Senin kudretin ki Mēness, bir erkeğin son nefesi olacak.
Babamın gözlerinde özlemin ini vardı ve o inin duvarlarında benim gölgem yükseliyordu.
“Mahinev,” ismi babamın dudaklarından döküldüğünde, uzun zamandır içinde bir yabancıyı taşıdığıma inandığım bedenim farkındalıkla kasıldı. Ben her kime dönüşmüş olursam olayım, hâlâ babamın kızıydım. Bu ne zamanın ne soyun ne de gücümün değiştiremeyeceği yegâne gerçekti.
Bedenine şiddetle çarpan bedenimi hatırlıyordum. Karanlık bir sokakta, gölgem kendi önümde büyüyerek beni kendi karanlığımda boğarken bir daha bu kolların arasında olamayacağıma inanmış, onun yokluğuyla tir tir titremiştim. Korku, babamın olmadığı her yerde beni bekleyen Azrail gibiydi ve ben öyle çok onsuz kalmıştım ki bir süre sonra Azrail’i dostum bilmiştim.
Babam kollarını bedenime sardığında korkularım çözülüp ayaklarımın önüne dökülmüştü. Güçsüz bir kız çocuğu gibi ona sarılırken ben, aslında babam da ben de biliyorduk, ben artık yenilmez bir kadındım. Ama her yenilmez kadın, babasının karşısında bir defa yenilirdi. Yenilmiştim. Babamın kollarında yeniden onun için ağlayan küçük bir kız çocuğu olmuştum.
Bir yanı hâlâ inanamıyor, kaybolup gidecekmişim gibi tüm gücüyle beni sarıyordu; bir yanıysa geleceğimi zaten biliyordu, bir misafiri gözler gibi yolumu gözlüyordu. Babamın kollarında hıçkıra hıçkıra ağlamamak için kendimi sıktım, parmaklarım onun kazağının kumaşını kavradı ve kumaşı avucumun içinde topladım. Nefesi sıcak bir ayaz gibi saçlarıma dökülürken bu ânın hiç bitmemesini diledim. Bir rüyaysa eğer, uyanmamayı diledim.
“Buradasın,” derken beni kendine biraz daha bastırdı, bağrına bastı. “Çok şükür ki buradasın, buradasın güzel kızım, buradasın.”
“Baba,” diye fısıldadım avucumun içindeki kumaşı daha sıkı kavrarken. Öyle sıkı kavrıyordum ki tırnaklarım kırılabilirdi. “Ben geldim, sonunda evimize geldim.”
Babam beni kollarının arasından azat etti ama bu defa büyük elleri yüzümü kavradı. Büyük avuçlarının içinde kaybolan yüzümün ortasında özlemle parlayan gözlerim, gözleriyle kavuştu. Benimkilerin bir kopyası gibi görünen kızıl kahve gözlerinde gördüğüm özlem, hissettiğim şefkat çok farklıydı. Hiçbir erkekte bulamayacağım bir sevgiydi bu, hiçbir erkeğin hiçbir kadına veremeyeceği bir şefkatti.
Babam beni bir defa daha kendine çekip bağrına bastı, saçlarımın üzerini öptü, yüzümü avucunun içine bir defa daha alıp gözlerimin içine uzun uzun baktı.
“Baba,” dedim yüzüm hâlâ avuçlarının içindeyken. “İyisiniz değil mi? Herkes iyi?”
“Herkes iyi,” dedi babam. “Sen? Sen iyi misin? Neler oldu? Çok şey yaşamış olmalısın. Yanında olamadım. Göz göre göre… Seni kurtaramadım.”
“Baba, olması gereken oldu. Benim olmam gereken yere gitmem gerekiyordu ve gittim,” dedim gözlerinin içine bakarak. “Elimden geleni yaptım. Bana verilmiş tüm görevleri yerine getirmeye çalıştım, getirdim.”
“Küçük gururum,” diye mırıldandı, parmağı yavaşça yanağımı okşarken derin bir nefes aldı. “Buraya gelmenin bir yolunu bulacağını biliyordum.”
“Baba,” diye fısıldadım korkuyla. “Dışarıda neler oluyor? Haziran ayında değil miyiz? Neden kar fırtınası var?”
Babam derin bir nefes alırken, “Tek bir an durmadı, Mahinev,” dedi. “Mevsimler birbirine karıştı, kış neredeyse hiç bitmedi kızım. Ama son günlerde… Daha farklı bir şeyler oluyor.” Babam bunu sonra konuşmamız gerektiğini belirten bir bakış attıktan sonra gözlerini hemen arkamda bizi izleyen arkadaşlarıma çevirdi. “Hoş geldiniz.”
Efken, “Hoş bulduk efendim,” dedi saygılı ve ölçülü bir sesle.
Babam ellerini üzerimden çekerken, “Tam zamanında geldiniz,” dedi. Söylediği bu şey, içimde fırtına gibi büyüyen endişeyi daha da şiddetlendirdi.
“Annem nerede?” diye sordum. “Mahzar ve Miran nerede?”
“Annen içeride, uyuyor,” dedi babam. “Miran ve Mahzar da birazdan evde olurlar. Onlara gece dışarı çıkmamaları konusunda uyarılarda bulunsam da pek anlamıyorlar. Gençler işte, kanları kaynıyor.”
“Olup biteni bilselerdi seni dinlerlerdi,” dediğimde, her şeyi bildiklerini belli eden bir bakış attı. Bir an inanamayarak babama baktım. “Biliyorlar mı?” diye sordum titreyen bir sesle.
“Mahzar iyi bir gözlemciydi, biliyorsun. Miran da bir şeylerin yolunda gitmediğinin daima farkındaydı. Annenin aksine onlara muskalar işlemiyordu. Çünkü benim kanımı taşıyorlar,” diye açıkladı babam.
Kadim Büyücü, “Siz Mega Alfa olmalısınız,” dediğinde babamın bakışları büyücüye çevrildi. “Tarihteki ilk Mega Alfa.” Kadim Büyücü derin bir nefes aldı. “İkincisi de şu kurt çocuk olsa gerek.”
Babamın bakışlarının bu kez Efken’e çevrildiğini gördüm. Efken’i baştan aşağı süzdükten sonra, “Hükümdar sensin demek,” dedi.
Efken, “Adım Efken,” dedi saygılı bir şekilde.
“Merhaba Efken, ben Aykan. Mahinev’in babasıyım ve büyücünün de söylediği gibi, eski bir Alfa’yım.” Babamın kızıl gözleri tekrar Efken’i baştan aşağı süzdü.
“Onun büyücü olduğunu nasıl anladın?” diye sordum şaşkınlıkla.
“Kıdemli cadıları ayırt edebiliyorum,” dedi babam, sanki tüm bunları benimle konuşabiliyor olmak onu da çok şaşırtıyormuş gibi bakışlarını farklı bir yöne çevirdi. “Senden sakladığım her şeyi şimdi seninle gündelik şeylerden bahsediyormuş gibi konuşmak oldukça tuhafmış, ufaklık.”
Babamın gözlerinin içine bakarken dudaklarımda yarım yamalak bir tebessüm belirdi. “Tüm bunları yalnız başına yaşamak zorunda kalan sendin, baba,” dedim. “Her şeyi saklamak zorunda olmak ve aynı zamanda bizi korumaya çalışmak çok zor olmuş olmalı.”
“Sizi koruyabildiğimi söyleyemem.” Babam hüzünlü bir gülümsemeyle bana bakıp, “Size kahve hazırlayayım çocuklar,” dedi. “Sonra da kahvaltı hazırlarım. Annen seni gördüğünde mutluluktan havalara uçacak.”
“Onu öyle özledim ki,” diye fısıldadım.
“O da seni özledi ama şanslıydı,” dedi babam bu durumdan hiç memnun değilmiş gibi gözlerini boşluğa çevirip, derin bir nefes alarak. “Seninle daima iletişimde olduğunu düşünüyor, sen onun aksine onsuz çok uzun zaman geçirdin.”
“Bu onun için en doğrusuydu,” dedim. “Tüm bu olanlara ne inanırdı ne de kaldırabilirdi. Annem tehlikede olduğumuzu düşündüğü an işi yokuşa sürer, bilirsin.”
Babam, “Her anne gibi,” dediğinde Efken’in sessiz bakışlarına çöken hüznü hissettim. Ayperi’yi gördüğü andaki hâlini hatırladım. Küçük, yaralı bir erkek çocuğu gibiydi; çaresizliği ruhumu ızdırapla doldurmuştu.
Mutfakta küçük değişiklikler yapılmıştı. Mesela yeni bir kahve makinesi alınmıştı, sık sık kullandığım kahve makinesi eski olmasına rağmen hâlâ aynı yerinde duruyordu. Sanırım babam onu çöpe atmaya kıyamamıştı. Benden parçaları çöpe atmak, ona beni de dışarı atmak gibi mi hissettiriyordu?
Bu eve bir yabancı olarak dönmüştüm ama bir zamanlar olduğum genç kızın anıları hâlâ evin her köşesindeydi; o genç kız sanki bir hayalet gibi bu evin içinde yaşamaya devam ediyor, ben onun ruhundan ayrılmış uzaklara gitmişim gibi hissediyordum.
Babamın yaptığı kahveden bir yudum aldığımda, mutfak masasına çökmüş sessizliğin başrollerinden birisiydim. Babam kendi kahvesinden büyük bir yudum aldıktan sonra, “Şehirde büyük, ölü kurtlar bulunuyor,” diyerek söze girince olduğum yerde dikleşip babamın gözlerinin içine baktım. Efken’in de tüm dikkatinin babama çevrildiğini fark ettim. “Sosyal medyada bu konuyla ilgili dedikoduların önü kesilemezken, yetkililerden bir açıklama gelmiyor çünkü kurtların normal bir kurt boyutunda olmadığı aşikâr.”
“Aynılarını yaşadık baba,” dediğimde babam gözlerimin içine bunu zaten biliyormuş gibi baktı.
“Varta’nın yansımalarının yaşandığının farkındayım,” dedi babam, öksürüp boğazını temizledi. “Ama çıkış noktası nedir bilmiyorum. Yılanlar yerin altından çıktılar, yeryüzünde çok sayıda yılan görülmeye başladı. Şehrin merkezlerinde, otobanlarda, bulunmamaları gereken yerlerde… Çoğu uzman buna deprem habercisi dedi, çoğu din insanı hâlâ sürmekte olan ve bir türlü bitmeyen kar yağışlı bir kış varken yılanların ortaya çıkmasının imkânsıza yakın olduğunu, bunun kıyamet alameti olduğunu öne sürdü. Her kafadan bir ses çıkıyor ve çok sayıda insan internet üzerinden yaşadığı paranormal olayları paylaşıyor. Birbiriyle uyumlu hikâyeler. Birbirini destekleyen, neredeyse aynı deneyimler… Herkes geceleri gölgeler gördüğünden söz ediyor. Şeytani gölgeler…” Babam iki kelimelik son cümlesinin ardından çatık kaşlarla masanın yüzeyine baktı. “Büyük bir savaşın kapıda olduğunu öngörebiliyorum ama ne yapılır, işte bunu bilmiyorum çünkü çok uzun zamandır bir insanın bedeninde yaşıyorum. Üstelik karşı tarafın ne istediğini kestiremiyorum. Bu saldırıların esas sebebi nedir, bilmiyorum.”
“Bunu çözmek için buradayız, efendim,” dedi Efken, babamın bakışları tekrar Efken’e çevrildi. “Sorunu kökünden çözüp şehre huzuru geri getireceğimizden şüpheniz olmasın.”
“Bir lidere yakışır konuşmalar,” dedi babam, sesi donuktu, gözleri bir kusur arıyor gibi sürekli Efken’in yüzünde, vücudunda dolaşıyordu. Sanki Efken’in hayatımdaki yerini biliyordu ve bir baba olduğundan içgüdüsel olarak beni kıskanıyordu. Farklı şartlar altında yaşansaydı belki de çok iyi hissettirebilirdi. Bir an için düşündüm. Efken ile iki normal insan olarak tanışsaydık, hayatımdaki yeri belirgin, vurgulu ve ismi koyulmuş bir ilişki şeklinde olsaydı, babamla nasıl tanışırlardı? Yine aralarında bu gerginlik olur muydu? Eminim ki babam yine şimdi olduğu gibi kıskanan, sorgulayan ve inceleyen gözlerle süzerdi onu. Ama daha normal olurduk, daha olması gerektiği şekilde babamın karşısında duruyordu ve kaderin çarkları, bizim için paslı bıçağını kelimelere vurarak usulca dönüyordu.
Kadim Büyücü, “Önceliğim evinizin etrafını korumaya almak olacaktır, Sevgili Alfa,” dediğinde, babam, “Teşekkür ederim,” dedi. “Ben bunu elimdeki imkânlarla yapabildiğim kadar yaptım ama biliyorum ki bir büyücünün yapacağı koruma daha etkili olacaktır.”
“Sizin engin bilgilerinize saygım sonsuz, eminim çok güçlü bir koruma yapmayı başarmışsınızdır. Benim niyetim bu korumayı tamamen aşılmaz bir kalkana dönüştürmek olacak,” dedi Kadim Büyücü saygıyla.
Efken’in bakışları Kadim Büyücü’ye çevrildi, gözlerinde kıskançlığı ve öfkeyi net bir şekilde gördüm. Babama yaklaşması, babamın güvenini kazanmaya çalışması ve babama karşı saygılı davranışları Efken’i çileden çıkarıyor gibi görünüyordu.
“İsminiz nedir büyücü?” diye sordu babam ilgiyle. Efken’in burun delikleri aldığı nefesle genişlerken dilini ağzının içinde dolaştırdığını gördüm. Çenesi keskinleşip öne doğru sivrildi, parmaklarını önündeki fincanın kulpuna birinin boğazına sarıyor gibi sardı.
“Vitali,” dedi Kadim Büyücü, bu onun adını ilk duyuşumdu. “Siz de Aykan Demir’siniz, değil mi? Kızınızın kime benzediği alenen ortada.”
“Teşekkür ederim, çok naziksiniz,” dedi babam, ardından gözleri İbrahim’e kaydı. İbrahim’e uzun uzun baktıktan sonra, “Kaybolan çocuk,” dedi, İbrahim bu söylem üzerine kaşlarını kaldırırken babam buruk bir şekilde gülümsedi. “Senin kaybolma haberini ilk gördüğüm andan beri nerede olduğunu biliyordum. Kızımın kaderinin seninkine benzemesinden daima korktum ve sonunda kaderden korksan da saklanamayacağını deneyimledim. Yeniden burada, İstanbul’da olmak nasıl hissettiriyor? Uzun zamandır başka bir diyardaydın.”
Elimi babamın elinin üzerine koyduğumda şefkatli gülümsemesi kalbime dokundu. Gözlerimi İbrahim’e çevirdim. İbrahim derin bir nefes alıp, gözlerini masaya sabitlerken, “Eve dönmüş gibi hissetmiyorum, efendim,” dedi, sesine yansımasına engel olamadığı hüzün, Yaren’in gözlerine de aynı hüzün akşamının çökmesine neden oldu. “Çoktan unutulmuş olmalıyım.”
“Kimse toprağa karışıp onu tanıyan son insan da bu dünyadan göçüp gitmediği müddetçe tam anlamıyla unutulmaz, evlat,” dedi babam, sesi sertti ama kelimelerinin altında alışkın olduğum o şefkat duygusunu hissedebiliyordum. Babam bu defa Crystal’e baktı. “Bir Mar olmalısın,” dedi.
“Evet,” dedi Crystal saklayamadığı bir hayranlıkla babama bakarken. “Düğümlü olduğum kraliçenin babasını karşımda gördüğüm için onurlandırılmış hissediyorum.”
“Kraliçe…” Babam gülerek başını salladı. “En son benim prensesimdi, şimdilerde sizin kraliçeniz demek.”
Gülerek babamın elini okşadım.
“Babaannem nerede baba?” diye sordum merakla. İstanbul’a adım attığım ve şehrin hâlini gördüğüm anda babaannemin neden telaşlı olduğunu anlamıştım. “Sezgi adındaki arkadaşım bir Kızıl Cadı. Babaannem onunla iletişime geçmeye çalışıp çağrı gönderdi. İstanbul’a dönmek için acele etmemizi söyledi. O nerede? İyi mi?”
Babam gözleri kısılırken yavaşça başını sallayıp, “O da iyi, merak etme,” dedi. “Olanlar onu da telaşlandırdı. Konuyla ilgili araştırma yapıyordu, evindedir. Geldiğinin haberini ona da vereceğim.”
Ben bir şey söyleyemeden mutfağın kapısı yavaşça aralandığında kalbimin atışları yavaşladı. Gözlerimi yavaşça kapıya doğru çevirirken ne göreceğimi biliyordum ama göreceğim şeyin bana nasıl hissettireceğini kestiremiyordum. Annemin permalı, kestane rengine boyanmış kısa saçlarını gördüm önce, daha sonra uykulu kahverengi gözleri iri iri açıldı. Üzerinde kuşağını bağladığı nilüfer çiçeklerinden desenleri olan koyu yeşil sabahlığıyla tam karşımda kanlı, canlıydı; anılarımın içinde olduğundan daha gerçekti.
“Mahinev!” Annemin sesinden adımı duymayalı ne kadar zaman olmuştu? Oturduğum yerden fırlar gibi kalktığımda gözlerimiz birbirine tutunmaya devam ediyor, ayağımın altındaki yer sarsılıyordu. “Kızım!”
“Anne,” diyebildim, bu kelimeyi o kadar uzun zamandır kullanmıyordum ki kalbimin derinliklerinde uyuyan o acı, birdenbire gözlerini açarak göğüs kafesime karanlığı getirdi. Kollarının arasına girerken gözlerimden akmaya başlayan gözyaşları çeneme ulaşana dek, onları akıttığımın farkına bile varamamıştım. Kokusunu içime çekerek ona sıkıca sarıldım; biraz paçuli, vanilya ve yasemin çiçeği. Annemin notalarında huzur taşıyan kokusuydu bu. Beni kalbine bastırmak ister gibi sarıp sarmalarken, “Geleceğini neden söylemedin?” diye sordu şok içinde. “Dün gece telefonda konuştuğumuzda bana bundan söz etmemiştin. Alacağın olsun kızım!”
Kalbimin acıyla kasıldığını hissettim. Mutfağın ısısı düşmüş gibi hissediyordum, sanki zaten soğukla sarılmış vücudum şimdi buzla kaplı bir tabutun içindeydi. Benimle iletişimde olduğuna inanıyordu, ben onun özlemiyle kavrulurken o benim varlığımın usulca silinişinin farkına bile varmamıştı. Bu bana hem büyük bir matem hissettirdi hem de onun adına sevinmemi sağladı.
Annemin hassas kalbi çok kırılgandı, her zaman evhamlı biriydi ve belli etmese de biz onun için kendi hayatından bile daha önemliydik; bu yüzden hayatının kıyılarında daima var olduğumu sanması, yokluğumla yüzleşmesinden daha kolaydı.
Ona daha sıkı sarılıp, “Sürpriz olmasını istedim anne,” diye fısıldadım, kalbim attığım yalanın altında kaldı, o soğuk tabutun içindeki ısı biraz daha düştü.
“Sen yok musun sen…” dedi annem sahte bir şekilde kızarak. Beni kollarının arasından azat ettiğinde bunu yaptığı için kırgın hissettim. Biraz daha bağrına bassa, beni kalbinin üzerine yatırsa, saçlarıma dokunsa, parmakları saçlarımda dolaşırken zihnime masallarını fısıldasa olmaz mıydı? Bir kız çocuğunun masum gözleriyle ona baktığımda, dudaklarını esir alan şefkatli gülümseme daha da derinleşti, büyüyerek tüm çehresini aydınlığa boğdu. Onun ışığı, benim gitgide büyüyen karanlığımın yanında küçücük, el değmemiş bir parçaydı ve hâlâ masum olan bir yanım varsa, bunu onun ışığına borçluydum.
Annem hemen omzumun arkasından masada oturan yabancılara baktı. Şaşkınlık gözlerine mürekkebin kâğıda yayıldığı gibi yayılırken, babam oturduğu yerden kalkarak, “Mahinev’in üniversiteden arkadaşları geldi,” dedi, anneme yalan söylemek onun için zulüm olmalıydı. Kızıl gözlerine çöken hüznü görebiliyordum ama yine de dudaklarında bir tebessüm vardı. “Mahinev onları gezdirmek istediği için dönmüş eve. Seni de çok özlemiş. Akşam bana geleceğinin haberini verdi ama sürpriz olsun istediğinden sana ses edemedim.” Manbel’i işaret etti. “Mahinev’in arkadaşının babası da burada. Şey Bey…”
“Manbel,” dedi Manbel ayaklanıp, kibar bir gülümsemeyle anneme bakarak. Turuncu, alacalı gözlerini kahverengi lenslerin arkasına gizlemişti ama turuncu saçları epey ilgi çekiyordu. Yaren, henüz İbrahim’in evindeyken babasının gözlerine lensleri zorla takarken, “Daha normal görünmek zorundasın, üzgünüm,” diye söylenmişti ve Manbel de kırılmış gibi elini kalbine götürmüş, somurtup durmuştu.
“Yabancı mısınız?” diye sordu annem merakla, beni kolunun altına çekip sarıldı. “Keşke haberim olsaydı, hazırlık yapardım. Ayıp oldu böyle. Karşınıza da rezil rüsva hâlde çıktım.”
Manbel gülümsedi. “Hiç önemli değil, ayrıca Mahinev’in güzelliğini kimden aldığını da gözlerimizle görmüş olduk,” dedi kibar bir şekilde.
“Anne, Manbel Bey Yaren’in babası,” dedim, ardından fiziksel farklılıklarını göz önünde bulundurarak, “Kendisi İrlandalı. Yaren’in annesi Türk, o yüzden pek babasına benzemiyor.” Gülümsedim, Manbel bana tuhaf tuhaf baktı. Muhtemelen İrlanda’nın neresi olduğunu düşünüyordu. “Crystal,” diyerek arkadaşımı işaret ettim. “Kendisi İngiliz ama babası Türk,” dedim gülümseyerek. “Bu Hatem ve bu da İbrahim.” Bakışlarım Kadim Büyücü’ye kaydı. “Ve Vitali.” Annemin meraklı bakışları Efken’e kaydığında, Efken çoktan ayaklanmış, gözlerini anneme mühürlemiş hâlde, saygıyla annemin karşısında dikiliyordu. Tam ağzımı açacaktım ki Efken hızla annemin önüne kadar yürüdü, tam karşısında durup, “Merhaba efendim,” dedi ondan beklenilmeyecek bir zarafetle. “Ben Efken.”
“Merhaba Efken,” dedi annem gülümseyip, elini Efken’e uzatarak. Gözleri anlık bana kaydı. “Mahinev’in böylesine güzel ve yakışıklı arkadaşları olduğunu bilmiyordum. Benim kız biraz merdümgiriz takılırdı, şok oldum doğrusu ve çok da sevindim.” Efken, çekinerek annemin elini tuttu, ardından beklenmedik bir anda annemin elinin üstünü zarifçe öperek, “Memnun oldum, Dicle Hanım,” dedi, annemin ismini nereden bildiğini sorgulayarak ona baksam da annem öylesine mest olmuş hâldeydi ki ağzımı açıp tek kelime edemedim.
“Aman aman, pek de kibar,” dedi annem utanarak. “Memnun oldum canım.”
Babam, “Siz keyfinize bakın çocuklar,” dedi, ardından annemin beline elini yerleştirip, “Sen de bir duş alıp üzerini giyin, misafirlerimiz var güzelim,” dediğinde, annem utanarak gülümserken bakışlarımı farklı yöne çevirdim. Önümde cilveleşmelerine alışkındım ama arkadaşlarımın önünde cilveleşmeleri utançtan yerin dibine girmeme neden olmuştu.
Annem ve babam mutfaktan çıktıklarında Crystal sandalyesini geri atıp bacaklarını öne doğru uzatarak, “Aman Tanrım!” diye çığlık attı. “Babanın baban olduğuna emin misin? O daha çok abin gibi! Ve yeniden aman Tanrım! Sizin ailenin gen dağılımı şaka olsa gerek…”
İbrahim ve Hatem, Crystal’e tuhaf bir şeye bakıyorlarmış gibi baktıklarında Crystal, “Ne?” diye sordu. “Siz onun kadar şanslı değilseniz bu benim suçum mu?”
“Onu bunu bırakın da Efken’im az önce kayınvalidesi ve kayınpederinin önünde süt dökmüş kedi yavrusu gibi görünmüyor muydu?”
Efken birden Vitali’ye doğru döndü ve “Sen,” diyerek parmağının ucuyla Kadim Büyücü’yü işaret etti. “Onun babasına ve annesine yalakalık yapmayı derhâl keseceksin.”
“Amanın, Mahinev’den sonra bir de ailesini kıskanmaya başladı,” dedi İbrahim sessizce ama Efken bu söyleneni umursamadı bile. Gözlerini Vitali’ye saplamış, tüm dikkatiyle ona bakıyordu.
Vitali, “Varsayalım ki,” dedi tek kaşını kaldırarak, “bu söylediğini yapmadım. Ne yaparsın? Beni Nemesis’in yıldırımlarından mı geçirirsin, kurt çocuk?”
Efken öne doğru gelirken, “Sen çok olmaya başladın,” diye hırladı ama elimi onun göğsüne bastırarak onu ittiğimde duraklayıp bana baktı.
“Efken,” diye fısıldadım, “babam evde huzursuzluktan hiç hoşlanmaz.”
Efken dişlerini birbirine bastırarak gözlerimin içine uzun uzun baktıktan sonra başını aşağı yukarı sallayıp gözlerini bu defa Vitali’ye çevirdi ve “Dua et,” dedi, “dua et ki bu kız seni her ızgaraya çevirmek istediğimde önüme geçerek beni durduruyor. Yoksa uzun süre suyun içinde kalmış bedenini bir balık gibi kızartırdım.”
Vitali alayla, “Vay canına, lezzetli olurdum,” dedi.
“Evet, seni sürümden birinin öğle yemeği yapmak güzel olurdu,” diye karşılık verdi Efken, ses tonu öylesine tehditkârdı ki bunun şaka olmadığını fark ettim.
“Efken,” dedim. “Lütfen kes şunu. Şimdi olmaz.”
Efken gözlerini gözlerime sabitleyip, “Bir daha onu koruma,” dedikten sonra geri çekilince ellerim havada asılı kaldı.
Crystal öksürdü, İbrahim de “Sanırım şu an romantik kavganızın hiç sırası değil çocuklar,” dedi.
Efken burnundan soluyarak sandalyeye oturduğunda gözlerim hâlâ ondaydı ama ağzımı açıp tek kelime edemedim. Bir başkasını koruduğumu mu düşünüyordu? Sadece huzursuzluk çıkmasını ve babamın gözünde onun kavgacı, huysuz biri olarak görünmesini istemiyordum.
Derin bir nefes alarak, “Babama Yedi Güneş’ten bahsetmemiz gerekiyor,” dediğimde İbrahim anıların içinden ona bahsettiğim şeyleri çekip çıkarmış olacak ki, “Yedi Güneş’i temsil eden kurtları bulmak için babandan yardım alabiliriz, neticede o eski bir Alfa,” dedi.
Crystal, “Hepsinin bu evrende olduğundan emin misiniz?” diye sordu tek kaşını kaldırarak.
Efken hiç düşünmeden, “Evet,” dedi. “Hepsi burada.”
Crystal, “Hepimiz burada kalamayız, bir otel ayarlamamız gerekiyor,” dediği sırada babam yeniden mutfağın kapısını açıp içeri girmişti. Solgun göğün rengiyle aydınlanan mutfakta ilerleyip tam önümde durduktan sonra, “Ne seni ne de arkadaşlarını öylece dışarı bırakamam ama sizi burada da tutamam çünkü bu evdeyken doğrudan hedef hâline gelebilirsiniz,” dedi babam. “Sizin için bir planım var.”
“Plan nedir?” diye sordum tek kaşımı kaldırarak.
“Vitali için de uygunsa, bir yazlığı koruma altına alması gerekecek,” dedi babam, Vitali başını aşağı yukarı sallayınca kaşlarım çatıldı ve babama sorguyla baktım. “Riva’daki yazlığımızda kalmanız daha iyi olur,” diye açıkladı.
“Sizi burada bırakmamı mı söylüyorsun bana?”
“Ben onları koruyabiliyorum, ay parçam,” dedi babam. “Fakat seni koruyabilecek kudrete sahip değilim çünkü sen bu evin dışarıdan bile yıldız gibi parlamasına neden olan bir gücü içinde taşıyorsun. Seni saklamak kolay olmayacak.”
“Buraya saklanmaya değil, sizi korumaya geldim baba,” dedim ama bir yanım, asıl buradaki varlığımın ailemi tehdit altına alacağını biliyordu.
Crystal, “Mahinev,” dedi yumuşacık bir ses tonu kullanarak. “Baban haklı. Burada kalman senin için de çok tehlikeli. Daha korunaklı bir yerde kalman gerekiyor.”
“Annemi özledim,” diye fısıldadım. “Kardeşlerimi özledim.” Gözlerimi yere indirip dişlerimi sıkarken mızmızlık etmemem gerektiğini biliyordum. “Ama madem öyle, tamam. Riva’daki yazlıkta kalırız. Okların size dönmesini istemiyorum. Buraya sizi korumak için geldim, sizi hedef hâline getirmek için değil.”
“Sen ne bana ne de ailemize asla yük olmazsın,” dedi babam parmağını çeneme koyup kafamı eğdiğim yerden kaldırırken. “Benim tek amacım seni korumak. Çok güçlü genç bir kadın olabilirsin ama unutma, sen hâlâ benim küçük kızımsın.”
Dudaklarını alnıma bastırırken neredeyse ağlayacaktım ama annemi gördüğüm an akan gözyaşlarım bu defa gözlerimi ziyaret etmedi. Annem içeri girip, “Bensiz sarılıyor musunuz yoksa?” diye sorarak güldüğünde dudaklarımda yarım yamalak bir tebessüm belirmişti. “Şimdi sizin için mükemmel bir kahvaltı hazırlayacağım! Kimler krep seviyor?”
İbrahim ve Vitali aynı anda, “Ben!” diye bağırdılar.
❄️
Kollarımı bedenime sarmış, buzla kaplı kaldırımları ve tam karşımda duran karla kaplı çocuk parkını izliyordum. Üzerimde lacivert, eskiden giymeyi çok tercih ettiğim boğazlı bir kazak vardı ve altıma da siyah, içi polarlı bir tayt giymiştim. Eski kıyafetlerimin içinde artık eskisi gibi olmamak çok garip hissettiriyordu. Kıyafetler aynıydı, ev aynıydı, aynaya baktığımda gördüğüm kişi aynıydı ama ben aynı kişi değildim.
Balkonun cam kapısı kayarak açıldığında bakışlarım omzumun üzerinden gelen kişiye doğru çevrildi. Aslında gelenin o olduğunu biliyordum, yine de dönüp ona bakmak istemiştim. Efken balkondan içeri adımını atarken, “Kardeşlerini mi bekliyorsun?” diye sordu sessizce.
“Hâlâ dönmediler, bir sorun olup olmadığını merak ediyorum ama annem sürpriz olmasını istedi, onları aramama izin vermedi,” diye fısıldadım kollarımı bedenime daha sıkı sararak.
“Baban onların güvende olmadığını düşünseydi duruma el atardı,” dedi yatıştırıcı bir sesle. Büyük ellerini balkonun buz tutmuş tırabzanlarına bastırıp gözlerini karşımızdaki karla kaplı çocuk parkına çevirdi. “Çocukluğun bu oyun parkında geçmiş olmalı,” diye mırıldandı, daha çok kendisiyle konuşuyormuş gibi göründüğü için ağzımı açıp tek kelime edemeden onun profilini izlemeye başladım. “Eğer dört bir yana dikilmiş binalar olmasaydı burayı Varta’ya benzetebilirdim.”
“Burada orman bulmak biraz zor,” dedim ona doğru adımlarken. “Betonla kaplanmış güzel bir şehir.”
“Yazık edilmiş,” dedi Efken, ardından derin bir nefes alarak bakışlarını bana doğru çevirdi. Üzerinde yalnızca siyah bir tişört vardı, üşümediğini biliyordum ama yan binalardan biri onun bu şekilde balkonda olduğunu görse, onun deli olduğunu düşünebilirdi.
“Baban,” dedi Efken düşünceli bir sesle, gözlerimi ona çevirdiğimde onun da bakışları benimkileri bulmuştu. “Beni neden öyle inceliyor? Sevmedi mi?”
“Sadece nasıl biri olduğunu anlamaya çalışıyor. Çünkü benim için önemli biri olduğunu anladı.”
Tek seferde söylediğim bu şey, bir an gözlerimin içine bakakalmasına neden oldu. Ona yaklaşıp başımı omzuna koydum, teninden tenime saçılan elektriği hissettim ve bunun gücüyle hiç ilgisi yoktu.
“Başkalarını koruduğumu, sürekli seninle savaştığımı düşünebilirsin Efken ama benim koruduğum da sensin, düşündüğüm de sensin. Senden öte bir yöne çevirmiyorum kafamı, senden başka birinin sesi dolmuyor kafamın içine. Sadece sen, hep sen, daima böyleydi. Birbirimizsiz geçirdiğimiz yüzlerce yıl oldu belki ama yüzlerce yıl öncesine de dayanıyordu bu. Mēness için Saul her kimse, sen benim için daha fazlasısın.” Kafamı kaldırıp ona baktığımda, yüzüme indirdiği gözlerinde saklayamadığı bir parıltı yüzüme dokunuyordu. Efken vücudunu bana doğru çevirmeden önce büyük avuçlarını omuzlarımın baş kısımlarına yerleştirdi. Gözleri gözlerimin etrafında büyümeye başlayan bir kalp atışı gibiydi.
Dudaklarını yavaşça alnıma bastırdığında gözlerim kapandı.
“Saul’un hissettiği her şey hâlâ içimde,” dediğinde sertçe yutkundum ama gözlerimi açmadım. “Efken’in hissettiği her şey dışıma taşıyor.”
“Bana mı?” diye sordum bir çocuk gibi.
“Sana,” dedi. “Daima sana.”
Yüzü yüzümün sınırlarına yaklaşmaya başladığında düşüncelerim dondu. Ondan ibaret hissediyordum. Sanki ben kandım ve o içinde dolaştığım damardı; beni tutmuyor olsaydı akıp dağılırdım.
Dudakları neredeyse dudaklarımın sınırlarına girmişti ki farklı birinin varlığını hissederek aynı anda donduk. Bakışlarımı omzumun üzerinden açık duran balkon kapısına çevirdiğimde, annemin dudaklarında saklayamadığı bir tebessüm, gözlerinde şaşkınlıkla bize baktığını gördüm.
“Iı,” dedi annem, ardından daha geniş gülümsedi. Eliyle içeriyi gösterip, “Ben içeride,” durdu, “şey… Akşam yemeğinde ne yemek istersiniz?” diye sordu alakasızca.
Hızla geri çekilip elimi balkonun tırabzanına yaslayarak yüzüme düşen saçı kulağımın arkasına sıkıştırdım. Efken de elini ensesine atıp anneme çekingen gözlerle baktı.
Efken ile aynı anda, “Fark etmez,” dediğimizde annemin dudaklarını birbirine bastırdığını gördüm. Ardından gülmemek için gökyüzüne bakarak, “Hıhım, fark etmez,” diye taklit etti bizi.
“Anne, ben sana yardım edeyim,” dedim telaşla ona yönelirken. Efken balkonda kaldı, şanslıydı çünkü sorguya çekilecek olan o değildi. Annemin koluna girerek onu içeri sokarken yanaklarıma dolan ısıyı cehennem kadar net hissediyordum.
Hole çıktığımız esnada, “Çok yakışıklı bir çocuk,” dedi. “Ne kadar da uzun boylu. Baban gibi heybetli.” Anneme yan gözle baktım, hâlâ sırıtıyordu. “Ne zamandan beri görüşüyorsunuz?”
“Bi-bir süredir,” dedim çat diye.
“Ne kadar süredir?” diye üsteledi annem sırıtarak. Omzuyla omzumu dürttü. “Üniversitede tanıştığınızı söylemiştin. Sanırım senden birkaç yaş büyük, olgun görünüyor çünkü.” Annem bir kez daha omzuma omzuyla vurdu. “Anneden saklanır mı böyle şeyler? Madem bir sevgilin var, önce benim bilmem gerekirdi.”
“Anne öyle de-”
“Aa ama lütfen, Mahinev, evdeyken onunla bu kadar yakın görünmemeye dikkat et. Mahzar yumuşak kalplidir ama Miran’ı biliyorsun, babanın kopyasıdır ve çok kıskançtır. Babanın kalbine inmesine ramak var zaten, çocuğu nasıl süzdüğünü gördün mü? Emin ol sizi balkonda o kadar yakın hâlde gören ben değil de baban olsaydı zavallı koca çocuğu balkondan aşağı fırlatırdı. Çuval gibi…” Annem sessiz bir kahkaha attı. “Hele Miran? Ondan hiç hoşlanmayacak çünkü Miran ve Miraç seni paylaşmaktan pek de hoşlanmazlar. Aa! Miraç bugün beni aramadı, neden ki acaba?”
“Anne,” dedim acıyan içimle. “Miraç çok iyi.”
Annem bir an duraksadı, kahverengi gözlerinde yuvarlanan karmaşık duyguları gördüm. Birdenbire gözlerinde acıyı gördüm, hüznü, kaybolmuşluğu… Muskalar işe yarıyordu belki ama o hâlâ bir anneydi. Sanki derinlerde bir yerde bazen muska etkisini kaybediyordu. Bakışlarını birdenbire toparladı. İşte muska yeniden onu etkisi altına almıştı.
“Elbette iyi,” dedi annem.
“Ve seni çok seviyor.”
Annem bir kez daha duraksadı, zihni bir makinenin dişlileri gibi birbirine geçerek çalışıyor, muskanın etkisiyle evladına duyduğu sevgi birbirine karışarak kördüğüm oluyordu.
“Ben de onu çok seviyorum,” dedi annem sessizce, ardından gözlerini yüzüme çevirdi. “Seni de çok seviyorum. Sizsiz ne yapardım?”
Muskanın varlığından nefret etmem gerekirdi belki. Ona bunu yaptığımız için kendimi sonsuza dek suçlu hissedebilirdim ama yine de muskanın varlığına şükrettiğimi fark ettim. Annem haklıydı. Bizsiz ne yapardı? Onu tüketip usul usul öldüren gerçek yerine, onu kandıran ama hayatta tutan yalana inanması daha iyiydi. Bu bizi bencil insanlar yapıyor olsa da buna mecburduk. Onun hayatta kalmasına ihtiyacımız vardı, onun mutlu olmasına ihtiyacımız vardı. Madem biz mutlu ve bir arada olamıyorduk, hiç değilse onun kafasının içinde bir arada olmalıydık; hiç değilse o mutlu olmalıydı.
Durduramadığım o his, yine yağmur gibi içime yağmaya başladı. Annemi kendime çektim, yüzümü onun güzel saçlarının arasına gömdüm, saçlarını kokladım. Yasemin gibi kokuyordu, geceleri yeryüzünde kokusuyla çınlayan bir çiçekti saçları. Annem ona sıkıca sarılıyor olmamı yadırgamadı, kolları beni muskayı yırtıp içinden çıkardığı özlem duygusuyla sardı. Belki anlam yükleyemiyordu bu karmaşaya, sık sık kafasının içinde sıkışan düşüncelere, bastıramadığı özleme… Ama yine de iyiydi, bu bana yeterdi. Beni sıkıca sardı, kollarım onu bırakmadı ve kolları beni tek bir an olsun bırakmadı.
Aralık kapının pervazına omzunu yaslamış, kollarını göğsünün üzerinde toparlamış babamın yüzüne baktığımda, hissettiği ıstırabı görebiliyordum. Bizi izlerken öyle çaresiz görünüyordu ki bu canımı acıtıyordu.
Gözlerim yandı ama ağlamadım. Annemi bir daha görebilecek miyim düşüncesi göğsümü sıktı, kalbimi patlatacak gibi baskıladı ama ağlamadım. Sadece ona sarıldım ve içten içe Miraç’ı ona getirmediğim için kendimi çok suçladım.
Annem yavaşça benden ayrılırken, “Akşam için yemek hazırlamalıyım,” dedi telaşla, anlam veremediği bir şeye maruz kalıyormuş gibi etrafına korkak bakışlar atması içimi parçaladı. Mutfağa gittiği ânı izlerken olduğum yerde hareketsizce duruyordum.
Babam, “Kolay olmadığını biliyorum,” dediğinde kafamı kaldırıp babamın gözlerinin içine baktım. Kolay değildi, evet ama buna mecburduk. Bunu biliyordum. “Onu tüm bu karmaşadan uzak tutmam gerekiyor, Mahinev. O, tüm bu olup bitenleri kaldıramaz.”
“En doğrusunu yapıyorsun.”
“Beni anlamana sevindim, küçük gururum,” dedi babam dudaklarında silik bir tebessüm, gözlerinde en gerçek çaresizlikle.
“Bazen muskaya rağmen gerçekleri görüyor ve korkuyor gibi bakıyor,” dediğimde babam başını önüne eğdi.
“Anne yüreği, tüm muskalardan daha kuvvetlidir,” diye fısıldadı babam.
“Keşke Miraç’ı getirseydim,” dedim pişmanlıkla. Gözlerimi yumup içimde sıkışan nefesi dışarı bırakırken, “Annemi görmeye hakkı vardı, annemin de onu görmeye hakkı vardı ve ben bu hakkı onların elinden aldım,” diye fısıldadım.
“Sadece Miraç’ı koruyordun,” dedi babam, gözlerimi açtım ve ona bakarken sertçe yutkunup dişlerimi sıktım. Babam kollarını çözüp, yaslandığı pervazdan doğrularak ayrılıp bana doğru yürüdü. Yüzümü avuçlarının arasına alırken, “Geliş yolunu biliyorsun, belki de her şey yoluna girdiğinde yeniden gelirsin, onu da getirirsin ama şu an onun buradaki varlığı her şeyi daha karanlık boyuta taşıyabilir. Üç Demir erkeğinin gizlenmesi bile zorken, güçleri yavaşça açığa çıkan dördüncü Demir erkeğini gizleyebilir miyim? Sanmıyorum. Bunu Vitali bile yapamaz.”
“Mahzar ve Miran henüz uyanışa geçmemişlerden mi? Yani onlar… Normal bir hayat yaşayamaz mı?”
“Miran belki,” dedi babam. “Hiç emare göstermiyor ama neticede benim kanıma sahip ve onu da perdenin arkasına almam gerekiyor. Çünkü değişime dair hiçbir şey göstermese de enerjileri normal bir fanininkinden farklı.”
“Mahzar?” diye sorduğumda babam gözlerimin içine uzun uzun baktı ama bir cevap vermedi. Bu endişelerimi tetikledi. Üstelemedim ama içimde dolaşan yılanın çatallı dili ruhuma sürtünüyordu.
“Nerede kaldılar? Neden hâlâ eve dönmediler?”
“Merak etme, güvendeler,” dedi babam. “Onları koruyan bir halkaya sahipler.”
“Anlamadım?” diye sorduğumda babam kolunu kazağın içinden çıkardı. Kolunun üst tarafında, pazusunda bant şeklinde çizgisel bir dövme yer alıyordu. “Bunu görebiliyorsun, değil mi? Bu bir tür Mar halkası,” diye açıkladı babam. “Sen ve Marlar dışındakiler göremez. Onlara da bu halkalardan yaptım. Mar olmayan ırklar dışındakiler ve insanlar bu halkayı göremezler ve bu halka büyük ölçüde korunmalarını sağlıyor. Çok güçlü diyemem ama en azından kimliklerini saklamak konusunda epey iyi.” Kolunu kazağının içine geri sokup gözlerimin içine baktı. “Miraç’a da aynısını çizmek niyetindeydim fakat yerinin burası olmadığını, senin yanın olduğunu anladığımda buna gerek duymadım. Güçleri açığa çıkmayı bekleyen bir gerçek gibiydi ve bu olduğunda zaten halkanın koruyucu hiçbir yanı kalmayacaktı.”
Babam başını aşağı yukarı sallayınca koluna dokunup, “Söyle bana,” dedim aceleyle. “O bir bilinmeyen değil, ne olduğu belli. Uyanıyor. Peki o ne, baba? Neden o kadar hızlı? Nasıl o kadar hızlı?”
Babam derin bir nefesi içine çektikten sonra gözlerimin içine yakıcı bir gerçeklikle bakarak, “O bir Mega Tulpar,” dedi. “Tüm Tulparların lideri ama hâlâ çok genç, yirmi birine basmadığı sürece asıl uyanış gerçekleşmeyecek. Doğaüstülerin çoğunluğu yirmi birinci yaşlarında güçlerini ruhlarıyla mühürlerler.”
“Baban bir Gümüş Pençe’yse ama bir Gümüş Pençe olamıyorsan, bunun sebebi görsel bir ikizinin var olmasıdır. Aynı kesenin içinde büyümüş iki Gümüş Pençe olmaz. Irk birbirini reddeder, güç tepkimeye girer. İkizler birbirinden farklı ırkların güçleriyle doğar, o ırka ait olmadıkları hâlde o ırkın DNA’larını taşıyan kişi genelde Mega olarak dünyaya gelmiştir. Tıpkı benim babamın bir Gümüş Pençe ve annemin Mar olmasıyla ırkımın önüne Mega unvanını almam gibi ama tamamen aynısı değil. Miraç, ölümsüze en yakın ırk. Bir Kanbaz’dan bile daha fazla yaşayabilir. Çünkü kanında hem Mar hem Gümüş Pençe hem de tepkimeye girerek var olan bir Tulpar’ın gücü var.”
“Tulpar,” diye fısıldadım, kaşlarım sertçe çatılırken karıştırdığım ansiklopedilerden birinde bu ırk ile ilgili yazılmış bilgiler kafamın içinde çınlamaya başladı. Miraç’ın geldiği ânı hatırladım. Bir atın nal seslerini duyuşumu… Rüzgârda savrulan yeleleri hayal edişimi… Tulpar, form olarak nasıl ki Efken bir kurdu, ben bir yılanı temsil ediyorsam, atları temsil eden türdü. Edindiğim küçük bilgide Tulparların sonsuza uzanabilecek yaşamlarını, organlarını yenileyebiliyor olmalarına borçlu olduğu vardı. Tüm organları yenilenebiliyordu. Sınırsız bir yenilenebilme gücü. İnanılmaz hız. Çeviklik ve duygusal zekâ. Babam tüm bu bilgileri öğrendiğimin farkındaymış gibi gülümsedi.
“Tulparlar çok nadir bulunurlar,” dedi. “Ve lider kabul etmezler. Özgürlük doğalarında vardır ama bir gün bir liderin doğacağını bilirler. Mega unvanına sahip her lider, kabul görür.”
“Miran da mı bir Tulpar?”
Vitali’nin sesi kulaklarıma dolduğunda olduğum yerde sıçradım. Tam arkamda duruyordu. “Milyonda bir ihtimale bile sahip değil,” dedi, “milyonda sıfır virgül üç ihtimal belki. Bir kesede iki Gümüş Pençe’nin var olamayacağı gibi, iki Tulpar da var olamaz. İki liderin doğuşu demek, her zaman bir diğeri için ölümü getirir. Yüksek ihtimalle ikizlerden biri ya bir Mar ya da bir Gümüş Pençe.”
Babam başını salladı ve “Ya da hiçbiri, güçleri sonsuz uykuda olduğu için yalnızca bir insan,” diye fısıldadı.
“Peki ya bir kesede iki aynı soyun lideri var olmuşsa?” diye sordum tedirgin bir sesle. “İki liderin doğuşu demek, bir diğeri için ölüm demek, dedin. Bunun anlamı ne?”
“Söylediğim gibi Kraliçe, bu imkânsız,” dedi Vitali gözlerini devirerek. “Ama diyelim ki imkânsızlıklar bir anlığına imkân kazandı, biri diğerini muhakkak öldürür.”
“Düşman değillerse bunu neden yapsınlar?” diye sordum sertçe.
“Çünkü iktidar arzusu, düşmanlık için atılan ilk adımdır,” dedi Vitali gülümseyerek. “Habil ve Kabil mesela, ilk cinayet. Üstelik maktul, öz kardeşiydi. Dünyadaki ilk cinayet, bir kardeşin diğer kardeşi öldürmesiyle gerçekleşti.”
Babam, “Ortada iki aynı soy lideri yok, bu tür şeyleri konuşmaya gerek de yok,” dedi bakışlarını Vitali’ye saplayarak. Konuşulan konudan rahatsız olmuştu, böyle bir ihtimalin varlığının bile onu nasıl korkuttuğunu hissedebiliyordum ve babam, korkusunu göstermemek için genelde öfkesini devreye sokardı.
“Elbette, bu imkânsız için imkân yaratmak olurdu,” dedi Vitali ellerini kaldırıp omuz silkerken. “Diğer ikiz de bir uyanış yaşayacaktır diye düşünüyorum. Aileniz çok güçlü, birinizin insani baskınlık taşıyacağını sanmam.”
Babam çenesini kaşıyarak, “Bunu zaman gösterecek ama keşke birimiz uykuda kalabilseydik,” dedi. “Korumaya çalıştığım herkesi kanımla zehirliyorum.”
“Baba!” dedim sertçe. “Böyle söyleme.”
Vitali, “Değerli Mega Alfa,” diye girdi söze. “Size yüklenen sorumluluğun son derece ağır ve duygusal olarak hırpalayıcı olduğunu biliyorum. Bir evlat, bir baba için neler ifade eder bilemem, bunu anlayamam ama elinizden geleni yaptığınızı söyleyebilirim. Kanınız onurludur, şereflidir, emsalsizdir. Bu yüzden çocuklarınız çok şanslı ki sizin damarlarınızda akan kanın taşıyıcısı olarak dünyaya geldiler. Kendinize haksızlık etmeyin. Yıllar süren savaşınızı hesaba katıp şu anki durumunuza bakarak rahatlıkla söyleyebilirim ki, siz çocuklarınızı çok güzel yetiştirmiş, en iyi şekilde korumuşsunuz. Tek bir eksik yanınız var, o da fazla sevgiden doğan korumacı tavrınızdan dolayı onları yakın gelecekteki kaosa hazırlamamış olmanız.”
“Biliyorum, Vitali,” dedi babam başını sallayarak. “Eksikliğim, sevgimdendi. Koruma isteğimdendi. Yine de bu bir eksiklik. Onları hazırlamalıydım. Sadece… Normal birer çocuk olsunlar, normal insan çocukları gibi büyüsünler, güvende olsunlar, normal olsunlar istedim.”
“Ne olduysa oldu, belki savaşa hazırlıksız yakalandık ama hiç değilse yarım kalmış bir çocukluk yaşamadık. Eğer durum böyle olsaydı, bir ömür bunun acısını, vicdan azabını çekerdin baba. Yalan mı? Kendini suçlamayı bırak. Biz hazırız. Miraç da hazır, ben de hazırım. Eğer Mahzar ve Miran da bizim gibilerse, onları da hazır hâle getireceğim. Bizzat ilgileneceğim. Ve göreceksin, Demir erkeklerinin ne kadar güçlü olduğunu, her şeyi başarabilecek azme sahip olduklarını sen de göreceksin.”
Babam gözlerimin içine alev gibi parlayan kızıl gözleriyle baktı. Farkındalık, gözlerinin bebeğindeki karanlık çukurdan bana doğru yükseliyordu.
Babam, “Birazdan kardeşlerin burada olur,” dediğinde başımı aşağı yukarı salladım. “Salona geçin isterseniz, salondaki yemek masasını kullanırız. O çok daha büyük.”
Salona girerken yüzümde katı bir ifade vardı. Kendimi soğukkanlı olmaya zorlarken, zamanla yüzümde gerçekten buzdan bir yüzey oluşmaya başlamıştı. Efken ve Hatem birlikte salona girdiklerinde kendi evimin koltuğunda bir yabancı gibi oturuyordum. Efken’in bakışları benimkilerle buluştu, ardından tek kelime etmeden gözlerini yavaşça benden uzaklaştırarak berjere doğru ilerledi.
Crystal, “Annen yemek konusunda bir dahi,” diyerek içeri girdiğinde bakışlarım Crystal’in yüzünde asılı kaldı. Görüş alanım birdenbire kızıla boyandığında kaşlarım çatıldı. Kendi nabzım da dâhil olmak üzere ortamdaki tüm nabızlar zihnime doldu. Anahtarın kapı deliğine girerken çıkardığı küçük ses kafamın içinde çınlarken bakışlarım doğrudan hole saplandı. Kapının usulca aralandığını gördüm. Nabız sesleri daha da yoğunlaştı ve kapının arkasındaki farklı iki yaşamı hissettim.
Kapıdan içeri önce Miran girdi, holün boşluğundan salona akın eden bakışları benimkilerle buluştu. Kahverengisine kızıl değmiş gözlerinin irice açıldığını gördüm, yüzü bir buz kütlesinin altından asıl ifadesini belli ederek açığa çıktığında sertçe yutkundum.
“Abla?”
Mahzar, Miran’ın sesiyle irkilip elindeki anahtarı düşürdüğünde, şimdi görüş alanımda o vardı. Mahzar anahtarı yerden almak için tek dizini yere bastırırken kafasını kaldırıp bana baktı. Gözlerimiz birleştiğinde, yüzünün kireç rengine döndüğünü gördüm.
Miran’ın içeri doğru geldiğini hissettim ama Mahzar olduğu yerde hareketsizdi.
Annem içeriden, “Çocuklar, misafirlerimiz var. Ellerinizi yüzünüzü yıkayıp mutfağa yardıma gelin!” diye seslendi. Bu ses, eski bir anıya ait gibi duvarlarda yankısını bırakmaya devam ederken Mahzar birdenbire çevik bir hareketle ayağa kalkıp tıpkı Miran gibi salona doğru ilerlemeye başladı.
Ayağa kalkmamla, Miran’ın kollarının bedenime sarılması bir oldu. Şiddetli çarpışmanın etkisiyle bedenim geriye doğru sendelese de kollarımı hızla kaldırıp kardeşimin boynuna doladım.
“Siktir,” diye bir küfür savurdu. “Bu sensin.” Bana daha sıkı sarıldı. “Buradasın!”
Babam, hemen Mahzar’ın arkasında dikilmiş, gözlerimin içine bakıyordu ve ben Miran’a sıkıca sarılırken tek kelime edemiyordum.
Mahzar, “Abla,” diye fısıldayarak bana doğru ilerledi, ardından bir an için durdu. Sanki bir engele takılmış gibiydi. Kollarım Miran’ın bedenini özgür bıraktığında çatık kaşlarla Mahzar’a baktım. Mahzar bir kez daha bana doğru gelmek için hamlede bulundu ama bir şey yeniden önünü kesti; sanki şeffaf bir cam onun bu tarafa geçmesine engel oluyordu.
“Ne oluyor?” diye sordu Mahzar çatık kaşlarla, odanın içinde aniden esen rüzgârı sadece benim hissetmediğimi havalanan perdelerden anladım.
Babam panikle salonun kapısını kapattığında Miran neler olduğunu anlamaya çalışıyor gibi Mahzar’a doğru döndü. Mahzar’ın bakışları usulca omzunun üzerinden Efken’in olduğu yöne doğru ilerledi. Sanki saniyeler ateş olup ânı yakıyor, ânın külleri başımızdan aşağı yağıyordu. Mahzar’ın gözleri, Efken’in gözlerine saplandığı an, esinti Mahzar’ın etrafından su gibi akıp geçti.
Mahzar, birdenbire tek dizini yere bastırdı, avuç içlerini yere konumlandırdı ve gözleri hâlâ Efken’deyken alnında yedi kolu olan bir güneş sembolü parlamaya başladı. Semboldeki kollardan sadece birisi altın rengindeydi, diğer kollar soluk ve belirsizdi ve tam ortasındaki güneş, ateş gibi yanıyordu.
Gözlerimi Efken’e çevirdiğimde onun da alnındaki yedi kollu güneşi gördüm. Yedi kolun yedisi de parlıyor, ortadaki güneş bir volkanın lavı gibi patlayarak yanıyordu.
İbrahim sessizce bir gerçeği fısıldadı. “Yedi Güneş’ten birini bulduk sanırım.”
🎧: ETERNAL TEARS OF SORROW, THE RIVER FLOWS FROZEN