Zihnimde, parmak uçlarım paramparça olsa da çözemeyeceğim kadar karışmış bir kördüğüm, üzerinden geçilerek mantığıma ulaşılmasını imkânsız hâle getiren kendi içine çökmüş bir köprü vardı.
Kalbim yaralı derisini arkada bırakmak isteyen, derisini arkada bırakırken doğum yapıyormuş gibi sancı çeken bir yılan gibiydi. İçine doldurduğum ve ona yara veren hislerin içinden sıyrılarak çıkarken tıpkı o yılan gibi yanıyordu. Gözlerimden akan yaşlarla Efken’e baktığımda, gözlerinin bebeğinden kanlı bir kordon gibi sarkan şaşkınlık yerini daha başka bir duyguya bıraktı. Birden onun mavi gözlerine bakmak daha şiddetli bir şekilde gözyaşı dökmeye başlamama neden oldu.
Şaşkınlık tekrardan o güzel, kemikli yüzün sınırlarında alev almaya başlamıştı. Gözleri çok büyük bir hızla bedenimde gezdi, sanki yaralanıp yaralanmadığımı anlamak ister gibi büyük bir dikkat ve hızla beni inceleyip tekrar gözlerimin içine baktı. Sanki gözlerimin içine baktığı an artık gözyaşlarımı kesmiş olmamı dilemişti ama tekrar gözlerimden akan yaşları görünce donup kaldı.
Acı.
Hissettiğim en net duyguydu bu.
“Üzgünüm,” diyebildim, bir an duraksadı ama ben durmadım, ağlamaya devam ediyordum. Kolumu kaldırıp bileğimin iç tarafıyla gözlerimden akan yaşları silerek onun yüzüne baktım. Bir cevap bekledim, belki de kızmasını, bağırıp çağırmasını sonra da beni postaladıkları bu karanlık yerden çekip götürmesini. Burnumu çekerek ona baktığımda beklediğim hiçbir tepkiyi alamamak gözlerimden akan yaşları yavaşlatmıştı ama çenem titriyordu.
“Neden ağlıyorsun?” Sorusunun takılarak üzerine düştüğü sesi ilk kez sert değil, afallamış gibi şaşkınlıkla doluydu.
Kar taneleri siyah, gür saçlarının arasına tutunuyordu. Ben ise sedir ağacının gölgesi altındaydım, kar tanelerinin düşüşünü izliyordum ama bana dokunmuyorlardı. Efken’in çıplak göğsüne baktım, o da tıpkı benim gibi korunmasızdı. Soğuğun bordo izler bıraktığı esmer göğsüne, sonra da kemikli yüzüne baktım. Omuzlarının normal olmayacak bir hızla kalkıp indiğini fark etmiştim. Ne kadar sakin görünse de sanki sadece birkaç dakika öncesine kadar birini öldürecek kadar öfkeliymiş gibi bir hâli vardı.
“Bilmiyorum,” diye yalan söyledim.
Alnımdan çıktığına emin olduğum ışığın söndüğü nokta hâlâ yanıyor gibi karıncalanıyor ve acıyordu. Görmüş müydü? Görse tepkisi böyle olmazdı. Demek ki bir illüzyondu, sadece bir hayalden ibaretti. Canım böyle çok acırken neden böyle şeyler görüyordum ki? Burnumu tekrar çektiğimde Efken’in şaşkın bakışları bir nebze olsun yumuşamış, uçurum mavisi gözlerindeki sakinlik bana da bulaşmaya başlamıştı.
“Berbat bir yalancısın, Medusa,” diye fısıldadı, sakin sesi göğsümdeki acıyı daha da harladı. Bana kızsa, bağırsa, demediğini bırakmasa ve beni öfkelendirse olmaz mıydı? Güzel gözlerine çökmüş anlayışı fark etmek birdenbire canımı katbekat daha da acıttı.
Birden omzumun üzerinden arkama doğru baktım. Evet, ayna orada değildi. Gözlerimden akan yaşların daha da şiddetlenmesine neden olan şey gördüğüm bu aptal hayal olmuştu. Birden öyle şiddetli ağlamaya başladım ki, Efken yanlış bir şey söylemiş gibi irkilerek bana doğru temkinli birkaç adım attı.
“Hey,” diye mırıldandı, boğuk sesini dinledim ama karşılık veremedim. “Siktir, tamam.” Birden soğuk bileğimi sıcacık avuçlarının arasına alarak beni kendine çekti ve ona karşı koymadan ona doğru çarptım. Beni çıplak, oldukça sıcak göğsüne bastırarak sımsıkı sardığında gözlerimden akan yaşların biri çeneme ulaşmadan diğeri yolun yarısına vararak elmacık kemiğimi arkada bırakıyordu. “Hay sikeyim, tamam, ağlamasana.”
Hiçbir soğuk, onun sıcaklığı kadar üşütmezdi.
Güçsüz ve buz tutmuş parmaklarımı onun sıcak göğsünün sert derisine bastırdım. Bir eli hızla belime kaydı, diğer eli ensemde duruyor ve alnımı göğsüne bastırmamı sağlıyordu. Ruhum öyle çıplaktı ki sanki konuşmasam da olurdu; ağzımdan tek bir kelime bile çıkmasa ruhumdan akan kan damlaları ona sustuğum her şeyin kelimelerini çiziyordu. Onun kokusunu içime doldurduğumda birden içimdeki önlenemez acının, hafiflediğini düşünebileceğim kadar uzaklaştığını hissettim. Ama sonra nefesimi tuttum ve evet, gözyaşlarım oradaydı. Gözlerimden özgürce süzülüyorlardı.
“Peki,” diye kabullendiğinde göğsü hırıltılı bir gürültüye ev sahipliği yapıyordu. “Ağla öyleyse.”
Tarçını hatırlatan kokusu ciğerlerimi tekrar kıstırdı ve o an, acı tekrardan uzağa taşındı. Birden geri çekilmek, ondan uzaklaşmak istedim ama kalbim bunu istemedi. Avucunu ensem boyunca kaydırarak güçlü parmaklarını saçlarımın arasına soktu. Başımın arka kısmına baskı uygulayarak ıslak yanağımı sıcak göğsüne yaslamamı sağladı. Acı, kalbimin rahmine çocuklarını bırakmıştı. Gözyaşlarım gözlerimden kayarken biliyordum ki soğuk gözyaşlarım onun sıcak göğsünü ıslatıyordu. Gözyaşlarım soğuk akıyordu, sanki içim ne kadar yanarsa yansın, ruhum hep buzdandı ve acım bile gören insana karlar altında gibi hissettiriyordu.
“Benden vazgeçtiler,” diyerek sarsıldığım anda birden bedeninin kaskatı kesildiğini hissettim. Söylediğim şeyin ne anlama geldiğini anlayamamış gibiydi ama yine de beni sarmaya devam etti. “Ben onu sevmiştim, o herkesin gözünde bir ucubeyken de onu sevmiştim, ondan korktuğum zamanlarda da onu sevmiştim. O ise benden vazgeçti. Beni öylece buraya attı, bir paçavraymışım gibi attı beni…” Geçmiş birden öyle çok yakınıma gelmişti ki, geleceğe bir daha hiç ulaşamayacakmışım gibi hissettim. Hıçkırdım, gözlerimden yaşlar akarken kelimelerim de gözyaşlarımın pusuyla bulanıyordu.
Babaannem beni bir paçavra gibi fırlatıp atmıştı.
Efken ruhumdan sarkan karanlığı tutmak istiyormuş gibi büyük avucunu sırtım boyunca kaydırdı, bel boşluğumdan omurgalarımın ortasındaki çukura kadar tırmanan parmaklarının her hareketini ezberime aldım. Parmaklarını geçmişte taşıdığım, şimdi ise koparıldıkları için köklerinden kan sızan kanatlarımın arasına bastırarak ona sığınmam için beni kendine bastırdı. Bedenlerimiz mühürlenmiş gibi birbirine yaslandığında gözlerim ormanın diğer ucundaki karla kaplı karanlığı izliyor, kirpiklerim akıttığım gözyaşlarıyla parlıyordu.
“Ben seni bırakmam,” demesini beklemiyordum. Birden gözyaşlarım dindi ama geri çekilmedim. Efken de beni bırakmadı.
Etrafımızda dalgalanan kar taneleri artık öyle hızlı düşüyorlardı ki, sanki artık düşen kar taneleri değil, gökyüzünde parçalanan bulutlardı. Sıralanarak ormana dönüşmüş büyük karanlık ağaçlara bakarken parmaklarım güçsüzce göğsünden ayrıldı ama bunu çekilmek için yapmadım. Gözyaşlarım daha yavaş akıyor, bir pencerenin camından kayan yağmur damlaları gibi yüzümün sınırlarından kayarak çeneme varıyorlardı. Güçsüz kollarımı yavaşça onun sıcak beline sardığımda şaşırdı ama tepki vermedi. Ellerimi belinin üzerinde birleştirip yavaşça nefes alıp vermeye çalıştım, kalbim sıkışıyordu.
“Sen bir paçavra değilsin,” diye fısıldadı, sesinden anladığım kadarıyla beni yatıştırmayı diliyordu.
“Ama böyle hissettim,” dediğimde sesim pürüzlüydü, yutkunduğum anda boğazım acıyla doldu. “Bana böyle hissettirdi.”
“Öldüreyim mi onu?” Sorusu bir çocuğa aitmiş gibi masum bir tonlamayla sorulduğu için şaşırsam da yapabildiğim tek şey kırgın bir gülümsemeyle yutkunmak oldu. “İstersen onu öldürürüm.”
“Babaannemi mi?”
Şaşırdığını hissettim ama bir süre sonra cevap verdi. “İstersen onu da öldürebilirim.”
Neredeyse acı dolu bir inlemeye benzeyen bir kahkaha attığımda onu göremesem de kaşlarını çattığını biliyordum. Kokusunu içime çektim, sıcacık tarçın kokusu ormandaki yıkıcı soğuğa rağmen içimi ısıtmıştı.
“Hem zaten o bunak babaannen benim kartımı çalmıştı. Evet, bence onu öldüreyim,” diye alay etti, sesi sakin olsa da kelimelerine bulaşanın ne olduğunu biliyordum. Efken Karaduman beni sakinleştirmeye çalışıyordu, evet.
“Kartını çaldığını düşünmüyorum,” dedim burnumu çekerek.
Bir süre bekledi, sonra, “Azize kartı benim desteme ait, başka bir desteye ait olsa bunu bilirdim. Tarot kartlarını anlarım, Medusa. Onlar da beni anlar,” dedi. Anlayamadığım için yanağım göğsüne yaslı hâlde kaşlarımı çattım.
“Babaannem beni buraya bilinçli gönderdi,” diye fısıldadım, bu gerçeği kendi sesimden dinlemek tekrar kalbimi tekletmişti ama durum böyleydi. Efken tekrar şaşırmadı, sanırım şaşırma kotası dolmuştu. Onun dokunuşlarıyla gevşeyen bedenimde binlerce bıçak yarası vardı da o yaradan kan tıpkı lav misali boşalıyordu sanki. Buna rağmen artık canım eskisi kadar acımıyordu. Kafamı kaldırıp ona baktığımda gözlerini indirmiş bana bakıyordu. Yakınlığımız nabzımı ateşe veriyormuş gibi hissetsem de yüzümde herhangi bir mimik değişimi yaşanmadı. “Belki de haklısındır, o kart gerçekten senin destene aittir.”
“Zaten öyle,” dedi sadece.
“Ben de aptal gibi ona inandım,” diye mırıldandım acı bir gülümsemeyle.
Gülümseyişime kısa bir an için bakmak birden öfkelenmesine neden oldu. Kollarım hâlâ beline dolanmış hâldeydi, bunu o an için yadırgamasam da sonrasında içimde bunun nedenini sorgulayan bir oyuk açılacağını biliyordum. Şu an için bu önemli değildi. Önemli olan bana iyi hissettirmesiydi ve o bunu yapabiliyordu. Bana iyi hissettirebiliyordu.
“Üşüdün, biraz daha bu şekilde kalırsan hastalıktan geberirsin ve ben de senin o aptal Nigin Bağı’yla bağlandığın herifi bulup onu öldüremem. Ben o herifi gebertmeden önce gebermeye kalkarsan seni geberdiğin yerden kaldırıp tekrar tekrar gebertirim. Sonsuz bir döngüde gebermiş olursun.”
Bedenim ürperdi. Sanki onun üşüdüğümü söylemesi gerçekten üşüdüğümü hatırlamama neden olmuştu. Oysa birkaç saniye öncesine kadar soğuk sanki ikiz kardeşimdi, bedenim sanki buzlardan var olmuştu. Efken hiç beklemediğim bir anda beni dizlerimin altından geçirdiği güçlü elleriyle havaya kaldırınca dudaklarımdan bir çığlık dökülecek sansam da bu olmadı. Akıttığım gözyaşlarım içtiğim bir sessizlik yemini gibiydi. Tepkilerim ise karaya vurmuş ölü balıklardı, solungaçlarına saplanmış gümüş renk misina iğnelerinde hâlâ kurumuş kan lekeleri duruyordu. Kollarımı bu defa onun sert ensesine doladım. Beni ölü bir gelini nikahı kıymak için bekleyen rahibin önüne taşıyormuş, kalbi durmuş bir prensesi kulenin merdivenlerinden indiriyormuş gibi kucaklamıştı. Saçlarım omzumun altından geçen kollarının üzerinden aşağı doğru sarkmıştı. Her bir adımında orman bizi doğurmaya çalıştığı kanlı bir bebekmiş gibi içinden dışına doğru itiyordu ve saçlarım da onun attığı adımlara tutsakmış gibi sallanıyorlardı.
Sanki ben ölmüş bir gelindim ve o da mihrabı kollarında cansız bir şekilde geçtiğim babamdı.
Bir süre sonra ormandan çıkmıştık, ormandan çıktığımızda bile gözlerimden düşerek şakaklarıma kayan yaşları hissedebiliyordum ama artık o kadar sessizdim ki, kimse yüzüme bakmadan ağladığımı anlayamazdı. Efken ya gözyaşlarımı görmeye katlanamadığı ya da sadece kendimi kötü hissetmemi istemediği için yüzüme bakmadan, doğrudan ilerideki dağ evini izleyerek yürüyordu. Kar taneleri kirpiklerime, yüzüme, saçlarıma tutunuyordu. Tıpkı onun da simsiyah, kurum kadar koyu olan gür saçlarına tutunduğu gibi… Uzun, kıvrımlı kirpikleri öyle güçlü ve gür duruyordu ki, kirpiklerine bile büyük kar taneleri tutunmuştu.
Verandanın merdivenlerini tırmandı, gözlerim verandaya kaydı ve ahşap, nemli verandanın zeminine ölü gibi yığılmış kazağı gördüm. Tam bu noktada onu hayal edebilmiştim. Yokluğumu fark ettiği anda bedeninden söker gibi çıkardığı kazağı, öfkeyle birdenbire koşmaya başlamasını… Nasıl oluyordu da onu bu kadar gerçekçi, net bir biçimde hayal edebilmiştim? Sanki geçmiş kızıl gözlerimde yeniden var olarak bana olan biteni göstermişti.
Efken beni içeri taşıdı. İçerisi sıcaktı ama Efken’in alev gibi yanan vücudundan sıcak değildi. Beni kendi odasına soktu, karanlığa rağmen onun odasında olduğumuzu odasının her bir köşesine yayılmış tarçın kokusundan anlamıştım. Sıcak, baharatlı kokusu ciğerlerimi gevşetti ve kendimi daha güvende hissettim. Oysa öyle hissetmemem gerekirdi.
Beni yumuşak yatağın üzerine bırakırken yüzü görünemeyecek kadar yoğun bir karanlığa maruz kaldığı için onu göremedim. Sadece kokusunu aldım, tenindeki sıcaklığı hissettim. Nefesi bile ateşten yükselen o sıcak buğu gibiydi, yakıyordu. Birden ayakucuma oturup ayaklarımdaki uzun, dizlerime kadar uzanan çorapları çıkarmaya başladı. Şaşırsam da engel olamadım, gözlerimden akan yaşları avuçlarımın içiyle sildim. Efken çorapları yere atıp sırtını bana döndü ve gri bir gölge gibi görünen siluetini izledim. Elbise dolabının önüne gitti, dolabın kapağını açtı ve dolabın içinden birkaç parça kıyafet çıkararak tekrar yatağa doğru geldi. Göğsüm acıyla sıkışıyor, ne yapacağımı bilememenin getirdiği çaresizlikle bir cenin gibi yatakta uzanırken sadece onu izliyordum.
“Doğrulup kalkabilecek misin?” Sorusundaki hassasiyet beni şaşırttı ama içime tekrar akın eden o acı daha fazla duyguya yer bırakmadığından şaşkınlığım kısa sürdü. Bir şey söyleyemedim, kelimeler soluk boruma takılıp kalmış gibiydi. Ağzımı açacak olursam sadece ne kadar acınası hâlde olduğumu resmiyete bindirecek cümleler kuracaktım. Bana acımasını istemiyordum ama şu an ben bile kendime acıyordum. Efken cevap vermediğim için burnundan sert bir nefes vererek yavaşça omuzlarımdan tutup beni kaldırdı. Bir bez bebek gibi her an yığılacağımdan korktuğundan beni eliyle sabitlemişti. “Üzerindeki parçalanmış kumaş yığınını çıkarsak iyi olur,” dedi, utanmam gerekse de hiçbir şey hissetmedim. Tek hissettiğim acıydı. Terk edilmişlik hissi ne zaman azaldı diye sevinsem, birden tekrar artarak yoğunlaşarak canımı acıtarak yeniden orada, kalbimin derinliklerinde hareket etmeye başlıyordu. Kalbimin içinde bir iğne vardı da her atışın sonunda o iğne kalbimin derisine batarak canımı yakıyordu sanki.
“Pekâlâ,” dedi derin bir nefesin hemen arkasından. Beni bir eliyle sabitlerken diğer eli üzerimde elbise kadar bol olmasına rağmen yukarı sıvanmış kazağın eteğine uzandı. Ona engel olamadım ya da o an engel olmak istemedim. Tek istediğim çekip gitmekken döndüğümde beni neyin beklediğini bilmemek beni daha da korkutuyordu. Belki geri dönmenin yolunu bulsam bile döndüğüm anda babaannem beni yeniden buraya postalamak için elinden geleni yapacaktı. Beni gözden çıkardığı için bunu yapmaması imkânsızdı.
Benim buraya ait olduğumu mu düşünüyordu? Efken kazağı birden tenimden ayırınca şaşkınlık dolu bir soluk aldım ama bir şeyler söyleyemedim. İç çamaşırlarımla karşısında oturuyordum ama etraf çok karanlıktı, bedenimi seçebilmesinin imkânı yoktu. O yüzden gevşedim. Başımdan geçirdiği kazağın temiz kokusunu soludum, sanki biraz da naftalin kokuyordu.
“Hâlâ ağlıyor musun?” diye sordu yavaşça. Sorusunu takip eden dokunuşları belimin boşluklarından aşağı sarktı ve sonra çıplak tenime dokunan parmaklarının yerini kazağın kalın kumaşı aldı. Dokunduğu yerlerde ateşler yanıyormuş gibi hissederken yutkundum. Hayır, ağlamıyordum. Sanırım. “Vücudunda herhangi bir yara var mı?”
“Hayır,” dedim sadece.
“Peki.” Yorganı ayakucumdan çekerek çıplak bacaklarımın üzerine örttü. “Ağlıyor musun?”
“Hayır,” diye fısıldadım, sesim kesik kesik çıktığından buna inanmadığına emindim.
“Biraz ateşin var.” Buna inanamadım çünkü kendime dokunduğumda parmaklarım donuyordu. “Hasta olmak istemiyorsan biraz uyu, dinlen.”
Pürüzlü bir sesle, “Uyuyabileceğimi sanmıyorum,” diye mırıldandım.
“Neden?”
“Çünkü o hissi içimden atamıyorum.”
Hangi his olduğunu bildiğini biliyordum. O da açıklamamı beklemedi zaten.
“Akşama kadar ağlamayı düşünüyorsan, söyleyeyim, zırıltını çekemem,” dedi umursamaz bir sesle. İşte bu son birkaç günümü geçirdiğim Efken’di, tam olarak böyle olması gerekiyordu. Özüne dönmüştü. Bu yüzden hiç şaşırmadım ya da bu hâlini yadırgamadım.
“Tamam,” diye kabullendim, benim aksime o şaşırmıştı çünkü bu kadar sakin bir şekilde kabullenmemi beklemediğine yüzde yüz emindim.
“Eğer zırlayıp keyfimi kaçıracak olursan gelirim ve sana bir çakarım, bir de duvardan yersin,” dedi, boğazımdaki acıyla başımı aşağı yukarı sallayarak yatağa uzanıp, yorganı boynumun altına kadar çekerek boşluğa baktım.
“Zırlamam,” diye fısıldadım.
“Gerçekten zırlamaz mısın?”
“Evet,” diye yalan söyledim.
Bir süre yatağın ucunda oturmaya devam etti. Sonra birden hiç beklemediğim bir şey yaparak eğilip ayağındaki botları çıkardı, botları bir kenara fırlattıktan sonra çoraplarını da çıkarıp yatağın üzerine çıktı. Donmuş bir hâlde ona bakmak için doğrulmaya çalıştığım anda avucunun içini kafama bastırarak başımı yastığa gömmemi sağladı.
“Ne yapıyorsun?” diye sordum kekeleyerek.
“Ne mi yapıyorum? Yatağıma yatıyorum.”
“Ama…”
“Ne ama?” Bunu gergin bir sesle sormuştu. “Farkında mısın bilmiyorum ama bu yatak benim yatağım, burası benim odam.”
“Doğru söylüyorsun,” diye kabullendim, tam yorganın içinden çıkıyordum ki beni durdurdu.
“Asıl sen ne yapıyorsun?”
“Ne?” Şaşkına dönmüştüm ama sesim ağlamaktan helak hâlde çıkıyordu.
“Burada yatacaksın,” dedi her harfin üzerinden bir hırıltıyla geçiyormuş gibi. “Benimle.”
Kalbim garip bir ağrıyla çarparken, “O neden?” diye sordum, normalde bağırır çağırırdım ama gücüm gerçekten çekilmiş hâldeydi. Kendimi bir enkaz, harabe, yıkılmış bir bina gibi hissediyordum. Göçük altında kalmış birinden farkım yoktu şu an.
“Çünkü seni ormanın derinliklerinden bu odaya kadar kollarımda taşıdım,” dedi büyüklenir gibi. “Kendini hafif bir kedi yavrusu falan sanıyorsan, bir dağ aslanı kadar ağır olduğunu söyleyerek seni hayal aleminden çıkarmam gerekecek.”
“Çok acımasızsın,” diye inledim.
“Emin ol ne kadar acımasız olduğumu bilsen arkana bile bakmadan kaçardın.” Bir an durdu. “Tabii nereye gidersen git, kokunu takip eder, seni bulurdum. Kokun senin kaçış yolunu tıkayan bir duvar gibi. Kokunu aldım ve artık o kadar çok iyi tanıyorum ki seni cehennemde yanan alevlerin içinde küle dönmüş hâldeyken bulsam bile tanırım.”
Kelimeleri kalbimdeki kan nehrinin basıncını arttırdı. Bakışlarım yavaşça ona doğru döndü, yatakta dizlerinin üzerinde durmuş yüzümü izliyordu. Yatak onun ağırlığıyla içeri doğru çökmüştü. Yüzüme doğru eğilince kokusu yoğun bir şekilde içime akın etti.
“Beni anladın mı?”
Yorgun gözlerimi yavaşça yumup geri açtım. “Uyumak istiyorum.”
“Güzel,” dedi gözlerini gözlerimden çekmeden. “Uyu öyleyse.”
“Salonda uyuyabilirim.”
“Hayır,” dedi sakince. “Burada.”
Yutkundum. “Neden?”
“Çünkü seni gözümün önünden ayırdığımda yarı çıplak hâlde ormana gidiyorsun, sonra da seni bir çocuk gibi ağlarken buluyorum. Bu hoşuma gitmedi.” Birden yorganı çekerek altına girdi, hemen yanıma uzanınca donup kaldım. “Uyuyacağım,” dedi güçlü bir sesle. “Ağlayacak olursan seni yastıkla boğarım.”
“Tamam,” diye mırıldandım.
Bu kadar sakin olmamı yadırgasa da büyük cüsseli sırtını bana dönerek yorganı omzunun altına kadar çekti. Esmer, kaslı kolu yorganın dışında kalmıştı. Bir süre onu izledim ama içimdeki ağrı geçmiyordu. İçim öyle çok acıyordu ki uyku milyonlarca yıl uzağımdaymış gibi hissediyordum. Gözlerimi kırpıp geri açtığım o küçük süre zarfında bile yaşadığım ızdırap çoğalıyordu. Efken çoktan uyumuş olmalıydı, dakikalar damlayarak bir göl oluşturduğunda ben o buz gibi gölün içinde boğulmaya başlamıştım ama huzurla nefes alıp veriyordu. Yanağımı yastığa bastırıp onun ensesini, gür saçlarının bitiş noktasını, yorganın bir kısmını açıkta bıraktığı kaslı, dokuları güçlü görünen sırtını inceledim.
Yavaşça burnumu çekmemle, “Hâlâ mı ağlıyorsun?” diye sorması bir oldu. Gözlerimden bir iki damla yaş aktığını, o bana bu soruyu sorduğu anda fark etmiştim. Bir şeyler söylemektense suskunluğumu koruyarak ensesine bakmayı sürdürdüm.
Bana doğru dönmesini beklemiyordum. Karanlıkta bile parlayan mavi gözlerine şaşkınlık içerisinde baktım. Gözlerinin içinden gümüş parıltıları olan mavi bir ışık süzülüyordu sanki. Gökyüzündeki buzdan ayın yaydığı parlak ışığa neredeyse birebir benziyordu. Beni yavaşça kollarının arasına çekince bedenim ciddi anlamda kaskatı oldu. Bedenim sıcak göğsüne yaslandı, yüzümü boyun girintisine sokmamı sağladı. Kalbim her bir atışının sonunda göğsümün derinliklerine kan kusarak orada bir ölüm nehri doğuruyordu sanki.
Bir eli yavaşça yanağıma kaydı, yüzümü sarmış gözyaşı denizi avucunu bir kürek gibi kullanarak yardı. Parmaklarının ucuna topladığı gözyaşlarımın ikizleri her an tekrar akacaklarmış gibi gözlerimin içini yakıyordu. Kalbim tıpkı bir yılan gibi yeniden deri değiştirmek için kasılmaya başladı ama bu defa hissettiğim acıdan bile fazlasıydı. Efken’in sıcak, güneşe en yakın gezegenmiş gibi ılık olan boynunda duran burnumdan içeri çektiğim nefes bana onun kokusunu verdi.
“Buradayken ağlamazsın,” dedi, sesi sakin geliyordu ama ben sakin değildim, kalbim deliler gibi çarpıyordu. Bir eli saçlarımın arasına gitti, soğuktan buz tutmuş siyah saçlarımın arasına giren sımsıcak parmak uçlarını hissettim ve bu bedenimi birdenbire gevşetti. “Ağlamana izin vermem.”
“Ağlarsam?”
“Seni koynuma alırım,” dedi. “Daha derine. Göğsümün içine.”
Birden şaşırıp yutkundum, kelimeler dudaklarıma yaklaşsa da sesimle buluşmadı.
“O zaman ağlamazsın,” diye fısıldadı sessizliğimden besleniyor gibi. “Ağlayamazsın. Ağlamak için sebepler bulamazsın. Göğsümde kalırsın, orada ağlamanı gerektirecek şeyler yaşamazsın.”
“Buna inanmak güzel olurdu.”
“İnanmak mı isterdin?”
“Evet,” diye fısıldadım.
“Ben de inanmanı isterdim,” dedi, sonra birden sustu. O tuhaf zaman dilimi bizim için yüzyıllarca süren bir sessizliğe dönüşmüş gibiydi. Gözyaşlarım dinmişti, ona hiç olmadığım kadar yakındım, kokusu hiç olmadığı kadar derinlerimde, içimde, ruhumun en ücra köşelerindeydi. “Ağlamanı sevmedim,” diye açık bir itirafta bulunduğu anda, burnumu boynundaki damara bastırdım ve yakınlığımızın ne denli yakıcı olduğuyla yüzleşmek zorunda kaldık. “Bir daha ağlama. Bu beni sadece öfkelendirdi.”
“Seni öfkelendirmek için yapmadım. Hissettiklerim yüzünden yaptım,” dedim, kaşlarımı çatacak gibi olmuştum ama bedenim öyle çok gevşemişti ki bunu yapamadım bile. Benim ne suçum vardı? Çok acı çekiyordum, belki çok fazla büyüttüğümü düşünüyor olabilirdi, gerçeği henüz bilmiyor bile olabilirdim ama gördüğüm o an o kadar gerçekçiydi ki, yaşananları da önüme koyduğumda babaannemin beni buraya bilerek yolladığını anlamak çok da zor değildi. Birden yine o kandırılmışlık hissiyle titredim ve Efken bunu fark etmiş gibi beni göğsüne bastırarak vücutlarımızı birleştirdi.
“Biliyorum,” dedi yavaşça. “Yine de ağlama. Bu çok sinir bozucu. Beni öfkelendirmek istemezsin, emin ol.”
Yutkundum. “Eğer daha iyi hissediyor olsaydım bu söylediklerinin bedelini ağır öderdin,” diye söylendim.
“Şu an seni ormandan eve kadar taşıdığım için ödemeyi sen yapıyorsun,” dedi büyüklük taslayarak. “Bak, buradasın ve kollarımdasın. Bu büyük bir ödeme.”
Söyledikleri bana anlık rahatsız hissettirse de niyetinin bu olmadığını, onun dilinde bunun çok daha başka bir anlama ev sahipliği yaptığını biliyordum. Çok uzun sürmemişti, kalp çarpıntım her ne kadar çok şiddetli olsa da uyku yavaş yavaş saklandığı o karanlık delikten çıkmıştı. Hissettiğim ruhsal acı pek hafiflemese de benim gevşediği için artık o acıyı da kolayca taşıyabiliyormuşum gibi hissetmiştim. Onun boyun girintisinde uykuya daldığımda, bu uykunun endişeyle süreceğini düşünsem de belli aralıklarla uyanıp onun uyuyan yüzüyle karşılaştığımda, aslında huzurlu olduğumu anlamıştım.
Uyandığımda ilk hissettiğim boğucu bir sıcak olmuştu. Sanki Antalya’da güneşin doğrudan beni hedef aldığı bir şezlongda uzanıyormuşum ve hava da elli dereceymiş gibi bir sıcaklıktı bu. Gözlerimi açtığım anda beni karşılayan esmer derisinde elmas gibi parlayan ter damlacıkları oldu. Gerçekten de onun boyun girintisinde uykuya dalmıştım. Ara sıra uyandığımda gördüğüm hiçbir detay hayal ürünü değildi; resmen onun kollarındaydım. Geri çekilmek için acele etmedim. Bedenim dinlenmiş ve daha dinç olsa da boğazım çok acıyordu. Efken o kadar sıcaktı ki tıpkı kendisi gibi beni de ter içinde bırakmıştı.
Yüzümü boyun girintisinden ondan uzaklaşmak için değil, onun yüzünü görebilmek için çektiğimde uykusunda hafif bir nefes verdi ve bu sıcak nefes, saçlarımın arasında ateşten bir girdap oluşturdu. Bakışlarımı kaldırıp esmer yüzünü görmek için gözlerimi ardına kadar açtığımda, kızıl gözlerime yansıyan o güzel yüz birden kalbimin göğsümün içinde tepetaklak olmasına neden oldu. Büyük bir gürültüyle çarpmaya başlayan kalbimin bu hissettiği şeye bir anlam veremedim. Çok güzeldi. Öyle güzeldi ki, bu güzelliğin gerçek olma ihtimali bile can yakıcıydı. Melekleri bile kıskandırabilecek, doğaüstü tüm canlıları kendine hayran bırakabilecek bir güzellikteydi.
Alnında elmas gibi parlayan ter damlaları vardı ve siyah, fırça kadar gür saçlarının birkaç tutamı alnına düşmüştü. Kapalı olan gözlerinin kapaklarından aşağı karanlık bir pelerin gibi sarkan uzun kirpikleri, gözlerinin altındaki çukurlara üst üste dizilmiş siyah cesetler gibi yığılmıştı. Düzgün burnunun ucu parlıyor, üstü daha kalın olan dudakları öne doğru çıkıntılı duruyordu. Belirgin elmacık kemiklerinin bir an bir bıçak gibi keskin göründüğünü fark ettim, sanki cildini yaracak ve dışarı çıkacaktılar. Güzelliği masalsıydı fakat gözlerini açıp beni o mavi gözlerle baş başa bıraktığı anda öyle çok korkuyordum ki… Sanki o gözler benim sonumdu. Belki başlangıcımdı. Belki belirsizliğimdi. O gözlerde beni korkutan bir şeyler vardı. Canavarın gözleri gibiydi ama nasıl oluyordu da canavarın o güzel gözleri her baktığımda bana hem güveni hem de korkuyu aynı anda iliklerime kadar hissettirebiliyordu? Anlamıyordum.
“Bu denli gözlerini alamayacağın kadar ne görmüş olabilirsin ki?” Sorusu sadece dolgun dudaklarını kıpırdatmasıyla ortaya yıldırım gibi düştü. Gözleri hâlâ kapalı duruyordu, ona bakan birinin onun uyanık olduğunu anlamasına imkân yoktu. Kalp atışlarım geri çekilerek kalbimin içini baskıyla doldurdu ve nefesimi düzene sokmak için kendimi tuttum.
“Sen uyumuyor muydun?”
“Bana o kadar sinir bozucu bir dikkatle bakıyorsun ki, uyuyabilmek imkânsızdı. Beni uyandırdın.” Gözlerini birden açınca, uçurum mavisi gözlerini görmek kalbimin yerinden fırlayacakmış gibi çarpmaya başlamasına neden oldu. Uykunun terk ettiği uçurum mavisi gözleri öyle canlıydı ki, sanki gözlerinin kendine ait bir bedeni, bir benliği, ruhu vardı. Bazen gözlerinin elleri bana göz bebeklerinin içinden usulca uzanacak ve beni belimden sıkıca kavrayacak gibi geliyordu.
“Affedersin.” Yavaşça kollarının arasından çıktım, beni durdurmamıştı. Doğrulup gözlerimi ovuşturarak karşımdaki duvara baktım, portre yine orada, tüm canlılığıyla tam karşımızda duruyordu. Oradaki kadının beni izlediğini hissetmek tüylerimi ürpertti. “O senin annen mi?”
Efken’in duygusuz bir sesle, “Evet,” demesi kalbimin burkulmasına neden oldu.
“Çok güzelmiş.”
“Sana ne?” Beni öylece bir anda terslemesini beklemediğim için omzumun üzerinden ona doğru baktım. Çoktan yataktan kalkmış, sırtı bana dönük hâlde yatağın diğer ucunda oturmaya başlamıştı. Bir süre oturdu, sonra aniden ayağa fırladı. Altında siyah kotu vardı, üzerine beyaz bir tişört geçirip bana bakmadan önümden geçerken konuştu: “Gidip bir duş al, kendini bir şeye benzet. Bu gece dışarı çıkacağız.”
“Dışarı mı?”
“Evet,” dedi bana bakmadan. “Şu herifi burada öylece oturarak bulamayız. Geberip gitmeni istemiyorum.” Sonra son cümlesi onun sinirlerini bozmuş gibi yüzünü buruşturarak şu şekilde düzeltti: “Biraz bile umurumda olduğundan değil, sadece başımı daha fazla belaya bulaştırmanı istemiyorum. Bir de senin cesedini gömmekle uğraşamam.”
“Kendimi şu an olduğumdan çok daha değersiz hissettiremezsin. O yüzden bu cümlelere gerek bile yok,” dedim birden sertçe. Efken’in duraksadığını hissettim ama bu defa ona bakmayı reddeden bendim. Yatağa gömülüp yorganı kafamın üzerine kadar çektim. Bir müddet odadan çıkmadı, olduğu yerde dikilmiş beni izliyordu, bunu hissedebiliyordum. Belki bir şeyler söyleyecek gibi oldu ama sanırım sonra susma kararı almış olacak ki hiçbir şey söylemeden odadan çıktı.
Uzun süre yatakta kalıp kendimi dinlemiştim. Aslında Efken’e söylediklerim gerçekten içimden fışkıran şeylerdi, yani evet, kendimi değersiz hissediyordum ama bunun nedeni değersiz olmam değildi. Değersiz hissettirilmiş olmamdı. Bir insan değersiz olduğu için değersiz hissetmezdi, bir insan sadece değer verdiği insanlar tarafından değer göremediğinde değersiz hissederdi. Aslına bakılacak olursa hepimiz türümüzün nadide örnekleriydik.
Yataktan çıktığımda hazırlanmam gerektiğini biliyordum. Yaren çoktan hazırdı, beyaz mini bir elbisenin içinde sanki dışarıda onu bekleyen koca yakıcı bir güneş varmış gibi görünüyordu. Esmer, hatta Efken’den daha koyu ve kavruk olan tenine bu renk cuk oturmuştu. Uzun, siyah saçları kalın telliydi ve onları geniş bir balıksırtı şeklinde örmüştü; saçları bir aslanın yeleleri gibi duruyordu. Yüzünde neredeyse hiç makyaj yoktu ama tanrı vergisi olan ten rengi yüzünde öyle güzel bir ahenk oluşturuyordu ki bence makyaja ihtiyacı da yoktu. Hem teni gerçekten pürüzsüzdü. Onun yaşlarında bir kız için fazla hatasız, kusursuzdu. Tek bir sivilcesi bile yoktu.
Yaren elinde tuttuğu ahşap askıdan aşağı sarkan siyah bir elbiseyle karşımda durduğunda ona şaka yapıp yapmadığını sorgulayan gözlerle bakmıştım. Çünkü dışarıda kar fırtınası vardı ve böyle mini, incecik askıları olan dar, parlak kumaşa sahip bir elbiseydi bu. Ben bunu yazın göbeğinde bile giymezdim. Hem rahat edemezdim hem de gerçekten şu an giyecek olursam içinde donacağıma emindim. Yine de Yaren’in ısrarları ağır basınca kendimi o elbisenin içinde buldum. Bedenimi sararak tüm hatlarımı ortaya seren siyah elbisenin askıları omuzlarımı kesecek kadar inceydi. Elbise miniydi, içe doğru ters bir v şeklinde kısalıyordu bu da elbiseyi bacaklarımın iç tarafına doğru daha kısa hâle getiriyordu. Uzun, dalgalı siyah saçlarımı omuzlarımdan aşağı bırakarak bu yaratılan açık görüntüyü bir nebze olsun gidermeye çalıştım. Neden böyle bir kıyafetin içinde olduğumu hâlâ anlayabilmiş değildim. Elbisenin üst kısmının iç tarafına sabitlenmiş bir sutyen olduğu için üst kısmıma iç çamaşırı giymek zorunda kalmamıştım, en azından bu iyi ve konforlu hissettiriyordu.
Yaren her ne kadar makyaj yapmamış olsa da benim için bir makyaj çantası getirmişti. Ben de çok fazla makyaj yapabilecek havamda değildim, üstelik ortada çözülmeyi bekleyen düğüm hâline gelmiş bir sorun vardı. Kendimi aptal bir gece eğlencesine hazırlamaktansa bir köşeye geçip saatlerce düşünmek, bir sonuca varabilmek istiyordum ama kabul etmeliydim ki varacak bir sonuç da yoktu. Her şey ortadaydı. Bakmayı bilirsen.
Açık kahverengi tonlarında bir ruju parmaklarımla rengini daha da azaltarak dudaklarımda gezdirmiştim ama onun dışında başka bir şey kullanmamıştım. Ne cildimi altına gömeceğim bir fondöten ne de gözlerimin altında oluşan yorgunluk halkalarını gizleyecek bir kapatıcı… Hiçbir şey. Ölü gibi bembeyaz olmuş suratıma renk katması için allık bile kullanmamıştım. Derdim tüm bunlar değildi, süslenmek ve eğlenmek değildi, sadece ne yapmam gerektiğine karar verebilmek istiyordum.
Ayağımdaki bana biraz büyük, Yaren’e ait olduğunu bildiğim siyah bantlı topuklu ayakkabılara baktım. Ayak tırnaklarıma sürdüğüm kırmızı ojelerim hâlâ bozulmamıştı, yine de eve döndüğüm zaman artık onları silmem gerektiğini düşünüyordum. Bunca hırpalanmaya iyi dayanmışlardı. Üzerime Yaren’in verdiği siyah kürk hissi veren kabarık ceketi giyip koridora çıktığımda koridor yine karanlığa aitti. Sokak kapısı açıktı, içeriye ıslıklı bir rüzgâr sızıyordu ve o sokak kapısının hemen arkasında, verandada sırtı bana dönük bir şekilde sigarasını içiyordu. Üzerinde ceket ya da mont yoktu, tenindeki tüm kıvrımları ortaya seren ince kumaştan bir gömlek giymişti ve ay ışığının aydınlattığı gömleği muhtemelen lacivert renkteydi.
Bana doğru dönünce ikimiz de olduğumuz yere çivilendik. Yanımdan neşeyle koşuşturarak mutfağa doğru giden Yaren panik hâlindeydi ve ikimizin de birbirimize bakarken donup kaldığımızı fark etmemişti bile. Davetkâr mavi gözler ruhuma parmaklarını bastırıp ruhumu damgalıyormuş gibi sert bir his bırakarak tüm vücudumu turladı. Yanaklarımın içini ısırma ihtiyacı duyuyordum ama gözlerimi ondan ayırmadım.
Ona doğru küçük adımlar atarak yürümeye başladım. Topuklu ayakkabılarla yürümek benim için zor değildi ama onun uçurum mavisi gözleri doğrudan bendeyken sanırım çıplak ayakla yürürken bile tökezleyecekmiş gibi hissederdim. Dikkatinin tamamını bana vermiş olduğunu görmek benim için sarsıcıydı. Siyah pantolonu, lacivert kaslarını ortaya seren gömleği ve ay ışığının altında aralarında gümüş rengi elmaslar var gibi görünen gür siyah saçlarıyla öyle güzel görünüyordu ki. Bir kan meleği gibi… Uzun bacaklarına bakarken aklımı oynatacakmış gibi hissettim çünkü sıkı, ince ve uzun bacakları tüm kadın ve erkekleri kendisine düşman edecek denli güzeldi. Geniş omuzları, abartılı olmasa da baş döndürücü şekilde şişkin duran kol kasları, geniş ve şeklini gömleğe net bir biçimde kalıp gibi veren göğsüyle bir şahesere bakıyormuşum gibi hissettiriyordu. Bir an onu kıskandığımı hissettim. Onu değil, güzelliğini… O tüm insanlara yapılmış bir haksızlık gibi görünüyordu.
Israrcı mavi gözler bacaklarımdan başlayarak kalçalarıma, belime, göğüslerime ve açık duran gerdanıma kadar tırmandı. Ardından gözlerimin içine bakıp keskin siyah kaşlarını çattı.
“Dün zırıl zırıl zırlayan küçük bir kız için epey iddialı,” dedi sadece, kısa ve öz yorumunda bir aşağılama sezimler gibi olsam da bakışları hiç de aşağılar gibi değildi. Gördüğü şeyi beğenmiş gibiydi.
“Yüzüme vuracağını bilseydim ölürdüm yine de karşında ağlamazdım,” dedim sadece. Yaren mutfaktan çıkınca sustum, Efken ise sessizce yüzümü izlemeye devam ediyordu. Ona bilinçli bakmadım çünkü güzeldi ve ona bakınca öfkem yerini hayranlığa bırakıyordu.
“Mahinev mükemmel görünmüyor mu abi?” Yaren bunu çocuk gibi sırıtarak sormuştu.
“Burada sen varken hiçbir kadın senden daha mükemmel görünemez,” dedi Efken bir abi gibi şefkatle ama yüzü sesine bulaşan şefkate rağmen sert ve mesafeli görünüyordu.
“Hadi ama! Mahinev benden katbekat güzel.” Sırıttı, yanılıyordu. Tamam, aynaya baktığımda gördüğüm kesinlikle küçümsenemeyecek bir kadındı, yüzümü ve vücudumu beğeniyor, güzel olduğumu biliyordum ama Yaren de bir melek kadar güzeldi. Hatta yoldan çıkarıcı bir şeytan kadar güzel bile diyebilirdim. İbrahim ona tutulmak konusunda son derece haklıydı.
“Sıradan,” dedi Efken beni aşağılamak ister gibi. Yüzüm donuklaşsa da bir şeyler söylemedim.
Yaren benim yerime onu topa tutmaya başlamıştı bile. Evden çıktığımızda karla kaplı yoldan cipe ulaşabilmemiz imkânsızdı ama Yaren beni daracık, karların içinde bir yarık gibi duran kuru toprak yola çekmişti. Bu yol verandanın diğer tarafındaki küçük tahta kapının arkasında başlıyor, cipin hemen hemen bir metre ilerisine kadar da devam ediyordu. Karlı bir metreyi zorlanarak aşsak da sonunda en kuru hâlimizle cipin içine ulaşabilmiştik.
Yol boyunca Efken ve Yaren’in İbrahim hakkındaki hararetli tartışmalarını dinlemiştim. Efken ne zaman Yaren’in sevdiği adam söz konusu olsa geriliyor, Yaren’i incitecek cümlelere başlıyordu ama o cümlelerin sonunu asla getirmiyordu. Bu dünya üzerindeki tek varlığı Yaren’di, sanırım bu yüzden onun üzerine titriyordu. Onun gibi bir canavar bile kalbiyle hareket edebiliyordu.
Yaren muhtemelen İbrahim ile aralarında Nigin Bağı olduğunu bilmiyordu, zaten bundan hiç bahsetmemişti. Efken artık bu bağdan haberdar olsa da kız kardeşine bunu söylemeyeceğinden son derece emindim. Karlı yolları aşarak merkeze indik, merkezden sonra bizi bekleyen karanlık, suç kokan bir sokaktı. Köşe başında onlarca metal varilin içinden yükselen sarı ateşleri ve o ateşlerin etrafına yığılmış karanlık belalı tipleri izlerken şaşkınlığımı gizleyememiştim. Sokağın sonunda küçük ama yüksek bir platform vardı, o taş platformun üzerinde soğuğa rağmen mini elbisesinin içinde alev sarısı saçlarını savurarak bir kadın dans ediyor, onun etrafına toplanmış karanlık deliler gibi zıplayarak kadını alkışlıyor, birbirlerini omuzlarına alarak ıslık çalıyorlardı. Kadın ilgiden memnun gibiydi ama asıl hissi neydi bilmiyordum. Sonra kadın birden durup cipe doğru baktı ve elinde tuttuğu uzun sigara tutacağına takılı sigarayı dudaklarından uzaklaştırdı.
“Bu kadın Crystal,” dedi Yaren bana sokularak, ikimiz de arka koltuktaydık. Efken bizi dinlemiyor gibiydi, hararetli tartışma sona ermiş olsa da göğsü öfkeyle kabarıyor, yolu izliyordu. “Buraya güneyden geldi, muhteşem bir dansçıdır. Buradaki tüm herifler ona âşık.” Yaren sırıttı. “Ama o abime âşık.”
“Ya,” dedim ilgisiz görünmeye çalışarak. Crystal çoktan görüş alanımdan çıkmıştı ama alev sarısı uzun saçları, kıvrak bedeni ve cipi gördüğü andaki bakışları zihnimde kalmaya devam etti. Sanki cipe cipin içinde ona ait bir şey varmış gibi bakmıştı. Sanki bağlı olduğu bir şey… Birden duraksadım. Buranın insanları arasında da Nigin Bağı olabilir miydi? Belki de o da Efken’e bağlıydı. Bu düşünceden hoşlanmadığımı fark ettiğimde yüzümü buruşturmuştum.
“Neyin var?” diye sordu Yaren yavaşça sokularak.
“Hiç,” diyebildim.
“Emin misin?”
“Evet,” diye mırıldandım.
“İşte geldik!” Yaren birden benden uzaklaşarak kurmuştu bu cümleyi. Kafamı kaldırıp ön camdan dışarı baktığım anda, büyük taş bir bina ve binanın tavanındaki kızıl ışıklı el yazısı dikkatimi çekti. Luxury. Kırmızı ışıkla parlayan kelime buydu. “Luxury bu gece ekstra daha parlak!” Yaren’in neşeli sesine kulak kesilemedim, mekânın taş duvarlarındaki metal rengindeki pençe izlerini izliyordum. Bir kurdun pençe izlerine benziyordu, her biri neredeyse kolum kalınlığında pençe izleriydi bunlar. Mekânın dışına mistik ve gizemli bir hava katıyordu. Cipten indiğimizde etrafta kar yığını olmadığı için hâlimden memnundum ama zemin soğuktan dolayı buzlanmıştı. Yaren koluma girdi, sevincinden dolayı çok hızlı konuşuyordu.
“Burası abime ait,” deyince şaşkınlığımı gizleyemedim. Kapıdaki iriyarı korumalardan biri Efken’i görür görmez siyah ceketinin önünü ilikledi. Ceketin altında yuvarlak yaka siyah bir tişört vardı, adamın kasları öyle şişkindi ki üzerindeki ceket parçalanacak gibi duruyordu. “Hem güvenli hem de bu yakanın en eğlenceli mekânı!”
“Güzel görünüyor,” dedim sadece. Efken yanımızda yürüyordu ama şimdi ifadesi daha sakindi, sanki buradayken Yaren’i korumasına gerek yoktu. Etraf adamlarıyla dolu olmalıydı. Bu yüzden yüz ifadesi her zamankinden daha yumuşak görünüyordu. Ta ki onu kapıda karşılayan korumanın dibinde bitene dek. Yüzü tekrar korkutucu bir ifadeye büründü, adamın yutkunurken çıkardığı sesi duydum ve boğazına takılan tükürüğü hayal edebildim.
“Hoş geldiniz efendim,” dedi adam sadece ve sonra kalın boynunu önüne eğerek Efken’i sanki kralını selamlıyormuş gibi selamladı. Bu görüntü gerçekten rahatsız ediciydi. Efken adama nezaketen bile cevap verme gereği duymadı, adam bizim için büyük siyah metalden kapıyı ardına dek açtı ve kızıl ışık bedenime çarptığında Efken kapıya sırtını yaslayarak geçmemiz için eliyle içeriyi işaret etti. Bu hareketi anlık çok centilmence gelse de yüzündeki donuk ifadeyle korumaya bakışı hiç de iç açıcı değildi. Adama eğer yanındaki kadınlara bakacak olursa onun kafasını koparacakmış gibi bakıyordu ama adamın Yaren’e bakmayacağına adımın Mahinev olduğu emindim.
Yüksek sesli müzik kaburgalarımı dağıtmak ister gibi içimi zonklatmaya başladığında mekânın taş merdivenlerinden aşağıya doğru iniyorduk. Merdivenlerin yapısı eski ve pürüzlüydü, bu yüzden topuklularla yürümesi zordu ama yine de takılmadan alt kata kadar inebildim. Dans pisti genişti, insanlarla doluydu, her bir bedeni saran lüks kıyafetler, yine o bedenlerde birbirine karışmış pahalı parfüm kokuları vardı. Yaren’i takip ederek mekânın içine doğru ilerledim. Localar dans pistinden yüksekteydi, karanlığa gömülü hâldeydiler. Sanırım localarda oturan kodamanlar görünmemeyi tercih ediyordu. Duvarlarda aynalı pençe izleri vardı, duvarlar da taştandı ama pençe izlerinin içindeki aynada insanların yansımalarını görebiliyordum. Bar kısmı kızıl ışığın etkisi altındaydı, iki cüsseli barmenin arkasındaki içki dolu raflar daha koyu, bordo renk bir ışıkla aydınlatılıyordu. Barmenlerin yüzlerinde alaycı bir tebessüm vardı, kalabalığa tatmin olmuş gözlerle bakıyorlardı. Efken’i fark eden sarışın barmen esmer olanı koluyla dürttü ve duruşlarını dikleştirdiler.
“Bu taraftan.” Efken’in kolunu belimde hissedince ürperdim. Beni localara giden merdivenlere yönlendirmişti. Yaren yolu biliyor gibiydi, çoktan merdivenleri tırmanmaya başlamıştı bile. Bu merdivenler taştan değildi, metal ve parlak gümüştendi, üzerinde arkamda dans eden kalabalığın yansımalarını görebiliyordum.
Localar siyah deri koltuklardan, ortada dikdörtgen şeklinde kısa cam sehpalardan oluşuyordu. Her loca birbirinden uzaktı, her biri karanlıklar içindeydi, o yüzden localardaki kodamanlar da birbirlerini göremiyor olmalıydılar. Çok geçmeden sipariş almak için gelen turuncu saçlı çocuk not defterinin samandan kâğıdına Efken’in hepimiz adına istediği içecekleri not etti ve gözden kayboldu. Alkol alıp almayacağımı sormadan benim için votka söylemesi yüzümü buruşturmama neden olmuştu ama sessiz kalmıştım. İçki falan içmeyecektim, onunla konuşmak gibi bir düşüncem de yoktu. Sadece burada durup Nigin Bağı kurduğum adamı bulmayı bekleyecektim. Acaba onu bunca kalabalığın içinde bulabilmem mümkün müydü? Bakışlarımı dans eden insan topluluğuna indirdim. Birbirinden güzel onlarca kadın, yine birbirinden yakışıklı erkeklerle eşleşmişler, çılgınlar gibi dans ediyorlardı. Çoğunun üzerindeki elbiseler benim üzerimdeki elbiseden daha iddialıydı, kusursuz bedenlerini izledim, düzgün yapılı saçlarını, çığlık atmaktan kızaran yüzlerini… Hepsi birbirinden güzel ve yakışıklı olmasına rağmen özel olarak ilgimi çeken tek bir kişi bile olmamıştı. Nigin Bağımız varsa birbirimizi gördüğümüz anda büyük duygular hissetmemiz gerekmez miydi? Yani eğer buradaysa, ona bakınca içim falan yanar mıydı?
İçkiler geldiğinde Yaren’in yüzü asılmıştı çünkü o da alkol almak istiyordu ama Efken’in onun için tercihi buz gibi bir meyve suyuydu, içinde alkol olmadığına da yüzde yüz emindim çünkü özellikle altını çizerek bu detayı söylemişti turuncu saçlı genç çocuğa.
“Ben çocuk değilim,” demişti Yaren homurdanarak.
“Evet,” demişti Efken de. “Sen bir çocuksun.”
Dans eden bedenleri izlemeye devam ediyordum. Votkamın uzun bardağının içindeki dört büyük buz parçası da yavaşça eriyerek küçülmeye başlamıştı. Uçurum mavisi gözlerin belli aralıklarla bana dokunduğunu, benden ruhumdan bir parça koparır gibi görüntüler kopardığını hissedebiliyordum. Efken’in bakışları bu denli üzerime saplıyken oturduğum yerde bile gergindim, bir yay gibiydim ve eğer okum olsaydı kesinlikle ona saplanırdım.
“İçmeyecek misin?” Birden yerimden hoplayarak ona doğru dönünce, yüzünün yüzüme olan yakınlığı gözlerimin şokla aralanmasına neden oldu. Hangi arada bu kadar yakınıma gelmişti hiç anlamamıştım bile. Parmaklarının arasında duran kristal kadehteki kehribar rengi içkiye, sonra da onun ölüm mavisi gözlerine baktım. Nefesi alkol taşıyan bir hamal gibiydi, yüzüme çarpıyor ve tenimi ısıtıyordu. “İçersen gevşersin.”
“Sana alkol aldığımı düşündüren neydi?” Sorum üzerine keskin, kavisli siyah kaşlarından bir tanesini havaya dikti. Yüzü hâlâ yüzümün sınırları içindeydi ama bu durum pek de umurunda değil gibiydi. Yakınlığımız onun için çok normalmiş gibi davranıyordu. “Ben içki içmem.”
“Hiç mi?” Tek kaşını kaldırmaya devam ediyordu.
“Bir ya da iki kez içmişimdir,” dedim sert bir sesle.
“Üçüncü kez içmek fena olmazdı.”
Etli dudaklarına baktım, bedenim yay gibi gergindi. Tekrar gözlerine baktığımda gözlerini kısmış olduğunu görmek beni şaşırttı. Bana suçlayıcı gözlerle bakıyordu.
“Alkol almak istemiyorum,” dedim.
“O zaman ne içeceğini söyleseydin, bir ağzın var.”
“Sen hepimiz yerine karar veriyorken konuşmak anlamsız,” dedim. “Her şey senin istediğin gibi olmak zorunda sanki.”
Neredeyse hırıltıya benzer bir ses çıkardı. “Ben düzeni sağlayan kişiyim.”
“Düzeni sağlayan kişi olduğunu mu sanıyorsun?” diye sordum aşağılar gibi. “Sen sadece sorun çıkaran kişisin.”
“Burada sen dışında sorun çıkaran birini göremiyorum.”
“Belki de aynaya bakmadığın içindir.”
“Ben her zaman aynaya bakarım,” dedi alayla. “Müthiş bir şey görmek için.”
“O zaman gözlerinde ciddi bir problem var.”
“Bana meydan mı okuyorsun?” Sorusu alaydan çok tehdit içeriyordu, gözlerinin içine baktım. Kızıl ışık yavaşça yüzüne çarpıp onun güzel suretini kanlı bir dolunaya benzetti, sonra ışık yüzünden ayrıldı ve ay artık karanlıktaydı.
“Sana meydan okumuyorum, okusam böyle olmazdı,” dedim sadece.
“Nasıl olurdu?”
“Hiç kimse sana büyüklük taslamamış, o yüzden şımarık büyümüşsün,” dedim açık bir aşağılamayla. “Eğer sana gebe olmasaydım emin ol kimin senden daha büyük olduğunu sana gösterirdim.”
“Güzel, hadi göster.”
“Git başımdan.”
“Benimle düzgün konuş,” diye hırladı yüzüme doğru. Yaren bize değil, elinde tuttuğu telefonun ekranına bakıyordu. Gürültüden dolayı bizi duymadığı kesindi.
“Düzgün konuşmazsam ne yaparsın? Tıpkı kafesin içinde yüzünü darmadağın ettiğin adama yaptığın gibi benim de mi yüzümü darmadağın edersin?” Tıslar gibi sorduğum soru yüzündeki tüm kemiklerin belirginleşmesine neden olacak kadar sert bir ifadeye bürünmesine neden oldu.
“Ben bir kadına asla el kaldırmam,” diye hırladı. “Benimle konuşurken ses tonuna ve kurduğun cümlelere dikkat et.”
“Hiç de öyle durmuyorsun. Ne var, biliyor musun? Seni öfkelendirmeye devam edecek olursam suratıma esaslı bir tokat patlatacakmış gibi duruyorsun. Çünkü sen tam da o tarz bir adamsın. Egemenliğini bir kadın üzerinde kurup, egonu yine bir kadın üzerinden tatmin edecek bir adam gibi yani.” Tükürür gibi söylemiştim tüm bu cümleleri.
Burnundan sert bir nefes verince ölümcül mavi gözlerinin gümüş rengi bir ışık saçtığını görür gibi oldum. Korku birden boğazıma sarılıp uzun siyah tırnaklı parmaklarını boynuma gömdü. Nefes alıp verişinin şiddetlendiğini gördüm, ilk üç düğmesi açık duran gömleğin altındaki esmer deri hızla inip kalkıyordu. Gözlerini devirip yumarken büyük elinin güçlü avucu bir pençe gibi belime saplandı. Beni sertçe kendine doğru çekince ona doğru kaymak zorunda kaldım. Nefesi dudaklarıma akarken burnu burnumun ucuna değmek üzereydi. Mavi gözleri ise ecel gibi parlıyordu.
“Sakın,” diye fısıldadı tıslar gibi, sesini taşıyan nefes ve kelimeler dudaklarıma çarpınca nabzımın hızlandığını hissettim. “Sakın beni kafandaki adamlarla bir tutayım deme. Ben öfkelenirsem sana zarar vermem ama öyle şeyler yaparım ki, sana zarar vermem için ayaklarıma kapanıp bana yalvarmaya başlarsın.”
Çok kısa bir an için o sesi duydum. Cehennemin gıcırtılı kapıları alevleri arkasına alarak aralandı ve dev ateş patlamalarını izledim. Bir adım sonrası benim için cehennemdi, o eşiği geçtiğim an şeytanın koynu esas yuvam olacaktı. Damarlarımın içinde dolaşan o bakire his kanımın nehrinde boğulmaktan korkar gibi kulaçlar atıyor, ölmemek için çabalıyordu. Efken’in dudaklarından verdiği her nefes dudaklarıma çarparak tenimin uyuşmasına neden olurken başım dönmeye, kulaklarım uğuldamaya başlamıştı.
“Bırak beni,” diye fısıldadım, o an sesim alçaktı ama biliyordum ki beni duymuştu. Sonra birden ihtiyaçla hırladım. “Bırak beni!”
Ve eli, ateşe dokunmuş gibi hızla geri çekilirken, büyüyen siyah göz bebekleri tüm o maviliği kapladı. Bana kapkara olmuş gözlerle bakarken resmen hırlıyordu.
“Bunu nasıl yapıyorsun?” diye kükreyince, Yaren gürültülü müziğe rağmen hızla kafasını kaldırıp bize doğru bakmıştı. “Bunu nasıl yapabiliyorsun lan? Nasıl?”
Yaren korkuyla, “Neler oluyor?” diye bağırdı ve kalkıp bana doğru yürüdü. “Abi, uzaklaş ondan!”
“Sorun yok,” dedim gözlerimi Efken’den çekmeden. “O da tam benden uzaklaşıyordu.”
Bir cam patlaması sesi duydum. Sonra içki hızla ayaklarımızın etrafına akmaya başladı. Efken’in parmakları arasında tuz buz olan cam parçaları yere döküldüler ve Yaren korku dolu bir çığlık attı. Birden parmaklarımda derin bir acı hissiyle kaşlarımı çattım. Avucumu açarak kaldırıp parmaklarıma baktığımda derimde hafif bir kızarıklık olduğunu görmüştüm. Gözlerim Efken’e kaydığında ise gördüğüm parmaklarının etrafından bordo renkte gözyaşları gibi kayan kan damlalarıydı.
Bir an paniğe kapılacakmışım gibi hissettiysem de Efken’in yüzüne baktığımda acının pıhtısını bile görememek beni duraksatmıştı. Yaren cam sehpadaki peçeteleri onun eline uzatıyor, bir şeyler yapmak için saf bir çaba sarf ediyordu ama o sırada Efken’in mavi bir ateş gibi yanan gözleri bendeydi. Göz bebekleri sonunda küçülmüş olsa da o yırtıcı orada, kirpik diplerinin arkasındaki bir mağarada sıcak ve hırıltılı nefesler vererek beni izlemeye devam ediyordu.
“Bırak Yaren,” dedi Efken tok ve buyurgan bir sesle. Gözlerini nihayet benden çekerek Yaren’e çevirdi. “Neden oturup meyve suyunu içmiyorsun?”
“Elinin hâlinin farkında mısın?” Yaren duyduklarına inanamıyormuş gibi bir Efken’in eline bir de onun yanan mavi gözlerine bakıyordu. “Yine aynısını yaptın. Neden bu kadar öfkeleniyorsun?”
Yine aynısı… Yerdeki içki nehrine damlayan kanın görüntüsünden uzaklaşmamı sağlayan bu iki kelime olmuştu. Öfkesiyle ilgili problemleri mi vardı? Bunu anlamak çok da zor değildi aslında. Üstelik neden ona sert emirler verdiğimde saçma sapan bir ifade takınarak dediğimi yapıyordu anlaması da güçtü. Sanki kendi isteği dışında gelişen bir şeymiş gibi tepkiler veriyordu, kafam karışsa da çaktırmamaya çalıştım.
Efken ile Yaren’in anlam yükleyemediğim tartışması masaya Sezgi ile Ceyhun’un gelmesiyle sona ermişti. Sezgi turuncu tulum elbisesinin içinde buradaki çoğu kadından daha renkli ve kesinlikle neredeyse hepsinden daha ilgi çekici görünüyordu. Beyaz teni, bembeyaz omuzlarındaki soluk turuncu çilleri ve turuncudan ziyade alev kızılı saçlarıyla göz alıcıydı. Ceyhun da tıpkı Efken gibi gömlek ve pantolon giymişti, kumral ve yakışıklı bir adamdı ama Sezgi isterse buradaki her adama sahip olabilecek kadar güzel olduğundan Ceyhun gibi bir yakışıklıyı bile bastırıyordu.
Ceyhun, “Yine kimi yumrukladın?” diye sordu Efken’in elini işaret ederek. Kendine değil bir başkasına zarar verdiğine emindi. Parmaklarının etrafından bir hücrenin küflü parmaklıkları gibi çubuklar hâlinde akan kan kurumuş, siyaha dönmüştü. Yaren’in tüm ısrarlarına rağmen o kanı temizlememiş, yarasını göstermemişti.
“Bu kez birini yumrukladığı falan yok. Kadehi parmaklarının arasında tuzla buza çevirdi,” dedi Yaren suçlayıcı gözlerle Efken’e bakarak.
“Neden? Kime öfkelendin?” Ceyhun, Yaren ile değil Efken ile konuşuyordu, Yaren gözlerini devirerek yerdeki cam kırıklarına baktı. Sezgi de sakin gözlerle içki birikintisini ve içki birikintisinin içine hafifçe yayılmış kanı izliyordu. Bir an o yeşil gözler bana doğru çevrildi ve onun zümrüt yeşili gözleriyle burun buruna geldim. Bakışlarında bir anlam vardı ama ben o anlamı çözemeyecek kadar karmaşık hissediyordum.
“Beni sorgulama,” dedi Efken sertçe. “Benimle iç, benimle dost ol, benim yanımda eğer istersen ol ama beni sorgulama. Sorgulanmayı sevmediğimi biliyorsun.”
Ceyhun, “Biliyorum,” dedi sadece. Her şey bu kadardı işte. Ceyhun ne soru sordu ne de başka bir şey söyledi. Efken de bundan memnun olmuş gibiydi.
Oturduğum yerden bir anda kalktığımda Efken’in bakışları direkt bana yöneldi ama onu görmezden gelmeyi tercih ettim. “Lavabo nerede?” diye sordum Sezgi’ye bakarak.
Yeşil gözlerini benden çekmeden, “Alt katta,” dedi dans eden kalabalığın olduğu kısmı parmağıyla işaret ederek. “İlerideki koridorun sonunda.”
“Sezgi,” dedi Efken. “Sen de onunla git.”
“Kendim gidebilirim, bir çocuk değilim,” dedim ters ters.
Efken bana değil, Sezgi’ye bakıyordu. Sezgi oturduğu yerden kalkacaktı ki, “Sen ve diğerleri onun kuklası gibi davranmaktan ne zaman vazgeçersiniz?” diye hırladım kendimi tutamayarak. Öfkem dilime dolanmış zehirli bir yılan gibiydi ve çatallı dilinin ucundan tıslamalar şeklinde kelimeler bırakıyordu ve bu kelimelerin tamamı zehirliydi. Sezgi’nin duraksadığını fark ettim. Ceyhun da buz gibi gözlerle bana bakıyordu. Yaren duyduklarından memnun gibi görünüyordu, sanırım birinin bunu söylemesine ihtiyaç duyuyordu.
“Şu konuşmalarına dikkat et,” diye uyardı Efken beni tehdit eder gibi ama ona aldırış etmedim.
“Bu adam size onunla dost olmanız için para mı ödüyor? Çünkü hiçbir dostluk böyle olmamalı. Siz onun kuklaları değilsiniz.” Gözlerimi Efken’e çevirdim. “Gerçek dostlar böyle davranmaz. Onları kölen gibi kullanmaktan vazgeç. Hep senin söylediklerini yaptıkları her hallerinden belli. Bu sana hiç dostluğunuzu sorgulatmıyor mu? Ceyhun senin dostun, öylesine biri değil. En azından bazı şeyleri rahatça, sen ağzına lafları tıkmadan sorabilmeli, öyle değil mi?”
Efken’in mavi gözlerinin içine gömülü o siyah çukur genişledi. Dudaklarını birbirine bastırmıştı, çenesi kilitlenmiş gibi duruyor, yüzü belirgin kemiklerin dışarı yansımasıyla mezar gibi kazılmış kuyularla dolu gibi görünüyordu. Herkesin şaşkın bakışları bendeydi, Yaren’in bakışları ise daha çok bir zafer kazanmış gibiydi. Gözlerimi devirerek masadan uzaklaşmaya başladığımda Efken’in arkamdan geleceğini biliyordum ama bu beni durdurmadı. Tam merdivenlerin basamaklarını inmeye başlamıştım ki bileğimi kavrayarak beni durdurdu ve dördüncü basamağın üzerindeyken beni sertçe kendine doğru çevirdi. Dalgalı saçlarım bir kamçı gibi onun bedenine çarparak durduklarında nefesim yüzüme kapanan saçlarımı uçuşturuyordu. Ona elimde olmayan bir öfkeyle baktım.
“Nereye gittiğini sanıyorsun? Tüm bu şov da neyin nesiydi?” diye tısladı, mavi gözlerinin içi zehir zemberekti, eğer o gözler bir kuyu olsaydı ve ben o kuyunun içine düşseydim o kuyunun içindeki zehirli yılanlar bedenimi sararak beni boğardı. Gözlerinin dibinde tıslayan yılanları gördüm, kuyunun içinde ölüm ninnisi söyleyerek beni bekliyorlardı.
“Lavaboya gideceğimi söyledim,” diye tersledim onu, bu kadarı yeterdi, artık gerçekten katlanamıyordum. Ruhsal olarak büyük bir acı çekiyordum, çok bile sakin kalmıştım. Artık beni rahat bıraksa iyi ederdi. “Söylediklerim şov değildi, gerçeklerdi. Birinin seni bu egonu tatmin ettiğin hayal dünyasından çıkarması gerekiyordu. Umarım başarılı olmuşumdur.”
Dişlerini gıcırdatarak, “Haddini bil,” diye hırladı.
“Tekrar bırak beni dersem elini ateşe uzatmışsın gibi kaçacaksın,” dedim gözlerinin içine tehditkâr gözlerle bakarak. “Beni buna zorlama.”
“Demek ne yaptığının farkındasın, ha? O zaman söyle, nasıl ve neden yapıyorsun?”
“Bilerek yaptığım bir şey değil.” Bileğimi avucunun içinden kurtarmaya çalışırken tısladım. “Hayvanın tekisin. Tutarsız davranışların, öfke problemlerin var. Etrafındaki hiç kimse gerçek değil, herkes senin var ettiğin oyuncaklar. Bir gün seni terk edecekler. Kimse senin gibi birini istemez.”
“O yüzden mi o kızıl gözlerin bana bakarken alev alev?” Bunu söylerken neredeyse kahkaha atacak gibi alaycı bir ifade takınmış, dudağı yukarı doğru sinir bozucu bir kıvrım kazanmıştı. “Sen tam da benim gibi birini istiyorsun. Biri çok, beni istiyorsun.”
Duyduklarım kanın kulaklarıma basınç yaparak dolmasına neden oldu. Ona iri gözlerle bakıyordum. Müzik hızlanmış, insanlar çığlık çığlığa eğlenmeye başlamıştı. Merdivenleri tırmanan iki kişi kol kolaydı ama biz yolu tıkadığımız için birbirlerinden ayrılıp tek sıra hâlinde yanımızdan geçip gittiler. O süre zarfında kalbimde belirmiş bir uyuşmayla ona bakıyordum.
“Seni istediğim falan yok. Hayal âleminde yaşıyorsun,” dedim dişlerimin arasından. “Herkesin seni isteyeceğini falan mı sanıyorsun.”
Kanlı parmaklarıyla bileğimi daha sıkı kavrayıp beni kendine doğru çekti.
“Kimse sikimde değil,” dedi dişlerinin arasından. Ölüm saçan gözlerine bakakaldım. “Sen istiyorsun.”
“Sana kötü bir haberim var,” dedim sertçe. “Seni istemiyorum.”
“Sana daha kötü bir haberim var,” diye devam ettirdi bunu. “Beni istediğinin farkında bile değilsin ama beni deliler gibi istiyorsun.”
“Aptal sünepe!”
Birden elini sertçe geri iterek bileğimi onun avucunun hapsinden kurtardım ve hızla merdivenleri inmeye başladım. Onun gibi biri muhtemelen arkamdan gelir, beni saçımdan tutup basamakları geri çıkarırdı ama arkamdan bakakalmak dışında bir şey yapmadı.
“Salak.” Kalabalığı yararak ilerlerken dudaklarımdan dökülenlerdi bunlar. “Seni kim istesin? Sığır.” Bileğime damgaladığı kurumuş kan lekelerine baktım. “Hödük enayi, sen kimsin ki ya?”
Dans pistinin sonuna doğru yürüyüp hızla karanlık koridora daldım. O kadar öfkelenmiştim ki göğsüm körük gibi inip kalkıyordu. “Hanzo,” dedim dişlerimin arasından. “Geri zekâlı.” Durup birden boşluğa doğru konuştum. “Kasların var, aynen, yakışıklısın aynen, gözlerinin rengi falan da gördüğüm en iyi mavi olabilir ama bu seni istemem için yeterli bir sebep mi? Değil. Aptalsın. Dınkof.”
“Bu gitgide daha da eğlenceli oluyor,” dedi karanlıkta tok bir ses.
İrkilerek karanlığa baktım. Koridorun sonu dipsiz bir karanlık gibi duruyordu, birden müziğin milyonlarca yıl uzaktan geliyormuş gibi silikleştiğini fark ettim. Koridorun karanlık duvarları üzerime yıkılmaya hazır bir geçmiş gibi tetikteydi. Sesin geldiği yönü saptamaya çalıştığım sırada yere düşen adım sesleri ürpermeme neden oldu.
Biri tam yanımdan geçerken omzu omzuma yavaşça sürtündü ve o an okyanustan koparak gitgide büyüyen o dalganın üzerime geldiğini hissettim. Yakıcı bir erkek parfümü kokusu ciğerlerimi deşip geçti, bedenim olduğum yere mıhlanırken hareket bile edemedim ama o çoktan yanımdan geçip ters yönde ilerlemeye başlamıştı bile.
“Ayağını tekrar yere vur, bu inanılmaz sevimliydi.”
Bu, onun tok sesinden duyduğum son cümle olmuştu.
Dönüp omzumun üzerinden arkama baktım ama orada değildi, sanki hiç orada olmamıştı.
Yoktu.
🎧: Red, As You Go