Ruhumun acıyla dirilmeye başladığını hissettim.
Damarlarımın içinde son sürat ilerleyen o kanın rengi değişti, kalbimin vuruşları bir anda sessizliği getirdi; göğsümün içindeki yaşamımı ileri süren saat durmuş gibiydi. Kalbimin kıvrımlarında ilerleyen o soğuk, tüm bedenimi sardığı gibi ruhumu da sarıp kundakladı. Kalbimin kızıl derisi gölgelerden daha karanlık bir siyaha boyandı. Elimde sapı buzdan bir kılıç alevler içinde yanıyordu ve şimdi Kar Ormanı’nın derinliklerinde, sıklaşan koruluğun orman ile bağlı olan kordonunun tam ortasında durmuş yaklaşan düşmanı izliyordum.
Kızıl gözlerim saniyede bin kez açılıp kapanıyor, dışarıdan bir göz bunu görmüyor, gözlerimi hiç yummadığımı zannediyordu. Karanlık, ruhuma ait bir urmuş gibi hızla ilerliyor, ruhumu sarıyor, damarımın içinde hareket eden siyah kan ruhumu boğmak ister gibi içimde çağlıyordu.
Bana doğru koştuğunu gördüm.
Her zamanki gibi çok güzeldi.
Gözlerimi yumdum ama görmedi, çok hızlıydım; avantaj bendeydi. Ben her zaman kazanan taraftım. Kılıcını kaldırırken zıpladı, iki büyük ladin ağacının üzerinden uçar gibi geçtiğinde gölgeler her yanımı sardı; tek başımaydım.
Kılıcın ucundaki siyah kan yere damladı.
Elimdeki kalemi çevirirken, “Efken’in bir gölgesi yoktu,” dedim düşünceli bir sesle. Ardından kalemin sırtındaki kapağı çıkarıp, kalemin başına gizlediğim gümüş okun ucuna baktım. “Ya silinmişti ya da belki de hiç var olmamıştı.”
Cümlemi tamamladığım anda kalemi kaldırıp gözlerimi İbrahim’in arkasındaki fotoğraf karesine çevirdim. Taş duvarın üzerine asılmış bir fotoğraf karesiydi, bir televizyon ekranı kadar büyüktü ve cam bir çerçevenin içinde muhafaza ediliyordu.
İbrahim tam önümde düşünceli bir şekilde dikilirken, parmaklarımın arasına silah gibi aldığım kalemi hızla karşımdaki fotoğrafa doğru bir namlu gibi doğrultup fırlattım ve okun ucu fotoğrafın tam ortasına saplandığında çatlayan camın sesi zamana yayıldı.
Çerçevenin camı dokuz farklı yolu anımsatan dokuz engebeli çatlakla ayrıldı.
Gümüş oku taşıyan kalem, fotoğraf karesindeki adamın soluk boşluğuna saplanmıştı.
Fotoğraf karesindeki adam Efken Karaduman’dı.
Bazen bir duyguyu anlatmaya çalışmak, bir cama kalan son nefesini üfleyip oluşan buhara kelimeleri çizmek gibiydi. İçinde kalmış belki son yaşamla var ettiğin kelimeler kaybolurdu; sen kaybolurdun, yaşam kaybolurdu.
“İyi atış,” dedi İbrahim, sesi eğleniyor gibiydi. Ciddi bir şekilde önünde oturduğum ahşap masaya doğru yürüdü, arkamdaki cama yansıyan kar fırtınasına kısa bir bakış attıktan sonra dudakları yukarı kıvrıldı. “Sen az önce sevdiğin adama ok mu fırlattın?”
“Gölgesi olmayan sevdiğim adam.” Gülümsedim, sırıttı ve o anda ahşap kapı açıldı. Kar fırtınasının ıslığı içeriye dolarken Efken bağırdı.
Sıkı tekme.
“Siktiğimin ormanında bana gölgemi arattınız! O bir gölge, bir gölge!” Ellerini sabırsızca saçlarının içinden geçirdi. “Ben ormanda bir gölge aradım!”
Bacaklarımı masanın üzerine uzattığımda topuklu botlarımdan birinin tabanına yapışan sakızı uzatarak çeken İbrahim’e gözlerimi devirerek baktım, ardından gözlerimi Efken’e çevirdim.
“Daha önce hiç gölgem kaybolmadı, Efken. Nerede bulacağını bilsem söylerdim.”
Özellikle gölgem, bir gölge sana saldırdıktan sonra kaybolmadı.
“Ormanı aramamı isteyen sendin.” Bana öfkeyle baktı. “İlk geldiğin gün senin bir tırlak olduğunu biliyordum. Deli kadın. Seni atacağım. İade kartın olsaydı seni iade ederdim.”
“Darling, biz sadece şaka yapmıştık,” dedi İbrahim tek kaşını kaldırarak. “Ormandaki kayaları kaldırıp altında gölgeni mi aradın yoksa?”
“Ciddiydiniz,” dedi Efken, sesi toktu.
“Keşke bir iade kartın olsaydı,” dediğimde bana dik dik baktı. “Ne? Bazen çok şirin olabiliyorsun.”
Yaren, “Tam yedi tur koştum!” diye bağırarak içeri girip Efken’in sırtına tosladı. “Çekilsene önümden, kurt adam!”
“Abi demeni tercih ederim, biliyor musun?” Efken, Yaren’i ensesinden yakalayarak önüne çekti. “Mekikler çekildi mi? Malum, Kızıl Yaka’dan döndüğünden beri sadece nasıl dövüşmen gerektiğini sorup ağlıyorsun…”
“Boka benzeyen cıvık dokulu canavarlar sana saldırmadı çünkü,” dedi Yaren dehşet içinde. “O ansiklopediyi alırken az daha canımdan olup boka bulanacaktım. Ayrıca ben lanet bir karın kası istiyor olsaydım spor salonuna giderdim, bana iki büyük kayayla antrenman yaptırdın!”
“Sadece gölgesini arıyordu ve seni kullandı, minik kuşum,” dedi İbrahim dehşet içinde.
Yaren, terli esmer suratına yayılmış bariz bir şaşkınlıkla, “Bu adamı gölgesini bir kayanın altında bulabileceğine inandıran neydi?” diye sorduğunda Sezgi içeriden tok bir kahkaha atıp konuştu.
“Duymadım!” dedi İbrahim ellerini havaya kaldırıp başını iki yana sallarken. “İki gözüm önüme aksın ki duymadım. Hiçbir şey. Anne karnında yarı sağır gelişip tam sağır doğduğumu bilmiyorsan diye söylüyorum, Efken’im, ben sağırım aslında. Hep sizi duyuyor gibi yaptım. Üzülmeyin diye.”
“Umarım hâlâ sağırsındır,” dedi Efken tehditkâr bir şekilde işaret parmağını İbrahim’e doğru uzatırken. Ardından Sezgi’nin sesinin geldiği yöne baktı. “Doksan.”
Kan yere yayıldı.
Kılıçlar birbirine şiddetle çarptığında oluşan patlama öyle kuvvetliydi ki Kar Ormanı büyük bir ışıkla yıkandı. Güneş yeryüzüne indi, yeryüzü parladı ve karlar alev alarak ormanın zemininden göğe yükseldi. Siyah saçlarım karlarla birlikte uçuşuyor, alevler etrafımı bir hâle şeklinde örerek beni ateşin çemberine kabul ediyordu. Gölgeler şaşkınlık içinde gerilediler, kılıcı tutan geri çekilmedi; geri çekilmezdi.
Saldırmak için hazırlandı.
Alevler beni korumaya devam etti.
O durmadı, beni yok etmek istedi.
Kan damarlara ayrıldı.
Aldığım görü bir anlık beni irkiltince bacaklarımı hızla masadan çektim. Efken’in bakışları bana çevrildi. Topuklu botlarımın ahşap zemine bıraktığı ses eve yayıldı ve ayağa kalkıp iki küçük adımda Efken’in önünde belirdim. Bir elimi kaldırıp yılan gibi sürterek göğsüne koydum, ona sokuldum ve teninden beslenmek ister gibi gözlerimi kaldırıp gözlerinin içine baktım.
İhtiyacım olan adama.
“Bulmamız gereken bir gölgen var,” diye fısıldadım. “Ansiklopedilerin tamamı elimizde.” Gözlerim, gözlerinin içinden geçti ve zaman ikimiz için alevlere yenik düştü. “Ve gölgen kayaların altında değil, Karaduman.”
“Her zaman hallederim,” dedi, sesindeki yakıcı gerçekten hoşlanıyordum çünkü o bir şeyi isterse yapardı ve tam şu an yapması gereken şey buydu. Annesinin bizi uyardığı şey gerçeğe dönüyordu ve Efken’in bir şeyler yapması gerekiyordu.
“Biliyorum.” Gözlerinin içine kızıl gözlerimde gizleyemediğim bir inançla baktım. Ona duyduğum o engellenemez duyguyla.
Gizlenmesi imkânsız güzelliğiyle benden istediği her şeyi alabilirmiş gibi bakıyordu.
“O kıllı kollarını ve koca pençelerini ablamın üzerinden çekersen çok makbule geçer, ihtiyar,” diyerek açık kapıdan içeri giren Miraç’ın hemen arkasından Ulaş ve Sapphire da içeri girdi.
Karla kaplanmış montlarını çıkarırlarken yanağımı Efken’in sıcak göğsüne bastırıp etrafıma baktım.
“Kollarım o kadar da kıllı değil, enik,” diye söylendi Efken.
“Form değiştirdiğinde eğer beni parçalamayacağının garantisini verirsen senin için bir boy aynası getiririm,” dedi Miraç, masanın kenarında duran elmayı alıp kazağına sürterek sildikten sonra ısırdı ve dolu ağzıyla konuştu. “Abla, o şeyin mevsim geçişlerinde nasıl kıl döktüğünü düşünmek istemezsin.”
“İğrençsin,” dediğimde Efken bana tuhaf tuhaf baktı ve elimi hızla yanağına kaydırdım. “Sen değil, sen değil…”
“Benden bahsediyordu,” dedi kaşlarını şüpheyle çatarken.
“Ve kırıcısın,” diye devam etti Hatem, üstsüz bir şekilde salonda belirirken. En azından altında bir kot pantolon vardı. Bu iyiydi. Genelde sabaha karşı form değiştirip koşmaya alışkın olduğundan sayısız kot pantolon ve kazak parçalamıştı. Efken artık ona kıyafet vermediğinden kıyafetlerini kuytu bir köşede çıkarıp öyle form değiştiriyordu. Ceyhun onu çıplak basınca, “Benim hamile bir sevgilim var, karnındaki bebeği ve onu bu çirkin görüntüye maruz bırakmana izin vereceğimi mi düşündün ahlaksız köpek?”diyerek -evet köpek, ciddi anlamda köpek, hakaret olarak değil- onu kovalamıştı.
İbrahim, “Sen sus,” diye homurdandı. “Bir daha bu evin etrafındaki ağaçlardan birinin arkasında senin poponun tek yanağını görürsem, saklanıyor dahi olsan, poponun tek bir yanağı yüzünden avlanırsın. Tarafımca.” Yaren’e yandan bir bakış attı. “Sen sabahları koşuya çıkma balım.”
Ceyhun, “Bu ansiklopedilerle ne yapacağız?” diye sorduğunda, Efken, “Mustafa Baba yakında burada olur,” diye cevapladı. “O zaman ne yapacağımızı öğreniriz.” Ardından kulağıma eğildi ve “Benimle dışarıda buluş,” diye fısıldadı.
Gözlerimi kısıp başımı salladım. Bedenlerimiz birbirinden ayrıldığında hissettiğim boşluk yıkıcıydı. Efken evden çıkıp gittiğinde fotoğraf karesinin önüne doğru ilerledim. Topuklu botlarımın sesi zihnimdeki kara deliğe girip kayboluyordu. Düşüncelerim o kara deliği bile boğabilecek kadar güçlüydü. Kalemi kaba bir şekilde çatlamış camın ortasından çıkardıktan sonra Efken’in fotoğrafındaki tam soluk boşluğuna denk gelen deliğe baktım. Bunu yapan bendim. Kaşlarım sertçe çatıldı. Okun ucuna baktığımda bir an donup kaldım. Görü birdenbire gerçek gibi parladı.
Okun ucunda kan vardı.
Kılıcı önce yere vurdu, kar ile toprağı ikiye ayırana dek yerde sürükledi ve kaldırdığında kılıcından keskin bir inilti yükseldi. Havayı bile kesip kanatabilecek kadar keskin kılıcını sağa sola sallayıp ustaca bana doğru uzattığında, alevler etrafıma diktiği bariyeri güçlendirmek istercesine harlandı.
Bu onu sadece gülümsetti.
Gülümseyişinde alay vardı ve o gülümseyişe bakmak, ölümüme bakıyor gibi hissetmeme neden oluyordu.
Kılıcımı kaldırdım, onunla savaşmaya hazırdım.
Gölgeler, karla kaplı ağaçların arasında hızlıca hareket ederek dikkatimi dağıtmak istiyormuş gibi beni çevrelediler ama ateşi aşamadılar.
Ateşimi aşamadılar.
Kanın ayrıldığı damarlardan biri, bir ağacın kökleri gibi genişledi ve kanın rengi açıldı.
İrkildim.
Topuklu botlarımla karların içinde yürümeye başladığımda zihnimdeki uğultuyu duymaya devam ediyordum. O kadar çok kar vardı ki artık kar bana kalp atışlarımdan bile tanıdık gelen eski bir dost gibiydi. Deri ceketimin ön ceplerine soktuğum ellerimi çıkarıp siyaha boyalı uzun tırnaklarıma baktım. Ellerim ölümün içine girip ölümü yaralayarak çıkmış gibi bembeyazdı. İleride ağaçların yükselerek koruluğu ördüğü yerde dar bir çayır vardı, çayırın sol kısmını uzun yabani bitkiler örtüyordu. Çalıların sallandığını duyunca onun orada olduğunu anlayıp gülümsedim ve adımlarım hızlandı.
“Kimle savaşman gerektiğini bilemezsin, bazen savaşman gereken insana yenilmeyi o kadar çok istersin ki, kılıçlar havaya kalktığında kendi kılıcını kaldırmaz ve öylece sana kılıç saplayacağı ânı beklersin,” dedi zihnimin gerilerinde uzanan Mēness, siyah saçları dalgalar hâlinde omuzlarından aşağı dökülmüştü. Kızıl gözleri kederli ve dalgındı, sanki günlerdir uyumamıştı. Zihnimdeki o belirgin görüntüsünden kaçamadım.
Söylediği şey, göğsümde bir gümüş gibi parladı, anlamını biliyor olmama rağmen o gümüşün parıltısını görmezden geldim.
Efken, kalın gövdeli bir ağacın arkasından çıkıp bana doğru yürümeye başladı. Arkamda bıraktığım eve omzumun üzerinden bakma fırsatım oldu, çok geçmeden kolları beni sardı ve boynumu kavrayıp başımı ona doğru çevirdiğinde kalbim, ateşlerin içinde bir kor parçası gibi parladı. Dudakları dudaklarımın üzerindeki yerini aldığında, gökyüzünden ufalanmış bulut parçaları gibi düşen kar taneleri, şimdi cehennemden başımıza yağan günah dolu kor taneleri gibiydi.
Gölgeler etrafımda fırtına gibi döndü, bir hortum oluşturdu. O gölgelerin karanlık silüetlerinin arasından ona baktım.
Ona yenilebilmem için önce kendimi yenmem gerekiyordu.
Gülümsedim, bu kez gözlerim boş bakıyordu.
Birinin sana aslında kim olduğunu söylemesiyle, aslında kim olduğunu anlamak arasındaki o fark, beni bir güneş tutulmasına çevirdi.
“Işığımı sadece ışığımı vererek var ettiğim bir karanlık saklayabilir,” dedim ona. “Ben var ettim, ben yok ederim.”
Efken beni öperken görü yoktu ama sesleri duyuyordum, sesler yavaşça bir alev gibi söndüğünde Efken beni daha sert öpmeye başladı. Ölümden çıkan beyaz elimi onun esmer yüzüne yerleştirdim ve yüzünün sınırlarını belirleyen kemikli hatlarını parmaklarımın altında hissettim. Onu öpmek kalbimi besledi ama ruhumda derin karanlıklar büyüttü.
Görü büyüdü.
Kılıcını yere sertçe vurdu, kılıcımı dirseğimi bükerek iki yana sallayıp keskin yüzeyin ikiye böldüğü suratımda vahşi bir ifadeyle ona baktım. Gördüğü şey hoşuna gitmişti, dişlerini göstererek gülümsedi ve ateşime doğru bir adım daha attı. Gölgeler korkunç fısıltılar çıkararak büyüdüler, üzerime çökecek gibi ateşe doğru abandılar ve ateşim, üzerime doğru titreyip yalpaladı ama sönmedi.
“Beni yenemezsin!” diye bağırdığımda çığlığım öyle kuvvetliydi ki, ağaçlarda ağırlanan tüm kar taneleri yere döküldü ve sesim tüm ormanda dokuz farklı yankıya dönüşüp dokuz farklı şehirden duyuldu. “Seni yeneceğim!”
“Dene.”
Tek söylediği buydu.
Kılıcımı öne doğru iterek ateşin içinden geçtiğim an, ateşim beyaz elbisemin etekleriyle birleşti ve bedenimi yakmadan hızla eteklerimde ilerledi. Sivrilen dişlerimi göstererek tıslayıp kılıcımla kılıcına sağlam bir darbe indirdim.
Bir kurt, ormanın en kuytu köşesinde kanlı pençelerini karlara batırmaktan vazgeçip kafasını kaldırdı; sesimi dinledi, beni tanıdı ve sonra ulumaya başladı.
Dudaklarımız ayrılırken alnımı alnına bastırıp, “Bir an önce,” diye fısıldadım, “daha büyük kayıplar verilmeden, gitmeliyiz.”
“Bu ansiklopedilerin bir yol göstereceğine inanıyor musun?”
“İnanmak zorundayız. Hem alametlerden biri daha gerçeğe döndü, bir gölgen yoktu.” Gözlerimi yumup derin bir nefes aldım. “Ne zamandan beri böyle? Dün gece mi kayboldu?”
Efken bir süre sustu, ardından, “Bilmiyorum,” dedi ama kafasını karıştıran bir şeylerin varlığını hissedebiliyordum. Gözlerinin içine ısrarla baktığımda, “Sanki,” dedi, duraksadı. “Bazen silik gibiydi, bazen vardı ve bazen yoktu ama… Bu annemin söylediklerinden sonra anlam kazandı benim için.”
“Neden söylemedin?”
“Seni telaşlandırmak istemedim çünkü yeterince gergin görünüyordun ve emin değildim, bana öyle geliyor olabilirdi, bir yanılgı olabilirdi.”
“Durum lehimize değil ama tamamen aleyhimize dönmeden bir şeyler yapmamız şart.”
“Velencoso yakında burada olacak,” deyince ona dikkatle baktım. “Bilgi getiriyor. Cesetlerle alakalı.”
“Bunları yapan bir gölge,” dedim kendimden emin bir şekilde. “Velencoso’nun getireceği bilgi umarım işe yarar.”
Efken, gözlerimin içine uzun uzun baktı. Bana bakarken dudaklarında bir kıvrım oluşur gibi oldu. Gözlerinin içine bakarken elimi yanağına kaydırdım. Teni sıcaktı. Gülümsediğimde gözlerimdeki endişe silinmedi. Gözlerimdeki endişeyi gördüğü için derin bir nefes aldı. Bundan hoşlanmıyordu. Endişeli olmamdan nefret ediyordu. Dişlerini birbirine bastırınca yanakları çukurlarla örüldü, avucum yanağına doğru gömüldü. Elimi yanağından uzaklaştırdığımda birkaç saniye bile geçmemişti ki Efken başını yavaşça indirdi, alnını omzuma yaslayıp öylece durdu.
Bu duruş, ömrümden büyük bir parça kopardı. Onu öyle yorgun, öyle bitkin, öyle usanmış hâldeyken bu kadar derinlerimde hissetmek beni âdeta parçaladı. Sanki artık sıkılmıştı, bir köşeye geçip dinlenmek, olanları düşünmemek istiyordu. Ona kötü bir haberim vardı, düşünecek vaktimiz bile kalmamıştı.
Korumamız gereken insanlar, savaşmamız gereken bir düşman vardı.
Düşman oldukça güçlüydü, bunu hissediyordum ama eskiden olduğum kadar zayıf değildim. Eskiden olsa belki beni devirebilirdi ama şu an beni devirmek için ittiği her an, kendisi öne doğru devrilmeye başlayacaktı. Ve kendi kendini bana harcadığı güç ile yere serecekti.
“O gölge katil ruhlu, Efken,” diye fısıldadım. “Artık onun ne olduğunu biliyoruz ama kim olduğunu bilmiyoruz.”
“Onu ezeceğim,” dedi Efken, ardından avucunu enseme bastırdı. “Onun kim olduğunu öğreneceğim, arkasındaki kişiyle de yüzleşeceğim ve kaçacak delik arayacak.” Gözlerimi yumarken Efken’in söylediklerine kulak kesildim ama o görü yeniden göğsümü bir bıçak gibi dürttü.
Soğuk bir esinti tenimin etrafını sardı.
“Bedenimi aldığımda, senin o eşsiz ruhunu kökünden söküp kendi güçlü topraklarıma ekeceğim, güzel Medusa,” diye fısıldadı acımasız bir sesle. “Sen ya bende çiçek açmayı öğreneceksin ya da öleceksin.”
Gözlerimi aralayıp koruluğun derinliklerine bakarken sertçe yutkunup Efken’in siyah saçlarını okşadım.
❄️
Yan yana dizili duran ansiklopedilerin birbiriyle tepkimeye girmesi imkânsız geliyordu çünkü yan yana dizildiklerinde farklı bir enerji bile açığa çıkarmamışlardı. Kütüphanenin birinden alınmış birbirinden farklı bilgiler içeren sıradan ansiklopediler gibi görünüyorlardı.
Ahşap masanın üzerindeki ansiklopedilere bakan Mustafa Baba, avuçlarını masanın kenarına bastırıp masaya doğru abandı. Etrafında derin çizgilerin yer aldığı gözlerinde keskin bir ifade sahneleniyordu. Bakışları uzun süre ansiklopedilerde dolaştıktan sonra kafasını kaldırıp Efken’e baktı.
“Söyle bakalım, Nemesis,” dedi keskin bir sesle. “Nasıl kullanılması gerektiğini biliyor musun?”
Efken kollarını göğsünün üzerinde birleştirmiş, bomboş gözlerle Mustafa Baba’ya bakarken, “Nemesis tarafımla iletişimi kopardım,” dedi sabit bir sesle. “Bir süredir sadece Saul ve Efken olarak buradayız.”
“Gözlerinde çakıp duran şimşekler öyle söylemiyor evlat,” dedi Mustafa Baba, ardından gözlerini ansiklopedilere indirdi. “Tepkimeye girmeleri gerekirdi ama çıt yok. Nemesis madem böylesine büyük bir güce sahip, o bu ansiklopedileri nasıl devreye sokacağını bilmeli.”
“Nemesis ortaya çıkınca bundan rahatsız oluyorsunuz,” dedi Efken, ardından omuz silkti. “Yıkıcı gücümün soruna yol açtığını bildiğim için uslu duruyorum gördüğün gibi.”
“Dalgayı bırak ve biliyorsan bir şeyler yap,” dedi Mustafa Baba, sonunda sabrının sonuna gelinmiş olmalıydı. Efken kollarını çözüp, yüzünde sıkıldığını belli eden bir ifadeyle masaya doğru ilerledi.
Parmaklarını masanın yüzeyinde dolaştırıp gözlerini ansiklopedilerden ayırmadan, “Biraz meyan kökü ve iki farklı soyun kanı gerekiyor,” dedi bilge bir sesle. Bunu nereden bildiğini kendisi de sorguluyor gibiydi ama günün sonunda artık kimliklerinin bilgilerine eriştiğinin farkına varmıştı. “Bir Mar ve Gümüş Pençe kanı güçlü iksir oluşturacaktır.”
Mustafa Baba çenesiyle Ulaş’a bir işarette bulundu. Ulaş, meyan kökü getirmek için odadan çıkarken ansiklopedilerin önüne gelip eğildim ve botumun topuğuna soktuğum bıçağı çıkardım. Efken’in çatık kaşlarla bana baktığını hissettim ama karşılık vermeden bıçağı elime götürürken, “Mar kanını hallederim,” dedim.
“Olur da kendi kanını akıtacak olursan buradaki herkesi kül edene kadar yıldırımdan geçiririm,” dedi Efken tehlikeli bir sesle. “Düşünme bile.”
“Herkesi yıldırımdan geçirirken beni de geçirmiş olacağını unutma o zaman,” diye homurdanıp bıçağı avucuma bastırmamla, kanın derimin altından yükselip oluşan yırtıktan yayılarak masaya damlaması bir oldu.
Efken hızla bana yönelip elimi avucunun içine alırken acımı paylaştığını belli edercesine tısladı. Bıçağı alıp kenara koyduktan sonra gözlerini kaldırıp yüzüme baktı ve “Laftan anlamayan keçinin tekisin,” diye hırladı. “Bir şeyleri kafanın alması için onu kafana zorla sokmam mı gerekiyor?”
“Sesini kesip kanının üzerime kanını akıtmaya ne dersin?” diye sordum tek kaşımı kaldırarak. “Yoksa bu görevi bir başka Gümüş Pençe mi yapmalı senin yerine? Kanımızın karışmasından hoşlanacak mısın?”
“Benim ayarlarımla oynama,” derken gözlerinde tehlikeli karartıların dolaştığını gördüm. Elimi sıkarak dudaklarına götürdü, kanın sızdığı avucumu öptüğünde dolgun dudaklarına kanımın kızıllığı bulaştı. Dilini dudaklarında gezdirip kanımın tadına bakarken nabzımın hızla çarpmaya başlamasına engel olmak imkânsızdı.
Bunu insan içinde yapmış olmasına aldırış etmedim. Çünkü Efken Karaduman, hiçbir zaman aldırış etmezdi ve ben de zamanla ona benzemeye başlamıştım. Bıçağı alıp kendi avucuna götürürken dudaklarında hâlâ benim kanım vardı. Gözlerimin içine bakarak avucunu kesti, acısını kendi derimde hissettim ve süzülmeye başlayan kanı benim kanımın üzerine damlattı. Ulaş elinde meyan köküyle içeri girdiğinde gördüğü kanlı manzara karşısında donakaldı. Mustafa Baba, İbrahim ve Ceyhun köşeye çekilmiş gerçekleştirdiğimiz ayin benzeri şeyi sessizlik içinde izliyorlardı. Efken diğer elini kaldırıp meyan kökünün ona verilmesini beklerken de gözlerini gözlerimden çekip almadı.
Kuru meyan kökünü ansiklopedilerin üzerine ufaladı, ardından kanlı ellerimizi birleştirdi ve birleşen ellerimiz kan damlaları akıtırken ansiklopedinin üzerinde süzülmeye başladı. Bordo bir aura, lacivert auraya çarptığında ortaya çıkan koyu enerjinin birbirini iki farklı renkte, iki farklı zehre sahip sarmaşık gibi sardığını gördüm. Düğüm olduklarında enerji biraz daha büyüdü, titreşimleri odanın ucunda yanan mumların alevlerini titretti. Kilitlerin arka arkaya açılırken çıkardığı parçalanma sesini duydum ama ortada ne bir kilit vardı ne de kırılmış parçalar ama sesleri etrafta çınlamaya devam etti. Duyan yalnızca ben de değildim.
“İşte böyle, aç kendini,” dedi Efken gözlerini ansiklopedilere dikerek. “Ne kadar kilidin varsa kaldır, esas bilgiyi sun bana.”
Kilitlerin kırılırken çıkardığı sesler etrafa yayılmaya devam etti. Demir Ansiklopediden metalik bir ışık süzüldü, Bronz ansiklopediden turuncuya yakın bir ışık fırladı ve Altın Ansiklopedi saf bir altınmış gibi parıldayarak ışıklarını yaktı, Gümüş Ansiklopedi bir yıldırım gibi gürledi ve beyaz ışığı tüm ışıkları keserek tavana dek uzandı. Taş Ansiklopedi ışık yaymadı, sadece etrafa taze toprağın kokusu yayıldı, ardından kapaklarının kenarlarından yere kum dökülmeye başladı. Efken kanlı parmaklarımızı ansiklopedilerin üzerinde dolaştırmaya devam ederken son bir çınlama sesiyle beraber ansiklopedilerin auralarının birbirine karışmaya başladıklarını gördüm.
Tek bir ağızdan, beş farklı ses duyuldu. “Ey Saul’un bedeni, Efken’in ruhu, Nemesis’in ta kendisi, bizden istediğin nedir?” Seslerden biri toprağa ait gibiydi, biri altın gibi parlıyor, diğeri gümüş gibi çınlıyordu ve biri metalikti, bir diğerinde küflü bir his vardı.
“Zamanın Hançeri ile İstanbul dedikleri şehre gidebilmenin yolunu arıyorum,” dedi Efken parmaklarını parmaklarımın etrafında sıkılaştırarak.
Sayfaların çevrilirken çıkardığı hışırtıları duydum ama ansiklopedilerin tamamı kapalı durumdaydı. Sesler kesildi, hışırtılar durdu, renkler kayboldu ve hisler duru bir şekilde dinginliğe dönüştü.
Mustafa Baba, “İşe yarayacak ama kolay olmayacak,” diye mırıldandı.
Ansiklopediler bir anda birbirlerinin üzerine binmeye başladılar, kapakları kayboldu, tek bir sırtın içine gömüldüler ve kalın, devasa bir ansiklopediye dönüştüler. Efken, ansiklopedinin kapağını kaldırıp açtığı an sayfalar hızla çevrilmeye başladı.
Bir sayfa açıldı.
Ey Âdemin oğlu, Havva’nın kızının boğazından Lilith’in sütü geçti.
Öptüğün o dudaklarda vardır illaki cehennemin tadı.
Ve yine bilmelisin ki,
Her şeytan, bir gün öldürüleceği cehennemin sahibiymiş gibi girecek alev yuvasından içeri.
Bir sonraki satıra geçtim.
O hançer ki kabzasında bir parşömenin en bilinmedik şiirlerini saklar,
Aç gözünü, sırlar en çok aydınlıktan korkar.
“O hançer ki kabzasında bir parşömenin en bilinmedik şiirlerini saklar,” diye fısıldadım çatık kaşlarla. Bakışlarım omzumun üzerinden Efken’e çevrildiğinde Efken de bana bakıyordu. Aynı şeyi düşündüğümüzü fark edip gözlerimizi aynı anda İbrahim’e çevirdik.
Aynı anda, “İbrahim,” dediğimizde İbrahim olduğu yerde irkilerek yavru bir köpek gibi bize baktı. Efken ile birleşen ellerimizi ayırıp, bedenimi tamamen İbrahim’e çevirdikten sonra, “Hançerin nerede?” diye sordum.
İbrahim hançerini sırt çantasından çıkardı. “Kabza,” dedi Efken parmağını sallayarak.
İbrahim başta anlamasa da sonunda kabzayı çekip çıkardı. Efken hızlıca ona doğru yönelip kabzayı eline aldı, içine doğru baktı ve kaşları çatıldı. Aradığı şey orada değildi. Zihnim genişleyip daraldı, farkındalık zihnime hızlıca yayılırken bu kez İbrahim’e doğru yürüme sırası benimdi. İbrahim’in elinden hançeri aldığımda İbrahim duraksadı, ardından hançerin sapının altındaki parlak taşı sertçe çektim ve kopardım. İbrahim, “Kız deli,” dedi dehşet içinde. “Gitti milyon dolarlık mücevher.”
“Gevezelik etme de bekle,” diyerek parmağımı saptan içeri soktuğumda İbrahim bana soru işaretiyle, Efken ise gözlerine çökmüş bir farkındalıkla bakıyordu. Parmağımın hemen altında bir doku hissettim, ikinci parmağımı da içeri ittiğimde iki parmak ucumun arasına sıkışan kâğıt parçasını hissettim. Yukarı doğru çekip kâğıt parçasını dışarı çıkardım. Rulo şeklinde sarılmış uzun, eski bir parşömen kağıdıydı bu. Parşömeni parmaklarımın arasında havaya kaldırıp, “Sanırım ansiklopediler bizim tarafımızda,” dedim galibiyetle.
“Vay be,” dedi İbrahim. “Medyum Mahinev diye bir kart bastırıp tüm Mavi Yaka’ya dağıttıktan sonra paraya para dememeye karar verdim.”
“Açalım,” dedi Efken hızlıca. Mustafa Baba ortada birleşmiş hâlde duran ansiklopedileri bir dua eşliğinde kaldırıp kenara koyarken, parşömen kağıdını rulo şeklinde sabit tutan lacivert ipi çözdüm ve kâğıdı açtım. Parşömen kâğıdı masanın tamamını kaplayarak açıldığında gözlerim irileşti. Tuhaf sembollerin dizilimiyle oluşmuş eski bir haritaydı bu ve haritanın büyük bir kısmı toz altında kalmış, çamura bulanmıştı. “Şanslısınız ki,” dedim, “bir haritaya zarar vermeden onu temizlemenin yolunu biliyorum. Bana hemen bir makyaj fırçası getirin.”
Makyaj fırçası geldiğinde hassas dokunuşlarla haritanın üzerinde toprağı süpürmeye, çamurları yavaşça açarak haritanın altında gizlenen sembolleri açığa çıkarmaya başladım. Efken elime temiz tişörtünü yırtarak yaptığı bezi sarmıştı, kanamam durmuş olmasına rağmen yaramın mikrop kapmasını istemiyordu.
Semboller tamamen belirgin hâle geldiğinde doğrulup kalktım ve gözlerimi haritaya dikerek parçaları birleştirmeyi denedim. Bir karga sembolü daire içindeydi, tüyler yan yana gelerek Marin kelimesini oluşturuyordu. Bu bir yerin adı mıydı yoksa bir türün adı mıydı bilmiyordum. Marin kelimesinin ön tarafında bozuk bir sembol vardı, ne olduğu anlaşılmıyordu ama yazıya benzemiyordu.
“Marin,” diye mırıldandım kendi kendime. “Bu size bir şey çağrıştırıyor mu?” Gözlerimi tekrar haritaya indirdiğimde Efken’den bile bir cevap yükselmemişti. Harita boydan boyaydı, her tarafında semboller vardı ama ne bir konum bildiriyordu ne de tekerleme benzeri bile olsa bir mesaj veriyordu.
Kapı tıklatılınca irkilerek kafamı kaldırdım. Yaren kapıyı aralayıp, “Velencoso burada,” dedi.
Efken hiç düşünmeden, “İçeri al,” dedikten sonra avuçlarını masanın kenarına bastırıp gözlerini haritadan çekmeden derin bir nefes aldı. “Bu kadarını yorumlayamıyorum. Tarot kartlarından yardım alabilirim belki.”
“Kudretli bir gücü, başka kudretli bir güçle çalıştıramazsın,” dedi Mustafa Baba. “Mesaj bu koca haritanın her noktasına iliştirilmiş olmalı. Çözmek gerekir.”
Efken tek kaşını kaldırıp gözlerini Mustafa Baba’ya namlu gibi doğrulttu. “Kolay bir yol arıyorduk, yumurta götümüze dayanmış hâldeyken oturup mesaj mı çözeceğiz?”
“Mızmızlık etme,” diye söylendi Mustafa Baba.
Ramon Velencoso’nun boğazını temizlemek adına öksürmesiyle beraber onun içeride olduğunu fark edip gözlerimi kapıya çevirdim. Bir eli kapının kulpunda duruyordu. Elleri onu ilk gördüğüm zamanda da olduğu gibi deri eldivenlerin altında gizleniyordu. Üzerinde simsiyah bir takım vardı, saçları demode bir şekilde taranmıştı ve mavi gözleri canlılıkla parlıyordu. Yapay gülümsemesi dudaklarındaki yerini aldığında, “Uzun zaman oldu, Mavi Yakalılar,” dedi. “Sizi yeniden görmek güzel ve tuhaf ama elbette beklenmedik değil.”
“Hoş geldin,” dedi Efken kemikten bir sesle. “Bir şeyler bulabildin mi?”
“Ayevi sizin için analizde bulundu,” dedi Ramon. “Cesetlerde büyük oranda katran tespit edildi. Aynı zamanda yayılan özde de eşine rastlanmamış seviyede karanlık bir güç mevcut. Bir tür şeytani varlıkla karşı karşıyasınız gibi duruyor.”
“Bir gölge,” dedim gözlerimi yeniden haritaya indirerek. “Ve tek başına hareket etmediğini bizzat deneyimledim.”
“O hâlde oldukça şeytani bir gölge ve yine söylemeliyim ki, çok güçlü,” dedi Ramon burnundan sert bir soluk vererek. Elini ceketinin iç cebine götürdü, bir zarf çıkarıp Efken’e uzattı. “Tüm analizleri not almasını rica etmiştim, değerlerini, katranın değerlerini ve maruz kaldıkları karanlık güçle alakalı edinebildiğimiz kadar bilgiyi… Hepsini not aldı. İşinize yarayabileceğini düşündüm.”
“Eyvallah,” dedi Efken zarfı alırken.
Ramon Velencoso, meraklı gözlerle haritaya baktı, ardından kafasını kaldırıp gözlerini yüzüme sabitledi. Bakışlarını hissettiğim an kafamı kaldırıp ona baktım. “Acaba,” diyerek bir adım attı. “Bunun ne olduğunu sorabilir miyim, Sevgili Kraliçe?”
Efken’in yırtıcı bakışlarının Ramon’un sırtında dolaştığını hissettim. Her ne kadar sırtı dönük duruyor olsa da eminim Ramon da o bakışları hissedebiliyordu.
“İstanbul’a gidebilmenin bir yolunu arıyoruz,” dedim, ardından Ramon’un hiçbir şey anlamadığını düşünerek açıklamak için dudaklarımı araladım ama Ramon, “Rüyalar şehrinden bahsediyorsun,” deyince duraksayarak ona baktım. “Geldiğin yerdi, değil mi? Neden oraya gideceksiniz?”
Efken, “Öyle gerekti,” dedi sadece.
Ramon derin bir nefes aldıktan sonra, “Aynı gemideki mürettabatız, Lord,” dedi. “Yaklaşan felaketi ön görüyorum ve elbette benim de sizin bildiklerinizi bilmem gerekir, değil mi? Bugün Gümüş Pençeleri öldüren o şeyin yarın Kanbazları ya da diğer dost ırkları hedef almayacağını nereden bilebilirim ki? Üstelik siz, aldığım duyumlara dayanarak söylüyorum ki oldukça tehlikeli bir güce sahipsiniz ve biz bunun risklerini göze alarak sizin yanınızda savaşmayı seçtik. O hâlde neler olduğunu bize de bildirmeniz gerekiyor, yanılıyor muyum?”
“Kutsal ansiklopedileri duymuşsunuzdur,” dedim Efken’in iğneleyici bakışlarını yok sayarak. “Onları birleştirdik ve bizi bu haritaya yönlendirdiler. Aynı zamanda Zamanın Hançeri’nin sahibi de portallar açarak geçiş yapabilmek gibi yeni bir gücü deneyimliyor. Babaannem, eski bir Mar Kadını ve ondan bir çağrı aldık. Bu gölge ve arkasındaki her kimse, rotayı bu defa İstanbul’a çevirdi.”
“Kadim Ansiklopediler?” diye sordu Ramon tek kaşını kaldırarak. “Bu son derece etkileyici.”
Efken, “Etkileyici olan neymiş?” diye sorduğunda, Ramon omzunun üzerinden ona bakıp gülümsedi.
“Değerli kraliçenden söz etmiyorum, rahatlayabilirsin,” dedi alayla. “Yüzyıllar önce de senin kadar kıskanç erkekler vardı. Günümüze kadar soyunuzun devam etmesi ne cici.”
“Haritaların dillerinden anlar mısın? Bildiğim kadarıyla yaşlı bir Kanbaz’sın,” dediğimde Ramon bana kırgın gözlerle baktı.
“Şu yaş şakaları senin gibi statü sahibi ve güçlü genç bir kadına hiç yakışmıyor,” dedi alıngan bir sesle, ardından haritaya doğru eğilip, haritanın yüzeyini inceledi. “Güzel temizlemişsiniz,” diye mırıldandı. “Epey eski bir harita olduğu belli. Benden bile yaşlı olmalı.”
“Kendi kendine yaş şakası yaptı herif,” dedi İbrahim.
“Burada Marin kelimesini elde ettim,” diyerek parmağımı haritaya bastırdım. “Ama öncesindeki sembolü göremiyorum.”
“Oldukça karmaşık, okunması güç bir harita,” dedi Ramon düşünceli bir sesle.
Efken kendi kendine, “Marin,” diye tekrarladı, gözlerimi ona çevirdiğimde kaşlarını çatmış, düşünceli bir şekilde boşluğu izlediğini gördüm. “Marin…” Bir anda kafasını kaldırıp bana baktı, ardından elini pantolonunun cebine atıp annesinin ona verdiği akuamarin taşını çıkardı ve “Marin,” diye tekrarladı. “Akuamarin demek istiyor olabilir mi?”
Bakışlarım hızla akuamarine indi, ardından gözlerimi haritaya çevirdim ve İbrahim beklenmedik bir hızla dibimde bitip haritaya doğru eğildi. Bakışları keskinleşti, gözlerini haritadan çekmedi ama soluk alıp verişleri hızlanmaya başladı. Parmağını parşömen kağıdının eski, sararmış ve kirlenmiş yüzeyine dokundurmasıyla bedeni kriz geçiriyormuş gibi titremeye başladı. Gözleri geriye kaydı, gözünün beyazı bir perde gibi tüm gözünü kapladı. Korkuyla ona dokunacaktım ki Ramon, “Dokunma,” diye uyardı beni. “Sanırım haritayı okuyabilecek tek kişi o.”
Gözlerimi İbrahim’den çekmeden, “Çünkü hançerin sahibi o,” diye fısıldadım zihnime çöken farkındalıkla.
“Evet, tam da bu sebepten,” dedi Ramon.
İbrahim titremeye devam ediyordu. Gözlerinin önüne çöken perde bir anda kalktı ve gözleri aşağı doğru indi. Koyu bir renge boyanan bakışlarındaki farkındalık korkutucuydu. Keskin, kendinden emin bakışlarını doğrudan bana çevirdi ve “Akuamarin Mağarası,” dedi hiç düşünmeden.
“Akuamarin Mağarası?” diye sordum, bir cevap gerekiyordu, o mağarada ne vardı? Ansiklopedi bizi neye yönlendiriyordu?
“Cevaplar orada,” dedi İbrahim, başka hiçbir şey söylemedi. Bir sessizlik yemini etmiş gibiydi. Kendinden emin duruşu, duymamız gereken başka bir şey olmadığını kanıtlıyordu. Aradığımız her ne ise onu orada bulacağımızın güvenini koşulsuzca veriyordu.
Ramon, “Akuamarin Mağarası Kızıl Yaka’da,” dedi. “Aynı zamanda yüzyıllar önce zaman yolculuğunun mümkün olduğunu iddia eden bir grup arkeoloğun da Kızıl Yaka’nın geçitlere ev sahipliği yapan bir bölge olduğunu ifade ettiklerini hatırlıyorum.”
Mustafa Baba, “Kızıl Yaka, büyünün ilk nefes aldığı yaka olarak bilinir,” diye onayladı Ramon’u. “Bu yüzden İbrahim’i dinlemekte fayda var. O bir muhafız olarak hançerin onu nereye götüreceğini bilebilecek tek kişi.”
“Kızıl Yaka’ya gidiyorsanız size eşlik edebilirim. Oraları hepinizden iyi bildiğim aşikâr,” dedi Ramon Velencoso kibar bir şekilde. Efken ona yandan bir bakış attı ama söylediği şeye karşı çıkmadı çünkü şu an o da Ramon’un rehberliğine ihtiyacımız olduğunu biliyordu.
İbrahim kendinden emin bir sesle, “Vedalaşın,” dedi. “Ne zaman geri döneceğimiz belli değil. Üstelik kimlerin geleceğine de bir an evvel karar vermeniz gerekiyor.”
İstanbul’a giderken yanımızda olacaklar listesini oluşturmak en zoruydu. Aramızda tek bir cadı vardı, o da hamileydi ve karnı garip bir şekilde hızlı büyüyormuş gibi geliyordu. Ceyhun silah kullanmak konusunda iyiydi ama Sezgi’nin durumu ortadayken onu yanımızda götüremezdik ve burada kalması daha mantıklı geliyordu. Gittiğimizde saldırıya uğrayacaklarını düşünmüyordum ama her ihtimale karşı kurt sürüsü de burada kalmak zorundaydı. Kurtlardan sadece Hatem’i yanımıza alacaktık. Ve yine Güneş Leydisi ile babasını yanımızda götürmeliydik çünkü bir cadımız yoksa, yanımızda mutlaka bir iblis ve o iblisin çok sevdiği biri olmalıydı çünkü sonuçta iblis iblisti ve ihanete uğramak istemiyorduk. Yaren’in varlığı, Manbel’i büyük ölçüde bize bağlıyordu. Sapphire ne kadar yalvarıp yakarmış olsa da onun burada kalması daha iyiydi, insan doğasına henüz yeni adapte olmuş bir Mar’ı İstanbul’a götürmek, bir dolu sorunu da beraberinde getirebilirdi. Crystal uyanışını benim gibi tamamladığı ve sosyal hayata alışkın olduğu için onu yanımda götürmek daha mantıklı geliyordu. Miraç’ı yanımda götüremezdim, her ne kadar ısrar etmiş olsa da gözlerimdeki o ifadeyi gördüğü an ısrarları sona ermiş, kararıma saygı duymuştu. Henüz türü ne olduğu belli olmayan, hızına bakılırsa doğaüstü kanı çoktan akmaya başlamış kardeşimi İstanbul’daki tehlikenin ortasına çekemezdim. Zaten babam eski bir Alfa olarak tehlikedeydi ve diğer erkek kardeşlerim de soyun damarlarını taşıyorlardı, o damarlardaki kanın akmaya başlaması an meselesi olabilirdi. Korumam gereken üç Demir erkeği vardı. Dördüncü beni sadece paniğe sokacaktı.
Burada güvendeydi. İyi arbalet ve silah kullanan Ulaş ile Ceyhun, hamile de olsa oldukça güçlü bir cadı olan Sezgi ve koca bir kurt sürüsü onunla olacaktı. Mustafa Baba da oldukça güçlü, eski bir Gümüş Pençe’ydi. Sapphire’ın da güçlerine güvenim sonsuzdu. Tüm bunları bir kenara bırakacak olursak eğer, Miraç’ın da karanlık, henüz çözülmemiş bir gücü vardı ve eminim buradaki sorunlarla kolayca başa çıkabilirdi.
Yine de Miraç bana sıkıca sarılırken, “Lütfen,” demişti, “anneme sıkıca sarıl, onu öp ve iyi olduğumu söyle. Biliyorum, o zaten ikimizin iyi olduğunu düşünüyor ve bizimle sık sık görüştüğünü sanıyor ama abla… Yine de lütfen bunu benim için yap.”
Sezgi çok üzgündü çünkü bizimle gelemiyordu, yazacağı büyülere, oluşturacağı muskalara ve daha fazlasına ihtiyacımızın olacağını düşünüyor, bu yüzden suçluluk duyuyordu ama benim için önemli olan Sezgi’nin ve bebeğinin güvende olmasıydı. Ateşime güveniyordum ve her ne kadar itiraf etmesi güç olsa da Efken’in yıkıcı gücüyle kimsenin boy ölçüşemeyeceğine emindim.
Akşama doğru Ramon Velencoso’nun eşliğinde evden ayrılıp lazım olabilecek her şeyi aldıktan sonra İbrahim’in evine gittik. İbrahim hazırlanırken cam duvarın önünde dikilmiş, kollarımı bedenime sarmış bir şekilde gölü izlemeye başlamıştım. Efken’in cama düşen yansımasını görmeden önce arkamdaki varlığını hissettim. Efken çenesini başımın üzerine yasladığında zaman benim için bir anlığına durdu. İkimizin yansımasına baktım. Koca cüssesi bedenimin iki yanından taşarak beni önünde küçücük gösteriyordu.
“Kahverengi yakışmış,” diye fısıldadığında bakışlarım kendi yansımamda yoğunlaştı. Kahverengi, boğazlı, triko bir elbise giymiştim, elbise bedenimi ikinci bir deri gibi sarıyordu ve bacaklarımın iki yanından yükselen yırtmaçları vardı. Ayağıma giydiğim siyah postallar, üzerimdeki siyah crop deri ceketle uyumluydu. Dalgalı, siyah saçlarım göğüslerimin altına dek kıvrılarak iniyor, bordo ojeli, sivri törpülenmiş tırnaklarım deri ceketimin kumaşına saplanacak gibi duruyordu.
“Bu kadar tedirgin olma,” diyerek yeni bir cümleye başladığında gözlerimi kaldırıp gözlerinin yansımasına sapladım. Çenesini saçlarımın üzerine sürterek, “Her şey yolunda,” dedi, bu söylediğine inanıp inanmadığını merak ediyordum.
“Bizi orada neyin beklediğiyle ilgili en ufak bir fikrim bile yok,” dedim kuru bir sesle.
“Bizi orada bekleyen her ne olursa olsun, Mahi,” dedi Efken yıkılmaz bir kale gibi, “her anında senin yanında olacağım ve her zaman olduğu gibi kazanan biz olacağız.”
Görü bir anlığına gözümün önünde titreşerek zihnime doldu.
“Bir savaşta iki kazanan olmaz, Sevgili Azize’m,” diye fısıldadı o karanlık, zalim ses.
Görü bir cam gibi parçalandığında önümde yeniden uzanan, karlarla kaplı göl manzarasıydı. Efken kollarını belime sarıp, yanağını yanağıma yasladı ve “Aileni yeniden göreceğin için heyecanlı mısın?” diye sordu yavaşça.
Bunun hakkında hiç düşünmediğimi fark ettim. Kalbimin derinliklerinde ailem için sürekli esen, bazen beni üşüten, bazense hatıraları savurup jilet gibi tenimi kesen bir rüzgâr vardı. Bir daha onları göremeyeceğim düşüncesine kendimi öyle alıştırmıştım, bu düşünceye öylesine empoze olmuştum ki şimdi yeniden onlarla bir araya gelecek olduğum gerçeği ruhumu kavuruyordu.
“Gidiş yolunu bulduktan sonra… Her şey düzeldiğinde…” Gözlerimi yumup tek bir anlığına da olsa bunu hayal ettim. “Miraç da onları ziyarete gider. Belki bazen ben de… Değil mi?”
“Evet,” dedi Efken. “Elbette.”
“Miraç bana çok kızmış mıdır?”
“Sadece onu korumaya çalışıyorsun ve o bunun farkında. Orada durum nedir bilmiyoruz, onu bir bilinmezliğin içine öylece götüremezsin. Üstelik…” Durdu, doğru kelimeyi arıyor gibiydi.
“Üstelik?” diye sordum merakla.
“Miraç bir Alfa’nın oğlu,” dedi Efken. “Türü bilinmiyor olsa da bir Gümüş Pençe’nin yoğun kanını taşıyor. Bu onu da oradayken doğrudan hedef yapacaktır.”
“Peki ya burada da hedef hâline gelecek olursa?”
“Bu şey her ne ise buradaki işini bitirdi, sırada senin geldiğin yer var,” dedi Efken kendinden emin bir sesle.
“Umarım ailem güvendedir.”
Efken, buna bir yorum yapmadı çünkü içten içe güvende olmadıklarını, felaketin kapıda durduğunu, belki de biz burada vakit kaybederken o felaketin çoktan kapıyı kırıp içeri sızdığını biliyordu.
Sessizlik içinde gölü izlemeye devam ettik. Ta ki gölün üzerinde yarım küre şeklinde şeffaf, sudan bir kalkan oluşana dek… Efken ile aynı anda, “O da ne?” diye sorduğumuzda güçlü bir patlama sesi duyuldu ve bununla beraber yarım küre şeklindeki kalkan, havada patlayarak su formunda gölün üzerine döküldü. Gölde bir dalga oluştu, büyüyen dalga kıyıdan çıkarak karların üzerini kapladı.
Efken ikilemde kalmış gibi, “Vermeil?” diye sorduğunda, “Bu onun enerjisi değil,” diyerek hızla kapıya yöneldim. Velencoso kapıyı açtı, İbrahim merdivenlerden inerken, “O sesi duydunuz mu?” diye sordu ama ona cevap bile veremedik. Hızla taş evden dışarı çıktık.
Dalgaların içinde bir silüet belirdi, silüete arkadan vuran dalga onu kıyıya ittiğinde, büyük gövdeli silüet yere kapaklanıp ellerini karlara bastırdı ve uzun saçları kemikli yüzünün iki yanından ıslak bir şekilde sarkarken kafasını kaldırıp bana baktı.
Bu yakışıklı suratın sahibini tanıyordum.
Kadim Büyücü.
“Bu kadar çabuk görüşmek isteyeceğini düşünmemiştim, Sevgili Mēness,” diye mırıldandı yüzünde memnuniyetsiz bir ifadeyle.
“Bu herif de kim?” Efken’in tehditkâr sesi zihnime dolarken gözlerimi Kadim Büyücü’den ayıramadım. Suyun altındaki dünyaya indiğim, kurduğu o krallıkla tanıştığım ânı hatırladım. Su Leydilerinin beni ona götürdüğü anlar dün gibi aklımdaydı ve üzerinden çok uzun zaman geçtiği de söylenemezdi.
“Herif mi?” Kadim Büyücü zorlanarak kalkıp gözlerini Efken’e dikti. “Terbiyeni takın, kurt çocuk.”
Efken tam öne doğru atılacaktı ki elimi göğsüne koyarak onu durdurup, “Onu tanıyorum,” dedim.
Ramon Velencoso, “Kadim Büyücü,” dedi hemen arkamdan. “Suyun altına gizlendiğin dedikoduları doğruymuş demek.”
Kadim Büyücü gözlerinde alaycı bir ifadeyle doğrudan Ramon’a bakıp, “Ah, Velencoso,” dedi. “Seni de görmek çok güzel gerçekten. Son gördüğümden beri kaç yüzyıl yaşına girdin?”
“Kadim Büyücü mü?” diye sordu Efken, taşları yerine oturtmuş gibi kaşlarını çatarak bakışlarını bana çevirdi.
“Görünen o ki Nemesis tüm uğraşlarımıza rağmen karşımda kanlı canlı dikiliyor ve bu kurt çocuğun içinde, ha?” diye sordu Kadim Büyücü bana. “Onun gücünü kalbimde hissediyorum. Kılıcı kelleye sokmadığını söyleme bana, Sevgili Mēness.”
“Uzun mesele,” dedim. “Sen burada ne yapıyorsun?”
“Çağrını aldım,” dediğinde anlayamadığım için kaşlarımı çattım. “Ne çabuk unuttun? Kanını bende bıraktığını.”
“Ne?” Efken öfkeyle bana baktı. “Ne kanı?”
“Seni çağırmadım,” dedim tek kaşımı kaldırarak.
“Görünen o ki uğuldayan yakut rengindeki eşsiz kanın beni çağırmış ama,” dedi Kadim Büyücü.
Efken, “O sikilmiş ağzını açıp onunla bu şekilde konuşmaya devam edersen kendi kanında boğularak ölmen an meselesi,” dediğinde, Kadim Büyücü kaşlarını kaldırarak Efken’e baktı.
“Sizin buralarda yardıma gelen yüce cadılarla böyle mi konuşuluyor? Ne ayıp. Günümüz gençleri ne kadar da ahlaksızlaşmış, değil mi Ramoncuğum?”
“Kadim Büyücü, senin burada olduğun öğrenilirse ilk iş seni katletmeye gelirler,” dedi Ramon ciddi bir sesle. “Bunu göze alarak buraya gelmendeki tek etken, bir Kan Yemini mi?”
Kadim Büyücü bunu cevapsız bırakarak gözlerini bana çevirdi ve “Nereye gidiyorsunuz?” diye sordu. “Görülerimden yola çıkarak, bir savaşın merkezine gittiğinizi düşünüyorum.”
“İstanbul’a gidiyoruz,” dedim, Efken hâlâ dikkatle Kadim Büyücü’yü süzüyordu. “Ve evet, ufukta bir savaş var gibi görünüyor.”
Kadim Büyücü’nün bakışları hemen arkamızda duran Manbel’e çevrildi. “Ekipte bir iblis de var demek,” dedi meraklı bir tavırla. “Pekâlâ, sizinle geliyorum.”
Efken, “Siktir oradan,” dediğinde hızlıca, “Bunu neden yapasın ki?” diye sordum cadıya.
“Çünkü suyun altında vakit öldürecek bir şeyler bulamadım, benim için eğlenceli olacak,” dedi Kadim Büyücü ama sebeplerinin çok farklı olduğunu hissedebiliyordum.
Ramon, “Hamile cadı sizinle gelemediği için bu adamın etinden sütünden faydalanmanız yararınıza olacaktır,” dediğinde Kadim Büyücü dudağını büktü.
“Ramon, Ramon, Ramon… Beni bir obje gibi görmen sudan kalbimi dalgalandırıyor. Kırılmadığımı söyleyemem, eski dostum.”
Efken, “Bu sikiği tanımıyoruz bile, Medusa,” dedi sert bir sesle, Kadim Büyücü bu kez ciddiyetini takınıp Efken’e düşmanca bir bakış gönderdi ama Efken’in umurunda bile değildi.
“Onu tanımıyor olabiliriz ama gücünü biliyoruz,” dedim Efken’e. “Sezgi yok, bu kadroyu bir sıfır geriye itebilecek bir eksiklik,” dediğimde Efken bana çatık kaşlarla baktı. Gözlerimi Kadim Büyücü’ye çevirdim. “Bunun karşılığında ne istiyorsun?”
“Senden alacağımı aldım,” dedi Kadim Büyücü. Bu şekilde konuşarak Efken’i daha da öfkelendiriyordu aslında ama üzerinde durmamaya çalıştım. “Gönderdiğin çağrı beni buraya, uzun zamandır ayak basmadığım ve bir daha basmayacağıma emin olduğum yeryüzüne çıkardı. Bana ihtiyacınız olacak ve yanınızda olmak istiyorum.”
Manbel, “O bu oyundaki en büyük ellerden biri,” dediğinde, Kadim Büyücü böbürlenerek kollarını göğsünün üzerinde topladı.
Efken dişlerini birbirine bastırdı ve yüzünde durumdan duyduğu rahatsızlığı alenen ortaya seren bir ifadeyle Kadim Büyücü’ye bakıp, “Pekâlâ,” dedi. “Ama tek bir yanlış hareketinde onun boynunu kıracağım.”
“Sana kötü bir haberim var koca oğlan, boynum kırıldığında sadece bayılıyorum ve ayılmam yaklaşık on saniyemi alıyor. On birinci saniyede senin o yıldırımlı kıçından içeri bir ömür derinliklerinde taşıyacağın basur büyüsünü salarım.”
Efken tam ona saldıracakken ellerimi birbirine vurup, “Sakin olur musunuz?” diye bağırdım. “Birbirinizle savaşmayacaksınız, birlikte savaşacaksınız.”
İbrahim, “Onu sevdiğimi söylersem Efken tarafından tartaklanır mıyım?” diye sordu sessizce ama bu sorusuna kimse tarafından bir cevap verilmedi.
“Pekâlâ, gidiyoruz ama sen bu hâldeyken…” Gözlerimi Kadim Büyücü’nün üzerinde dolaştırdım. “Sırılsıklamsın ve üstünde cübbe var. Şehirde tuhaf karşılanmaman imkânsız.” Manbel’i işaret ettim. “O bile takım elbise giyiyor. Tuhaf turuncu saçlarına rağmen.”
Manbel, “Kırıcısın,” diye söylendi.
Kadim Büyücü, “Sanıyorum size kim olduğumu hatırlatmam gerekecek,” dedikten sonra elini havaya kaldırdı, dört parmağını içeri çekerken işaret parmağı havada asılı durdu. Parmağıyla küçük bir daire oluşturdu, dairenin etrafında büyümeye başlayan hava girdabını gördüm; küçük, halka şeklinde bir fırtınaya dönüştü. Fırtına yavaşça büyüdü, parmağının etrafını saran halka olmaktan çıkarak genişleyip onu dairesinin içine aldı. Ardından kuvvetli bir şekilde yukarı doğru kalkarak onu puslu bir sis tabakasının arkasına sakladı. Sis geri çekildiğinde, Kadim Büyücü günümüze uygun kıyafetleriyle tam karşımızda duruyordu. Lacivert bir kot pantolon, siyah kazak ve üzerinde de siyah paltosu vardı. Uzun saçları kurumuş, ensesinin altından topuz şeklinde toplanmıştı. Onu ilk gördüğümdeki düşüncemde yanılmamıştım. Saçları şu an gümüş renginden çok sarıya dönük bir renkteydi.
İbrahim arkada tuhaf bir ses çıkardı, Crystal ise ıslık çaldı. Efken ve ben donmuş hâlde adama bakıyorduk. Manbel de Yaren de muhtemelen eski dostu olan Ramon da sessizlerdi. Sanırım Yaren maruz kaldığı onca şeyden sonra artık her şeyi normal buluyordu. İbrahim ise bir sırtlana dönüşüyor olmasına rağmen hâlâ bir şeyleri garipsiyordu.
Artık gitmek için hazırdık.
Ramon Velencoso, “Yolumuz uzun sürebilir,” dediğinde, İbrahim karların ortasında dikilip, yüzüne çizilmiş sırtlan gülümsemesiyle, “İbrahim Beşliler seyahat gururla sunar,” dedi ve hançeriyle çizdiği büyük, demir mavisi hale bize kısa yoldan Kızıl Yaka’ya gidebileceğimizi gösterdi.
Ramon Velencoso, “Sanırım bu gücü kıskandım, sırtlancık,” demeden hemen önce haleden içeri kafasını sokmuş, arka tarafta Kızıl Yaka manzarasını görmüş olacak ki hayretler içerisinde kafasını geri çıkararak İbrahim’e bakmıştı.
“Demek ki güç, yaşa bakmıyor ihtiyar,” dedi İbrahim, ardından, “Buyurun,” diyerek eliyle açtığı portalı işaret etti.
Kadim Büyücü’nün bile şaşkınlıkla İbrahim’e baktığını hatırlıyordum. Bu onun için bile beklenmedik bir şovdu.
Portal bizi şehrin öteki yakasına tek bir adımda, bir halkanın içinden geçiyormuş gibi hissettirerek kolayca transfer etti. Kızıl Yaka’da eti kavuran bir soğuk vardı ama şanslıydım ki hiçbir zaman soğuğu tenimde hissetmezdim. Normal şartlarda Kızıl Yaka, Mavi Yaka’ya oranla daha sıcak olan taraftı ama bugün esen rüzgârın keskin soğuğu, karın yakıcı soğuğundan bile daha yoğundu.
Kızıl Yaka’nın gündüzleri pek de işlek olmayan Red Nivis Sokağı köhne, geceleri hizmet veren barlar ve kafelerin yer aldığı eski bir sokaktı. Gecenin geç saatlerinde buradaki hayatın daha karmaşık ve karanlık olduğundan bahseden Ramon olmuştu. Fuhuş, uyuşturucu, cinayet ve daha akla gelmeyecek illegal her şeyin yaşandığı bir sokaktı ama gün henüz geceye kavuşmadığı için bomboş, terk edilmiş gibi görünüyordu. İbrahim’in portalının kameralara yansıma ihtimali yoktu çünkü güvenlikten bihaber olan bu sokakta değil güvenlik kamerasının olması, içeri polis arabalarının bile girmesi yasaktı.
Ramon, “Akuamarin Mağarası’na gidebilmek için yaklaşık on beş dakikalık bir yer altı yürüyüşü yapmamız gerekecek. Bunun için Viridi’ye gitmeliyiz,” demişti. “Ardından okyanusa doğrudan açılan bir çıkış yolu bulacağız. Okyanus kıyısında mağaraların girişi var. Akuamarin Mağarası’na da diğer kutsal mağaralar gibi okyanus kıyısındaki girişten ulaşabiliriz.”
İbrahim’in bizi Viridi adı verilen semte götürmesi imkânsız değildi ama o semt, oldukça kalabalık bir semtti ve bir portal açmışken halktan insanlara yakalanmak isteyeceğimiz son şeydi. Viridi tamamen koruluklardan oluşan, doğallığı korunmak için şahsi araçların girişine izin verilmediği belirtilen bir doğa harikasıydı ve trenle oraya varmak sadece on üç dakikaya mâl oluyordu. Tren, İstanbul’da görmeye alışkın olduğum türden bir trendi ama turnikeden geçmeden önce ödemeyi kartla değil, Kızıl Yaka vatandaşı olduğunu belirten bir giriş kimliğiyle yapıyordun. Bu ne yazık ki bizde mevcut olmadığından Ramon bizim için misafir kimliği edinmiş, misafir kimliklerini okutup turist olduğumuzu göstererek trene binebilmiştik. Bu, suç oranının en aza inmesi için semtin kurucuları tarafından geliştirilmiş bir güvenlik önlemiydi ve misafir kimliklerini alırken parmak izi veriyordunuz. Bu sayede bir suç işlendiğinde, suçluyu bulmak çok daha kolay duruma geliyordu.
Viridi, yeşil ve turkuazın birleşerek kızıl bir gölge altında tek renge dönüştüğü büyülü bir yerdi. Sol tarafınızda koruluk, sağ tarafınızda sonsuz okyanus manzarası yer alıyor ve tam ortalarında Arnavut kaldırımlarla döşenmiş uzun patika bir yoldan yürüyordunuz. Koruluğun derinlerinde piknik yapan insanları görebiliyordum, yine koruluğun derinlerinde nostaljik konseptlere sahip birkaç küçük işletme vardı.
“İstanbul’da böyle bir semt olsa, birkaç yıla kalmaz tüm güzelliğini yitirmesi adına ellerinden gelen her şeyi yaparlardı ve şu koruluğun ortasına da bir sürü gökdelen boyutunda bina dikip burayı imara açarlardı,” dedi İbrahim homurdanarak. “Bir yerlerde doğaya saygının devam ettiğini görmek ne güzel.”
“İstanbul güzel bir şehir değil miydi?” diye sordu Efken.
“Çok güzel bir şehir ama insan her yerde insandır,” dediğimde Efken kurduğum cümlenin özünde yatan tüm anlamları görmüş, okumuş gibi başını salladı. “Burada da sıkı güvenlik önlemleri alınmasaydı burası da zarar görürdü muhakkak.”
“Yolun sonunda yer altına iniş yapabileceğimiz bir mezarlık var,” dedi Ramon ileriyi işaret ederek. “Burada eski tip mezarlar var, mezarlar genelde mahzen olarak düzenlenmiş. Bir dönem insanlar mezarlarını güvenlik açısından bu şekilde yaptırırdı. Önemli ailelerin mezarlarından bahsediyorum tabii.”
“Güvenliğin nedeni belli oldu,” dedi İbrahim ellerini ceplerine sokarak. “Eminim mezarlarına ziynet eşyalarıyla gömülmeyi tercih eden zenginlerden söz ediyorsundur.”
“Evet,” dedi Kadim Büyücü. “Altınlar, zümrütler, safirler, bolca değeri yüksek madeni para,” diye ekledi. “Zenginler cennete parasız gidilmeyeceğini düşünen ucubelerdi.”
“Fakire öldüğünde de cennet yok sanıyorlardı herhâlde,” dedi Yaren çatık kaşlarla. “Ne biçim insanlarmış…”
“Oysa gideceği yeri insanın parası ya da nüfuzu değil, kalbi ve ruhu belirliyor,” dediğimde Efken’in bakışlarının bana çevrildiğini hissettim.
“O hâlde senin yerin cennet,” dedi sessizce, bu söylediğini sadece ben duymuştum. “Desene öldüğümüzde yollarımız ayrılacak.”
Söylediği şey karşısında ona saklayamadığım bir kızgınlıkla baksam da o buna aldırış etmedi. Cehenneme mi gitmeyi düşünüyordu? Cennetin kapılarını yıkıp onun yanına kaçardım. Bunu nasıl bilmezdi?
Ramon Velencoso, Crystal ve Kadim Büyücü en önde ilerliyorlar, İbrahim, Hatem, Manbel ve Yaren de onların arkasında yürüyorlardı. Efken ile arkada kalmıştık. Çok küçük bir an için içimde titreşen durduramadığım bir istekle omzumun üzerinden koruluğa doğru baktım. Gözlerim bir şeyi arıyor gibiydi, o şeyi bulana kadar durmadı ve koruluğun kalbindeki kalabalığı aralamaya çalıştı. Bir histi, durdurulamaz bir içgüdüydü ve ona karşı koyamadığımı hissediyordum. Yakıcı bir hissin içime dolduğunu hissettim, soğuk rüzgârı bile alevden bir kırbaca dönüştüren bu his, içimden taşarak ortamı birdenbire ateşin soluğuyla tanıştırmıştı. O sıcak esintiyi, ortamı alev gibi anlık olarak yakıp kavuran, ardından sönerek yerini soğuğa bırakan enerjiyi Efken’in bile hissettiğini fark ettim.
Sarı saçları beline kadar uzanan, uzun boylu bir kadın, sırtı bana dönük bir şekilde yaklaşık elli, altmış metre ileride dikiliyordu. O sıcak enerji birdenbire ona çarpmış gibi irkildi, bakışlarını omzunun üzerinden arkaya çevirdiğinde çok kısa bir an için sarı saçların sahibiyle göz göze geldik. İçimde bir şeylerin yıkılırken çıkardığı patırtı sesi yükseldi, metrelerce ötemde duran siyah gözleri, sanki yüzümün yakınlarında duruyor gibiydi; gözlerimiz birbirine yaslandığı anda yeni bir görü zihnimin içinde dalga gibi büyüyerek düşüncelerimin üzerini örttü.
Görüde yalnız değildim, yanımda göz göze geldiğim sarışın kadın vardı. Kalın sarı bukleler göğüslerine doğru akıyor, hırçın bakışlarını sapladığı yerden çekerek omzunun üzerinden bana doğru bakıyordu ve karın soğuğunu hissediyordum.
Birdenbire görü parçalara ayrıldı ve sarışın kadın başını önüne çevirdiğinde, ben de gözlerimi ondan ayırarak çatık kaşlarla yürümeye devam ettim. O tuhaf his, yolun sonuna vardığımız âna dek göğsümün içinde gıcırdamaya devam etti.
Mezarlık büyüktü, demir kapısının hemen yanında metal, küflenmiş bir levhanın üzerine mezarlığın ismi bronz renkle kazınmıştı. Ramon, etrafı kolaçan ettikten sonra demir kapıyı itti ve gıcırdayarak açılan kapının arkasında uzanan mezarlığa baktım. Mezarlığın sırt tarafı okyanusa bakıyor, ön kısmı da koruluğu manzarasına dâhil ediyordu.
Şüphe uyandırmadığımızdan emin olmak için etrafı kolaçan edip, Efken’in elini sıkıca kavrayarak mezarlıktan içeri adımımı attım. Mezarların her biri birbirine ikişer, üçer metre mesafe uzaklıktaydı ve her birinin başında hac şeklinde mezar taşları vardı. Krematoryumun yanından geçip daha derine ilerlediğimizde özel olarak yaptırılmış anıt mezarlar görüş alanımıza girdi. Her biri demir parmaklıklardan kapılarla korunaklı hâle gelen mezarların üstlerinde ailelerin soyadları yer alıyor ama isim bilgileri görünmüyordu.
Ramon içi mahzene inen mezarlıklardan birinin önünde durup, “Yer altına buradan ineceğiz,” dediğinde gün batımına çok bir şey kalmadığı için gökyüzü koyu gri rengini almaya başlamıştı.
“Buraya nasıl gireceğiz?” diye sordu Yaren tek kaşını kaldırarak. “Kapılarında asma kilitler var.”
Efken elimi bırakıp gözlerini Yaren’e dikerek, “Bazen gerçekten kim olduğumu sana hatırlatmak zorundaymışım gibi hissediyorum,” dedi ve asma kilidi büyük, esmer avucunun içine aldı. Tek bir sıkışla beraber asma kilit tuz buz olarak yere kül formunda döküldüğünde, Yaren iri gözlerle Efken’in eline bakıyordu.
“Mülke zarar verdin,” dedi dehşetle.
“Çiçeğim,” dedi İbrahim. “Sence şu an bu varyemez adamların mülküne verdiğimiz zarar ne kadar umurumuzda? Ayrıca Efken, o neydi öyle Allah’ın cezası? Donuma kadar ıslandım izlerken. Ne güzel sıktın öyle ya. Boğazımı da al avucunun içine, un ufak edene kadar ez be adam, ez be erim!”
Efken gözlerini İbrahim’e dikerek kapıyı yavaşça açarken, “O küçük kuyruğuna teneke bağlamamı istemiyorsan sus da içeri gir,” dedi.
Kadim Büyücü, “Kapıyı açmamı rica etseydiniz bunu şova dönüştürmeden ve kilide zarar vermeden yapabilirdim,” diye homurdandığında Efken, “Rica minnet iş yapacaksan siktir git sen de,” dedi sert bir sesle. “Kimse senden yardım istemeyecek, bir siki becerebiliyorsan doğrudan yaparım diyeceksin ve yapacaksın.”
Kadim Büyücü, “Birileri gerçekten basur olmak istiyor,” diye söylenerek Efken’in açtığı demir kapıdan içeri girdi.
Mezara ulaşabilmek için odadan aşağı doğru kıvrılarak inen taş merdivenleri kullandık. Örümcek ağları tavandan zemine kadar perde gibi inmişti, mezar çok bakımsızdı ve içerisi rutubet kokuyordu. Mezarın bulunduğu ana odaya indiğimizde bizi bir başka kapı daha karşıladı, bu kapı mahzenin derinliklerine giden koridora açılıyordu. Bu koridorun karanlık şeyler için kullanıldığını anlayabilmem için soru sormama gerek yoktu, kaldı ki kapının ardı ölüm ve küf kokuyordu; bu da doğrudan cevabı almamı sağlamıştı. Zenginlerin işkence odaları vardı. İnsanlara işkence ettikleri yerlerde ölüm uykusuna yatmayı seçmeleri enteresandı çünkü bu uykular eminim ki hiçbir zaman huzurlu olmayacaktı.
Avucumun içinden yükselen alevi bize yol göstermesi için kullandım. Titreyen alev duvarlara gölgelerimizi çizerken, İbrahim avucumun içinde yanan ateşe kaçamak bakışlar atıyordu. Yer altı koridorunun sonuna geldiğimizi okyanustan yükselen dalgaların patlama sesleri kulaklarıma dolmaya başladığında ve tünelin sonundaki açıklıktan sızan iyot kokusu burnuma dolduğunda anladım. Nihayet yeniden dışarı adım attığımız an avucumdaki ateşi parmaklarımı avucuma kapatarak kolayca söndürdüm. Gökyüzü şimdi lacivertti, yıldızlar gökyüzünün üzerine serpiştirilmiş çiy damlaları gibi şeffaf, ışıkları neredeyse sönmüş gibi ölü görünüyorlardı. Okyanus önümüzde sonsuz görünüyordu ve hemen dibinde büyük kayalıklar, ölümü simgeleyen sivri hançerler gibi çöken akşamın karanlığıyla kademsiz bir görüntü ortaya seriyorlardı.
“Mağaraların girişi mi?” diye sordu Crystal parmağıyla kayalıkların hemen arkasında duran oyuğu işaret ederek. Oyuğun üzerindeki kayalıklar dağ gibi yükseliyor, bu da bana yerin ne kadar altına geldiğimizi kanıtlıyordu.
“Evet, Sevgili Crystal’im,” dedi Ramon çapkın bir gülümsemeyle. Ardından deri eldivenli elini uzatıp Crystal’in elini tutarak onun kayalığın üzerinden atlamasını sağladı. Crystal’in bedeni Ramon’un bedenine çarptığında İbrahim arkamda öğürüyor gibi bir ses çıkardı.
“Gökyüzüne sahte, ışıldak görevi gören bir güneş dikebilirim ama bu insanoğlunun dikkatini çok çekerdi ve gündüz kuşağı bolca bizden konuşurdu. Ana haber bültenleri de öyle,” dedi Kadim Büyücü. “O yüzden, Sevgili Mēness, rica etsem avucunun içindeki elzem ateşi bir defa daha harlayarak yönümüzü belirleyen pusulamız olur musun?”
Efken gözlerini yukarı kaydırıp alt dudağını yaladı ve ağzının içine doğru çekti; sabır dileniyordu. Elimi onun ılık eline kaydırıp sakinleşmesi için parmaklarımı eklemlerinde gezdirirken diğer elimi kaldırdım. Avucumun içine ateşi çağırırken göz bebeklerimdeki daire titreşip hafif, tombul bir elips şeklini aldı.
Ramon, “Buradan sonrasını kendiniz halletmeniz gerekecek,” dediğinde ona baktım.
“Teşekkür ederiz, Velencoso,” dedim içtenlikle. “Fakat bu karanlıkta nasıl geri döneceksin?”
Ramon yamuk bir gülümsemeyle, “Kanbaz gözleri için karanlık diye bir şey yoktur, Kraliçe,” dedi. “Merak etmeyin, sık sık kardeşinizi ve arkadaşlarınızı ziyarete gidip onları kontrol edeceğim. Gözünüz arkada kalmasın.”
Efken, “Eyvallah,” dediğinde Ramon ona garip bir bakış attı.
“Bu tür konuşmalar seni biraz kıro gösteriyor,” dedi Ramon alayla. “Yine de buna alışmaya başladığımı söylemem gerekir. Kendinize dikkat edin.”
“Görüşürüz canım,” dedi İbrahim. “Lütfen erkek kardeşine selamımızı ilet ama sapık kuzeninle iki cihanda bir araya gelmememiz dileğiyle.”
Ramon gülerek, “Lütfen yaşanan kötü hadiseden dolayı özürlerimi kabul et, İbrahim. Frederick biraz şakacıdır,” dediğinde, İbrahim, Ramon’a dik dik baktı.
“Şaka mı? Az daha bana Efken’in yapmasını istediğim şeyleri yapıyordu.”
Efken, “Dua et hançer senin elinde Habeş maymunu,” diye homurdandı.
Ramon, Crystal’in elinin üzerini zarif bir şekilde öptü, Yaren’i selamladı ve Hatem’e gülümsedi ama gülümsemesine karşılık alamadı. Manbel’i tamamen görmezden gelmeyi seçti. En son Kadim Büyücü’ye baktı ve “Seni uzun zaman sonra yeniden kanlı canlı karşımda görmek güzeldi, kurnaz büyücü,” dedi. “Hoşça kal.”
Kadim Büyücü, dudaklarında sinsi bir gülümsemeyle, “Canım Ramoncuğum,” diye şakıdı. “Seni de karşımda canlı görmek mükemmel, herhâlde on beş bin asır daha canlı kalmaya devam edip torunlarımla da bir araya geleceksin.”
“Boşboğaz herif,” dedi Ramon gözlerini devirerek. “O hâlde gidiyorum. Mağaranın derinliklerinde, epeyce uzak bir noktasında, karanlığın sonunda belirecek olan parıltıyı takip edin.”
Ve sonra Ramon Velencoso gitti.
Kayalıkların üzerinden geçmek için adımımı atacaktım ki benden önce kayalığın üzerine çıkan Efken, elim avucunun içindeyken diğer elini uzatarak beni kucakladı. Ayaklarım yerden kesildiğinde altımda iki kayalığın arasından akıp giden okyanusun damlalarını tenimde hissettim. Mağaranın girişine kadar sessizce yürüdük, avucumun içindeki ateş hiç sönmedi ama esintiden dolayı yalpalayıp durdu.
Mağaranın duvarlarına vuran ateş ışığı, gölgelerimizi mağaranın duvarlarını süsleyen hareketli portrelere dönüştürüyordu. O kadar uzun süre yürüdük ki artık ışıltıyı göreceğimize dair olan umutlarım tükenmeye başlamıştı. Ramon yanılmış olabilir miydi? Ya da mağara bir tür örtüyle kendini insanlardan gizliyor olabilir miydi? Hiç yorum yapmasam da Efken’in de benimle aynı düşünceleri zihninin içinde çark gibi döndürmeye başladığına neredeyse emindim.
Sonra o mavi, turkuaz ve gümüş yansımalar usulca mağaranın duvarlarında kaymaya başladı. Efken’in elini kavrayan parmaklarım sıkılaştı, Efken de bu ışıltıyı gördüğünü belli eden bir ses çıkardı. Biraz sonra diğerleri de duvarlarda kayan ışıltıları gördüler.
Crystal, “Büyüleyici,” diye soludu.
Hatem, “Kadınlar parlak şeyleri seviyor. Gözlemlerim bu yönde,” dedi kendi kendine.
İbrahim güldü ve “Uzun süre dört ayak üstünde yaşayınca kadınları anlamaya çalışmak yük olurmuş insana,” diye mırıldandı.
Birkaç adımın sonunda Manbel, “Şu taraftan,” diyerek ışıltıların daha da artarak mağaranın duvarlarında gölgelerin büyümeye başlamasına neden olduğu köşeyi gösterdi. Bir kolda ayrılan iki damar gibi ayrılarak iki farklı yöne giden koridorlardan ışık saçan tarafa bakıp başımı salladım.
Koridorun sonundaki büyük kaya parçası, saf akuamarin taşındandı, kesik kısımları sim gibi parlıyordu. Avucumun içindeki ateşi söndürüp Efken’den ayrılarak hızlı adımlarla girişe yöneldim. Efken, “Başına buyruk hareketleri derhâl bırakıyorsun,” diyerek arkamdan hızlıca geldiğinde onu duymazdan gelmek benim seçimimdi.
Göz bebeklerimin genişleyerek tüm gözümü kapladığını hissettiğimde, tam karşımda uzanan manzara muazzamdı. Akuamarin taşlarından oluşan duvarlardan aşağı buz sarkıtı gibi inen taşlar daha açık renkteydi ve zeminde de yukarı doğru uzanan akuamarinden çıkıntılar vardı. İçerisi devasa bir ayna gibi parlıyordu ve renk öyle büyüleyiciydi ki ışıltısından, tonundan, yapısından gözümü bile ayıramıyordum.
“Akuamarin Mağarası’ndayız, ee, başka?” Efken bu soruyu saklayamadığı bir sabırsızlıkla sormuştu. “Şimdi ne yapmamız gerekiyor?”
“Sanırım o ne yapmamız gerektiğini biliyor,” dedi Kadim Büyücü sessizce, bunu söylemesiyle birlikte bakışlarımı hızlıca ona doğru çevirdim ve gözlerini İbrahim’e diktiğini gördüm. Bakışlarım tedirginlikle İbrahim’e döndüğünde alnında açık mor, griye kaçık tonda bir Chiron kuyruklu yıldızının sembolünün parladığını gördüm. Gözleri tek bir yere saplanmıştı, sanki baktığı yerde gördüğü şey farklıydı; donmuş gibiydi.
“O şey de ne?” diye sordu Yaren korkuyla. “Alnındaki şey de neyin ne-”
“Chiron,” dedim hiç düşünmeden. “Alnındaki kuyruklu yıldız Chiron’un sembolü.”
Kadim Büyücü, “Ona yaklaşmayın,” dediğinde olduğumuz yerde hareketsizce dikilmeye devam ediyorduk. Tüm gözler İbrahim’in alnındaki yıldız sembolündeydi, Chiron alnında daha güçlü parladı ve koyu, karanlığı çağrıştıran bir mora dönüştü. İbrahim’in gözlerinin de anlık olarak mor bir ışıltı yaydığını gördüm. O ışık gözlerinde yandı ve söndü. Gözlerini birden kapatıp açtığında alnındaki sembol silikleşti, yavaşça kayboldu.
İbrahim’in, “Ne yapmam gerektiğini biliyorum,” demesiyle, belindeki hançeri kabzasından rüzgârı bile kesen bir şakımayla çıkarması bir oldu.
Hançeri öne doğru uzattı, avucunun içinde sıkıca tuttuğu sapı, bileğiyle beraber çevirdi ve havada önce küçük, daha sonra dışarı doğru genişleyen büyük bir daire çizdi. Lila rengi bir çember oluştu, lila rengi çember genişledikçe rengi mora, küllü griye ve koyu mora dönüştü. Sonunda geniş bir portal oluştuğunda tüm galaksi o portalın içinde parlıyordu. Kara delikleri gördüm, sonsuzluğun içinde küçük bir parça gibi yan yana duran ve birbirinden milyonlarca yıl uzaklıktaki yıldızları, galaksileri, adı konulmamış gezegenleri; samanyolunu.
İbrahim, biri diğerinden daha kalın yükselen ama kendisine ait iki sesle, “Stellae viam monstrare,” dedi. Yıldıza yolunu göster, cümlesi zihnimin içinde parçalara bölündü, parçaları yıldızlar gibi parladı.
Portalın içindeki yıldızlar birbirine yakınlaştıkça görüntünün uzaklaştığını anladım, ardından görüntü bir gezegeni kuş bakışı içine aldı ve beraberinde görüntü bir kamera hızla aşağı düşüyormuş gibi bulutların arasından inmeye başladı. Sonrasında gördüğüm koyu mor bir boşluktu.
İbrahim, “Geçin!” diye komut verdi.
Koyu mor görüntüye dikkatle bakarken, “İstanbul’u göremiyorum,” dedim ama İbrahim yeniden, “Geçin!” diye komut verdi, bu defa sesi daha sertti.
Efken elimi kavradı, sıkıca tuttu ve daha içime bir nefes çekmemiştim ki kendimi portalın öteki ucuna geçerken buldum. Ciğerlerimden aşağı bir ağrı indi, sert bir ağrıydı ama sadece anlıktı; bir bebeğin aldığı ilk nefeste ciğerlerine akın eden o ateş gibiydi. Çığlık attıracak kadar güçlüydü ama ağlatacak kadar uzun değildi.
Göğsümün derinliklerinde anlam veremediğim bir ağrı büyüdü; fiziksel bir ağrı değildi, içimde süregelen bir acı olduğu da söylenemezdi. Gözlerimi açtığımda bir kilisenin içindeydim. Elim hâlâ Efken’in büyük avucunun içindeydi. Önümdeki İsa figürünün altında büyük, kalın mumlar neredeyse bedenimin yarısı uzunluğundaydı ama hiçbiri yanmıyordu. Arkamdaki portaldan hızla Crystal, Yaren ve Manbel çıktılar, Hatem de arkalarından çıktı ve zıplamış olacak ki bedeni öne doğru meyletti. Kadim Büyücü de portaldan geçtiğinde portal bir süre sessizce mor bir ışıltı yayarak açık kalmaya devam etti. İbrahim’in neden gelmediğini düşünüp kaşlarımı çattığım sırada portal küçülmeye başladı, gözlerim irileşti.
Yaren korkuyla, “İbrahim!” diye bağırarak portala doğru atıldı ama Manbel onu belinden kavrayarak durdurdu. “Bırak beni! İbrahim!”
Portal içinden bir insanın zar zor geçebileceği boyuta ulaştığında önce bir el dışarı çıktı, ardından bir beden hızla öne doğru atılarak yere yuvarlandı. Hançer yere düşüp köşeye savrulduğunda Hatem ve Efken eğilip İbrahim’i kaldırdılar.
“Kıl payı,” dedi İbrahim boynunu esnetirken. “Doğru yerdeyiz, değil mi?”
“Bir kilisedeyiz,” dedim ürpererek. “Eğer içeride birileri olsaydı portalın görünmesi büyük bir kaosa neden olabilirdi.” Duraksadım, bakışlarım omzumun üzerinden kilisenin salonundaki boş banklara kaydı. “İbrahim, sence kilisenin bu kadar boş ve tozlu olması normal mi?”
İbrahim etrafına bakındı ve “Santa Maria Draperis Kilisesi,” dedi hiç düşünmeden. “Yani teknik olarak İstanbul’dayız ama burası neden bu hâlde?”
Çift kanatlı kapıya doğru yürümeye başladığımda Efken’in elini tutmaya devam ediyordum. Kapı açılmadı, arkadan yükselen zincir seslerini duyduğum anda Efken’in elini bırakıp dehşet içinde İbrahim’e baktım.
“Kilisenin kapıları zincirli.”
“Faaliyette olmayabilir?” dedi Kadim Büyücü sorar gibi.
“Yani şu an gerçekten İstanbul’da mıyız?” Yaren’in sorusunda saf bir merak, önlenemez bir heyecan vardı. Crystal etrafı inceliyor, bir çıkış kapısı daha olabileceğini hesaba katarak her yere göz gezdiriyordu.
Gözlerim büyük, mavi vitray camlara kaydığında, “Bekleyin,” diyerek cama doğru yöneldim. Efken bir tehlike olabileceğini ön görüyormuş gibi peşimi bırakmadan arkamdan geldi, aramızdaki mesafeyi olabildiğince aza indirgemeye özen gösteriyordu. Vitray camın önünde dikildiğim an ilk dikkatimi çeken camda asılı duran iri, şekli oldukça belirgin olan kar tanesi oldu. Nefesimi yavaşça üflediğimde ise buzun buharı tüm camı kapladı ve camın arkasında yoğun bir kar fırtınası olduğunu fark ettim.
“Bu da neyin nesi?” diye fısıldadım sessizce.
Efken, “Kar?” dedi sorar gibi, bu onun için oldukça normal olabilirdi ama İstanbul’u düşündüğümde bu bana hiç de normal gelmiyordu.
“Haziran ayında Varta’da kar yağabilir ama İstanbul’da yağmaz, Efken,” dedi İbrahim tedirgin bir sesle. “Buradan çıkmanın bir yolunu bulmalıyız.”
Kadim Büyücü, “Bana bırakın,” diyerek çift kanatlı kapıya ilerledi. “İbadet alanlarına saygı duyarım ve bu kurt çocuk kapıyı kırsın istemeyiz.” Avucunu kapının yüzeyinde dolaştırdı. Ardından zincirlerin yere düşerken çıkardığı o keskin ses, kilisenin duvarlarında çınladı ve Kadim Büyücü, çift kanatlı kapıyı açmadan hemen önce, “İşte bu kadar,” diye fısıldadı. Kapıyı açtığında aniden çarpan yoğun rüzgâr, önüne kar birikintilerini katarak içeri doluştuğunda gözlerim iri iri açıldı. Kadim Büyücü, “Amanın, bu pek de iyi bir karar değilmiş!” diye bağırıp hızla kapıları kapatarak sırtını kapıya yasladı.
“Burada ters giden bir şeyler var,” dedim sessizce. Ardından bakışlarımı İbrahim’e çevirdim. “Portal açabilir misin? Yorgun düştüysen seni bekleyebiliriz.”
“Açabilirim,” dedi İbrahim hançerini eline alarak.
“Daha önce hiç gitmediğin bir yer için açabilir misin?” İbrahim’e sorduğum bu soru, bir anlık duraksayarak bana bakakalmasına neden oldu.
“Bunu yapabilseydim Akuamarin Mağarası’na doğrudan giderdik,” dedi omuz silkerek. “Bilmediğim, daha önce görmediğim bir yere nasıl geçit açabilirim bilmiyorum.”
Kadim Büyücü, “Az önce alnında önemli bir yıldızın parladığını bilseydin, her şeyi yapabileceğinden emin olurdun,” deyince İbrahim duraksayarak ona baktı. Kadim Büyücü, kollarını göğsünün üzerinde toplamış bir şekilde İbrahim’e dikkatle bakarken sırtını kapıya yaslamaya devam ediyordu.
İbrahim, “O şeyi alnımda hissettim ama ne olduğuyla ilgili bir fikrim yok,” diye açıkladı. “Neler yapabileceğimi bilmiyorum. Anlık oluyor.”
Kadim Büyücü, “Mēness, gideceğimiz yeri biliyorsan, ona gösterebilirsin,” dediğinde tek kaşımı kaldırdım.
“Anlamadım?”
“Alnındaki hilâli onun alnındaki yıldıza bağla diyorum,” dedi Kadim Büyücü gözlerini devirerek. “Siz çocuklar beni bir kullanma kılavuzu olarak görmüyorsunuzdur umarım.”
İbrahim’e dönüp, “Chiron sembolünün yeniden belirmesini sağlayabilir misin?” diye sorduğumda, İbrahim başta paniklese de sonunda gözlerimdeki ciddiyeti görmüş olacak ki başını salladı.
“Denerim.”
Alnıma davet ettiğim hilâl, derimin altından açığa çıkmadan önce alnımda küçük bir yanmaya sebep oldu. İbrahim’in tam karşısında dikilmiş, doğrudan onun alnına bakarken alnımda beliren hilâl sembolünün yavaşça gümüş rengi bir ışık sızdırmaya başladığını biliyordum. İbrahim tereddütte kalmış gibi alnıma bakarken sertçe yutkundu. Tamamen içgüdüsel hareket ediyordum, bir şekilde bana doğru gelen yolu seçmiştim ve umarım çuvallamazdım. Alnımdaki gümüş ışığın İbrahim’in yüzüne çizdiği yansımaları izledim, ardından bakışlarım yeniden alnına saplandı ve önce bir ışık pıhtısı gibi şeklin soluk biçimde çizildiğini gördüm, ardından o soluk çizgilerin etrafında koyu mor bir ışık dolaştı. Nihayet Chiron sembolü alnında yanmaya başladığında, “Eğer yanlış bir şey yapıyor olsaydık Kadim Büyücü pabuç gibi dilini dışarı uzatıp bizi uyarırdı, değil mi?” diye sordum İbrahim’e.
“Seni duyuyorum, Mēness,” diye mırıldandı Kadim Büyücü alaycı bir tavırla.
Gözlerim bir anda kapandı ve bununla beraber, İbrahim’in de gözlerinin kapandığını hissettim. Sürümün bir üyesiydi, bizden değildi ama bizimle birdi; bu yüzden işaretim onun işaretiyle karışırken zorluk çekmedi. Gümüş bir ışık alnımdan fırlayıp onun mor parıltısının etrafını sardı, daha sonra beyaz bir alev şeklinde o sembolün içini doldurmaya başladı. Gözlerimi açtığımda alnımdan alnına akan beyaz alevleri görebiliyordum. Alevler, Chiron sembolünün içini doldurdu, etrafında koyu mor halka kalan Chiron’un içi gümüş renginde parlıyordu.
“Nereye gideceğimizi biliyorsun, İbrahim,” diye fısıldadım. Bu bir komuttu, sürüsünün liderinden gelen bir emirdi. İbrahim başını aşağı yukarı salladı ve gözlerinin beyazında benim gümüş ışıltımın parıldadığını gördüm. Hançerini kaldırmasıyla beraber ondan uzaklaştım ve bu defa benden aldığı gümüş ışıltıyı kullanarak beyaz, sedefli bir portal oluşturdu.
Portalın öteki ucunda kendi odamın duvarını gördüğümde kalbim hızlandı. Bakışlarımı portalın diğer ucundan ayırmadan ilk adımımı attım ve portaldan içeri girdim.
Her günü duvarlarının arasında geçirdiğim o oda, aylar sonunda yeniden beni duvarlarının arasına aldığında, duygularım etrafa saçılmış cam parçaları gibi keskin ve kesintisizdi. Odam hiç değişmemişti. Demir karyolam aynı yerinde duruyor, üzerindeki temiz çarşaflardan alışkın olduğum yumuşatıcının kokusu yayılıyordu. Gözlerimi çalışma masama çevirdiğimde kalp atışlarım yavaşladı. O gece kitabın kapağını açtığım ânı hatırladım, hatıralar kafamın içinde girdap gibi dönerken, her zaman yalnız olduğum bu odada şimdi hayatıma hiç beklemediğim bir anda giren o adamla beraberdim. Başımı çevirip ona baktığımda gözlerini odamda dolaştırdığını gördüm. Merakla, her şeyi en ince ayrıntısına kadar hafızasına kazımak istiyor gibi inceliyordu.
Efken’in uçurum mavisi gözlerinin içine baktım ve “Dünyama hoş geldin,” diye fısıldadım zayıf bir sesle.
Efken gözlerimin içine öyle bir baktı ki… Aylardır benden büyük bir parçamın çalınmış olduğunu tam da şu an anlamış gibi baktı. Bir zamanlar bu odada yaşayan bir Mahinev vardı. Parmakları roman sayfalarında dolaşır, gözleri o sayfalara dizilmiş kelimelerin üzerinde kayarken kendini okuduğu dünyalara mühürlerdi. Kahvesi henüz bitmeden yenisini yapardı mesela, annesi ona çok kızardı; O Mahinev’in odasında bir sürü içinde soğuk kahve birikintisi olan fincan olurdu. Şimdi yeniden bu odanın içindeki Mahinev, bir süre öncesine kadar rutin olarak devam ettirdiği hayatına öylesine yabancıydı ki kanımın donduğunu hissettim.
Portal kapanmadan önce herkes odamdaydı.
Odamın tanıdık kokusunu ciğerlerime çektim, bu odada artık tanıdık olmayan tek bir kişi vardı; o da bu odanın sahibiydi. Bendim.
Gözlerimi komodinimin üzerindeki saate çevirdim. Saat 06.28’di. Sabahın gölgeli gri, şafağa son nefesini verdirmek üzere olduğu saatlerinden birindeydik. Göz bebeklerimde kaçınılmaz bir şekilde titreyen özlem duygusunun, bir yıldızın ölmek üzere olduğu andaki eşsiz parıltısı gibi kör edici şekilde parladığını hissettim.
Koridorda bir kapının açıldığını duydum, sonra da o tanıdık öksürük sesi karşıladı zihnimi. Kalbimin vuruşları birdenbire agresifleşti, ellerimin buz keserek titrediklerini fark ettim ve birdenbire durdurulamaz bir özlemle kapıya koşarken buldum kendimi.
Kapıyı sertçe açtığımda, koridorun ortasında, tam karşımda dikilen ve gözlerimin içine şaşkınlıkla bakan kişi babamdı.
🎧: BLACKBRIAR, AN UNWELCOME GUEST