🎧: NOX ARCANA, NIGHT OF THE WOLF
Er ya da geç, her acı gibi, içimde sonsuza dek sürecekmiş gibi sızlayan bu acının da sona ereceğini biliyordum.
Kalbim özgürce onu sevebilmek için ağlıyordu ama mantığım, bıçağını çekmişti, o bıçağın ucundan kan damlıyordu ve yine o bıçağın ağlayan kalbimin içinden çıktığını biliyordum. Hiçbir bıçak darbesi, kalbimin onun için atmaya devam etmesine engel olamıyordu. Hiçbir bıçak darbesi, kalbimi onun yokluğu kadar acıtmıyordu.
O, ölüm saçan bir yıldızdı ve galaksideki diğer yıldızlar benimle birlikte acı çekiyor, onun için yas tutuyordu.
Rotasından çıkan her yıldız, ölmek zorunda mıdır?
Gözlerine bakarken çektiğim acıyı görmemesi için çok dua ettim. Ruhsal olarak çöküşteydim, bunu bilsin istemiyordum.
“Ne kadar güzel bir trajedi, değil mi?” diye sorduğunda o karanlıkta tamamen kaybolduğunu hissettim. Ölümün büyük temsilcisi, alaycı bir tanrı gibi karşımda dikilirken gülümsüyordu ama bu gülümseyiş bana son derece yabancıydı. Beni baştan aşağı süzdü, beyaz gömleğindeki yanık izinin altından sızan kanı görebiliyordum. Şimşekleri sönmüştü ama öfkesi cayır cayır yanıyor gibiydi.
“Beni yok etmeye karar verdin,” diye fısıldadım, bu cümle kendime yapılmış bir itiraftı; cümleyi ona doğru savurmuş olsam da aslında içime batırmış, kalbime saplamıştım.
Kalbimi acıtan bir sessizlik yaşandı.
“Adil bir dövüş olsun istiyorum,” dedikten sonra parmağını şıklattı, bununla beraber bedeninden derisini gerip delerek çıkan oklar gibi savrulmaya başlayan şimşekler, dört bir yana savrulmaya başladı. Savrulan her bir şimşeğin, bir gölgeye isabet ettiğini gördüm. Şimşeğin içine saplanmasıyla eş zamanlı olarak gölgeler ihtişamlı bir yıldırım gibi parladılar; Nemesis’in karanlık gülümsemesi, bana edilmiş bir veda gibi hissettirdi. “Şimdi neredeyse dostlarınla aynı seviyedeler,” dediğinde beynimden vurulmuşa döndüm. “Oynayın bakalım.”
“Sen,” diyerek ona doğru bir adım atacakken, havada duran parmaklarını araladı. İşaret parmağını iki yana sallayıp, dilini şaklatarak, “Orada dur bakalım,” dedi, “sana yeterince yüz verdim, uslanmaz kadın. Her seferinde çatallı dilini sallayıp sivri dişlerini derime batırmana izin verecek kadar aptal değilim.”
Gölgelerin güçlenmiş olmasının farkındalığı beni o kadar sarstı ki cevap bile veremedim. Kendi kazdığım kuyuya beni iterken gözlerini gözlerimden uzaklaştırmamış, beni iten ellerinin beni tuttuğuna inanmamı sağlamıştı.
“Dışarıdakiler sadece benim değil, senin de dostlarındı,” diye fısıldadım, sesimde hangi duygu yatıyordu bilmiyordum ama o duygunun paramparça olduğunu biliyordum; bu defa bunu ondan saklamadım. Saklayamadım.
“Benim değil, bana ait olan bir parçanın dostlarıydı. Dostlar ihanet eder, Azize. Onlar bana ihanet etti.” Kalbinde donmuş yılların hiçbirini uyandıramayacağımı o an anladım. Onun için hiçbir şeyin önemi olmadığını tam da o anda kavradım.
“Sanmıştım ki,” diye fısıldadım, başımı öne eğerken kaşlarım çatıldı, “düşünmüştüm ki… O laleleri gerçekten benden af dilemek için bıraktığına bir anlığına da olsa inanmak istemiştim.”
Acıdan titreyerek dizlerimin üzerine çökecek hâle gelmeme neden olan o cümleyi kurduğunda, artık bizim için çok geç olduğunu biliyordum.
“Laleler hiçbir anlam teşkil etmiyordu.”
Kanattığı yaramın üzerinde hüzün dolu bir kasvet ilerledi. Zemine bakmaya devam ettim ve “Kazandığını düşünüyorsun ama her şeyi kaybettin,” diye mırıldandım. Sessiz kaldı, bakışlarını merak etsem de kafamı kaldırıp ona bakmadım. “Beni kaybettin.”
Gözyaşlarım özgürce kayıp gidebilirdi ama öfkeyi bir gölge gibi gözyaşlarımın üzerine düşürdüm. Ağlamayacaktım.
“Artık senden ümidimi kestim,” dememle beraber, kafamı kaldırıp ona baktım. Hislerini gizliyordu ya da hiçbir şey hissetmiyordu.
Artık hiçbir melek, onun üzerimize yağdırdığı günahları gözyaşlarıyla yıkayıp masumiyetine kavuşturamazdı. Karanlık, çetin geçen bir kış gibi tüm soğukluğuyla onun içine mühürlenmişti.
“Gözlerime iyi bak. Bu gözler, senin katilinin gözleri.” Bu cümlem, kanla edilmiş bir yemindi ama onu değil, aslında beni öldürüyordu.
Ardından yanından geçip gittim. Gitmeme izin vermeyebilir, beni taşa çevirip yere dökebilirdi ama yapmadı. Geçip gitmeme, sarnıcın yüksek, kalın sütunları arasında ağır ağır yürümeme izin verdi.
Bir gölgenin sarnıcın içine sızan Gümüş Pençe’yi duvara fırlattığını gördüm. Duvar çatladı, çatlayan duvarın üzerinden kayarak yere devrilen büyük kurdun boğazından acı dolu bir haykırış yükseldi. Nemesis’in korkutucu gücüyle yüzleştim. Gücünden kaçamadım. Gücü üzerime devrildi. Tek bir şimşeğinin bile bir gölgeyi nasıl güçlü kıldığını gördüm; tek bir şimşeğinin bile bir Gümüş Pençe’yi nasıl yere serebildiğini gördüm. Elimi kaldırıp yana uzattım, Gümüş Pençe’ye ve gölgeye bakmadan sadece gücü dışarı ittim. Güçlü bir itiş, bir yangın selini beraberinde girdap gibi büyüterek savurdu. Gölgeyi ateşe verdim, Nemesis’in tek bir şimşeğini alt etmiş olmak beni tatmin etmedi. Zaten yıkılmış hâldeydim. Gölge alevler içinde can verirken yürümeye devam ettim.
Ne hissettiğini kestiremediğin anlar vardır, uzun zamandır o anlardan birinin içinde kilit altındaydım.
Sırtlanın kahkahası etrafta çınladı, güçle donanım kazanmış iki gölge bu kahkahaya kayıtsız kalamayarak duvara tosladı. Sütunlardan birine bir gölge, diğerine diğer gölge şiddetle çarptığında, sırtlanın büyük gölgesi su ile zeminin üzerinde büyüdü; İbrahim, bedenlendiği leş yiyicinin yüzündeki bariz sırıtışla karşımda belirdi. Bir kahkaha daha attı, kahkaha beni etkilemedi ama sütunlara çarptığı gölgeleri çıldırttığı kesindi. Homurdandılar, bağırdılar, içten içe eriyormuş gibi çırpındılar ama kahkaha bitmedi; dört bir yana çarparak duvarlara yankılar çizdi.
İbrahim’in sırtlan gözlerine baktım, gözlerimde her ne gördüyse bir an duraksadı ama sonrasında kıkırdayarak gölgelere zulmetmeye devam etti. Beş gölgeyi küle çevirdim, ikisi bana saldırmadı, sadece durdu ve ölümü bekledi, diğer üçü kaçmaya çalışırken elimde can verdi.
Sütunları parçalayarak yüksekten üzerimize savrulan gölgeler, üç büyük Gümüş Pençe’nin havaya zıplamasıyla alaşağı edildi ama tenlerinin altına yerleştirilmiş şimşeklerin gücü, Gümüş Pençeleri üzerlerinden savurabilecek büyüklükteydi.
Hatem’in devasa kurt bedeniyle sütunların arasında yürüdüğünü gördüm, meşalelerde yanan alevler ve ışıklar, bedenini içine alan karanlığı kırmaya yetmiyordu.
Hatem, “Sen bir Alfa iken, gerçekten de kendi soyundan Gümüş Pençeleri öldürdün mü?” diye sorduğunda, sesinin yankısı sarnıcın dört bir yanından duyuldu. Gümüş Pençe’nin ağzı bile oynamıyordu ama sesi her yerdeydi. Nemesis’in ileride durmuş, sakince onu izlediğini biliyordum ama arkamı dönüp ona bakmak istemiyordum. Hatem’in bedeninin genişlediğini gördüm, gri kürkü öfkeyle parladı.
“Kendi soyundan birilerini öldürecek kadar gözü dönmüş olamazsın, sen tanıdığım o adam değilsin,” dedi Hatem, sesi yeniden her yana yayıldı ve gölgelerin açık hedefi hâline geldi. Hatem’e saldırmak için harekete geçen gölgeler, Yaren’in güneşinin ışığıyla vuruldu, Manbel’in kanatlarıyla etrafa savruldu. Kadim Büyücü’nün dudaklarından kadim bir dille okunmaya başlanan büyünün yankısı duyuldu. İbrahim, bir sırtlan bedeninin içinde doğrudan Nemesis’e bakıyor, hareket etmiyordu. Cadılar, sütunların etrafından kayarak geçtiler, bazı cadılar suya atladı ve gölgeleri suya çekti. Hemen İbrahim’in yanında durmuş, dimdik duran bir harabe olarak etrafımdaki kaosu izliyordum. Bu kaosu tek bir parmak şıklatmasıyla yok edebileceği, herkesi bir taşa çevirip yere dökebileceği gerçeği kaşlarımı çatmama neden oldu.
Hatem, “Biz senin dostunuz!” diye bağırdığı an, Nemesis yamuk bir gülümsemeyle parmağını şıklattı ve dev bir şimşek, ok gibi bükülerek kör edici beyazlığıyla etrafı aydınlattı; şimşeğin Hatem’e doğru gittiğini gördüğümde göz bebeklerim çekilerek inceldi. Şimşek neredeyse Hatem’e vuracakken öne atılıp şimşeği avucumun içine aldım. Avucumda tüm ruhumu ızdırapla kavuran bir acı hissettim, acı bileğimden içeri kayarak tüm bedenime hükmetti. Bedenimdeki tüm kemikler kırılıyormuş gibi hissederken bile o şimşeği tutmaya devam ettim çünkü o şimşek vurduğu an, Hatem’i öldürecekti. Nemesis’in bir anlığına panikle öne doğru bir adım attığını gördüm, şimşeği yere fırlattığımda yerde koca bir yarık açıldı.
Hatem, “Kraliçe!” dedi panikle, tüm nefesler tutulmuştu, avucumdan yoğun bir şekilde akan sıvının kan olduğunu fark ettim. Hatem öne doğru atılacaktı ama kanlı avucumu başına koyup onu durdurdum. Kanım gümüş rengi kürkünü lekeledi. “Seni ailem yerine koymuştum!” diye hırladı Hatem.
“Dramatik konuşmaları bir kenara bırakıp usulünce savaşın,” dedi Nemesis kardan soğuk, kordan yakıcı sesiyle. Gözlerinin elimden süzülen kanda olduğunu hissettim ama söylediği şey birden öyle büyük bir öfkeyle dolmama neden oldu ki, bedenimin etrafında titreşen o enerjiyi tutamadım. Enerji, şeffaf yüzeyinde kızıl kıvılcımlar çakan bir rüzgâr olup dalgalandı. İbrahim’i bile geriye doğru itti ve önüne gelen tüm gölgeleri birer bomba gibi kendi içinde patlatıp sise çevirdi. Kendi kıvılcımlar saçan enerjimin içinde bir kor parçası gibi parladığım sırada bedenimi Nemesis’e çevirdim.
Ona doğru bir adım attığımda, sismik enerjim patladı, etrafa dalgaları yayıldı; cadılarla beraber gölgeleri etrafa savurdu. Gümüş Pençeler, savrulan gölgelerin sisi anımsatan bedenlerine saldırıp, onları dağılan duman parçalarına çevirene dek parçaladılar. Bir adım daha attığımda enerjim dalgalandı, kıvılcımlar yanan küçük maytaplara dönüştü. Çatırdayan enerjim, bir dalga daha yaratarak daha uzaktaki gölgeleri hedef aldı.
Nemesis’e doğru bir adım daha atmamla, enerjim beni yakmayan ama bedenimi içine alarak çağlayan dev bir ateşe dönüştü. Şimdi bedenimden ateşler saçılıyor, siyah saçlarım ateşlerin içinde yanmadan dalgalanarak yüzümün etrafında ahenkle uçuşuyordu.
Nemesis gözlerini çekmeden gözlerime, doğrudan ruhuma, göz bebeklerimin dibinde yanan ve her şeyi küle çevirebilecek güçte görünen ateşime bakıyordu.
Gölgelerin ölü bedenleri yere düşüyor, yere karanlık lekeler gibi yapışıyor ve ölüyorlardı.
“Bu gece,” dedim çift gelen sesimle; biri zalim bir hırıltıydı, diğeri yumuşak ama boyun eğmeyen bir fısıltıydı. “Burada biri ölecek. Bu ya sen olacaksın ya da ben.”
Nemesis gözlerimin içine saklanamadığı bir gerçekle yüzleşmiş gibi baktı.
“Bu gece ölen ben olmam,” dedi tereddütsüz bakan gözler ama tereddütle yükselen bir sesle. “Lakin ölen de sadece sen olmazsın.”
Tehdidi beni durdurmadı. Efken orada değildi, artık bu netti; Efken asla Hatem’i öldürecek bir hamle yapmazdı ama o yapmıştı. Eğer o şeyi avucumun içine alıp kavramasaydım, Hatem’in öleceği artık değiştiremeyeceği bir gerçekti.
İki omzumla boynum arasındaki o sürtünme sesine benzer ses, bir an durularak gözlerini tenime indirmesine neden oldu. Hâlâ ateşler içindeki bedenimdeki değişim, durduramayacağım ve artık durdurmak için çabalamayacağım bir boyuta ulaştı. Boynumla omzum arasında beliren kara yılan derisi beni hazırlıksız yakaladı. Onu da hazırlıksız yakaladığını biliyordum.
Omuz başlarımda birdenbire kıvrandırıcı bir acı hissettim. Derim parçalandı ve omuz başlarımın iki yanından birer kanat gibi dışarı fışkıran iki yılan, öne doğru uzanarak bana ait parçalarmış gibi havada savruldu. Arkamdaki sürünün buz kestiğini fark ettim, Nemesis ise bu beklenmedik form değişikliği yüzünden afallamış görünüyordu. Ellerimi karnıma koyup önce sağ, sonra sol omzuma baktım ve bana ait birer silah gibi omuzlarımdan aşağı dökülen iki yılan tısladı.
Gözleri birer yakut gibi kızıl ışık yayan, derisinin üzerindeki pulların arasında küçük elmaslar saklayan kara mambalarım.
“Mega form,” diye fısıldadığını duydum Vitali’nin. Pullarının arasında elmaslar taşıyan yılanlarım, havada kırbaç gibi şakıdıktan sonra dikleştiler, iki yanımda kanat gibi açılarak durdular. Karnımda duran ellerimi karnımdan çekerek avuç içlerimi birbirine yaklaştırdım. Avuç içlerimde bordo renginde bir ışık belirdi, Nemesis’in burun delikleri aldığı nefesle genişledi ve gözlerimi yumdum; gözlerimi açtığımda artık gözlerim kızıl bir lateksle sarılmış gibi sadece kırmızıydı. İki yanımda kanat gibi duran yılanlar hızla öne atılıp Nemesis’e doğru gitti ve onun bedenini sararak ayaklarını yerden kesip havaya kaldırdı.
“Bu gece,” dedim çift gelen sesimle, “biri ölecek. Bu ya sen olacaksın ya da ben.”
Avuçlarımı birbirine yaklaştırdığımda bordo ışık küre şeklini alarak siyaha döndü. Yılandan kollarım, Nemesis’in bedenini tamamen sardı, onu sıktı ve yılanlarımdan birinin zehirli dili, Nemesis’in boynunda tehditkâr bir şekilde dolaştı.
“Karşılık ver!” diye emrettim ama tek yaptığı bedeni benim tarafımdan havaya kaldırılıp boğulurcasına sıkılırken kayıtsızca gözlerimin içine bakmak oldu. “Bana karşılık ver!”
“Mahinev,” diye fısıldadı Yaren, ona aldırış etmeden Nemesis’i biraz daha sert kavradım. Yılanlarımdan biri, sivri dişlerini onun omzuna batırdığında, dişlerinden tenine zehirli alev akması canını yakmış olmalıydı ama gözleri hâlâ tüm hisleri gizleyerek bana bakıyordu. Öfke, içimde çok daha çetrefilli bir duyguya dönüştü, nasıl olurdu da içimdeki umudu parçalara ayırırdı? Bağıra bağıra ağlayıp ona yalvaracağım aşamayı çoktan geçmiştim, artık sadece öfkemi bir diken gibi ona batırmak, onu kanatmak istiyordum. Az daha ailesinden birini öldürecekti. Ona sığınan, onun gözlerinin içine tek ailesi oymuş gibi bakan bir Gümüş Pençe’yi hiç düşünmeden öldürecekti!
“Bana karşılık ver!” diye emrettim ama emrim karşılıksız kaldı, yılanım bir kez daha farklı bir noktasına zehirli dişlerini batırıp cehennemden çıkagelen ateşimi tenine zehir olarak döktü. Yine kayıtsız kaldı, derisinde açılan her bir kesikten şimşeklerin parıltısı saçılıyordu ama o şimşeklerini kullanıp bana saldırmıyordu.
Yaren, “Mahinev!” diye bağırdı ama Manbel bana doğru gelen adımlarını durdurmak için kızının önüne atladı. Yaren çırpındı ama benim gibi o da bu gerçekten kaçamadı. Artık bu adamın abisi olmadığını o da benim gibi biliyordu.
“Bana karşılık vermeme nedenin ne?” diye sordum. İleri gidip onu öldürebilir miydim? Onu öldürmenin yolunun bu olmadığını biliyordum ama eğer elimde olsaydı, onu gerçekten öldürebilecek olsaydım, şu an onu öldürebilir miydim? Kalbim çatırdadı, farklı birkaç yerinden çatlamaya başladı; göğüs kafesimin içine döküleceğini sandım.
“Beni öldüremeyeceğini biliyorum ve karşılık verirsem, seni öldüreceğimin de farkındayım,” dedi alayla, sesindeki alay beni öfkeyle doldurdu. Yeni gölgelerin sarnıcın duvarlarını zorladıklarını hissettim ama enerjim öyle bir kalkan oluşturmuştu ki kalkanı delip geçemiyorlardı.
“Gümüş Pençeler ve cadılar!” diye bağırdım Nemesis’i sıkıca kavramaya devam ederken. “Dışarıdakilerle ilgilenin.”
Nemesis’i biraz daha havaya kaldırdığımda heykellerin ortasında benim yarattığım bir eser gibi asılı kaldı. Avucumda büyüyen siyah ışığı yere bıraktım ve ışık sıcak bir buhar gibi yayılarak zeminde ilerleyip sarnıcı sarmaya başladı. Yaydığımın bana ait bir güç parçası olduğunun farkındaydım, bu parçanın benim yanımda savaşan herkesin gücüne güç katacağını da biliyordum; Nemesis de biliyordu.
“Boşuna,” dedi zorla konuşarak, yılandan kollarım onu biraz daha sarıp sıktı. “Beni şu an öldürebileceğini sanıyorsun ama ne buna yüreğin var ne de gücün. Ben öldürülemeyenim.”
“Yanlış, ben seni öldürebilecek olan kişiyim,” dedim kendimden emin bir sesle. Kalbim bir ömür beni affetmeyecekti. “Bildiğini biliyorum,” diye devam ettim cümleme. “Sen bir Ölüm Yıldızı olsan da bedenin benim Nigin’im. Yedi Güneş’i bir araya getirebilecek kişi sadece Efken tarafın değil, aynı zamanda benim.”
Meleklerin uzun zamandır bizim için söylediği ayrılık ilahisi, artık şehrin tüm sokaklarında yankılanıyordu ama bu ilahiyi sadece o ve ben duyabiliyorduk. Gerçeğin diyarından yükselen gürültü karşısında yağmura yakalanmış gibi sırılsıklamdı, bunu bildiğini onun gözlerine baktığım an anladım. Bu gerçeğin zaten farkındaydı. Eğer beni durdurmazsa, beni bugün burada, ellerinde soldurmazsa, Yedi Güneş’i bir araya getirebilecek kişiyi özgür bırakmış olacağını artık biliyordu. Dönüş yoktu. Ya beni öldürecekti ya da duracaktı ve onu öldüreceğim günün gelmesini bekleyecekti. Durmayacağını içten içe biliyordum.
Yılandan kollarım onu havada tutuyorken dudaklarımda kederli bir gülümseme yavaş yavaş şekil bularak büyüyüp ifademi şekillendirdi. Duygularım yoldan çıkmıştı, umutlarım yoldan çıkmıştı; artık ruhum için kaza kaçınılmazdı ve parçalanarak son sürat ilerliyordum. Bir yere çarpmadan duramayacaktım; çarpınca da parçalanacaktım, çarpmadan son sürat ilerlerken de parçalanacaktım. Her hâlükârda parçalanmak benim için kaçınılmaz olandı.
Ölüm Yıldızı, karşımda beyaz bir ateş gibi yanabilir, gazabını üzerime salabilirdi ama yapmıyordu. Gerçeği biliyor olmam bile bunu sona erdirmek adına onu harekete geçirmiyordu. Omuzlarımdan bana ait birer uzuv gibi çıkıp onu saran yılan kollarım, bu defa onu hemen arkasındaki büyük tarihi duvara çarptı. Sırtı duvara çarptığında gözlerini bile kırpmadı, ruhsuz bakışları benimkilere tutunmaya devam etti. Ona hissettirdiğim acının kendi bedenimde çınladığını hissettim. Omurumdan bacaklarıma kadar şiddetle sarsıldım ama bunun nedeni Nigin değildi. Bunun nedeni, o bedenin sahibi olduğunu düşündüğüm asıl kişiye duyduğum hudutsuz aşktı. Dehşet içinde ağlamak istesem de içten içe acıyla bükülsem de durmadım. Onu yılan kollarımla daha sıkı sarıp duvardan çektim, bir diğer duvara şiddetle vurdum. Bir anlığına gözlerini kıstı ama bu acıya verdiği tepki değildi, ne kadar ileri gideceğimi bilmek istiyormuş gibi beni incelerken bilinci dışında gözlerini kısmış gibiydi. Canının acısını bu kadar ustaca gizleyip, acıya yokmuş gibi davranabilmesine hayret ettim ama bir yanım bunu yadırgamadı, çektiğim ruhsal ızdıraba rağmen ben de şu an soğukkanlılıkla ona saldırabiliyordum neticede.
Herkes dövüşmek için gittiğinde, artık sarnıcın ortasında yalnızdık ve etrafımızda savaşın zalim sesi vardı.
“Ben,” dediğinde durdum, gözlerimin içine bakarken duvara yaslıydı ve yılanlar tarafından esir alınmıştı. “Senin yüzmeyi öğrenmen için bir okyanus kan dökebilirim. Ben, yüzmeyi öğrenmen için bir okyanus ağlayabilirim.” Bu cümleyi kurarken ruhsuz bakıyorsa da sesinde gizlediği şey, gözlerinde gördüğüm ruhsuzluktan çok ötedeydi; gecenin içinde bulmamı bekleyen gümüş rengi bir anahtar gibiydi. “Bir yanım senin kollarında uyumayı öğrendi. Cennetin uykusunu kollarında gördüm. Melekler sen kollarımda olduğun her an, kötülüğe sığınan eşsiz ruhun için ağladı. Sana bir bıçak gibi saplanan o küçük parçam, bir bütün olan beni senin kölen yapmaya zorladı.” Gözlerini yavaşça yumup geri açtığında Efken oradaydı. “Ne yazık ki küçüğüm, benim kaderimde bir zalim olmak var. İçime oyduğun derin krater, ebedi bir aşkın en gerçekçi izi olsa da ben artık bozulan bir parçayım. Senin ışığın artık bu karanlığın içinde ne yazık ki bir yol açamaz.” Gözlerini yumup geri açtı. Nemesis oradaydı. “Artık gözyaşlarından oluşan bir okyanus da yaratsan, o okyanusta birlikte boğulmadığımız sürece beni öldürmenin imkânı yok.”
“Efken,” diye fısıldadım ama yılandan kollarım Nemesis’i bırakmadı.
Nemesis gözlerini yumdu, geri açtığında Efken’in bakışlarıyla karşılaştım. Belki de bu hayal ürünüydü. Belki de bu gerçek bile değil, bir oyundu.
“Sen vardın,” dedi yorgun bir sesle, sanki günlerdir hiç durmadan kılıç sallamış, pençeleriyle bir yeri kazımıştı. “Sen içimde hep vardın. Daha önce de vardın, daha sonra da olacaksın.”
Efken gözlerini yumdu, Nemesis gözlerini araladı ve öfkeyle dişlerini sıktı. Gözlerine yıldırımlardan bir ışık indi; parlak gözlerinin hareleri ve bebeği kayboldu. Saf şimşeği gözlerinde gördüm.
“Ebediliğimi öldürmene izin vermeyeceğim,” demesiyle beraber, bir hırıltı boğazını tırmalayıp dudaklarından dışarı savruldu. Kafamın üzerindeki tavanın üzerinde kayan yıldırımların kör edici flaşlar gibi arka arkaya patladıklarını gördüm. Gözlerimden beynime bıçak gibi giren ışığın etkisiyle acı dolu bir çığlık atarak ellerimi yüzüme kapattığımda, yılandan kollarımın hâkimiyetini kaybettim; kollarım sağa sola bilinçsizce savrulup heykellere çarpmaya başladı ve Nemesis onlardan kurtuldu.
“Teslim olmayacaksın öyle mi?” diye bağırdı dağ deviren bir öfkeyle. Bana doğru yürüdüğünü hissettim ama ellerimi gözlerimden çekemedim, kafamın içinde sayısız ışık patlaması yaşanıyor, derin bir acı gözlerimden zihnime dere gibi akıyordu. “Senin büyün altındayım diye benimle boy ölçüşebileceğini sandın, öyle mi?” diye bağırdı yeniden öfkeye. “Bu ne cüret? Zalimi tahtından indirmeye çalışırsan, tahtının mezarın olacağını sana kimse öğretmedi mi?” Etrafıma arka arkaya yıldırımlar düşmeye başladı. Her bir yıldırım, bir kılıç olup etrafıma saplanıyordu. Sonunda beni kılıçların oluşturduğu bir hücreye aldığında gözlerimi zar zor aralayabilmiştim. Efken oradaydı ve onunla kontak kurabilmiş olmam, Nemesis’in zalim yıldırımlarının etrafıma düşüp beni mahşerinin içine çekmesine neden olmuştu.
“İçimdeki küçük parçaya güvenip beni ezip geçmeye çalışmana üzülüyorum!” diye kükredi Nemesis öfkeyle. Boynundaki kesiği elinin tersiyle sildiğinde dengesini kaybetmiş yılandan kollarımı ona yönlendirdim ama “Sakın!” diye hırladığında duruldum. “Beni ezip geçmeye çalışmanın yasını tutuyorum diye her yaptığına göz yumacak bir adam mı sandın sen beni? Sakın bir daha zihnimi dürteyim deme!” Hemen önüme bir yıldırım daha düşürdüğünde ve yıldırım daha büyük bir kılıçmış gibi önüme saplandığında dehşet dolu gözlerle ona baktım. Etrafımda bir tur döndü, bense hareket edemiyor, yıldırımların diktiği hücrenin içinde kapana kısılmış sessizce onu izliyordum. “Neredeyse senin sahte aşkına kapılacaktım, şimdiyse o narin çığlıklarını duymak için can atıyorum,” dedi öfkeyle. “Teşekkür ederim sana Azize, öfkemi dirilttiğin için. Neredeyse öldüğünü düşünmeye başlamıştım.”
“Efken seninle savaşıyor, öyle değil mi? Senin parçan, seni reddediyor. İstenmiyorsun bu vücutta,” dediğimde öfkeyle burnundan soluyarak bana baktı.
“Alevlerin cehennem gibi kızım, bu doğru,” dedi öfkeyle. “Ama bilmiyorsun, ben o cehennemin ta kendisiyim. Ateşin benim yolumu aydınlatmak için yanabilirdi, sen beni yakmayı seçtin. Gökten düşen yıldızları senin için çıplak el ile toplayabilirdim, şimdi onları senin için avucumun içinde söndüreceğim. Bu karanlığa iyi bak, Azize.” Birden tüm ışıklar söndü, sarnıç karanlık uykusuna yattı. “Bunu sen yarattın.”
Yakıcı gözleri gözlerimdeydi, şimşekleri en yükseğe tırmanıyordu. Gök gürültüsü ve yıldırımlar göğün kalbinde uğulduyordu ve her yer hiç olmadığı kadar karanlıktı.
Aramızda birkaç adımlık mesafe kalana kadar yaklaştı. İşaret parmağını kaldırıp tehditle sallarken, “Beni çok kızdırdın,” dedi. “Beni ölümle tehdit ederken aklından ne geçiyordu? Karşında ne olduğunu bilmiyor musun sen?” Beni azarlar gibi soruları peşi sıra sorarken gözleri yüzümde pençe gibi dolaşıyordu.
“Evet, bir canavar,” dedim tükürür gibi.
“Arkadaşların daha bir avuç gölgeyi yok etmek için bu kadar vakit harcıyor,” diyerek çenesiyle sarnıcın koridorunu işaret etti. “Karşıma geçmiş beni yok edeceğini söylüyorsun. Yanındakilerle benim gölge lejyonumun çeyreğini bile yok edemezsin. Sandığından daha fazlasına sahibim. Her an yenisi doğuyor, her an yenisini lejyonuma katıyorum. Peki ya sen? Seni tanımayan bir avuç basit cadı, ne olduğu belirsiz birkaç Gümüş Pençe, henüz gücünü kullanmayı bilmeyen bir Güneş Leydisi, onun iblis babası ve bir leş yiyici ile beni alt edeceksin, öyle mi?”
“Vitali’yi unuttun sanırım?”
“Bir de korkak, suların altında gizlenen sikik büyücü vardı, doğru. Aman ne güçlüsünüz.”
“Yedi Güneş bir araya gelince topuklarını götüne vurarak kaçması gerekecek bir adam için fazla iddialı sözler bunlar,” dediğimde dişlerini birbirine bastırarak gözlerini devirdi.
“İntihara meyilli olduğunu bilmiyordum,” dedi donuk bir sesle. “Nigin Bağı’nı kullanarak Yedi Güneşi bir araya getireceğini söyleyerek intihar ediyorsun. Seni öldürmem için bilerek yaptığını düşünmeye başladım.”
“Konuşmak ve şehri mahvetmek dışında yapabildiğin hiçbir şey yok.”
“Sen öyle san,” dediğinde çatık kaşlarla gözlerinin içine baktım. Derin bir nefes alarak, “Sabrımın sonuna geldin,” diye devam etti cümlesine. “Şimdi bir karar vermek zorundasın.”
Bakışlarım donuklaşırken, “Ne kararından bahsediyorsun?” diye sordum öfkeyle.
“Bir seçim yapacaksın ve bu seçimi yapmak zorundasın, beni kandırmaya ya da oyalamaya çalışma çünkü bu kez buna iznin yok. Sana bir şans daha vermeyeceğim.” Elini pantolonunun cebine sokup, “Ya şimdi benimle gelirsin ya da tek bir patlamayla belki İstanbul’u değil ama burayı ve dışarıda omuz omuza savaş veren tüm arkadaşlarını taşa çevirip kum gibi yere dökerim,” dedi hiç düşünmeden. Bunun bir tehdit olmadığını, hiç düşünmeden yapacağı şey olduğunu gözlerindeki karanlık parıltıdan anlamak mümkündü. Bu defa şakası yoktu. Hiçbir zaman şakası olmamıştı.
“Seninle geldiğimde de onları yok edeceksin,” dediğimde burnundan soluyarak güldü.
“Bana olan güvensizliğin takdire şayan. Evet, bana güvenmemelisin. Öte yandan, bana güvenmeye de mecburmuşsun gibi duruyor.”
İlişkilerin çoğunluğunun bir gün sona ereceğini biliyordum ama bizimkinin bu şekilde sona ereceğini hiç düşünmemiştim. Ebedi sürecek, bir gün ölsek bile farklı bedenlerde, farklı çağlarda yeniden uyanıp birbirimizi bulacakmışız gibi hissederdim. Mēness ve Saul bunun en büyük örneğiydi benim için. Kim bilir, belki de onlardan önce de birileri olarak gelmiş, birbirimizi bulmuş, sevmiş ve mahvetmiştik.
Nemesis, ona oldukça uzun bir süre baktığım için kaşlarını çattı ve “Cevabını bekliyorum, seni sonsuza dek bekleyemem,” dedi, sesi beton gibiydi, bir adım atsam o betona çarpıp tuz buz olacakmışım gibi hissettim.
Onu yok edemeyeceğim bir gerçekti. En azından şu an. Şu an bunu yapamazdım. Bunu o da biliyordu. Kızıl Megalar olmadığı sürece, bunu yapabilmemin imkânı yoktu ve gücüm her ne kadar şaha kalkarak damarlarımı yakıp beni yepyeni hâlleriyle tanıştırmış olsa da ona karşı sınırlıydı; karşımda tüm evrenlerin en güçlü adamı vardı. Bir parmak şıklatmasıyla karayı, denizleri ve atmosferi yok edebileceğini artık biliyordum. Bunu kalbim paramparça olurken öğrenmiştim.
Eğer şu an onunla gitmezsem, bunu yapacağını gözlerinde görebiliyordum. Babam deliye dönecekti, arkadaşlarım şaşıracak ve bana öfkeleneceklerdi, bunu biliyordum ama onları koruyabilmem, bu herifi de savuşturabilmem için bu şarttı. Onu yok edeceğim an, şu an değildi; şu an sadece yok edilen taraf olacağımın farkındaydım. Boş tehditler savurmadığını, şimşeği doğrudan Hatem’i hedef aldığı ilk anda anlamıştım.
“Derhâl tüm bu olanlara son ver,” dedim. “Gölgeleri geri çek.”
“Arkadaşlarının sağ bıraktığı öfkeli askerlerimi geri çekerim,” diye cevap verdi. “Oldukça fazla asker öldürdünüz.”
“Seninle geleceksem,” dedim dişlerimin arasından, “o pisliklerin hepsini bir deliğe sokacaksın ve asla kimseye saldırmayacaklar. Herhangi bir canlıya yaklaşmayacaklar.”
Nemesis omzumdan dökülen yılan kollarıma baktı ve “Onları çıktıkları yere geri sok,” dedi, “bana bir kez daha o çatallı kollarınla vuracak olursan, fikrim doğrudan değişecek.”
“Mide bulandırıcısın.” Enerjim damarlarımda çatırdadı ve yılanlar hızla geri çekilerek omuz başlarımdan içeri girdiler; derim hiç yara açılmamış, oradan mistik kollar savrulmamış gibi pürüzsüzce parladı. Yılan derisinin yok olduğunu gören Nemesis, bana doğru bir adım attı.
“Askerlerime enerjimden küçük bir pay verdim, bu pay bile arkadaşlarını oldukça zorlayacaktır. Eğer bir kayıp verilmesini istemiyorsan, benimle gel. İkinci bir pazarlık olmayacak ve sana yeni bir seçenek sunmayacağım, Azize.”
Dışarıda hiç tanımadığım, buna rağmen bize yardıma gelen onlarca insan vardı. Sarnıcın dışına taşan savaşın İstanbul’daki sessizliği parçalara böleceğini, yarın panik dolu bir sabaha uyanacağımızı biliyordum ve bu paniğin içinde bir de kayıplar vermiş olmak istemiyordum.
Nemesis, hiç beklemediğim bir anda bileğimi tutup beni kendine çekince, “Bırak beni!” diye bağırdım ama buna aldırış etmedi. Emirlerimin onun üzerinde hiç hükmü yoktu. Nigin Bağı hâlâ vardı ama o bağı hissedemiyordum, içimde bir parça kopmuş ve kaybolmuş gibiydi.
Efken’i çok özlüyordum.
“Son kez soruyorum,” demesiyle, “Geliyorum!” diye bağırmam bir oldu. “Geliyorum Allah’ın cezası!”
Gümüşi bir ışıkla parlayan mavi gözleri kalbimi kasıp kavuran bir tanıdıklıkla yüzümde dolaştıktan sonra, “Ben de öyle düşünmüştüm,” dedi ve elini öne doğru uzattı. Bana ne olduğunu anlamama fırsat vermedi. Önce ellerinin siyah bir deriyle kaplandığını gördüm, ardından parmakları incelip uzadı ve karanlık, bileğinden dirseğine dek uzanarak gömleğinin altına gizlendi. Ellerini gördüğüm an anılar bir fırtına olup başımın üzerinden geçip beni yıktı. O Gümüş Pençe gözümün önünde deşilirken portalın içinden çıkan el, bu eldi. Kalbim acıyla sancırken Nemesis uzun, siyah tırnaklarıyla havada bir daire çizdi. Daire siyah bir aurayla parladı, ardından etrafında şimşekler çatırdayan bir oyuğa dönüştü.
“Bu biraz acıtabilir,” dediğinde ne söylemeye çalıştığıyla ilgili hiçbir fikrim yoktu. Ta ki beni tutup o portaldan geçirene kadar. Acı ruhumu kırdı, bedenimi büktü; bağırmamak için dudaklarımı birbirine bastırıp dişlerimi kırmak istercesine birbirine yasladım. Gözlerimi yumduğumda bile şimşeklerin ışığı gözlerimi yumduğum karanlığı gümüş renginde aydınlattı. Burnumdan sertçe soluduğum ve acıyla mücadele etmeye çalıştığım sırada şimşeklerin ışığının söndüğünü, kapalı gözlerimin ardındaki karanlık büyüdüğünde anladım.
Parmaklarını sardığı bileğimdeki basıncı hissetmeye başladım. Soğuk bir rüzgâr saçlarımı yana doğru uçuştururken tenime acıtan bir darbe kondurdu; soğuğun derimi uyuşturduğunu ilk kez hissediyordum. Gözlerimi araladığımda saçlarım yüzümün sınırları önünde uçuştuğu için başta önümü göremedim. Saçımı kulağımın arkasına götürüp görüş alanımı açtığımdaysa devasa bir karanlıkla karşılaştım. Etraf bomboştu, ne ağaçlar ne de yapılar vardı ve bu bana bir uçurumun dibinde olma ihtimalimizi hatırlattı. Nemesis bileğimi bıraktığında etrafa dokundurduğum meraklı bakışları ona çevirdim. Ona baktığım an, bedeninin arkasında kalan gökte bir şey parladı ve şimşek büyük, devasa bir damar gibi karanlık gökyüzünü yararak ikiye ayırıp patladı.
Nemesis’in gözlerinin içine baktım. Ardından bakışlarım arkasında kalan yapıya takıldı. Karanlıkta olduğumuz için yapıyı seçmek oldukça zordu ama ışıklı bir alandayken görkemli görüneceğinden emindim. Gotik tarzın ihtişamını ve lüksünü yansıtan bir görünüme sahip bu yapıya baktığımı fark ettiğinde, yan tarafıma geçip, incelemem için bana alan tanıdı. Büyük kuleler ve kemerli pencereler, yapıyı olduğundan daha gizemli gösteriyordu. Taş işçiliğin detayları, binanın sağlamlığını vurguladığı gibi zenginliğini de açıkça ifade ediyordu.
“Burada mı gizleniyorsun?” diye sorduğumda buna cevap vermedi.
“Yürü,” dedi sadece. Emretmesi ona dik dik bakmama neden olsa da söylediğini yapmak zorunda kaldım. Ana giriş, geniş bir merdivenle çevriliydi ve mermer sütunlarla süslenmiş bir sundurma altındaydı. Yüksek, neredeyse üç buçuk, dört metre uzunluğundaki işlemeli kapıya baktım. Etrafı çevreleyen bahçe, karanlığın içinde çok soluk görünse de dikkatle bakıldığında seçiliyordu. Malikânenin çaprazında bir havuz olduğunu fark ettim. Işıkları kapalı havuzun içindeki karanlık suyun dalga sesini duyabiliyordum. Yine çaprazımda sırtına uçurumu alan bir yürüyüş yolu vardı.
Malikânenin kapısını açıp sırtını kapıya yaslayarak içeri girmemi bekledi. Malikânenin girişinde ihtişamlı bir antre yer alıyordu. Yüksek tavanlı bu alan, karanlık bir atmosfere sahipti. Zeminde üzerinde yaldızlar bulunan mermer döşemeler vardı, antrenin bir yanında özenle seçilmiş sanat eserlerinin olduğu bir galeri uzanıyordu. Duvarlar, antik dönemden modern sanata kadar çeşitli tablolarla süslenmişti.
“Burayı nereden buldun?” diye sordum donuk bir sesle.
“Burası bana ait,” dedi sadece ama buna inanmak istemedim.
Antrenin karşısında salon bulunuyordu. Tavana kadar uzanan geniş pencereler, gün doğduğunda doğal ışığın içeri dolmasını sağlıyor olmalıydı ama şu an sadece karanlığı içeri davet ediyordu. Salonun duvarları bordodan siyaha çalan lüks kumaşlarla kaplanmıştı ve gümüş varaklı süslemelerle bezeliydi. Oldukça yüksek tavandan aşağı sarkan kristal avizeye baktım; ışığı bin parçaya böldüğüne emindim. Koltuklar yumuşak kadifedendi, bol bol minder ve pahalı işlemelerle kaplı yastıklarla döşenmişti. Salonun bir yanında şöminenin bulunduğu bir oturma köşesi daha yer alıyordu. Tüm duvarı kaplayan kitaplık, onlarca ansiklopedi ve eski basım kitaplarla doluydu. Şömine, mermerden işlenmiş bir çerçeveyle çevriliydi ve etrafındaki rahat, tekli koltuklar ise samimi bir atmosfer yaratıyordu. Salonun bir diğer köşesinde bir piyano, piyanonun önünde de uzun sandıktan bir koltuk vardı.
İçeri doğru birkaç sarsak adım attım. Salonun bittiği noktada çift kanatlı, siyah, gotik bir kapı vardı. Kapı açık olduğu için içeriyi görebiliyordum. Yemek masası oradaydı, eski, antika dokulu ve siyahtı. Gümüş varaklı detaylarla süslenmişti. Masanın üzerindeki siyah, antika şamdanların üzerindeki inci renginde mumların bir kez olsun yanmadıkları fitillerinin yeni gibi durmasından belli oluyordu.
Nemesis parmağını şıklattığında, şöminenin içindeki odunların etrafında şimşeklerin çatırdadığını gördüm. Ardından şömine yanmaya başladı.
“Her ne kadar soğukkanlı bir canlı olsan da üşüdüğünü düşünüyorum,” dediğinde ona omzumun üzerinden tiksinti dolu bir bakış attım.
Üşüttüğü tek şey, kalbimdi.
Tekli koltuğa doğru ilerlerken mermer zemine vuran topuklularımın sesi, sessiz malikânenin içinde yankılar uyandırdı. Otururken elbisemin kumaşını düzelttim, ardından bacak bacak üstüne attım ve yırtmacımdan dışarı süzülen bacağımda parmaklarımı gezdirirken çatık kaşlarla ateşe baktım.
“Gebermeyen gölgelerini geri çektin, değil mi?”
Yere düşen adımlarının sesini dinledim. Şöminenin önünde uzun boyu ve geniş kütlesiyle dikildikten sonra bana yandan bir bakış attı. “Unuttun herhâlde,” dedi, bir an kalbim yavaşladı. Lütfen o cümleyi kurma. “Benim her sözüm, bir yemindir.” Kalbim göğsümün içinde bir porselen gibi düşüp parçalara ayrıldı. Kabul etsem de etmesem de onun Efken’in bir parçası olduğuyla çok sert bir şekilde yüzleşmiş olmak canımı çok yaktı.
“Neden seninle gelmemi istedin?”
Sorum onu hazırlıksız yakalamış gibi bir an için duraksadı. Bedenini tamamen bana doğru döndürdüğünde, ateşler onun arkasında yükselerek ışığıyla büyük cüssesine alevden kanatlar ördü.
“Bunu kendim için istediğimi düşünecek kadar ukala değilsindir umarım,” dedi bıçak gibi bir sesle. “Beni öldürmeye kalkışmış bir kadını neden yanımda isteyeyim?”
“Burada olduğuma göre?” diye sordum, çenem seğiriyordu.
“Seni kendim için istemiyorum. Başkaldıran bir kadın umurumda değil.” Sesi bir şeyi kanıtlamak istiyor gibi sert yükselince kaşlarım istemsizce havaya kalktı. İfadem sinirini bozmuş gibi gözlerini salonun farklı bir bölümüne çevirdi. “İçimdeki bir parçanın sivrisinek gibi vızıldaması başımı ağrıttı. Ona seni basarsam çenesini kapatır diye düşündüm.”
Bir an bedenim gerildi, gözlerimi yüzüne dikerek, “Efken’den mi bahsediyorsun?” diye sordum.
“Efken, Nemesis, Saul,” dedi dişlerinin arasından. “Hepsi benim. Farklı biriymişim gibi konuşmayı bırak. Her neyse. O aptal tarafım için önemlisin ve kendime ait bir parçanın beni tırmalayıp durmasından hoşlanmıyorum. Bu yüzden burada dur. Yanımda.”
Efken tarafı onunla savaşıyor muydu? Gözlerimi Nemesis’in yüzüne diktiğimde rahatsızlıkla kaşlarını çattı. “Eğer karşımda hâlâ nefes alabiliyorsan, bu sivrisinek sesini sevmediğimdendir,” dedi. “Beni öldürmeye kalkıştın ve bu yaptığın en büyük hataydı.”
“Kızıl Megaları bir araya getirmemem için beni esir aldığını düşünmüştüm,” dediğimde, “Tabii o da var,” dedi ama dürüst değildi; bunu mavi gözlerindeki bakıştan anlamak mümkündü. “Yanımda kal, senin canını bağışlayayım,” diye söze girmesini beklemediğim için daldığım düşüncelerden sıyrılarak kaşlarımı çattım. “Kızıl Megaları ortadan kaldırırım ama kardeşine dokunmam. Sen de bunun karşılığında yanımda kalırsın.”
“Gümüş Pençeleri öldürmene göz yummamı istiyorsun, doğru mu anladım?” diye sordum dehşetle.
Tek kaşını kaldırıp, “Evet,” dedi. “Senin için hecelememi de ister misin?”
Genzimde büyüyen bir öfkeyle, “Sen kafayı yemişsin,” dedim.
“Daha da kafayı yememi istemiyorsan yanımda kal,” dedi, ardından kurduğu bu cümleyle beraber alçalttığı sesine kendisi de şaşırmış gibi kaşlarını çatarak gözlerini yüzümden ayırdı. Burun deliklerinin aldığı nefesle genişlediğini gördüm, boynunu çıtlattıktan sonra, “Bunu kendim için istemediğimi anladın varsayıyorum,” diye ekledi.
“Aklına gelebilecek her şeyi kendin için istiyorsun,” dedim sertçe. “Kendinden başka hiçbir şeyi düşünmüyorsun. Neden yapıyorsun bunu, nedenin ne?”
Tek omzunu indirip kaldırarak, “Çünkü yapabiliyorum,” dedi sadece.
Öfkemi bastırmaya çalışarak oturduğum yerden kalktım. “Gölgelerin de bu malikânede seninle mi kalıyor?”
“Eğer öyleyse beni kıskanacak mısın?” diye sordu alayla.
“Siktir git.”
“Üst kata çıkıp dinlen, belki o küçük zehirli dilini tutmayı öğrenirsin de onu koparmak zorunda kalmam küfürbaz,” dedi donuk bir sesle. “Şansını daha fazla zorlama.”
“Aksi hâlde ne yaparsın? Beni de mi yıldırımlarından geçirirsin?”
Ona meydan okuyan gözlerle bakmamı biraz olsun umursamadan, “Dinlenmeye git,” diyerek sırtını bana döndü. “Çift kanatlı, siyah kapı.”
“Planın ne?”
“Şu an bir planım yok, Azize. Sadece git.”
Buradan çıkıp gitmemin imkânı yoktu. Nerede olduğumu bilmediğim gibi, peşimden geleceğini ve beni yine dostlarımın, kardeşimin, tanıdığım herkesin canıyla tehdit edeceğini biliyordum. Bir sonraki hareketini gözlemleyip, onu durdurabilmek adına yapabileceklerimi düşünmek için etrafında olmam daha iyi bir seçenek gibi görünüyordu. Bu süreçte onu oyalamayı başarabilirsem, bu benim lehime, onun ise aleyhine olacaktı.
Merdivenlere ilerledim. Mermer merdivenler belli bir basamaktan sonra bir antreye dönüşüyor, iki farklı kola ayrılarak sarmal çiziyordu. Sol tarafa dönüp, soldaki basamakları kullanarak üst kata tırmanmaya başladım. Dar bir koridora girdiğimde, koridorun duvarlarına asılmış meşaleler beni duraksattı. Evin modern mimarisine çok uyduğu söylenemezdi ama gotik bir aura yaratarak bir şekilde buraya ait görünmeyi başarmışlardı. Meşalelerde yanan alevlerin gerçek olduğunu fark ettim, ısısı yüzüme ve saçlarıma dokunarak ılık bir rüzgâr formunda cildimi çizdi.
Büyük, çift kanatlı kapının önüne geldiğimde, bu kapının malikânenin ana yatak odasına açıldığını anladım. Gösterişliydi, uzundu ve oyma desenlerle süslenmişti.
Kapıyı açmak için ellerimi tokmaklara yerleştirdiğim sırada koridorda beni izleyen birinin varlığını hissederek bakışlarımı omzumun üzerinden hızla sağ tarafıma çevirdim. Duvar kenarında beni izleyen genç oğlanın yüzünün yalnızca yarısı görünüyordu. Onu gördüğümü fark ettiği anda panikleyerek geri çekilmeye kalkıştı ama “Orada kal!” diye emrettiğimde kaçmak yerine sırtını arkasında saklandığı duvara yasladığını anladım.
Hızlı adımlarla ona doğru ilerledim, köşeyi döndüğüm anda tam da tahmin ettiğim gibi onu duvara yaslanmış hâlde buldum. Kahverengi gözleri büyümüş, pamuk gibi görünen beyaz teni bir ton daha açılarak kireç rengine dönüşmüştü; kızıl dudakları aldığı panik dolu nefeslerin etkisiyle aralık duruyordu. Yetişkin olduğuna emindim ama görünüşü oldukça gençti.
“Sen de kimsin?” diye sordum ona, göz bebeklerim ince bir elips şeklinde yukarı doğru uzayıp asıl formunu aldığında başını tamamen duvara yasladı ve korkuyla, “Lütfen beni yeme,” dedi.
“Bedenlenmiş bir gölge değilsin,” diye fısıldadım onu incelemeye devam ederken. “Ve bir insan da değilsin.”
Kaşları anlık çatılacak gibi oldu. “Çok kabasın.”
Hiç beklemediği bir anda çenesini kavradığımda gözleri yerinden fırlayacak gibi aralandı ama çırpınmadı, sanki bana karşı koyarsa başına geleceklerden korkuyor gibiydi. Çenesini sıktığım için aralanan dudaklarının iç kısmına baktım. Gümüş Pençe dişlerine sahip değildi, dili de normal bir insanın diliyle aynıydı ama onun bir insan olmadığına yüzde yüz emindim. Çenesini biraz daha sıkarak onu zorladığımda azı dişlerinin arasından yırtılan zarın içinden yavaşça aşağı doğru uzanan sivri süt dişlerini gördüm. “Aman Allah’ım,” diye fısıldadım. “Sen bir çakal mısın?”
Başını kara zorla aşağı yukarı salladı ama çenesi parmaklarımın arasında baskı altında olduğu için bana cevap veremedi. Çenesini tutuşumu hafiflettiğim anda, “Benim bir ismim var,” dedi korku dolu gözlerle. “Can.”
“Merhaba Can,” diyerek çenesine tırnaklarımı bastırdım. “Eceline mi susadın?”
“Ecelimin bu kadar güzel olması biraz acımasızca değil mi?” diye sordu yavru bir köpek gibi gözlerimin içine bakarak.
“Nemesis için mi çalışıyorsun?”
“Esmer tanrıdan söz ediyorsan, beni ırgat gibi çalıştırabilir ve bunda bir sakınca gördüğüm söylenemez,” dedi, oldukça hızlı ama buna rağmen akıcı konuşuyordu.
Süt dişlerinden yola çıkarak, “Henüz yeni uyandın, değil mi?” diye sordum.
Bu duruma alışamadığı bakışlarından, ürkek tavrından ve zarını yırtıp dışarı uzanan süt dişlerinden belli oluyordu. Başını aşağı yukarı salladıktan sonra, “Beni kaçırıp uyuşturucu bağımlısı yapmadığınızdan ve uyuşturucunun getirisi olan halüsinasyonlar görmediğimden emin olmak çok zordu. Hâlâ emin sayılmam.”
Duraksadım. “Burada zorla mı tutuluyorsun?”
“Sanmıyorum,” dediğinde kaşlarım tamamen çatıldı. “Gidecek başka bir yerim yok. Bir canavara dönüştükten sonra ailenin yanına dönemezsin. Kimse köpek dişleri olması gerektiğinden daha büyük bir oğlu olsun istemez. Şahsen ben istemezdim.”
İlk izlenim: Geveze.
“Buraya nasıl geldin?”
“Gidecek başka yerim yok,” diye tekrarladı. “O beni bulduğunda bir çöp konteynerinin kenarında çiğ karaciğer yiyordum. Evet. Çiğ.”
“Efk… Nemesis mi buldu seni?”
“Evet,” dedi. “Sen kimsin? Seni burada ilk kez görüyorum? Çiğ bir şeyler yemiyorsun, değil mi?”
“Hızlı konuşmaya devam edersen dilini yiyeceğim kesin,” dediğimde dudaklarını birbirine bastırıp korku dolu gözlerle gözlerimin içine baktı.
“Seni buraya getirmiş olmasının bir sebebi olmalı,” diyebildim. İlk kez bir çakal görüyordum, onun ne olduğunu içten içe bilsem de bu onun türüyle karşılaştığım ilk andı. Nemesis lejyonuna farklı ırklar mı eklemeye karar vermişti? Bu pısırığın ona ne gibi bir yararı olabilirdi ki? Karşımda korkmuş küçük bir çocuktan başka hiçbir şey göremiyordum.
“Senden bir şey istedi mi?”
“Keşke istese,” diye iç çektiğinde kaşlarımı kaldırarak, “Anlamadım?” diye sordum.
“Şakaydı. Ben zor bir adamımdır, öyle kolay lokma değilim. Beni etkilemek zordur.” Kollarını göğsünün üzerinde birleştirdi. “İlk kez dönüşen çakalların karaciğer aşerdiğini ve karaciğerin tamamını yedikleri takdirde dönüşüm tamamlanmadan nalları dikeceklerini biliyor muydun? Ben elimde beş kiloluk, yağlanmaya başlamış bir obez karaciğeri tutmuş onu mideye indirirken bunu bilmiyordum. Beni kurtardı.”
“Bir insanın karaciğerini mi yediğini söylüyorsun sen bana?” Hiç beklemediği bir anda dirseğimi boğazına yasladığımda korku dolu bir nefes aldı. “İnsan mı öldürdün?”
“Onu organ nakil çantasından çaldığım için üzgünüm. Umarım bir aciliyeti yoktur,” diye fısıldadı. “Öldürmüş sayılıyor muyum?”
“Demek ki o gece senin dönüşüm geçireceğini biliyordu,” diye fısıldadım gözlerimi boşluğa indirerek.
“Ölüm Yıldızı’nın bir kâhinden daha büyük öngörülere sahip olduğunu söylemişti. Ona Kadıköy’de medyumluk yaparsa paraya para demeyeceğini söylediğimde biraz sinirlendi ama bence verdiğim en iyi yatırım tavsiyesiydi.”
“Yani seni evcil küçük bir köpek yavrusu gibi besliyor,” dedim.
Can, “Gururum ayaklar altına alınmaya devam ediyor,” diye söylendi ama ona aldırış etmedim.
“Senden bir şey istedi mi? Herhangi bir görev?”
“Hayır, benimle konuşmuyor. Onu sadece üç kez gördüm. Üçünde de sinirliydi. Sinirli değilken nasıl görünüyor bilmiyorum ama sinirliyken çok ateşli olduğu yok sayılamaz bir gerçek.”
“Burada kendini güvende sanıyor olabilirsin ama aşağıdaki şeytanın nasıl biri olduğunu henüz bilmiyorsun. İstanbul’da olup biten her şeyin suçlusu aşağıdaki hıyar.”
“Ona âşık mısın?” diye sordu Can çat diye. Bir an ne söyleyeceğimi bilemediğim için Can’ın yüzüne bakakaldım. “Ona aşıksan seni anlarım, yani onun gibi adamlara genelde âşık olunur. Çok fazla novel okudum ve emin ol, ana karakterler hep onun gibiydi.”
“Dark Romance okumayı bıraksan iyi olur, yoksa bir gün celladına âşık olursun,” dediğimde, bu cümleyi Can’a mı yoksa kendime mi kurmuştum bilmiyordum. Düşünmek istemiyordum. “Bak, bir canavar olduğunu düşündüğün için ailenden kaçmaya başlamış olabilirsin ama dışarıda senden daha korkutucu canavarlar var ve ailenin yanında olman daha mantıklı olurdu.”
“Bana karaciğer yediklerini söyleme.”
“Daha beteri,” dediğimde durup gözlerimin içine ilk defa büyük bir ciddiyetle baktı. “Gölgeler, sırf eğlence için insanların bedenlerini esir alıyor. Yeni hedefin ailen olmayacağını söyleyebilir misin?”
“Babamın çok parası var, gölgeleri satın alır ve annemi de kendisini de korur,” dedi Can umursamaz bir tavırla.
“Beni dinle yarım akıllı,” dedim sertçe. “Dalga geçiyor gibi bir hâlim mi var benim? Durumun ciddiyetinin farkında değil misin sen?”
Can sessiz kalmayı seçti ama söylediklerimin kafasını karman çorman ettiğini görebiliyordum. “Çok ortalarda dolaşma,” diyerek yavaşça geri çekildim. “Herhangi bir gölgeyle ya da Nemesis’in kendisiyle doğrudan diyaloğa girme.”
Tam yürümeye başlamıştım ki, “Peki sen ne yapacaksın?” diye sordu. “Madem bu adam o kadar kötü, sen neden burada, onun yanındasın?”
Buna bir cevap vermedim, sadece yürüdüm ve yeni doğmuş çakalı geride bırakarak çift kanatlı kapıyı açıp yatak odasına girdim. Karanlık odada beni karşılayan, büyük, gotik elbise dolabının çaprazındaki konsolda yanan mumdu. Mum, motifleriyle gotik mimariye uyum sağlayan siyah taştan bir şamdanın içinde yanıyordu. Işığı devrilerek karanlık odanın içindeki ayrıntıları görmemi sağladı. Büyük, başlığı da siyah ve muhtemelen işlemeli taştan olan yatak çift kişilikti; odanın tam ortasında, sırtını büyük duvara yaslamıştı ve çaprazında boydan cam yer alıyordu. Kaşmir halı tam ortadaydı, odanın büyüklüğü göz önünde bulundurulduğunda küçük kaldığını söyleyebilirdim. Yatağın iki yanında yatak başlığıyla aynı maddeden yapılmış siyah komodinler, komodinlerin üzerinde de başlıkları siyah kadifeden yapılmış abajurlar vardı. Siyah, yumuşak çarşafların beni âdeta içine çağırdığını hissettim, yorgunluktan sızlayan vücudumu bu yatağın üzerine bıraksam günlerce uyurmuşum gibi geliyordu ama kafamın içindeki kaos, bu uykuya asla izin vermez gibi de geliyordu.
Odanın ortasına kadar ilerleyip, yatağın ucuna oturduktan sonra duvar boyundaki elbise dolabının yanındaki, çerçevesi siyah boy aynasına baktım. Bitik hâlde görünüyordum. Elbisemin omuz kısımlarında yırtıklar vardı, sebebi kullandığım güç sonucu omuzlarımdan fırlayan yılanlardı.
Olacaklar artık öngörülemeyecek kadar karanlığın içine gizlenmiş durumdaydı; o karanlığın içinde bizi bekleyenin tamamen sürpriz olduğunu, ne kadar uğraşırsam uğraşayım o şey gelene kadar onu göremeyeceğimi biliyordum. Kendimi buna inandırmıştım. Ağlama hissiyle, kabullenip sessiz kalma hissi aynı anda içimde büyüdü ve birbirlerine bıçaklarını çekti. Hangisinin kazanacağını, hangisinin ise cesedinin yere serileceğini artık hiç kestiremiyordum.
Yavaşça bacaklarımı karnıma doğru çektim, ardından yana doğru devrilip örtülerini kaldırmadığım yatağın üzerine eğreti bir şekilde uzandım. Buraya ait değildim. Ne bu yatağa aittim artık ne de bu şehre ait hissediyordum kendimi… Büyük bir parçamı Varta’da bırakmıştım ve İstanbul, uzun zaman sonra tanıdığı o kızı değil, o kızın bedeninde bir yabancıyı ağırlıyordu.
❄️
Saçlarımda yabancı bir dokunuş hissettim. Bir zamanlar çok tanıdık gelen bu dokunuşun, artık bir yabancıya aitmiş gibi hissettirmesi ruhumda görünmez yaralar açtı. Gözlerimi aralamak istemedim ama elimi uzatıp saçlarıma dokunan elin sahibinin bileğini kavramak, o dokunuşu saçlarımdan uzaklaştırmak istedim. Bu, bir nedenden kalbimdeki baskıyı büyüttü, ruhumdaki ağrıyı çoğalttı. Artık bana dokunan kişinin Efken Karaduman olmadığını bilmek, ruhumdaki ağrının, bedenimdeki bir hastalığa dönüşmesine neden olacak seviyeye ulaştırdığını hissettim.
Neden bana dokunuyordu? Madem beni bir parçasını durdurmak için yanında tutuyordu, neden parmakları saçlarımda dolaşıyordu? Nemesis’in amacı neydi? Bunu anlayamadım.
Parmaklarını saçlarımdan ayırdı. Yere düşen adımlarının seslerini dinledim. Odanın ortasına doğru ilerliyor olmalıydı. Kapıyı açtığında koridorda yanan meşalelerin ışığı kırılarak içeri devrildi ve büyük yatağın üzerindeki bedenimi altına aldı. Gözlerimi açmadım, sadece gitmesini bekledim.
Kapı yavaşça kapandığında gittiğini fark edip gözlerimi araladım ama oradaydı, kapalı kapıya sırtını yaslamış, meraklı gözlerini bedenime dikmişti. Gözlerimi açtığımı gördüğü anda, dudaklarında sinsi bir gülümseme büyüdü. Beni kandırdığını fark etmek kaşlarımı çatmama neden oldu.
“Sapık herif,” diye hırladığımda gülümsemesi gözlerine dek ulaştı.
“Üçkâğıtçı kadın,” diye alay etti benimle.
“Yaptığın şey çok sapıkça, rahatsız edicisin. Siktir olup gitmeni bekliyordum.”
“Ya da ne kadar ileri gideceğimi görmek istedin?” dedi sorar gibi. Bu düşünceye kapılması bile beni dehşete düşürdü. Yatağın köşesindeki yastığı kapıp ona fırlattım, yastığı havada yakaladı ve tek kaşı havaya kalktı. “Uslu durmayı öğren, yoksa fena olur.”
“Ne yaparsın?” diye sordum sertçe. “Yatağın ortasına bir yıldırım mı fırlatırsın?”
“Bu çok kolay olurdu,” dedi tehditkâr bir sesle. “İşleri kolay yoldan halletmeyi sevmem.”
“Siktir git,” dedim dişlerimin arasından.
“Kalkıp bir duş al, yatağımda bir yılanın pullarını görmek istemiyorum,” dedi demir gibi sert, soğuk ve benden uzak bir sesle; bir an durup gözlerinin içine baktım. Efken’in ilk hâllerini anımsatıyordu, henüz parmaklarımı ruhuna değdirmediğim zamanlardaki o yırtıcı hâlinin bir benzeri karşımda duruyordu. Parmağının ucuyla odanın içindeki karanlığa gizlenmiş kapıyı işaret etti. “Soğukkanlı yaratık, senin için küveti buz parçalarıyla doldurmamı ister misin? Sıcak sudan hoşlanmıyorsundur.”
“Yaratık görmek istiyorsan aynaya bak.”
“Aynada sevdiğin adamın yansıması var, bir canavarın değil. Bu sana yeterince acı veriyor mu?” diye karşı atağa geçince kalbim sıkıştı.
“Sevdiğim adam sen değilsin,” dediğimde dişlerini sıktı, bunun onu neden öfkelendirdiğini merak ederek gözlerinin içine dikkatle baktım ama hissettiği her şeyi kolaylıkla gizleyebiliyordu.
“Ne kadar aptalsın,” dedi, “umutsuz bir romantik gibi gözlerimin içine bakarak bunu söylediğinde yaralanacağımı falan mı düşünüyorsun?”
“Kafana bir vazo fırlatıp beynini yarsam kesin yaralanırdın,” dediğimde, tek kaşını daha da havaya kaldırıp, “Denesene,” diyerek meydan okudu.
Ayaklarımı yere basıp boynumu esneterek ayaklandığımda beni izlemeye devam etti. Herhâlde vazoyu alıp kafasına fırlatıp fırlatmayacağımı merak ediyordu. Bunun yerine, “Bana giyecek bir şey bul,” dedim sertçe.
“Burada emirleri ben veririm.”
“Bul,” diyerek bedenimi ona doğru çevirdim.
Dişlerini birbirine bastırıp gıcırdattı, yüzüne çöken ölümcül çukurları izlemekten keyif duydum. Seğiren çenesiyle elbise dolabını işaret ettiğinde, tek kaşımı kaldırarak, “Etrafa yıldırımlar saçıp birkaç mağaza yağmaladın herhâlde,” dedim ve elbise dolabına doğru ilerledim.
“Yağmacıya mı benziyorum?”
“Hiç farkın yok,” dedikten sonra elbise dolabının kapağını sertçe asılıp açtım. Bir an donup kaldım. Elbise dolabındaki askıların çoğunda kadın kıyafeti vardı. Midemden boğazıma yükselen safra beni neredeyse dizlerimin üzerine düşürüp öğürtecekti. “Yatıp kalktığın biri var, öyle mi?” diye sordum kendime bile yabancı gelen bir sesle. O beden Efken’e aitti ve o bedenin benden başka bir bedenin sahibiyle iki farklı yılan gibi birbirine dolandığını düşünmek, kanımdaki zehrin beni öldürebilecek bir silaha dönüşmesine neden oldu.
Cevapsızlığı içimi sıkıştırınca kafamı çevirip ona baktım. Sorum ona keyif vermiş gibiydi, yüzü ifadesiz olsa da gözleri dikkatle parlıyordu.
“Biriyle yatıp kalkıyorsun,” dedim tiksintiyle.
“Aynen,” dediğinde dondum, daha sonra, “Etiketini çıkarmadan giyiyor kıyafetleri,” diye alay etti. Bir an bakışlarım kıyafetlere çevrildi. Her birinin alt kısımlarından etiketlerinin sarktığını görünce sertçe yutkundum.
“Kim için bunlar?”
“Yalnız kaldığımda kadın kıyafetleri giymek gibi garip fantezilerim yok,” dedi. “Ellerim de senin bedenini oldukça iyi tanıyor. Bedenini bulmak konusunda zorlanmadım.”
Dişlerimi sıkarak birkaç parça kıyafeti söker gibi yerinden çıkarıp, “Çık git şu odadan,” dedim ters bir sesle. Elindeki yastığı köşeye fırlattı ve bu hâlim onu eğlendirmiş gibi kaşları havada, kollarını göğsünün üzerinde toplayarak beni süzdü. “Git!”
“Daha önce vücudunu görmemişim gibi davranıyorsun,” dedi.
Öfkeyle soluyarak, “Defolup gidecek misin?” diye sordum sertçe. Ahmağın tekiydi, ona karşı sabrımın kalmadığını hissetmeye başlamıştım. Öfkenin kanımda nasıl ilerlediğiyle ilgili bir fikri olsaydı eğer, belki de bu kadar çok üzerime gelmezdi. Kendi iyiliği için.
Yine de umurunda değil gibi duruyordu. Öfkem de sarf ettiğim cümleler de biraz olsun onu ilgilendirmiyor ya da yaralamıyordu sanki. Bir süre beni izledikten sonra sonunda odadan çıktı ve kendimi banyoya atabildim. Siyah mermerler ve işlemelerle süslenmiş, lüks görünse de oldukça kasvetli banyoda uzun süre vakit geçirmedim. Diken üstünde hissediyordum, bu yüzden su bedenimi temizlediği an kurulanıp üzerime kıyafetleri geçirdim. Kıyafetler sinir bozucu bir şekilde günümüze ait değil gibi duruyordu ama her birinin etiketi hâlâ kumaşının kenarından sarkar vaziyetteydi. Belime oturan, volanlı eteğiyle ayak bileklerimi içine alan bir elbisenin içindeydim. Elbise siyahtı, omuzlarında detaylandırılmış pahalı dantel işlemeler vardı. İnce belimi gözler önüne seriyor, geniş kalçalarımı kabaran eteğinin altında gizliyordu. Kendimi farklı bir yüzyılın içinden fırlamış gibi hissettiren elbisenin içindeyken Mahinev değildim de Mēness’in ta kendisiydim sanki.
Islak saçlarım kendi kendine kurumuş, ısı uygulamadan kendi hâlinde kurumalarına izin verdiğim için uçları lüle lüle olmuştu. Çıplak ayaklarla odanın içinde dolaştım, mumun ışığı gölgemi büyüterek duvarlarda estiriyordu. Bir süre ne yapacağımı düşündüm, bir süre sonra ise yapabileceğim bir şey olmadığını fark edip kendime duyduğum öfkeyle yatağın ucunda oturdum ve odanın kasvetinin ruhuma çökmesine izin verdim.
Sonunda bu odada tıkılıp kalmanın bir şeyleri değiştirmeyeceğini anladığımda yerimden yavaşça kalkıp çıkışa ilerledim. Bir süre koridordaki sessizliği dinledikten sonra kapıyı açıp dışarı süzüldüm. Her an bedenlenmiş, dili beyninden daha aktif çalışan bir gölge görebileceğim ihtimalinin sinirlerimi tepeme toplatması, yere düşen adımlarımın sertleşmesine neden oldu. Alt kata inerken ateşten yükselen çatırtıları duyabiliyordum. Şöminenin önünde onu bulmamayı umut ederek ana salona indiğimde dilediğim oldu, burada değildi.
Tekli koltuğa doğru ilerledim, koltuğa oturup ateşi izlemeye başladım. Çok değil, on beş dakika sonunda bir hareketlilik dikkatimi dağıttı. Bakışlarımı omzumun üzerinden çift kanatlı kapının önünde dikilen bedene çevirdiğimde ateşin kalbimden zihnime sıçradığını hissettim. Bedenlenmiş gölgelerden birisi olan Delilah, tam da orada durmuş, kollarını göğsünün üzerine toplamış hâlde beni izliyordu. Üzerinde mor bir tül vardı, göğüslerinin uçlarını ve daha mahrem noktalarını görebiliyordum.
Tiksintiyle kaşlarımı çattığımda, “İnsan kıyafetleri hiç bana göre değil,” dedi nahoş bir kıkırtı eşliğinde.
“Benimle bu odada yalnız olmak iyi bir fikir değil, gölge,” dediğimde burnundan sert bir nefes verdi ve kaşlarını alayla kaldırdı.
“Ne yaparsın? Beni zalim ateşinden geçirip is lekesine mi çevirirsin?”
“Bu kolay olurdu,” dediğimde ifadesi donuklaştı, ciddi olduğumu görmüş gibiydi. İnsan bedenine alışmak onun için zor olsa gerekti çünkü öne doğru düşen birkaç adımının sarsak olduğunu gördüm.
“Benden daha önemli bir sorunun var,” dediğinde doğrudan gözlerimin içine bakıyordu.
“Sen sorun olarak görülmeyecek kadar yoksun,” dedim karşılık olarak.
“Bunun beni incitmesini bekliyorsan, incitmedi. Seni efendimizin yanında görmek beni yeterince incitti, incitebileceğin başka bir noktam kalmadı.” Başını omzuna doğru indirirken hareketlerinin ne kadar garip olduğunu bir kez daha gözlemlemiş oldum. Bedenindeki eklemleri hareket ettirmek onun için zor gibi duruyordu. “Dışarıda nasıl bir kıyamet koptuğundan zerre haberin yok, değil mi?”
Tek kaşımı havaya kaldırdım ama merak içimi çoktan ikiye yarmıştı. Birkaç sarsak adımın ardından şöminenin çaprazında kalan çekmeceli sehpaya doğru ilerledi. Çekmeceyi açıp MacBook’u çıkardı ve bana uzattı. Aramıza bilerek fazladan mesafe koyduğunu fark ettiğimde, benimle yalnız kalmanın onu tedirgin ettiğini ve ona karşı üstünlük kurduğumu anladım.
“Aç,” dedi. “Şehirdeki internet bağlantısı rezalet durumda olsa da buradaki imkânlar sınırsızdır, Kraliçe.”
“Aileme bir mail yollamamdan korkulmuyor anlaşılan.”
“Aileni tehlikeye atmayacak kadar akıllısındır.”
Ona dik dik bakıp MacBook’u elinden almak için elimi uzattım, MacBook’u çekerken onu da kendime doğru çektim. Bir an afalladı, sıçrayarak geri çekilip yüzüme dik dik baktı. Gülümsedim.
“Benden bu kadar korkuyorsan o dilini içeride tut,” dedim zehirli bir sesle.
Tarayıcıyı açıp güncel haberleri görmek için arama çubuğuna aklımdan geçen birkaç kelimeyi yazdıktan sonra tuşa bastım ve haberlerin yüklenmesini bekledim. Delilah haklıydı, interneti ve elektriği emilmiş koca İstanbul’da, belki de tüm imkânları içerisinde biriktiren tek yer burasıydı. İnternet normalden daha hızlıydı, pürüzsüz bir şekilde yüklenen sayfalara bakarken kaşlarım çatıldı.
BU BİR TERÖR SALDIRISINDAN FAZLASI!
BAŞKANIN AÇIKLAMASINI OKUMAK İÇİN TIKLAYIN.
GÜÇ KAYNAKLARI TÜKENİYOR. ELEKTRİK KESİNTİSİNİN ARDINDAN ŞEHİRDE BİR YILDIRIM FIRTINASI BAŞ GÖSTERDİ.
SARNIÇTA NELER OLDU? O KARA GECEYE AİT KAN DONDURAN MONTAJSIZ, GERÇEK GÖRÜNTÜLER!
YALNIZ DEĞİLİZ!
BEYAZ SARAY GÖZLERİNİ İSTANBUL’A ÇEVİRDİ.
UZAYLI İSTİLASI MI? YOKSA BİLİNMEYEN İLE İLK TEMASIMIZ MI?
“Siktir,” diyerek haberlerden birine tıkladığım sırada Delilah köşeye geçmiş sessizce beni izliyordu.
Olay, Yerebatan Sarnıcı’nda meydana geldi. İddiaya göre, ne olduğu belirlenemeyen, insan olmadığının kesin bilgisi verilen şey veya şeyler insanlara saldırdı. Olay yerindeki pençe izlerinden yola çıkarak, bu şeylerin vahşi bir grup kurt olabileceği öne sürülürken, olaya şahitlik ettiği iddia edilen bir grup insan bu şeylerin bedensiz, karanlık silüetler olduğunu söyledi. Yerebatan Sarnıcı’nda meydana gelen tahribatın asıl sebebinin ne olduğu uzmanlarca araştırılmaya devam edilirken, yetkili birimlerden bir açıklama gelmemeye devam ediyor.
Görüntü Dökümü:
-Yerebatan Sarnıcı’nın dışında koşan kurt görüntüsü
-İtfaiyenin tedbir alması
-Polis ekiplerinin olay yerini sarması
-Büyüyen gölgeler
-Yıldırım fırtınası
-Yerebatan Sarnıcı
-Genel ve detay
Haberi kaydırırken ellerimin uyuştuğunu hissettim. Alt köşede bir video kaydı olduğunu gördüm. Kaydı başlattığım an, patlayan flaşları gördüm, kalabalığın uğultusunu duydum ve yetkili birinin kürsüye yürürkenki görüntüsü kameranın merceğine yansıdı.
“İyi akşamlar,” diyen yetkilinin bir sonraki cümlesi duyulmadı çünkü gazeteciler arka arkaya sorularını yöneltmeye başladı. Sonunda yetkili, “Görüşmelerimiz devam ediyor. Bu, alışkın olmadığımız doğaüstü fenomenin gerçeklik payının maalesef yüksek olduğunu sizlere söylemek benim için de kolay değil. Sadece, artık yalnız olmadığımızı söyleyebiliyorum. Ve yeniden ekliyorum, bu geçici bir durum. Şu an halkımızın büyük bir çoğunluğuna ulaşamayacağımızı biliyorum. Panik yaratmadan, yavaşça, abartmadan ve söylenenlerin dışına çıkmadan bunu çevrenizle paylaşın. Elektriğimiz kısıtlı, internetimiz kısıtlı ve dünyanın genelinde de büyük elektrik kesintilerinin başladığını söyleyebilirim. Bu yüzden ulaşabildiğimiz azınlıktan ricam, paniğin önüne geçmemiz konusunda bize yardımcı olmaları ve bu durumun çözüme ulaşacağına inanmaları.” Tüm salondaki sesler bıçak gibi kesildi. Gazeteciler bunun bir şaka olmasını umut ediyor olmalıydılar ya da buna gerçekten inanmışlar ve şoka girdikleri için ağızlarını bıçak açmıyordu.
Konuşması bittiğinde başını önüne eğdi, yüzü boş ve soğuk bir duvardan farksızdı. Flaş seslerini dinledim, cihazlardan gelen mekanik sesler videonun sessizliğini bölmeye devam etti.
“İnsanlarınız aptal,” dedi Delilah. “Bu açıklamanın paniği durdurmayacağını, aksine ölümcül seviyede çoğaltacağını bilmiyorlar.”
“Elektrik kesintisi diğer ülkelere sıçradıysa, bu açıklama tek çare, yoksa ülkeler arasındaki ipler tamamen gerilebilir. Bir savaşa girmemek adına bu açıklama şarttı,” dedim yüzümde huzursuz bir ifadeyle.
Gazetecilerden biri, “Yanlış anladıysam üzgünüm fakat doğaüstü bir durumun varlığına inanılması mı bekleniyor?” diye sorduğunda beni dehşete sürükleyen, kürsüye çıkan bir diğer kişiydi. Teğmen.
Teğmen, “Bu olağanüstü durumdan korunmanın tek yolu, dini mekânlara sığınmak,” dediğinde, salonda yeni bir sessizlik meydana geldi. “Camiler, kiliseler, hatta medreseler, kutsal alanların tamamı insanları koruyacaktır. Bunun dışında evde kalmanız, kendinize evinizde kutsal bir alan yaratmanız da sizi bu karanlık enerjiden koruyacaktır,” dediğinde, yeniden doğan sessizlik inkâr ve şaşkınlık yüklüydü. “Yeniden ışıklar yanana dek, lütfen sokaklarda dolaşmayın çünkü bu, büyük kayıplar vermemize neden olacak. Artık emin olmanız gereken tek bir şey var, o da bu evrende hiçbir zaman yalnız olmadığımız.”
Ve kayıt durdu.
“İnsanları kutsal alanlara yönlendiriyorlar, bu bedenlenmemize belli ölçüde engel olacaktır. Tabii illaki taşkınlık çıkaran, inanmayıp kendini sokaklara atacak binlerce insan var.” Delilah güldü. “Yani sizin deyiminizle, bu bizim ekmeğimize yağ da sürebilir, Kraliçe.”
“Asker sahadan çekilmeden önce tüm sivillerin güvende olduğundan emin olacaktır,” dediğimde, “Elbette bedenlenmiş askerler araya kaynamamışsa,” diye cevapladı Delilah.
Sessiz kaldım.
Delilah, “Eninde sonunda kurtlar ölecek,” dediğinde bilgisayarın kapağını kapatmış, gözlerimi yanan ateşe çevirmiştim. “Eninde sonunda Nemesis istediğine ulaşıp, sonsuz yaşamına tüm evrenlerdeki en güçlü hükümdar olarak devam edecek. Neden boyun eğmiyorsun? Görmüyor musun? Seni yanında istiyor. Teslim ol ve yaşamaya devam et. Onurlu bir şekilde ölmeyi kabul ettiğini düşünüyor olabilirsin ama bu yalnızca aptallık.”
“Hayatının tek bir günü bile bir kraliçe olmadın,” dediğimde Delilah kaşlarını çattı. “Bunu kendimi övmek için söylemedim. Seni yermek için de öyle.” Delilah, şimdi doğrudan gözlerimin içine bakıyordu. “Bana bağlı, benim bile tanımadığım, bir kez olsun görmediğim binlerce Mar var. Üstelik artık yalnızca Marlara değil, tüm ırklara bir bağlılık duyuyorum. Tarih boyunca yalnızca düşmanım olarak anılmış olan Gümüş Pençelere bile.” Delilah buna bir anlam yükleyemiyor olmalıydı, kaşlarını çatmıştı ve insani duyguların ne kadar saçma olduğunu düşündüğünü belli eden bir ifade takınıyordu. “Muhtemelen beni anlamayacaksın, sonuçta üzerine geçirdiğin kılıf bir masumundu ve bu umurunda bile değildi. Onu öylece gasp ettin.”
Delilah uzun süren sessizliğin ardından, “Nemesis sana şu an sahip olduğun imkânların çok daha fazlasını sunacaktır,” dedi, buna ihtiyacım olduğunu nereden çıkarıyordu, işte bunu anlayamamıştım. “Bildiğim kadarıyla onu seviyorsun. Kârlı çıkacağın konu sayısı gitgide çoğalıyor.”
“Ben Efken Karaduman’ı…” Durdum, cümleyi tamamlayamadım çünkü bu gerçek canımı çok acıttı. “Nemesis benim sevdiğim adam değil.”
“Onu herkes sever,” dedi Delilah, normal şartlarda bir kadın Efken hakkında bu cümleyi kursa kan beynime sıçrardı ama tek yaptığım Delilah’ya boş boş bakmak oldu. “Onunla birlikte olmak isteyen yüz binlerce kadın olmuştur. Çağlar öncesine dayanan bir güç ve üne sahip.”
“Birini sevmek için gücü ve ününe bakıyorsan, öyledir elbette.”
Delilah, “Sen neye bakıyorsun?” diye sordu, bunu hangi sebepten merak ettiğini çözemedim.
Sanırım ben sadece Efken Karaduman olmasına bakıyordum. Sadece Efken Karaduman…
Delilah, “Ortalık daha da karışacak,” diyerek söze girdiğinde, bunu zaten bildiğimi belli eden bir ifade takınarak ona öfkeyle baktım. “Önemli olan hangi tarafta olacağın, Kraliçe.”
“Olduğum taraf belli değil mi?”
“Kaybeden tarafta olmaya alışkın olmadığını duymuştum.”
“Henüz sonuçlanan bir şey yok.”
“Evet,” dedi Delilah. “Çünkü henüz savaş başlamadı.”
Delilah bu cümleden sonra yavaşça salondan çıkıp, çift kanatlı kapının arkasında kayboldu. Geriye ise bir seçim yapma şansı kaldı. Kaşlarımı çattım. Sanırım artık ne yapmam gerektiğini biliyordum.
Birincisi, Nemesis’i onunla kalacağıma inandıracaktım.
İkincisi, buradan bir şekilde kurtulup ailemi güvenli alana taşıyacaktım.
Üçüncü ve en önemlisi, ne pahasına olursa olsun, namlunun ucundaki kalbim dahi olsa, Kızıl Megaları bir araya getirecek, Nemesis’i yok edecektim.
Kalbimin kenarındaki buz yüzeyi biraz daha genişleyip kalbimin ortasına doğru ilerledi. Gözlerimi yumup ateşin çatırtılarına kulak kesildim.
Seni seviyorum Efken Karaduman ama biliyorum, artık burada değilsin.
Seni seviyorum Efken Karaduman, her şey sona erdiğinde sonsuzlukta sana geri geleceğim.
Tıpkı Mēness’in, Saul’a gittiği gibi.