun üzerinden Gaye’nin olduğu yere baktı. Gurur’u, Gaye’nin yanında dikilirken görünce bir an duraksadı, ardından gözlerini bana çevirdi.
“O nasıl oluyor da elini kolunu sallayarak buraya girebiliyor?” Sorusu bana değil, kendisine gibiydi, ona tuhaf tuhaf baktığımda kaşlarını çattı. “O sevgilin, değil mi?”
Değildi. Öyle bir şey yoktu, olmazdı, olamazdı. O insanlara güven veren bir asker, bendeyse yalnızca karanlık bir geceyi çağrıştıran bir katildi. Zaman çok hızlı akıyordu. Sanki gökyüzünü saran gri bulutlardan yağmur damlaları değil, takvim yaprakları düşüyordu. Tarihlerin altında kalmıştık. Zamanın eli tenimizde geziniyordu. O geceyi yaşadığımda istasyondan bir tren kalkmıştı, demiryolunda karanlık gölgeler vardı ve trendeki yolcuların tümü, tren son istasyona vardığında vagonlarda ölü bulunmuşlardı.
“Evet,” dediğimde Cenan’ın gözlerinin içine bakıyordum, ardından gözlerim onun gözlerinden sıyrılarak kopup Gurur’a çevrildi. “O benim sevgilim.”
Gerçeği bildiğine emin olmama rağmen, beni deniyormuş gibi, “Mesleği nedir? Öğrenci mi yoksa?” diye sordu, gözlerimi Gurur’un buz sıcağı gözlerinden ayırmıyordum; bana bakışı dünden farklıydı, daha sakin görünüyordu ama gözleri hiç öyle değildi. Çağ yangını çıkaran bakışlarının kelepçesinin soğukluğunu bileklerimde hissediyordum.
“O bir asker,” dedim, Cenan dürüst cevabımdan dolayı şaşkındı ama ben bir an için onun şaşkınlığını hiç umursamadım. “Şimdi gidebilir miyim, hocam?” Gözlerim Cenan’a döndü. “Sevgilim bekliyor.”
“Tabii,” dedi, bana bakıyordu, dikkatli gözlerle.
Cenan’ın yanından sıyrılarak geçip Gaye ile Gurur’a doğru yürümeye başladığım sırada ayağımın altındaki yer kayıyordu. Cenan’ın uzaklaştığını topuklu ayakkabılarının tıkırtısından anlamıştım. Gaye’nin yüzünde allak bullak bir ifade vardı ama Gurur, son derece sakin görünüyor, sadece arkadaşımın yanında dikiliyordu.
Tam önlerinde durduğumda gözlerim Gurur’a değil, Gaye’ye çevrildi. İçimde bir panik havası, bir telaş olsa da arkadaşıma her şey yolundaymış gibi baktım. Gaye, kaşlarını çattı ve bir şey söylemek için dudaklarını araladı ama ona fırsat vermeden gözlerimi Gurur’a çevirdim.
“Neden buradasın?”
“Neden mi burada?” Gaye’nin bana dik dik baktığını hissettim. “Sevgilin olarak okuluna gelmesi en doğal hakkı değil mi?”
Söylemişti. Kahretsin. Arkadaşıma sevgili olduğumuzu söylemişti. Bir an gözlerimi Gurur’un yüzünden başka nereye koyacağımı bilemedim. O da doğrudan gözlerimin içine bakıyordu. Bakışı bana cehennem gibi sıcak dudaklarını hatırlatıyordu ve o dudakları hatırlamak içimin çırpınmaya başlamasına neden oluyordu. Aramızda süren bakışma, Gaye’nin iç geçirmesiyle sonlandı.
“Ona öyle bir bakıyorsun ki, sorduğum soruyu bile duymayacak kadar içli.” Gurur’dan ayırdığım gözlerim arkadaşımı buldu. “Bize ne zaman söylemeyi düşünüyordun? Yoksa sadece benden mi gizliyordun?”
“Senden gizlemiyordum,” dedim bir an panikle, Gurur’un teninden yayılan kokuyu soludum, parfümünün kokusunu ilk kez bu kadar net soluyordum. Erkeksi, dikkat çekici ve pahalı bir kokusu vardı. “Ben…”
“Benden tam olarak emin olmadan size anlatmak istemedi,” dedi Gurur, ona dehşet içinde bakakaldım. “Zeliha’yı bilmiyor musunuz? Bir şeyden emin olana kadar uğraştırır.”
Duraksayıp kaşlarımı çatarak ona baktım. Gaye, kırgın kırgın omuz silkti.
“Yine de biriyle görüşüyorum diyebilirdi en azından.”
“Son zamanlarda o kadar şeyle aynı anda ilgileniyordun ki kafanı böyle şeylerle doldurmak istemedim,” dedim Gaye’ye ama gözlerim Gurur’un gözlerindeydi; ona ısrarcı, öfkeli ve hesap soran bir ifadeyle bakıyordum.
“Saçmalama, Zeliha. Benim her zaman sana ayıracak vaktim vardır,” dedi Gaye kulaklarına inanamıyormuş gibi. “Sakın bu durumu Çolpan ve Ayça’nın da bilmediğini söyleme bana.”
“Henüz bilmiyorlar,” dediğimde Gaye abartılı bir ifadeyle yüzüme bön bön baktı.
“İlişkimize ismini dün gece koyduk,” dedi Gurur, dün geceden bahsetmesi kalbimin ağrıyla göğsüme sığınmasına neden oldu ve bir an ona bakacak gücü kendimde bulamadım. Nasıl olurdu da bana böyle hissettirirdi? Ona bunun hesabını soracaktım. Onun için basit olan bu şeyi nasıl ne hissedeceğimi düşünmeden bana yaptığının hesabını soracaktım.
“Ayça’nın bahsettiği tuhaflığın esas sebebi bu yani?” Gaye, gözlerini kıstı. “Sen çok sinsisin, Zeliha. Neyse ki Gurur’u sevdim.” İsmini biliyordu, çoktan tanışmış olmalıydılar. Acaba Gurur ona nasıl yalanlar uydurmuştu? Yüzümdeki hoşnutsuzluk ifadesi tenime bana ait bir renkmiş gibi yayılmıştı.
Gökyüzünden düşmeye başlayan irili ufaklı yağmur damlaları içimin burkulmasına neden oldu. Bana dün geceyi hatırlatan her şeyden kaçmak istiyordum. Özellikle de Gurur’dan.
“Bu arada arkadaşların nereye kayboldu?” diye sordu Gaye, Gurur’a dönerek. “Az önce arkamızdaydılar.”
“Arkadaşları mı?” diye sordum şaşkınlığımı gizlemeden.
“Evet. Esmer, uzun boylu bir adam ve o adamın yanında uzun olmasına rağmen kısa görünen beyaz tenli bir adam.” Gaye, güldü. “En son arkamızdaydılar.”
Yener ve Adnan… Hadi kendisi buraya kadar gelmişti, o ikisini neden peşinden sürüklüyordu?
Yener’in gülerek bize doğru koştuğunu gördüm, sivildiler, Adnan da söylenerek arkasından geliyordu. Yener, korkarak Gurur’un arkasına saklanıp, “Yan binadan çıkan sarışının numarasını aldım diye beni kızın yanında boğazladı bu,” dedi Yener, Adnan’a kötü kötü bakarak.
Adnan, “Konuşma, aptal beyinsiz. Bir daha hiçbir bayana karşı sapıklık duyguları beslemeyeceksin, duydun mu beni? Seninle sokağa çıkınca kızgınlığa girmiş erkek köpeğimi gezdiriyormuşum gibi hissettiriyorsun bana, seni öldürür, diriltir, tekrar daha kötü öldürürüm. Ahlaksız adam.”
Gaye, gülerek bana yaklaştı. “Nereden buldun bu delileri?” diye fısıldadı yavaşça. O sırada Yener sırıtarak bize bakıyordu.
“Gaye, hayatım,” dedi Yener göz kırparak. “Nişanlın sarmazsa, beni ara.”
“Yok, sağ ol…” diye mırıldandı Gaye, ardından tekrar kulağıma yaklaştı. “Az önce telefonunu kaybettiğini söyleyerek kendini benim telefonumdan çaldırdı, sonra çalan telefonunu sakince çıkarıp telefon numaramı kaydetti.”
Gaye’nin söylediklerini dinlerken Gurur’un tam gözlerine, gözlerinin içine bakıyordum.
“Bayan Yenge,” dedi Adnan bir anda bana doğru dönerek. “Merhaba demediğim için özür dilerim sizden, Bayan Yenge.” Yener’i ensesinden tutup bez bebek gibi salladı. “O sırada köpeğime ahlak eğitimi veriyordum da.”
“Sorun değil, Adnan,” diye mırıldandım, bir an önce buradan gitmemiz gerekiyordu. Ortalık daha ne kadar karışabilirdi ki? Tam o sırada Gaye ileriyi işaret etti.
“Ah bir de Gurur’un abisi vardı,” dedi Gaye beni şaşırtarak. “İşte o da geldi!” Bana döndü. “Rektörümüzü tanıyormuş, selam vermeye gitmişti.”
Gurur’un abisi… Derin bir nefes alarak Gaye’nin işaret ettiği yöne baktığımda, takım elbisesiyle bana doğru yürüyen kişinin Hakan Basri Şenkaya olduğunu zaten ona bakmadan bile anlamıştım.
“Gurur,” dedim aniden beklenmedik bir atakla onun elini tutup çekiştirmeye başlayarak. “Benimle gel. Hemen.” Parmaklarımız birbirine düğümlendi, yüreğim ağzıma taşındı ama gözlerim hâlâ öfke ateşiyle yanıyordu.
Onu çeke çeke binanın arkasına götürdüm, gözden kaybolduğumuzda aniden elini bırakarak onu sertçe itip, benden uzun olduğu için ona alttan alttan öfke dolu gözlerle baktım. Buz yangını gözler gözlerime tutundu, sırtını duvara yaslayıp bana dikkatle, konuşmadan öylece bakmaya başladı.
“Hangi cüretle buraya gelirsin?” diye sordum. “Hadi buraya geldin, hangi cüretle arkadaşıma böyle bir yalan söylersin?” Sadece bakıyordu bana, bense öfkeliydim, öyle çok öfkeliydim ki… Gözlerim onun dudaklarına kayınca dikkatim allak bullak oldu, hızla bakışlarımı gözlerine çiviledim. “Arkadaşlarını ve Muşta’yı nasıl buraya getirirsin?”
Gurur, sadece gözlerimin içine bakıyordu. Gözleri kısıktı, yüzü mermer gibiydi, kafasını hafif bir açıyla eğmişti, bakışları hem donuk hem de yoğundu.
Ellerimi hırsla göğsüne vurarak, “Nasıl beni o zehirli dudaklarınla öpersin?” diye bağırdım ve tam o anda güçlü parmakları bileklerimi kelepçe gibi kavradı. Ellerim göğsünde asılı kalırken gözlerimi kaldırıp ona baktım, zaman durmuştu, aramızdaki bakışma süregelirken sanki dünya artık dönmüyordu.
“Nasıl?” diye sordu kısık bir sesle, başını hafifçe omzuna yatırıp gözlerimin içine bana inanamıyormuş gibi bakarken. “Nasıl beni uyutmayan kelimeler söylersin?”