Tanıdık ninniyi mırıldanan ses geçmişten geliyordu.
Geçmiş, yıkılmak için sallanmaya başlamış, temeli bataklığa dönüşmüş bir bina gibiydi. Şimdi ninniyi mırıldanan ses öyle yakından geliyordu ki, sanki artık geçmişteydim. Uzun, siyah saçlarım bukleler hâlinde yüzümün sınırlarını örtüyordu, nefesim ise öyle güçlüydü ki, saçlarım her defasında nefesimin rüzgârına kapılarak bir havalanıyor, bir yüzümün hatlarına geri serilerek bakışlarımı arkasına saklıyordu.
O kadar çok yakınındaydım ki, sanki ölümün kollarındaydım.
Adamın ismi Ulaş’tı. Çikolata rengi saçları ve sarı renkteki gözleriyle bana birini hatırlatıyordu ama kim olduğunu çıkaramıyordum. Yaklaşık bir seksen beş boylarında olmalıydı, ben bir yetmiş altıydım ve buna rağmen benden gözle görülür derecede yüksek duruyordu. Efken’in arkadaşlarından biriydi, bu belliydi ama Ceyhun kadar sakin bir görüntüsü olduğunu söyleyemezdim. Uçarı kaçarı bir tip gibiydi, yine de ondan rahatsız edici bir his almamıştım.
Düşüncelerimin içinden sıyrıldığımda, geçmişten gelen ninninin sesi hâlâ zihnimin bataklığını derin bir oyuğa çevirmeye devam ediyor, oyularak genişleyen bataklığın içi kelimelerle dolarak bana ait her cümlenin mezarı hâline geliyordu. Olduğum yerde kemik gibi duruyordum, hareketsiz ve sert. Efken’in yüzünü dağıttığı uzun saçlı adamı götürdükleri ânı hayal meyal hatırlıyordum. Adamın yüzü bakılamayacak kadar vahim durumdaydı, yaşadığım şoka rağmen adamın yüzüne şaşkınlıktan değil, bakacak olursam kusacağımdan korktuğum için bakamamıştım. Yüzündeki her deri zerresinde kan dolu göçükler oluştuğuna emindim.
Ulaş, “İyi misin?” diye sordu, sesinden şaşkınlığı okunuyordu, neden şaşırdığını anlayamamıştım. Titreyen ellerimi kotumun kumaşına bastırarak Efken’in kafesin içinde yarı çıplak hâlde ilerleyişini izledim. Bedeni hazla kasılıyor, kaslarından kanla karışık ter damlaları sicim gibi kayarak tenini ölümü anlatan bir tabloya dönüştürüyordu. Nefesime karışan dehşeti dışarı bıraktığımda, az evvel kendi ağzından adını öğrendiğim adam yeniden konuştu. “Daha önce böyle bir yere gelmediğini söyleme bana.” Ulaş’ın sesindeki saf şaşkınlık birden ilgi dolu bir endişeye dönüştü. “Pekâlâ, yatağını ısıtacağın ya da ısıttığın herifin nasıl zevkleri olduğunu bilmiyordun, öyle mi?”
Birden ona, hissettiğim tüm karmaşaya rağmen hiddetle dönerek, “Ben onun yatağını ısıtmadım!” diye bağırdım, sesime karışan öfke öyle bir uğultu yarattı ki Ulaş’ın bir adım geri atarken yüzüne bulaşan dehşetin ayak izleriydi.
“Neden bağırıyorsun?” Bana tedirgin gözlerle bakarken kafası karışmış gibiydi. “Bir kadın Efken’in yanında başka neden olsun ki?”
Bir an ben de tıpkı bana bakarken şaşkınlığı gözlerine işlemiş Ulaş gibi şaşkınlıkla doldum. Efken’in görüntüsü gereği kadınlarla haşır neşir biri olduğuna zaten emindim, o kadar güzel görünüp kur yaparak elde edemeyeceği insan sayısı -buna tüm cinsler dahil- çok az olmalıydı. Hatta belki kur yapmasına bile gerek kalmıyordu. Onu desteklerken çığlıklar atan kadınlar onun zaferiyle bile tatmin olmuş gibiydiler.
“Onunla yatmadım,” dedim birden, Ulaş’ın kaşları havaya dikildi, saçlarından daha koyu renk olan kaşlarının keskin kavisine baktıktan sonra gözlerimi devirerek midemdeki bulantıyı bastırmak için nefesimi tuttum. “Onunla yatacak da değilim. Bir iş için onun yanındayım.” Yani sonuçta bu bir iş sayılabilir.
Yine de bu cevap Ulaş’ı tatmin etmemişti.
“Efken’in kadınlarla yapacağı tek iş-”
“Neden çeneni kapatmıyorsun?” diye söylenerek böldüm onu. “O ve onun becerdiği hiçbir kadın umurumda değil. Hem sen bir kadınla nasıl konuşması gerektiğini bilmeyen bir hödüğün tekisin.”
“Ben konuşmam zaten,” dedi omuz silkip kafesteki pantere doğru bakarak. “Benim olayım sevişmek.”
“Aman ne iyi, başın göğe eriyordur, her gün sırtını sıvazlıyorlardır bu yüzden. Hödük olmanla övün bir de istersen.”
Kafesin kapısı gıcırdayarak açılınca bakışlarım kafesteki yırtıcıya saplı kaldı. Ulaş bir şeyler söylese de kurduğu cümledeki hiçbir kelime zihnime tutunup düşüncelerimle buluşmadı. Efken kısa boylu genç çocuğun elinde tuttuğu beyaz havluyu aldı, kafesten çıktığı an bedenindeki kan ve teri o havlu ile kurulayıp, kana bulanmış havluyu omzuna atarak bize doğru yürümeye başladı. Merdiven basamaklarına geldiği anda saatini emanet ettiği adam korkuyla ona saatini uzattı ve Efken saatini bileğine sararken gözünü kaldırıp kısaca bana doğru baktı.
Gözlerimizin o anlık buluşması, yüzyıllardır birbirine hasret iki âşığın mezarda birbirine kaynayan kemikleri gibiydi.
Ortam alkış sesleriyle yıkılıyor, kadınlar muzip ve beklenti akan gözleriyle Efken’i süzüyorlardı. Artık ışığın altında olmamasına rağmen bir güneş gibi parıltılar saçarak merdiven basamaklarını tırmandı ve bana doğru yürümeye başladı. Vücudunda hâlâ tenindeki esmerliğe meydan okuyan silik görünümlü kurumuş kan lekeleri vardı. Saçları terden ıslak ve dağınıktı, ıslandıkları için olduklarından çok daha siyah, kurum gibi duruyorlardı. Ölüm meleği birkaç adım sonra yanımdaydı. Ulaş ile aramızda beş adımlık mesafe olmasına rağmen kolunu tek bir kanadını açıyormuş gibi yana doğru açtı, sonra da büyük eliyle neredeyse hiç baskı uygulamadan Ulaş’ı itebileceği en uzak yere kadar itti.
Ulaş’a bakmadan konuşurken gözleri bendeydi ama konuştuğu kişi ben değildim, Ulaş’tı.
“Ondan uzak dur.”
O an kurduğu bu küçücük cümleye kulaklarımı tıkayabilir, bu cümleyi kurduğu sırada hançer gibi içime saplanarak beni deşen gözlerini görmemek için gözlerimi yumabilir, kan ve tere rağmen ılık bir esintiyle ciğerlerimi yakan tarçın kokusunu solumamak için nefesimi tutabilirdim ama düşüncelerim doğrudan o cümleye odaklanmıştı ve düşünmeden edemezdim.
Ulaş’ın şaşkınlığı havaya karıştı. Bakışlarının bizde olduğunu bilsem de gözlerimi uçurumun kıyısında gibi hissettiren mavi gözlerinden çekemedim. Efken sağa doğru bir kanat gibi açtığı kolunu indirdi, göğsü haz dolu nefesleriyle şişip inmeye devam ederken bana bakmaktan vazgeçmedi.
“Ne zamandan beri bu kadar sahiplenicisin?” Ulaş’ın sesi farklı bir şeyler görmüş ve gördüğü şey epey ilgisini çekmiş gibi muzipti.
Efken bana bakarak tekrar onunla konuştu: “Bir süredir.”
“Kızcağıza fazla ümit verme,” dedi Ulaş, bunu söylerken gözlerini devirdiğini hisseder gibi olmuştum ama içimden bir ses, bunu yapsa da kafasını kurcalayan bir şeyler olduğunu söylüyordu. Ulaş bir şeyler daha söyleyecek gibi olsa da Efken ona bakmayınca homurdanarak sırtını bize döndü ve karanlık koridora doğru yürüyüp birkaç saniye içinde gözden kayboldu.
Gözüm, Efken’in omzundaki kan lekeleriyle dolu beyaz havluya dokundu, sonra tekrar gözlerini içtim. “Bu da neydi?”
“Ne neydi?” Sesi yine soğuk, sesi yine ürkütücüydü; ölüm ve mezarlık. Sesi bunlar gibiydi.
“Neden kafesin içine atlayıp birinin ağzını yüzünü dağıttın?”
“Eğlenmek için.”
Gözlerime inanamıyor gibi bakarken, “Sen hasta mısın?” diye sordum dehşet içinde.
Bana doğru bir adım atınca geri çekilmek istesem de geri çekilemedim.
“Bazen, Medusa,” diye fısıldadı ılık nefesini yüzüme bırakarak. Kurumuş kan lekesinin yılan gibi dolandığı parmağını şakağıma bastırdı. “Kafanın içinde büyüyen karanlığı bir nebze olsun durdurabilmek için kan görmen gerekir.”
Parmağını bastırdığı nokta birden uyuştu, elim ben farkında olmadan onun kaslı, kan lekelerinin ev sahipliği yaptığı terli göğsünün üzerine kondu. Avucumu sertçe göğsüne bastırırken gözlerim bilincimin dışına kayıyormuşum gibi yavaşça kapandı. Efken, dokunuşum altında kaskatı kesildi. Bir şeyler söylediğini duyar gibi oldum ama diğer elim bileğini kavradığı ve parmağını şakağıma daha sert bastırması için bileğine baskı uyguladığı için elini geri çekmedi.
O soyun lideri ki, ateşler içinde yanan teniyle, göğsünün içinde buzdan bir kalp taşıyan o kadını buldu. O soy ki, o lidere kul, köle, o soy ki çok kan dökecek.
Yabancı bir adamın hırıltılı sesinden duyduğum o kısık sesli kelimeler, parmağının ucunu şakağıma bastırdığı süre zarfı boyunca usul usul zihnime yerleştiler.
Kapıları aç, özgür bırak bizi.
Kapıları aç, buzdan kalpli.
Kapıları aç, uyandır bizi.
Kapıları aç, Azize.
“Medusa.”
Bileğini elimin içinden koparır gibi çekmesiyle, şakağım parmağının baskısından kurtuldu. Sesler kesildi, zaman birden dindi ama geçmiş bir şelale gibi kafamın içinde çağlamaya devam etti. İp iri olmuş gözlerle Efken’e baktığımı fark etmeme sebep olan, onun gözlerinin aynasında kendime rastlamamdı. Efken birden omzundaki havluyu indirerek dehşet dolu bir yüzle havlunun ucundan bir rulo yapıp yüzüme yaklaşınca geri çekilmeye çalıştım ama bileğimi mengene gibi saran parmakları beni durdurdu.
“Bekle,” dedi hırıltılı bir emirle. “Burnun kanıyor.”
Panikle parmaklarımı sus çizgime götürdüm, sus çizgime iki farklı yolmuş gibi ayrılarak dağılan kan parmak uçlarımı ıslattı. Parmaklarıma baktığımda neredeyse siyah rengini almış yoğun kanı görünce kalbim öyle büyük bir gürültüyle çarpmaya başladı ki, Efken’in söylediği her söz o derin gürültünün içinde parçalanarak kaybolmuştu.
“Nigin,” diye fısıldadığımda yüzünde çarpık bir ifadeyle bana baktı, sonra gözleri hızla parmaklarıma bulaşan koyu renk kana kaydı. Kaşlarını öyle çok çatmıştı ki, alnının tam ortasında mezar derinliğinde bir göçük oluşmuştu. “Sebebi bu olabilir mi?” Korkudan sıkışan nefesimle ona bakıyordum. “Ölüyor olabilir miyim? Belki de Mustafa Baba haklıydı.” Sesim panikten çatlıyordu, işte yine oluyordu, küçükken hep olduğu gibi birden endişelerin var ettiği bir sarmaşık beni sarıp boğmaya başlamıştı sanki. “Belki de onu çoktan gördüm ve şimdi şehirden uzaklaşıyor, belki de ülkeden?”
“Sakinleş,” dedi sadece.
“Nasıl sakinleş dersin, ya haklıysa?”
“İnsanlarla ilk kez burada karşılaştın,” dedi. “O sikik buralardaysa ve bir kuş değilse, teknik olarak şehirden uzaklaşmış olması imkânsız.”
Doğru söylüyordu ama ya Mustafa Baba hikâyeyi eksik anlattıysa diye düşünmeden edemedim. Havluyu nazikçe sus çizgime bastırıp, sert nefesini yüzüme verince, gözlerimi kaldırıp ona bakakaldım. Yüzüne dağılmış o sakinlik birden benim de nabzımın yavaşlayıp, bedenimin gevşemesini sağlamıştı. Bana dokunmaya kıyamıyormuş gibi yavaşça burnumun etrafındaki kanı temizlerken bana bu gece bile olmadığı kadar yakın duruyordu.
“Endişe duyma,” dedi yavaşça.
Ve her nasılsa, endişe birden kayboldu.
Gözlerini kısaca gözlerime değdirip hızlıca geri çekerken yeniden konuştu.
“O herifle ne konuşuyordunuz?”
“Kimle?”
“Yanındaki.”
“Ulaş mı?”
“Adını da mı öğrendin?” Tek kaşını kaldırarak bana bakarken havluyu geriye çekmişti, gözlerinde öfke parıldıyordu, duruşu tehditkârdı. “Mustafa Baba aranızda bir çekim olacağını söylemişti, değil mi?” Gözlerini yüzüme dikti. “Onu mu deniyordun?”
“Ne saçmaladığını sanıyorsun?”
“Onunla konuşuyordun.”
“İnsanlar konuşur, Efken,” dediğimde bana daha dik baktı.
“Yabancılarla değil.”
“Senin arkadaşındı.”
“Evet, benim. Senin değil.”
Derin bir nefes aldım. “Şu Nigin olayını-”
“Aman Tanrım!” Birden arkamda hırlar gibi yükselen ses, cümlemi boğazıma dizdi ve olduğum yerde ürpererek sesin geldiği yöne döndüm. “Tekrar, Tanrım,” dedi adam bu kez gözlerini indirdiği yerden kaldırıp yüzüme bakarak. Tam karşımda duruyordu, benden bir kafa boyu kadar uzundu, takım elbisesi içinde temiz bir görüntü çiziyor olsa da bakışları ahlaksız ve tekinsizdi. “Genelde ya kalçalar mükemmeldir ya da yüz. Yukarıdaki seni yaratırken kafayı mı çekiyordu?”
Sadece birkaç saniye, toplasan on bile etmeyecek birkaç saniye etrafımızda zamandan bir hale oluşturdu. Sonra adamın iki metre uzağa uçuşunu, mekânın pütürlü taş zemininde sürüklenerek yere kapaklandığı ânı izledim.
“Tanrı kafayı çekmez, orospu çocuğu!” diye kükredi Efken, o sırada artık dövüş kulübündeki tüm gözler üzerimizdeydi. Sanki kafeste yeni bir dövüş başlamamış, asıl gösteri buradaymış gibi herkes bize bakıyordu. “Ama şeytan kafa kopartır.” Bu, Efken’in dudaklarından dökülen son cümleydi. Tek bir yumrukla sürüklediği adama doğru atıldı, kaşla göz arasında o kadar hızlı bir manevra yapmasını beklemediğimden olduğum yerde taş dönmüş hâlde ona bakıyordum. Adamı gömleğinin beyaz yakalarından kaldırmasıyla güçlü çenesini bile sızlatacağından emin olduğum sert bir kafayı adamın suratına yapıştırması bir oldu.
“Beyler!” diye bağırıyordu korumalardan biri ikisine doğru koşarken. Ulaş’ın kalabalığı yararak bize doğru ilerlediğini görür gibi oldum ama sonra gözlerim yeniden Efken’i buldu. Adamı yakasından tutmuş bilincini kaybetmesine izin vermeden ama eziyet eder gibi arkası kesilmeyen yumruklarıyla pert ediyordu. Öyle sert, öyle güçlü yumruklar atıyordu ki, toplanan kalabalık onu omuzlarından çekerek uzaklaştırmaya çalıştığında bile olduğu yerden bir santim kıpırdamadı. Onu yerinden oynatamayacağını anlayan kalabalık, adamı kurtarma ümidiyle bu kez adamı çekiştirmeye başladı ama Efken adamı da bırakmıyordu. Adamı öyle sıkı kavramıştı ki, karşı taraf adamı çekmeye devam ederse adamın kolu ya da bacağı kesinlikle kopacaktı.
“Siktir, onu öldürecek!” diye bağırdı irikıyım bir herif. “Karaduman, bunu yapmak istemezsin! En azından burada değil, hadi oğlum bırak şunu!”
Adam korku dolu çığlıklar atıyor, acıyla perçinlenen çığlıkları daha da güçlenerek kulübün her yanına eşit bir ekoyla dağılıyordu. Çınlayan çığlık seslerini kadınlara ait korku dolu haykırışlar yakaladı ve bir bütün oluşturarak etrafı çınlatmaya başladılar. Herkes bir yere kaçışıyor, güçlü adamlar Efken’in elindeki tacizci götü kurtarmaya çalışıyorlardı.
Sonunda dehşetle, “Efken!” diye bağırabildim, esasen o adamın damarındaki son kan akana dek dayak yiyişini keyifle izleyebilirdim çünkü göğsümü zonklatan o öfke bunu görmeyi diliyordu. Kendi vahşiliğime akıl sır erdiremeden Efken’e doğru ilerlemeye başladım ama Ulaş beni uzaklaştırmak için omuzlarımdan tutarak ileri sürükledi.
“Hey!” diye bağırdı korkuyla. “Ona yaklaşayım deme, hâlini görmüyor musun? Bir canavarı ona ismini seslenerek sakinleştiremezsin!”
“Efken canavar falan değil, o herif beni taciz etti!” Dudaklarımdan öylece dökülen kelimeleri durduramamıştım bile. Ulaş, sihirli kelimeyi duymuş gibi beni serbest bırakınca koşarak Efken’e doğru ilerledim ve elimi onlarca kişinin aynı anda dokunduğu omzuna koyarak, “Efken!” diye bağırdım. Beni duymadı, hırlıyor, ağzından daha önce hiç duymadığım küfürler bir mırıltı şeklinde dökülürken kendinden geçmiş gibi adamı yumrukluyordu. Birkaç yumruğun sonunda adamın bilinci kapandı. Efken sanki adam acıyı tatsın, iliklerinde duysun diye onu bilerek bilincinden uzağa göndermemişti. Ama adam daha fazla dayanamamış, Efken’in kollarında bir kukla gibi cansız hâle gelmişti. Efken ise duracak gibi değildi, bunu önemsememişti bile. Tam şu an adam ölmüş olsa, bunu bile önemsemezdi.
“Efken!” diye bağırdım, son çarem buymuş gibi ismini yalvardım. Öfkeyle gözlerimi yumduktan birkaç saniye sonra, “Dur!” diye emir dolu bir çığlık atmamla, Efken’in parmak uçlarıma değen çıplak, ateş gibi yanan teninden beni bile titretecek bir elektrik akımı geçti ve bu akım, ona dokunan insanları bile sıçratarak geri çekilmelerine neden oldu. Ben daha ne olduğunu anlayamamışken, Efken de elektrik çarpmış gibi titreyerek adamı yere fırlatıp kaslı kolunu ovdu, sonra birden bana doğru döndü, dehşetle yüzüme baktı.
İnsanlar kavganın dinmesi yeterliymiş, hissettikleri ve onları âdeta püskürten elektrik umurlarında bile değilmiş gibi dağılmaya başladı. Yerde yatan adamı kollarından tutup sürüyerek karanlık koridora götürüyorlardı, adamın yüzünden akan kanlar, adamı takip eden kızıl bir patika yola dönüşmüştü ve adam sürüklendikçe kanlı patika yol da görüş alanıma girerek uzuyordu.
“Sen bana ne yaptın?” Efken’in sorusu kanımın damarlarımın içinden usulca çekilmesine neden oldu. Mavi gözler şimdi sadece ölümü hatırlatmıyor, ölümmüş gibi bakıyordu. Bana bir adım atarken işaret parmağı bir silahın soğuk namlusu gibi beni hedef aldı. “Sen az önce bana ne yaptın lan?”
Korkuyla, “Bir şey yapmadım,” dedim kekeleyerek.
“Yaptın.” Bana kuşku dolu ölüm mavisi gözlerle bakarken bir adım daha yaklaştı, aramızdaki mesafe artık sıfıra yakındı; kalbim korkudan mı yoksa anlam veremediğim bir histen mi kasılıp duruyordu hiç bilmiyordum ama göğüs kafesimi var eden kemikler çıra gibi tutuşmuştu. Elini indirip yüzünü yüzüme yaklaştırdı. “Sen aslında kimsin, Medusa?”
“Benim ismim Mahinev,” diye fısıldadım, her nedense kalbim öyle hızlı çarpıyordu ki, korkudan kendimi kaybederek tutarsız bir şekilde histeri krizine gireceğimi düşünmeye başlamıştım. “Medusa değilim.” Gözyaşları o kadar yakındı ki, neredeyse gözlerimden değil, parmak uçlarımdan akacaklarını hissetmiştim.
“Ağlayarak beni kandırabileceğini mi sanıyorsun?” Acımasız bir ses tonuyla sorduğu soruya vereceğim cevap açıktı, elbette onu kandırabilmenin yolu bundan geçmiyordu ve ben onu kandırmak istediğim için ağlamıyordum. Bir saniye, ben ağlıyor muydum?
Kuruyan kendi kanını taşıyan parmak uçlarımı gözlerime götürdüm ve yanaklarımdan sicimle akan gözyaşının derimdeki hareketini hissettim. Efken karşımda durmuş hiçbir şey hissetmiyormuş, alması gereken cevaplar varmış ve sadece bununla ilgileniyormuş gibi doğrudan bana bakıyordu. Gözünü bile kırpmıyordu, sanki kaçıracağı en ufak ayrıntı onun için hayat memat meselesiydi.
Efken birden bileğimi kavrayarak elimi yüzümden bulaştırdı. Beni sert bir manevrayla ters çevirince gözlerimden dökülen yaşlarla doğrudan karşıya doğru bakmak zorunda kaldım. Tribünlerde ışıkların hafifçe aydınlattığı onlarca insan vardı, hiçbiri bize bakmıyordu, kafeste süregelen dövüşü izliyorlardı. Efken sırtımı kaslı, çıplak göğsüne yaslamamı sağladığında birden irkildim ama geri çekilemedim. Sessiz gözyaşlarım yanaklarımı sıyırarak terk etmeye devam ediyordu.
Dudaklarını kulağımın hizasına getirip, etli dudaklarının dokusunu hissetmemi sağlayacak şekilde fısıldadı. “Bak, Medusa.” Gözlerimden birer damla yaş daha yanaklarımdan aşağı doğru hızla intihar etti. “Orada onlarca adam var. Belki de bir tanesi senin bağlı olduğun o sikik.” Bedenini bedenime tamamen yaslayınca, kıyafetlerime rağmen tenindeki o inanılmaz ısıyı hissettim. Nasıl bu kadar sıcaktı? Uğuldayan kulaklarımla onu dinlemeye devam ederken gözyaşlarım gözlerimi özgürce terk ediyorlardı. “Ama sen benim yanımdasın. Benimlesin.” Dudaklarını bilinçli bir şekilde kulağıma sürtünce tenimdeki tüm gözeneklerden dışarı lavlar akmaya başlayacak gibi hissettim. “Hadi sıkıyorsa tam şu an seni alsın benden.” Güldüğünü hissettim ama bu gülüş neşeden uzak, bir katilin gülümsemesi gibiydi. Şimdi gözeneklerimden lavlar akmıyordu, buz gibi serin sular boşalıyordu. “Merak ediyorum,” dediğinde içimde bir ağrı hissettim. “Seninle onun arasında, seninle benim aramda olduğu gibi bir çekim olur mu?” Alayla, aşağılar gibi oldu. “Biliyor musun? Ben biliyorum. Asla.”
“Tüm bunları neden söylüyorsun?” diye fısıldadım titreyen, gözyaşlarına bulanmış, hâkimiyetim dışına çıkmış sesimle.
“Çünkü bil diye,” dedi alayla. Birden kendini bana daha sert bastırdı. “Bana ne yaptığını söylemezsen, o sikik Nigin olduğun kişi ben olmadığım için her gün gözyaşı dökersin, onun ben olması için dua eder, ona her baktığında karşında beni görmeyi dilersin.” Birden söyledikleri onu sinirlendirmiş gibi burnundan sert bir nefes vererek geri çekildi. “Öldürürüm o piç kurusunu.”
Yavaşça geri çekilip, ellerimin tersiyle gözyaşlarımı sildim.
“Zaten öldüreceğini söylememiş miydin? Geri dönebilmem için.”
Bana dik dik baktı. “Ya ona âşık olursan?” Bu soruyu en azından onun gibi bir adamdan duymayı beklemediğim için hâlâ yüzümde olan ellerim yanaklarımın üzerinde donup kaldı.
“Aşka inanıyor musun?”
“Ben budala değilim ama senin gibiler inanır,” dedi. “Ya ona geri gitmek istemeyecek kadar âşık olursan?”
Böyle bir ihtimal bile yoktu ama çok kısa bir an için kendimi o pozisyonda düşündüm. Ne olursa olsun ailemi, arkada bıraktığım hayatı, normal olduğum zamanları geri isterdim. Ne kadar büyük bir aşk duyuyor olursam olayım, tercihimi kesinlikle bunlardan yana kullanırdım. Öte yandan, ben hayatımın hiçbir döneminde kalbimin bir erkeğe ait olabileceğini de düşünmüyordum. Kalbim bomboş, donmuş buzdan bir maddeydi sanki, bir gün birini sevecek olursam kalbimin erimesinden korkuyordum. Hiçbir aşkın romanlarda okuduğum kadar gerçekçi, tutkulu, doludizgin olduğuna da inanmıyordum. Sonuçta iki kişiden biri daha çok severdi ve biri bir gün mutlaka terk ederdi.
Sessizliğim yüzüne tehlikeli bir gülümsemenin yayılmasına neden oldu. Bakışlarım onda uzun süre kalamadı, zaten ağlamıştım ve büyük ihtimalle bok gibi görünüyordum. Etrafta gerçekten bağlandığım kişi var mıydı bilmiyordum, burnumun kanama sebebi Mustafa Baba’nın bahsettiği bağdan kaynaklı mıydı onu da bilmiyordum. Gerçekten Nigin Bağı diye bir şey var mıydı? Bunu da bilmiyordum. Hiçbir şeyi bilmiyordum. Burnumu çekerek Efken’in yanından geçip bir saat kadar önce içinden geçerek bu ölüm yuvasına geldiğimiz karanlık taş koridora doğru yürümeye başladım. Bu hareketim onu şaşırttı ama daha sonra büyük adımlarıyla birkaç saniye demeden ensemde biterek beni durdurup kendine doğru çevirdi.
“Nereye gittiğini sanıyorsun?” diye sordu, sesindeki hırıltıya aldırış etmeden döktüğüm gözyaşlarının etkisiyle acıyan gözlerimi kırpmadan ona baktım. “Az önce neler olduğunu açıklamadın. Ve bana o siktiğimin şerefsizi hakkında yönelttiğim sorunun cevabını da vermedin. Öyle elini kolunu sallayarak gidebileceğini mi sanıyorsun?”
“Gidebileceğin bir yer zaten yok, tıpış tıpış arabana binip senin çöplüğüne geri döneceğim,” dedim tükürür gibi. Bir an durdu, şimdi sadece gözlerimin içine bakıyordu. Gözlerinin içinde devamlı olarak bir kolu dönen, bir kolu ise kendi zehriyle felç olmuş zamanın kolları vardı. Akrep öylece felçli bir şekilde duruyor, yelkovan devamlı olarak gözlerinin arazisini ateşe vererek geçmişi geride bırakmak ister gibi hızla koşuyordu. Göz bebekleri, onun zamanı var eden gözlerindeki saatin kadranıydı. “Aşk konusuna gelecek olursak, eğer o herifi bulursak acele et ve onu öldür, çünkü ben ne buradan birine âşık olurum, ne de burada kalıp ailemi unuturum.”
“Gözlerinde bu umutsuzluğu görmektense gerçek bir deli olmanı tercih ederdim,” demesini beklemiyordum. Sesi bir gerçeği kendinden bile saklar gibi esrarlıydı ama sesinin aksine, bana sertçe çarpan cümlesi beni altında bırakacak kadar kuvvetliydi. “Şu hâline bak.” Yavaşça serbest bıraktı beni ama gözleri beni delecek, beni geçecek, beni yıkacak, beni mahvedecek gibi hâlâ bendeydi; bana esirdi. “Senin gibi bir kızın bir insanı öylece öldürmemi isteyebilecek kadar gaddar olduğuna asla inanamam. Kesin evine döndükten sonra günlerce, belki haftalar, aylar, belki de yıllarca bunu düşünerek vicdanınla birlikte sen de çürüyüp gideceksin. Ailen bu kadar mı önemli? Vicdanından? Bir daha asla gözüne girmeyecek olan uykudan, her gece içini kemirecek o düşüncelerden, susturamayacağın seslerden daha mı önemli?”
“Evet,” dedim hiç düşünmeden ama söylediklerini uzunca düşündüğümde perişan hissedeceğimi biliyordum. O yüzden söylediklerinin çok da üzerinde durmamaya gayret gösterdim.
“Ailen için birinin ölümüne sebep olabilirsin yani?” Duygudan eser olmadan sorduğu soru kalbime bir kazık batırmış gibi acıyla sarsılmama neden olsa da dik durdum.
“Evet,” diye fısıldadım, sesim şimdi ne kadar ilk baştaki onayım kadar güçlü olmasa da bakışlarım hâlâ aynı güçteydi. Yine de sesim beni açık ediyordu.
Buna cevap vermedi. Belki gerçekten inanmış, belki de hiç inanmamıştı ama bu önemli değildi, susması benim için yeterliydi. Kılıç Kafes olarak adlandırdığı mekândan çıktığımızda gökyüzünde asılı duran buzdan ay, gümüşten bir kristal gibi şehrin karanlığını yararak tüm sokağa ışık göçükleri açıyordu. Yüksek binaların koyu gölgeleri bile bu ışıktan nasibini alarak kaybolmaya başlamıştı. Efken çıplak, esmer vücuduyla soğuk sokağın ortasından geçerken hiç üşümüşe benzemiyordu. Araca binip oradan ayrılana dek konuşmadık. Evin olduğu ormanla çevrili dağın başına geldiğimizde, cip durduğunda, ben koca cipten indiğimde, karlara bata çıka verandaya kadar yürüdüğümde de konuşmadık.
Evin kapısını açarken, “Yaren derin bir uykudadır,” diye uyardı beni. “Benim odamda uyu.”
“Sen nerede uyuyacaksın?”
“Sana ne?”
Göz devirip kollarımı göğsümün üzerinde bağladım, kapıyı açtı ve karanlık koridorda ayın buzdan ışığının bir ceset gibi uzandığını gördüm.
Ay ışığının karanlığın içinden bir yara gibi geçtiği koridora doğru ilerledim. Çok yorgun hissediyordum, kafamı toparlamaya ve bu gece olanları geride bırakmaya ihtiyacım vardı. Botlarımın ıslanmış topukları ahşap parkenin üzerinde saatin tik taklarını andıran sesler çıkarıyordu. Efken’in odasının kapısında durduğumda omzumun üzerinden koridorun sonuna doğru baktım. Hâlâ kapının önünde dikiliyor olduğunu gördüm. Çıplak bedeni bu denli sert bir soğuğu nasıl bu kadar rahat bir şekilde sırtlanabiliyordu? Donmuş olması gerekirdi. Bana bakmadığı için ben de ona bakmayı anlamsız buldum ve odanın kapısını açıp içeri girdim.
Onun odası soğuğun mesken tuttuğu bu evdeki en sıcak odaydı. Sanki içeride soba yanıyordu, vücudum resmen çözülmüş, kasılarak titreyen çenem gevşemişti. Ceketi çıkarıp yatağın üzerine bıraktım ama içerisi çok karanlıktı, her şey gri bir figür gibi görünüyordu ama yine de eşyaların şekillerini seçebiliyordum. Kapıdan biraz uzakta duvar kenarında geniş şapkalı bir lambader vardı ama bir an karanlık bana eskiden olmadığı kadar güvenli geldi ve ışığı yakmaktansa ayağımdaki botları çıkarıp kenara koyarak yatağın üzerine çıktım.
Yatağı büyük ve yumuşaktı. Temiz bir koku alıyordum, beyaz sabunu ve soğuk bir yasemin çiçeğini anımsatan ferah bir kokuydu bu ama onun kokusu değildi. Bir başkasının kokusu da olmadığı kesindi. Yine de rahatlatıcı bir etkisi vardı. Avucumu saten nevresimde gezdirip bir süre yatağın ortasında öylece oturarak karanlıkta gitgide daha da belirginleşmeye başlayan gri figürleri izledim. Sonunda saten kılıfın içindeki yumuşak yorganı kaldırıp içine girdim ve yabancının yatağına yavaşça uzanarak yorganı boynuma kadar çekip kendimi cenin pozisyonuna soktum.
Camı örten ince perdeden içeriye ayın gümüş renkteki ışığı sızıyor, bu ışık ortamı gri ile mat bir kırık beyaz arasında bir yerde aydınlatıyordu. Çok değildi ama gözlerim buna alıştığı anda etraf artık daha netti. Gözlerimi yumup Efken’in kana bulanmış terli bedenini, bakışlarındaki o vahşi tatmini unutmaya çalıştıysam da gözlerimi kapattığım an o görüntüsü daha belirgin bir şekilde, sanki zihnime çizilmiş bir portreymiş, renklendirilmiş bir tabloymuş gibi karşımda belirmişti. Yaşadıklarım normal şeyler elbette değildi, belki de böyle bir saçmalığın göbeğinde bir bebek gibi büyüyerek doğacağım ânı beklerken onu düşünmek çok saçmaydı ama yine de bu gece gördüğüm Efken, yaşanan tüm hadiselerden daha net bir şekilde dikkatimi çekmişti. Söylediği her şey kafamın içinde yankı yapmaya devam ediyordu.
Yarım saat geçmiş ya da geçmemişti bilmiyordum ama odanın kapısı birden açılınca aralanmış gözlerimi hızlıca yumup, tedirgin bir şekilde uyuyormuş gibi yapmaya çalıştım. İçeriye kendisinden ve karanlık gölgesinden önce kokusu düştü. Ciğerlerim bir yoksunlukla şişti, beynim bana nefes almam için sert emirler gönderdi ve burun deliklerim onun kokusu için genişlerken yavaşça yutkundum. Sıcak tarçın kokusunu soludum, rahatsız edici şekilde yoğun ve güzeldi. İçeriye düşen çıplak adımlarının sesini dinledim, bedenim kasılmıştı ama yine de yüzümde herhangi bir mimik oynamıyordu. Sırtım ona dönüktü, ona doğru dönmüş hâlde olsam bile hareketlerini görmem imkânsızdı çünkü gözlerim sıkıca kapalıydı ama yine de zihnime onu çizip hareketlerini hayal etmeye çalıştım.
Elbise dolabının kapağının açıldığını duydum, bir süre geri kapanmadığı için kıyafet bulmaya çalıştığını anlamıştım. Sonra kapağı yavaşça kapattı, çıplak ayaklarından zemine yayılan adımların seslerine kulak kesildim. Bir kıyafetin yere yığılırken çıkardığı sesi duyduğumda, artık sıkı bacaklarını saran bir kot pantolonun içinde olmadığına yüzde yüz emindim. Yutkunmamak için parmağımı yavaşça yastığın altında kalan saten çarşafa bastırarak gözlerimi çok daha sıkı yumdum.
Bir gölgenin yatağın etrafında dolandığını hissedince, kan damarlarımın tamamı yaşamı sıkıştıran bir suçluya dönüşerek bedenimdeki nabzı yok etmeye ant içti. Bir dizini yatağa bastırmasıyla yatak yavaşça içe doğru çöktü, bedenimin öne doğru meyil ettiğini hissettim ve o an, yüzümün apaçık bir şekilde onun önünde serili olduğunu anladım. Kalbimin atış sesleri öyle gürültülüydü ki, duymamasının imkânı yoktu ama duymaması için dua etmeye başlamıştım. Kan meleğinin ölümün sıcak esintisini taşıyan nefesi yüzüme döküldü ve o an, onunla ne kadar yakın olduğumuzu anladım. Bana baktığını, uçurum mavisi gözlerinin beni içine düşürmek ister gibi çektiğini, dibinde beni parçalara ayırmak için delirdiğini hissettim. Sıcak nefesi büyüyerek bir cehenneme dönüştü, cennetin kapıları artık benim için kapalıydı ve onun nefesindeki günahlar kül olup üzerime yağmaya başlamıştı.
Sıcak dokunuşuyla kalbim birden atışlarını kesti, göğsümde dev bir sessizlik oluştu; nefesimi dışarı her verişimde kendi nefesim yüzümü yakıyordu. Parmak ucunda biriken hisleri dağıtarak yanağıma akıttı. Parmağının ucundaki izi sanki bir damga gibi tenime sindi, beni kendisiyle işaretledi. Elmacık kemiğim boyunca kayıp giden dokunuşu çene kemiğime kadar indi. Bana dokunmuyordu da beni ezberliyordu sanki. Bana dokunmuyor, beni anlamaya çalışıyor gibiydi.
“Kimsin sen?” Sorusu kısık bir ses tonunun arkasına gizlenerek misafir olmuştu zihnime. Uyuduğumdan emin olmalıydı, kelimeleri bilinçsizliğime atılan taşlar gibiydi ama bilincim dupduru bir şekilde burada, parmak uçlarının altında can çekişen tenimin içine gömülü hâldeydi. Sıcak dokunuşu tenimin üzerinde ateş gibi harlandı, sonra yavaşça geri çekildi ve o ateş, geride tek nefesiyle tekrar harlayabileceğini bildiğim közleri bıraktı. “İçimde bir yerlerde bir şey, seni zaten bir gün bulacağımı söylüyordu.” Bu cümlesi anlamlarının ağırlığı altında kalan ruhumu yaktı. “Yoksa sen gerçekten o musun, Asale?”
Asale? Birini mi bekliyordu? Birini mi arıyordu? Sorular, zihnime yavaşça yaklaşmaya başlayan fırtınanın karanlık bulutları gibiydi; düşüncelerim ise o fırtınanın habercisi olan şimşeklerdi. Tenime dokunuşunu, parmak uçlarında yanan mum alevlerini, kelimelerinin anahtarıyla açılan cehennem kapısını düşündüm. Sonra bir şekilde bedenim rahata ermiş, düşüncelerim susturulmuş gibi ölümü hatırlatan bir uykuya yattım. Ben ölümün uykusuna yattığımda o yanımda mıydı yoksa çoktan gitmiş miydi bilmiyordum.
Ölüm uykusundan uyandığımda saatin kaç olduğunu bilmiyordum.
Odanın içi öyle karanlıktı ki, sanki gün hiç başlamadan tekrar bitmiş, karanlık yeniden ruhumu sardığı gibi odanın içini sarmıştı. Yine de odanın içi daha aydınlıktı, sisli bir mavi rengindeydi. Bu şehirde geceyi saymazsak, günün her saati şafak söküyormuş gibi bir görüntü oluşuyordu. Efken’in bir dağ evinden beklenilmeyecek kadar konforlu ve geniş olan yatak odası şimdi biraz daha aydınlık görünüyordu. Duvarların üçü taştandı, güneş eğer bu şehri yakıyor olsaydı ışığı bu taş duvara vurduğu an koyu gri taşların içindeki farklı boyutlardaki taşların sim gibi parıldamasını sağlardı. Dördüncü duvar, yani tam karşımdaki duvar düz fildişi rengindeydi, üzerine ahşap bir kitaplık monte edilmişti ve kitaplığın üzerinde birkaç kalın, ansiklopediye benzer ciltli siyah kitap dışında üst üste yığılmış CD’ler vardı. Kitaplık rafının üzerinde, sağa doğru büyük, bir pencere boyutundaki portre donup kalmama neden olmuştu.
Fotoğraftaki kadının yüzü dışında görünen tek noktası dik duran omuzları ve ince, bir kolyenin aşağı doğru zarifçe sarktığı esmer boynuydu. Dalgalı siyah saçları hacimli ve oldukça gür görünüyordu, saçlarını sağ tarafına doğru atarak omzundan aşağı dökmüştü. Çatık siyah kaşların altında çekik, bir bademe benzeyen ve içleri oldukça iri görünen kızıl gözler vardı. Kızıl gözler… Birden donup kaldım. Gözleri nadir görünen kızıl rengindeydi, benim gözlerim gibi… Kızıl gözlerin sahibinin yüzü âdeta Efken’in bir kopyası gibiydi. Esmer teni, ucu kalkık düz inen burnu, üstü daha kalın olan büyük dudakları ve derisini delip dışarı çıkacak gibi duran elmacık kemikleri…
Birden yataktan fırladım ve odanın içinde ışık hızıyla hareket ederek portrenin asılı durduğu duvarın önüne geldim. Kafamı kaldırıp kadının güzel yüzünü büyülenmiş gibi izlemeye devam ettim. Gözleri cidden de kızıl renkteydi, gür ve kıvrımlı siyah kirpikleri o gözlerin başında nöbet tutan siyah yılanlar gibi görünüyordu. Kadının esmer, ince boynundan usulca aşağı sarkarak gerdanında parlayan kolyenin ucundaki taşa bakınca, gözlerini gördüğümde yaşadığım şokun çok daha büyüğü bedenime bir dalga gibi çarparak beni alabora etti ve elim birden kendi boynumdaki kolyenin ucuna kaydı. Bu iki kolye de ebat olarak birbirlerinden farklı olsalar da ikisi de gerçek ay taşından kolyelerdi.
Parmaklarımın ucunda tuttuğum ay taşı birden aleve dönüşüp parmak uçlarımı yakacak sandım. Kulaklarım uğulduyor, kadının gözlerine tırmandırdığım gözlerimde belirmiş kuşku çukurlarıyla öylece portreyi izliyordum. Bu tüyler ürpertici tesadüf belki bir başkasına söylediğimde sadece gözlerini devirmesine neden olacak türden bir şeydi ama her nedense kadının sanki beni görüyormuş gibi bakan kızıl gözlerini izlerken benim hissettiklerim hiç de hafife alınacak şeyler değildi. Gözlerimizin rengi neredeyse birbirinin aynısıydı, aynı kolyelerden birer tane taşıyorduk ve her nedense ben burada, onlarca insanın olduğu bu şehirde ona çok benzeyen bir adamın yanındaydım. Muhtemelen bu kadın onun annesiydi. Bu denli büyük bir benzerliğin başka bir açıklaması olamazdı.
Suikasta kurban giden annesi.
Birden fotoğraftaki gözlerin beni takip ettiğini hisseder gibi olunca ürpererek geri çekildim ve o an odanın kapısı gürültüyle açıldı.
“Hey, uyanmışsın.” Bu sesin sahibi Sezgi’ydi, dalgalı kızıl saçları beyaz yüzünün iki yanından aşağı alevler gibi dökülüyordu. Yeşil gözleri canlılıkla parlıyor, bana beyaz dişlerini göstererek gülümsüyordu. “Nasılsın?” İçeri girip kapıyı kapattığı sırada sormuştu bu soruyu.
Tüylerim diken diken bir hâlde başımı hızlıca sallayarak, “Teşekkürler,” diyebildim ama nasıl olduğuma dair bir cevap veremedim, ben de bilmiyordum çünkü. Nasıldım ki?
“Her şey yolunda mı?” Sezgi temkinli adımlar atarken bana şüpheyle, hatta belki de gözlerindeki zümrütlerde var olmuş bir endişeyle bana bakıyordu. “Betin benzin atmış.”
“Her şey yolunda,” diye fısıldadım ve ekledim. “Yani sanırım.”
“Şu bağ olayını öğrendim,” demesini beklemediğimden gözlerim iri iri açıldı ama ağzımı açıp tek kelime edemedim. Buna inanmış mıydı? Oysa buraya ilk geldiğimde yaşanan her şeyin bir saçmalık olduğunu düşündüğünü sanmıştım. Anlayışlı yeşil gözlerini benden çekmedi ve konuşmayacağımı anladığında benim için işleri kolaylaştırmak adına o konuşmaya başladı. “Mustafa Baba yaşlıdır, bazen bunaktır ama asla yanılmaz. Endişelenme, o adamı bulacağız.”
“Öldürmek için mi?”
“Ölmemen için,” dedi özellikle ölümümün üzerine basarak.
“Buradan bir an önce kurtulmazsam,” göz ucuyla portredeki kadına baktım, “çıldıracağım.”
Sezgi beklenmedik bir şekilde sorgulamaktansa, her şey normalmiş gibi davranıyordu. Sanki başka bir boyuttan, kapısı açılmış başka bir dünyadan gelmiş olmam onun için hiç sorun değildi. Her gün böyle tuhaf şeyler yaşıyormuş gibi yüzünde olağandışı hiçbir şey olmadığını işaret eden bir sakinlik taşıyordu. Birlikte salona geçtiğimizde bana İbrahim’in ilk geldiği zamanlar yaşadığı zorluklardan bahsetmeye başlamıştı. İbrahim geldiği zamanlar, yani bundan yaklaşık üç yıl önce Ceyhun ile ilişkilerinin yeni başladığını söylemişti. Hatta o zamanlar Ceyhun’un daha ketum olduğunu söylemiş ve İbrahim’in aralarına sızmaya çalışan bir ajan olabileceği ihtimalini düşünerek İbrahim’e düşmanlık beslediğinden bahsetmişti. Bu sohbetten anladığım kadarıyla Sezgi zaten en başından en sonuna dek İbrahim’in yalan söylemediğine inanan kişilerdendi. Tıpkı Mustafa Baba gibi… Böyle mistik olaylara inanması beni şaşırtmıştı çünkü Sezgi dışarıdan kesinlikle kendini beğenmiş, güzel ve mantık çerçevesinin dışına bir adım bile çıkmayan biri gibi görünüyordu.
Gözlerimde atlatılamamış bir şaşkınlık ve yorgunlukla Sezgi’nin anlattıklarına kulak veriyordum. Sonunda bana, “Merak etme,” dedi anaç bir tavırla. “Delirmiyorsun.”
“Olanlar inanılacak gibi değil,” diye fısıldadım.
“Biliyorum. Bazen bazı şeyler gözlerimizle görüyor olmamıza rağmen hiç de sahici gelmez. İnanmak istemeyiz.”
Bacaklarımı koltuğun üzerine çekip yavaşça bağdaş kurdum. “Ben her zaman garip şeylere inandım,” diye fısıldadığımda tek kaşını kaldırmış, koltuğun kolçağına yaslanmış beni dinliyordu. “Babaannemin ve benim tuhaf insanlar olduğumuzu düşünürdü tüm arkadaşlarım.”
“Babaannen mi? Şu Efken’in kartını çalan mı?”
“Çalmadı,” diye homurdandım gözlerimi devirerek. “Babaannem onun kartını neden çalsın?”
“Her neyse, bana şu babaannenden bahsetsene,” dedi meraklı meraklı. “Yani insanlar neden sizi tuhaf buluyordu ki?”
“Sanırım gözlerimizin renginden ve babaannemin garip tavırlarından,” dedim. “Gerçi babamın da gözleri böyle, hatta ikizlerden bir tanesinin de gözleri neredeyse kızıl.” Miraç’ın gözleri Miran’ın aksine kızıldı, Miran’ın gözleri daha insancıl bir kahve tonlarındaydı, kızıllıklar olsa da bizim gibi kırmızı korkutucu gözleri yoktu en azından.
“İkizler?”
“Kardeşlerim. Bir de büyükleri var ama Mahzar’ın gözleri de kahverengi. Tuhaf olan bizim gözlerimizin rengi. Sanırım babam babaannemden, Miraç ve ben de babamdan almışız.” Gözlerim boşluğa düşünce o boşlukta kardeşlerimin ve ailemin olduğu bir anı büyüdü. O anıyı izleyerek konuşmaya devam ettim. “Babaannem ne kadar sessiz biri gibi dursa da bazen korkutucudur. İnsanlar ondan garip enerjiler alır. Hatta onun bir büyücü olduğunu düşünenler bile vardı.”
“Büyücü mü?” Sezgi birden duruşunu dikleştirdi. “Cadı gibi mi?”
Kaşlarım çatıldı. “Cadı mı?”
“Evet,” diye fısıldadı.
“Hayır. Yani geldiğim yerde büyü yapanlara cadı denmez.”
“Anladım.”
“Sorun ne?”
Bana uzun uzun baktı, sanki bir şeye karar verme aşamasındaymış gibiydi. Sonunda kararını vermiş olacak ki, “Tuhaf olan tek kişi sen ve senin ailen değil sanırım,” diye fısıldadı, sesi renksizdi. “Çocukken benim bir ucube olduğumu söyleyen komşularımız vardı. Çocuklarının benimle arkadaşlık etmesine izin vermezlerdi. Ben yetimim, beni büyüten taşralı bir kadındı onun soyundan değildim ve bunu bilirlerdi ama yine de beni gördükleri yerde çocuklarını saklarlar, evlerinin önünden geçersem perdelerini çekerlerdi. Onlara göre ben cadıların soyundan gelen bir ucubeymişim.” Kaşlarını çatarak güldü. “Ailemi bilmediklerini düşünüyorum, sonuçta bir yetimdim ve taşralı kadın, yani üvey annem beni bulduğunda sadece birkaç aylık bir bebekmişim. Anlayacağın beni öylece terk eden ailem hayatımda değilken bile sadece sorun çıkarıyordu.”
“Bu korkunç,” diye fısıldadım. “Sadece bir çocuktun.”
“Evet,” diye onayladı beni. “Çok eski zamanlardan gelen bir batıl inanç bu, çok parlak yeşil gözleri olan kızıl saçlı çocukların cadı soyundan geldiğine inanılırmış. Muhtemelen o eski kafalıların beni öyle sanmasının sebebi de bundandı.”
“Gerçi ayın buzdan olduğu bir şehir de cadılara inanmamak tuhaf olurdu,” dediğim anda birden şen bir kahkaha patlattı.
“Ayın buzdan olmasını neden tuhaf buluyorsun ki? Ay hep böyleydi. Senin geldiğin yerde hiç buzlanmıyor muydu?”
“Elbette buzlanmıyordu.”
“Gökyüzü Gardiyanı’nı kızdırma,” diye alay etti benimle. “Babaanneni anlatıyordun.”
“Bana babaannemin cadı olup olmadığını sorduğuna göre bence sen cadılara inanıyorsun, doğru mu?”
Sorum onu beklemediği bir yerden vurmuş gibi hızlıca gözlerini benden çekti. Parlak, inanılmaz derecede göz alıcı yeşil gözlerini bir noktaya dikip bir süre düzenli nefesler alıp verdikten sonra tekrar bana bakmaya başladı.
“Çok saçma geleceğini biliyorum ama,” dedi, sonra tereddüt dolu gözlerle öylece susup beni izlemeye başladı.
“Söyle lütfen. Emin ol duyacağım hiçbir şey, şu an içinde bulunduğum durumdan daha saçma olamaz,” dedim ısrarcı bir şekilde.
“Bazen biriyle ilgili kötü bir şey düşündüğümde,” diye fısıldadı ve sonra anlık gözlerini benden uzaklaştırdı, “mesela ona zarar gelmesini dilediğimde, kafamın içinde o kişiyle ilgili görüntüler dönüp duruyor. Sanki önümde birçok seçenek var, hepsi birbirinden farklı ama hepsinde zarar görüyor o kişi. Aralarından birine tamamen odaklanıyorum ve birkaç hafta sonra o kişiye odaklandığım şeyin olduğunu öğreniyorum.” Birden donup kaldım ama o susmadı. “En son bu olduğunda, olmasını istediğim kişinin yüksek bir yerden düştüğünü hayal etmiştim ve bu beni korkunç bir şekilde gevşetmişti. Birkaç hafta sonunda o kişinin kazayla yüksek bir yerden düştüğünü öğrendim. Belki tesadüftür bilmiyorum ama… İlk değildi.”
Düşüncelerin yarattığı depremin köklerinde kaynayan cehennem kazanları birdenbire harlandı. Tenimden geçip giden karanlık ürperti tüm ifademi çıkmaza sokarken sadece Sezgi’nin parlak yeşil gözlerine bakakalmıştım. Onun kurduğu her bir cümle, derinlerde bir yerde gürültülü kurt uluması seslerinin zihnimden taşmaya başlamasına neden oldu. Büyük, siyah bir kurt kafamın içindeki mezar toprağını keskin gümüş rengi pençeleriyle sertçe kazıyordu ve her nasılsa kurt toprağı kazdıkça, zihnimdeki mezar toprağının üzerinde geçmişe ait derin yara izleri oluşuyordu.
“Biliyorum, kulağa çılgınlık gibi geliyor.”
Başımı iki yana salladım. “Sezgi, farkında mısın bilmiyorum ama farklı bir evrenden geldiğimi söylüyorlar.”
Ağzını aralayacak gibi oldu ama sonra her nedense susup başını aşağı yukarı sallayarak bu söylediğimi kabullendi. “Bence benim kuruntum,” dediğinde yüzü solgundu. “Belki de sadece öyle şeyler olduğunda bunu yapan kişinin ben olmasını istediğimden falandır. Ya da evrene mesajlarım iletiliyordur. Çocukken maruz kaldığım zorbalığın geride bıraktığı artıklar olarak düşünüyorum ben bunu. Zihnim benimle oyun oynuyor.” Ellerini dizlerinin üzerine koydu, bir süre bekledi ve, “Sessiz kalma,” diye fısıldadı bana bakmadan. “Kendimi deliymişim gibi hissediyorum. En azından fikrini belirt.”
“Sana söyleyeceklerim ne kadar doğru şeyler olur orası meçhul,” dediğimde kafasını kaldırıp karmaşık bir yüz ifadesiyle bana baktı. “Fikirlerim diğer insanların fikirlerinden biraz farklıdır. Ben doğaüstü şeylere inanıyorum sanırım.”
Alayla güldü. “Bir cadıysan sana inanırım mı demek bu?”
“Sanırım,” diye mırıldandım.
Bir süre daha konuşmuştuk. Sezgi mümkün olduğunca az bahsediyordu şu cadı mevzusundan ama psikolojik olarak onu epey tetikleyen bir olay yaşadığını anlamıştım. İnsanların zorbalıklarına maruz kalarak büyümüş, bu onun ruhunda çok derin yaralar açmıştı. Anlatmadığı, muhtemelen çok daha büyük olan soruları da olmalıydı çünkü yeşil gözlerinde gördüğüm tek şey mistik konular değildi.
Akşama doğru Yaren evdeydi, etrafımda dolaşıyor, bana durmadan Mustafa Baba’yla ne konuştuğumuzu soruyordu ama söylememiştim. Mustafa Baba ile görüştüğümüzü bilip konuyu bilmiyorsa, sanırım bilmemesi gerekiyordu. Efken ile sorun yaşamak istemiyordum çünkü o koca kas yığını şimdilik ne kadar sakin görünse de beni mahvedebilecek türden bir herifti. Sorun istemiyordum, en azından şu Nigin Bağı denen olayı çözene dek onunla daha iyi geçinmeliydim çünkü gidecek yerim yoktu ve beni kapı dışarı edecek olursa işte o zaman naneyi yemiş olacaktım. Şimdilik sığınacak bir limana ihtiyacım vardı. Efken Karaduman benim geçici limanım, kalıcı olmadığım yuvam, muhtemelen bir gün başıma yıkılacak olan o sığınağımdı.
Dişlerimi fırçalamış, duş almış, Yaren ile bir şeyler atıştırmıştım ama Efken hâlâ dönmemişti. Nerede olduğunu bilmiyordum, pek umurumda olduğu da söylenemezdi. Dizlerimin üzerine kadar çektiğim siyah çoraplarım, bana bir elbise kadar büyük gelen kazağımla salondaki koltuğun üzerine oturmuş iki avucumun arasına alarak sıcaklığıyla derimi yakan kupanın içinden süzülen buharı izliyordum. Kahvenin kokusu sert, ayıltıcı ve lezzetliydi. Üzerimdeki kazakla altımda sadece çoraplar varken bu kadar rahat olabilmemin sebebi, kazağın gerçekten bir elbise kadar uzun ve konforlu olmasıydı. Genişti ve hatlarımı tamamen gizliyordu, ben bu kazağın içindeyken kimse bacaklarıma bakmadan kilomu tahmin dahi edemezdi.
Yaren uzun süre direnmiş, sonra sorguyu bırakıp ders çalışma bahanesiyle odasına çekilmişti ama içeriden gelen seslerden anladığım kadarıyla İbrahim ile telefondaydı.
Gülümseyerek kahvemden bir yudum almamla birlikte, zaman tıpkı film bobini gibi hızla geriye sarmaya başladı ve açılan o dev yarıktan düşerek olduğum ânın içinden çıktım.
O yılan devamlı olarak kalan süremi hatırlatıyormuş gibi tısladı.
Siyah saçlarım bukleler hâlinde sırtımı bir dövüyor, bir göğe dokunabilirmiş gibi yükseğe uçuyordu. Koştuğumu ancak kendi nefes seslerim kafamın içinde bir kar fırtınası uğultusuna dönüştüğünde anlamıştım. Yemyeşil bir ormanın içinde, durmadan koşuyordum; her ânı kaydetmek isteyen bir kameranın merceği gibiydim, kafamı sık sık sağa sola çeviriyor ve belleğime yeni görüntüler kaydediyordum. Kalın kahverengi gövdeli ağaçların yükselerek yeşile dönüştüğü o koca ormanda durmadan koşmaya devam ediyordum. Sanki bir şeyden, birinden, bir olaydan kaçıyordum. Belki de geçmişten kaçıyordum.
Birden durdum ve üzerimdeki elbise de geri çekilen bir dalga gibi bacaklarıma çarparak durdu. Bir rüzgâr esti, bir ağacın derin kovuğunun içinden bir sincap hızla çıkıp ormanın derinliklerine doğru koştu ve gözlerim ağır çekimde etrafımı taramaya başladı.
Düş Kapanı Ormanı’nın içindeydim.
Ormanın dışında kalan her yer karla kaplıyken, ben o yeşil sonsuzlukta, karanlık derinlikteydim; tek başımaydım.
“Azize,” diye fısıldadı biri ormanın derinliklerinden. “Bin yıllık uykundan artık uyan.”
“Neler olduğunu söyle bana!” diye bağırdım birden sessizliğimi bozarak. Sesim ormanın derinliklerine bir çığ gibi düşerek etrafa yankılarını bıraktı. Bir süre beklesem de konuşan olmadı, sessizlik her yana dağılıp sesimi yuttu ve birden göğsüm hızla inip kalkmaya başladı. “Bana neler olduğunu söylemek zorundasın. Uyanmamı istiyorsan beni uyandır!”
Uğultular dört bir yanı sardığında, şimdi ormandaki tüm görüntüler geriye sarıyordu. Yerinde duran tek kişi bendim ama odağıma giren her görüntü şiddetli bir şekilde geri çekilerek hiç var olmamış gibi kayboluyordu.
Gözlerimi yummak zorunda kalmama neden olan rüzgâr, gözlerimi yeniden açtığımda çoktan dinmişti. Evimin karanlık koridorunda dikildiğimi, içeriden babamın hararetli sesi geldiği anda fark ettim. Kalp atışlarım birden yönünü kaybetmiş öfkeli bir adam gibi göğüs kafesimi tekmeleyerek sıkıştığı yerden çıkmaya kalkıştı. Dizlerimin bağı çözülse de durmadım ve koşarak hızla babamın sesine doğru ilerledim. Ses evimizin salonundan geliyordu, salonun kapısı aralık duruyordu ve televizyonun loş ışığı koridora salonun kapısı şeklinde bir ışık cesedi sermişti. Avuç içlerim uyuşmuş bir hâlde salonun açık duran kapısından içeriye baktım ve babamın olduğu yerde voltalar atarken sakallarını kaşıdığını gördüm. Aykan Demir’in yüzünde saf bir korku vardı; bu daha önce babamın gözlerinde gördüğüm bir şey değildi. Ve babam daha önce bana beni görmüyormuş gibi bakmamıştı. Durduğum yere baktı ama sanki orada yokmuşum gibi hızla gözlerini karşıdaki tekli koltuğa çevirdi. O an, o koltukta oturanın kim olduğunu biliyordum.
Babaannem.
Siyah kıyafetleri, boynu ile saçlarının bir kısmını örten siyah dantel şalıyla her zamanki gibi görünüyordu. Ellerini koltuğun iki yanında duran ahşap kolçaklara koymuş, yüzüne sabit, hatta duygusuz bir ifade eklemişti; kızıl gözlerinin altındaki torbalara akmış siyah göz kalemi onun bakışlarını çok daha kademsiz gösteriyordu. O kademsiz bakışlar babamdaydı.
“Baba!” diye bağırdıysam da Aykan Demir beni duymadı.
“Anne,” dedi babam sert bir sesle. “Kızıma ne yaptın?”
“Soyu üstlenmeye gitti,” dedi babaannem tekdüze bir sesle.
O an, içinde oldukları salonun duvarları çatlamaya, kavlayan boyalar yere dökülmeye, tavanın sıvalı betonu yarılırken evin iskeletini oluşturan büyük demirler o yarıklardan dışarı doğru çıkmaya başladı. Ne babam ne de babaannem bunu göremeseler de ben çığlıklar atarak ağlıyor, içeri girmek için ne zaman ayağımı kaldırsam bir bariyer tarafından dışarı itiliyordum.
Sonunda babam konuştu ve o an, babaannemin son kurduğu cümlenin anlamını içine alan bir duvar yıkılarak son sürat üzerime düşmeye başladı.
“Kızım o sürüngenlerin kraliçesi olmayacak! Kızım bir sürüngen değil!”
“Çok geç, oğlum,” diye fısıldadı babaannem, o duvar beni altına alarak yere ruhumun serdi ve ruhum hızla kan kaybetmeye başlarken babaannemin son kelimeleri zihnime çizildi. “Kraliçe uykusundan uyanıyor.”
“Baba!” Birden oturduğum yerden fırlamamla, kahve fincanının parmaklarımın arasından kayıp zemine şiddetle çarpması, tam ortasından iki eşit parçaya bölünmesi bir oldu. Kahve tıpkı koyu renk kanım gibi bir zift misali zemine yayılmaya başladı ve titreyen ellerimi göğsümün üzerine götürüp büyük bir şok içinde kan gibi ilerleyerek damarlar gibi farklı köklere ayrılan kahveyi izlemeye başladım.
Kulaklarım uğulduyor, göğsüm yine o korkutucu şişkinliği içine biriktirerek hızla kalkıp iniyordu. Düşüncelerim etrafa saçılmış kanlı et parçaları gibiydi, korkularım ise o et parçalarıyla karnını doyurmak isteyen dişleri sivri bir canavardı. Güm güm atan kalbimle omzumun üzerinden koridora doğru baktım ama Yaren öyle gürültülü konuşuyordu ki, ne haykırışımı ne de kahve fincanını elimden fırlatışımı duymamış olmalıydı. Zaten duysa muhtemelen meraktan çoktan yanımda bitmiş olurdu.
Bu öylesine bir vizyon muydu, yaşanan bir an mıydı yoksa ânın içinden kopup gelen bir görü müydü bilmiyordum. Ya da belki aklım bana korkunç derecede gerçekçi bir oyun oynuyordu. Belki de çocukluğum boyunca benden korkan arkadaşlarım haklıydı, ben gerçekten delinin torunuydum ve tıpkı o deli gibi ben de aklımı kaçırmıştım.
Babam şu an burada olduğumu biliyor olabilir miydi?
Peki babaannem? O beni gerçekten kurban etmiş olabilir miydi? Kalbim öyle çok çarpıyordu ki, sanki göğsümün altında yaşamla dolu bir kalp değil de geri sayıma başlamış ölümcül bir bomba vardı. Terk edilme duygusuyla kuşatıldığımı, ihanete uğradığımı, kurban edildiğimi düşünmeye başlamama sebep olan her ne ise beni bir an önce terk etmeliydi çünkü her an çığlıklar kopararak ağlamaya başlayabilirdim. Göğsüm öyle doluydu ki, keşke kalp atışlarım mermi olsaydı da ben kalp atışlarımla birini öldürebilecek bir silah olsaydım.
Kraliçe… Bu düşünceyi hızla zihnimden silerek ayağımın altındaki yere her bir adımda ateş emanet ediyormuşum gibi öfkeyle koridora koştum. Sokak kapısını açmamla, kendimi karla kaplı soğuk verandanın merdivenlerinden aşağı koşarken bulmam bir oldu. Ayağımda yalnızca çoraplar, bacaklarımı örtmeyen bir kazakla hızla karların içine batıp çıkarak Kar Ormanı’na doğru koşmaya başladım.
Zamanın kuşatması altındaydım. Nefesim ise bir daha hiçbir zaman yeteri kadar yaşadığımı hissedemeyecekmişim gibi tükeniyordu. Sanki nefesim göğsümün içinde küllere döneceği ânın yaklaştığını bana yükselen harların arasından bağırarak anlatmaya çalışıyordu. Dışarıdaki soğuk bile bedenimden taşan o duygudan daha dondurucu gelmiyordu. Ayın gümüş rengi buzdan ışığı tenime dökülüyor, sanki karların üzerinde koşmuyor, uçuyordum. Öyle hızlıydım ki sanki sadece çoraplarla buz gibi karların içinde ilerlemiyor, bir salıncakla son hızla göğe doğru yükseliyordum.
Birden ormanın ortasına daldım. Son sürat koşmaya devam ettim. Bu his içimden çıksın gitsin istiyordum. Kendimi terk edilmiş, geri plana atılmış, kurban edilmiş ve hiç sevilmemiş hissetmek istemiyordum. Kurban psikolojisine girersem bir daha çıkamayacağıma emindim çünkü kendimi biliyordum. Belki o an gördüğüm bir yanılsama, bir hayaldi ama yine de burada olmamın esas nedeninin babaannem olduğuna emindim. Burada olduğumu bildiğine de emindim. Büyük karanlık dallar kazağıma takılarak beni durdurmak isteyen güçlü kollar gibi hızımı yavaşlatmayı başardılar ama ben kazağın altındaki tenim sıyrılana dek kendimi çekerek kazağı resmen söküp koşmaya devam ettim. Dikenli dallara çarpıyor, kalın gövdeli ağaçların arasında durmaksızın koşuyordum.
“Azize!” Zihnimde devamlı duyduğum kadının sesi benimkinin aynısıydı. O kadın Medusa’ydı, Mahinev değildi; bana çok benzese de zehirli bir gülümsemesi, tehlikeli bakışları vardı ve onu her seferinde zihnime dikilmiş o dikenlerin dışarı doğru fışkırdığı buzdan gümüş renkli duvarın üzerinde uzanırken görüyordum. Bana, “Bunu yapamazsın, aptal,” diyordu. “Kaderinden kaçamazsın!”
Ben terk edilmiş, vazgeçilmiş, geride bırakılmış, ihanete uğramıştım. Beni sevdiğini sanan, yıllarca bir ucube olduğunu kabul etmeden koruyup savunduğum kadın tarafından sırtımdan vurulmuştum. Beni bu karanlık deliğe tıkmıştı ve ben buna rağmen gerçeği gördüğüm son âna dek onu sevmeye devam etmiştim.
Kalın gövdeli kahverengi sedir ağacının önüne geldiğimde, etrafı saran dev çam ağaçlarından daha farklı olan kökleri toprağın dışına taşmış ağaca bakakaldım. Aldığım nefeslerden körük gibi yanan göğsüm hızla şişiyor, kızarmış yanaklarımdan aşağı gözyaşları yuvarlanıyordu. Ağladığımı fark etmem uzun sürmüştü.
Sedir ağacı öyle büyüktü ki, beş katlı bir bina kadar yüksek, o bina kadar genişti. Karanlık dallarındaki koyu yeşil yapraklarının üzeri bembeyaz karların yuvaları gibiydi. Yapraklarında oluşan karla yüklü göçüklere, ağacın kökleri dışarı taşmış kahverengi kalın gövdesine baktım.
Gözlerimden devamlı olarak yaşlar süzülmeye devam ediyor, neredeyse çıplak sayılabilecek kadar korunaksız olan bedenim üşüdüğü için değil güçsüzlükten titriyordu. Ayaklarımın altındaki soğuğu hissedebiliyordum ama yere baktığımda yerde kardan çok yosunlu toprak olduğunu görmüştüm. Arkama baktığımda sedir ağacının etrafının hâle şeklinde kardan korunduğunu gördüm. Ağaç öyle büyüktü ki karları üzerine toplarken altındaki her şeyi soğuğun dokunuşlarından koruyordu.
Ayın gümüş renkli buzdan ışığı ağaçların arasından uzun, ince kollar gibi ormana yayılıyor ama bu ormandaki karanlığı gidermeye yetmiyordu. Etraf koyu griydi ve beyazlarla kaplı ölü bir gelin gibiydi. Sanki bu grilik gelinin kanı çekilmiş ölü teniydi ve beyazlık da gelinin öldüğünden bu yana üzerinde olan gelinliğiydi.
Sonra birden, tam karşısında durduğum kalın gövdeli sedir ağacının ortasında bir şeyin parıldadığını fark edip etrafıma bakmaktan vazgeçerek hızlıca sedir ağacının gövdesine baktım. Buz gibi bir ürperti kalbim de dahil olmak üzere tüm bedenim ve organlarımı taşa çevirecek kadar güçle beni dondurduğunda, tam karşısında durduğum sedir ağacının karnı gibi duran gövdesinin ortasında etrafı sedir ağacının kalın köklerini anımsatan işlemelerden bir ayna duruyordu. Aynaya düşen gri yansımanın sahibi bendim.
Bir adım geri atmak istedim ama o an yapamadım, taşa dönmüştüm. Sanki Medusa ile göz göze gelmiştim ve ruhum bile donup kalmıştı. Aynadaki kadın da benim gibi gözyaşlarının çerçevelediği bir yüz taşıyordu. Kazağımın sağ tarafındaki sökük genişleyerek kumaşı aşağı doğru sarkıtmıştı, tenim görünüyordu. Evet, o bendim.
Ormanın derinliklerinde bir kurt uludu.
Arkamdan dökülen kar taneleri yansımadan da görünüyordu. Sanki bir tabloya hapsedilmiş gibi görünüyordum. Tüm bu karanlığa rağmen her şey açık ve net seçiliyordu. Kazağımın omuz kısmı da karın kısmı da sökülmüştü, ay ışığının belli ölçüde aydınlattığı tenim mermer gibi görünüyordu. Sanki buzdandım, biri bana dokunsa parmak uçları buza dokunmuş gibi yanmaya başlardı.
Kurtları hatırladım. Kopartıcılar, ölüm getirenler, zedeleyenler. Birçok isimleri vardı. Hafızamdan çıkan onları tanımlayacak her kelimeyi düşündüm ama karşımda duran aynanın bir açıklaması yoktu. Belki de yine bir hayalin tam ortasındaydım ama bu defa hissedilen her şey korkutucu bir şekilde çok gerçekçiydi.
Uzun süre o aynaya baktım.
Kaybolmuş bir içgüdüyle yavaşça aynaya yaklaştığımdaysa, gözlerimden akan yaşlar birden dinivermişti. Avucumu kaldırıp yavaşça aynaya doğru uzattığımda, yansımamın da avucu bana doğru uzandı ve tam ortada birbirine dokunan parmak uçlarımız buzun sıcaklığını tenimize resmetti. Cam buzdandı, şaşırmamıştım. Yavaşça parmaklarımızdan ayırdığım gözlerimi yansımama çevirdim ve o an, alnımda bir acı hissettim. Şaşırmayı, belki korkuyla çığlık atmayı bekliyordum ama hislerim tüm bunlara zaman ayıramayacağım kadar büyük bir karmaşanın ortasında duruyorlardı. Alnımı soğuk buzdan aynaya yaslayıp gözlerimi yumdum; güneş gibi parlak bir ışığın alnımdan çıkarak tüm yüzümü, daha sonra tüm sedir ağacını parlatmaya başladığını hissettim ama gözlerimi açmadım.
Karların içine düşen adım seslerini duydum ama alnımı buzdan aynanın önünden çekemedim.
Efken’in temkinli, tuhaf sesini duydum.
“Medusa?”
Omzumun üzerinden ona baktığımda artık alnımdan dökülen bir ışık yoktu ama gözlerimden usulca intihar eden bir damla yaş, elmacık kemiğimi aşarak çene kemiğime kadar inmişti bile.
Uçurum mavisi gözleri ise bir ölüm uykusundan uyanmış gibi bakıyordu.
🎧: Low, Lullaby