🎧: Ursine Vulpine & Annaca, Lovers Death
Yaşamak, zamanın omuzlarıma bıraktığı bozuk bir kelimeydi.
İçimde, asla başlamayacağım bir yolculuğun heyecanını taşıyordum; içimde, hiç yaşamamış bir kadının ruhunu saklıyordum; içimde, biri göğsümün valizinin fermuarını açıp kapatıyordu; içimde, biri göğsümün valizinin fermuarını bozuyordu.
Nevrotik bir baş ağrısı… Kafamın içinde taşıdığım ağırlığın kısa açılımıydı bu.
Damarımın içini dolduran kanın yüzeyinde sırtüstü yatmış şekilde yüzen o kelimelerin cesetleri, benim zamanla susturduğum cümlelere aitti. Bir kadının hayalleri ölmeye başladığında, o kadın gerçeklere daha sıkı tutunmayı seçiyordu. Bir çocuğun hayalleri ölmeye başladığında ise, o çocuk gerçekleri hayali olarak görmeyi öğreniyordu.
O nevrotik ağrı beynimin içinde kaygıdan sandalıyla yüzerken, avucuma doldurduğum o buz gibi suyu tekrar yüzüme çarptım. Tekrar, tekrar ve tekrar… Kafamı kaldırıp karşımda asılı duran aynaya baktığımda, yüzümü dolduran su damlacıklarının çoğu orada asılı duruyor, çoğu yavaşça aşağı doğru akarak boynuma ulaşmaya çalışıyordu. Su akmaya devam ederken yalnızca yüzümü izledim.
Akşam olup biten hiçbir şeyi biraz olsun hatırlamıyordum. Uyandığımda yatakta yalnızdım, beni uyandıran, başıma saplanan bu ağrı olmuştu. Kartal’ın sesi salondan geliyordu, muhtemelen yine telefonda biriyle konuşuyordu. Yanına gidip, dün gece olanlar hakkında sorular sorarak bir şeyler koparmaya çalışsam, bana neler olduğunu anlatır mıydı?
Sadece onunla uyuduğumu biliyordum. Hatırlamıyordum, biliyordum.
Kartal telefonu kapatmış, sessizlik, evin içine tıpkı bir şehrin tamamını kaplamaya çalışan o ağır sis örtüsü gibi yayılmıştı. Biraz sonra banyonun kapısına sertçe vuruldu.
“Musluktan içki akmıyor, Lavinia,” dedi alayla. “Eğer hâlâ içecek bir şeyler arıyorsan, şişeler salondaki dolapta.”
Karnıma ağrı gibi saplanan utanç hissi hızla bedenime yayılmaya başladı ve yüzümdeki su damlalarının birer kor parçasına dönüştüğünü hissettim.
“Hiç komik değilsin!” diye bağırdım sinirle.
“Amacım seni güldürmek değil zaten. Hadi, çık artık yoksa kapıya işeyeceğim.”
“İşe altına da gör o zaman,” diye söylendim ama beni duyduğunu biliyordum.
“Kapıya işemek konusunda ciddiyim, Lavin,” dedi bu kez, sesine yayılan ciddiyet kaşlarımın çatılmasına neden oldu. “Artık oradan çıkacak mısın?”
“Bir kadını özel bir alanda rahatsız etmek ne kadar terbiyesizce bir hareket ya!”
“Çemkirme bana oradan,” diye söylendi huysuz huysuz.
Havluyu elime alıp yüzüme bastırdım. Kartal, kapıya vurup beni rahatsız etmeye devam ediyordu ama bu umurumda olmadığından işimi olabildiğince ağır şekilde yaparak onu daha da sinir etmeye çalışıyordum. Sonunda kapının kilidini çevirdim ve kapıyı açıp dışarı çıktım. Kapının önünde kaşları çatılmış, yüzüne yayılmış bir öfkeyle bana dik dik bakıyordu. Keyiflendim.
“Evet,” dedim kaşlarımı kaldırarak. “Çıktım, şimdi girip işeyebilirsin.”
Kartal gözlerini yüzüme dikerek, “Bilerek o kadar oyalandın,” dedi.
“Tartışacağına girsene, kapıya mı yaptın yoksa?” diye sordum alayla.
“He,” dedi yüzünde sinir bozucu bir ifadeyle. “Kapıya yaptım.”
Yanından sıyrılıp geçerken ona cevap vermedim. O lanet baş ağrısı kafamın içindeki hükmünü sürdürüyordu. Şakaklarımı ovarak mutfağa yöneldiğim sırada, “Duş al, duş!” diye bağırdı Kartal banyonun içinde eko yapan sesiyle. “Leş gibi içki kokuyorsun!”
“Yani senin gibi kokuyorum,” dedim gözlerimi devirerek ama o bunu duymamıştı.
Biraz mısır gevreği yiyip kahve içtikten sonra gerçekten koktuğumu fark edip duş almıştım. Üzerime hardal rengi bir kazak, altıma siyah bir kot geçirdikten sonra kalın tabanlı botları giyip sırt çantamı aldım ve odadan çıktım. Akademiye geçene kadar ikimiz de konuşmadık. Kartal diğer günlere nazaran daha sessizdi ve benimle uğraşmamıştı. İkimiz de farklı sınıflara geçerken, “Dersten çıktığında Berra’yı bul ve birlikte kafeteryaya gelin,” demişti ama Berra’yı neden yanımda getirmemi istiyordu hiçbir fikrim yoktu. Zihnindeki okyanusun ortasına kurduğu o karanlık ada parçasındaki topraklara, yeni bir planın tohumlarını ekecekti sanırım.
Vücudum fena hamdı, ısınma hareketleri resmen canıma okumuştu ama sonunda kendimi biraz olsun kaptırabilmiş, eskisi gibi olmasa da bedenime hükmedebilmeye başlamıştım. Ders bittiğinde, spor atletimin önü sırılsıklamdı. Bir an önce duş almak, tekrar kazağımın içine girmek istiyordum. Ensemdeki havluyu enseme bastırarak terimi kurulamaya çalışırken, Ceyda, “Ders nasıldı?” diye sordu gülümseyerek.
“Güzeldi.” Koridordaki yabancı yüzleri inceleyip yeniden Ceyda’ya baktım. “Baksana, Berra nerede? Aynı derste değil miydiniz?”
Ceyda su şişesini bana uzatınca başımı iki yana salladım, kapağı şişenin ağzına kapattı ve çevirerek sıkıştırdı. “İrem ile birlikte Bilgehan Hoca’nın sınıfında olması gerekiyor. İkisi ek derse giriyorlar. Berra’nın annesi, Berra’nın ek derslere girmesini istiyor. İrem ise yalnızca hırsından ek ders alır.” Güldü.
Başımı yavaşça sallayarak duş kabinlerine doğru yürümeye başladım. Ceyda da benimle birlikte yürüyor, yürürken bir yandan da sene sonu için düzenlenecek olan dans gösterisinden bahsediyordu ama konuya o kadar ilgisizdim ki, yalnızca etrafıma bakınarak zoraki bir şekilde Ceyda’yı dinliyordum.
Tam duş kabinlerinin önünde durduğumuzda, “İrem’i ne zamandan beri tanıyorsun?” diye sordum aniden. Ceyda kafasını kaldırıp bana baktı, gözleri yüzümde uzun uzun bekledi ama ne söyleyeceğini bilmiyor gibi bakıyordu.
“Uzun zaman oldu,” dedi sonunda konuştuğunda.
“Anladım.”
“Neden sordun ki?” Ceyda’nın gözleri hâlâ yüzümün askılığında asılı duruyordu. “İrem’den pek hoşlanmıyor musun?”
“Bu da nereden çıktı? Neden ondan hoşlanmayayım?”
“Kartal yüzünden?” dedi sorar gibi.
Damarımda akan kan buz tuttu, ilerlemeyi bir kenara bıraktı ve bedenim de kanımın donmasıyla eş zamanlı olarak taş kesildi.
“Ne alakası var?”
“Sonuçta o senin kuzenin.” Ceyda hafifçe gülümsedi. “Onu kıskanıyor olman çok normal. Aranızda kardeşlik bağı olsa gerek.”
“Kartal’ı kıskanmam için onun İrem ile arasında bir şey olması gerekir,” dedim aniden. “Hem… Olsa bile neden onu kıskanayım ki? Saçma.”
“İrem de Ogün’ü çok kıskanırdı,” dediğinde Ogün’ün varlığını hatırladım. “Sanırım Ogün ile karşılaşmışsınız, İrem anlattı. İrem henüz küçükken Ogün’ü ben de dahil olmak üzere herkesten kıskanırdı çünkü aralarında kuvvetli bir bağ var. O yüzden abi gibi sevdiğimiz insanları kıskanmak bana çok normal geliyor. Hem, İrem’in Kartal’da gözü olduğu da aşikâr, değil mi?”
Ben bunun zaten farkındaydım ama bunu birinin ağzından duymak her nedense boğazıma büyük, gövdesi kılıçtan bir tüy kaçmış gibi hissetmeme neden olmuştu. Gözlerimi Ceyda’nın yüzünde gezdirdim, dilimin ucuna toparlanan hiçbir kelime dışarı çıkmak istemiyor, bir yılan gibi dilime dolanarak dilimi sıkıyordu.
“Bu konu hakkında yorum yapmak bana düşmez,” dedim sessizce. “Bu arada evet, Ogün ile tanıştık sayılır. Sanırım burada öğretmenliğe başlayacaktı.”
“Evet, umarım hemen başlar. Onsuz sıkılıyorduk,” dedi gülümseyerek.
Bir anlık gafletle, “İrem’in şu âna kadar hiç ciddi bir ilişkisi oldu mu?” diye sorduğumda Ceyda çenesini kaşıyıp gözlerini yukarı kaldırdı.
“Bir tane olmuştu,” dedi. “Yani ilişki değil, çocuğa âşıktı ama karşılık bulamıyordu. Çocuk sık sık İstanbul’da olan bir tip değildi. Farklı bir şehirde yaşıyordu ama İstanbul’a da geliyordu. İrem onu takıntı hâline getirmişti resmen. Sonra kaybolup gitti, uzun zamandır İstanbul’a gelmiyor. İrem onu unuttu. Zaten biraz çapkındır ama yine de inan bana, o kötü birisi değil. Sadece… İlginin üzerinde olmasını seviyor.”
Konuşmayı çok uzatmadım ve duş almak için kabine girdim. Tam suyu açacaktım ki, tanıdık bir ses kabinlerin olduğu yerden yükselince duraksadım. Konuşan kişi İrem’di. Elim hâlâ vanada öylece duruyordum, çıplak göğüslerim soğuktan dipdiri olmuştu.
Gülüşme seslerinin arasından şöyle dediğini duydum: “Kartal’ın kalçaları inanılmaz sıkı görünmüyor mu ya?”
Nabzımın derimin altındaki hareketini hissediyordum. Kanım damarımın içinde akmıyor, damlıyordu. Saati oluşturan sayılar ayakta ölmüş bir adamın iskeleti gibi öylece dikiliyor, yelkovan ve akrep geriye doğru hızla dönmeye, zaman geriye sarmaya başlıyordu. Tıpkı bir film bobini gibi…
“Bana karşı bir ilgisi var mı yoksa yok mu inan anlamıyorum,” dedi İrem, onu göremesem de yanaklarının içini şişirdiğini hayal edebilmiştim. “Adam bazen buz gibi, beni donduruyor. Bazense ateş gibi, yanıyorum.” Kahkaha attı. “Ama onu anlayamıyorum ya.”
Berra kısık bir sesle, “Ben sana ilgisi olduğunu düşünmüyorum,” dedi ama sesi İrem’den çekiniyormuş gibi çıkmıştı. “Kartal biraz garip bir tip, İrem. Seni üzebilir.”
“Beni üzmek mi?” İrem’in yüzünü buruşturduğunu görmedim ama biliyordum. “Beni kim üzebilirmiş?”
“Onu hatırlıyorsun, değil mi?”
İrem bir süre sessiz kaldıktan sonra, “O beni üzmedi, bir başkasını sevdi ve sonra da kaybolup gitti,” dedi kuru bir sesle. “Hem artık umurumda bile değil, Berra. Ben Kartal’ı istiyorum.”
“Çok çabuk kapılıyorsun!” diye söylendi Berra. Nabzım sanki ikisinin etrafında zonkluyordu; nabzım, yavaşça okulun duvarlarına yayılmaya başlıyor, herkesin etrafını yaşamı temsil eden ölümcül bir hale şeklinde sarıyordu. “Her istediğini elde edemezsin. Bunu hırs hâline getirmeyi bırak.”
“Hırs değil. Neden her istediğim şeyi, aslında istemediğimi ve o şeyi hırs hâline getirdiğimi düşünüyorsunuz ki?”
“Çünkü öyle. Elde ettiğin anda sıkılmadığın ne var senin?”
İrem durdu, düşünüyor gibi bir mırıltı çıkarıp, “Hıım, hiçbir şey!” dedi gülerek. “Ama gerçekten… Kartal’ı bir kez çıplak görmek istiyorum.”
“İğrençsin!”
“Ne? Senin de çıplak görmek istediğin birileri yok mu yoksa, Berracık?”
“Gıcıklaşma!” diye söylendi Berra.
Ceyda suyu açtığından onların bu konuşmalarını duyamıyor olsa gerekti ama ben duyuyordum ve ne hissetmem gerektiğini bilmiyordum. Bir kitabı ararken raflara yerleştirdiğim, rafların içinde gezinen ellerim, aradığı kitabı değil de kaderinin yazdığı kitabı kavramış gibi hissediyordum. Açıp okusam, gelecekte beni nelerin beklediğini öğrenebilecektim ama okumaya korkuyordum. Okumasam, yaşadığım her zorlukta, zihnimdeki ânın geçmişine dönüp içten içe okumadığıma pişman olacaktım.
Kartal’ın, İrem’e karşı bir şey hissetmeyeceğini düşünüyordum ama sanırım İrem, bunu yalnızca tutkuya bağlasa da içten içe Kartal’a karşı bir şeyler hissetmeye başlamıştı.
Kartal, suyun dibine çökmüş duru kumun içine gömülen keskin taşlar kadar tehlikeliydi. Dibi görünen suyun içindeki duru kumlara güvenerek adım atıyordun ve o senin adımına saplanıyordu. Tertemiz su, kanının rengiyle bulanıyor, Kartal seni kanatıyordu.
Aniden buz gibi suyu açıp altına girince bir an inleyeceğimi düşündüm ama öyle olmadı. Dudaklarımı ısırarak bu iniltiyi gölgemin altına aldım ve boğdum, öldürdüm, yok ettim. Soğuk su bedenimi içine alıp dövmeye başladı. Artık konuşulan hiçbir şeyi duymadığım için mutluydum. Sırtımı buz gibi betona yasladım, su artık yüzümü değil yalnızca ayaklarımı ıslatıyordu ama sıçrayan damlalar bedenimi hedef almaktan vazgeçmiyordu.
Duvardan kayıp yere otururken, “Kim kime ne hissederse hissetsin,” diye fısıldadım. “Kardelen’den başka hiç kimse umurumda değil.”
Bedenimi kurulayıp temiz iç çamaşırlarımı giydiğimde saçlarımdaki sular yere damlamaya devam ediyordu. Üzerime kazağımı ve bacaklarıma da kotumu geçirip soyunma kabininden çıktım. Yalın ayak, elimde spor çantamla kabinlerin önündeki oturaklara oturdum ve çoraplarımı giymeye başladım. O sırada duş kabinlerinden birinin kapısı açıldı ve havluya sarılmış olan Berra ile göz göze geldik.
“Lavin,” dedi sıcak bir gülümsemeyle. Sonunda onu tek yakaladığım için mutluydum. Botlarımı ayağıma geçirdim, bağcıklarını bağlarken, “Selam,” dedim.
Havlusunu daha sıkı tutarak yavaşça soyunma kabinine doğru yürümeye başladı. “Ders yorucu muydu?”
“Hayır ama biraz hamlamışım.” Bakışlarım Berra’yı takip etti. Soyunma kabininin kapısını kapattı, kapının altından ayakları görünüyordu. Gözlerimi kapıdan çekip etrafıma bakınmaya başladım.
Berra üzerini giyinip dışarı çıktıktan sonra birlikte kafeteryaya doğru yürümeye başladık. Sınıflardan birinden Emir çıktı, o da bize katıldı. Kartal, Emir’den hoşlanmasa da benim Emir’e karşı olan ön yargım çoktan parçalara ayrılmıştı.
Emir, “Akşam uçuşa geçmiştin,” dedi alayla göz kırparak. Ona, bu dünya üzerindeki en rahatsız edici şey oymuş gibi baktığımda, ellerini havaya kaldırdı. “Tamam tamam!”
“O kadar içmemeliydim,” diye söylendim ensemi ovarken. “Başım hâlâ ağrıyor.”
“Arada böyle tatlı kaçamaklar yapmalısın.”
Berra, “Ben ne zaman bir şey içmek istesem elimden alıyorsun ama!” diye söylenince, Emir elini Berra’nın ensesine koydu. Büyük avucu kızın boynunu sararken, “Sen daha çok küçüksün, bu boyla içki mi içilir?” dedi Berra’ya üstten üstten bakarak.
“Sana ne benim boyumdan?”
“Miniksin,” dedi Emir sırıtarak.
“Sen de sırıksın, ben sana fasulye sırığı diyor muyum?”
“Dedin şu an…”
“Ya of!” Berra, Emir’in eline vurduktan sonra çekilip ona cins cins baktı. “Dana.”
“Ah!” Emir elini kalbine koyup yüzünü buruşturdu. “Bu beni yaraladı.”
“Geber!”
“Hadi be oradan!” dedi Emir. “Gebermiş… Geberirsem ağlarsın ama…”
Berra kocaman gözlerini Emir’in yüzüne dikerek, “Ne ağlayacağım be senin arkandan!” diye bağırdı. “Çekil şuradan ya!” Emir’in koca bedenini, küçük elleriyle itmeye çalışınca, Emir büyük ellerini Berra’nın incecik bileklerine dolayıp sıkıca tuttu. Gözlerimi ikisinin üzerinde gezdiriyordum ve kafamın içinde şekil çizmeye başlayan şey gözlerimi kısmama neden olmuştu.
“Siz birbirinizden mi hoşlanıyorsunuz?” diye sordum pat diye.
Ortaya çığ gibi düşürdüğüm soru, bir an ikisinin de donakalmasına neden oldu.
Gözlerimi ikisinden ayırmadan öylece onlara bakıyordum. Emir, Berra’ya, Berra ise Emir’e kilitlenmişti ve Emir’in büyük elleri hâlâ Berra’nın incecik bileklerine sarılı duruyordu.
“Bu sessizliğin ne anlama geldiğini biliyorsunuzdur umarım,” dedim onların yanından geçip yürümeye devam ederken. Ne kadar süre arkamda öyle donmuş vaziyette kaldıklarını bilmiyordum ama sonunda omzumun üstünden arkama baktığımda, ikisi de farklı noktalara bakarak beni takip ediyordu; bilerek birbirlerine bakmadıkları o kadar aşikârdı ki…
Kafeteryaya girdiğimizde üstlerine sinen o sessizlik hâlâ oradaydı ama bunu görmezden geldim. Kartal, telefonunun ekranına bakıyordu. Kafasını kaldırıp kafeteryanın girişine baktığı anda tüm kalabalığa rağmen gözlerimiz birbirine bir balıkçı ağı ve balık gibi takıldı. Gözleri gereğinden fazla gözlerimde oyalandıktan sonra bakışlarını tekrar telefona indirdi.
Birlikte Kartal’ın olduğu masaya oturduğumuzda, Kartal elindeki telefonu sırtı öne dönük şekilde masanın üzerine koyup kollarını göğsünün üzerinde topladı. Bakışlarını Emir’e doğrulttu, o zehirli sarmaşıklarla sarılmış kahverengi gözler, Emir’e ecelinin ön izlemesini seyrettiriyordu.
Kartal’ın gözlerinin bu defa benim yüzümün aynasında parladığını fark ettiğimde bakışlarım ona kaydı. İçinde altın tozunun parladığı kahverengi gözleri bir süre gözlerimin askeriyesinde nöbet tuttu; gözlerine rengini veren o ifade, bir mum gibi eriyerek harelerinde donmuş ve ondan bir parça hâlini alarak tamamen ona mıhlanmıştı. İfadesi ve gözleri aynı renkti. Kaşlarımı kaldırdığımda, o da tek kaşını kaldırdı ama aramızda herhangi bir diyalog oluşmadı; yine de sanki kafamızın üzerinde konuşma balonları oluşmuştu ve orada birbirimize söylemek istediğimiz cümleler metinler hâlinde balonların içine yerleşiyordu.
Dışarıda yağan yağmurun tavana düşen damlaları, yüzümüze gölgelerini indiriyordu. Kafamı kaldırıp tavanı kaplayan cam duvara bakmak istedim ama Kartal gözlerimi gözleriyle kelepçelemiş, beni resmen onun gözlerine bakmaya mecbur etmişti. Saçlarım hâlâ ıslak ve ağırdı, taramadığım için birbirine girmiş olması muhtemeldi; Kartal’ın gözleri yavaşça ıslak saçlarıma doğru kayınca, onun gözlerinin hücresinden firar etmiş bir mahkûm gibi bakışlarımı hızla kafeteryanın duvarlarına çevirdim.
“Sen o saçlarını neden kurutmadın?”
Sorusu bir bıçak olup, masanın yüzeyini kaplayan ahşaba saplanırken, bakışlarım çevirdiğim duvardaki Marilyn Monroe tablosunda asılı kaldı.
Bakışlarımı tablodan çekmeden, “Gerek duymadım,” dedim.
“Başım ağrıyor diye ağlama sonra,” dedi, sesindeki dikenlere rağmen kelimelerinin arasına yerleştirilmiş bir sürü çiçek vardı sanki.
“Ağlamam.”
Emir, “Cidden, saçların sırılsıklam,” dediğinde ona baktım. Parlak gözleri saçlarımda dolanıyordu. Elini kaldırınca ne yapacağını fark ettim ama buna bir tepki vermeden bekledim. Emir elini tam ıslak saçıma uzatacaktı ki, “O elini kolundan sökerim,” dedi Kartal sakince. “İndir o elini.”
Emir’in yüzüne hızla yayılan o ifade, bir denizin dalgasının kabarıp kıyılara vurması ve kıyılardaki kumları aşındırmasını hatırlatmıştı bana. Elini yavaşça indirirken gözlerini yüzümden çekip Kartal’a çevirdi ama ben hâlâ Emir’e bakıyor, tepki vermiyordum.
“Ne kıskanç adamsın,” diye homurdandı Emir.
“Nasıl bir adamsam adamım, ona dokunmayacaksın,” dedi Kartal çelik gibi bir sesle.
Bir an dönüp ona bakmak istedim ama yüzünü saran o saldırgan ifadeye aşina olduğumdan bunu yapmadım. Her nedense, o an, onun yüzündeki o ifadeyle karşılaşmak istemedim.
“Tamam, dokunmuyorum.” Emir ellerini kaldırıp teslim oluyor gibi yaparken gülmeye başladı. “Sen de İrem’e yaklaşmayacaksın o zaman.”
Bu kez kendimi tutamadım ve Kartal’a baktım. İfadesiz gözlerle Emir’e bakıyordu.
“Hadi ya?” dedi alayla. “Kime yaklaşıp yaklaşmayacağıma sen mi karar veriyorsun? Senden izin mi alacakmışım?”
Bir an kalbim öfkeyle doldu ama sadece boş, ifadesiz gözlerle ona baktım ve “İkinizin de iğrenç eril dilini bir kenara bırakması gerek, aksi bir durumda o dillerinizi koparmak zorunda kalacağım çünkü,” dedim. “Ne sen İrem’in kimle yakın olduğuna karışabilirsin,” derken Emir’e bakıyordum, gözlerim yeniden Kartal’a çevrildiğindeyse bakışlarımdaki saf öfkeyi soluduğunu fark ettim. “Ne de sen benim kimle yakın olduğuma karışabilirsin. Oturup ikimizden size ait birer eşyaymışız gibi konuşmanızı dinleyecek değilim. Ne salak adamlarsınız siz ya!”
Kartal bakışlarını ışık hızıyla benden çekerek Emir’e sapladı.
“Lavin, ben sadece şaka yapıyorum ama bu adam senin üzerinde hak iddia ediyor,” dedi Emir beklemediğim bir anda.
“Kimsenin üzerinde hak iddia etmiyorum,” dedi Kartal ketum bir sesle. Gözleri bir ara gözlerime kayar gibi oldu ama bana bakmadı.
“Hiç öyle görünmüyor,” dedi Emir.
“Ne Kartal ne de bir başkası benim üzerimde hak iddia edemez. Oturup bu saçma, çocukça muhabbeti yaptığınıza inanamıyorum,” dedim sertçe. “Beni bu sohbetin dışında tutarsanız sevinirim.”
“Seni koruyor ama onunkisi korumaktan çıktı. Senin her şeyine müdahale edemez,” dedi Emir ve öfkeyle gözlerimi kıstım.
“Benim korunmaya ihtiyacım yok, Emir.” Gözlerimi Kartal’a çevirirken sakin görünsem de öfkem bir aura gibi bedenimin etrafını kuşatmıştı. “Ne Kartal ne de bir başkası, benimle ilgili hiçbir şeye müdahale edemez.”
Kartal, sadece gözlerimin içine baktı. Tek kelime dahi etmedi.
“Eğer müdahale etmesine izin verecek olursan, bu adam yüzünden ömür boyu yalnız kalırsın,” dedi Emir. Ortamı yumuşatma güdüsüyle kurulmuş cümlesi karşısında sertçe yutkundum.
“Ben varken yalnız kalmaz,” dedi Kartal sert bir sesle. Bu sadece sert bir ses değil, sert bir yumruktu aynı zamanda.
Ne düşündüğünü anlayamıyordum. Bazen, oyun bile olsa kurduğu bu cümleler, söylediği tüm bu şeyler, benim içimde bir yerlere dokunabiliyordu ve bu beni öyle çok korkutuyordu ki… Doğru bulmuyordum. Böyle olmamalıydı. Emir’in gözleri, Kartal’ın gözlerinden ayrılmadı, tek bir yorum dahi yapmadan yalnızca Kartal’ı izledi ve Kartal o bakışlardan rahatsız olmuş gibi gözlerini farklı bir yöne çevirdi.
İrem’in şen kahkahası kafeteryanın içine yayıldığında, buz tutmuş zihnime kaynar su dökülmüş gibi çözüldüm. Gözlerimi masanın ortasında duran, içi ölü izmaritlerle dolu kül tablasına sabitledim. İrem, hemen yanımdaki boşluğa oturdu. Ceyda da hemen Berra’nın yanındaki boş yere oturmuştu.
“Ne bu sessizlik?” diye sordu İrem. Omzuyla yavaşça koluma temas etti. “Saçlarını neden kurutmadın? Islak saç çok çabuk yağlanır.”
Ona buz gibi bir bakış atarak, “Saçına bir ton saç spreyi sıktığında da saçların yağlanır. Ayriyeten böyle…” dedim çenemle saçlarını işaret ederek. “Kazık gibi görünür.”
Sulanmayan bir çiçek gibi solan ifadesi yüzünün çarmıhına gerildiğinde, “Bazen benden hoşlanmadığını düşünüyorum,” diye takıldı bana ama haklıydı, çoğu zaman ondan hoşlanmıyordum.
“Sadece takılıyorum,” dedim zoraki bir tebessümün çizgilerini yanaklarıma çekerek.
“Biliyorum.”
Kartal aniden, “Berra,” deyince tüm gözler ona döndü. Berra soru işaretinin şekil aldığı iri gözlerini Kartal’a çevirdi. Kartal’ın ona da Emir’e davrandığı gibi davranmasından korkuyor gibi görünüyordu. “Annenin bize yaptığı tekliften haberin var mı?”
Kaşlarım aniden çatıldı. Ne diye bu konuyu burada açıyordu ki şimdi? Işık hızıyla ona doğru saplanan bakışlarımı yok sayıyordu ama ona baktığımı biliyordu. Berra başını salladı.
“Annem bana sizden bahsetmişti,” diye mırıldandı.
“Ne teklifi?” diye sordu İrem kaşlarını kaldırarak.
“Annesi beni ve Lavin’i çizmek istiyor,” dedi Kartal gözlerini bu kez bana doğru çevirip, kahverengi namluyu alnıma dayayarak.
İrem, “Hadi ya?” dedi ilgiyle.
“Evet. Bizi sergide görmüştü. İkimizin frekansını beğenmiş.”
Bu söylediği şey, boynumda bir ateş yanmasına, o ateşin zihnime doğru yükselmesine neden olmuştu.
Gözlerimi gözlerinden ayıramasam da İrem’in afalladığını hissedebiliyordum.
Berra yavaşça, “Evet,” diye onayladı Kartal’ı. “Sizi çok uyumlu bulmuş. Sanatın kan grupları vardır anneme göre. Sizin bu daldaki kan grubunuzun aynı olduğunu düşünüyor.”
“Bize bundan bahsetmemiştin, Berra,” dedi İrem hayretle. “Annen kolay kolay kimseyi resmetmek istemez.”
“Evet.” Berra utangaç bir şekilde güldü. Kartal ve ben hâlâ birbirimizin gözlerinin içine bakıyorduk. “Ben de duyunca çok şaşırdım.”
“Annenin kartını kaybettim,” dedi Kartal sinsileşen bakışlarını benden uzaklaştırmadan. “Lavin ve ben bu işe sıcak bakmaya başladık. Son zamanlarda canımız sıkılıyordu, bir eğlence arıyorduk kendimize. O yüzden annene söylersin, bize bir tarih verirse, onun yanına bir uğrarız.”
İrem’in, “Demek model olacaksın?” diye sormasıyla bakışlarımı Kartal’dan nihayet koparabildim. İrem, doğrudan Kartal’a bakıyordu.
“Severiz biz birlikte bir şeyler yapmayı,” dedi Kartal. “Değil mi, Lavin?”
O an neden ya da nasıl böyle bir karara varmıştım bilmiyordum ama ona ayak uydurmanın zevkli olabileceğini düşünerek, “Evet,” diye mırıldanıp gözlerimi gözlerine kaydırdım. “Sonuçta bir kere geliyoruz dünyaya, değil mi? Birlikte güzel anılar biriktirmek istiyoruz.”
Kartal gözlerini kıstı. “Kesinlikle,” dedi.
Emir, “Çok iyi,” dedi. “Yalnız Berra’nın annesinin eserleri genel olarak çok cesur eserler oluyor.” Emir yeni yeşeren sakallarını kaşıdı. “Ama siz kuzen olduğunuz için bir sıkıntı yaşayacağınızı düşünmüyorum. Zaten oldukça yakınsınız.”
Botların içindeki ayaklarım buz keserken bir an elimi koyacak yer bulamadım. Bunu hesaba katmamıştım ama kadının bizi çok zorlayacağını da düşünmüyordum. Yine de içimdeki toprağı kazmaya başlayan o duygu, kafasını kaldırıp yüzüme bakarken, parmakları arasında tuttuğu küreği toprağıma batırmaktan vazgeçmiyordu.
Berra, “Lavin, sen bana telefon numaranı ver istersen, ben sana mesaj atarım,” dedi yüzünde çiçek gibi açan tebessümünü benden gizlemeden.
Başımı yavaşça salladım. Berra telefonunu bana verdi ve hızlıca telefon numaramı tuşlayıp, kendi numaramı Berra’nın telefonundan çaldırdım. Berra beni, ben de Berra’yı hızlıca rehberlerimize kaydettikten hemen sonra Kartal’ın işaretiyle oturduğum yerden kalktım ve diğerlerini arkamızda bırakarak kafeteryadan ayrıldık.
Biz kalkarken İrem, “Bir şeyler yapsaydık?” demişti ama Kartal işimiz olduğunun altını çizerek masada daha fazla oyalanmadan oradan uzaklaşmamızı sağlamıştı.
Çantayı ön koltuğa atıp yavaşça araca binerken, “Bu işi neden bu kadar uzattın?” diye sordum gergin bir sesle.
Zaten ıslak olan saçlarım, yağmurun altında birkaç adım da olsa yürüdüğümüzden tamamen sırılsıklam olmuştu. Kartal aracı çalıştırırken yağmur yeryüzünü yok etmek istiyormuş gibi büyük bir şiddetle hızlandı.
“Hangi işten bahsediyorsun?” diye sordu aracı park alanından usta bir manevrayla çıkarırken.
“Berra’nın annesi.”
“Normal kuzenler gibi hareket ediyorum ve insanların bizi onlardan biriymiş gibi görmesini istiyorum. Tek amacım bu,” dedi sabit bir sesle. “Sana kalsak, iki adım atamadan ağa yakalanırız.”
“Bana bırakmadığın sürece yakalanıp yakalanmayacağımızı asla bilemezsin,” diye homurdandım emniyet kemerini bağlarken.
“Bu işi tehlikeye atamam,” derken elleri direksiyonu sıkıca kavramıştı; direksiyonun avuçlarının arasında duran bir boğaz olduğunu düşünmeden edemedim. Parmak boğumları ânında kireç rengini almıştı. “Deneme ve yanılmaya ayıracak sürem yok.”
“Bir adım bile ilerleyebildiğimizi düşünmüyorum. Buraya resmen günümüzü gün etmeye gelmişiz gibi davranıyorsun.”
Araç, yağmurun ıslattığı yolda tekerleklerini su birikintilerine çarpa çarpa ilerlerken Kartal’ın keskin çenesi gerildi.
“Öyle mi?” diye sordu sert bir sesle. “Sen bu işe daldığımız anda her şeyi çözüp o boktan hayatına geri dönebileceğini falan mı sanıyordun?”
Söyleyeceği bu şeye kırılacağım aklımın ucundan dahi geçmezdi ama elimi kalbime bastırıp ona kırgın gözlerle bakmak istedim. Yine de bunu yapmadım. Ona, benim çok güzel bir hayatım var, dememiştim zaten.
Avuç içlerimi kotumun gerilmiş bağlarına silerek, soğuğa rağmen avucumu ıslatmış olan o terden arındırdım. Burnumu çekerken aslında ona söyleyecek bir şeylerim vardı ama onu daha fazla konuşturmak istemediğim için sustum.
“Torpido gözünü aç,” dedi Kartal, sesi buz gibiydi.
Bir süre hareket dahi etmedim, söylediği şeyi duymazdan geldim ama sonunda bu inadın yersiz ve anlamsız olduğunu fark edip dediğini yaptım. Torpido gözünde bir kâğıt destesi vardı, bu kâğıt destesi ne zamandan beri buradaydı?
Kâğıt destesini elime alırken, “Bu ne?” diye sordum, gözlerim kâğıtlarda geziniyordu.
“Sen dersteyken Yunus bıraktı. Ondan küçük bir şey istedim, o da benim için bunu yaptı.”
“Bunu kimin bıraktığını sormadım, bunun ne olduğunu sordum.”
“Okumaya ne dersin?”
Sinirle gözlerimi yumdum, sakinleşmek için kendime küçük bir zaman kayığı oluşturdum ve o kayığın içine binip kendi aklımın içinde kürek çekmeye başladım. Sonunda kendimi rahatlatmayı başardığımda bakışlarım kâğıdın üzerini süsleyen küçük puntolu yazılarda gezinmeye başladı.
Bu bir ölüm raporuydu.
Kartal’ın gözlerimin önünde öldürdüğü o adamın ölüm raporu.
Basit bir uyuşturucu koması olarak geçiyordu, güya şahıs fazla dozu kaldıramayıp hayatını kaybetmişti ama işin aslı bu değildi. Kan donduran satırları okurken, Kartal’ın arkasında nasıl tek bir iz dahi bırakmadığını merak ediyordum.
“Yunus Emre buna nasıl ulaştı?” diye sordum kanım damarımın içinde buz tutmuşken.
“Yunus, Adli Tıp bölümünden mezun. Şu an yüksek lisansta,” dedi Kartal kalın sesiyle. “İçeride eli, ayağı ve kulağı var.”
“Bu Yunus Emre için de oldukça tehlikeli.”
“Biliyorum ama onu buna ben zorlamadım.”
“İşlediğin cinayetle ilgili her ayrıntı burada yazılı,” dedim yüzümü buruşturarak. “Ve yazılanlara baktığımda, cinayeti gözlerimle görmüş olmama rağmen bunun bir cinayet olmadığına ben bile inanabilirim. Nasıl bu kadar profesyonel bir şekilde yapabildin bunu?” Ona dehşet içinde baktım. “Sen…”
“Ben, ne?”
“Adamın kimlik bilgilerine kadar öğrenmişsin, onu öldürdün ve bunun bir cinayet olduğunu tek bir Allah’ın kulu bile kanıtlayamaz. Sen nasıl bu kadar serinkanlı hareket edebiliyorsun?”
“Sen kanıtlayabilirsin,” dediğinde omzunun üstünden bana baktı. “Sen oradaydın.”
“Ben…”
Sadece ona baktım, kelimenin devamı bir cümleyi inşa edebilecek diğer kelimelerle birleşmedi.
“Sen, ne?”
Gözlerini ön cama çevirdi, silecekler yağmurun suyunu oradan oraya süpürmeye başladı.
“Vicdanın ne olacak? Bir doktor olarak, bu yaptığın şey etik mi? Geleceğini mahvettin. Beyin cerrahı olabilmek için yıllarını vermiştin.”
“Henüz bir beyin cerrahı sayılmam,” dediğinde kaşlarım çatıldı. Nasıl bu kadar hafife alabilirdi? “TUS’a girdim. Ama henüz sertifikam yok. Yani bir doktorum evet, hatta doktorluk bile yapabilirim ama beyin cerrahlığı yapamam. Tıp okumak ve bitirmek yeterli değil.”
Bakışlarımı ellerime çevirip, “Konu beyin cerrahı olup olmaman değildi,” dedim.
“Peki bunun vicdanla, doktorlukla ne ilgisi var?” diye homurdandı. “Caniler de doktor olabilir, Lavin. Hem sen de bir savcı olacaksın ama anbean her şeyi izledin, işlediğim suçun tek tanığısın, öyle değil mi?”
Boğazımda yumru gibi takılı kalan sorusuna verecek tek bir cevap dahi bulamadım.
“Yani sen de en az benim kadar vicdan mahkemesinde yargılanması gereken birisin, öyle değil mi?”
“Beni bununla mı yerden yere vuracaksın?” diye fısıldadım.
“Seni yerden yere vuran ben değilim,” dedi sakince. “Senin kendine hiç acıman yok. Kendi kendini yere atan sensin.”
Söylediği şeyin haklılığı altında bir enkazın altında kalmış gibi ezilirken sessizce ön camı ıslatan yağmur damlalarını izledim. Zamansız uğrayan kırgınlığı sindirmiş, gerçeği kavramıştım. Haklıydı. Kafama göre ona kırılamaz, meydan okuyamaz, beni anlamasını bekleyemezdim. Ne düşünüyordu acaba? Kafasının içine kurduğu o kente diktiği binalardan biri de bendim, biliyordum ve kendi diktiği bu binayı yine kendi depremiyle yerle bir edecekti.
“Şu an nereye gittiğimizi sormayacak mısın?” diye sordu, uzun süren sessizliğim onu şaşırtmış gibiydi.
Sadece ön camı izliyordum. Camdan aşağı patika yollar çizerek akan yağmur suyuna trafiğin içindeki araçların lambalarının ışıkları yansıyordu. Hoş, büyülü ama bir o kadar da hüzünlü bir şekilde resmedilmiş bu görüntüyü izlerken çok dalgındım.
“Sorularımın bir anlamı mı var? Nereye gittiğimiz umurumda değil. Şu işi bir an evvel halletmek istiyorum. Hepsi bu.”
“Bunda bu kadar büyütülecek ne var?” diye sordu Kartal gergin bir şekilde. “Olanı söyledim ben.”
Yüzüme yerleştirdiğim o ezberlenmiş gülümseme yanaklarımın sızlamasına neden oldu. Gözlerimi trafiğin içinde parlayan renklerden çekmeden, “Büyütmediğimin farkındasın ama büyüttüğümü düşünerek kendi kendini rahatlatıyorsun,” diye fısıldadım. “Sana alındığımı falan mı düşünüyorsun?” Ona acıyan gözlerle baktığımda, gözlerimde bunu görmeyi beklemiyor gibiydi. Yine de ifadesiz kaldı. “Sadece bazı hareketlerine katlanamıyorum. Sana alınabilmem için bende bir yerinin olması gerekir. Alınmadım ve haklısın. Oradaydım, her şeye şahit oldum, hem de bunu savcı olmak isteyen bir kadın olarak yaptım. Tıpkı senin bir doktor olarak cinayet işlemen gibi. Mantıken, ikimiz de vicdan mahkemesinde idama layık iki leş insanız, değil mi?”
Kartal’ın viski rengi gözleri bir süre gözlerimin salıncağında sallandı, ardından o salıncağa küsmüş bir çocuk gibi salıncağımdan indi; parkımın kumlarına ayaklarını batırarak dolanmaya başladı. Parkım, yüzümdü.
“Güzel,” dedi yalnızca.
“Evet. Güzel.”
Gözlerimi saran ifadesizlik düğümü çözülmeden hemen önce bakışlarımı tekrar ön cama çevirdim.
Kartal, burnunu çekerek, “Sadık Parlak’ın avukatıyla görüşeceğiz,” dedi. “Yarın.”
Hiçbir şey sormadan başımı sallamakla yetindim.
“Sadık Parlak’ın mekânında olan o olay,” dedi düşünceli bir sesle. Bahsettiği olayın ne olduğunu ikimiz de biliyor, fakat dillendiremiyorduk. O olay bizim yangınımızdı; tüm geçmişimiz, anılarımız o ateşlerin içinde yanmıştı ve biz hiçbir şeyimiz kalmamış bir şekilde o yangından ağır yaralı hâlde kurtulmuştuk. “O olaydan sonra polisler Sadık Parlak’ın bir süreliğine de olsa huzurlu uyku uyumasına izin vermemiş. Sonuçta mekânı ünlü, ün yapmış bir mekân ve orada karanlık bir iş çevirme gibi bir lüksü yok. Yakın takibe alınmış ama nasıl oluyorsa dosya daha yargıtaya gitmeden düşmüş.”
“Sadık Parlak’ın kendini aklamak için danışıklı dövüş yaptığını mı düşünüyorsun?”
“Adamın avukatı Türkiye’nin en dişli avukatlarından biri,” dedi Kartal. “Onun için çok da zor olmasa gerek.”
“Peki sen onun avukatının kim olduğunu nasıl öğrendin?”
“Orada da Burak devreye giriyor,” dedi Kartal gözlerini kısarak direksiyonu sağa kırarken. “Burak, geleceğin önü açık avukatlarından birisi.”
“Hukuk okuyor,” dedim başımı sallayarak. “Aylar önce Instagram profiline denk gelmiştim, o zamanlar okuduğu bölümü biyografisine eklediğini görmüştüm. Şimdi hatırlıyorum.”
“Evet ve tıpkı Yunus gibi onun da içeride eli, ayağı ve gözleri var.”
“Neyi fark ettim, biliyor musun?” diye sordum derin bir nefes aldıktan hemen sonra. “Sen belli bir plan üzerinden gitmiyorsun. Her an, her yerdesin. Tıpkı zaman gibi.” Gözlerimi yüzüne çevirdim, profilini ele geçirmiş o ifade, yüzünde alev almıştı. “Tek bir şeye değil, aynı anda birçok şeye odaklanarak hepsine parmağını basıyorsun ki, hepsinde senin parmağını bulmalarının imkânı dahi olmasın.”
Direksiyona küçük fiskeler vururken, “İnime sızmaya başlaman hoşuma gitmedi, Lavinia,” diye fısıldadı.
Yorum yapmadım, tam o esnada telefonumun arka arkaya iki kez titrediğini fark edince dikkatim ânında dağıldı.
Berra: Selam. Annem eğer uygunsanız bu akşam sizi misafir etmek istiyor. Annem gece çalışmayı sever. Bak gerçekten müsait değilseniz hiç gerek yok, Lavin. Sizi rahatsız etmek istemiyorum.
“Berra çok çekingen bir kız,” diye mırıldanıp telefonun ekranını Kartal’a doğru çevirdim. “Ayrıca gece çalışması da ne demek oluyor?”
“Çekingen insanlar yeri gelince senden daha girişken olabilir, Lavin,” dedi Kartal alayla. Gözlerini ekrana çevirirken dudaklarında hâlâ muzip bir tebessüm vardı. “Ona bizim için sorun olmadığını söyle.”
“Gündüzler çuvala mı girdi? Hem çizim işi uzun sürer.”
“Ona orada olacağımızı söyle.”
Gözlerimi devirip sessizce mesaj yazmaya başladığımda delici bakışlarının tenimde hüküm sürdüğünü hissedebiliyordum.
Lavin: Sorun yok, orada olacağız. Bu arada neden bu kadar çekingensin? Rahat olabilirsin.
Berra: Kartal biraz gergin biri gibi. Canavar gibi yani…
Lavin: Canavar aynaya baktığında önce kendinden korkar.
Berra: Daha çok senden korkuyor gibi bir hâli var. Belki de onun canavarı da sensindir.
Lavin: Aynaya baktığında beni mi gördüğünü söylemeye çalışıyorsun?
Berra: Aynaya baktığında canavarını görüyor.
Berra: Yani bunu söylemeye çalışıyorum. Sana adres bilgilerini gönderirim.
Aynaya baktığında gördüğü canavar ben miydim? Bakışlarımı kaldırıp Kartal’ı mengene altına aldığım an, o gözlerin zaten bana saplı durduğunu fark etmek tenimde bıçak dolaşıyormuş gibi hissetmeme neden oldu. Gözlerimde her ne gördüyse, alt ve üst kirpikleri birbirlerine yaklaştı ve kısılan bakışlarının daha yoğun bir dikkatle bana aktığını hissettim.
Ona bakmak, aynaya bakmak gibi hissettirdi.
“Adresi atacakmış,” dedim. “Bu yaptığımız zaman öldürmek, Kartal.”
“Önüme çıkan zaman olursa, onu da öldürebilirim, Lavin,” dedi alayla.
Sessiz kaldım. Gözlerimin içine bakmaya devam etti. Bir ayna gibi karşımda durdu, yansımamı izliyormuş gibi onu izledim ve yansımam da beni izledi.
💫
Bir acil servisin kapısının önünde öylece durmuş, hastanenin giriş kapısına yaklaşan, tavanında mavi ve kırmızı ışığın belli aralıklarla yanıp söndüğü ambulansı izlerken; avuçlarımda, bileğime bağlı olan serumun demir çubuğu vardı. O kadar yalnızdım ki, serumumun çubuğunu bile kendim tutuyordum.
Şarkılar geçmişin içinde çalıyordu. Gözyaşlarım geçmişin içinde akıyordu. Geçmiş, geleceğin yüzüne lekelediği beş parmak iziyle aslında ona tokat atmıyor, sadece asla gitmeyeceğini vuruyordu.
Artık o acil servisin önünde dikilmediğimi, bileğime bağlı bir serum olmadığını, elimde serum çubuğu tutmadığımı fark ettim.
Üzerimde siyah bir büstiyer, altımda daracık, siyah bir kot vardı ve burnu sivri, pahalı marka topuklu botlarım parmaklarımı sıkıştırıyordu. Açık renk saçlarım jilet kadar keskin bir düzlükle omuzlarıma dökülüyordu. Üzerime aldığım palto, kalçalarımı örtüp dizlerimin içlerine değecek kadar uzundu. Dökülmeye başlayan kar taneleri, saçlarıma, siyah paltoma ve şık ama bir o kadar da rahatsız olan ayakkabımın deri yüzeyine tutunuyordu. Dudaklarıma sürdüğüm bordo rujun etrafında daha koyu tonlarda bir dudak kalemiyle oluşturduğum çerçeve vardı. Gözlerim boştu, yalnızca kirpiklerimi dolgunlaştıran maskaranın etkisi gözle görülürdü ve tenim öylesine beyazdı ki, kar taneleri yüzümün önünden geçerken belki de benimle aynı renk oldukları için bir anlığına seçilemiyorlardı. Paltonun önünü göğsümün ortasında topladım ve iki yakasını bir araya getirerek boynumu içeri doğru gömdüm.
Kartal, bahçe kapısından çıktığında kafamı kaldırıp ona baktım. Siyah kotunun üzerine lacivert, boğazlı bir kazak giymişti. Siyah paltosu tıpkı benimki gibi uzundu. Aracın uzaktan kumandasını kaldırıp düğmeye basmasıyla sokağın başındaki cipin farları yanıp söndü, ardından o tık sesini işittim.
Aracın ön yolcu kapısını açıp içeri girer girmez, “Umarım bu gece çabucak sonlanır,” dedim gergin bir sesle. Kartal’ın bakışları kısaca ön camda dolandı, ardından aracı çalıştırdı ve sağdan iki tekerleği de kaldırımın üzerinde olan aracını yavaşça oradan indirip sürmeye başladı.
“Benimle geçen gecelerden bu kadar mı nefret ediyorsun?” diye sormasıyla, gözlerim hızla ona çevrildi. Böyle bir şeyi ima bile etmemiştim. Kaşlarım ânında çatılsa da söyleyecek bir şey bulamadım. Parmakları direksiyonu sıkıca kavrarken gözleri doğrudan yola kilitlenmiş hâldeydi. “Birlikte geçireceğimiz gecelerin az olması için elimden geleni yaparım, Lavinia. Kalbini ferah tut.”
“Seninle geçen gecelerden nefret ettiğimi nereden çıkardın?” Sorum, tek bir an için duraksamasına, ardından da hızla dişlerini sıkıp, çukurlaşmış güzel yüzünü bana çevirmesine neden oldu.
“Benimle geçirdiğin gecelerden nefret ediyor musun?”
“Bunu gözlerimin içine bakarak sorman tuhaf,” dedim çatık kaşlarıma ve meydan okuyan sesime rağmen gözlerimi hızlıca kaçırarak.
“Buna gözlerimin içine bakarak tek seferde cevap verememen kadar tuhaf mı?”
Ne diyeceğimi bilemediğim için öfkeyle doldum ama yüzüme eklediğim sabit ifadenin dağılmasına izin vermemeye çalıştım. Göz ucuyla yeniden ona baktığımda, sıkılı dişlerinin yarattığı çukurlu yüz hatları hâlâ en net hâliyle görebileceğim şekilde bana dönüktü.
“Seninle geçirdiğim gecelerden nefret ettiğim falan yok,” dedim sakince.
“Bu, birlikte geçireceğimiz gecelerin çok olmasının sorun olmayacağı anlamına mı geliyor?”
“Nasıl anlamak istersen öyle anla.”
“Ben anlamak istediğim gibi anlarsam, ay ışığını güneşten değil, güneş ışığını aydan alabilir, bir yerlerde yazlar kışa, bu gece buradaki kış ise yaza dönebilir. Olabilir. Ben anlamak istediğim gibi anlarsam, imkânsız olan her şeyin imkânı olabilir. Ben birinin beni kandırmasına meyilli değilim ama kendimi kandırmaya meyilliymişim, Lavin. Kendimi kandırmama izin verme, olur mu?”
Kelimeleri birbiri ardına yağan kurşunlar gibiydi. Bir şarjör boşaltmış gibi hissettirdiği her bir kelime şakağımdan girip zihnimin içine saplanmıştı. Çok fazla düşünmek, kelimelerinin üzerinde çok fazla durmak istemiyordum çünkü bir noktadan sonra kelimeler benim içimde de farklı anlamlara gebe kalabilirdi. Bu, ikimizin de istemeyeceği bir şey olurdu. Kartal’ın bakışları benden koptuğunda ben ona bakmayı sürdürdüm. Gözlerimi ondan ayıramadım. O, bana bilmemem gereken bir sır üflemiş gibiydi, bir kez daha bana bakmazken umduğu şey o sırrı kendi içime saklayıp sessiz kalmam olsa gerekti. Ama asıl sessiz kalırsam, düşünceler bir yığın olacaktı ve o yığın üzerime düşüp beni altında ezerken beni teslim olmaya zorlayacaktı.
“Şu Bursa’daki yer,” diye mırıldandım bakışlarımı ön cama çevirirken. “Oraya tekrar gidecek miyiz?”
“Gitmeyeceğiz dersem rahatlayacak mısın?” diye sordu bana bakmadan.
“Hayır. Orada bir adam var. O adamı orada bırakamazsın.”
“Öyle bir bırakırım ki aklın hayalin şaşar,” dedi.
“Bu canilik olurdu. Orada aç, susuz nasıl yaşasın?”
“Yaşamasını isteyen kim?” Gözlerinde bir mezar taşı gibi dimdik duran o öfkeyi görebilmem için gözlerini bana çevirdiğinde, önümüzde akıp giden yolda onun gözlerinden dökülen cesetler vardı. “Buna canilik diyorsun, öyle mi? O adamı bırakacak olursam, gider birilerine bizimle ilgili ne gördüyse, ne fark ettiyse her şeyi öter. Bana ayak bağı olmasına izin veremem. Hem sor bakalım, o köpek biraz olsun yaşamayı hak ediyor mu? Acımayı, yardımı, iyi hisleri hak ediyor mu?”
Tükenmiş gözlerle ona baktığımda, gözlerimde bunu gördüğü için mi bilmiyordum ama tek bir anlığına duraksayıp gözlerine farklı bir ifade yerleştirdi.
“Gökçe ne olacak? Gökçe de orayı görmüş sayılır. Bizle ilgili her şeyi bilmese de bir şeyleri biliyor. İnsanların vefa için yapacağı tek bir halt dahi yok, Kartal. Dünya siyah beyaz bir Türk filmi değil. Dünyada, cehennemde olduğundan çok daha fazla şeytan var.”
“Ağzın güzel laf yapıyor,” dedi gözleri tekrardan sertleşmeden saniyeler öncesinde. “Ama baktığın yerde gördüklerin eksik. Baktığın yerde göremediğin şeyler olmasını yadırgamıyorum. Sen her zaman böyleydin.”
“Sen her zaman böyleydin derken?” Çatık kaşlarımın altındaki sorgu dolu gözlerime sadece anlık bir bakış bahşetti, bu anlık bakışın ardından hızla gözlerini benden uzaklaştırıp yeniden yolu izlemeye başladı. “Ortaya bir şey atıp sonra susamazsın.”
“Öyle bir susarım ki, sağır olduğumu düşünürsün.”
“Şu anda da aksi olduğunu düşünmüyorum.”
“O zaman ben de senin kör olduğunu düşünebilirim, değil mi?” diye sordu bana bakmadan. “Malum, bakıyorsun ama gördüğün tek bir sik yok.”
“Senin gerçekten ciddi problemlerin olduğunu düşünmeye başladım ben.”
Buna cevap vermedi. Öfke, ruhuma doğru yüzen katil bir denizkızı gibiydi; elinde tuttuğu çapayı hızla düşüncelerime sapladı. “Sağırı oynamaya başladın herhalde? Cevap vermediğine göre,” dedim içimde durduramadığım, beni oradan oraya savuran öfkeyle.
“Körler, sağırlar birbirini ağırlar,” diye mırıldandı kendi kendine.
“Ne?”
“Siktir et.”
“Sorunumuz ne biliyor musun?” diye sorduğumda, omzunun üstünden bana baktığını hissettim ama bu kez ona bakmadım. “İkimiz de birbirimizi tanıyoruz ama aslında birbirimize oldukça yabancıyız.”
“Önerin ne?”
“Bana karşı saygılı olduğun sürece, ben de sana karşı olan saygımı kaybetmem,” dedim. “Önerim yok, sadece kuralım var. O da bu. Bir şey söyledikten sonra onun altını doldurmamak, ucu açık bırakmak da saygısızlıktır.”
“Senin bana saygın mı varmış?” diye sordu alayla. “Ben o saygıyı neden hiç görmedim acaba?”
Bakışlarımı ona çevirdim ve “Bana hiç saygı göstermediğin için olabilir mi?” diye sordum.
Kartal gözlerini kısıp birkaç saniyesini yüzümdeki çizgilere adadı, ardından gözlerini yola çevirdi ve arabayı sürmeye devam etti. Berra’nın annesinin atölyesi Balat’taydı. Camdan dışarıyı izlerken, yapıların eski olmasına rağmen tarihi değerinden dolayı, en lüks binadan bile daha fazla ederi olduğunu düşündüm. Üstelik her biri eşsiz güzellikteydi. Renkli binaların sırt sırta vererek dizildiği sokağa girdiğimizde araç tamamen yavaşladı.
Araçtan indiğimde kar taneleri yeniden saçlarıma tutunmaya başladı. Ayağımda topuklular olduğundan hafif de olsa karla kaplanmaya başlamış zeminde yürümek zordu.
Kartal, “Ayağında o topuklular varken tıpkı yeni doğmuş bir ceylan yavrusu gibi yürüyorsun,” diye takıldı bana. “Bacakların titriyor.”
Omzumun üstünden ona baktım. Hemen arkamda sinsi sinsi ilerliyordu. “Yaa, evet,” dedim. “Sen de henüz yürüyemeyen o ceylanı gözüne kestirmiş yaşlı, işgüzar bir aslana benziyorsun.”
Kaşlarını çatarak, “Yaşlı mı?” diye sordu.
“Evet.”
“Dön önüne, sıkma benim canımı.”
“Ne oldu, zoruna mı gitti?” diye sorduğum sırada zemindeki buz tabakasına bastım ve bedenim öne doğru kaydı. Tam düşecekken binanın giriş kapısına tutunarak son anda toparladım. Kartal’ın arkamda güldüğünü duyabiliyordum. Yüzümü saran ateşle, “Gülmesene!” diye bağırdım. “Komik mi? Gülme!”
“Yaşlı, işgüzar aslanlar bile buz pateni yapan yavru ceylanları avları olarak seçmeyecek kadar gururludur,” dedi, eğlendiğini sesinin tonundan anlamak mümkündü.
Homurdanarak binanın kapısını açtım. Atölyenin ana kapısına ulaşana dek Kartal arkamda kıs kıs gülmeye devam etti. Zili çaldığımızda, kapıyı açan kişi Berra olmuştu. Kartal buna hiç şaşırmışa benzemiyordu. Hatta tam içeri girerken kulağıma eğilip, sıcak nefesini rahatsız edici bir şekilde boynuma vererek, “Bu meraklının burada olacağına emindim,” dedi. Ürpertimi gizlemeye çalışırken kasıldım. Nefesi güneş kadar sıcaktı.
Beril Hanım’ın stüdyosu loş ışıklarla aydınlatılmıştı ve tavan, zemine oldukça yakın duruyordu. Beril Hanım bizi güler yüzüyle karşıladı. Birkaç dakikalık ayaküstü sohbetin ardından, Berra, “Ben ayak altında dolaşmasam iyi olacak,” dedi ve Kartal burnundan sert bir nefes vererek alayla güldü.
“Sen ayak altında dolansan ne olacak, minik?” diye sordu.
Berra ürkek gözlerle Kartal’a baksa da bir şey söylemedi ve odadan ayrıldı. Alçak tavandan neredeyse yere kadar uzanan bir sarmaşığı anımsatan ışıklandırmayı izlediğim sırada, Beril Hanım elindeki şarap kadehini bana uzatarak, “Kavaklıdere Narince,” dedi. “Tıpkı sana benzeyen bir beyaz şarap.”
Gülümseyip kadehi aldım. Kartal, Beril Hanım’ın ona verdiği kadehteki şaraptan bir yudum alırken gözleri üzerimdeydi. Beril Hanım’ın yaptığı tabloların olduğu duvarın önünde dikiliyordu.
“Biraz heyecanlıyım,” dedi Beril Hanım. “Canlı modellerle çalışmayalı epey zaman oluyor.” Gözlerini üzerimizde dolaştırdı. “Önce fotoğraflarınızı çekeceğim izniniz olursa?”
Gözlerim anlık Kartal’ın gözlerine saplandı. Kararı onun vermesini bekledim. Kartal bu isteği kabul etti ama Beril Hanım’ın isteği bununla sınırlı kalmadı. Üzerimdeki büstiyeri ve altımdaki kotu çıkarmamı istemişti. Yalnızca iç çamaşırımla kalmamı… Bu benim mantığıma sığdırabileceğim bir şey olmadığından karşı çıkma isteğiyle dolmuştum. Kalbim, derimin dalgalanmasına neden olacak kadar hızlı çarpıyordu. Kadının bu isteği Kartal’ı da şaşırtmıştı. Beril Hanım bana göğüs uçlarımı ve göğsümün küçük bir kısmını örtebileceğim göğüs kapları verdiğinde, Kartal birkaç kez vazgeçecek gibi oldu ama sonunda vazgeçmenin garip olabileceğini düşünmüş olacak ki sessiz kaldı.
Giyinmem, daha doğrusu soyunmam için bana gösterilen odaya girdiğim anda sırtımı odanın kapısına yaslayıp gözlerimi hemen karşımda duran cam duvara çevirdim. Balat’ın ışıkları odanın içindeydi. Göğsüm körük gibiydi. Bir şey hissediyordum ama bu hissin temelinde ne vardı bilmiyordum. Ruhum, hapsolduğu bedenimin dar hücresinde, ayaklarına bağlı olan zincirlerle telaşlı bir şekilde dolanmaya başladı. Her hareketinde, zincirler etrafa dolanıyor ve prangalar, kördüğümler doğuruyordu. Kapıdan yavaşça ayrıldıktan sonra üzerimdeki paltoyu çıkarıp kenara bıraktım. Üzerimdeki büstiyeri çıkarmamla birlikte çıplak göğüslerim gecenin kumaşının altına girdi ve tenim çıplak bir heykelin beyaz yüzeyi gibi parlamaya başladı. Altımdaki kotu çıkarmadım. Zaten üstüm rahat değilken altımdakini de çıkarıp rahatsızlığımı üst seviyelere taşımak istemiyordum. Ayağımdaki topuklu ayakkabılar, zemine iz gibi bıraktığı tıkırtı sesleri bırakırken ağır adımlarla volta atarak göğüs uçlarıma kadının bana verdiği kapları yerleştirdim. Ten rengindeki kaplar ânında göğsümün şeklini aldı ve sanki tenimmiş gibi benden bir parça hâline geldi.
Odadan çıktığımda, Kartal orada, ahşap ayakları olan puf koltuğun üzerinde oturuyordu. Altında kot pantolonu vardı ama üstü çıplaktı. Bakışları ağır ağır yukarı kalktı, içinde olduğumuz saniyeleri dirsekleriyle itti ve zaman etrafa dağılırken gözlerimiz birbiriyle buluştu.
“Kot pantolonlarınızla da gayet güzel olacak, pantolonlar kalsın o hâlde,” dedi Beril Hanım. “Seni Kartal’ın yanına alabilir miyim, Lavin?”
Beril Hanım’ın sesi aramızdan bir rüzgâr gibi geçip giderken ne ben ne de Kartal gözlerimizi birbirinden ayıramadık. Gözleri, yırtıcı bir kuşun siyah tüyleri gibi koyu görünüyordu. O altın gibi parlayan gözler, ilk kez güneşi değil, ayın karanlığa gömüldüğü bir geceyi hatırlatmıştı bana.
Kendimi çırılçıplak, teninde açık, hâlâ kanayan yaralar olan bir av gibi hissediyordum. Avcım karşımda duruyordu. Bir adım atsam, kendi ölümüme yaklaşmış olacaktım ama geri adım atarsam da bu yaralarla daha fazla yaşamamın imkânı yoktu.
Topuklu ayakkabılarımın zemine yâd ettiği seslerin arasında ilerleyerek Kartal’a doğru ilerledim. Zeminden yükselen ateşler bacaklarımı sarıyor, tavandan hızla düşen buz sarkıtları tıpkı bıçak gibi tenime saplanıyordu. Böyle hisseden yalnızca ben miydim bilmiyordum ama onun gecenin çöktüğü gözlerinden bana doğru akan fısıltılar da sanki karanlık bir masalı fısıldıyordu.
Dizimi yavaşça koltuğa bastırdım ve saçlarım eğilmemin etkisiyle Kartal’ın yüzüne döküldü. Kartal, uzun kirpiklerini göz çukurlarına sererek gözlerini yumdu. Bir elimi yavaşça Kartal’ın benlerle döşenmiş olan çıplak omzuna bastırdım; bunu yapmamla kirpikleri titredi ve hemen ardından deklanşörün sesi tüm odaya yayılmaya başladı.
Yavaşça onun kucağına yerleştim. İki bacağımı ayırarak oturduğumda aşağı sarkan bacaklarımı dizlerimden itibaren yukarı çektim ve topuklu ayakkabılarım zeminle buluştu. Bir elimi Kartal’ın çıplak omzuna yerleştirdiğimde, artık Kartal ile yüz yüzeydik ve Kartal’ın gözleri hâlâ kapalıydı.
Flash durmadan patlıyor, deklanşörün sesi zihnimdeki kalabalığın uğultusuna karışıyordu. Kartal gözlerini açtı. Altın kahve gözleri mücevher gibi parlıyordu. Elini kaldırdı, büyük avucu yüzüme kayınca gözlerim farkında olmadan kapandı ve deklanşörün sesini duydum. Dokunuşu beni anılardan birinin içine sürükledi.
O anılardan birinde, onların evindeydim.
İçeride pişen yemeğin kokusu salona kadar ulaşmıştı. Dışarıda yağmur yağıyor, Kartal’ın odasının kapısı kapalı olmasına rağmen dışarıya müziğin sesi taşıyordu. Meryem teyzenin, “Lavin,” dediğini hatırlıyorum. “Kartal’ın kapısını tıklatır mısın? Kardelen’in de benim de ellerimiz yağlı. Duymazsa aç kapısını, gir. Bu kadar yüksek sesli müzik dinlediğinde kapıyı duymama ihtimali oluyor, kızmaz ya da uygunsuz bir hâlde bulmazsın, endişelenme. Pastane siparişleri hazırlamış, gidip alacaktı. Söyleyiverir misin?”
Kardelen kafasını mutfaktan çıkarıp holdeki aynada duran yansımama baktığında, gözlerimiz aynanın üzerinde birleşti.
“Söyler anne, söyler tabii,” dedi dudaklarında muzip bir gülümsemeyle.
Kartal’ın gözlerine yerleşmiş buz gibi bakışları hatırlamak beni duraksatsa da Meryem teyzenin söylediğine negatif bir cevap verememiştim; belki de her şeyi ânında kabul etmemin nedeni Kardelen’in abisine çok benzemesine rağmen abisinin aksine sıcacık bakan gözleriydi.
İçeriden yoğun, güzel bir erkek parfümü kokusu ve onu takip eden sigara kokusu yüzüme doğru rüzgâr gibi çarptı. Soğuk da o kokuları takip etti. Tüm perdeleri ve camı açmıştı, bu yüzden içerisi buz gibi esiyordu ve gıpgri görünüyordu. Sırtı bana dönük şekilde yatağının üzerinde bağdaş kurmuş oturduğunu gördüm. Üstünde sadece beyaz bir sporcu atleti vardı, elindeki kalemi bir baterinin bagetiymiş gibi havada sallıyor, ara sıra elini indirip muhtemelen dizlerine yerleştirdiği deftere bir şeyler karalıyordu. Sadece birkaç saniye içinde onun not yazdığını fark edip kapıyı kapatmak için bir adım geri gittim ama aniden bedeni kaskatı kesilerek dik konuma geldi.
Omuzlarındaki belirgin kas kütlesine şaşırmadım, sporla ilgileniyordu ve bunlara sahip olduğunu bol kazaklar giydiği zamanlarda bile anlamak mümkündü. Ama omuzlarını, kollarını ve ensesini saran benler, var olduklarına emin olsam bile görünce duraksamama neden olan ayrıntılarındandı. Omzunun üstünden bana doğru bakmak yerine başını omzuna çevirdi ama bana değil, omzunun karşısında kalan noktaya baktı. Profiline bakarken, “Selam,” dedim düz bir sesle. “Annen pastaneye gideceğini söyledi.”
Pozisyonunu bozmadan, “Duyamadım?” dediğinde gözlerimi devirip içeri doğru bir adım attım.
“Müziğin sesini kısmadığın için duymaman normal,” diye mırıldandım kendi kendime, bunu duymadığına emindim. “Annen diyorum, pastaneye gideceğini söyledi. Siparişleri alacakmışsın.”
“Seni hâlâ duyamıyorum, Avukat Hanım.”
“Avukat değil, savcı,” diye direterek odanın içine daldım. “Annen diyorum annen!”
“Ne kadar ayıp,” derken bedenini tamamen bana doğru çevirdi.
Gözlerimi yatakta oturan büyük bedenine indirip, “Meryem teyze pastaneden siparişleri senin alacağını söyledi,” dedim.
Rahatsız edici bir dikkatin alev alev yandığı gözleri beni diz kapaklarımdan başlayarak alnıma kadar takip etti, gözlerinin rotası yeniden değişerek gözlerime çevrildiğinde kaşlarımı çatmamak için kendimi sıktım. Oda o kadar soğuktu ki, yağan yağmur, rüzgâra tutunarak açık camdan içeri sıçrıyordu. Kollarımı bedenime sardığımda kaşlarını çattı.
“Üşüdün mü?”
“Sen üşümedin mi?” diye sorusuna soruyla karşılık verdim.
Kaşlarını kaldırarak kalemi tutan elinin avucuyla diğer kolunu okşadı, şişkin pazusunu sıktı ve “Üşümemişim,” dedi.
“Buz tuttuğuna eminim.”
“Dokun, bak buz tutmuş muyum?”
Sorusu bir yıldırım gibi bedenime saplanmışken bir de üstüne bileğimi tutup elimi ona doğru çekince, birden ayaklarımın altındaki yerin çekildiğini hissettim. Kartal, elimi kendi koluna yasladı ve şişkin pazusuna temas eden parmaklarıma bıçak saplanmış gibi hissettim. Elimi hızla geri çekerken gözlerimiz hâlâ birbirinin karşısında duran iki yel değirmeni gibi birbirlerine doğru dönüyordu.
“Sıcakmışsın,” diyebildim.
“Evet,” derken gözlerimin içine bakıyordu. “Ben senin aksine yanıyorum, yabani.”
“Yabani?”
“Bir mızrağını alıp saldırmadığın kaldı. Elini öyle bir çektin ki sanırsın sıcak değilim de doğrudan yanan ateşim.” Dudaklarında mühür gibi duran bir hareketsizlik, yüzündeki ifadesizliğe eşlik ediyordu. Aniden ayağa kalkınca, birden önümde upuzun duran adama kafamı kaldırarak baktım. Tam yanımdan geçecekken bir an durdu ve işaret ile orta parmağının dış yüzeyini yanağıma değdirdi. Dokunuşuyla kaskatı kesildiğim sırada, “Buz gibiymişsin,” dedi ve hızla parmağını tenimden ayırıp odadan çıktı.
Omzumun üstünden odanın açık duran kapısına bakarken ne hissettiğimi bilmiyordum; bir baskı göğsümün içinde gitgide büyüyor gibiydi ama öte yandan koca bir salonda yalnız gibiydim. Sanki o odadayken alanım yoktu, her yer daralıyordu ama o kaybolduğunda her yer öyle büyüktü ki sanki küçücük oda bir dünyaydı ve ben içinde kayboluyordum.
“Anne, ben çıkıyorum,” dediğini duydum, portmantonun kapağını açtı. Muhtemelen ceketi ile ayakkabılarını çıkardı. Birkaç saniye sonra kapı açıldı, kapandı ve eğer olmadığı oda bir dünya kadar genişlemişse, olmadığı ev bir evren genişliğindeydi.
Anının içinden çıkıp şu âna döndüğümde, gözlerindeki duygular, gözlerimin içine sanki aynı şeyleri düşünüyormuşuz gibi hissetmeme neden olan kelimeler bırakıyordu. O bana bakarken, ruhuma kurduğum sokakların tabelalarındaki isimler silinmeye, her bir sokak birbiriyle yer değiştirerek kayıp bir kenti en başından inşa etmeye başlamıştı. Bakışları çok kısa bir anlığına dudaklarıma kaydı.
“Harikasınız!” dedi Beril Hanım heyecanla.
“Tenin her zamanki gibi buzdan,” diye fısıldadı Kartal. O canavarın nefesi tenime sindi. Tek bir an için, ikimiz de aynı anıyı mı anımsamıştık? Tenimde yanan ateşe rağmen buz gibi olan tenim, altındaki ateş yalnızca beni yaktığından Kartal’a bu ateşin dumanı bile dokunmuyordu.
“Bu fotoğrafları çizimlerimde referans olarak da kullanacağım izniniz olursa. Artık çizime geçebiliriz,” dedi Beril Hanım. “Kartal, yüzünü Lavin’in boynuna yaslar mısın lütfen?”
Kartal cevap vermeden kadının dediğini yaptı. Göğsümün sıkıştığını hissettim. Yüzünü boynumdaki boşluğa eksik bir yapboz parçasının yapboz tahtasındaki boşluğu doldurduğu gibi doldururken, bir an gerçekten nefes alamayacağımı düşündüm.
“Harika,” diye mırıldandı Beril Hanım. Bir kare daha fotoğrafımızı çektikten sonra fotoğraf makinesini kenara bıraktı.
Kartal’ın büyük avuçları belime kaydı. Yüzünü tamamen boynuma bastırınca, tenime asit yağmuru yağıyormuş gibi hissettiren ve derimin altına yayılan hissi yok saymaya çalıştım. Sırtıma yayılan kanatların olduğu dövmenin bile sızladığını hissettim. Sanki gerçekten kanatlarım vardı.
Beril Hanım’ın şu an bir tuvalin üzerine bizi kazıdığını biliyordum. Tıpkı bir yazarın, roman sayfalarına dizdiği kelimelerle oluşturduğu insanlar gibi, bu kadın da bizi o tuvalin üzerine işliyordu.
Kartal’ın dudakları boynumu saran damara baskı yaptığı anda gözlerim ben farkında olmadan irileşti. Hemen yan tarafımızda, fotoğraflarda önünde çıktığımız bir duvar vardı ve bu duvar tamamen camdandı; şehrin ışıkları âdeta bir orman yangınını çağrıştırır gibi yanıyor, parıldıyordu. Kartal’ın dudakları bir süre o damarın üzerinde asılı kaldı. Kafamın içinde bir romanın kapağı açılıyor, sayfalar hızla çevrilmeye başlıyordu ve her sayfada onunla ilgili bir kelime gözüme çarpıyordu.
“Bu kadar gerilmene gerek yok,” diye fısıldadı. “Bedenin kaskatı olmuş, yabani. Biraz rahatla.”
Yabani… Tıpkı o anıda olduğu gibi, şimdi de bana yabani dediğine göre, o da o günü hatırlıyordu, o anı tıpkı benim zihnime uğradığı gibi onun zihnine de uğramıştı.
“Umarım çabuk biter,” diyebildim.
“Neden?” diye sordu ummadığım anda. “Benimle, burada, bu şekilde sabaha kadar durmak senin için çok mu büyük bir sorun olurdu?”
Bedenimi aniden kıskıvrak saran hissin adını bulmaya çalışmadım. Uzun, açık renk saçlarımın uçlarında ateşler yanıyor gibiydi; saçlarımın uçları tenine değdiğinde, teni de yanıyor muydu?
Kartal’ın nefesi boynumdaydı, Kartal’ın nefesi tenimdeydi, Kartal’ın nefesi zihnimde ve kalbimdeydi.
Beril Hanım, ikimizi resmetmeye devam ediyordu ama zaman sanki o benim kollarımda, ben onun kucağındayken donup kalmıştı. Akrep, yelkovan geçerken ona dokunmasın diye yelkovanı sokup, zehriyle zamanı felç etmişti.
Zaman, felçli bacaklarına rağmen ilerledi.
Kartal sertçe yutkunurken, “Kokunun yatıştırıcı bir etkisi var,” diye fısıldadı. Zihnime yeni bir yıldırım düşüren ses tonuyla birlikte iki göğsümün ortasında saplı duruyormuş gibi hissettiren bıçak biraz daha derine gömüldü.
“Normal bir koku.”
“Öyle mi dersin?” diye sorarken sesi uykuluydu. Neredeyse iki buçuk, üç saattir aynı pozisyonda olduğumuz için belim ağrımaya başlamıştı ama garip bir şekilde olduğumuz hâl bana rahatsız edici gelmiyordu ve bitmesi için dua ediyor da değildim.
“Evet, öyle.”
“Bana hiç öyle gelmedi.”
“Bence senin uykun gelmiş.”
“Kokun uykumu getiriyor,” diye bir itirafta bulundu. Beklenmedik itirafı kalbimi tekletti.
Ben bir pencereydim. Hemen arkamda buğulu bir şehir manzarası vardı; ne zaman yağmur yağsa ve yüzeyimi buhar kaplasa, parmaklar üzerimde dolanır, isimler tenime kazınırdı. Kartal, şehrimin manzarasını örten o perdeydi; kornişlerinin çoğu kopmuş, çoğu da yanlış yere takılmıştı. Hemen arkamızda kalan şehir, karlar altında kalmıştı, birçok bina çökmüş, üzerine kazınan isimlerin sahipleri ölmüştü. Bizi sadece böyle anlatabilirmişim, hissettiklerimizi, yaşadıklarımızı böyle açıklayabilirmişim gibi geliyordu.
“Bu şekilde uyumanda bir sakınca görmüyorum,” dedim azalan, dağılmış, kaybolmuş sesimle.
“Güzel,” diye fısıldadı.
Minik molalar vermedik. Kendimizi zamanın içine bıraktık ve zamanla birlikte Beril Hanım’ın çizgileri de ilerledi. Şafağın mavi çizgisi ufukta göründüğünde, Kartal yüzü boynuma saklanmış bir şekilde, her şeyden habersiz küçük bir erkek çocuğu gibi uyuyordu. İçerisi sıcak olsa da tenim sık sık ürperiyor, Kartal ne zaman ürpersem onu bırakıp gidecekmişim gibi kollarını belime sarıyor, avuçlarını çıplak belime yerleştirerek beni sıkıca tutuyordu.
“İşte bu kadar…”
Beril Hanım, sonunda konuşup sessizliği ikiye yardığında gözlerimi ona çevirdim.
“Harika bir iç çıkardınız, gençler!”
“Şşh,” diye fısıldadım, kan çanağı olmuş gözlerle kadına gülümserken. “O, uyuyor.”
“Ah, affedersin.” Beril Hanım’ın avuçlarının kenarları simsiyah olmuştu. Gözleri yüzümde dolaştı, dudaklarına ezbere bir gülümseme yerleştirdi. “Uyandır da bir şeyler yiyelim. Sipariş vereceğim, ne yemek istersin?”
“Hayır,” diye itiraz ettim. “Kolay kolay uyuyamıyor. Biraz daha uyusun, lütfen. Biz bir şey yemeyeceğiz.”
Ortaya kor gibi düşen isteğim, kadının dudaklarının yukarı kıvrılmasına neden oldu.
“Bu şekilde uyursa her yeri tutulacak.”
“Hayır. Bu şekildeyken bir yeri tutulmaz.” Ağırlığımı pufun boş kısmına bırakarak onun bacaklarındaki ağırlığımı en aza indirdim. Onu kollarımın arasında tutmaya devam ediyordum ama artık daha rahat olduğuna emindim.
“Ama senin her yerin ağrıyacak?” dedi Beril Hanım sorar gibi, bu hareketim onu epey şaşırtmışa benziyordu.
Kan çanağına dönmüş gözlerimi kadından çekmeden yorgun bir şekilde gülümsedim. “Ben mühim değilim,” dedim. “Biraz uyusun, sonra gideriz.”
Kadın bir süre şaşkın şaşkın yüzüme baktı ve sonunda, “O hâlde üzerine bir şeyler getireyim,” dedi. “Böyle üşütürsün.”
Biraz daha hareket edecek olursam kesin uyanırdı. Kartal’ın uykusu hafifti, zar zor daldığı uykudan uyanacak olursa yeniden uyumayacağını bildiğimden, “Gerek yok, teşekkür ederim,” dedim.
Beril Hanım bir süre odanın içinde oyalandı, ardından diğer odaya geçerek Kartal ile beni baş başa bıraktı. Çenemi Kartal’ın başının üzerine yerleştirip, gözlerimi Balat’ın manzarasına çevirdim. Sokak lambaları hâlâ yanıyordu ve trafik ufak ufak işlemeye başlamıştı. Bu adam, hayatımın ortasına, bir evin çatısına düşen yıldırım gibi değil, belli aralıklarla atıştıran ama tutmayan bir kar gibi girmişti; geçmişimde tutmayan o kar, şimdi bir fırtına olmuş, boyuma kadar ulaşmış ve beni içine hapsetmişti.
Kardelen bir çocuk gibi oturup onu izlerken bazen farkında olmadan ben de onu izliyordum. Birbirine değen gözlerimiz birbirinde çok oyalanmazdı çünkü bakışlarımı ondan hızla kaçırırdım ama merak ederdim, ben ona bakmayı kestiğimde bile o yakıcı dikkatiyle bana bakmaya devam ediyor mu diye hep düşünürdüm. Onu gören gözlerim, onunla ilgili bazı şeyleri görememişti. Oysa o zamanlar onunla alakalı her şeyi görebildiğimi düşünürdüm. Onun insanı bıçak gibi kesen bakışlarından rahatsız olsam da bana bakmadığı zamanlarda onu incelediğim oluyordu. Şu an gördüğüm Kartal ile o zamanlar gördüğüm Kartal, iki farklı insan gibiydi; sanki bir zamanlar ona çok fazla kördüm.
Şimdi karanlık bir arazideydim, elimde bir fenerle yavaşça ilerliyordum ve Kartal arkamda beni takip eden o karanlıktı; ben geleceği aydınlatmaya çalıştıkça, Kartal geçmişin karanlığını geleceğe taşıyordu.
Ne kadar süre boyunca onun uyanmasını beklemiştim bilmiyordum ama Kartal sonunda gözlerini açtığında, güneşin ışıkları stüdyonun duvarlarını aydınlatmaya başlamıştı. Yüzünü boynumdan uzaklaştırıp, büyük avucuyla gözünü ovarken yavaşça esnedi. Geri çekildim, bedenim neredeyse çıplak sayıldığı için gergin hissederek ayağa kalktım ve odanın öteki ucuna doğru yürüdüm. Kadın tuvalin üstünü siyah bir örtüyle örttüğünden ne çizdiğini görememiştim.
“Ben ne zamandan beri uyuyorum?”
“Bilmiyorum,” diye yalan söyledim. “Benim de içim geçmiş.”
“O kadar rahatsız bir pozisyonda için mi geçti?” Sorusuna cevap vermedim. Sırtımdaki gözlerinin ağırlığını hissetmememin imkânı yoktu. Kıyafetlerimin olduğu odaya ilerlemeye başladığımda Kartal, “Daha sık sırt dekoltesi olan şeyler giymelisin,” dedi tok bir sesle.
“Neden?”
“Çünkü güzel bir sırtın var,” dedi birdenbire.
“Teşekkür ederim.”
“Tabii bu kadar açık olmamalı,” dediğinde kaşlarım çatıldı. “Sonuçta göğüslerinin uçlarını örten bir parça dışında çıplak sayılırsın, öyle değil mi Lavin?”
Omzumun üstünden ona bakıp, “Kimin yüzünden bu hâldeyim?” diye sordum sertçe.
“Benim yüzümden olması ayrı bir zevk veriyor doğrusu,” demesi beni duraksattı, cümlenin altındaki anlamlar daha farklı olabilirdi ama her nedense ben öyle hissetmedim. “Neden öyle bakıyorsun yüzüme, Lavin?”
“Aynı balon balığına benziyorsun da ondan,” dedim. “Uyumaktan yüzün şişmiş.”
“Bu kadar yakışıklı bir balon balığı görmediğine eminim, Avukat Hanım.”
Bir an irkilerek hole doğru baktım ve “Yalnız değilken böyle seslenme,” diye uyardım onu.
“Yalnızken böyle seslenebilirim mi demek bu?”
“Savcı Hanım dersin belki,” diye fısıldayarak yürümeye başladım.
“Lavin,” dedi yeniden.
“Söyle, Kartal.”
“Sırtındaki dövmeyi seviyor musun?”
Parmaklarımı dövmeme bastırma ihtiyacıyla dolsam da bunu yapmadım. Yavaşça gülümsedim ama Kartal, bunu görmedi. “Evet,” dedim. “Seviyorum.”
Başka bir şey söylemedi. Üstümü giyinip hole çıktığımda Beril Hanım dizüstü bilgisayarını kolunun altına sıkıştırarak odalardan birinden çıktı. “Hiç uyumadın sanırım,” dedi.
“Öyle oldu. Berra eve mi döndü yoksa burada mı?”
“Siz buradasınız diye gitmek istemedi. İçeride uyuyor.” Sıcak bir şekilde gülümsedi. “Kahvaltı yapalım mı?”
“Yok, çok teşekkürler. Bizim acil çıkmamız gerekiyor.”
“Kartal uyandı mı?” Başımı salladım. “Size de çok fazla rahatsızlık verdim. Bu arada ödemeyi havale ile mi yapayım yoksa elden mi?”
“Ödeme mi?”
“Elbette. Tüm gecenizi çaldım.”
“Biz ödeme almak için değil, eğlenmek için yaptık,” dedim.
“Ama…”
“Lütfen, bizim ödemeye ihtiyacımız yok, bu bizim için eğlenceydi. Güzel bir anı olsun istedik, hepsi bu.”
“Eseri sergilememde bir sakınca olmayacak mı?”
“Hayır,” dedim.
“O hâlde onu ilk kez sergimde görmenizi istiyorum,” dedi heyecanla. “Sizin için de sürpriz olur.”
Bunu pek umursamasam da “Tabii ki,” dedim kibarca.
Stüdyodan ayrılıp araca binene dek konuşmadık. Kartal arabayı sürmeye başladığında rahatsızca kıpırdandım. Topuklu ayakkabıların içindeki ayaklarım o kadar şişmişti ki, serçe parmağım zonkluyordu.
“O ayakkabıları çıkar,” dediğinde gözleri bende değil, önümüzde akıp giden yoldaydı. Güneşliği indirip bakışlarımı ona çevirdim.
“Nereden anladın?”
“Küçük burnunu sıkıp duruyorsun ve alnının ortası kırışıyor. Bunu genelde canın acıdığında ya da sinirlendiğinde yapıyorsun. Seni sinirlendirecek bir şey yapmadığıma göre, canın yanıyor.” Gözlerini anlık bana dokundurup geri çekti. “Bacaklarını sanki uzun değillermiş gibi daha da uzun gösteren o ayakkabıların rahatsız olduğunu anlamak için onları giymeme gerek yok. Acının çıkış noktası ayakların olmalı.”
“Analizde iyisin.”
“Seni ilk görüşüm değil. Seninle ilgili sandığından daha çok şeyin farkındayım.”
“Analizde iyi değilsin yani?”
Burnundan sert bir nefes verip alayla güldü. “Kötü olduğum tek bir şey göstersene bana.”
“Kartal bir köşeye geçti ve söz sırası yeniden egosunun,” diye homurdanarak gözlerimi devirdim.
“Sadece kendimin farkındayım, Ölüm Çiçeği.” Bana bakmadan derin bir nefes aldı ve “Hiç uyumadın, değil mi?” diye sordu.
“Bu nereden çıktı? Uyudum.”
“Yalan söyleyeceğin zaman yalana hazırlanmak için öncesinde bir soru soruyorsun,” dedi sessizce. “Ne yazık, sen beni uyutabiliyorsun ama ben seni uyutamıyorum.”
“Uyuyabileceğim bir pozisyonda olsaydım, ben de uyuyabilirdim.”
“Ben de rahat bir pozisyonda sayılmazdım ama beni uyutabildin, bu da demek oluyor ki, sen beni uyutabiliyorsun ama ben seni uyutamıyorum.” Ağzımı açmama izin vermeden elini yana doğru uzattı ve aracın içini tanıdık bir melodi doldurdu. Güneşin altında erimeye başlayan karların içinde ilerlerken sessizce, beni o yağmurlu Antalya gününe geri döndüren melankolik metal parçayı dinlemeye başladım.
Eve döndüğümüzde Sahra, Burak, Yunus Emre ve diğerleri evdeydi. Neden burada olduklarını bilmiyordum ama hızlıca bir duş alıp eşofman takımlarımı giydikten sonra salona geçtim. Kartal hâlâ dünkü kıyafetleriyleydi, içki dolabının önünde dikiliyordu ve elinde bir viski şişesi tutuyordu. İçeri girdiğimde bakışları kısaca bana dokundu, gözleri gözlerimde küçük bir çizik bıraktı ve o bakışlar Yunus Emre’ye döndü.
“Dosyalar için eyvallah.”
“Lafı olurmuş gibi konuşma,” dedi Yunus Emre, sesi buzdan bir bariyer gibiydi. Gözleri bana doğru kaydı, bakışları yüzümü tararken, “Sen hiç uyumadın mı?” diye sordu.
Huzursuz bir his, zehir gibi göğsümün altında birikmeye başladığında, “Hayır,” diye mırıldandım.
“Neden?” Yunus Emre gözlerini Kartal’a çevirdi. “Akşam neredeydiniz?”
“Beni sorgulama.”
“Doğrudan kafanı kırayım, nasıl olur?”
Kartal gözlerini devirdi ama cevap vermedi.
“Alper telefonlarımı açmadı,” dedi Sahra yanaklarının içini şişirerek. “Ondan haber alan var mı?”
Bu ismi duymak, içimde kanı kurumamış olan yaraya parmak bastırılmış gibi hissettirdi.
“Ben konuştum, iyi,” dedi Yunus Emre sabit bir sesle. “İnsanları rahatsız edip durmayın.”
Sahra bu defa gözlerini Kartal’a çevirdi ve “Yunus’un senin için getirdiği dosyadaki bilgiler kime ait?” diye sordu. Bir an gerildiğimi hissettim ama benim aksime Kartal çok sakin görünüyordu.
Burak, “Bu konular hakkında konuşmasak daha iyi olacak,” dediğinde Sahra gözlerini erkek arkadaşına çevirip kaşlarını çattı.
“Yani sen biliyor musun?”
“Sahra, lütfen, sırası değil,” dedi Burak.
“Tartışmanıza gerek yok,” dedi Kartal, elindeki kristal kadehi âdeta çarparak tezgâha bıraktığında tüm gözler ona çevrilmişti. “Ortadan kalkması gereken biri vardı ve ortadan kalktı, hepsi bu.”
Sahra’nın nefesi kesildi, gözleri irileşti. Sibelay ile Neslihan da şoka girmiş gibi donup kalmışlardı. “Kartal, ne demek istiyorsun?” diye sordu Sahra. “Birini mi öldürdüğünü söylemeye çalışıyorsun?”
“Öldürdüm ya da öldürmedim. Ne fark eder?” diye sordu Kartal, bakışlarını kaplayan buzların soğuğu, cehennemin yanan kapısını bile dondurmuştu; cehennemin içinde olan biteni izleyen şeytan, kadehine doldurduğu cehennem ateşinin üzerini kaplayan buzları fark ettiğinde kaşlarını çattı ve o an şeytan ile Kartal göz göze geldiler.
“Bunu kendine yapmış olamazsın!” Sahra oturduğu yerden kalktı, Kartal’a doğru atılacaktı ki Burak onu belinden kavrayarak yakaladı ve durdurdu. “Kartal, böyle bir şey yapmadığını söyle! Bunu kendine nasıl yaparsın?”
“Sahra, sakin ol bebeğim,” dedi Burak, yüzünü Sahra’nın uzun saçlarının arasına gömerek onu durdurmaya çalışırken.
Kartal tepki bile vermeden, gözlerinde arşa yükselmişken donmuş ateşlerle öylece Sahra’ya bakıyordu. Ne hissettiğini anlayabilmek imkânsızdı, gözlerinin içine baktığımda gördüğüm tek şey, şeytanın yere düşen gölgesiydi.
“Sen bir doktorsun, bunun farkında mısın?” diye bağırdı Sahra, artık ağlıyordu. “Sen hayat kurtaracak birisin, hayat sonlandıracak biri değil.”
Kartal, karşısında şoka girmiş vaziyette ağlayan kıza sadece bakıyor, onu dinliyor, tepki bile vermiyordu. Aslında Kartal dimdik dursa da altın kahverengi gözlerinin içindeki harabeleri görebiliyordum; o harabeler, yıkımın gerisinde bıraktığı artıklardı ve acı, aslında hâlâ orada yaşıyordu.
“Birini öldürmüş olamazsın,” diye fısıldadı Sahra gözyaşları çenesine dek aktığında. “Kardelen bunu yapmanı istemezdi.”
Bu cümleyle beraber, Kartal’ın gözleri gözlerime karşılık verdi. Bana baktı. Sanki Sahra’dan duyduğu şeyin acısını benimle paylaştı. Kimseye gösteremediği acıları olduğunun kanıtı olan bakışları kalbimi ağrıttı. Bir çölde, kızgın kumların dibine kazılan kuyunun içinden yukarı doğru buz gibi sular tırmandı; kar taneleri gökten yağmadı, yerden kalkarak gökyüzüne doğru uçuştu; bulutlar gökyüzünden silindi, yağmurlar yıldızların içinden akarak yeryüzüne yağmaya başladı.
“Kardelen ölmek de istemezdi,” dedi Kartal. Sesine bulaşan ölümün sesi, bir meleğin kanatları koparılırken attığı çığlığa benziyordu; oysa sesi, mezar başında ağlayan anne kadar içli ve sessizdi.
Bu cümle, Sahra’ya bir şeyleri fark ettirmiş olsa gerek, Sahra bu kez suçlayıcı bakışları bir kenara itip, ellerini yüzüne kapattı ve sarsılarak ağlamaya başladı.
Kartal’ın topraklarında dolaşmak böyle bir şeydi. Bazen o toprakların içinden uzanan dikenler sana görmemen gerekenlerin yarasını açabiliyor, sen o yarayı izlerken, bir kez daha karşılaşmaman gereken tüm doğrularla karşılaşabiliyordun.
Kartal viski şişesini eline alıp salondan çıkarken, “Sahra ve Burak burada kalsın,” dedi kuru bir sesle. “Sahra, Lavin’in hazırlanmasına yardım etsin.”
Kalbime şiş sokulmuş gibi hissettiğimden tek kelime etmeden Kartal’ın salondan çıkışını izledim.
Gece gökyüzünün üstüne damlattığı mürekkebin içinde boğulmaya başladığında, hâlâ burada, sessizce oturuyorduk. Sahra’nın ağlamaktan şişen gözleri boşluğa devrilmişti, sessizce boşluğu izliyor, yorum yapmıyordu.
Yunus Emre, “Geç oldu,” dedi ensesini ovarak. “Gitsek iyi olacak.”
“Biz buradayız,” dedi Burak başını sallayarak.
“İstersen burada kalabiliriz, Sahra,” dedi Neslihan.
Sahra, cevap vermedi. Bu sessizliğin yarattığı olumsuz hava, Neslihan’ın oturduğu yerden ayaklanmasına neden oldu. Yunus Emre ve kızlar evden ayrıldıklarında, ev her zaman olduğundan daha sessizdi.
Sahra derin bir nefes alarak, “Buna nasıl izin verdiniz?” diye sordu. Sadece ona bakıyordum. Kollarımı göğsümün üstünde topladım ve parmaklarım kendi kollarımda dolandı. Burak gergindi ama yine de sakin olmaya çalışarak, “Bizi dinlemeyeceğini sen de iyi biliyorsun,” dedi.
“Yani engel oldunuz mu olmadınız mı?”
Dışarıda esen rüzgârın sesi camlara şiddetli yumruklar atarak içeri doluyordu.
“Engel olduk diyelim, nereye kadar?” diye sormamla, Sahra kafasını kaldırıp bana baktı. Gözleri hâlâ nemli ve kıpkırmızıydı.
“Birini öldürmüş,” dedi Sahra.
“Biliyorum. Ben de yanındaydım.”
Sahra’nın gözleri irileşti. Başını iki yana sallarken bu hareketin içine sığdırdığı itiraz çok sertti. Gözlerini gözlerime dikerek, “Bundan nasıl bu kadar normal bir şeymiş gibi bahsedebilirsin? Bu normal bir şey mi?” diye sordu.
“Kendinizi asla onun yerine koymuyorsunuz.”
Sahra bana meydan okumaya, söylediklerimi eriterek kendini haklı çıkarmak için mücadele etmeye devam etti ama buna kulak asmadım. Onun doğruları ya da yanlışları benim umurumda değildi. Umurumda olan Kardelen’di, umurumda olan meselemizdi. Kartal’ın tüm doğrularını doğrum kabul ederek onunla ilerlemeye kararlıydım.
Kartal, şişenin dibini görmüş olmasına rağmen ayık kafadaydı. Üzerine bir takım elbise geçirmişti. Takım elbisenin gömleğini kravatsız kullanıyordu. Sahra giyinmem konusunda Kartal’ın zoruyla da olsa bana yardım etti. Aynaya baktığımda, görmeye alışkın olduğum görüntümden uzak olduğumu görmüştüm. Yaş olarak olduğumdan bir tık daha büyük görünüyordum. Siyah kalem eteğin içine soktuğum lacivert saten gömlek hem feminen hem de olgun bir görüntü çizmemi sağlamıştı. Maşayla dalgalandırdığımız saçlarım omuzlarıma dökülüyordu. Göz makyajımı hafif tutmuş, koyu renk bir rujla dudaklarımı ön plana çıkarmıştık. Stilettoların üzerinde mutlu değildim çünkü dün geceki topuklu maceramdan beri ayaklarım hâlâ ağrıyordu.
Evden çıkarken Burak da bizle birlikteydi. Sahra’yı yalnız bırakma düşüncesinden hoşlanmasa da bu düşünce peşimize takılma isteğini yok etmeye yetmemişti. Yol boyunca bize avukatın yanında nasıl davranmamız gerektiğini anlattı ama Kartal bir duvar gibi aracı kullanırken Burak’ı duymuyor gibiydi. Burak, Ahmet adında bir adamdan bahsetmişti. Ahmet, Ender denilen avukat için çalışan bir adamdı ve genelde Ender’e uyuşturucu davaları getiriyordu.
Burak, “Olabildiğince serinkanlı hareket etmelisiniz,” dedi gözlerini ön cama dikerek. “Kartal, sen çok zeki bir adamsın ama Ender Arslan da dişli bir avukat.”
“Çok mu riskli?” diye sordum ama Kartal, bu riski hiç umursuyor gibi görünmüyordu. Gözleri, büro olarak kullanılan apartman dairesinin penceresindeydi.
“Kartal’ın kimin abisi olduğu ortaya çıkarsa, hem Kartal’ın başlattığı bu oyun esas hamleleri yapmadan sona erer hem de Kartal’ın mesleği tehlikeye girer,” dedi Burak buz gibi bir sesle. “Bu yüzden ne olursa olsun Kartal konuya asla karışmamalı. Unutma, erkek kardeşin bir uyuşturucu çetesinin üyesi olarak içeri alındı. Henüz mahkeme önüne çıkarılmadı ve sen Ender Arslan’ın uyuşturucu davaları konusunda kurtaramayacağı kimse olmadığını öğrendin, methini duyduğun bu adama kardeşini kurtarması için geldin.”
“Kimlik bilgilerimden benim bir kardeşim olmadığını anlarsa?” dedim.
“Sahte bir kimliğin var,” dedi Kartal. “Adın aynı ama soyadın ve bilgilerin tamamen farklı. Hem bu tür görüşmelerde senin kimliğini ya da bilgilerini istemiyorlar.”
“Peki bu ortaya çıkacak olursa?..”
“Bu ortaya çıksa bile seni bir daha nerede görecek? Ayrıca Kartal doğru söylüyor. Sekreteri sana yalnızca adını sorar,” dedi Burak.
Gözlerimi büronun penceresine çevirdim. Sokak lambasının ışığı hemen büronun penceresinin önünde yanıyordu. Gece ayarlanmış bir görüşme olduğu için ekstra gergin hissediyordum. Her şey Burak’ın anlattığı şekilde ilerlemeliydi. İşimizi şansa bırakmamız gerektiğinin farkındaydım.
“Anlaşılmayan bir nokta var mı, Lavin?” diye sordu Burak.
Kartal gergin bir sesle, “O bir aptal değil, bir şeyleri tekrar edip durmana gerek yok,” dedi. Burak, Kartal’ın bu çıkışına öylece bakakaldı ama ağzını açıp tek bir yorum yapmadı.
“Ahmet,” dedi Burak lafı çevirerek. “Sizi Ender’e yönlendiren kişi Ahmet. Merak etmeyin, Ahmet’e ulaşıp sizle ilgili bilgi istemeyecek. Çünkü ne zaman Ahmet’e dönüş yapsa, Ahmet müşteriyi onun bulduğunu söyleyerek pay istiyormuş. Bu yüzden içiniz rahat olsun.”
Kartal ile birlikte araçtan inip apartmanın girişine doğru yürümeye başladık. Güvenlik yoktu, kulübenin içi boştu. Havayı kaplayan soğuğa ayak uyduran şiddetli rüzgâr, adımlarımı yavaşlatıyordu. Karlar tamamen erimişti ama karın soğuğu şehre sis gibi çökmüştü.
“Bahsedildiği kadar iyi bir avukatsa, müvekkilleri hakkında bilgi vermeyecektir,” dedim.
“Sen kesin ağzı sıkı bir avukat olacaksın ama karanlık işlere bulaşan avukatların ağzını parayla açması oldukça kolaydır.”
“Bir avukat olmayacağım,” dediğimde burnundan sert bir nefes vererek güldü.
“Bahsedildiği kadar iyi bir avukat olduğunu kanıtlamak için, tüm bilgileri ortaya dökecektir,” dedi Kartal. “Bunun gibileri iyi bilirim. Oltalarına gelen o balıktan çok daha büyük bir balığı fark ettikleri anda, oltalarına devamlı olarak gelen o balığı yem etmekten çekinmezler.”
Apartmana girmeden hemen önce Kartal’ın büyük eli elime kaydı. Elimi avuçladı. Onun avuçları arasında küçücük kalan elimin ânında ısındığını hissettim. Parmaklarımızın arasında cehennemin kor ateşleri yanmaya başladı.
Binanın asansörüne bindiğimizde, güvenlik kameralarını hesaba katarak ellerimizi bir an olsun birbirinden ayırmadık. Kıyafetlerim beni olduğumdan beş altı yaş daha büyük gösteriyordu ve Kartal’ın da kıyafetleri onu olduğu kişiden uzaklaştırarak başka bir adama dönüştürmüştü. Saçının bile farklı yöne taranmış olması, güvenlik kameralarının açıları da baz alındığında, Kartal’ın Kartal olduğunu anlamak hemen hemen imkânsızdı.
Asansörün kapıları kayarak açıldı ve ter içinde olan elimdeki nemin onun ilgisini çekmemesi için içten içe dua ederken büronun kapısına yöneldim. Topuklu ayakkabılarımın zemine emanet ettiği sesler, kalbimin içinde büyüyen endişenin nabzıma yaptığı baskıyla aynı tondaydı. Bürodan içeri girdiğimiz anda, yavaştan toparlanmaya başlayan kestane renkli saçlara sahip, ela gözlü sekreter kafasını kaldırıp bize baktı.
“İyi akşamlar,” dedi kaşlarını kaldırarak. “Nasıl yardımcı olabilirim?”
“İyi akşamlar,” dedi Kartal resmi bir sesle. Üzerindeki takım elbisenin içinde patlayacak gibi duruyordu. “Bizi buraya Ahmet Bey yönlendirdi, görüşmemiz vardı. Ender Bey burada değil mi? Umarım geç kalmamışızdır.”
Sekreter, “Bir saniye,” dedikten hemen sonra beyaz telefonun ahizesini kaldırdı ve önünde duran tuşlardan bir tanesine bastı. “Ender Bey, Ahmet Bey’in yönlendirdiğini söyleyen misafirleriniz var.” Kız bir süre bekledikten sonra başını salladı. “Tabii efendim.” Genç kadın telefonun ahizesini yerine koyduktan sonra, “İçeri girebilirsiniz,” dedi nazik bir sesle.
“Teşekkürler,” dedim.
Kartal kapının kulpunu çevirdiği anda ortamın havası ânında değişti. Modern ama modernliği bir köşeye itecek kadar gösterişli olan ofis bizi içine çekti. Gözlerim ofisin pahalı tablolarla zenginleştirilmiş duvarlarına kaydı. Hemen karşımdaki kumtaşından yapılma masanın arkasında oturan adamın gülümseyerek bize baktığını biliyordum. Ucuz bir çıkartma gibi yüzüne yapıştırdığı o gülümsemeyi, onun oltasına para gibi saplanan tüm balıklarına göstermek zorundaydı.
“İyi akşamlar,” dedi adam oturduğu yerden kalkarken. Topuklu ayakkabılarımın topuk sesleri ofisin pahalı parkelerine vurarak duvarlarda gezinmeye başladı. Adam elini önce Kartal’a uzattı ve tokalaştılar, ardından bakışları beni buldu; dudaklarına mühürlediği yapmacık gülümsemedi bir an için gerçek bir tebessüme dönüştü.
Elimi nazikçe kavradı, bir an ortamın bir yay gibi gerildiğini hissettim, bakışlarımı Kartal’a çevirmemek için dikkatle adama bakmaya başladım. Kartal Alaşan’ın gözlerinin içindeki parmakların arkasında yaşayan aslanın kükremeye başladığını duyabiliyordum.
Ender, “Size nasıl yardımcı olabilirim?” diye sordu ama elim hâlâ elinin içindeydi. Rahatsız olduğumu ona hissettirmemeye özen göstererek yavaşça gülümseyip elimi nazik bir hareketle çekerek onun elinden kurtardım.
Adamın bize gösterdiği karşılıklı deri koltuklara oturduk. Bakışlarım bir an Kartal’a doğru kayar gibi oldu ama çelik gibi bakan gözlerini yüzüme diktiğini fark eder etmez hemen gözlerimi ondan uzaklaştırıp adama bakmaya başladım. Adam da Kartal’a değil, pürdikkat bana bakıyordu.
Zehrini gözyaşlarıyla akıtarak insanları öldüren bir canavar gibi, “Benim kardeşimi sizden başka kimsenin kurtaramayacağını düşünüyorum,” dedim titreyen sesimle. Aniden role girebilmiş olmam beni de şaşırtmıştı ama el mahkûmdu, yapacak bir şey yoktu. Adamın gözlerine yayılan anlayışın bıraktığı mürekkep lekelerini izledim. Bunu izlerken yüzümde hâlâ o tiyatro maskesi vardı.
Kartal, “Erkek kardeşi bir uyuşturucu çetesi üyesi olmak suçlamasıyla içeri alındı,” dedi beni takip eden bir sahtelikle. Sanki ikimizin de elinde birer tiyatro metni vardı ve ışık, karanlık koltuklarda bizi izleyen görünmez izleyicilerin bizi görebilmesi adına yalnızca ikimizin üzerine verilmişti. “Yanlış anlamayın, çete üyesi değil. Tamamen yanlış anlaşılma.”
Adam kaşlarını kaldırdı, yanlış anlaşılma falan olmadığını biliyordu çünkü ona başvuran kimsenin böyle bir konuda yanlış anlaşılmadan içeri girmediğine emindi. Gözleri tekrar bana doğru kaydı, soba rengi gözlerini yüzümde gezdirerek, “Adınız neydi?” diye sordu.
“Lara ben.”
“Tamam, Lara Hanım. Şimdi sakin olun. Kardeşiniz mahkeme karşısına çıktı mı?”
“Hayır,” dedim. “Henüz içeri alınalı bir hafta bile olmadı. Elimizde bir mahkeme tarihi de yok.”
Adamın yüzünde boğucu bir gülümseme ilk adımını attı.
“O hâlde şans bizden yana olabilir.”
“Gerçekten mi?”
“Evet,” dedi adam kendinden emin bir sesle. “Bakın, açık konuşacağım. Günümüzde uyuşturucunun cezaları çok büyük, kurtulmak pek mümkün olmuyor. Eski yasadan yargılanırsanız ne ala, bir şekilde kurtulma şansınız oluyor. Fakat yeni yasa çok sert, değişen yasalar bizi bile şaşırtıyor doğrusu. Bizim de zorlandığımız oluyor.”
“Bakın, her türlü imkân yaratırım,” dedim aniden. “Yeter ki kardeşim orada kalmasın. O daha çok genç.”
Adam başını salladı. “Bunları konuşmak için çok erken, ayrıca dosyayı elime almam ve incelemem gerek. Nasıl yakalandı, ne pozisyonda yakalandı hepsini bilmeliyim ve ilk verdiği ifade de göz önünde bulundurulmalı. Çeteye sokulması onun için zor olmuş ama emin olun yakın zamanda çok daha büyük bir davanın onanmasına dahi gerek kalmadan düşmesini sağladım.”
İşte asıl balık, uzattığımız oltaya doğru yüzgeçlerini hareket ettirmeye başlamıştı.
“Hangi avukata gitsek, çeteye dâhil edildiği için kurtulmasının düşük bir olasılığa sahip olduğunu söyledi,” dedi Kartal. “Çaresizlik zor, bilirsiniz. Çok fazla çaresiz insan tanıdığınıza eminim.”
“Demek ki onlar gerçek birer avukat değil, ha?” Adam yaydan fırlayan bir oktan daha sinsi bir şekilde gülerken, Kartal’ın gözlerini kaplayan karanlık gölgelerin bir an onun yüzüne de akacağını ve simsiyah bir canavara dönüşerek adama saldıracağını düşündüm.
“Aslında ben duymuştum,” dedim Kartal’a bakarak. “Sadık Parlak’ı tanıyor musun? Daha önce sana bahsetmemiştim sanırım, mekânında bir olay yaşanmıştı. Bir tanıdığımdan duyduğum kadarıyla onun da başı mekânında yaşanan olay nedeniyle belaya girmiş. Ender Bey, Sadık Bey’i resmen ipten aldı diyordu tanıdığım.”
Adam mahcup bir gülümsemeyle, “Zor bir davaydı,” dedi sadece
Kartal, “Antalya’da olan olaydan mı bahsediyorsun?” diye sordu bana, sesinin çatlaklarından lav akıyordu ama yüzüne giydirdiği o ifade o kadar profesyoneldi ki, bir an bu içimi acıttı.
“Evet,” dedim. “Eğer Ender Bey olmasaydı o olay uzunca yıllar konuşulur, mekân da kapatılırdı bence. Sadık Bey’in Antalya’daki mekânının bir diğer şubesi İstanbul’da. Hatta İzmir, Ankara ve Eskişehir’de de şubeleri varmış. O kadar büyük bir işletmenin yerle bir olması demek, adamın her şeyi kaybetmesi demekti.”
“Haklısınız,” dedi Ender Bey sonunda konuya katılarak. İçim aniden dolup taştı, dönüp adamın yüzüne tükürmek, masasındaki kâğıtları darmaduman edip onun yüzüne tüm gerçekleri acımasızca çarpmak istiyordum ama canı yanmazdı, onun gibiler sadece parayla beslendiği için gerçek bir acı nedir asla bilemezdi. “Sadık Bey’in kurtulma imkânı neredeyse hiç yoktu. Çünkü bundan birkaç yıl önce onun mekânlarından birinde bu olaya benzer bir olay daha yaşanmıştı ama olay ölümle sonuçlanmadı. Bir genç ağır dozdan komaya girmiş. O günden sonra Sadık Bey’in güvenliği arttırması gerekiyordu fakat nasıl oluyorsa bir şekilde olaylar patlak vermeye devam ediyor.” Adam gözlerini önündeki kâğıt destesine indirdi. “Kendini aklayabilmek adına yalnızca benimle değil, birçok meslektaşımla çalıştı. Büyük paralar harcadı.”
Yüreğime kırk dili olan ama yalnızca bir dilinden zehir akan o yılanın, yalnızca zehirli olan o dili saplandı.
Olduğum yerde boğazıma bir mızrak saplanmış gibi kalakaldığımda, Kartal’ın da benden pek bir farkı olduğu söylenemezdi ama o benim aksime yüzündeki soğukkanlı ifadeye sahip çıkmayı başardı. Saniyeler hızla koşuyor olmasına rağmen bir türlü dakikayı oluşturamıyordu. Zaman, Sadık Parlak’ın da bu işin içinde olabileceği gerçeğini önümüze yavaşça serdi ve ikimizin de gözleri o gerçeğin etten kemikten can bularak bir bedene yerleşmiş hâli olan bu adama çevirdik gözlerimizi.
“Daha önce de böyle bir olay olduğu hâlde, Sadık Bey’i kurtarabilmeniz gerçek bir başarı, biliyorsunuz değil mi?” diye sordum.
“Başarılarım konusunda mütevazi olamayacağım maalesef.”
“Yine de Sadık Bey’in mekânında bu tarz başka bir olayın da olduğunu öğrenmek beni bayağı şaşırttı. Hatta çıkan asparagas haberlere itimat etmekten korkuyorum şu an. Çünkü sık sık eğlenmeye gittiğimiz mekânlardan birisi orası,” dedim cımbızı onun dudaklarına uzatıp, daha fazlasını söküp almak ister gibi.
Ender’in gözleri yüzümde hayran hayran dolandı. Benden etkilendiği her hâlinden belli oluyordu. Çapkın bir adam olduğu gün gibi ortadaydı.
“O gece kulübü temiz olsa bile adı çıktı bir kere. Sadık Bey bunun farkında, o yüzden artık elit kesim ya da varoş kesim fark etmeden herkesi içeriye kabul ediyor. Eskiden oranın klas bir duruşu vardı. Artık ipini koparan oralara gidiyor. Yani demem o ki, orası sizin gibi kaliteli insanları kaldırabilecek bir yer değil.”
Gülümsedim. “Sizi duyan da Sadık Bey’i sevmediğinizi düşünecek,” dedim. “Oysa onu kurtaran sizsiniz.”
“Sevmiyor değilim ama gerçekleri görmezden gelemem,” dedi Ender Bey. Sanırım o da o mekânda bu tarz işlerin döndüğünü düşünüyordu ya da bunun farkındaydı, bunu biliyordu.
Uzun süren konuşmamızın geri kalan temelini oluşturan, yalan bir senaryodan ibaretti. Ender Bey ayrıntıları konuşmak adına beni bir yemeğe davet ettiği sırada, Kartal devreye girerek erkek arkadaşım gibi davranmıştı. Ender Bey’i püskürtecek ters bir hareket yapmasa da ayağını denk alması konusunda üstü kapalı bir şekilde onu uyarmıştı. Sonunda Ender Bey’in kartını alıp bürodan ayrıldık ama ben o binadan çıkana kadar tek kelime edemeyecek kadar buz kesmiştim. Yüzüm bir ölüyü koydukları musalla taşı gibi soğuk ve beyazdı.
Apartmandan çıktığımızda gecenin sesi tüm sokağı sarmıştı. Burak hemen ileride, aracın içinde bizi bekliyor olmalıydı. Kartal yanımdan yel gibi geçti ve arkasına bakmadan hızla araca doğru ilerledi. Ben daha ağır adımlarla yürüyordum, attığım her adım boşlukta yuvarlanıyordu ve merak ediyordum: Kartal’ın bundan sonraki adımı hangi yöne olacaktı ve bastığı yerde nasıl bir iz bırakacaktı?
Onun ölümünün asıl nedeni Sadık Parlak olabilir miydi?
Sadık Parlak’ın mekânında gerçekten uyuşturucu ticareti yapılıyor muydu?
Tırnaklarımı avuçlarıma batırırken zihnime oturan sorular, uzun dikenden kanatlarını düşüncelerime sürtmeye başladı.
Kapıyı açıp ön yolcu koltuğuna bindiğim anda damarlarımı zorlayan nabzım tekrardan hiddetle çarpmaya başlamıştı. Kartal direksiyona aniden yumruk atınca, karanlığa gömülmüş olan aracın içinde büyük bir gürültü kollarını açarak hepimize sarıldı. Burak’ın bakışları önce bana kaydı, ardından tekrar Kartal’a doğru döndü.
“Sorun ne?” diye sordu.
Kartal dişlerini birbirine bastırarak kenetleyince, yanaklarındaki mezarlar derinleşti ve çenesini ikiye ayıran gamzenin gölgesi önümüze serildi.
“Eğer o orospu çocuğu mekânında iş döndürüyorsa, ona cehennemi bile haram kılacağım.”
Cebinden çıkardığı sigara paketini salladı, tek dal sigarayı dudaklarıyla yukarı çekti ve gözlerini ön cama kilitledi, sinirden deliye dönmüş gibi görünüyordu ama yine de bir yanı hâlâ sakin gibiydi.
“Ender ne söyledi?” diye sordu Burak bakışlarını bana çevirerek.
“Daha önce de o mekânda buna benzer bir olay yaşanmış,” dedim.
“Bence Sadık Parlak’ı köşeye sıkıştırmalıyız,” diye bir öneri attı ortaya Burak.
Kartal’ın büyük ellerinin direksiyon üzerinde kurduğu hâkimiyeti izlerken sessizdim. Burak’ın önerisine herhangi bir cevap vermedi, Burak da onun üzerine gitmek yerine sessiz kalmayı tercih etti. Kartal fevri bir adam olmadığından, kafasında çok daha başka bir plan oluşmaya başladığını görebiliyordum. Onun fevri olmadığını, soğukkanlı davranabildiğini kendi gözlerimle görüyordum. Eğer ben Kartal Alaşan olsaydım ve o adam karşımda oturmuş bir pisliği nasıl temizlediğini anlatıyor olsaydı, o adamı öldürmeden o odadan çıkmazdım. Belki o odadan bileklerime takılmış bir kelepçeyle çıkardım ama ne pahasına olursa olsun, o adamı da bir ceset torbasıyla çıkarmalarını sağlardım.
Arabayı kullanmaya devam ettiği süre zarfı boyunca, parmakları arasında tuttuğu sigaranın uzayan ölü külü takımının pantolonuna dökülüp durdu. Yolun kenarına belli aralıklarla yerleştirilmiş sokak lambalarının ışıkları, arabanın zindandan farksız karanlığına elindeki parlak zinciri vuruyordu.
Eve geldiğimizde Sahra bıraktığımız yerdeydi. Salonda oturmuş bir moda dergisi okuyor, hemen çaprazında duran sehpaya koyduğu kahvesinin dumanı lirik bir dans eşliğinde kıvrılıyordu. Ayağımdaki topukluları bir köşeye fırlatıp şişmiş parmaklarımı hareket ettirerek ağrıyı dindirmeye çalıştım ve Sahra’nın karşısındaki koltuğa oturdum. Sahra kafasını kaldırıp uzun uzun yüzüme baktı, ardından gözleri benden uzaklaşarak Burak’ı radarına aldı.
“Ne oldu?” diye sordu.
“Sadık Parlak’ın suç dosyası epey kabarık gibi görünüyor,” dedi Burak çenesini kaşıyarak. “O gece olanlardan o sorumlu olsa da olmasa da o herif tekin bir pabuç değil. Yasal işler yapmıyor.”
“Şu an sorunumuz yasal işler yapmayan insanlar mı?” diye sordu Sahra. “Bizim tek sorunumuz Kardelen olmalı. Ona yoğunlaşmalısınız.”
“Biz ne yapıyoruz, Sahra?” Burak gerilmişti. “Gökten bir mektup düşüp bize asıl sorumlunun kim olduğunu bildiremez, değil mi?”
Sahra iri gözlerini erkek arkadaşının yüzüne dikti. “Hayat mühim bir hadise,” diye fısıldadı, sesinde cam kırıkları vardı. “Şu an yaşıyor olmamız, nefes alıyor olmamız, hâlâ düşünebiliyor olmamız çok mühim bir hadise.” Gözleri artık parlıyordu ama bu parıltının nedeni gözlerine toparlanan yaşlardı. “Kardelen artık yaşamıyor,” dedi ve o an bir bıçak soluk borumdan saplanarak ensemden kafasını çıkardı; ensemden çıkan bıçağın ucundan Sahra’nın kelimeleri kana bulanmış şekilde sırtıma doğru akmaya başladı. “Ve Kardelen’in şu an yaşamıyor olması, hepsinden daha mühim bir mesele.”
Banyonun kapısı sertçe kapatılınca aniden gözlerimi yumdum. Sahra yerinden sıçramıştı, Burak ise tepkisizdi. Belki de bu Kartal’ın bize gösterdiği tepkisiydi. Gözlerimi tekrar açtığımda, Sahra bana bakıyordu.
“Nasıl bir patlamanın içinde olduğunun farkında mısın?” diye sordu, gözleri kırılmış bir kapının aralığı gibi bakıyordu.
“Madem o patlamanın içindeyim, neden hâlâ tek parçayım?”
“İnsan tek parçayken de ölebilir, Lavin.”
“Sahra, görmüyor musun, Kartal’ın sonuca ulaşmaya değil, tüm ayrıntıları görmeye ihtiyacı var.”
Sahra aniden oturduğu yerden kalkarken gözleri bu kez namlusunu Burak’a çevirmişti. “Ayrıntılar hepimizin canını yakıyor, görmüyor musunuz? Kartal’ın başı daha da belaya girecek, kör müsünüz?”
Ayrıntılar hepimizin canını yakıyordu. Haklıydı. Ama haksızdı da. Burak, bir an sustu ve Sahra’nın gözlerinin içine baktı.
“Neden kavga ediyorsunuz?” diye sordum orta sehpadaki ıslak mendil kutusundan bir mendil çıkarırken. Mendille yüzümü sertçe sildim ve “Kendi aranızda bir iç savaş çıkararak bir yere varamazsınız,” dedim. “Bu oyun Kartal’a ait, ister kalır izleyici olursunuz, ister bu oyuna dâhil olursunuz… İsterseniz de kenara çekilir, bu oyundan hiç haberiniz olmamış gibi yolunuza devam edersiniz.”
Sahra ve Burak bana değil birbirlerine bakıyordu ama ikisinin de ortasına attığım o odun çoktan tutuşmuş, alevler büyüyerek tavana dokunmaya başlamıştı. Sahra, Burak’ın dibine girerek gözlerini Burak’ın gözlerine dikti. Bir süre benim yaktığım ateşin içinde öylece birbirlerini izlediler ama bana cevap vermediler. Gitmek mi istiyordular? Yoksa kalıp, bu oyuna dâhil olmak ve son âna kadar bizimle birlikte savaşmak mı?
İstediklerini yapmakta özgürdüler, benim bu oyunda güvendiğim, sonunu göreceğine emin olduğum tek isim Kartal Alaşan’dı.
Etime güçlü parmaklar gibi gömülmüş bir acı vardı. Sanki biri beni kavramış, büyük ve kirli elleriyle tenimle dolanmaya başlamış, en sonunda uzun ve içi pis tırnaklarını etime gömerek benden koparabileceği her şeyi tek seferde kökümden sökerek almaya çalışmıştı. Zihnimin içine oturan birbirinden bağımsız, birbirinden tutarsız onlarca düşünce, aklımın odalarının kapılarını çarpıp duruyordu.
Tenim, zayıf bir ışığın altında çırılçıplak ve savunmasızca, sanki içinde ben yokmuşum gibi öylece dikiliyor; bense, onu parçalayacak canavarın gölgesini izliyor, canavarın attığı adımların sesini dinliyordum.
Canavarın altın kahverengi gözleri vardı.
“Bana Kartal’ı önemsemiyormuşum gibi davranma,” diye fısıldadı Sahra, Burak’ın gözlerinden gözlerini ayırmadan. Gözlerimi hiç kırpmadan ikisini izlemeye başladığımda, banyodan yükselen su sesini ve odanın duvarındaki saatin ilerlerken çıkardığı sesleri duyabilmemin mümkün olduğu kadar büyük bir sessizlik, odanın zeminine suyun dibine çöken kum gibi çöktü.
“Kartal’ı önemsediğini biliyorum,” dedi Burak, o da gözlerini hiç kırpmıyordu. “Sadece bencil olmanı istemiyorum.”
“Söz konusu sizken benim bencil olmamın imkânı yok, Burak.” Sahra’nın dolu gözleri artık ateşi içine almış, yanıyor gibi bakıyordu ve orada kuruyan gözyaşları küllere dönüşmüş, yanaklarına doğru dökülmeye başlamıştı. “Kardelen benim de kız kardeşimdi. Onu Kartal kadar sevebilmemiz elbette mümkün değil ama o bizim de bebeğimizdi.”
Burak, Sahra’nın kolunu kavradı ve onu kendine doğru çekerken gözlerini sıkıca yumdu. Kızı, küçük bir porselen bebeği kucaklıyormuş gibi kollarının arasına aldığında, kırılmasından korkuyormuş gibi nazikçe tuttuğunu fark ettim.
“Elbette öyleydi,” diye fısıldadı Burak, Sahra’nın saçlarına doğru. “Her zaman öyle kalacak. Biz onun abileri ve ablaları olarak kalacağız.”
Derin bir yaranın içinde yaşamaya alışan pis kan, yaranın haritasını elinde tutar, ilerleyeceği ânı kendi belirlerdi. Kardelen benim derin yaramdı ve Kartal yaramın içinde yaşamaya başlamış olan o pis kandı; haritayı avuçlarında tutuyordu ve yavaşça ilerlerken, yaranın ulaşamadığı gizli noktalarıma da kendini bulaştırarak mikrop kaptırıyordu.
Artık yalnızca derin bir yaram yoktu, artık bedenimi sarmaya başlayan pis bir kan damarlarımda dolaşıyordu ve beni tamamen ele geçirerek ölümcül bir hastalık gibi vücuduma yayılıyordu. Bu pis kanı vücudumdan atmanın bir yolu var mıydı bilmiyordum ama sanırım ölümcül hastalığımın varlığına alışmaya başlamıştım.
Sahra ve Burak birbirlerine sarılmaya devam ettiler, artık onlara değil, boşluğa damlamaya başlayan ışığa bakıyordum. Bu ışık, pencereden içeri sızan sokak lambasının o turuncu ışığıydı ve parkeye yayılmaya başladığı anda geçmişimden sızan kanın rengini almıştı.
Burak, kadehin içine doldurduğu viskiden bir yudum aldı. Sahra koltukta uyuyakalmıştı. Hemen önümde duran sehpanın üzerine attığım buruşturulmuş ıslak mendile baktım; kirliydi, ruj lekeleri her tarafına bulaşmıştı.
“Kartal hâlâ duştan çıkmadı,” dedi Burak viskisinin kadehin içinde dalgalanmasını sağlayacak şekilde kadehini sallayarak.
Gözlerim koltuğa kıvrılmış, orada o şekilde, savunmasız bir çocuk gibi uyuyakalmış Sahra’nın yüzünde dolandı. Burak’a cevap vermedim ama haklıydı, Kartal uzun süredir duştaydı ve artık su sesi yoktu. Kulakları sağır eden bir sessizlik evin duvarlarına kirli parmaklarıyla dokunmuş, duvarda sessizliğin beş parmağının kan renginde izleri oluşmuştu.
“Ne düşünüyorsun?” diye sordu Burak kız arkadaşının ayakucuna otururken.
“Bilmiyorum,” dedim sonunda konuştuğumda. Boğazımda küflü bir kanca vardı sanki. Aldığım nefes, bir bedene sahipmiş gibi o kancanın sivri ucuna saplanıyor, kanamaya başlıyordu.
“Söylesene,” dediğinde ilgili gözlerini yüzümde hissedebiliyordum. “Burada, bu olayların içinde olduğuna pişman mısın?”
Kuşku, kalbimin içinde kuluçkaya yatmıştı ama kalbimi çatlatıp dışarı sızmayı başaramadı. Aynalarla dolu bir odada oturup, kafamı çevirdiğim her yerde kendimle yüzleşmek zorunda bırakıldığım için, artık kendimi gördüğümde korkup kaçmak yerine gözlerimi gözlerime dikerek kendime meydan okuyordum.
“Değilim.”
“Kartal ile ne kadar yakındınız bilmiyorum ama birbirinizi tanıyorsunuz. Onun kötü biri olmadığını bildiğini biliyorum.”
“Bunu biliyorum,” dedim kuru bir sesle. Yüzüme düşen saç telini kulağımın arkasına itip, yorgun gözlerimi Burak’a çevirdim. “Ağır şeyler yaşadı. Yaptıklarından dolayı onu suçlayamam. Onu kimse suçlayamaz.”
“Kanun suçlar,” dedi.
“Kanun sadece haksızlığa uğramış haklıları suçlar,” diye mırıldandım. “Çünkü kanunun kendisi haksızdır. Bir savcı adayından bunu duymak garip gelebilir ama düşüncem uzun zamandır bu yönde.”
İleride beni karanlığın beklediğini görebilmem için gözlerimi açıp oraya bakmam gerekmiyordu. Ben gözlerim kapalıyken de attığım her adımın beni karanlık bir sokağa taşıdığını biliyordum ama sorun değildi. Aklımdan dışarıya çıkabilmeyi öğrenmiştim.
“Kartal’a benziyorsun,” dedi Burak. Bana sivri bakan gözleri yumuşamaya başlamıştı. “Eğer ona benzemeseydin şu an bu işin içinde olmazdın. Senin yerinde başka biri olsaydı, şu an sıcak yatağında sizin şu an yaşadıklarınızı senaryo hâline getirmiş bir film seyrediyor olmayı tercih ederdi sanırım.”
Yorgun bir şekilde güldüm. Burak’ın asla anlamayacağı şeyler vardı ve ben bunları ona söylemek istemiyordum. Kafamın içinde buz gibi bir demir vardı, bu demir bir süredir Kartal’ın avuçlarının arasında duruyordu ve yavaşça Kartal’ın avuçlarının şeklini almaya başlamıştı.
“Henüz yirmi bir yaşındasın,” dedi Burak kısık bir sesle. “Bu kadar ağır şeylerin içinde olmak için oldukça küçük bir yaş.”
“Yaşım ve yaşananların alakası ne?”
Elindeki kadehi sehpaya bırakıp parmaklarını çıtlattı. “Biz yaşça senden büyük insanlarız. Kartal yakında yirmi yedi yaşında olacak. Ben yirmi altı yaşındayım. Sen bizim kız kardeşimiz yaşındasın ve ne yalan söyleyeyim, senin böyle bir ortamda olman beni de Sahra’yı da çoğu zaman çok endişelendiriyor.” Gözleri Sahra’ya kaydı, Sahra’nın yüzünü örten uzun saçlarını yavaşça kızın kulağının arkasına itip gülümsedi. “Sahra seni Kardelen gibi görüyor. O yüzden sana ablalık taslamaya çalışıyor olabilir, onun adına üzgünüm. Ama anlamanı istiyoruz. Seni küçümsemiyoruz, bu işlerin yaş ile alakası olmadığını da biliyoruz ama yine de seni kötü etkilediğinin farkındayız. Eğer beş, altı yıl önceki Burak olsaydım, senin kadar cesur davranmazdım.”
Sertçe yutkundum. Kartal koşmaya alışmıştı, ona göre durmak ölümdü. Onu düşündüm. Onu tanısam da girdiği yaşların hiçbirinde yanında olmamıştım. O, yanına kadar gittiğim cam bir duvar gibiydi ama ben o cam duvarın arkasına hiç geçememiştim. Şimdi ise Burak, Kartal’ın yakında yirmi yedi yaşına gireceğini söylemişti. Eskiden doğum günlerini nasıl kutluyordu acaba? Büyük bir partide, eğlenen onca insanın içinde eğlenmeyen belki de tek insan oydu. Sadece içiyor, insanların ona getirdiği pahalı hediyelere bomboş gözlerle bakıyor, gecenin bir an evvel bitmesini diliyordu ve sonra evine geliyordu… Kardelen, onu bekliyordu. Kardelen’in onun boynuna atlayıp sıkıca sarılması, tüm o pahalı hediyelerden daha büyük bir anlam ifade ediyor, Kartal’ın gerçekten gülümsemesini sağlıyordu.
Oysa şimdi büyük partiler olsa bile, partiler bittiğinde onun boynuna atlayıp ona sıkıca sarılacak bir kız kardeşi yoktu.
Geçen onca zamana rağmen onun doğum gününün ne zaman olduğunu bilmemek buruk hissetmeme neden oldu. Bazı zamanlar Kardelen ona hediye hazırlardı ama ben o zamanların hangi ayda yaşandığını, ayın kaçına denk geldiğini bile hatırlamıyordum.
“3 Kasım,” dedi Burak merak ettiğimi anlamış gibi. “Pek kutlamayı sevmez ama her yıl illa onu ikna ederek bir şeyler yapardık. Bu yıl bence o günün doğum günü olduğunu bile hatırlamayacak.”
Beynimi kemiren şeylere rağmen hiçbir şey söylemeden yavaşça doğrulup kalktım. “Bu gece buradasınız sanırım,” dedim. “Senin için yastık ve battaniye getireyim.”
“Hayır,” dedi Burak gülümseyerek. “Ben şu koltuğa yatarım. Evin içi hamam gibi zaten. Örtüye gerek yok.” Büyük paltosunu Sahra’nın üzerine örtüp gülümsedi. “Benim için önemli olan o. Artık o da güvende olduğuna göre bu koca bedenimi şu küçük koltuğa sığdırıp, sabah bel ağrısından gebereceğim bir uyku çekebilirim.”
Elimde olmadan gülümsedim. Burak bana sevecen bir şekilde göz kırptı ve ben de yavaşça salondan ayrılıp koridorda ilerlemeye başladım. Kartal hâlâ banyodan çıkmadığı için bir yanım deli gibi onu merak ediyordu ama onu rahatsız etmek de istemiyordum. Önce odama girip üzerime rahat bir şeyler giydim, ardından odadan çıkıp banyonun kapısına geldim. Yumruk yaptığım elimi tam kapıya vuracaktım ki, yumruğum havada asılı kaldı ve bir süre yalnızca kapının yüzeyini izledim. Koridor karanlıktı, duyduğum tek ses, kendi nefesimin ve kalbimin sesiydi.
Yumruğumu yavaşça kapıya vurdum ve bir süre bekledim ama içeriden tek bir ses bile duyulmadı. Yumruğumu birkaç kez daha hafifçe kapıya vurdum ama hâlâ ses yoktu. Su sesi de olmadığı için elim yavaşça kapının kulpuna gitti, kulpu çevirip kapıyı açtım.
Banyonun içi kapkaranlıktı, suyun dalgalanırken çıkardığı o hafif, duru sesi duyuyordum.
“Kartal?” diye fısıldadım. Çıplak ayaklarımın dokunduğu zemin sırılsıklamdı; parmak uçlarımda yükseldim ve suyun yarattığı küçük gölün içinde parmak uçlarımda yürümeye başladım. “Kartal?”
Ete bürünmüş bir kaygı, korku duygusuna ihanet ederek ondan arındı ve tam o sırada ıslak bir el, bileğime kelepçe gibi dolandı. Dudaklarımdan küçük çaplı bir çığlık döküldü, ıslak el beni kendine doğru çekince çıplak dizlerim soğuk mermere temas etti, ardından suyun dibine gömüldüm. Küvetin içinde olduğumu anladığım saniyelerde, üzerim çoktan sırılsıklam olmuş, bedenim çeneme kadar suya batmıştı ve sırtım, tüm soğuğa rağmen ıslak ama ılık olan çıplak bir göğse yaslanmıştı.
Saçlarım küveti kaplayan suyun yüzeyinde açık renkli yılanlar gibi kıvrılmaya başladığında, gözlerimi karanlığa çevirdim, bir süre sonra gözlerim bu karanlığa alıştı ve karanlığın içinde banyo tekrardan inşa edilmeye başladı.
“Ne yapıyorsun?” diye sorabildim. Bağırabilir, küvetten çıkıp ona bu banyoyu dar getirebilirdim ama yapmadım. İtirazlar bir köşeye çekildi, duvarlar bir süreliğine yıkıldı ve aramızdaki mesafe, bir canavarın ikimizi belimizden tutarak birbirimize itmesiyle tamamen yok oldu.
Sıcak nefesini ıslanan saç diplerimde hissedebiliyordum. Sanki başımızdan aşağı tonlarca kâğıt yağmaya başlamıştı; bu kâğıtlar bir romanın sayfalarıydı. Bize dokunarak mürekkebe boyanıyor, kelimeler yavaşça oluşuyor, küvetin içine düştüğü anda mürekkep birbirine girerek oluşan harfler okunamaz hâle geliyordu ve roman sayfaları içinde olduğumuz küvetin içinde yüzmeye başlıyordu.
Büyük elleri kollarımın iki yanından geçerek göğsümün biraz üstünde birleşti ve bana sarıldığını anladım. Sertçe yutkundum, onun da yutkunduğunu fark ettim.
Su gitgide daha da soğuyor, Kartal’ın sıcak nefesine rağmen üşüyen bedenim onun kollarının arasında titriyordu.
“Neden bunu yapıyorsun?” diye fısıldadım sonunda konuştuğumda, çenem titriyor, dişlerim birbirine çarpıyordu. Üzerimdeki askılı badinin bir askısı yavaşça omzuma doğru düştü ve Kartal bana, denize düşmüş bir nesneyi büyük kollarıyla saran o ahtapot gibi dolanarak çok daha sıkı sarıldı.
“Ne yapıyorum?” diye sordu, tok sesi düşünceli çıkmıştı.
Gözlerimi yumdum, ne yapıyordu? Biraz sonra yalnızca damlayan suyun seslerinin duyulduğu banyoda küçük bir kızın hıçkırık sesi de çınlamaya başladı ama bu sesi yalnızca ben duyabiliyordum. Saçlarımı Kartal’ın çenesine bastırıp gözlerimi karanlık banyonun duvarına çevirdim; o duvarın kenarına çökerek hıçkıra hıçkıra ağlayan o küçük kıza baktım. Kahverengi saçları lüle lüleydi, yüzünü elleriyle kapatmış olmasına rağmen açık duran omuzlarını saran benleri gördüğüm an onun kim olduğunu anlamıştım.
Küçücük olmasına rağmen o kadar geçmişe ait görünüyordu ki, bir an bu küçük kızın geçmişin kapanına kısıldığını, geleceğe giden yolu çoktan kaybettiğini düşündüm.
Kartal, bana daha sıkı sarıldı.
Bir güneş önce göğsümün batısından doğdu, ardından o güneş göğüs kafesimi aydınlatarak yanmaya başladı ve asıl doğması gereken yere doğru kayarak yavaşça söndü.
“Seni bir hastane odasına benzetiyorum,” dedi Kartal sonunda konuştuğunda. Dudaklarını araladığı anda sıcak nefesi buz tutmuş düşüncelerimin arasına sızdı ve düşüncelerimdeki buzlar çözülmeye başladı.
Gözlerimi duvar kenarına çökmüş ağlayan küçük kız çocuğundan çekmeden, “Neden?” diye sordum.
“Çünkü içinde zaman var.”
“O zaman beni bir saate benzetmen gerekmez mi?”
“İçinde insanlar var.”
Küçük kızın hıçkırıkları dinmeye başladı ama bedeni titriyor, sırtı ağlamanın etkisiyle titreyip, dalgalanıp duruyordu.
Kartal çenesini enseme bastırıp, “İçinde acılar var,” dedi o acıyı avuçlamış gibi.
Sertçe yutkundum.
“İçinde mutluluk var,” dedi bu kez.
“Kartal.”
Çenesini tamamen enseme bastırıp, “İçinde gözyaşları var,” diye mırıldandı.
Gözlerimi yumdum, küçük kız artık ağlamıyor, sadece derin nefesler alıyordu.
“İçinde kahkahalar var.”
Gözlerimi açtım, küçük kız çenesini dizine yaslamış, ikimizi izliyordu.
“İçinde ölüm var,” dedi Kartal, bu kez sesi düşünceliydi ve o düşüncelere parmaklarımı uzatacak olursam, parmaklarıma düşüncelerini yazan kalemin mürekkebi bulaşabilirdi.
“İçinde,” diye fısıldadı dudakları enseme sürtünürken. “Yaşam var.”
“İçimde hastalık,” diye fısıldadığımda, “İçinde şifa var,” diye tamamladı beni Kartal.
Sertçe yutkundum, ne demem gerektiğini bilmiyordum ve sanki banyonun tavanı üzerimize çökmüş, ikimiz de enkazın altında kalarak ağır yaralanmıştık.
“O hastane odasının içinde,” dedi dalgın bir sesle. “Bir doktor, bir de ölmüş bir kız çocuğu var.”
Küçük kız çocuğu, yanaklarında kurumuş gözyaşlarıyla bizi izlerken dudakları yavaşça yukarı kıvrıldı; kız çocuğu artık gülümsüyordu.
Sırtımı güvenilir bulduğum bu adamın göğsüne tamamen bastırdığımda, bedenimin etrafını saran kelimelerin hâlâ yüzmeye devam ettiği, roman sayfalarının tenimizi okşadığı küvetin içindeki su hafifçe dalgalandı.
Nabzım güçsüz bir şekilde atıyor, kanıma yayılan yaşam alevlenerek kalbime doğru ilerliyor ve tuvalin içinde birbirine sarılan o iki canavar, tablonun içinde canlanıp zamanı önlerine alarak sevişmeye başlıyordu. Sanki bir küvetin değil, bir okyanusun içindeydim ve koyulaşıp ölmüş bir başağın solgun rengini alan saçlarım suyun köpüklü ve dalgalı yüzeyinde ölü bir ahtapotun kolları gibi öylece yüzüyordu.
Oluşan sessizlik, kaygılarımın mezarı oldu. Kartal kollarını sıkı bir gemici düğümü atar gibi bedenime düğümledi ve ben bu dokunuşun altında hiçbir art niyet aramaksızın ona sığındım. Benim için zordu, dikenli yollarda yalın ayak yürümek ve mayın tarlasında koşmak gibiydi ama yine de bunu yaptım. İçinde bulunduğumuz ânı üzerimize bir tabutun kapağı gibi kapattık ve kefenimiz, bedenimizi içine gömdüğümüz duru suydu.
“Bana bir şeyler anlat,” dedi, kelimeleri kıyıya vuran dalgalar gibi zihnime vurdu. Bakışlarımı bizi izleyen küçük kıza çevirmek istedim ama kız artık orada değildi.
“Ne anlatmamı istiyorsun?”
“Fark etmez.”
Bir şey söyleyemedim.
Parmaklarımı çıplak dizlerime bastırdım. Kartal’ın kollarının altında akan kanı, sanki benim cildimin altında akıyormuş gibi net ve ılık bir esinti şeklinde hissedebiliyordum.
“Bazen üzerine çöken o sessizliğin sebebi ben oluyorum,” dedi. Sonrasında sanki bu cümleyi kurmamış gibi, “Bana bir şey anlatacak mısın?” diye sordu.
Kartal, bana ateşin sadece yakan değil, aynı zamanda dondurabilen bir madde olduğunu öğretiyordu.
“Lisede tanışmıştım onunla,” diye fısıldadım. “Zaten biliyorsun ne zaman tanıştığımızı, eminim seni kusturana kadar anlatmıştır tanışma hikâyemizi.” Kartal’ı göremesem de onun başını salladığını hissedebildim. “O fallara inanırdı, ben inanmazdım.” Gülümsedim, yanaklarım geçmişin yorgun kancalarıyla sıkıştırılınca sızladı. “Aslında onunla o kadar zıttık ki, nasıl düşman olmadığımıza şaşırıyordum. Ben ak desem o dönüp kara derdi. Ben kışı severdim, o yaz daha güzel diye diretirdi. Bir gün civarda çok iyi bir falcı olduğunu, her şeyi bildiğini, o falcıya mutlaka gitmemiz gerektiğini söyledi bana. Başta bunu kabul etmedim, o falcıya gitmek istemiyordum çünkü böyle şeyleri para tuzağı olarak görüyordum ve benim o kadar fazla param yoktu.” Burnumu çektim. “Ama öyle güzel ısrar ediyordu ki, dayanamadım ve o falcıya gitmeyi kabul ettim.” Gözlerim boşluğa takıldı. “Önce benim falıma bakıldı, kadın falına bakacağı insanın yanında başkasını kabul etmediği için Kardelen dışarıda beklemişti. Kadın falıma baktı, saçma sapan şeyler söylemiş olsa da birçoğunu da doğru tutturmuştu. Falcıları bilirsin, bazen iyi sallarlar.” Derin bir nefes aldım. “İyi sallamıştı.”
“Falcı sana ne dedi?” diye sordu, parmakları göğüs kafesimin ortasında duruyordu, bana daha sıkı sarılınca o büyük parmaklar göğüs kafesime battı.
“Beni öldürecek kişinin bana benzeyen bir adam olduğunu söyledi,” diye fısıldadım.
“Seni öldürecek olan kişi mi?”
“Fiziksel olarak öldürmek değil,” dedim. “Başta ben de gerçekten bir adam tarafından öldürüleceğimi düşünmüştüm…”
Kartal, sessiz kaldı.
“Benden sonra Kardelen girdi falcının odasına,” diye mırıldandım. “Ama çıktığında yüzünden düşen bin parçaydı.” Nefesim, göğsümü dar buluyor, ilerleyemeden orada öylece sıkışıp kalıyordu. “Bana falcıların tam bir kaçık ve yalancı olduğunu söyledi.”
Kartal yutkundu, yutkunurken boğazını saran o ellerin onu nasıl sıktığını anlamama neden olacak şekilde derin bir ses çıkarmıştı.
“Ne demiş falcı ona?”
“Bana bunu söylemedi.”
Yanağımı Kartal’ın ıslak göğsüne bastırarak kafamı ona doğru çevirdim ama yüzünü tam anlamıyla seçemiyordum.
“Kartal,” diye fısıldadım sonunda konuşabildiğimde. “O falcı ona ne söyledi sence?”
Takvim yaprakları düştüğü yerden uçarak havalandı, tekrar koparıldıkları yere yerleşerek kaynamaya başladı ve tarih geçmişten bir günü gösterdi.
Zamanın siyah boyası, bembeyaz duvarlardan aşağı akmaya başladığında, genç kızın zarif adımlarının altında çiğnenen zeminin sesi, boyalı duvara dokunup koridoru dolduruyordu. Uzun, dalgalı saçlarını omuzlarının arkasına attı ve falcı kadının kapısının önünde durduğunda, omzunun üstünden geriye doğru baktı. Açık renk saçlara sahip genç kız duvara yaslanmış telefonunu karıştırıyordu. Bir süre duvara yaslanan arkadaşını izledikten sonra dudakları yukarı kıvrıldı ve zarif, ince parmakları kapının kulpunu yakaladı; geleceğe açılan bir hazine sandığının kapağını kaldırıyormuş gibi heyecanla açtığı kapının kulpunu tutmaya devam ediyordu. Falcı kadının kafasını kaldırıp onunla göz göze geldiği anda yüzünü saran dehşet dolu ifadeyle birlikte sanki avuçlarının içindeki o buz gibi duran kapı kolu alev aldı ve aniden yanmaya başladı.
Kardelen’in kahverengi gözleri falcı kadının nazar boncuğuna benzeyen gözlerinde uzun bir müddet asılı kaldıktan sonra, genç kızın yüreğini kaçıp gitme arzusu sarsa da Lavin’i endişelendirmek istemediği için içeriye girdi ve kapıyı kapattı.
Kalbinde huzursuzluk hüküm sürüyordu.
Kadın çenesiyle koltuğu işaret ettikten sonra elindeki tarot kartı destesini karmaya başladı ama bunu yaparken gözlerini genç kızdan bir an olsun ayırmıyor, genç kızın daha da huzursuzlanmasına neden oluyordu.
“Merhaba,” dedi Kardelen narin bir sesle.
Kadının bakışları kızın gözlerine bir gemi çapası gibi saplanmıştı. Hiçbir şey söylemiyor, kartlarını karıyor ve rahatsız edici bir dikkatle genç kızı izliyordu.
Kardelen gözlerini kadının gözlerinden ayırıp, kadının elindeki tarot kartı destesine indirdi.
Kadın sadece, “Yirmi birine yeni girdin,” dedi kuru bir sesle. “Üç gün ya da üç hafta oldu ama asla üç ay değil.”
Kardelen’in kalbi korkuyla çarparken, “Evet,” dedi, yüzü ânında kireç gibi olmuştu.
“Adının içinde K, N ve E harfi var.” Kadın kart destesini masaya koydu, ardından o kartları tek bir hareketle yaydı. “Bir tane de A harfi var.”
“Evet,” dedi Kardelen tekrardan. Artık buradan gerçekten gitmek istiyordu.
“Büyüğün var,” dedi kadın bu kez. “Senden büyük bir erkek kardeş. Abi.”
Kardelen, artık konuşamıyordu, yalnızca başını salladı.
“Az önce buradan çıkan kız, senin için bu kadar çok mu değerli?” diye sordu kadın.
“Çok,” diyebildi Kardelen.
“Senin yüzünden başı çok belalara girecek,” dedi kadın bir anda. Kardelen’in gözleri kocaman açıldı. “Ama korkma, her beladan yılan gibi kayarak kurtulacak.”
“Neden ki?”
Kadının huzursuz bakan gözleri kartlara indi. Kartların arasından birini çekti ve yüzüstü çevirerek masanın üzerine koydu. Bu kart Yıkılan Kale kartıydı. Kadının gözleri kartta uzun uzun dolandı.
“İki adam sevmişsin. Birini yaşamayı sevdiğin gibi doludizgin sevmiş, diğerini ölümden korktuğun gibi korkarak sevmişsin. Biri korkak, biri cesur. Ama ikisinin de kalbinde ilahmışsın.”
Kardelen, buna cevap veremedi.
“Son sevdiğin adam,” dedi kadın düşünceli gözlerle karta bakarken. “Çok büyük sınavlardan geçecek, çok büyük ve ağır şeylerin altına girecek. Canı çok yanacak,” dedi. “Onun da sebebi sen olacaksın.”
Gözlerini kaldırıp Kardelen’e baktı.
“İlk sevdiğin adamınsa, çoktan sebebi olmuşsun.”
Kardelen, kalbine şiş gibi sokulan bu kelimeleri söküp kadının boğazına saplamak istiyordu. “Bu fal benim falım ama ben hariç herkes hakkında bir varsayımın var,” dedi kendini tutamayarak.
Kadın gözlerini Kardelen’in gözlerine bir kurşun gibi sapladığı o kısa süre zarfında, Kardelen başına derin bir ağrının saplandığını hissetti.
“Senin yirmi bir yaşından sonrası yok,” dedi kadın acımasız bir sesle. “Olmayan bir hayatı nasıl göreyim?”
Kardelen, kadına şokla bakarken, “Ne?” diyebildi.
“Senin yirmi birin yarım, sonraki yaşların yok,” dedi kadın. “Eğer başka bir şey duymak istemiyorsan lütfen çık. Ben ölülerin falına bakmam.”
Kardelen’in sıcak gözyaşları yanağına düşmek üzereydi ama bunu yapmadı. Gözlerinin çukurunu ânında dolduran yaşları elinin tersiyle silerken bir süre oturduğu yerde öylece bekledi.
Ne kadına baktı ne de tek bir kelime etti. Tavandan zemine doğru takvim yaprakları yağıyordu sanki ve Kardelen avucunu kaldırsa, takvim yapraklarından birini yakalayabilirdi.
Takvim yapraklarından birinde o tarihi görebilirdi.
Yapmadı.
Sonunda küvetten çıktığımızda bedenim kaskatıydı. Köşedeki havluyu bedenime sardıktan sonra yavaşça kapıya doğru ilerledim. Kartal altında yalnızca ıslak bir boxerla hemen karşımda dikiliyor, hareket dahi etmiyordu.
“Hasta olacaksın,” dedim.
“Önemseyeceğim bir konu mu bu?” diye sordu ifadesiz bir sesle. Ona boş boş baktım ama yorum yapmadım ve yavaşça banyodan çıktım.
Bu gece, evden çıkarken bitirdiği şişe dışında alkol almaması dikkatimi çekmişti. Buz gibi bedenimi kurulayarak üzerime kuru kıyafetler geçirirken yaşadığımız son yarım saati ve bugün olanları düşündüm. Sadık Parlak hakkında kafamda oluşmuş tonlarca soru işareti vardı.
Islak saçlarım yatağın üzerine yayıldı. Gözlerim tavandaki boşluğa takılı kaldı. Göğsüme usul usul yerleşmeye başlayan bu hissin varlığını fark etmek, kaçacak deliği kalmamış bir suçluymuşum gibi hissetmeme yol açıyordu. Koridorun lambası yandı; bunu, hemen kapımın altındaki küçük aralıktan zemine hızla yayılan sarı renkteki ışıktan anlamıştım.
Odamın kapısı yavaşça açıldığında, çok önceleri geçmişime gömdüğüm bir şeyin varlığı sanki odanın içinde beni izliyormuş da kapı aralanınca yavaşça karanlığa gömülüp yok olmuş gibi hissettim. Kapı tamamen açıldı, içeriye önce ışığın gölgesi devrildi, ardından ışığı sırtına alan adam, karanlık bir süvari gibi kapımda belirdi.
Başımı yavaşça kaldırıp yatak başlığına yaslarken, “Ne oldu?” diye sordum. Koridordaki ışık onun sırtına vurduğu için ne yüzü ne de bedeni görünmüyordu, karanlık bir gölgeden ibaretti.
Birkaç saniye sessizce beni izledikten sonra, “Şeyi soracaktım,” dedi.
“Neyi?”
“O kadının çizdiği şeyi. Onu gördün mü?”
“Göstermedi. Bunu mu soracaktın?”
“Evet.”
Bir süre sessizce orada dikilmeye devam etti.
“O zaman?”
“Bugün hiç uyumadın,” dediğinde, zihnimin topraklarına gömdüğüm bir anı, ellerini yavaşça toprağın yüzeyine çıkardı ve çürümüş parmaklarını ağır ağır oynattı.
“Önemli değil. Şimdi uyurum biraz.”
Hislerim, odanın içine dalga dalga yayılırken, “Uyuyabilecek misin?” diye sordu aniden.
“Evet. Sanırım.”
Başını yavaşça salladığını görebildim.
“Güzel,” dedi sadece.
“Peki sen?” diye sordum. “Sen uyuyabilecek misin?”
“Bir şeyler içerim. Sonra da sızarım zaten.”
“İstersen burada uyuyabilirsin,” çıktı dudaklarımdan. Söylediğime kendim de şaşırırken, Kartal’ın da en az benim kadar şaşırdığını hissedebilmiştim. Birkaç saniye sadece sessizce yüzüme baktı.
Daha sonra tek kelime etmeden sırtını verdiği kapıyı kapattı, odanın içinde bedeninden ayrılmış bir ruh, karanlık bir gölge gibi ilerlemeye başladı. Dizini yatağa bastırdığında gözlerimi pencereye çevirdim, yavaşça yatağa çıktı ve yatak onun ağırlığıyla içeri doğru gömüldü. Neden bunu yapıyordum, neden onunla aynı yatakta yatıyordum ve neden ikimiz de bir aradayken daha rahat bir uyku çekiyorduk bilmiyordum, bir gün bunun nedenini öğrenmek de istemiyordum.
“Lavin,” dedi sırtını bana dönüp, yüzünü kapıya çevirerek yatağa uzandığında.
“Evet?”
“Kardelen,” dedi dalgın bir sesle. “Bana çok kızmış mıdır?”
Tüm derman, elim ve ayağımdan aynı anda çekildi. Bu yatağın üstünde canlı bir beden değil, çürümüş bir ceset gibiydim. Hiçbir şey söyleyemedim ama içime saplanan kelimeleri, saplandıkları yerden oluk oluk kanın dökülmesine neden olmuştu.
“Anladım,” diye fısıldadı sadece.
Ona bir şeyler söylemek, kafasında oluşturduğu bu tezi çürütmek istedim ama dilim lâl olmuştu. Benim bile konuşmaktan çekindiğim, geri çekilerek kabuğumun içine sığındığım zamanlarım oluyordu.
Şu an ne hissediyordu, nasıl hissediyordu bilmiyordum ama bir harabe olarak yaşamaya alışmış bir adamı, kimse cennetin varlığına inandıramazdı.
Ona doğru döndüm ve gözlerim ensesinde dolanmaya başladı. Altına bir eşofman giymişti, bunun dışında çıplaktı. Omuzlarını, sırtını ve hatta ensesini saran benleri, tenini örten karanlığa rağmen görebiliyordum. Parmaklarım o benlere dokunabilme isteği sancısıyla sızım sızım sızlıyordu. Anlık bir cesaretle elimi uzattım ve yanmak pahasına parmaklarımı onun omzuna koydum. Kartal’ın bedeni kasıldı ama herhangi bir tepki vermedi, geri çekilmedi ya da dönüp bana bakmadı. Yalnızca sessiz bir şekilde bekledi.
Parmaklarım dövmesinin üstüne kadar indi, ardından dövmesinin bile etrafını saran benlerinin üzerinde dolanmaya başladı. Dokunuşlarım tüy kadar hafifti fakat parmak uçlarımdan dökülen hisleri biraz olsun ona verebiliyorsam, bu bile cehennemi ona hissettirirdi. Cehenneme, cehennemi hissettirmek, şeytan ve Kartal’ın göz göze gelebileceğine inanmak gibiydi; çünkü göz göze geldiği şeytan da cehennemi hissettirdiğim cehennem de kendisiydi.
“Bana her zaman senin çok güçlü ve cesur bir adam olduğunu söylerdi,” diye mırıldandım. Parmaklarım bir kez daha benlerinin üstünde gezindi, omzunun yüzeyinde duraksadı, gözlerim yavaşça belindeki yanık izine kaydı, karanlığa rağmen o bozuk yüzeyi görebilmiştim. İçim sızladı. “Eğer seni izleme şansım olmasaydı beni buna inandıramazdı çünkü ona göre sevdiği herkes, dünyanın en mükemmel insanıdır. Bilirsin.” Gözlerim yanık izinden ayrıldı, sırtına tırmandı, sırtında da benler vardı. “Ama seni izliyordum, onun ne kadar haklı olduğunu kendi gözlerimle görüyordum. Sen cesur ve güçlüydün. Şimdi seni sadece izlemiyorum, şimdi senin yanındayım ve hâlâ aynı düşünüyorum. Sen çok cesur ve çok güçlüsün.”
Kartal, yutkundu. Boğazından, bir fırtınanın arkasında bıraktığı yerle bir olmuş bir kasaba kayarak kalbine kadar indi.
“Kim ne derse desin, Alaşan,” dedim uykuya yenik düşmek üzere olan sesimin etrafına döktüğüm benzini ateşe vererek. “Sen ne yapmış olursan ol, ben gün sonunda burada olacağım ve yine sen ne yapmış olursan ol, uyuman için sana yardımcı olacağım.”
Tekrar sertçe yutkundu. Parmaklarım omzunda öylece asılı kaldı ama artık bilincim burada değildi, sırtımdaki kanatlar sanki gerçekten kanattı ve ben yataktan yükselmiş, havada asılı durmuş, yatakta yatan bedenlerimizi izliyordum.
Bir gün onun kadar vicdansız olabilir miydim acaba?
Suya bile buz olmasını öğreten bu dünya, bana nasıl vicdansız olmayı öğretemesindi ki?
💫
Önümde duran kahveye bakarken, neden burada olduğumuzu sorguluyordum.
Akademidekilerin, ders çıkışı takıldığı küçük bir bardaydık. Günün yorgunluğu bedenime bir kanser gibi yerleşmişken, şimdi burada, sanki o koca gün benim üzerimden geçmemiş gibi saçma bir yabancı şarkının son ses çaldığı bu aptal yerde oturuyordum.
Kartal hemen yanımdaki koltukta oturuyordu, dizi dizime dokunuyordu ve her nedense bu huzursuz olmama neden oluyor, sık sık dizimi onun dizinden uzaklaştırma çabasına giriyordum ama sonunda dizim tekrardan onun dizine dayanıyordu. Emir’in zoruyla geldiğimiz bu yerde diken üstündeydim. İrem’in hemen karşımda oturup gözlerini Kartal’a dikerek, onu âdeta gözleriyle soyuyormuş gibi büyük bir dikkatle izlemesi de sinirlerimi bozan farklı bir faktördü.
Kartal, Sadık Parlak ile ilgili detayları öğrendiğinden beri İrem’e karşı daha ilgiliydi, bu ilgi midemi bulandırıyor olsa da ilginin etrafını saran buzlar, Kartal’ın İrem’e karşı çizdiği sınırın çitlerini oluşturuyordu.
Berra, “Resmi gördüm,” dedi masaya yayılan sessizliği dağıtmak adına.
“Nasıl olmuş?” diye sordum.
“Cidden… Eğer kuzen olmasaydınız kesinlikle sizi shiplerdim,” dedi gülerek. Ceyda da Berra’ya katılıp gülmeye başladı fakat İrem sadece gülümsemişti, Emir ise telefonuyla ilgileniyordu, Berra’nın söylediklerini duymamıştı bile.
Dizimi hızla Kartal’ın dizinden uzaklaştırarak gözlerimi farklı bir yöne çevirdim. Kartal’ın bakışları yüzümün arazisinde dolanıyordu ama ona karşılık vermek şu an için isteklerim arasında olan bir şey değildi.
Emir sonunda telefondan kafasını kaldırdı ve “Birkaç gün sonra konser varmış,” dedi kaşlarını kaldırarak. “Duman’ın.”
“Nerede?”
“Bu barda.”
“Hadi canım? Severim o grubu.”
“Evet,” dedi Emir başını sallayarak. “Gelir miyiz?” Gözlerini bana çevirdi, bendeki tepkisizliği fark edince bu kez Kartal’a baktı. “Gelecek misiniz?” diye sordu.
“Bakarız,” dedi Kartal sadece.
“Bunu geliriz olarak algılıyorum, dostum,” dedi Emir dişlerini göstererek.
Kartal, Emir’e düz düz baktıktan sonra, “Doldurulmuş Tavşan,” dedi gayet ciddi bir sesle. “Benimle konuşurken, Amerikan filmlerinden fırlamış hippiler gibi davranırsan, senin kafanı kopartır, kendime doldurulmuş tavşan başı yaparım ve şöminemin üstündeki boş duvara asarım.” Gözlerini kıstı. “Anlaşılmayan bir şey?”
Emir yüzünü asıp, “Benden gerçekten nefret ediyorsun,” diye söylendi. “Sana ne yaptım ki ben?”
“Kuzenimle gereksiz yakınlık kuruyorsun,” dedi Kartal. “Bu sana kıl olmam için gayet yeterli bir sebep bence?”
“Kuzenin senin yakınlık kurduğun kimseye karışmıyorsa, sen de kuzeninin arkadaşlıklarına karışma o zaman,” dedim aniden kendimi tutamayarak. Kartal’ın bakışları otomatikman bana doğru döndü, ikimizin yüzü arasında bir yel değirmeni vardı ve son hızda dönüyor, gözlerimizdeki şehirlerde rüzgârın uğultusunun sesi büyüyordu.
Derin bir nefes alıp başımı geriye atınca köprücük kemiklerim belirginleşti, Kartal’ın gözleri kazağımın açık yakasından belli olan köprücüklerime kaydı, gözlerini takip ettiğim için nereye baktığını anlayabilmiştim.
“Sen bana emanetsin,” dedi Kartal gözlerini köprücüklerimden çekmeden. “Değil mi, kuzen?”
“Kendi başımın çaresine bakabiliyorum,” dedim gözlerimi kısarak. Ve sonra ekledim: “Kuzen.”
“Çok tatlı atışıyorsunuz ya,” dedi İrem, eğlendiği sesinden belli oluyordu. Ona baktım, ikimize bakıyordu. Kaşlarımı kaldırdım, İrem kaşlarımı kaldırdığımı fark edince duraksayıp gözlerimin içine baktı ama orada nasıl bir kış görüyorsa, ânında donarak gözlerimin sınırlarından uzaklaştı.
Kartal, “İrem,” dedi aniden. Çekici ses tonu kafamı allak bullak etmişti. Ona bakmamak için gözlerimi diğer masadaki insanlara çevirdim, kızıl saçlı bir kız önündeki latteyi yudumlarken, yanındaki sarışın genç adam ona bir şeyler anlatıyordu ama kız onu dinliyor gibi değildi, dalıp gitmişti.
“Efendim?” dedi İrem ilgiyle.
“İki dakika gelsene.” Dişlerimi ânında sıktım ama onlara bakmadım. İkisi birlikte masadan kalkıp uzaklaşmaya başladıklarında tüm bakışlar sanki benim üzerimdeymiş gibi gergin hissediyordum ama inatla masadakilere bakmıyordum.
“Bunların arasında bir şeyler dönüyor,” dedi Emir, sesindeki alay sinirlerimi tepeme toplamıştı.
“Kartal’ın ilgisi olduğunu düşünmüyordum açıkçası,” dedi Ceyda kaşlarını çatarak. “Ama bugün İrem’le gerçekten ilgilendi.”
“Belki de duygularını kolay kolay dışarı vuramayan bir adamdır,” dedi Emir. Sonra durdu. “Gerçi bana karşı her zaman aktif bir şekilde dışarı vuruyor…”
“Bir gün onun elinde kalacaksın,” dedi Berra pis pis sırıtarak.
Emir, Berra’ya yan gözle baktı. “Senin de canına minnet tabii.”
“Elleri dert görmesin,” dedi Berra gözlerini kısarak.
“Önüne dön, cüce.”
“Kes be, sırık.”
“Hobbit.”
“Yahu didişip durmayın!” diye homurdandı Ceyda. “Ne konuşacaklar acaba? Of keşke Ogün de burada olsaydı şimdi.”
Ne konuşacaklardı? Kartal onu kendine bağlayacak ve devamında da o ailenin tamamen içine girerek olup bitenleri canlı izlemeye çalışacaktı işte, başka ne olabilirdi ki? Gözlerim boşluğa takıldı, zaman bir türlü ilerlemiyordu ve Kartal da İrem de görünürlerde yoktu, üstelik bar da iyiden iyiye dolmaya başlamıştı. Midem bulanmaya başlayınca yavaşça oturduğum yerden kalkıp, “Ben bir lavaboya kadar gidiyorum,” dedim ve cevap beklemeden hızla masadan uzaklaşmaya başladım. Yabancı bedenlere çarpıyor, yabancı bedenlerin sahip olduğu yüzlere dahi bakmadan herkesten ve her şeyden uzaklaşmaya çalışıyordum.
Lavaboya kıvrılan koridora saptığımda, bakışlarım hemen koridorun diğer ucundaki ikiliye kaydı. Kartal ve İrem. İkisi oradaydılar. İrem’in sırtı duvara yaslı duruyordu, gözleri Kartal’ın yüzündeydi. Kartal’ın bir eli duvardaydı ama kızla aralarında belirgin bir mesafe vardı. Bir şeyler söylüyordu, İrem ise can kulağıyla onu dinliyordu. Bir an içim anlam veremediğim bir öfkeyle dolup taştı. Sanki koridoru oluşturan o iki duvar birbirine doğru hareket ediyor, içinde durduğumuz koridor sıkışarak bir kapana dönüşüyordu.
Kartal aralarındaki mesafeyi kapatacak gibi olunca öyle büyük bir hızla onlara doğru yürümeye başladım ki, sanki attığım her adımda, arkamda bir ateş topu bırakıyordum ve zemindeki ateş, arkamda büyüyerek beni takip ediyordu. Aniden diplerinde bitmemle, İrem’in de Kartal’ın da bakışlarının beni bulması bir oldu.
“Ne yapıyorsunuz siz burada?” diye sordum.
Kartal’ın kaşları havalandı. İrem, yüzüne düşen sarı saçları kulağının arkasına iterken, “Konuşuyorduk,” dedi mahcup bir sesle.
“Burada?” Onlara düz düz baktım. “Masada konuşamayacağınız kadar özel olan nedir?”
“Adı üstünde,” dedi Kartal muzip bir ifadeyle. “Özel.”
Başımı hızlıca sallarken kaşlarım havadaydı.
“Özel?” dedim alayla gülerken. “Hadi ya?”
İrem aniden gerildi. Yavaşça duvardan uzaklaşıp bana baktı, sonra bakışları Kartal’a dokundu ve “Ben lavaboya gideceğim,” dedi, sesi huzursuzdu. Önünden çekilerek elimle ona yolu gösterdim, gözlerim tekrar Kartal’a kaydığında, İrem yanımdan geçip gitmişti.
Kartal bir süre tek kelime etmedi. Koridordan birkaç kişi gelip geçti, koridor tam boşaldığı sırada Kartal beni bileğimden tutarak çekti ve duvara yasladı. Gözlerim iri iri açıldı ama öfke hâlâ orada, damarımın içindeki kanda, göğsümün içindeki kalpteydi. Gözlerine yırtıcı bir ifade ekledi, ardından tehdit onun harelerinden aşağı halatlar sarkıttı. Yüzünü yüzüme yaklaştırdı, nefesinden gelen sigara kokusunu alabiliyordum. Gözlerine gizlediği, adını taşıdığı o yırtıcı kuş orada beni izliyordu.
“Hayırdır?” dedi, sesinde de pençeler vardı. “Ne bu sinir?”
Bir süre gözlerinin içine baktıktan sonra, “Sinir mi?” diye sordum salağa yatarak.
Tek kaşını kaldırıp, “Kızı boğazlayacak gibi bakıyordun, ne oluyor?” diye sordu.
“Boğazlasam çok mu üzülürdün?” diye sordum, sormadım, tısladım. “Küçük avını senden başka birinin yerle bir edecek olması egonu mu yaralar? Kötü bir haberim var. Boğazlamak istediğim hiçbir şeyden haberi olmayan o kız değildi, sendin.”
“O benim avım falan değil,” dedi sertçe. “Ben bu kadar küçük avlarla ilgilenmem.”
“Evet,” dedim başımı hızla sallayarak. “İlgilenmediğin o kadar belli ki… İlgilenmediğin için mi kızın ağzının dibine girmiştin?”
“Başka bir yerinin dibine girmemi mi tercih ederdin?”
“Önüne gelen her şeyi yok edecek kadar gözü karaysan, uçkuruna sahip çıkacak kadar da sabırlı ol!” diye hırladım. “Senin amacın bir şeyler öğrenmek, o kızı yatağa atmak değil.”
“Buna sen mi karar veriyorsun?”
“Evet. Ben karar veriyorum.”
“Hangi vasıfla?” diye sordu.
“Her gece uyumak için götüne geldiğin kız vasfıyla.”
Bir an ikimiz de donakaldık, gözlerimiz birbirine çivilenmiş gibiydi ama ne göz kırpabiliyor ne de hareket edebiliyorduk. Kartal’ın eli yüzüme kayınca, kemiklerime çimento dökülmüş gibi kalakaldım. Gözleri dudaklarıma kaydı, nefesimin kesildiğini hissettim ve köprücük kemiklerim tekrardan belirginleşerek dışa doğru kavisler çizdi.
Kontrolüm, taş atılmış bir cam gibi parçalanmaya başladı. Kartal’ın da kontrolünün aynı hızla parçalara ayrılışına tanıklık ettim. Kartal’ın yüzü yüzüme gitgide daha da yaklaşıyordu. Yüzünde sakin bir ifade olsa da tenindeki yıldızlar ışıldıyor, yüzündeki gökyüzü yanıyordu.
Bakışlarındaki yoğunluk artmaya başladı. Nefesi artık daha yakından geliyordu, yüzü yüzüme öylesine yakındı ki, kalbim göğsümü parçalayacak ve duvarlara çarparak, duvarları kanımın rengine boyayacak sandım. Gözlerim kısıldı, benim de gözlerim onun dudaklarına kayınca, ikimizin isimlerinin yazılı olduğu o kâğıdın ucu alev aldı, ateş yavaşça isimlerimize doğru ilerlemeye başladı.
“Gençler,” dedi aniden kalın bir ses. “Burası pek de yeri değil, ha?”
Elim ayağım birbirine dolandı, kendimi hızla geri çekerken, Kartal da benimle aynı tepkiyi vererek geri çekildi ve o an sesin geldiği yöne baktım. Soğuk havaya rağmen üzerine kısa kollu, bol bir tişört giymiş olan genç adam kaşlarını kaldırmış bize bakıyordu. Onu tanıyordum. Onu tanıyordum!
Beyaz tişörtünün yakası iki göğsünün ortasına kadar açıktı. Siyah gözlere baktım, ardından bakışlarım tişörtünün açıkta bıraktığı göğsüne kaydı. İki göğsünün ortasında, kalbine doğru kafasını eğmiş öylece duran kardelen çiçeği dövmesini gördüğümde, nefes boşluğuma bir bıçak saplanmış gibi sarsıldım.
Bir adam, dövmeli esmer adama bağırdı.
“Toprak, hadisene oğlum!”
Toprak, buradaydı.