🎧: Anathema, Flying
Bir insanın kalbinde ölen her duygunun tabutu, kelimeleri olurdu.
Bir insan, bir hayatı kelimelere sığdırabilirken, bazen bir insan, bir duyguya kelimeler yetiremezdi.
Zaman, çocukluğumun bana bıraktığı bir dosttu ve ben büyüdükçe, sırtında bıçağını hissetmeye başlamış, onun dostum değil düşmanım olduğunu anlamıştım.
İnsanlar tanımıştım, şehirler görmüştüm, hislerin içinden geçmiş, bir düşmanla nasıl aynı yatakta uyunur bunu zamandan öğrenmiştim. Ben büyüdükçe zaman da benimle birlikte büyür sanmıştım ama o hep yaramaz bir çocuk gibiydi, benim kelimelerimin bittiği yerde onun yalanları ve gözyaşları başlardı; beni her zaman kendisiyle kandırır ama asla vadettiklerini yapmazdı.
Babamın sesini duyuyordum, sesi bir uçurumun dibindeymiş gibi uzaktı; babamın sesini duyuyordum, sesi bana kalp atışlarımdan daha da yakındı. Sisli bir geceydi, ileride yanan sokak lambasının sadece boğuklaşmış turuncu ışığı görünüyordu, her yer kar gibi beyazdı ama sokak lambasının ışığı beyaz tenli bir kadının kalbi gibi alev alevdi. Yere düşen her bir adımımda arkamda zincir sesleri bırakıyordum ve bıraktığım zincir sesleri sisli geceye emanet kalıyordu.
Babamın sesini duyuyordum.
Sesi bana şehirlerce uzaktaydı. Ve yine babamın sesini duyuyordum, bir sokak ileride, bana atacağım birkaç adım kadar yakındı. Aniden sokak lambası söndü, beyaz tenli kadının kalbi durmuş gibi her yer karanlığa gömüldü ama karanlığa rağmen her yerimi saran sis, kalbime düşmüş bir kötülük tohumu gibiydi.
Bir gün kötü bir insan olmaktan korkuyordum.
Ve babamın sesini duyuyordum.
“Zeliha,” diyordu babam. “Kimsenin karanlığının gardiyanı olmasına izin verme.”
Sisler her tarafımı kaplıyor, bedenimi içine alıyor, beni sarıp sarmalıyordu ve babamın sesi şimdi daha da uzaktaydı.
“Zeliha, savaşından vazgeçme.”
İçim bir anda ateşlerle dolmuş gibi hissetmeme neden olan sesi zihnimde, kalbimde, ruhumda, damarlarımda akan kandaydı. Cenan Hoca’nın gözleri gözlerimden içime girip çıkan bir bıçak gibi beni kan revan içinde bırakarak benden ayrıldı. Siyah topuklularının yere düşen sesleri boş sokağa yayılırken pastanenin merdivenlerini indi ve kaldırımda dimdik omuzlarla yürümeye başladı.
“Sorun ne?” diye sordu Zincir, sesi benim hissettiklerimin aksine sakindi.
“O kadını gördün mü?” Hızlıca ona doğru döndüm, bir ayağım hâlâ aracın dışındaydı. “Pastaneden çıkan.”
“Hayır,” dedi. “Bir arkadaşın falan mı gördü?”
“Hayır,” dedim sertçe. “Daha büyük bir şey. O kadın, Cenan Kaplaner’di.”
Zincir’in bir an yüzündeki ifade yerini buzlara bıraktı; buzdan sarmaşıklar hızlıca yüzünün sınırlarında ilerledi. “Ne?” Onu tanıdığını sesinin tonundan bile anlamak mümkündü. Cenan Kaplaner, o gün okulda ondan bahseden kızların söylediği kadar ünlü bir avukat olmalıydı.
“Dersime giriyor, beni gördü.”
“Sivil bir arabadasın,” dedi toparlamak istiyor gibi. “Görse ne olacak? Bir sorun yoktur.”
“O kadını tanıyor musun?”
“Evet,” dedi, çenesi kaskatıydı. “Onun ismini duymayan yoktur. Isparta’da olduğunu bilmiyordum, Ankara’nın demirbaşlarındandır o.”
“Artık burada, Süleyman Demirel Üniversitesinde öğretmenlik yapıyor.” Ellerimi hızlıca kollarıma sürttüm. “Seni daha önce görmediyse senin bir asker olduğunu anlamaz.”
“Eğer bahsettikleri gibi kaplan hafızası yoksa, beni hatırlamamıştır.”
“Kaplan hafızası mı?” diye sordum panikle. “Hem hatırlamamak da ne demek? Birbirinizi daha önce gördünüz mü yani?”
“Gördük,” diye geçiştirdi. “Herkes onun bir gördüğü yüzü bir daha ömrünün sonuna kadar hiç unutmadığını söyler.” Zincir, ardından gözlerini ön cama çevirdi. “Sen şimdi git, eğer gerçekten beni tanıdıysa, zaten bunu sana belli edecektir. O âna kadar bunu düşünme.”
“Gerçekten tekin değilsiniz, değil mi?” diye sordum içime ekilen şüpheyle.
Gözlerini devirdi.
Bir şey söyleyecek gibi oldum ama sonra konuşmanın manasız olduğunu düşünüp ağzımı kapattım. Birkaç saniye sadece olduğum yerde oturdum, sonra araçtan inip gözlerimi yolun diğer ucuna kaydırdım. Cenan Kaplaner, orada değildi, muhtemelen bir taksiye atlayıp buradan ayrılmış olmalıydı. Onun bu sokakta ne işi olduğunu merak ediyordum, daha önce buralarda ona benzeyen bir kadın bile görmediğime emindim.
“Etrafına öyle bakmak yerine evine git,” dedi Zincir, gözlerimi aracın içine çevirdim, eğilmiş yüzüme bakıyordu. “Bu şekilde etrafı incelemen sadece şüpheli gibi görünmene neden oluyor.”
“Sadece…” Başımı iki yana salladım. “Her neyse.”
“Uyusan iyi edersin, gözlerinin altı keşten hallice.”
“Dersim var,” dedim sertçe.
“Saat kaçta?”
“10:20’de.”
“Epey vaktin var, gidip uyumalısın.” Tam kapıyı kapatacağım sırada beni durdurdu. “Dersin ne zaman biter?”
“Belli olmaz ama öğleden sonra bitmiş olur.”
Bir şey söylemesine izin vermeden kapıyı kapatıp daha fazla konuşmasına engel oldum. Dışarıda içimi donduracak kadar keskin bir soğuk vardı. Zincir’i arkamda bırakarak hızla yürümeye başladım ama attığım her bir adım, zihnimin önüne örülen bir duvar gibiydi.
Daha onun ismini bile bilmediğimi fark ettiğimde adımlarım olduğum yerde bıçak gibi kesildi ve spor arabanın kaplan misali kükreyen motorunun sesi sokağı inletti. Omzumun üzerinden sokağın diğer ucuna bakıp uzaklaşmaya başlayan spor arabanın usul usul küçülerek yok olduğu ânı izledim.
En büyük problemlerden biri kızlara yalan söylemek zorunda kalacak olmamdı, bu ikinci ortadan kayboluşumdu ve normalde böyle şeyler yapmadığım için sunacağım bahanelerin hiçbiri onları tatmin etmeyecekti. Bir diğer sorun, Cenan Kaplaner’di. Zincir gibi buz üfleyen bir adamın bile ifadesinin karman çorman olmasına neden olacak türden bir kadın… Onun karşısında çok zayıftım ve yapacağım tek yanlış harekette enseme çökebilirdi; en azından ben bunun böyle olacağını düşünüyordum ve şu an en çok istediğim şey yanılmaktı.
Adımlarım eve yöneldiğinde üzerimde bir sakinlik vardı. Evin kapısını büyük bir sessizlik eşliğinde açıp içeri girdim, içerisi zifir gibi kapkaraydı. Işığı açmak, hâlâ uykuda olduğunu varsaydığım arkadaşlarımın dikkatini çekebilirdi, bu yüzden karanlıkta dikkatli adımlarla odama doğru ilerlemeye başladığım sırada bir ses duydum.
“Saat kaç, Zeliha?”
Duraksayıp bakışlarımı karanlıktan yayılan sesin olduğu yöne çevirdim, görebildiğim tek şey sadece karanlıktı. Çolpan birden çakmağı çakınca küçük bir alev fırlayarak yanmaya başladı ve Çolpan’ın yüzü gözlerimin önüne çizildi. Kaşlarını çatmış bana bakıyordu, L koltuğun üzerindeydi, kıvırcık saçlarından iri bir topuz yapmıştı, hiç uyumadığını fark ettiğimde duraksadım.
“Bilmem?” dedim aptalı oynayarak. Gerçekten çok yorgundum. Şimdi yatsam, aylarca uyuyabilirmişim gibi yorgundum ama biliyordum ki uyku beni kollarının arasına kabul etmeyecekti; yaşadıklarımı gözlerimin önünden silemediğim sürece hiçbir zaman huzurlu bir uykuya dalamayacakmışım gibi hissediyordum. Bunu Çolpan’a söyleyemeyeceğim için arkadaşımın alevin ışığıyla aydınlanan yüzüne büyük bir sakinlikle bakmaya başladım.
“Nerede olduğunu söyleyecek misin yoksa oturduğum yerde senin için endişelenmeye kaldığım yerden devam mı etmem gerekiyor?” Kaşlarını çattığını gördüm, çakmağın alevi söndü, ışığı yakıp omuzlarımı düşürerek tekrar ona doğru döndüm. “Zeliha, aptalı oynama. İki gündür bir şeyler oluyor ve bizden saklıyorsun. Seni rahatsız eden biri varsa bunu bizimle paylaşmalısın.”
“Ben… Sadece hocaya yardımcı oluyordum.”
Kaşlarını kaldırdı. “Hocanın ismini söyler misin?”
“Neden bana inanmıyorsun?” Yüzümü buruşturdum. “Bu sorgu da neyin nesi? Eve tek parça girdim, gördüğün gibi.”
“Evet, tek parça girdin ama ya tek parça girmiş olmasaydın?” Sorusu yüzüme çok sert bir şekilde çarpılmış bir kapı gibiydi. “Hocaya yardım etmediğini biliyorum. Arkadaşlarından birinde de kalmadın çünkü hiçbiriyle birlikte kalabilecek kadar yakın değilsin. Neler oluyor?”
Bir insana yalan söylemek, göğsünde bir ışık söndürmek gibiydi ve benim göğsüm, şimdi geceden daha karanlıktı.
Doğru kelimeleri aradım, bir şekilde dudaklarıma dokunarak orada iz bırakacak kelimeleri… Ne söylersem söyleyeyim, Çolpan kandırılması çok zor bir insandı ve gözlerimin içine baktığında yaşadığım bazı duyguları görebildiğine emindim. Yine de şansımı denemeye karar verdim.
“Biriyle görüşüyordum,” dedim, bu yalanı kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi ama böyle zor bir anda pat diye ağzımdan çıkıvermişti. Çolpan’ın kaşları neredeyse alnını aşarak saç diplerine varacakmış gibi yukarı tırmandı. “Öyle bakma, ciddiyim,” diye mırıldandım.
“Görüştüğün biri var ve biz bunu bilmiyor muyuz? Bu biri, bir erkek mi?”
“Evet. Sadece aramızda ciddi bir şeyler olmadığı için ondan bahsetme gereği duymamıştım.” Omuz silkerek yavaşça gülümsemeye çalıştım, Çolpan şimdi tüm şüpheleri üzerime çekmişim gibi bana dik dik bakıyordu.
“Aranızda bir şey yok ama sen onunla görüşüyorsun? İki gecedir?”
“O anlamda bir görüşme değil,” diye karşı çıktım, içimi kaplayan tuhaf hissin ne denli ağır olduğunu o bilemezdi. Bakışlarımı ellerime indirdim. “Size anlatacaktım.”
“Kimmiş bu adam?” Sorusu beni gafil avlamıştı. Birden söyleyecek hiçbir şey bulamamanın boşluğuyla ellerime bakakaldım. “Evet, tanıyor muyuz?”
“Hayır,” diye mırıldandım ama sesim artık can çekişiyormuşum gibi çıkıyordu. Bundan nefret ediyordum, yalan söylemek zorunda kalmak benim için çok zordu; ölümden bile zormuş gibi geliyordu. “Okuldan değil.”
“Zeliha, bana doğruyu mu söylüyorsun?”
“Çolpan, anlamıyorum,” diye çıkıştım. “Neden böyle bir konuda sana yalan söyleme ihtiyacı duyayım ki?”
“Bilmiyorum, Zeliha. Eğer bir adam olsaydı bunu bilirdik,” dedi Çolpan, çıplak bacaklarını koltuktan aşağı sarkıttı, yeşil ev terliklerini ayaklarına geçirip banyoya doğru yürümeye başladı. Bu esnada olduğum yerde hareket dahi etmeden onun düzenli hareketlerini seyrediyordum. Banyonun kapısının kulpunu tuttuğu sırada gözleri omzunun üzerinden yüzüme çevrildi. “Ne zaman istersen benimle konuşabilirsin, bunu unutma,” diye fısıldadı, sesindeki anlayış yaptığım yanlışın daha da ağırlaşarak sırtımı parçalamaya başlamasına neden olurken yalnızca ona bakakaldım. Bir müddet sonrasında da Çolpan yüzünde tuhaf bir ifadeyle banyoya girerek beni yalnızlığımla baş başa bıraktı.
Sadece iki saat süren uykum, kan ter içinde, gözlerimin kenarlarında kuruyarak tenimi gerginleştiren gözyaşlarının varlığını hissetmemle sona ermişti, bir süre bağdaş kurarak oturduğum yatağın üzerinde yalnızca boşluğu izleyerek düşünmüştüm.
Sonunda daha fazla yatakta kalamayacağımı, bu yatağın her geçen saniye benim mezarıma dönüşüyor olduğunu kavrayarak yataktan fırlayıp kalktım. Dişlerimi fırçalayıp, dipleri hâlâ nemli olan saçlarımı kuruttum. Tekrar odaya döndüğümde elbise dolabını açıp, yere saçtığım birkaç kıyafetin içinden birbirine uyup uymadığını zerre önemsemediğim iki parça alarak üzerimdekileri çıkarmaya başladım. Siyah boğazlı, ince bir kazak giydikten sonra saçlarımı kazağın içinden çıkarmadan siyah kotu bacaklarımdan geçirdim.
Kafamın içi sahipsiz, içi boş mezarlarla dolu gibiydi.
Sarı, kısa yağmurluğumu giyip fermuarını çektikten sonra saçlarımı yağmurluğun içinden çıkararak omuzlarıma serdim. Telefonumu, çantamı ve cüzdanımı alarak hızla odadan çıktım. Kafa bantlı siyah kulaklığımı takarak binanın merdivenlerini hızla indiğim sırada ağzıma bir naneli şeker atıp şekeri dilimle ağzımın içinde kaydırırken binadan çıktım. Dışarıda yağmur atıştırmaya devam ediyordu, yağmurluğun şapkasını kafama geçirerek müziğin sesini sonuna kadar açtım ve etrafımdaki her şeyle bağlantımı keserek otobüs durağına doğru yola koyuldum.
10:20 dersi boş geçmişti. Verilen kısa arada çoğu öğrenci okuldan ayrıldı ama benim okuldan başka gidecek bir yerim yokmuş gibi hissettiğimden yanımdan geçip giden insanları büyük bir sakinlikle oturduğum yerden kalkmadan izledim. Geçen hafta çıkardığım notların olduğu defteri açıp sayfaları karıştırmaya başladığımda, bir çift gözün kadrajında olduğumu hissedip gözlerimi kaldırarak dersliğin çıkış kapısına baktım. Hüsrev’i kapıda görmeyi beklemediğimden kaşlarım önce yavaşça yukarı kalktı, ardından dudaklarım yukarı kıvrıldı ve başımı onu selamlamak ister gibi salladım. Ellerini beyaz önlüğünün ceplerine koymuştu, omzunu dersliğin kapısına bastırarak gülümsedi.
“Ne o, ara vermeden çalışıyor musun, Avukat Hanım?”
“Notlara göz gezdiriyorum.”
Hüsrev, yaslandığı kapıdan kendini öne iterek geri çekildi, adımları sınıfın içine düşmeye başladı, projektörün hâlâ açık olan ışığını keserek onun önünden geçti ve bir an perdede gölgesinin devleştiğini görür gibi oldum. Defterin kapağını kapatarak dirseklerimi masanın üzerine bastırdım.
“Bu gözlerinin hâli ne, Zeliha?” Hüsrev, yüzünde bir memnuniyetsizlikle gözlerimin altlarına baktı. “Dürüst bir arkadaş olacağım. Bok gibi görünüyorsun.”
Şakaklarımı ovarken ne diyeceğimi bilemez hâldeydim. Bok gibi göründüğümü zaten biliyordum, bunu görmesi bir şeyi değiştirmiyordu benim için ama göremediği bir şey vardı, sadece bok gibi görünmüyor, bok gibi de hissediyordum. Aramızda yüzyıllarca sussam bile aynı etki yaratamayacak bir sessizlik yaşandı.
“Zeliha,” dediğinde kafamı kaldırdım, gözlerim onun koyu renk gözlerine tutundu. “Her şey yolunda mı?”
“Neden herkes bunu soruyor?” Bakışlarımı ondan uzaklaştırdım. “Tuhaf.”
“Çünkü kendin gibi davranmıyorsun.” Hüsrev, avucunu alnıma koyup ateşime baktı, kaşlarını çattı. “Ateşin yok ama yüzündeki tüm kan çekilmiş gibi duruyor. Gözlerinin bu hâle gelmesi için yalnızca uykusuz kalmak yetmez. Ailenle ilgili mi bir sorun var?”
“Hayır. Dersler konusunda endişeliyim sadece.”
“Senin derslerin iyi,” dedi omuz silkerek. “Bunu neden takıyorsun?”
“Bilmiyorum. Sence de son zamanlarda her yere hukuk bölümü açılmıyor mu?” Bu sorum bir an Hüsrev’i güldürdü. Ona tuhaf tuhaf baktım. Aslında Zincir’in bana laf sokmak için söylediği bu cümlenin ne anlama geldiğini biliyordum ama konuyu dağıtmak için o cümleyi yeniden gündeme getirme ihtiyacı hissetmiştim.
“Çıldırdın mı? Senin bölümün girilmesi en zor bölümlerden bir tanesi. Sen başarılısın.”
Zincir, aksini savunana kadar benim de düşüncem bu yöndeydi aslında. Amacı neydi bilmiyordum ama insanı etkileyebilen bir kişiliği vardı ve biraz zorlasa beni parmağında oynatabilirmiş gibi hissediyordum. Yine de buna izin vermeyecektim.
“Beni boş ver. Ara sıra bu tarz gelgitlerim oluyor,” dedim.
“Gaye ile öğle yemeğine çıkacağız, bize katılmak ister misin?”
Başımı nazikçe iki yana salladım. “Teşekkür ederim ama aç değilim. Bugün biraz çalışmak istiyorum. Konuların gerisinde kalmışım gibi hissediyorum.” Ellerimi masanın üzerine koydum; bazen ellerimi koyacak yer bulamıyordum. Böyle zamanlarda sessizce ellerimi izlerdim, ellerimin yalnızlığını yüreğimde hissederdim ve bu bana, tıpkı ellerim gibi kimsesiz hissettiğim anları hatırlatırdı.
Hüsrev, “Peki,” dedi ama bir şeylerden şüphe duyduğunu anlayabiliyordum. Biri yüzüme yalnızca baksa bile bir şeylerin yolunda gitmediğini anlardı.
“Bize biraz izin verir misin?” Zarif sesin sahibini tanıyordum, bakışlarım hızla sesin geldiği yöne su misali akınca, Cenan Hoca’nın içeri girdiğini gördüm, koyu renk gözleri bendeydi. Hüsrev, onu fark edince omzunun üzerinden kadına baktı, ardından başını yavaşça salladı. Hüsrev’in gitmemesi için yalvarabilirdim. En büyük korkularımdan biri Cenan Hoca’yla baş başa kalmaktı ve o benimle yalnız kalmak istiyordu. Hüsrev’in bakışları gözlerime mıhlandı, gözlerimdeki yardım çığlıklarını görüyormuş gibi kaşlarını çattı.
“Seni dışarıda beklememi ister misin, Zeliha?”
“Hayır,” diye fısıldadım yüreğim aksini haykırırken.
Hüsrev, başını yavaşça salladı, ellerini önlüğünün ceplerine koydu ve ağır adımlarla dersliği terk etti. Şimdi bakışlarım tekrardan ellerimdeydi, kafamı kaldırıp kadına ne olduğunu sormaya korkuyordum çünkü içten içe ne olduğunu biliyordum. Eğer bana beni sıkıştıracak bir soru sorarsa, ne yapardım? Fazla panikliyor, çok evham yapıyordum. Bunu kesmeliydim.
Topuklu ayakkabılarından dökülen sesler duvarlara izler çizerek yankılar hâlinde kulaklarıma dağıldı, bir süre sonra gölgesinin üzerime devrildiğini hissettim ve kafamı yavaşça kaldırarak beni izleyen koyu renk gözlere baktım. Toprak tonlarındaki rujunun doldurduğu dudaklarını yavaşça yalayıp, iki elini masanın üzerine bastırıp yüzüme doğru eğildi; pahalı parfümünün kokusu ciğerlerimi doldururken ona sadece bakıyordum, verebildiğim başka hiçbir insani tepki yoktu.
“İsmin nedir?”
“Zeliha,” dedim sonunda konuşmam gerektiğini kavrayacağım kadar çok zaman geçtiğinde.
“Soyadın?”
“Özdağ,” dedim Cenan Hoca’nın gözlerinin içine pürdikkat bakmayı sürdürürken.
Beyaz ojeli tırnaklarını masaya vurarak başını yavaşça salladı, gözleri hâlâ gözlerimdeydi ve kalbim korkular tarafından çevrilmişti.
“Bu sabah seni gördüm,” dedi, kalbim gümbür gümbür çarpmaya başlayınca aramızda üzerinde durduğum ipin ayaklarımı jilet gibi kesmeye başlamasına neden olan bir sessizlik yaşandı. “Bir arabadan iniyordun, ismini bilmediğim için sana günaydın diyemedim.” Bir an donup kaldım. Gözleri şimdi gözlerime daha yoğun bakıyordu. “Artık ismini bilmediğime göre sana günaydın diyebilirim.”
Dudaklarım aralanacak gibi oldu ama sonra onları sımsıkı kapatarak Cenan Kaplaner’e baktım. Kaplan dikkati olan kadına… Bir şeyleri hem biliyor gibi bakıyordu hem de bir şeyleri bilmeye ihtiyaç duyuyor gibi… Gözlerim uzun süre koyu renk gözlerinin dehlizlerinden koparak gerçekliğe dönemedi.
“O saate kadar dışarıda mıydın yoksa okula mı geliyordun?” Sorusu kalbime bir bıçak misali saplandı.
Yanaklarıma yapışan saçlarımı yüzümden çektim, avucumu bir diğer elimin üzerine bastırdım. “Bunu neden soruyorsunuz?” diye sordum sakin tutmaya çalıştığım sesimle. Karşısında dimdik durabilirsem belki de onun bir kaplanın pençeleri kadar keskin olan pençelerinin arasından hiç yara almadan kurtulabilirdim. Yüzümün kül renginde olduğuna çok emindim.
“Öğrencim değil misin?” Tırnakları tekrar masanın üzerinde hareket edip bana zamanı hatırlatan bir ses çıkardı. “Öğrencim olduğun için seni merak etmem doğal, değil mi? Başının belaya girmesini istemem.”
Nabzım şimdi bileğimi parçalayacakmış gibi hissediyordum. Onun gözlerindeki şüpheyi görmemek için bakışlarımı ellerine indirdim ama Cenan Hoca’nın yoğun bakışlarını yüzümde hissedebiliyordum. Bu bakışların ne anlama geldiğini bilmesem de beni hiç olmadığım kadar huzursuz hissetmeye sevk etmişti.
“Başım neden belaya girsin, hocam?” Yüklemeye çalıştığım gücün beni daha çok yaraladığını hissetsem de kafamı kaldırdım ve kadının gözlerinin içine baktım. “Ne söylemeye çalıştığınızı anlamadım. Bir erkek arkadaşımla o saatlere kadar eğleniyor olmamın başıma bela olabileceğinden mi bahsediyorsunuz? Eğer bunu kastediyorsanız, arkadaşım güvenilir birisidir.”
Bana yoğunlaşan dikkati, üzerime takvim yapraklarından düşen zaman gibi devriliyordu.
“Arkadaşın bir öğrenci değildi sanırım,” dedi, gözlerine yalpalayan bir dikkatle baktım. Cenan Hoca’nın gözlerindeki soğuk, soluduğum her nefeste içimi buz parçalarıyla dolduruyordu. Ne söylemem gerektiğini bilmiyordum, ona nasıl bakmam gerektiğini bile bilmiyordum. Ortada karman çorman bir durum vardı ve ben o durumun tam ortasında tek başımaydım.
“Anlamadım?”
“Altındaki araba epey lükstü,” dediğinde kaşlarımı çatmamak için kendimi sıktım. Böyle konulara karışan, bu tür şeylerle insanların başını ağrıtan biri olmadığı kesindi; buna dayanarak emin olduğum bir şey daha vardı, bu da benden şüphelendiğiydi. Ama benden ne için şüpheleniyordu? Ben öylece Cenan Hoca’nın gözlerine bakarken, Cenan Hoca konuşmasına devam etti: “Gözlemlediğim kadarıyla okulda bu kadar lüks bir spor araba kullanan öğrenci yok.”
“Ee?” dedim birden elimde olmadan. “Arkadaşlarımız okulun içinden olacak diye bir şey mi var?”
“Hayır,” dediğinde dudakları yavaşça yukarı kıvrıldı. “Sadece güvende olduğundan emin olmak istedim.”
“Neden güvende olmayayım?” diye sordum aniden ters bir şekilde.
“Sadece his,” dedi, yavaşça geri çekilip karşımda dimdik durdu, alımlı bir kadındı ve gözlerine yayılan şüphe, güzelliğine karanlık bir gölge düşürüyordu. “Yerinde olsam dikkatli olurdum, Zeliha. Zamane gençlerine hiç güven olmuyor, değil mi?” Yavaşça yana doğru dönüp kollarını göğsünün üzerinde topladı, topuklularının üzerinde birkaç adım atıp gözlerini pencereye dikti. “Üstelik şehirde işlenmiş bir cinayet varken.”
Duvarda asılı duran saatin sesi kesildi; kulaklarımda ölümcül bir uğultu dolaşmaya başladığında buz gibi olmuş ellerime bakıp güçlükle yutkundum. Her şey ortaya mı çıkmıştı? Kimden bahsediyordu? Kalbim yerinden çıkacakmış gibi atıyor, korku hissi tüm bedenimi kaplayan damarlar gibi kaplayarak beni esiri ediyordu.
“Cinayet mi?” diye sordum titreyen bir sesle. “Bir şey mi oldu? Okuldan birine?”
“Hayır,” dediğinde hâlâ pencereye bakıyordu. “Bir veteriner.” Biri tetiği silahın namlusu şakağıma yaslı dururken çekmiş gibi sarsıldım. “Adamın kriz geçirip kendine zarar verdiği söylense de cinayet ihtimali var.” Sertçe yutkundum. “Kimse kendini o şekilde öldüremez.”
“Nasıl olmuş?”
Cenan Hoca’nın bakışlarında herhangi bir duygu değişimi yaşanmadı. “Vahşet dolu bir cinayet. Duymasan daha iyi olur. Adamın bir süredir uyuşturucu kullandığı ortaya çıkmış, yoksunluk krizi bu cinneti tetiklemiş olabilir deniyor. Ama ben inatla bir insanın kendini o şekilde öldürebilmesinin imkânı olmadığını savunuyorum.”
Zamanı kilitleyip göğsümün ortasına asmışım gibi hissediyordum. Bu kilidin anahtarı Cenan’daydı sanki, kilidin yerini bulursa zamanı özgür bırakacaktı ve geçmiş, hiç geçmediğini, hep orada durduğunu, asla silinmeyeceğini belli edercesine onun gözlerinin önüne serilecekti. Ruhumun bir parçasını o gecenin içinde yaralı bırakmıştım, tüm delilleri karartsalar bile ruhumun parçasından saçılan kanları temizlemeleri imkânsızdı. Belki de Cenan ruhumdan gelen kokuyu soluyordu.
“Şimdilik polisleri ikna etmiş gibi duruyorlar ama ben bu işin peşini bırakmayacağım, Zeliha,” dedi geçmişi bir kâğıt gibi ikiye yırtarak.
Bakışlarım onun profiline saplanıp kaldı, o bana bakmasa da benim ona baktığımı hissettiğini içten içe biliyordum. Belki o göremiyordu, belki kimse göremiyordu ama ben görebiliyordum. Ellerimde, tenimde, ruhumda, saçlarımda, kirpiklerimde kan vardı. O geceden sonra elimi ne zaman bir yere sürtsem, geri çektiğimde parmaklarımın şeklini oraya gömmüş kan lekeleri görüyordum.
“Ne yapacaksınız peki?” Sorum, Cenan’ın ilgisini çekmedi ama çehresini saran o ifadesizlik sarmalı biraz olsun dağılarak yerini gerçekçi bir duyguya bıraktı. Bakışlarını arasında tuttuğu kirpiklerini kıstı.
“Soruşturacağım,” dedi. “Beni tatmin eden bir sonuç alıncaya dek, bu işin peşini bırakmayacağım.”
Yutkunmak istedim ama kelimeleri boğazıma atılmış düğümler gibiydi. Tüm bu sessizliği içime gömerek, ağlaya ağlaya kaçmak istiyordum ondan. Cenan Hoca’nın bakışları omzunun üzerinden bana doğru kaydığında gözlerimiz birbirine çarptı ve her ikimizin de ifadeleri sarsılarak farklı noktalara devrildi.
“Notların çok iyi,” dediğinde gözlerimiz birbirinden ayrılmamak için yemin etmişlerdi sanki. “İyi bir geleceğin var. Bu araştırmada bana yardımcı olursan, mezun olduktan sonra sana çok daha fazla imkân yaratabilirim.”
Can çekişen ruhumun tepesinde bir akbaba dolanıyormuş, ruhumu parçalara ayırmak için ruhumun son nefesini vermesini bekliyormuş gibi hissediyordum. İhanet damarlarımda akan kanda mevcut değildi. Her zaman bir insanın sırtını yaslayabileceği o güvenilir dağ olmayı dileyen biri için Cenan’ın benden istediği çok fazlaydı. Gözlerim kadının koyu renk gözlerine kanca gibi geçtiğinde, onun bir şeylerden şüphelendiğinden artık tüm kalbimle emindim. Ama nasıl oluyordu da benden şüphelenebiliyordu? Bildiği bir şeyler mi vardı?
“Benden nasıl bir yardım istiyorsunuz, hocam?”
Tek kaşını kaldırınca içimden buz gibi bir ürperti geçti. “Bildiklerini…” Gülümsedi. “Öğreneceklerini istiyorum senden. Sen zeki bir kızsın, Zeliha.”
“Bildiklerim mi?” Dudaklarım alayla yukarı kıvrılırken yüzümü buruşturdum, Cenan Hoca’nın duraksadığını gördüm. Beni hafife almamalıydı, içimde nasıl bir yara taşırsam taşıyayım, kabuğu gizlemeyi biliyordum. Bakışlarıma bir ciddiyet bindi. “Daha açık konuşur musunuz, hocam? Bir araştırma mı yapmamı istiyorsunuz? Eğer iyi bir gelecek içinse, bu araştırmaya varım ama hayati bir tehlikesi yoktur umarım? Eğer bahsettiğiniz gibi ortada bir cinayet varsa, bir katil de var demektir. Kendimizi tehlikeye atmış olmayız, değil mi?”
Cenan Hoca, aniden sersemlemiş gibi oldu ama sonra o güzel yüzündeki ifadeyi pratik bir şekilde toparladı. Uzun tırnaklarını kalem eteğinin kumaşında gezdirirken aslında sadece düşünmek için zaman yaratmaya çalışıyor gibi duruyordu. Bir an kendimi Zeliha değil de Zincir’in bir yansımasıymışım gibi hissettim. Psikolojik olarak küçük oyunlar oynayarak onu bu düşünceden uzaklaştırabilir miydim? Tıpkı Zincir’in arabada bana dediği gibi, bir anlığına rahat davranmak beni suçlu konumundan uzaklaştırmaya yeter miydi?
“Endişe etme,” dediğinde sesindeki karmaşa yok olmuştu, gözleri yeniden bir atmacanın gözleri gibi gözlerime saplı duruyordu. “Gerçekleri öğrenmek için her şeyi yaparım, Zeliha ama bir öğrencinin canını asla tehlikeye atmam. Öğreneceğin her şey senin gelecek güvencen olacak ve öğrendiklerin büyük şeyler olursa, seni yaptığın büyük hatalara rağmen koruyup kollarım.”
Anlık donup kaldım. Sanki zihnimin içinde mürekkep misali ilerliyordu da anılarıma ulaşıp işlenen günahı izliyordu. Kendimi toparlamam gerektiğini fark ettiğimde, olta ne kadar gösterişli olursa olsun, oltanın ucundaki yeme gelmemeye kararlıydım.
“Nereden başlamam gerektiğini biliyor musunuz? Araştırmalara başlamak isterim,” dedim kendimden emin bir tavırla. “Ama ailemi bilgilendirmem gerekecek, ailemden gizli hiçbir şey yapmam ve bu ciddi bir konu, hocam. Üstelik söylediğiniz gibi, ucunda bizi bekleyen bir katil de olmayabilir. Vaktimi boşa harcayacaksam da ailemin haberi olmalı. Ve tabii ki ne kadar beni koruyacağınızı bilsem de eğer ortada gerçekten bir cinayet varsa, burnunu sokan bir hukuk öğrencisi olarak ben de mutlaka hedef alınırım.”
Söylediklerim kafasını karıştırmaya yetmiş miydi bilmiyordum ama ben şimdi o gece hissettiğimin iki katı daha berbat hissediyordum kendimi. Aniden bir ışık dalgası gri gökyüzünü beyaza boyadı, dersliğin zeminine düşen ışık, arkasından kuvvetli bir gök gürültüsünü dersliğin duvarlarına taşıdı.
“Bu konuyu daha ayrıntılı konuşacağız,” dedi, topuklu ayakkabılarının üzerinde dönerek çıkışa doğru ilerlemeye başladı. Tuttuğum soluk içimi yakıyordu, her an dönüp her şeyi bildiğini söylemesinden, beni tehdit edip belki de beni bölümümden etmesinden çok korkuyordum. Tam kapıya yaklaştığı sırada adımları durdu ve şiddetli bir yağmur aniden bastırarak pencerelere çarpmaya başladı.
“Zeliha,” dediğinde diken üzerinde dursam da çaktırmadım. “Şu arabasında olduğun arkadaşın…” Sonra durdu. Bir şey söylemedi ve derslikten çıktı. Boş koridora düşen topuklu ayakkabı seslerini dinlerken gözlerimi yumdum, ardından alnımı sertçe masaya yaslayıp kollarımı yana doğru düşürdüm.
“Sen bir aptalsın, Zeliha Özdağ,” diye fısıldadım. “Nasıl bir boka battığının farkında bile değilsin. Aptal.”
Okulda kalan zamanım bir ruh gibi gezerek son buldu. Yağmur hâlâ şiddetle yağıyor, sık sık gök gürültüsü sesi duyuluyor ve şimşek, gökyüzünü içindeki kan boşalmış beyaz damarlar gibi sararak örüyordu.
Ayça’nın sesini duyduğumda okulun dışındaydım, durağa doğru ilerlemek niyetindeydim ama arkamdan koşa koşa geldiğini fark edince durup ona bakmak zorunda kaldım. Yağmur hâlâ bardaktan boşalırcasına yağdığı için saçlarım ıslaktı, yağmurluğumun şapkasını takmamıştım, yağmurun puslandırdığı görüş alanıma elinde bir şemsiyeyle bana yaklaşan Ayça girdi. Tam önümde durup soluklanmaya başladı.
“Gece ne haltlar yediğini bile sormayacağım,” dedi nefes nefese. “Bu gece Derya’nın evinde kalacağım, projeye başlayacağız. Çolpan’a söylersin, tamam mı? Buzlukta tavuk var, onu çıkar da çözülsün, pişirip yersiniz.”
Boş bakışlarımı yüzünden çekmeden, “Olur,” dedim sakince.
Duraksadı. “Ne oldu?”
“Bir şey yok, sadece bugün durmadan çalıştım.” Gözlerimi Ayça’nın gözlerinden çekmeden derin bir nefes aldım. “Söyleyeceklerin bu kadarsa gidiyorum.”
Kaşlarının ortasında bir kuşku çukuru oluşsa da bana bir şey sormak istemiyor gibi duruyordu. “Islanıyorsun,” dedi, şemsiyeyi bana uzattı. “Ben nasılsa daha okuldayım, al sen şemsiyeyi.”
“Islanmak istiyorum,” diye fısıldadım. “Zaten otobüse bineceğim şimdi. Bana şemsiye taşıtma.”
“Üşengeç, hasta olursun.”
“Olmam,” dedim omuz silkerek. Bana tuhaf tuhaf baktı.
Genelde kavga ederdik ve baskın taraf o olduğu için kaçan ben, kovalayan o olurdu ama o kadar hâlsizdim ki bunu yapabilecek gücü ruhumdan alamıyordum. Sırtımı dönüp durağa doğru yürümeye başladım, başta Ayça’nın dönüp gideceğini düşünmüştüm ama durağın önüne geldiğimde hâlâ orada durmuş beni izliyor olduğunu gördüm. Kalkan otobüse binmek yerine saçağın altındaki banka oturup, gözlerimi uzaklaşmaya başlayan otobüse sabitledim. Bir süre sonra bakışlarım yeniden Ayça’yı bıraktığım yere kaydı; Ayça, orada değildi.
Düşünceler kıyılarıma vurmuş ölü balıklar gibiydi. Islak saçlarımı kulağımın arkasına itip, cep telefonumu çıkardığım sırada bir arabadan dökülen kükreyiş sesi sokağı inletti ve hemen çaprazımdaki banklarda oturan birkaç öğrencinin gözü sesin geldiği yöne kaydı. Şaşkınlıkla örülmüş bir uğultu sesi duyuldu.
“Vay anasını satayım, millet nasıl arabalara biniyor,” dedi genç bir adam, gözlerimi onlara çevirmedim ama söylediklerini duyabiliyordum.
“Zengin piçi, ne olacak,” dedi diğer genç adam, hasetle baktığını göremesem de hissetmek oldukça mümkündü. “Babasının parasıyla hava yapıyor aklınca. Bizim okuldan mı acaba?”
“Sanmıyorum, hiç bu kadar lüks bir şeyle okula geleni görmedim.”
“Adamın parasının çetelesini tutmak size mi düştü? Salyanızı akıttınız,” dedi genç bir kız güler gibi konuşarak. Aracın çıkardığı homurtuları dinledim, sonra hemen önümde durduğunu fark ettim ve kafamı kaldırıp araca baktığımda beynimden vurulmuşa döndüm. Yan banktakiler bana şaşkınlıkla bakıyor, birbirlerine dirseklerini vurarak beni işaret ediyorlardı. Korkuyla sağıma soluma baktım, gençlerden biriyle göz göze geldiğimde sarışın gençten hızla gözlerimi uzaklaştırıp korkuyla yerimden hopladım.
Aracın ön yolcu koltuğundaki cam otomatik bir ses eşliğinde aşağı indiğinde, şimdi yeniden yağmurun altında sırılsıklam oluyordum.
Zincir, direksiyonun başındaydı, üzerinde yuvarlak yaka bir tişört vardı, bu soğuğa rağmen kısa kollu giymesine hayret etmeye bile fırsatım olmamıştı. Kaşlarımın arasında derin bir yarıkla ona bakmaya başladım.
“Binmeyecek misin, Zeliha?” diye sordu, güneşliği indirip altındaki aynadan arkayı kontrol etti, sonra bakışları bir şahininkini aratmayacak keskinlikle bana çevrildi. “Hadi, fazla dikkat çekiyoruz.”
“Ne hadi?” diye sordum dehşetle. “Okula gelmeni söyleyen mi oldu sana? Çıldırdın mı?” Derin bir nefes alarak arkamda kalan üçlüye baktım, kızıl saçlı kız, sarışın ve esmer iki adamın ortasında oturmuştu; üçü de bize bakıyordu. Sarışın adamın kaşları çatıktı, az önce söylediklerini Zincir’e söylememden çekiniyor gibi bir hâli vardı ama söyledikleri benim umurumda bile değildi.
“Okulun içine girmişim gibi konuşma, binmeyecek misin?”
Ona inanamayan gözlerle baktım. “Eğer bugün yaşananları bilseydin buraya bu kadar rahat giremezdin.”
“Cenan Kaplaner’den mi bahsediyorsun?”
Ona garip garip baktım. “Burada olmaktan korkmuyor musun?”
“Bir Türk askeri hiçbir şeyden korkmaz,” dedi, sesi güçlüydü.
Bakışlarımın adımları gözlerine düşmeye başladı. Gri gökyüzünden ışığını alan gözlerinin rengi şimdi sarı değil de kül rengiydi sanki. Dirseklerimi aracın inen camına bastırarak, “Buradan gitmelisin,” dedim. “Gerçekten gitmelisin.”
“Tesise gelmiyor musun?” Kaşlarını kaldırdı. “Anlaşmadan öylece vazgeçtin, öyle mi?”
“Vazgeçmedim!” Etrafıma bakıp sesimin tonunu alçalttım. “Sadece bunun üzerine seni tekrar burada görmesi çok tehlikeli. Onu anca atlattım!”
“Asıl aniden ortadan kaybolursam bu onun bir kaplan gibi sana pençelerini geçirip durmasına neden olur,” dedi, bir an söylediği bana çok mantıklı gelse de ona inatla bakmaya devam ettim. “Bin arabaya, tesise gittiğimizde konuşalım.”
Omuzlarım düşerken araca bindim. Arabanın içi sıcak ve güvenli hissettiriyordu ama yine de böyle soğuk bir havada kısa kollu giymesinin mantığını çözememiştim. Altında kamuflaj pantolonu olduğunu görünce gözlerim irileşti, hızla aracın dışına baktım, Zincir’in direksiyonu olabildiğince sıkı kavradığını fark ettim. Birinin onu kamuflajlı görmesi demek, tamamen göz önüne çıkmamız demekti. Hele bu kişi Cenan Kaplaner olursa, kendi infazımı kendim gerçekleştirmiş olurdum.
Süren panik havası Zincir’in gaza basmasıyla yerini bir kükreme sesine bıraktı ve araç, önündeki avına saldıran bir kaplan gibi ileri doğru atıldı.
“Burada olmaman gerekirdi.” Gerginliğim sesimi ele geçirmişti, ona doğru bakıp gözlerime sinen öfkeyle kaşlarımı çattım. “Hayatımı mahvettiğin yetmedi mi? Şimdi senin yüzünden peşime Türkiye’nin en büyük avukatlarından biri takıldı. Onu nasıl atlatacağım ben? Kadının bana nasıl baktığını bilmiyorsun. Sanki o… Her şeyi biliyor gibi. Böyle bir şey mümkün olabilir mi?”
Zincir, benim aksime sakince yolu izlerken bana bakma tenezzülünde bile bulunmadı.
“Olayı dramatize etmeyi bırak, hayatı tek mahvolan senmişsin gibi davranıyorsun. O kadının bir bok bilme ihtimali yok.”
Sesindeki sakinliğin aksine Zincir gaza iyice yüklendi. Altımızda kayan yoldan kıvılcımlar çıkıyormuş gibi geliyordu. Hızımız gitgide daha da artarken tedirginliğin gölgeler gibi çöktüğü gözlerimi hız göstergesine indirdim.
“Küçük bir kız çocuğu olduğunu görebiliyorum ama mızmız olmadığını düşünmüştüm.” Alaycı gülüşü dudaklarını nemlendirirken yağmurun damlaları hızla ön cama vurarak camı kırmak istiyormuş gibi sesler çıkarıyordu.
“Hayatının mahvolduğunu söylemeye çalışıyorsan, durma, söyle. Senin de bunu tıpkı benim gibi dillendirmeye hakkın var ama benim bunu haykırmama engel olamazsın. Çünkü ne söylersen söyle, benim hayatım mahvoldu. Ben… Ben sadece sıradan genç bir kız gibi okulumu bitirmek, mesleğimi elime almak ve hayatıma sadece filmlerdeki, kitaplardaki aksiyon sahnelerini izleyerek, okuyarak devam etmek istiyorum.”
Neden bilmesem de bir an sustuğuna şahitlik ettim. Direksiyonu parçalamak istiyormuş gibi sıkıyordu. Başımı iki yana salladım, konuşmayacağını anlamıştım, bu kadar çırpınmam boşunaydı. Belki de zehrimi akıtmaya ihtiyacım vardı, konuşup onu bir yılan gibi sokmam gerekiyordu ama boşunaydı; benim zehrim çoktu ve sanki onu akıttıkça daha da ölümcülleştiriyordum.
Asırlar boyunca süren sessizliği, “Sana ne söyledi?” diye sormasıyla birlikte toz eden Zincir’i önce sessizlikle karşıladım. Ardından içime doldurduğum nefesi ciğerlerime yolladım ve biraz güç dilendim. Sadece biraz daha dik durmam gerekiyordu; her şey bittiğinde kambur kalsam da sorun değildi.
“Bana bir cinayetten bahsetti,” dedim kuru bir sesle. “Bir veteriner cinayetinden.”
“Cinayet mi?” Kaşlarını çattı. “Bunun bir cinayet değil, cinnet olduğunu düşünmeleri için her şeyi yapmıştık. Bu kanıya nasıl varır?”
Bu cümleleri böyle derin bir soğukkanlılıkla kurmuş olması bana buz kestirirken ona sadece baktım.
“Kimsenin kendini o şekilde öldüremeyeceğine inanıyor,” dedim yavaşça, sesim kuruydu, kelimeleri dilimin altındaki kuyuya mühürlemek, sonra da o kelimelerin orada kuruyup ölmelerini izlemek istiyordum. Şimdi zehrini akıtma sırası Zincir’de gibi duruyordu.
“O sadece ağzını arıyor. Bunun bir cinnet vakası olduğunu düşünmeleri için yapılması gereken her şeyi yaptık,” dedi sertçe. “Çivi, asla hata yapmaz.”
“Demek ki bir hata var. Cenan Kaplaner, bunun bir cinayet olduğuna inanıyor.”
“Adamın bir uyuşturucu bağımlısı olduğunu düşünmeleri için her şey yapıldı. Ki zaten kullanıcıymış. Ayrıca adamın zaten bir psikiyatr geçmişi var. Adam tedavi görmüş lise çağlarında.” Zincir, dişlerini gıcırdattı. “Temizlik kusursuz yapıldı, her şey kusursuz yapıldı, bu kadının bunu fark etmesi imkânsız. Seni deniyor. Hepsi bu.”
“Kusursuz demek?” Kaşlarım havaya kalktı. “Her zaman yaptığınız bir şey olduğu için mi bunun kusursuz olduğunu savunuyorsun?”
“O gözlerle baktığın sürece hiçbir şey görmeyeceksin, Matmazel Zeki,” dedi Zincir sert bir sesle. Direksiyonu koparacak gibi kavradı, gaza yüklendi ve araç şimdi yolun ortasında resmen uçuyordu. Nefesimin hızlandığı sırada ela gözler bir an bana döndü, gözlerimiz birbirine kenetlendi, direksiyonu sıkıyor, yola bakmıyordu. Gözleri gözlerimden ayrılmazken kelimeler dilimin altındaki bataklıkta ölmeye başlamışlardı.
“Göremiyorum, öyle mi?”
“Evet,” dedi, buzdan bakışlar yeniden yola çevrildi, dilini ağzının içinde gezdirdi. “Madem Cenan Kaplaner oyun istiyor, oynarız.”
“Neyden bahsediyorsun? Ne oyunu?”
“Bunu sonra konuşacağız,” dedi, ona boş boş bakmaya başladım ama bu bakışlara aldırmadı ve araç büyük bir hızla şehir merkezinden çıkarak dağlık alana doğru yola koyuldu.
Ona daha fazla soru sormaktansa gözlerimi ormana çevirmiştim. Şimdi beni tesise taşıyan bu yolun, bir gün beni bu tesisten tamamen koparacak olan yol olmasını diliyordum. Sahiden, ondan kurtulabilecek miydim?
İstediği her şeyi alabilirmiş gibi görünse de vicdanımı benden koparıp alamıyordu.
Tesise giriş yaptığımızda dağın başında yağmaya devam eden yağmurun sesini duyuyordum. Üstüm başım sırılsıklamdı, telefonumun ıslanıp ıslanmadığını kontrol ederek attığım adımlar, önümü uzun bir adamın kesmesiyle sekteye uğradı ve Zincir’in, Yargı ismini koydukları iri askerle tokalaştığını gördüm. Adamın zeytin gibi koca, siyah gözleri otomatik bir şekilde bana kaydı, gözlerinde soğuk bir ifadeyle başını yavaşça sallayıp bana selam verdi ama ben ne yapacağımı bilemediğimden sadece adama baktım.
“Kaplaner sorun çıkardı mı?” Yargı, bu soruyu Zincir’e sormuştu. Sessizce telefonumun ekranına indirdiğim gözlerime yine bir dalgınlık demir atmıştı.
“Öyle görünüyor. Muşta’ya bu konuyu açmam gerekecek,” dedi Zincir, bana baktığını hissettim. Bir süre sessiz kaldı, sonra Yargı’nın omzuna elini koydu. “Merak etme, sizi daha fazla boka batırmayacağım. Gerekirse her şeyi itiraf ederim ama o kadını başınıza musallat etmem.”
Hepsinin Cenan’ı tanıyor oluşu, çok ürkütücü gelmeye başlamıştı.
“Gevşek gevşek konuşma,” dedi Yargı sert bir sesle. “Gerekirse hepimiz boka batacağız.”
“Muşta bu olaya Cenan Kaplaner’in de dâhil olduğunu duyacak olursa işte o zaman ağzıma sıçacak,” dedi Zincir, sesi ketumdu. “Yine de bunu ondan gizleyemem. Sizi bir çıkmaza sürüklemek istemiyorum. Cenan meselesini kendi yöntemlerimle halledeceğim.”
Yargı, “En son kendi yöntemlerini kullandığında bir sivilin ölümüne sebep oldun,” dedi acımasızca ama sanki bu konuşma onlar için çok doğalmış gibiydi, herhangi bir bozulma ya da soğukluk hissetmemiştim. “Bu kez bırak ne olacağına hep beraber karar verelim.”
“Kadının derdi…” Zincir bana baktı, sonra Yargı’yı kolundan tutup koridorun diğer ucuna yürütmeye başladı. “Kadının derdi kızdan bilgi almak,” diye fısıldadı, bunu zar zor da olsa duymuştum ama bozuntuya vermedim.
Her şey bu kadar basitti onlar için. Bir şekilde bu işten hasar almadan sıyrılmanın yolunu bulacaklar, sonra da hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına kaldıkları yerden devam edeceklerdi. Peki ya bana ne olacaktı? İçimde dolaşan, sık sık yer değiştirip beni çıldırmanın eşiğine getiren bir ağrı vardı.
“Sence ona yardım edecek mi?” Yargı’nın kısık sesinde bir ifadesizlik olsa da kuşkunun kalbine mürekkep gibi yayıldığını hissetmiştim. “Bunu yapamaz, sonuçta o da bu olaya dahil oldu. Göze alabilir mi?”
“Cenan’ın ona yapacağı teklife göre değişir,” dediğini duyar gibi oldum, birden kendimi çok aciz biri gibi hissettim. İnsanların beni teklifleriyle satın alabildiklerini, onların gözünde sadece konuşması ya da susması gereken bir kukla olduğumu düşündüm. Bu çok acı vericiydi. “Kadın onun burnunu boktan çıkarmayı teklif ettiyse, ilk toprağı üzerimize bu kız atabilir.”
“Mantıklı.”
“Mantıksız,” diye mırıldandım, bir an duraksadılar, gözlerinin bana dokunduğunu hissedince omzumun üzerinden onlara baktım. “Ben hain değilim. Hem o çok iyi bir avukat, bu teklifi yaptı, evet ama bunu sadece beni konuşturmak için yaptığını biliyorum. Ben her şeyi anlattığımda olan yine bana olacak.”
Zincir’in gözlerinde bir karmaşa gördüm, gözleri bembeyaz floresanın altında şimdi gümüş rengine çok yakın görünüyordu. Saçları da daha açık renkti, limon rengi gibi duruyordu ama aslında küllü kumraldı. Bana doğru birkaç adım attı, Yargı aynı yerde dikilmeye devam ediyordu.
“Sana güvenmiyorum,” dediğinde bir an bu kadar açık olmasını beklemediğim için ona bakakaldım. Gözleri gözlerimi resmen bıçağıyla oyuyor, deşiyor, yaralıyor ve parçalara ayırıyordu. “Ve biliyorum, sen de bana güvenmiyorsun. Güven iki kişilik.”
Gözlerimi gözlerinden ayırmadan onu izlemeyi sürdürdüm.
“O yüzden Zeliha, sen ve ben aynı takımda iki düşmanız,” dedi, donup kaldım, gözleri çok farklı bakıyordu, tüm duygular sanki o gözlerdeydi ama bir yandan da o gözlerde duygusuzluk vardı. “Ve bu projeyi bitirene kadar birbirimize sadık olmak zorundayız.”
“Sen benim sadakatimi sorgulayabilecek bir adam değilsin,” dedim sertçe.
Yüzüne tükürmek istiyordum. Nasıl oluyordu da benimle bu ses tonuyla, bu gözlerle, böyle bir şekilde konuşabilirdi? Ne dediğinin farkında mıydı? Hayatımı dört koldan istila eden oyken, ona düşman olması gereken ben değil miydim?
“Sen de benim güvenimi kazanabilecek bir kadın değilsin,” dedi, sonra ekledi: “Yoksa çocuk mu?” Burnundan sert bir nefes verdi, Yargı bize doğru temkinli adımlar atıp elini Zincir’in omzuna koydu ama Zincir, omzunu geri atarak Yargı’nın elini düşürdü. “Gözlerime bak, Zeliha. Gözlerimin içine.”
“Pislik gibi konuşuyorsun,” dedim sadece.
“Bak.”
“Yapma,” dedi Yargı. “Onu korkutuyorsun.”
“O beni korkutabilecek bir adam değil,” dedim yavaşça. “Bırak, konuşsun. Dinlemesi zevkli oluyor.”
Zincir, burnundan sert bir nefes verdi. “Bencilliği bırakıp ikimizi de düşünseydin her şey farklı olabilirdi ama tıpkı bir çocuk gibi sadece kendi isteklerinden bahsediyorsun. O geceyi keyfe yapmışım gibi davranıyorsun.” Zincir, yüzüme yaklaşınca nefesi ılık bir meltem olup tenimi yaladı. “Şunu aklına sok, Zeliha. O gece hayatımız mahvoldu. Senin ve benim. Sadece senin değil. Sadece benim de değil. Bizim.”
“Sen ve ben, biz değiliz,” dedim ona aşağılar gibi bakarken.
Gözlerini yumup dilini ağzının içinde yuvarlarken sabır dileniyor gibi bir hâli vardı.
“Sen ve ben ya müttefik olacağız ya da düşman,” dediğinde kararlıydı. “Ama hep aynı takımda olacağız.”
“Bu saatten sonra sen benim aynı takımda olduğum can düşmanımsın,” dedim gözlerimi onun gözlerinden tek bir an olsun ayırmadan. Gözleri gözlerime kenetlenmiş vaziyetteydi, dudaklarımda alaycı bir kıvrım oluşurken kaşlarımı kaldırdım. “Hakan Basri Şenkaya’dan başka kimsenin söyledikleri umurumda bile olmayacak. Senin dediklerin olmayacak. Sen, sadece bu takımın bir üyesisin, tıpkı benim gibi.” Geri çekildim ve başımı omzuma yatırdım. “Hayatımız mahvoldu. Senin ve benim. Bizim değil. Sana sadık olduğumdan değil, kendimi kurtarmak istediğimden bu oyunun içindeyim ve sana değil, sadece kendime sadığım. Bunu hiç unutma. Sana sadık değilim. Sadece kendime sadığım. Aklından bile çıkarma.”
“Sana güvenmiyorum,” dediğinde bu neden ağır gelmişti bilmiyordum. “Sakın bunu unutma.”
“Şunu kesin,” dedi Yargı. “Neyi paylaşamıyorsunuz? Yediğiniz haltı mı?” Beni omuzlarımdan tutup yavaşça Zincir’den uzaklaştırdı. “Aslanın kafesinin önünde durup elini parmaklıklardan içeri uzatıyorsun, yapma,” dedi, gözlerini gözlerime dikmişti. “Tıpkı senin gibi zor zamanlar geçiriyor, onu biraz anla.”
“O beni biraz olsun anlamaya çalışmıyor,” diye fısıldadım ama sesim yine de sertti. “Ayrıca bana güvenip güvenmemesi de umurumda bile değil.”
“Şşh,” dedi Yargı, beni biraz daha uzağa yürüttü. “Sinirleriniz çok gerildi, bu yüzden birbirinizden çıkarıyorsunuz öfkenizi. Buna gerek yok.”
Benden epey uzun olan adama kafamı kaldırarak baktım, Zincir ile hemen hemen aynı boylarda olmalıydılar. “Üzgünüm,” diye fısıldadım. “Ama bana bencilmişim gibi davranıyor. Neler hissettiğimi bilmiyor.”
“Ama sen de onun neler hissettiğini bilmiyorsun, Zeliha,” dedi Yargı, kaşlarını kaldırdı. “Değil mi?”
“Onun ne hissettiği benim umurumda bile değil.”
“O zaman neden senin hislerini önemsemesini istiyorsun?”
“Çünkü…” Sustum, kaşlarım çatıktı. Yargı, yavaşça omzumu sıkıp elini geri çekti.
“Devran ben,” dedi elini bana uzatırken. “Eğer aynı takımda olduğun herkesi düşmanın olarak görmüyorsan tabii…”
Karşımdaki adam, Zincir’in aksine daha soğuk görünse de kelimeleri beni biraz olsun yatıştırmıştı. Başımı iki yana sallayarak elini yavaşça sıktım, sonra gözlerinin içine bakarak, “Zeliha,” diye mırıldandım. “Biliyorsun zaten. Ve ondan başka düşmanım yok.” Gözlerim ona kaydı, dilini ağzının içinde sertçe gezdirerek bizi izliyordu. “Gerçek yüzünü gösterdi bir anda.”
“Yanılıyorsun, aslında sinir bozucu bir sakinliği vardır,” dedi. “O sadece bizim başımızı belaya sokmaktan korkuyor.”
Kaşlarım daha da çatıldı. “Yine de bana böyle davranmaya hakkı yok. Benimle nasıl konuştuğunu görmedin mi?”
“Elbette yok,” dedi sakin bir sesle. “Ama şöyle düşün, buraya geldiğin ilk geceyi hatırlıyor musun? Üzerinden sadece birkaç gün geçti. O gece korku doluydun, aramızdan birinin senin ailenden birine zarar vermesinden deli gibi korkmadın mı?” Söyledikleri kaşlarımın gevşemesine neden oldu. “Bazı adamlar korkularını daima gizli tutar çünkü bunu gururuna yediremez. O ismini yaşayan bir adam, inan bana. O da o gece ailen ve çevrendekiler için korktuğun gibi bizim için endişe ediyor.”
İsmini yaşayan bir adam… Sahiden, ismi neydi onun?
“Ben…”
“Sen bence bir üzerini değiştir, sırılsıklamsın.” Beni yavaşça koridorun diğer ucuna doğru çevirdi. “İleride Adnan’ı göreceksin, diğer koridorda olmalı, yerleri paspaslayan büyük irikıyımdan bahsediyorum.”
“Temizlikçiden mi?”
Devran, bir an gülecek sandım. “Yani, temizliği o yapıyor.”
“Çivi,” diye fısıldadım, Devran bir süre sustu ve sonra başını salladı.
“Evet, o. Seni Nihan’ın yanına götürecek. Nihan sana kuru bir şeyler ödünç versin. Ben de o sırada onunla konuşayım.” Gözleri yavaşça Zincir’e kaydı. “Tamam mı?”
Başımı aşağı yukarı salladım, koridorda yere devrilen adımlarım beni onlardan uzaklaştırmaya başladı. Adnan’ı koridorda paspas yaparken görmüştüm, kulağının arkasına bir dal sigara sıkıştırmıştı, altında bir kamuflaj pantolonu, üzerinde beyaz, yuvarlak yaka tişört vardı. Beni fark edince elindekini duvara yaslayarak, “Bayan?” dedi sorar gibi. Ona tepki verecek hâlim olmadığından sadece yapmacık bir şekilde gülümsedim.
“Üzeriniz neden bu kadar ıslak?” Adnan, gözlerini yüzüme dikti. “Yener’in sulu şakalarından birine kurban gitmediniz, değil mi bayan?”
“Yener’in sulu şakaları mı?” Kaşlarımı çattım. “Dışarıda yağmur yağıyor, Adnan.”
“İsmimi biliyorsunuz, bayan,” dedi gülümseyerek, duraksayıp arkasına baktı, yağmurun sesini duyunca, “Ah, doğru ya,” diye mırıldandı. “Yağmur yağıyordu.”
“Nihan’ın yanına gitmemi söyledi, Devran,” diye mırıldandım. “Beni onun yanına götürür müsün? İşin varsa bekleyebilirim.”
“Yok, Bayan Simi’nin kumunu temizleyeceğim zaten, gidelim lütfen…” Bana eliyle ileriyi işaret edince ona tuhaf tuhaf baktım ama yürümeye de başlamıştım. O da benimle ilerliyordu, koridorda yoğun bir temizlik kokusu vardı.
“Köpeğin kumunu sen mi temizliyorsun?” Sorum onun dikkatini çekince omzunun üzerinden bana baktı. “Temizlik deyince daha karanlık şeyler yaptığını düşünmüştüm. O geceki gibi…”
Adnan’ın koyu renk gözlerindeki ifadeler bir dalganın kıyıyı alabora ettikten sonraki geri çekilişi gibi geri çekildiler.
“Ben bir seri katil değilim. O gece bana ihtiyacı olan bir arkadaşım için oradaydım, siz olsanız aynısını yapmaz mıydınız?”
“Bana Zeliha diyebilirsin,” dedim yavaşça.
“Peki, size Zeliha diyeceğim. Siz yapmaz mıydınız, Zeliha?”
“Neden Aşk-ı Memnu’daki Matmazel gibi konuşuyorsun?”
“Af buyurun, hangi Müptezel dediniz?”
Biri kahkaha atarak koridordaki kapılardan birini açınca gözlerim kahkahanın sesine çevrildi, ben de elimde olmadan gülmeye başlamıştım. Kapıda Yener’in belirdiğini gördüm, gülmeye devam ediyordu. Üzerinde kamuflaj takımları vardı ama ceketi giymemişti.
“Kusura bakma Matmazel, burada herkes müptezel,” dedi Yener gülmeye devam ederken.
“Ne diyorsun bayanın yanında geri zekâlı,” dedi Adnan, ardından bana baktı. “Onun kusuruna bakmayın, Zeliha.”
“Sorun değil,” dedim yavaşça dudaklarımı yalayıp gülmemek için kendimi sıkarak. Yener de bizimle koridorda ilerlemeye başlamıştı. Laf arasında, “Neden buradasın?” diye sorunca bir an ona ne diyeceğimi bilemedim, omuz silktim, Adnan da onun kafasına esaslı bir tane geçirdi.
“Yanaşma bayana, Yanaşma Yener.”
“Hani satılıktım, şimdi de yanaşma mı oldum?” diye homurdandı Yener, sonra tekrar gülümsedi bana bakarken. “Bunlar da işte her hafta farklı açılardan çektikleri fotoğraflarla beni Sahibinden.com’da satışa çıkarıyorlar.”
Duyduğum şey anlık duraksamama neden oldu. Yener ciddi bir şekilde gülüyordu, şimdi Adnan da ona katılmıştı ama Adnan her güldüğünde Yener’e bir tane geçiriyordu. “Tuhaf bir ilişkiniz var herhalde,” dediğimde ikisi de aynı anda güldü.
“Bir ara alıcısı çıktı, 400.000 liraya, adam sapıkmış,” dedi Adnan, Yener ona kötü kötü bakıyordu. “Bu da iyi para edermişim aslında, bir düşünelim bunu diyerek adama mesaj atmaya çalışmıştı.”
“Ne var, oğlum? Muşta bile fiyatı duyunca, Yener bir düşün, demişti…”
Onların yanında geçirdiğim birkaç dakika bile aslında ne kadar neşeli, kafa insanlar olduklarını anlamamı sağlamıştı. Eğer onları o karanlık gecede tanımamış olsaydım belki de onlara olan yaklaşımım daha farklı olabilirdi.
“Bence düşünmeliydim, Adnan. Dolar aldı başını gidiyor, ödemeyi dolar üzerinden yaptırmış olsaydım şimdi üç dört katını kazanmış olurdum. Tüh,” dedi, sakallarını kaşıdı. “İki sapık gül gibi geçinir giderdik.” Sırıtarak Adnan’a baktı. “Belki karısı vardır evde falan…”
“Oğlum sapığın neden karısı olsun?”
“Teessüf ederim, bir gün karım olmayacağını mı söylemeye çalışıyorsun?”
“Seninle kim evlensin, kademsiz herif,” dedi Adnan, Yener’e bir tane daha patlattı ve Yener’in kafası öne doğru giderken bir anda koridorda buz gibi bir hava esti. İkisi de donup kalmıştı.
Karşımızda Hakan Basri Şenkaya vardı.
“Ne tepiniyorsunuz lan?” diye sordu Muşta sert bir sesle, iki kaşının ortasındaki yarık mezar gibi derindi. Onu görünce nabzım tekrar hızlandı ve korku zihnimde uğuldamaya başladı.
“Bu bana şiddet uyguluyor, Muşta,” dedi Yener, Adnan’ı işaret ederek. Adnan, Yener’in kafasını tek avucuyla ezer gibi tutarak onu kendine çekti ve sarıldı.
“Küçüklerimizi korumak,” dedi, bunu söylerken Yener’in morarmaya başlamasına neden olacak kadar çok sıkmıştı onu.
“Adnan, öldürme. Bana lazım oluyor arada,” dedi Muşta, gözleri usulca bana kaydı, adımları bana doğru düşmeye başladı. “Bu kadar hızlı bir ziyaret olmasını beklemiyordum, Özdağ.”
Tam bir şey diyeceğim sırada, Yener, “Büyüklerimizi saymak, pezevenk,” diye söylendi kısık çıkan sesiyle.
Muşta, ikisine ters bir bakış atınca bir anda sustular, Yener, Adnan’ın beline sarıldı ve onu sıkmasını istiyormuş gibi yanağını da göğsüne bastırdı. Adnan’ın yüzünde değişik bir gülümseme oluşmuştu ve bu öyle bir gülümsemeydi ki, uzun süre baksam kahkahalara boğulurdum.
Muşta, onlara garip garip bakıyordu. Bakışlarını bana doğrulttu. “Hoş geldin…”
Muşta’nın çivit mavisi gözlerine bakarken bir an söyleyeceklerimi unuttum, ne söylenirdi bilmiyordum, ona nasıl davranmam gerektiğini de bilmiyordum. İçimde Zincir’e karşı büyüyen derin bir öfke vardı, belki de içten içe hâlâ onu suçluyordum ve söyledikleri de zihnime daha büyük öfke tohumları ekmişti.
“Merhaba,” diye mırıldandım sonunda konuşmam gerektiği kanısına vararak. Muşta birkaç adım attı, tam önümde durup bana pek de sıcak olmayan bir bakış attı. “Beni buraya Zincir getirdi,” dedim gür bir sesle, o an koridorda bir ayak sesi duyuldu ve Muşta’nın mavi gözlerine tehlike sıçradı. Bakışları beni aşarak arkama kaydı, arkamda gördüğü kişinin kim olduğunu tahmin etmek çok da güç değildi. “Bugün gelmeyecektim,” dedim yeniden konuştuğumda. “Beni bugün buraya getiren Zincir oldu.”
Muşta’nın mavi gözleri arkamdaki bedenin sahibine âdeta mıhlanmış durumdaydı.
“Açıklayacağım,” dedi Zincir konuştuğunda, onun nefesini sırtımda hissetmek, bel kemiğime bir bıçak saplanmış gibi hissetmeme neden olsa da gözlerimi Muşta’nın gözlerinden bir an olsun ayırmadan olduğum yerde dimdik durmaya devam ettim.
“Açıklamaya gerek yok,” dedi Muşta. “Eğer o buraya gelmek istiyorsa, istediği her an gelebilir. Ona bu izni bizzat ben verdim.”
“Ben buraya gelmek istememiştim,” dedim sertçe. Muşta’nın mavi bakışları şimdi özgürlüğü değil tutsaklığı, huzuru değil ölümü çağrıştırıyordu.
“Zeliha’yı buraya zorla mı getirdin, Zincir?”
Muşta’nın sorusundaki vurgu öyle netti ki, sarf ettiği her bir kelimedeki harfin gölgesi ölüm kokuyordu. Bakışlarımı Muşta’nın gözlerine perçinlemeyi sürdürdüğüm sırada mavi gözler gözlerime tutundu ve kendini mesleğine adayan o adamın duyguları tüm çıplaklığıyla önüme serildi. Bir an, çok küçük bir an için Hakan Basri Şenkaya’ya güvenebileceğimi hissettim.
“Gelmeme şansı vardı, yine de geldi,” dedi Zincir, sesindeki soğukluk tüm cinlerimi tepeme toplasa da içimde yumru gibi büyüyen öfkeyi dışarı vurmamak için kendimi dizginlemeyi seçtim. Zincir’in birkaç adım daha atmasıyla tenindeki sıcaklık, ıslak tenimdeki soğukluğa karıştı. Zincir’in elini bileğimde hissettim, beni bileğimden kavrayarak büyük bir ağırlıkla kendine döndürdü ve öfkeli gözlerimle karşılaştı.
“Muşta’ya söylesene, Zeliha,” dedi gözlerindeki kurumuş sarı dikenleri bana batırırken. “Seni aslında neden buraya getirdiğimi ona sen söyle.”
Şimdi Zincir’in arkasında dağın gardiyanları vardı. Yener, Adnan, Devran ve adının Vural olduğunu öğrendiğim çakır gözlü adam…
Bu adamlar dağların gardiyanıyken, aralarından biri çıkıp gelmiş ve benim karanlığımın gardiyanı olmaya karar vermişti.
Anlayamadığım için uzun süre buz gibi hissettiren gözlerine baktım. Sadece iki kalp atışı kadar süren bekleyiş, zihnime koyu renk gözlerin gölge gibi düşmesiyle bir uçuruma dönüştü ve nabzım aniden hızlanırken bileğim Zincir’in avucunda bir şekilde Hakan Basri Şenkaya’ya döndüm.
“Cenan Kaplaner,” diye fısıldadım, masmavi gözlerin içindeki siyah bebeklerin genişlediğini gördüğümde, bu ismin nasıl bir fırtına yarattığı gerçeği yüzüme çok sert bir tokat şeklinde çarptı. Muşta’ya gözlerine simsiyah bir biçimde bulaşan şaşkınlıktan kurtulması için fırsat tanımadan fısıldadım: “Cenan Kaplaner, bu işin peşine düştü.”
Muşta’nın parmaklarına geçmiş olan gümüş rengi muşta, güçlü parmaklarından düşerek koridorun zeminine çarpana dek, parmaklarına geçirdiği bir muşta olduğunu bile fark etmemiştim.
Ve gözleri şimdi fırtına mavisiydi.
Dağ gardiyanları ise o fırtına mavisi gözlerin arkasında pusuya yatmıştı.