🎧: Nubivagant, The Mask And The Devil
Tüm bunlar, dibi görünmeyen suya bir adım atıp, batmamayı beklemek gibiydi.
O adımı atmak, boğulmayı göze almak zorundaydım.
Parmaklarım Efken’in saçlarında dolaşırken şöminede yanan ateşi izliyordum. Kendine gelmesi iki saati bulmuştu ve derin bir uykudan uyanmış gibiydi; hiçbir şeyden haberi yoktu. Sonrasında her şeyi öğrendiğinde gözlerindeki korkunç ifadede suçluluk gizleniyordu.
İstanbul’daki elektrikler kesilmiş, Kız Kulesi’nde bir patlama gerçekleşmiş, bir insan grubu taşa dönmüştü. Elektrik kesintisini açıklayabilirdiniz, patlamaya da bir kılıf uydurulabilirdi ama peki ya taşa dönen insanlar? Havadan ve karadan olmak üzere İstanbul’u çevreleyen güvenlik güçleri, artan paniği azaltmıyor, daha da büyütüyordu. Efken yanağını omzuma daha sert bastırıp, tıpkı benim gibi ateşe bakarken, “Bunu ben mi yaptım?” diye sordu.
Taşa dönen insanların internete düşen fotoğraflarını hatırlayınca göğsüm sıkıştı. Parmaklarımı saçlarında kaydırıp, “Hayır,” dedim. “Ama elektrik kesintisinin sebebi sensin.”
Crystal, elinde bir bardak suyla içeri girdiğinde gözlerimi onunkilerle buluşturdum. Yüzünde Efken’e karşı duyduğu korkunun rengi vardı. Ona kızamıyordum çünkü az daha ölecekti. Bu yüzden Efken’den korkması çok normal geliyordu.
Crystal’in elindeki suyu alıp bir yudum içtim, bardağı Efken’e uzattım ama istemedi. Kafasını toparlamaya ihtiyacı var gibi duruyordu. Gözlerimi Crystal’e çevirip, “Diğerleri nerede?” diye sordum.
“Babanın yüz üçüncü kez aramasından sonra jeneratörü çıkarmak için depoya indiler. Vitali de dışarıda, yeni bir koruma kalkanı yapıyor. Çünkü Efken’in ışığı kalkanı delip parçalamış.” Crystal ikilemde kalmış bir ifadeyle Efken’e baktı. “İyi misin?” diye sordu, gözlerinde hâlâ ona karşı duyduğu korku vardı.
Efken, “Ben iyiyim ama seni az daha haşlıyormuşum,” dedi donuk bir sesle.
“Evet, yılan kızartması olmayı istediğim söylenemez. O yüzden dikkatli olsan iyi edersin. Etrafındayken kaza kurşununa gitmek istemiyorum.”
Crystal’e uyarıcı bir bakış attım ama Efken, Crystal’in söylediklerine aldırış etmedi. Belki de etti ama bunu göstermedi.
“Bu ışık patlaması tüm kalkanları kırmış olabilir mi?” diye sordum merakla. Babamların güvende olup olmadığını merak ediyordum.
“Hayır,” dedi Crystal. “Vitali’nin söylediği kadarıyla, sadece buradaki kalkan kırılmış. Tabii ki tüm şehrin elektriğini kestiğine göre büyük bir enerji dalgası yaymış olması olası ama evinizdeki korunma büyüsünün etkilendiğini düşünmüyorum. Yine de her ihtimale karşı Vitali’yi oraya götürüp yeni bir kalkan yaptırabiliriz.”
Efken oturduğu yerden kalkıp, “Ben yaptım, ben düzelteceğim,” dedi, bakışlarımı ona çevirdim. “Korunmayı güçlendiririm.” Çıkışa yöneldiğinde ayaklanıp arkasından gittim.
“Kafayı mı yedin? Paramparça olduğun söylendi. Böyle büyük bir enerji dağılımından sonra hiçbir şey yapmadan iyileşmeyi beklemen gerek,” dedim. “Vitali hallediyor işte. Dur durduğun yerde.”
“Sokarım şimdi Vitali’ye,” dedi Efken öfkeyle. “Tek parçayım, karşında duruyorum. Kör müsün?”
“İçinden çıkıp giden o ışığın önce seni parçalayıp çıktığını biliyorsun, değil mi?” diye sordum sertçe. “Oturup iyileşmeyi bekle. İç kanama geçirmediğine şükret.”
“İnsanlar taşa döndü!” diye bağırmasıyla olduğum yerde kaskatı kesildim. “Hâlâ karşıma geçmiş beni düşünüyorsun. İnsanlar, senin şehrinin insanları taşa döndü! Az değil, yaklaşık on beş masum insan!”
“Bunun sorumlusu sen değilsin!”
“Nereden biliyorsun?”
“Vitali bunun düşmandan gelen bir işaret fişeği olduğunu söyledi,” dediğimde Efken sabır dileniyormuş gibi gözlerini devirip dişlerini sıktı.
“En son kim cadıları taşa çevirdi, hatırlıyor musun?” diye sorduğunda sarsıldığım yadsınamaz bir gerçekti. İşaret parmağını çıplak göğsüne bastırıp, “Ben,” dedi sertçe. “Ya o zavallıların taşa dönmesine sebep olan da bensem? Sadece benim yapabildiğim bir şeyi düşmanın yaptığını mı söylemeye çalışıyorsun? Kafanda beni aklamaya çalışmayı bırak!”
“Bana bağırmayı kes ve şuraya otur,” dedim parmağımla koltuğu işaret ederek. “Bu kadar asilik yeter. İyileşene kadar hareket etmeyeceksin.”
“İyileşmek diyor, iyileşmek diyor!” Ellerini havaya kaldırıp başına götürdü, saçlarını dağıttı ve öfkeyle bana baktı. “Sen beni delirtmek mi istiyorsun? Tek parçayım, karşındayım, iyiyim ve savurduğum o enerji yüzünden masumlar taşa döndü!”
Bir yanım bu konuda haklı olduğunu düşünüyordu, diğer yanımsa bu suçu düşmana yüklemeye son derece hazırdı. Vitali bana patlamanın sebebinin düşman olduğunu söylemişti, taşa dönen bedenler hakkında tek kelime ettiği yoktu ama bunun da düşmanın eseri olduğuna inandırmıştım kendimi.
“Efken, bağırıp çağırman olanları değiştirmeyecek,” dedim soğukkanlılıkla. Bir an için durup gözlerimin içine gizleyemediği bir şaşkınlıkla baktı. “Oturup sakinleşmek, sakin kafayla düşünmek zorundasın çünkü alacağın fevri kararlar masumları geri getirmeyecek ama çok daha fazla masumun kanının dökülmesine neden olacak.”
Crystal, “Sosyal medyada çok fazla asılsız haber dolaşıyor,” diye fısıldadı bana yaklaşarak. “Ama askerler dışarı döküldüğüne göre sosyal medyadaki komplo teorisyenlerinin bile yaratamayacağı kadar büyük bir panik dalgası şehre vurmuş durumda.”
“Henüz resmî bir açıklama yapılmadı,” dedim kuru bir sesle. “Ama eminim patlamanın bir terör saldırısı olduğu düşünülüyor. Taşa dönen insanlar konusunda ne düşündükleriyse koca bir muamma.”
“Dışarıda çok sayıda askerin dolaşması demek, işlerin çığırından çıkması demek,” dedi Crystal, ona hak vermeden edemedim. “Hepsi tehlikede. Herkes. Bir şekilde tüm insanları evde kalmaya ikna etmemiz gerek. Askerler sahadan çekilmeli.”
“Sence koca bir devlet, buna onay verir mi?” diye sordum. “Üstelik bildikleri hiçbir şey yokken…”
Efken, “Karşı taraftakilerin istediği de buydu,” dediğinde gözlerimi ona çevirdim. Bakışlarını ateşe dikmiş, kaskatı bir çeneyle alevleri izliyordu. “İnsanları paniğe sürüklemek.”
Crystal, “Neden?” diye sordu.
“Çünkü kaosun olduğu yerde panik daha kolay yayılır,” dedi Efken. “Bahsettiğiniz kuleyi patlamaları bu yüzdendi. Halkı galeyana getirmek istiyorlar.” Kaşlarını çattı. “Benim birkaç insanı taşa çevirmiş olmam da ekmeklerine yağı sürmüş olmalı.”
“Senin yaptığın şüpheli.”
“Benden başkası yapamaz,” dedi sertçe. “Beni aklamaya çalışmayı bırakmanı söyledim sana, değil mi?”
Tartışacak gücüm olmadığından sustum. Şafağa doğru babam geldi, yanında bir koli dolusu el feneri, pil ve powerbank getirdi. Son derece panikli görünüyordu. Her şeye rağmen soğukkanlılığını koruyan babamı bile panikleten bu durumun, bedellerinin en ağır şekilde ödeneceğini hissetmeye başlamıştım. Dahası, sanırım o bedelleri ödeyen onlar değil, biz olacaktık.
Babam, kolinin içinden bir fener çıkarıp pili içine yerleştirirken, “Gece çok sayıda insan, gölge gördüklerine dair ihbarda bulunmuş,” dedi. Gözlerimi babama dikmiş, bir sonraki cümlesini duymaktan korkarak onu izliyordum. Kafasını kaldırıp bana bakınca bedenimdeki gerilim çoğaldı. “Şimdilik tüm bunların bir terör saldırısı olduğunu düşündüklerini belirtmişler ve askerler de sokağa salınmış. Ayrıca taşa dönen insanlarımız yüzünden tüm dünyanın gözleri de geceden beri üzerimizde. Sayısız kanalda, sayısız haber, sayısız açıklama yapılmış ama İstanbul’dan konuyla ilgili bir açıklama hâlâ yok.”
Efken sessizlik içinde zemini izliyordu. Babamın bakışları ona çevrildi. “Yıldırımlarını uzun süre içinde sıkıştırırsan olacağı buydu. Tek parça olduğuna şükretmelisin. İç kanama geçirmediğine emin misin?”
Babamın her konuyla ilgili bilgi sahibi olması kanımı dondursa da gözlerimi Efken’e çevirip dikkatle ona baktım ve bu konu hakkında düşünmemeye çalıştım.
Efken, “Bilerek yapmıyordum,” deyince babam tek kaşını kaldırdı.
“Kendini öldürebilirdin.”
“Mahinev’i tehlikeye atmaktansa, kendimi yok etmekte bir sakınca görmüyorum,” dedi Efken hiç düşünmeden.
Kalbim, kor bir kömür gibi göğsümün içinde yanmaya başladı. Babamın gözlerindeki o ifadeye uzun süre bakamadım ama gördüğüm kadarıyla, duyduğu şey onu şaşırtmamıştı. Beklediği bir şeyi duymuş gibi bakıyordu.
“Askerlerin geri çekilmesini sağlamalıyız baba,” dedim kalbimde hâlâ Efken’in cümlesi kan gibi uğulduyorken.
Babam, “Bunu nasıl yapacağız?” diye sordu, ilk defa bir şeyi bilmiyormuş, bir yol bulamıyormuş gibi bakıyordu gözlerime. “Mahinev, geri çekilmeleri için neler olduğunu bilmeleri gerekir ve inan bana, seni de beni de bir hastane odasına kapatırlar.”
“İnsanların taşa dönmesini normal karşılayıp, bizim anlatacaklarımızı mı garipseyecekler? Bunu mu söylüyorsun?” diye sordum sertçe. “Baba, dışarıdaki kalabalık hem daha büyük bir kaosu başlatacak hem de çok sayıda insan zarar görecek. Gölgeler insanları rahatsız ediyor, kendilerini onlara gösteriyorlar.”
“Kimse bize inanmaz, bir de üstüne hücreye tıkılırız.”
“Baba, ortamın bu hâlde olmasına izin veremeyiz. Farklı ülkelerdeki insanlar da ayaklanacak,” dediğimde babam gözlerimin içine çaresizlikle baktı. “Kimse bir grup insanın taşa dönmesini normal karşılamaz. Hele bir de araba büyüklüğünde kurt ölülerinin bulunduğu bir şehirde oluyorsa bu olay.”
İbrahim içeri girerken, “Mahinev haklı, efendim,” dedi. “Gölgeler büyük bir kaosun fitilini ateşledi ve bunu bilerek yaptılar.”
“Gölgeler,” diye fısıldadı Crystal. “Yani artık kesin olarak karşımızdaki şeylere bu ismi verebiliyoruz, öyle mi?”
“Arkalarında başka bir şey olduğu kesin,” dedi Efken. “Ama şimdilik kimlerle mücadele ettiğimizi biliyor gibiyiz.”
“Gölgeleri yöneten birisi var,” dedim babama dönerek. “Başları o mu bilmiyorum ama kıdemliydi. Onlara hükmediyordu ve o şey çok güçlüydü. Beni rahatlıkla püskürtüp benimle alay etti.”
Babam sessizce gözlerimin içine bakmaya devam ediyordu.
“Bir şey söyle!” dedim sertçe. “Böyle durup kendi savaşımızı beklerken başka bir savaşa kayıtsız kalamayız. Karşımızdakiler güçlü ve insanlar zarar görebilir!”
“Bir önerin var mı?” diye sordu babam sertçe, onu öfkelendirdiğimi hissetsem de artık duramazdım.
“Devleti yönetenlere kim olduğumuzu göstermeliyiz,” dedim hiç düşünmeden. Babam bana delirmişim gibi baktı. “Ne? Ciddiyim ben. Bunu yapmayacağımızdan emin oldukları için kaos çıkardılar. Ortalık anacık babacık yerine döndü ama bunu kendi lehimize çevirebiliriz. İnsanları sahadan uzaklaştırırız ve böylece azalan kalabalığın içinde onları bulmak çok daha kolay olur.”
“Onlara ulaşmak kolay mı sanıyorsun?” diye sordu babam. “Kimse bizi ciddiye alıp kulak vermez.”
“Gösterirsek, gözlerine sokarsak, görmezden gelebilirler mi?” Sorum babamı endişeyle doldurmuş olmalıydı, kaşları anında çatılmıştı.
“Kendini yem diye ortaya atmayı düşündüğünü söyleme bana,” dedi Efken bir anda, babam ona hak veriyormuş gibi başını salladı ve bana delirmişim gibi baktı.
“Yem falan değilim. Gerçeği göstereceğim ve onlar da ne olduğunu ya kabullenecekler ya da ortada durmaya devam edip zarar görecekler. Bu uyarıyı onlara borçluyuz!”
“Ben yokum,” dedi babam başını iki yana sallayarak. “Kendini ifşa etmene izin veremem.”
“Kendimi tüm insanlığa değil, sözü geçenlere ifşa edeceğim, hepsi bu baba!”
İbrahim, “Başka çaremiz yok,” dediğinde bana arka çıktığı için kendimi biraz daha güçlü hissettim.
“Sizin ağzınızdan çıkanı kulağınız duyuyor mu?” diye sordu Efken, sesi kurşun gibiydi ve kesinlikle saplanacak bir yer arıyordu. “Mahi, seni ne yaparlar biliyor musun? Bir deney faresi.”
“Yaklaşan kıyameti gördüklerinde, tek yaptıkları sözümü dinlemek olacak,” diyerek odadan çıktım ve arkamda derin, korkunç bir sessizlik bıraktım.
❄️
İSTANBUL’DA NELER OLUYOR?
DEVASA BÜYÜKLÜKTEKİ KURT ÖLÜMLERİNİN ARDINDAN, ON BEŞ KİŞİLİK BİR GRUBUN TAŞA DÖNMESİ AKILLARDA SORU İŞARETİ BIRAKTI.
BENZER BİR LUT KAVMİ VAKASI MI?
TÜRKİYE’NİN GÖZDE ŞEHRİ İSTANBUL, DEHŞET SAÇMAYA DEVAM EDİYOR.
İNSANLAR, GÖLGELER GÖRDÜKLERİNİ SÖYLÜYORLAR. TAŞA DÖNÜŞMÜŞ ON BEŞ İNSAN HAKKINDA HÂLÂ GÜNCEL BİR AÇIKLAMA MEVCUT DEĞİL.
İSTANBUL’DAKİ PATLAMANIN ARDINDAN YETKİLİLER ALARMA GEÇTİ. ASKER SAHAYA İNDİ.
ARTTIRILAN GÜVENLİK ÖNLEMLERİ!
DİN ADAMLARINDAN AÇIKLAMA GELDİ!
HAVADAN VE KARADAN KONTROL ALTINA ALINAN İSTANBUL, ÂDETA BİR KARANTİNA BÖLGESİNE DÖNÜŞTÜ.
ÇOK SAYIDA İNSAN, TATİL BİLETLERİNİ İPTAL ETTİ. TÜRKİYE TATİL İÇİN GÜVENLİ BİR SEÇENEK DEĞİL. BAŞKA HANGİ ÜLKELERDE TATİL YAPABİLİRSİNİZ? HABERİN DEVAMI İÇİN TIKLAYIN.
Haberleri uzun uzun okudum. Türkiye’de ne kadar yayın yasağını devreye sokmuş olsalar da yurt dışındaki insanları durduramıyorlardı. Üstelik yurt dışı üzerinden yayın yapan çok sayıda Türk gazeteci vardı ve onlarca şarlatan da insanları korkutmak için bir şeyler uydurup duruyordu.
Miran, “Ne yapmayı düşünüyorsun?” diye sorunca irkilerek ona doğru baktım. Babamı bir şekilde kandırıp buraya gelmişti, muhtemelen benim için endişelendiğinden buradaydı ama yine de endişesini göstermemek için çabalıyordu.
“Bakanlardan biriyle görüşme ayarlayabilirsem, her şeyi değiştirebilirim,” dediğimde Miran söylediğim şeye alayla güldü ama bunu sinirleri tepesine toplandığı için yaptığını biliyordum.
“Abla, o tür adamlar sıçmaya bile randevuyla gider,” dedi. “Halktan bir insanla ne hakkında görüşecekler? Hele ortalık bu kadar karışmış durumdayken. Suikast girişiminden içeri tıkarlar seni.”
“Huysuz ikize katılacağım aklımın ucundan geçmezdi,” dedi Crystal. Üzerinde bana ait eşofman takımları vardı, saçları dağınık görünüyordu ama buna rağmen çekiciliğinden hiçbir şey kaybetmemişti. Miran ona sinir bozucu bir şeye bakıyor gibi baktıysa da bu Crystal’in biraz olsun umurunda olmadı. Bileğindeki lastik tokayla kafasının üzerine kuş yuvasından hallice bir topuz yaptıktan sonra karşımdaki koltuğa oturdu. “Onlarla görüşebilmen için içeriden birilerini tanıyor olman gerekir.”
“Belki de bir video yayınlayıp dikkatlerini çekmeliyim?” diye bir fikir attım ortaya. Miran ile Crystal aynı anda komik bir ses çıkardılar ama onlara aldırış etmedim. “Beni tehdit olarak algılasalar bile merak edip konuşturmak isterler. Bence bu çok mantıklı.”
“Benim küçük kızım mantığını Varta’da unutmuş,” diyerek içeri giren babama baktım. Arabanın anahtarını konsolun üzerine koyup, “Bu seni sadece hapse gönderir ya da dün de söylediğim gibi doğrudan hastaneye.”
“Buna göz yummamı bekliyorsun yani?” dedim sorar gibi, sesimdeki suçlamayı anlamış olacak ki kaşlarını çattı.
“Göz yummayacağını bildiğim için elimden geleni yaptım,” dedi babam, bu söylediğine anlam yükleyemediğim için kaşlarımı çatıp ona sorguyla baktım. Derin bir nefes alarak, “Melih, içeri gel lütfen,” dedi. Burada bir yabancı mı vardı? Onun varlığını dahi hissetmediğime emindim. İçeri kamuflaj kıyafetli, yaklaşık iki metre boylarında, rütbesinin yüksek olduğu kumaşın üzerindeki apoletlerden belli olan bir asker girdi. Duraksayarak askere baktım, ardından bakışlarımı babama çevirdim. “Yüzbaşı Melih Çelikhan,” diye tanıttı babam askeri.
Babama sorguyla bakmaya devam ediyordum.
“Kim olduğumuzu biliyor,” dedi babam, bunun üzerine Efken de kapıda belirdi. Adamın geldiğini benden önce görmüş gibi rahat görünüyordu. “Çünkü o da bizden biri.”
“Anlamadım?” Gözlerim hızla askere döndü. Onda herhangi bir doğaüstü enerjisi alamıyordum. Gözlerimde büyüyen soru işaretlerini gören Yüzbaşı, sakince, “Bir Türk askeriyim, evet,” dedi başını sallayarak. “Ama aynı zamanda bir Kızıl Teğmen’im.” Bu cümlenin hemen ardından kahverengi gözlerinin ortasında kırmızı, yuvarlak bir ışık yanıp söndü. Bir tür lazer ışığı gibiydi ama zayıftı, aynı zamanda bir silahın da insanı hedef alan ışığına benziyordu.
“Kızıl Teğmenler, doğaüstü askerlerdir. Gölge Teğmenlerinin üstüdür,” diye açıkladı babam. “Varta’dayken bir doğaüstü askeriyle karşılaşma şansın olmadı mı?”
Başımı iki yana salladığımda Efken, “Ramon Velencoso, Gölge Teğmeni’nden bahsetmişti,” dedi. “Yani ben varlıklarından haberdardım.”
“Peki neden burada?” diye sordum merakla. Miran, donmuş bir şekilde hemen önümüzde dikilen, boyu neredeyse iki metrelik olan askere bakıyordu.
“Teğmen, aynı zamanda devletimizin askeri. Bir yüzbaşı olarak görevini sürdürüyor. Görüşmen için yardımcı olabilecek birisi,” dedi babam. Bu görüşmeye şiddetle karşı olmasına rağmen neden bunu yapmıştı? Durmayacağımı bildiği için mi? Çatık kaşlarla askere baktım.
“Devlet sizin doğaüstü olduğunuzu biliyor mu?”
Asker, “İçeride yetkili bir doğaüstü var,” dediğinde donup kaldım. “Yoksa bunca zamandır cüssesi bir cip boyutunda olan ölü kurtlarla ilgili haberler neden örtbas edilsin? Bazen halkın akıl sağlığını korumak için onlardan gerçeği gizlemen gerekir. Bunun dışında diğerleri bilmiyor. Sadece yetkili olan kişi biliyor ve eğer konuşmak istiyorsan, sana deli yaftalaması yapıldığı takdirde söylediğin her şeye arka çıkacağımızdan emin olabilirsin. Bu mesele çirkinleşmeye başladı ve halkın güvenliğini sağlamak zorundayız. Bu yüzden içeriden tam yetki aldım.”
“O zaman neden onlarla konuşup halletmiyorsunuz?” diye sorduğumda, “Eğer biz devralırsak, sahaya inemezsin,” diye cevapladı. “İndiğin takdirde seni de tehdit olarak görüp yok etmemiz konusunda emir alırız. Bu yüzden eğer içeridekiler varlığımızdan haberdar olacaksa, senin de istediğin gibi önce seni tanımak zorundalar.”
“Ben tam yetki istiyorum ve doğaüstü kanı taşımayan tüm askerlerle birlikte halkın sokakları terk etmesi gerekiyor,” dedim. “Çünkü ne kadar güçlü olsalar da karşılarında şeytan kanı taşıdığına emin olduğum o ucube gölgeler olduğu sürece, hiç şansları yok.”
“Askerimizi ve halkımızı tehlikeye atmak istemediğim için buradayım,” dedi Melih Çelikhan. “Bir savaşın eşiğindeyiz ve sadece doğaüstü teğmenler ile diğer ırklar bu savaşa katılabilir. İnsan kanı, insan canı, insan ruhu taşıyan kimsenin bu savaşın içinde yeri yok.”
“Peki ne yapacağız?” diye sordum merakla.
“Efken Karaduman,” diyen asker, bakışlarını Efken’e çevirdi. “Öncelikle şehirdeki elektrik kesintisine neden olduğunuza dair küçük ipuçlarına sahibim ama size doğrudan bununla ilgili bir soru sormayacağım.” Bedenini de Efken’e çevirdiğinde şimdi göz gözeydiler. “Ama madem tüm teğmenlerin gece aynı rüyayı görmesine neden olacak güçte birisiniz, sizi de görmek zorundalar. Neler yapabildiğinizi bilmek zorundalar.” Gözleri bu defa bana çevrildi. “İkiniz önemlisiniz ve eğer devletin güvenini kazanırsanız, işte o zaman şehirdeki tüm insanları koruyabiliriz.”
Babam sıkıntılı bir nefes vererek, “Melih,” dedi, “eğer kızım o binadan tek parça, iki ayağının üzerinde ve özgür çıkmazsa, yapabileceklerimin bir sınırı olmadığını sakın unutma.”
Melih, gülümsedi. “Hem benden yardım istiyorsun hem de beni tehdit ediyorsun. Hiç değişmemişsin, Aykan Demir. Hâlâ aynı öfke problemleri olan, kibirli Alfa’sın.”
“Ben sana söyleyeceğimi söyledim.”
Asker başını sallayıp gözlerini Efken’e çevirdi. “İnsanları taşa çevirebilen kişi sensin, değil mi?” diye sordu. Efken dişlerini birbirine bastırdı, cevap veremedi ama vicdanının sesi, dudakları aralanmasa da gözlerinden sızıyordu. “Sanırım bize inanmaları için küçük bir gösteri düzenlemen gerekecek.”
“Görüşmeyi ne zaman ayarlayacaksın?” diye sordu Efken, gözlerini adamın gözlerine dikerek.
Askerin dudaklarında alaycı bir gülümseme belirdi. “Görüşme olmayacak. Onu rehin alacağız.”
Yüzümdeki kan çekildi, Efken ile aynı anda, “Ne?” diye sorduk.
“Ortalık bu kadar karışıkken sıradan insanlarla görüşürler mi sanıyorsunuz?” Asker tek kaşını havaya kaldırdı. “Yeteneklerinizi gördüğünde ve içerideki yetkili doğaüstü ile birlikte biz de sizi doğruladığımızda, zaten her şey çözülmüş olacak.”
Crystal, “Bu delilik,” dedi. “Tutuklanmanız için gayet yeterli bir girişim ayrıca.” Gözlerini askere dikti. “Seni de görevden alırlar.”
“Yetenekleri gördüğünde ve gerçekler bu denli ortaya dökülmüş durumdayken sence bunu göze alabilirler mi? Kurtarıcısı olmayan bir ülkeye ne olur, biliyor musun? Tek başlarına ülkeden bu pisliği silemeyeceklerini anlayacaklar,” dedi asker.
“Tamam, yapalım şunu,” dedik Efken ile aynı anda. Miran, sanki Miraç’ın söyleyeceği bir şeyi dudaklarının arasında gizliyormuş gibi bize tuhaf tuhaf baktı. Efken ile aynı anda Miran’a döndük. “Evet, senkronize yeteneğimiz yüksek.”
Miran, “Vay be, bunu söyleyeceğimi nereden bildiniz?” diye sordu afallayarak.
“İdmanlıyız,” dedi Efken, bakışlarını yeniden askere çevirdi. “Ne zaman yapacağız?”
Melih, bileğindeki saate baktı. “Binada elektrikler kesik,” dedi, “ama jeneratörler devrede. O yüzden çalışma saatlerinde esneklik yapılmadı. Bu hafta makamında olduğu son gün, yaklaşık dört beş gün tekrar binaya gelmeyecektir. O yüzden acele etmemiz gerek.”
Hissettiğim karmaşayla, “Şimdi mi?” diye sordum şokla.
“Evet. Hazırlanmaya başlasanız iyi olur.” Melih bakışlarını babama çevirdi. “Dışarıda bekliyor olacağım. Burada çok fazla türden doğaüstü var. Üzerime enerji almak istemiyorum.”
Babam başını salladığında Melih odadan çıktı.
“Hazırlanmaya başla,” dedi babam.
“Bu kadar hızlı mı?” diye sordum gözlerimi iri iri açarak. “Bu bir tür intikam mı?”
“İstedin ve yaptım,” dedi babam omuz silkerek. Şimdi ne hâlin varsa gör demenin farklı bir versiyonuydu bu cevap.
Üzerimi değiştirmek için odadan çıkarken kendi kendime söylendim. Üst kata çıkarken Efken’in arkamdan geldiğini hissettim ama aldırış etmedim. Babam etrafımızdayken arkamdan gelecek kadar canına susamış olması o an için umurumda olmadı. Üzerimdeki kazağı sıyırıp yatağın üzerine attıktan sonra yere çöktüm ve valizin kapağını kaldırdım. Efken odaya girip kapıyı kapatırken, “Odanın kapısını kapatmadan neden soyunmaya başlıyorsun?” diye sordu sertçe ama bunu duymazdan geldim.
Valizden beyaz bir gömlek, kolları kesik triko bir elbise çıkardım. Gömleği üzerime geçirip düğmeleri iliklemeye başladığımda Efken tam karşımda durmuş bana dik dik bakıyordu.
“Babam arkamdan yatak odasına girdiğini gördüyse, ki salak değil, şu an burada olduğunu biliyor, ölümlerden ölüm beğen,” dedim kaskatı bir sesle. “Ve hazırlanmaya başla.”
“Ne ölüm ne başka bir sik umurumda değil. Güvende olacağından emin misin?”
“Babam güvende olmayacağıma inandığı hiçbir şeye göz yummaz. Demek ki o askere inanıyor.” Elbiseyi üzerime geçirdim. Mini bir elbiseydi, siyah ince çorabı da bacaklarımdan geçirdiğimde tamamlanmış görünüyordum. Topuklu çorap çizmelerimi de ayaklarıma geçirdim.
Efken babama ait siyah gömleği giymek için üzerindeki kazağı çıkarıp kenara atarken, “Adama ne söyleyeceksin?” diye sordu.
Aynanın önüne ilerledim, saçlarımı önüme alıp elbisenin duruşunu düzelttikten sonra, “Gerçek neyse onu söyleyeceğim,” dedim.
Efken, gömleği üzerine geçirdi ama düğmelerini iliklemedi. Gömlek üzerinde ince bir ceket gibi duruyorken bana doğru yürüyüp, bileğimden tutarak beni kendine çevirdi. “Senin üzerinde deney yapmaya kalkışacak biri olursa, bunu ima bile edecek olursa, onu bir taşa çevirip tek yumrukla parçalara bölerim,” dedi tehditkâr bir sesle. “Şimdiden bu konuda anlaşalım, sonra ciyaklama.”
“Sana kalmadan onu ateşimin gazabından geçiririm, endişen olmasın,” diyerek bileğimi sertçe geri çektim. “Giyin ve aşağıya in.”
Efken, “Nasıl istersen sert kız,” diye alay etti ama bunu umursamadım. Siyah çantamı yerden alıp odadan çıktım ve aşağıya indim. Miran, koridorda dikilmiş babamla tartışıyordu ama kelimelere odaklanmamayı tercih ettim çünkü yeterince gergin hissediyordum.
Miran, “Abla,” diyerek önüme geçti. “Bundan emin misin? Eğer bu başkalarının kulağına giderse insanlar sana bir daha insan gözüyle bakmaz. Bu senin için çok tehlikeli. Potansiyel bir ava dönüşmek mi istiyorsun?”
“Ben av falan değilim, Miran,” dedim kardeşimin gözlerinin içine uzun uzun bakarak. “Ben avcı da değilim ama bir seçim yapmak zorunda bırakılırsam, av değil, avcı olurum.”
“İnsanlara böyle bir şeyi duyurmayı göze alamazlar diyorum ama anlatamıyorum,” dedi babam. “Miran, senin kafan basmıyor mu?”
“Ablamı tüm bunların içine dâhil eden senken daha fazla konuşma,” dedi Miran bir anda öfkeyle. “Mecbur olmadığımız bir kaderi onlara dayattın.”
“Dayattığım falan yok! Ben böyle olsun istedim mi sanıyorsun? Son âna kadar savaştım!”
Miran, “Demek ki yeterince savaşmamışsın!” diye bağırdı.
“Babamla konuşurken sesinin tonuna dikkat et,” dediğimde bakışları bana çevrildi. “Ben hâlimden memnunum, olur da bir sabah bizim gibi bir ucube olarak gözünü açacak olursan, o zaman karşısına geçip hesap sorarsın. Şimdilik hâlâ bir insansın.”
“Abla.”
Mahzar, “O haklı,” diyerek araya girdi. “Koca bir saçmalığın içine düşmüş kişi olmama rağmen sakinliğimi koruyorum ama senin tek yaptığın babama saygısızlık edip bir çocuk gibi mızmızlanmak. Miran, kes artık şunu.”
Tartışmanın fitiline bir ateş de ben yakmak istemediğimden gözlerimi babama çevirip, “Kendi arabamla mı gideceğim yoksa beni asker mi götürecek?” diye sordum.
Babam, “Kızıl Teğmen size eşlik edecek,” dedi öfkesini bastırmaya çalışarak. “Her ihtimale karşı siz dönene dek burada kalacağım.”
“Annemi yalnız bırakma.”
“Annen güvende.”
Efken’in yanımdan geçip çıkışa yöneldiğini gördüm. Bir süre olduğum yerde dikilsem de kaçış olmayacağını kavradığımda ben de yavaşça çıkışa yöneldim.
Askerin zırhlı cipi dışarıdaydı. Bu ciple buraya gelmesi başka zaman olsa dikkatleri üzerine çekebilirdi ama askerlerin sokağa dökülmesinin ardından zırhlı araçlar İstanbul’un sokaklarını esir almış olmalıydı. Efken benimle birlikte arka koltuğa geçti. Kızıl Teğmen hiçbir şey söylemeden arabayı çalıştırıp sürmeye başladı. Koruluğun içindeki yolda son sürat ilerlerken kar tanelerinin şiddetli bir şekilde düştüğü yeryüzünü izledim. Kar, bir sınırı yok gibi sürekli olarak, duraksamadan yağıyordu.
Dışarıda bir asker seli vardı. Özellikle şehrin içinde ilerlemeye başladığımızda çok sayıda askerî araç görmüştüm. Sokaklarda volta atan onlarca askerî zırhlı araç ve polis araçları vardı. İnsanlar sorgulamaya başladığından olsa gerek, bazı sokaklarda gruplar toplanmış, ellerinde pankartlarla yoğun kar yağışının altında sloganlar atmaya başlamışlardı. Yaşananların sadece internete yansıyan haberlerden fazlası olduğunu fark ettim. Panik, şehri tıpkı durmadan yağan kar gibi etkisi altına almaya başlamıştı.
Dizim Efken’in dizine değiyor, gözlerimiz ilerideki kalabalığı izliyor olmasına rağmen birbirimize temas ettiğimiz için bedenlerimiz kasılıyordu. Efken’in bakışlarının yavaşça bana çevrildiğini hissettiğimde ben de ona baktım ve neredeyse karanlığa esir düşmüş gibi gri görünen arabanın içinde göz göze geldik.
Zırhlı araç, binanın önünde durana kadar Efken ile birbirimizi izlemeye devam etmiştik. Nihayet geldiğimizde, internette ne adresinin ne de fotoğraflarının olmadığı o özel binaya baktım. Dışarıdan büyük, beyaz bir malikâneyi anımsatıyor, demir parmaklıklardan oluşan yüksek korkulukların arkasında korunuyordu. İçeri girebilmemiz için plakası tanımlanmış zırhlı bir aracın içinde olmamız yeterliydi. Askerin gerçekten yetki sahibi biri olduğunu kapılar onun için sorgusuzca açıldığında anladım.
Araç, binaya ait büyük bahçede ilerledi, otopark alanına girdi. Otoparkın girişine özel bir kart okutan asker, kendi aracına ait olan park kısmına yönlendirildi. Aracı park ettikten hemen sonra, “Sizi içeri aldıktan sonra sistemi on beş dakikalığına kilitleyeceğim. Bu sayede odaya girdiğinizde herhangi bir güvenlik alarmını devreye sokamayacak, birilerinden yardım isteyemeyecek,” diye açıkladı. “Turnikelerden geçmeden önce parmak izi ve göz taraması yapılıyor ama tarama verileri ertesi gün kayda geçiyor. Bu yüzden bir sorun çıkmayacak, içeride davetsiz bir misafir olduğu anlaşılmayacaktır.”
Efken sabit bir sesle, “Peki ya güvenlik kameraları?” diye sordu.
“Onlardan yana da endişeniz olmasın, biz Kızıl Teğmenler, kameraları bozmak konusunda oldukça tecrübeli ve işinde iyiyizdir,” diyerek gözlerini işaret etti. Gözlerindeki kızıl ışığı hatırladım.
“Baştan söylüyorum,” dedi Efken, sesi her zamanki gibi baskındı. “İçeride istemediğim bir durumla karşılaşırsam, yanımdaki kadına karşı herhangi bir tehdit unsuru hissedecek olursam, binadaki herkesi küçük bir toz parçasına dönüştürürüm.”
Melih, “Buna şüphem yok, endişelenme,” dedi alaycı ama bir o kadar da donuk bir sesle. “Hazır mısınız?”
Hazır mıydım? Bilmiyordum. Adamın karşısına geçip ne söyleyeceğimi bile tam olarak kestiremiyordum. Kafamda bir konuşma tasarlamış değildim. Tüm bunlara rağmen başımı aşağı yukarı salladım ve Efken hissettiğim sıkışıklığı fark etmiş gibi elini elimin içine kaydırdı. Parmaklarımız birbirine dolanırken sertçe yutkunup omzumun üzerinden ona baktım. Bana, o burada olduğu sürece başıma hiçbir şeyin gelmeyeceğinin garantisini veren bir ifadeyle bakıp göz kırptı.
Otoparktan çıkarken Efken ile ellerimiz tek bir an olsun ayrılmadı. Melih, turnikelerin önüne geldiğimizde kartını ekrana bastı ve parmak izini tanıttı. Çift katmanlı turnikelerin kilidi açıldı ve içinden geçerek büyük bir lobiye geçtik. Lobide oturan kadın kafasını kaldırıp bize bakmadı. Sanırım sistemden kimin giriş yaptığını gördüğü için aldırış etmemişti. Kadının umursamazlığına şaşırarak bir diğer koridora girdim. Efken hâlâ elimi tutuyordu.
Melih, “Göz ve parmak izi,” diye uyardığında bakışlarım koridorun sonundaki platforma takıldı. Göz ve parmak izi tanımlaması yapılmadığı müddetçe bir sonraki aşamaya geçiş yapamıyor, bu koridorda takılıp kalıyordunuz. İlk önce ben parmak izi ve göz taramasından geçtim, ardından Efken de yapması gerekenleri yaptı ve Melih bundan haberinin olduğunu belirten bir şifre girerek kendi adını kayda geçirdi.
Asansörlere ilerlerken, “Bu saatler, çoğunun toplantı yaptığı ve birçoğunun da restoran bölümüne geçtiği saatlerdir,” diye açıkladı Melih. “O yüzden koridorlarda sizi tehlike olarak görecek insanlar olmayacak, endişeniz olmasın.”
“Peki ya korumalar?” diye sordum.
“Korumalar çoktan aşağıda kaldı. Buraya korumaların bile girmesi yasak. Sadece yetkili askerler ve bakanlar girebiliyor, yanlarında birileri varsa da göz ve parmak izi taramasından geçmek zorunda. Sonrasında da yanındaki kişiden sorumlu olduğunu belirtmek için yetkili kişi bilgilerini bir defa daha kayda geçiyor,” dedi Melih.
“Çok da güvenli sayılmazmış,” dediğimde Melih tek kaşını kaldırdı.
“İnan bana, daha güvenli çok az yer görmüşsündür,” dedi donuk bir sesle.
Beyaz bir koridora girdiğimizde bu koridorun diğerlerine nazaran daha dar ama daha çok aydınlatmaya sahip olduğunu fark ettim. Altın varakları olan çift kanatlı kapının önünde durduğumuzda Melih’in gözleri Efken’e çevrildi.
“Siz içeri girdiğinizde panikleyecek. Onu korkutmamaya çalış.”
Efken, “Benimle bir canavarmışım gibi konuşuyorsun,” dedi alayla, bunu alayla söylemesinin tek nedeninin onun da kendisini bir canavar olarak görmesinden olduğunu düşündüm.
Melih tek kaşını kaldırarak, “Olmadığını söyleyebilir misin?” diye sordu ve derin bir nefes alarak, belki de meslek hayatında ilk kez bir suça karışıyor olmanın getirdiği stresle kapıyı tıklattı.
Birisi içeriden, “Gel,” diye seslendi.
Melih kapıyı açmadan önce burnundan sert bir nefes verdi. Kapı aralandığında ve içeri ilk adımımı attığımda göğsümde bir panik dalgası büyümeye başlamıştı. Gösterişli masasının arkasına oturan, yüzünü televizyon programlarında ve internet haberlerinde sık sık gördüğüm o Bakan, gözlerini gözlerime dikti. Kaşları sertçe çatılırken kafası allak bullak olmuş gibiydi. Melih’in de bizimle beraber içeri girdiğini gördüğünde bir an için duraksadı, ardından kaşları daha sert çatıldı. Bu durumu hadsizce buluyor olmalıydı. Tehdit olarak algılamadığı kesindi. Melih’e olan güveni gözlerinden okunuyordu.
Elini masaya bastırarak, “Neler oluyor, Melih?” diye sordu, sesi tehditkâr ve sinirliydi.
Melih, “Efendim,” dedi gözlerini adama dikerek. “Size her şeyi açıklayacağım fakat Efken Bey ve Mahinev Hanım’a birkaç dakika müsaade etmelisiniz.”
“Bu insanlar da kim?” Adam öfkeyle yerinden kalktı. “Sen benimle alay mı ediyorsun? Benden izinsiz birilerini nasıl buraya getirirsin? Gazeteci mi bunlar?” Eli telefon ahizesine gitti. Ahizeyi kaldırdığı sırada Melih, “Boşuna yorulmayın,” dedi. “Şu an bu kattaki tüm hatlar kesik. Ben dışında ulaşabileceğiniz yetkili kimse yok.”
Adam öfkeyle, “Sen ne söylediğini zannediyorsun?” diye bağırdı. Bu kez parmağı güvenlik alarmına ait düğmeye uzandı ama Melih, burnundan sert bir nefes verip adamın gözlerinin içine bakarak bunun da boş bir çaba olduğunu âdeta bakışlarıyla gösterdi. Bakan, alarmın çalışmadığını fark edince panikleyerek gözlerini Efken’e dikti. Efken’in görüntüsünün korkutucu olduğu kesindi, adamın korktuğu da saklayamayacağı kadar aşikârdı. Bir suikasta kurban gideceğini düşünmeye başlamış olmalıydı.
Adamın korku dolu bakışlarından duyduğum rahatsızlıkla, “Bizi dinlemeniz gerekiyor,” dedim ellerimi havaya kaldırarak. “Size zarar vermek için gelmedik. Böyle bir niyetimiz yok. Lütfen şöyle bakmayın.”
Adamın Efken’e saplı olan gözleri bana çevrildi. Alnı boncuk boncuk terlemişti. “Eğer son olaylar yüzünden geldiyseniz, şu an kamuoyuyla bir bilgi paylaşamıyoruz,” dedi adam aceleyle. Bizim en iyi ihtimalle gazeteci olduğumuzu düşünüyordu. Senaryonun kötü tarafında da sanırım suikastçıydık.
“Son olaylar yüzünden geldiğimiz doğru,” dedim elimi havada onu sakinleştirmek ister gibi yavaşça oynatarak. “Lütfen oturur musunuz?”
“Melih,” dedi adam korkuyla. “Burada neler oluyor bilmiyorum ama görevini yerine getirmelisin. Şu an ihanet ediyorsun.”
“Hayır efendim,” dedi Melih. “İnanın bana, şu an sizi kurtarıyorum.”
“Bu da ne demek oluyor?”
Efken, “Otur,” dedi dişlerinin arasından. “Burada durup sabaha kadar sakinleşmen için sana terapi verecek değiliz.”
Adam tereddüt ve içinde gitgide büyüyen o korku duygusuyla Efken’e bakıp, başını zar zor sallayarak koltuğuna oturdu. Kravatını gevşeterek kendisine nefes alabileceği küçük bir alan yaratmaya çalıştı. Stres altında olduğu için artık sadece alnı değil, tüm bedeni terliyordu.
“Sizi dinliyorum,” dedi sessizce, gözü sürekli olarak saate dokunuyordu.
“Öncelikle yaşananlar bir terör saldırısı ya da size açılmış bir savaştan kaynaklı değil,” dediğimde gözlerini yeniden gözlerime mıhladı. Kaşlarını çattı ama bir yorumda bulunmadı. Melih ve Efken’i arkamda bırakarak adamın masasına doğru yaklaştım.
“Daha büyük bir sorunla karşı karşıyasınız,” dedim hiç düşünmeden. “Ne silahla ne de bombayla durduramayacağınız kadar büyük bir sorunla.”
Adam gözlerimin içine bakıp, “Dindar kesimden misin?” diye sordu. Bir an bu soruyu algılayamadım ama daha sonra sosyal medyadaki yazıları hatırlayıp kaşlarımı çattım.
“Hayır, insanların işlenen günahlardan dolayı taş kesildiklerinden ya da kıyametin yaklaştığından bahsetmeyeceğim,” dediğimde adam bu kez duraksadı. “Çünkü yaşananların sebebi hiçbiri değil. Ne kıyamet yaklaşıyor ne de işlenen günahların bedeli ödeniyor.”
“Genç bayan, sizi anlamıyorum,” dedi karmaşayla.
“Anlıyorsunuz. Siz de içten içe hiçbir kimyasal saldırının buna sebep olamayacağını biliyorsunuz. Siz de içten içe olup bitenleri sorguluyorsunuz,” dedim ve ellerimi masaya bastırıp adama doğru eğildim. “Savaşılması gereken şey bir insan değil, olup bitenler insan işi de değil,” dedim kendimden emin bir sesle. “Siz doğaüstü bir varlıkla savaşmaya çalışıyorsunuz. Yapmayın. Askerleri sahadan çekin ve sokağa çıkma yasağının yürürlüğe sokulmasını sağlayın. Aksi hâlde çok insanın canı yanacak, çok fazla kayıp yaşayacağız.”
“Doğaüstü?” Adam kaşlarını çatıp bana garip bir bakış attığında, “Evet,” dedim başımı sallayarak. “Bundan bahsediyorum.” Göz bebeklerim bir elips şeklini alarak yukarı ve aşağı olmak suretiyle iki farklı yöne çekildiğinde, karşımdaki adamın sırtını korkuyla sandalyesine yasladığını gördüm. Nefesini tuttu, gözleri iri iri açıldı ve boğazının gerilerine gizlediği çığlık, dudaklarından tiz bir inilti olarak çıktı.
“Sen de neyin nesisin böyle?” diye sordu adam tir tir titreyerek.
“Askerleri geri çekin, sokak yasağını başlatın.”
“Sen de nesin böy-”
“Papağan gibi aynı şeyleri söylemeyi bırakmazsan, bu odanın sahibi değil, bu odadaki bir heykel olacaksın,” dedi Efken tehditkâr bir sesle.
Adam, “Ne?” diye sordu kekeleyerek. Taşları birdenbire yerine oturtmuş olacak ki, “Saldırıları siz mi yapıyordunuz?” diye bağırdı.
“Bu da bir gelişme sayılır,” diye mırıldandım. “En azından bize inanıyorsun ama hayır, saldırıları biz yapmıyoruz. Biz saldırıyı yapanların karşısındayız. Onları durdurmak için buradayız.”
Adam yeniden ağzını açacaktı ki Melih, “Efken,” diyerek söze girdi. “Sanırım küçük bir gösteriye ihtiyacımız var.”
Efken’in bakışları Melih’e döndüğünde, “Alarm sistemi birazdan devreye girecek, o yüzden tıpkı şehre yaptığın gibi, jeneratörlere de aynısını yapmanı istiyorum,” dedi Melih, gözleri Bakan’daydı. Bakan’ın gözleri daha da irileşti. Bakışları bir bana, bir Melih’e dokunuyor, ne zaman benimle göz göze gelse ürperiyordu.
Efken, “Memnuniyetle,” dediği anda geri çekilip bakışlarımı ona çevirdim. Önce içerideki ışığın voltajı düştü. Ardından Efken’in bedeninin etrafını sisli bir şekilde saran yıldırım saçaklarını gördüm. Adam, kanı donmuş bir hâlde Efken’e bakakalmıştı. Hareket edemiyor, tepki veremiyor, sesini dahi çıkaramıyordu.
Efken, “Merhaba,” dedi başını sola doğru yatırıp adama tehlikeli bir bakış atarak. “Beni tanıdığına memnun olmak istiyorsan, bize kulak vermelisin.” Bu cümlenin hemen ardından bir yıldırım Efken’in bedeninden fırlayarak tavana çarptı, tavanın yüzeyinde statik bir enerji gibi çatırdayarak mavi bir çarşaf misali süzüldü. Binanın jeneratörleri bir anda devre dışı kaldı ve bina karanlığa gömüldü.
Karanlık odayı biraz olsun aydınlatan, Efken’in bedeninden yayılan ışıktı. Bakışlarımı adama doğru çevirdim ve “Askerleri sahadan çek,” dedim. “Sokağa çıkma yasağına ihtiyacımız var. Beni anlıyor musun?”
Adam, oturduğu yerde titrer hâlde Efken’e bakarken başını aşağı yukarı salladı ama beni anlayıp alamadığı konusunda endişelerim vardı.
“Bunu… Bunu nasıl yaparım bilemiyorum,” diye kekeledi ama bir yolunu bulursa yapacağı kesindi.
Melih, “En büyük destekçiniz ve şahidiniz ben olacağım, efendim,” dediğinde, adamın bakışları anlık olarak Melih’e dokundu. “Ayrıca bilmelisiniz ki, kıdemlimiz de bizden biri.”
Adam, “Sizden?” diye sorabildi sadece.
Daha sonrasında Kızıl Teğmen’in gözlerinden süzülen kızıl lazer ışığını gördü. Olduğu yerde donakalan adam ne bağırdı ne de tek kelime edebildi. Sadece şoktaydı. Şoktaydı çünkü yıllarca içinde yaşadığı bu dünya, olduğunu sandığı yer değildi.
Adam sertçe yutkundu, teslim oluyormuş gibi başını salladı ve titreyen ellerini masanın üzerine koydu. “Ne yapılması gerektiğini söyleyin,” dedi.