“Acele edin,” diye fısıldadıktan sonra parmaklarımın arasında kulpunu tuttuğum kahve kupasını dudaklarıma yaklaştırdım. Sıcak kahveden bir yudum aldıktan sonra kalçamı tezgâha yaslayarak gözlerimi mutfak masasında oturan Efken’e çevirdim. “Babaannem tam olarak böyle söylemiş. Geleceğimizden haberleri var.”
Efken, viski kadehini dudaklarına götürdü, gözlerime bakarak büyük bir yudum içtikten sonra kadehi masanın üzerine bıraktı ve sandalyenin üzerinde oturan bedenini bana doğru çevirdi.
“İstanbul’da işlerin karıştığını mı düşünüyorsun?”
“Yoksa babaannem neden Sezgi’yle iletişim kurup acele etmemizi söylesin ki?”
“Sezgi çok paniklemişti, Ceyhun da onun tamamen transa girdiğini söyledi,” dedi Efken kaşlarını çatıp bakışlarını boşluğa indirerek. “İbrahim hızlı öğreniyor, düşündüğümden daha azimli çalışıyor. Yakında bu işi çözecektir.” Efken’in, İbrahim konusunda objektif konuştuğunu fark ettim. İbrahim’in yanındayken onu azarlayıp duruyor, çoğunlukla ona kendini yetersiz hissettirecek konuşmalar yapıyordu ama yalnız kaldığımızda İbrahim’in çabasını fark ettiğini gösteriyor, onun çabasını takdir ediyordu. Aslında İbrahim’e bulaşmasının nedeni, İbrahim’i daha da hırslandırmak istemesindendi ama bilmediği bir şey vardı; bazı insanlar duydukları negatif cümlelerden sonra hırslanmaz, daha da büyük bir boşluğa düşer, hatta vazgeçerdi.
Yine de İbrahim’in çabası büyüktü, hırslıydı ve sürekli çalışarak, açtığı portalların dilini çözmeye başlamıştı. Çok vaktimiz olmadığı için ilerleme kaydetmemişiz gibi hissediyorduk, hepsi buydu. Yoksa İbrahim gerçekten hızlı öğreniyordu.
“Ramon ile konuştum, yakın zamanda buraya gelecek,” dedi, dalgın olduğumu gördüğünden beni battığım bataklıktan çıkarmaya çalışıyor gibiydi.
Gözlerimi ona çevirip, “Bir haber var mı peki?” diye sordum.
“Bir haber getireceği kesin. Bu konuda onun da fikirlerine açık olmalıyız çünkü o deneyimli ve uzun yıllardır hayatta. Bizim gibi bir süre sonra tekrar gelmedi, hep buradaydı.”
Mustafa Baba mutfağa girdiğinde elimdeki kupayı tezgâha bıraktım. Yorgun bir şekilde sakallarını kaşıyarak sandalyelerden birine oturup, “Bu yeni nesile yetişmesi pek zor,” dedi. “Ergen Gümüş Pençeler canıma okudu. Laftan da anladıkları yok.”
Efken, “Sadece benim söz dinlemediğimi söyleyerek yakınıp duruyordun, demek ki neymiş, sorun bende değilmiş, sorun senin yönetememenmiş,” diye alay ettiğinde, Mustafa Baba kolunu sallayarak, “Hadi oradan sen de,” diye homurdandı. “Senin yanında dışarıdaki çocuklar melek kalıyor, bir tek başlarında haleleri eksik.”
“İhtiyar, çok konuşuyorsun,” diye söylendi Efken.
“Bir şeyler hazırlayayım mı, karnın aç mı?” diye sordum Mustafa Baba’ya.
“Aç değilim, Mahinev, teşekkür ederim güzel kızım,” diyerek gülümsedi, ardından bakışları yüzümde derinleşti. “Sezgi başka bir şey dedi mi?”
“Hayır, babaannem sadece birkaç kelime kullanmış, sonra da aralarındaki bağlantı kesilmiş. Hamile olduğu için olsa gerek, bu küçük çağrı bile onu epey yormuş. Üzerine gidip sorular soramadım, dağılmış durumdaydı.”
Mustafa Baba, “Durumlar epey karışık demek ki,” dedi kaşlarını çatarak. “Belki de kitaplardan yardım alınmalı.”
“Kitaplar?” diye sorduk Efken ile aynı anda. Efken, aynı anda sorduğumuz sorunun devamı niteliğinde konuştu. “Neredeyse tüm kitaplara baktım ama bir sonuç çıkmadı. Böyle bir şeyden bahsedilmiyor.”
“İllaki bahsedildiği bir kaynak olmalı ama sanıyorum o kaynak, kaybolan ansiklopedilerin içindedir.”
Mustafa Baba’nın söylediği şey temkinli bir şekilde, “Kaybolan ansiklopediler mi?” diye sormama neden oldu. “Biraz daha açar mısın?”
“Büyük kıyımın gerçekleştiği zamanlarda, yani çok uzun zaman önce, beş büyük ansiklopedinin ortadan birdenbire kaybolduğu söyleniyor. Gümüş Pençeler, Marlar ve diğer tüm ırklar hakkındaki bilgilerin o ansiklopedilerde detaylı bir şekilde işlendiği söylentiler arasındaydı. Aslında yerleri biliniyormuş ama yine de kayıp olarak geçmiş tarihe.”
“Yerleri biliniyormuş,” dedi Efken kaşlarını kaldırarak. “Sen biliyor musun?”
“Olduklarını düşündükleri yerler var, kesinliği yok. Bir söylentiden ibaret de olabilir. Öte yandan saklandıkları yerler tehlikeli, kadim muhafızlar tarafından sıkı önlemler alınarak korunduklarını duymuştum. Ne kadarı doğru bilmiyorum elbette. O tür ansiklopediler kötü ellere geçerse büyük sorunlara yol açacağından tarihte atalarımız onları saklayıp, kaybolduğunu dile getirmişler.”
“Düşündükleri yerleri söylesene,” dediğinde Efken, Mustafa Baba, “Bu altı boş bir efsane de olabilir. Üstelik farklı yerlere saklandıkları söyleniyor, söylenen yerler doğru olmayabilir. Yanılma payı yüksek,” dedi. “Mesela Gümüş Ansiklopedi’nin aynı anda iki yerde olduğu söyleniyor, gerçek yeri neresi bilinmiyor. Belki her iki yerde de değildir.”
“Ya da gerçekten ikisinden birindedir,” dedim hızlıca. “Bu beş büyük ansiklopedinin isimleri mi var?”
“Evet, biri Gümüş Ansiklopedi. Diğerleri Altın Ansiklopedi, Bronz Ansiklopedi, Demir Ansiklopedi ve Taş Ansiklopedi. İçlerinde çok gizli bilgilerin olduğu öne sürüldüğü ve bu bilgilerin karanlık tarafından keşfedilmesi durumunda ırkların tehlikede olacağı, yeniden bir kıyımın gerçekleşeceği söylentiler arasındaydı. Nereden bakarsan bak, ansiklopediler tehlikeli ama bir o kadar da bilgeler.”
“Onları bulmaktan başka çaremiz yok o zaman,” dedi Efken, Mustafa Baba temkinli bakan gözlerini Efken’e çevirip kaşlarını çattı. “Ne? İbrahim hızlı öğreniyor ama bu hız, şu anki durum için yeterli değil. Mavi Yaka’daki sessizlik garip gelmiyor mu sana da? Üstelik Mahi’nin babaannesinin yolladığı mesaj da ortada. Tüm ihtimalleri değerlendirmek zorundayız.”
“Yine başınızı belaya sarın diye söylemedim,” diye homurdandı Mustafa Baba. “Ama evet, bir seçeneğiniz olsun da istiyorum. Durum kötüye gidiyor gibi görünüyor, elimden bir şey gelmiyor ama ansiklopedileri bulmanıza yardım edeceğim. Sizin için bir yol haritası hazırlayacağım ama ansiklopedileri bulurken de vakit harcayacaksınız. Bu yüzden İbrahim çalışmalara devam etsin, siz ansiklopedileri kuracağınız yeni bir grupla bulmaya çalışın. Bu grupta Manbel ve Yaren önemli rol oynuyor.”
“Manbel denen gevşeğe zerre güvenim yok benim,” dedi Efken.
“O, kabul etsen de etmesen de Yaren’in babası ve ne kadar başımıza bela açmış olsa da son olaylarda hep yanımızdaydı, büyük desteğini gördük. Üstelik o çok güçlü bir el, o eli kullanmadan oturacağın masada sadece daha fazla vakit kaybetmiş olursun,” dedi Mustafa Baba ciddiyetle. Oturduğu yerden doğrularak kalkıp, “Çocukları çalıştıracağım, akşam sizin için ansiklopedilerin saklanıldığı söylenen yerlerle alakalı detaylı bir harita hazırlayacağım,” dedi.
“Seni eve bırakayım,” diyerek ayaklanan Efken’in omzuna dokunan Mustafa Baba, “Otur, bu yaşlı Gümüş Pençe hâlâ hızlı koşabiliyor,” diye takıldı.
Mustafa Baba mutfaktan çıktığı an, “Artık dönüşüyor,” dedim savaşı hatırlayarak. “Bu onun için zor değil mi?”
“Yaşlı ama kendi üzerindeki mührü kaldırdığı için bedeni dinç hissediyordur,” dedi Efken sırtını sandalyeye yaslayarak. “Yine de huzurlu yaşlı bir adam olmasını ben de isterdim. Onu bir kaosun içine sürükledim.”
“Seni önemsiyor.”
“Ben de onu önemsiyorum,” dedi Efken, gözlerini üzerimde dolaştırdı. “Kendini yıpratmayı kes,” demesini beklemiyordum. “Çok yorgun ve düşünceli görünüyorsun.”
“Elimden bir şey gelmediği için olabilir mi?”
“Söylediğin gibi, şu an elinden bir şey gelmiyor, o yüzden karaları bağlamak yerine elinden bir şeyler gelene kadar soğukkanlı davran.”
“Elimde değil, Efken,” dedim kollarımı bedenime sararak. “Oradakiler benim ailem. Annem orada, Miran orada, Mahzar orada. Babam orada ve babam eski bir Gümüş Pençe, bir alfa. Doğrudan dikkatleri üzerine çekebilir.” Çaresizlikle gözlerimi yumup, “Bir an evvel gitmem gerekiyor, onlar adına endişeliyim. Babaannem bizi çağırdı, bu bir çağrıydı,” diye fısıldadım. “Demek ki onun bile çözemeyeceği şeyler olmaya başladı.”
Efken’in ayağa kalktığını duydum. Gözlerimi aralamadım çünkü gözlerimi ne zaman gerçeğe açsam, daha da çaresiz hissediyordum. Efken yüzümü avuçlarının içine aldığında ise gerçekten daha fazla kaçamayacağımın farkındalığıyla gözlerimi araladım. Gözlerini indirmiş, kafasını eğmeden dikkatle bana bakarken, “Onları koruyacağım,” dedi, bu söylediği şeye tüm kalbimle inanmak istedim ama daha orada bile değildik, buradaydık ve nasıl gidileceği hakkında hiçbir fikrimiz yoktu. “Seni böyle görmekten nefret ediyorum, Medusa. Seni böyle görmemek için her şeyi yapabilirim. İstanbul’a gideceğiz. En kısa zamanda.”
Ellerimi ellerinin üzerine koyup avuç içlerimi eklemlerine bastırdım. Yüzüm hâlâ tarçın kokan esmer avuçlarının içindeydi. Gözlerine buna inanmak istiyor gibi baktım.
Dudaklarını alnıma bastırdı, ardından çenesini başımın üzerine yerleştirdi ve “Endişeleri kalbinden silip atmak şu an mümkün değilse de en kısa zamanda onları yok etmenin bir yolunu bulacağım, fıstık,” dedi güven veren, kalın sesiyle.
Efken’in tutarsız davranışları, saldırıya uğradığım o geceden sonra birdenbire değişmişti. Sanki bir uykudan uyanmasını sağlamıştı o gece yaşananlar. Sözünü tutuyordu, Nemesis’in yıldırımlarını durdurmayı başarmıştı ama bunu nereye kadar sürdürebilirdi merak ediyordum. Bir gece gözümü açtığımda onu ışıklar saçarken bulmam olası bir durumdu.
“O ansiklopedileri bulalım,” diye mırıldandım gözlerimi geri yumarken. “Belki içlerinde İbrahim’in ne yapması gerektiğine dair bir ipucu saklanıyordur.”
“Bulacağız, fıstığım.”
❄️
Parşömen kağıdına çizilmiş kabataslak sembollere ve altına yazılmış yer bilgilerine baktım. Mustafa Baba, ucu tüylü kalemini mürekkebe batırıp, iğne gibi ucu parşömenin üzerine bastırıp işaretli bölgelerden birinin daha altına ismini yerleştirdi.
“Burası,” dediği sırada parmağının alt kısmına yayılan mürekkep, parşömende izler bıraktı. “Kurt Yıkım Kampı’nın batısında, kamp bölgesine çok yakın eski bir Katolik Kilisesi.” Kafasını kaldırıp Efken’e baktığında, masanın üzerindeki ayaklı lambanın sarı ışığı gözlerinin içinde alev topu gibi parladı. “Gümüş Ansiklopedi’nin burada olduğu rivayet ediliyor. Yıkım kamplarında kalan çok sayıda gizlenmiş Omega var, yüzyıllardır kendilerini avcı olduklarına inandırdılar çünkü karanlık ırklardan bu şekilde korunarak soyun kurumasını sağlıyorlardı. Onlara rastlama ihtimaliniz yüksektir ama zararsızlardır, düşmanca yaklaşsalar bile mantıklı dayanaklar önlerine sunulduğunda iş birliği içinde bile olabilecek asilliktedirler.”
“Korkudan ırkını saklayıp avcı taklidi yapan adamların asil olduğunu mu söylüyorsun?” diye sordu Efken çatık kaşlarla.
“Soyun kuruması için bu onlara biçilmiş bir görevdi, Efken,” diye homurdandı Mustafa Baba. “Batıdan ilerleniyor.” Parmağını batı yönüne kaydırdı. “Kilise çok eski antik bir kentin içinde gibi görünüyor, taşların ve molozların içinde unutulmuş nadide bir güzellik. İnancı bu yönde olan avcı kılığındaki Omegalar, bazen bu terk edilmiş kilisede ibadet ediyormuş.”
“Namaz kıl desek kılmazlar,” diye şaka yaptı İbrahim, gözlerimi devirdiğimde sırıttı. “Ne? Şaka yapıyordum. Her inanca saygım var. Ayrıca söylemeliyim ki Süryani şarabını da çok severim.”
“Koca çeneni kapat, ciddi bir mevzu bu,” diye söylendi Yaren.
“Sen istersen gözlerimi yaşama bile kapatabilirim, çikolata perim,” diye şakıdı İbrahim.
“Altın Ansiklopedi ise tam tersi yönde,” diyen Mustafa Baba parmağını yukarı kaydırıp doğuya yöneltti, dağların ardındaki karlarla kaplı olduğunu düşündüğüm çizime bastırdı. “Burada ise çok eski çağlarda inşa edildiği bilinen ulu bir cami var.”
“Dini mekânları seçmişler,” dedi Efken, avuçlarını masaya bastırdı ve eğilerek parşömenin yüzeyine baktı.
“Çünkü karanlık güçler, dini mekânları hedef alamazlar, bu bir tür dokunulmazlık yeminidir. Dini unsurlar karanlığı her zaman kırıp geçer,” dedi Mustafa Baba. “Öte yandan, Gümüş Ansiklopedi’nin başka bir kilisede olma ihtimali de var. O kilise de şurada yer alıyor,” diyerek parmaklarını Mavi Yaka’nın öteki ucuna yönlendirdi. “Burada, yarısı suyun içine gömülmüş bir Katolik Kilisesi daha mevcut.”
Manbel, kollarını göğsünün üzerinde toplamış, sırtı duvara yaslı, omzunun üzerinden bize doğru bakıyor ama sohbete katılım göstermiyordu. Fakat Mustafa Baba, “Taş Ansiklopedi ise,” dediği anda, Manbel rahat bir sesle, “Kızıl Yaka,” diye söze girdi. “Kızıl Yaka’da haritalara yerleştirilmemiş eski bir varyantta. O varyantın olduğu yerde eski bir medrese var. Orada tutulduğu söylentiler arasındaydı.”
“Evet, Manbel haklı,” dedi Mustafa Baba. “Aynı zamanda Bronz Ansiklopedi de Kızıl Yaka’da.”
“Evet, bir havrada tutuluyor,” diye söze girdi Manbel.
“Havra da ne?” diye sordu Yaren.
Manbel, başını duvara yaslayıp ileriye bakarak, “Yahudilik inancı olan Yahudi ve Samirilerin ibadet etmek için gittiği bir tür ibadethane,” dedi. “İbranicede de Sinagog derler.”
“Havra, cami, kilise ve medrese,” dedi İbrahim. “Peki ya diğeri?”
“Mavi Yaka’da eski bir vihara var, orada,” dedi Mustafa Baba. “Budist Manastırı.”
“Güzel, o hâlde kim nereye gidecek?” diye sordu Sezgi.
Ceyhun, “Sen hiçbir yere gitmiyorsun,” diye söze girdi. “Ben giderim.”
“Bir Âdem soylunun gitmesi daha mantıklı olur. Bırak Ceyhun onlarla gitsin,” dedi Mustafa Baba. “Hamile bir cadı için uygun olan alanlar değil, üstelik bu aralar ruhsal saldırılara da epey açık görünüyorsun, Sezgi.”
Sezgi gücenmiş bir sesle, “Neredeyse dışlandığımı düşüneceğim,” dedi.
“Sadece iyiliğini düşünüyoruz.” Mustafa Baba, bakışlarını bana çevirdi. “Sen bir kraliçe olarak, yanına senden birini alarak ilerlemelisin. Altın Ansiklopedi sana kendisini açacaktır çünkü bu ansiklopedinin Marlarla derin bağlantısı olduğuna inanılır.”
“Onu tek başına göndereceğimi kim söyledi?” diye sordu Efken sert bir sesle.
“Giderim,” dedim Efken’e dik dik bakarak. “Hem yalnız olmayacağım, Sapphire ya da Crystal bana eşlik edecektir.”
Efken, “Başına buyrukluğun da bir sınırı var,” dediğinde, Mustafa Baba, “En doğrusu bu, Efken,” dedi baskın bir sesle. “Gümüş Pençeler olarak Hatem ve sen de Gümüş Ansiklopedi’nin peşine düşmelisiniz.”
“Yaren ve ben, Kızıl Yaka’daki herhangi bir ansiklopediyi buluruz,” dedi Manbel. “Ne? Kızıl Yaka’yı iyi bilirim. Sevgililerimi genelde oraya götürürdüm.”
“Annemi de mi?” diye sordu Yaren ona yandan bir bakış atarak.
“Evet,” dedi Manbel. “Annen Kızıl Yaka’nın barlarını severdi. Kızıl Yaka’nın köpüklü birasının tadının bir başka olduğunu söylerdi. Sağlam içerdi.”
Yaren kederli bir gülümsemeyle önüne döndüğünde, Manbel içten bir şekilde gülümsedi, sanki Yaren’in annesini hatırlamış gibiydi.
“O hâlde bir Güneş Leydisi olarak Bronz Ansiklopedi’yi Yaren almalı, babası da ona eşlik edecek,” dedi Mustafa Baba. “Taş Ansiklopedi’yi ise birer Âdem oğlu oldukları için Ulaş ve Ceyhun alabilir, Miraç da onlara eşlik ederek hız gücünü kullanır.”
“İki insanı oraya göndermek delilik olmaz mıydı?” diye sordu Sapphire dehşet içinde.
“Âdem soylu haricinde birinin ansiklopediye dokunabileceğini zannetmiyorum,” dedi Mustafa Baba.
Manbel, “Onlar da Kızıl Yaka’da olacakları için onlara arka çıkacağım, merak etmeyin,” dedi. Sezgi tedirgindi ama Manbel’in karanlık güçlerini bildiğinden biraz olsun rahatlamış gibi gevşedi.
“Demir Ansiklopedi’ye gelince,” dedi Mustafa Baba. “Onu sadece ateşin ve yıldırımın sahipleri birlikte alabilirler.” Gözlerini bana ve Efken’e çevrildi. “En son birlikte bunu yapmalısınız. Daha sonra ansiklopediler yan yana geldiğinde, kilit kalkacak ve kullanılabilir duruma gelecekler.”
“Peki Demir Ansiklopedi nerede?” diye sordum.
“Altın ve Gümüş Ansiklopedilerinin tam ortasında bir yerde. Yerin altına batmış eski bir sarnıçta. Aynı zamanda bu sarnıç, Müslümanların ve Hristiyanların ortak ibadet alanıydı.”
“Peki ansiklopedileri tam olarak nerede bulacağız? Yani dini mekânların hangi kısmına gizlenmiş olabilirler?” diye sordu Efken.
“Bu noktada içgüdülerinizi kullanmanız daha doğru olacaktır, zaten ona yaklaştığınız vakit, onu aradığınız için vücudunuz enerjiyle dolacak veya bir şekilde onu hissedeceksiniz.” Mustafa Baba, derin bir nefes aldı. “En azından öyle olmasını umut ediyorum.”
“Çok yardımcı oldun,” dedi Manbel alayla.
“Elimden gelen bu, kötü huylu iblis,” diye söylendi Mustafa Baba.
“Harekete geçelim,” dedim hızlıca. “Yarın sabah yola koyulalım hepimiz. Şu ansiklopedileri yan yana getirelim bakalım, belki bir cevap buluruz.”
“Umarım boş bir şeyin peşinden koşmuyoruzdur,” dedi Ceyhun çatık kaşlarla.
“Şimdilik çok da bir seçeneğimiz yok gibi. Oturup paslanacağımıza, işlenip ışıldayalım,” dedi Sezgi yanağını Ceyhun’un koluna bastırarak. Gözlerim anlık Sezgi’nin karnına dokundu, karnının bu denli hızlı büyümesi normal miydi bunu anlayamadım ama ağzımı açıp tek kelime edecek hâlim de yoktu.
“İbrahim ve Sezgi burada kalıyor öyleyse,” dedi Ulaş kanepenin üzerine tünemiş hâlde arbaletini bezle silerken.
“Sapphire da burada kalsın, Sezgi ve İbrahim’e yardımcı olur,” dedim, Sapphire berjerin üzerinde oturmuş bizi izliyordu. Karşı çıkmak istedi belki ama emirlerime itaatsizlik de etmek istemiyordu. Başını uysalca sallamakla yetindi.
İbrahim, “Keşke ben de gelebilseydim ama birilerinin kalıp şu portalla ilgilenmesi gerekiyor tabii,” diye iç geçirdi. “Belki siz ansiklopedileri bulmadan, ben şu geçidi açmanın bir yolunu bulurum.”
“Günlerdir bulamadın, biz ansiklopedileri almaya gidince bulacaksın,” dedi Efken gözlerini devirerek.
“Süper güçlü bir sırtlan eniğiyim, bilemiyorum, olabilir,” dedi İbrahim böbürlenerek. “Bir cadı, bir sırtlan ve bir de yılan. Üçlünün gücüne bakar mısınız? İster misiniz sizsiz bir İstanbul turu yapıp gelelim.”
Ulaş, “Bazen o kadar konuşuyor ki Efken’e hak veriyorum, benim bile onu beş altı sokak aralıksız, nefes aldırmadan koşturasım geliyor,” dedi.
“Hoşt, beni Efken’den başkası koşturamaz. İki kahkahamla aptal ederim seni derdim de bir aptalı daha ne kadar aptal edebilirim ki?”
❄️
Matarama doldurduğum sudan bir yudum alıp matarayı hemen yan koltuğumda oturan Crystal’e uzattım. Efken Karaduman’ın arabasını bize vermesini beklemiyordum elbette ama onun dört ayağı üzerinde oldukça hızlı olduğu gerçeğini göz önünde bulundurduğumda, evet, mantıklı olan iki yılanı arabayla yollamak olmalıydı.
Crystal tedirgin bakışlarını bana dokundurup, “Pekâlâ, şoförlüğüne güvenmekten başka çarem yok gibi duruyor,” dedi.
“Bir yere çarpsak bile kolayca ölmeyiz.”
“Vay be, bu çok yardımcı oldu.” Korkarak kollarını bedenine sardı. “Yine de bir yere çarpmamaya çalış, olur mu?”
“Araba kullanmayı biliyorum, Crystal.”
“Sevgili tanrıma şükürlerimi sunuyorum.”
“Haha,” diyerek boynumu esnettim. Efken verandadan inip karların içinde bize doğru yürümeye başladı. “Özel bir şeyler konuşacaksınızdır,” diyen Crystal hızla arabadan indiğinde, arkasında bıraktığı toz bulutuna baktım. Cidden araba kullanmam onu korkutuyor muydu?
“Nankör Mar,” diye söylendiğim sırada Efken, Crystal’in açtığı kapıdan içeri girip yolcu koltuğuna oturdu.
Bir süre bana değil, ön camdan dışarıya baktı ve sonra bakışlarını bana çevirip, “Şu amına koyduğumun yerine bensiz gitmen mi gerekiyor cidden?” diye sordu çat diye.
“Mustafa Baba’nın söylediklerini duydun.”
“Duydum ama kabul etmedim,” diye söylendiğinde ona omzumun üzerinden dik dik baktım.
“Acele etmemiz gerektiğini söyleyen sen değil miydin? Her yolu deniyoruz ve bu yolu da denerken acele etmek zorundayız.”
“Seni tek başına yollama düşüncesinden hoşlanmıyorum,” diye itiraf etti, ardından bakışlarını bana çevirince uçurum mavisi gözlerine yerleşen ifade beni sarsıntıya uğrattı. Gözlerime derin derin baktı, saklanmadı, duygularını gizlemedi, tüm çıplaklığıyla orada duran bir gerçekle bana uzunca bir süre baktı. “Seni yalnız bırakma düşüncesi içimde bir yere asılıyor, içimde bir şeyi koparacakmış gibi hissettiriyor.”
“Efken, ben çocuk değilim. Aynı zamanda normal bir insan da değilim.”
“Evet, değilsin.”
“O zaman?”
“Ama bu içimdeki hissi durdurmaya yetecek bir bahane değil,” dedi doğrudan. “Ya orada saçma bir şey yaşanırsa ve müdahale edemezsem, ne olacak?”
“Karşında kapına düşen savunmasız insan kızı yok,” dedim onu yatıştırmak ister gibi. “Bunu başarabileceğimi biliyorsun. Üstesinden gelebilirim.”
“O gece…”
“O gece sarsılmıştım,” dedim gerçeği ondan saklamadan. “Sebebi de tam bir mankafa gibi davranmış olmandı, hatırlatırım.”
Suçunun farkında gibi sustu, normalde haksızken bile kendini savunacağı keskin kelimeleri olurdu ama artık yoktu. Derin bir nefes aldıktan sonra bana yaklaşıp parmaklarını çeneme yerleştirdi. Yüzlerimizi birbirinin hizasına taşırken, “Ne kadar güçlü olduğunu biliyorum, gücünden şüphem yok ama senin tek bir saç teline değecek rüzgârı bile kılıcımdan geçirmek istiyorum, bilmem anlatabildim mi?” diye sordu, fısıltıyı anımsatan kısık sesinin kalp atışlarıma yaptığı vurgunu durdurması güçtü.
Gözlerim gözlerinde dolaşırken, “İyi anlattın,” diye fısıldadım.
“Güzel o zaman.”
“Ama saç telime değecek rüzgâra kılıç çekmesini ben de bilirim, bunu da iyi biliyorsun. Deneyimledin bunu,” dediğimde gözlerini kısarak dudaklarıma, ardından yeniden kararlılık ateşiyle parlayan gözlerime baktı.
“Hiç fark etmez. İstersen evrendeki en güçlü varlık ol, ben yine senin bir sonraki adımında zarar görüp görmediğini düşüneceğim, yine saçının teline değip geçen o rüzgâra bileneceğim,” dedi.
Duraksadım, verecek bir cevap bulamadım ama o, sanki gözlerime baktığında sustuklarımı, asla dile getiremeyeceklerimi, konuşmaya korktuğum için içimde birikip büyüyenleri de görüyordu.
“Beni anladın mı, Medusa?”
“Evet, anladım,” dedim, oysa bir yanım daha çok konuşsun, anlamadığımı düşünüp bana içindekileri uzun uzun anlatsın istiyordu. Hem konuşmasına ihtiyaç duyuyordum hem de konuşmadan da onu anladığımı bilmesini istiyordum. Kalbini benden sakladığı anlarda bile o kalbi görebileceğime neredeyse emin hissediyordum.
“Anladıysan güzel,” dedi, gözleri yüzümün her bir köşesinde dolaştı. Öyle ki yüzümü ezberlemeye çalışıyordu sanki. Ezbere bildiği bir şeyin üzerinden sürekli geçmek istiyordu. “Dikkatli olacağına dair bana yemin etmeni istiyorum.”
“Dikkatli olacağımı biliyorsun, Efken.”
“Yemini duyamadım, Güzel Medusa.”
“Yemin ederim,” dedim, ardından çenemde duran parmağını tutup avucunu yüzüme getirmesini sağladım, avucunun içini öptüm ve “Bu durumda senin de bana yemin etmen gerekmiyor mu?” diye sordum. “Dikkatli olacağına dair.”
“Benim her sözüm bir yemindir, Mahi,” dedi ve gözleri kısıldı. “Sana tek parça geleceğim.”
Yanağımı avucuna bastırıp, “Sonunda buluşacağız çünkü Demir Ansiklopedi’yi yalnızca ikimiz alabiliriz,” dediğimde, “O hâlde hızlı olsam iyi olacak,” diye yanıtladı beni.
Gözlerinde Nemesis’e dair kırıntılar aradım ama bulamadım, şu an her zaman gördüğüm, uzun zamandır tanıdığım Efken Karaduman’dı. Yine de o karanlık ruhun, derinliklerinde bir yerde hâlâ yaşam sürdüğünü biliyordum. O karanlık gücü tüm hiddetiyle hissedebiliyordum. Bedeninin içinde öyle bir güç depolamıştı ki açığa çıkardığı takdirde ona karşı koymakta güçlenecekler arasında ben de olacaktım. Önü alınamaz bir güce sahipti, bu da karanlığın kapılarını gıcırdatarak aralamıştı. Bu denli güçlü olması bana kendimi iyi hissettiriyordu çünkü yenilmez bir tarafı olduğunu biliyordum, öte yandan sürekli hedef hâline geleceğini düşünmek beni korkudan afallatıyordu.
“Ortada buluşalım,” dediğimde, “Senden önce orada olacağım,” diyerek bana biraz daha sokulup dolgun üst dudağını alnımda hissetmemi sağladı. Ardından alt dudağı da alnımın çizgilerine yerleşti. Alnımı öperken diğer elini başımın arkasına koydu ve dudakları alnımdan kayarak burnuma, oradan sus çizgime indiğinde gözlerimiz birleşti. Sarsıcı hislerin göğsümde birikmesi sonucu gözlerimi usulca kısarken onun bakışları hâlâ yakıcı bir alev gibi benim üzerimdeydi. İki dudağımın arasında etli üst dudağını hissettim, o kavurgan his kalbimi sararak nefesimin bile ateşin dumanıyla dolmasına neden oldu. Beni öpüşü aceleden uzaktı, ruhuma dokundu, ruhlarımızın kökleri birbirine dolanarak daha derinlere indi. İçimde ona ait derin, büyük bir dünya vardı ve o beni ne zaman öpse, bilmeden o dünyaya ayak basıyordu. O dünya ona özeldi; orada ondan başka kimsenin ayak izleri yoktu.
Soğuk yüzüklerinin baskısını yanağımda hissettim, parmakları şakaklarımdan kulağımın yanına dek uzandı. Yüzüm, onun büyük avucu içinde küçücük kalırken beni öpüşü mümkünmüş gibi daha da derinleşti. Ruhlarımızın birbirine dolanırken kördüğüme dönüştüğünü hissettim.
Dili dilimin üzerine kaydığında parmaklarım güçsüzce yüzüne dokundu. Keskin çene kemiğinin parmaklarımın altındaki kasılışını tüm gürlüğü ve kudretiyle hissettim. Gözlerimi zar zor aralayıp geri çekilirken, “Bunu kesmeliyiz,” dedim çünkü sürerse, ikimiz de duramayacak kadar tutkunun eşiğine gelecektik. Nefes nefese alnını alnıma bastırıp, onu durdurmamdan hoşnut olduğunu belirtircesine burnundan sert bir nefes verdi.
“Kaldığımız yerden devam edebilmemiz için daha hızlı olmamı sağlayacak bir avanstı bu,” dedi nefes nefese. “Öyle kabul ediyorum.”
“Güzel motive şekli,” diye alay ettim.
“Eğer öyle olduğunu söylemezsen seni tekrar öpeceğim ve bu kez durduramayacaksın.”
Zaten durdurmak istediğim falan yoktu ama kabullenerek, “Tamam, bu bir avanstı,” dedim. Aklım bir karış havada olsun istemiyordum.
Efken geri çekilip boynunu çıtlattı, ardından kapıya uzandı. Kapıyı tam açacakken durup, “Dikkatli ol,” dedi ve cevabımı beklemeden arabadan inip kapıyı kapattı, karların içinde yürüyerek benden uzaklaşmaya başladı.
Crystal gelene kadar direksiyon başında sessizce oturdum. Ansiklopediyi alırken olacaklardan endişe duyuyor değildim, başa çıkamayacağım bir durum olmazdı, buna emindim ama Efken’in fazla güç kullanmasını gerektirecek bir durum olursa ne olurdu? Enerji artığı yine karanlık bir sürü varlığı üzerine çekmez miydi? Bunun olmaması için dua ettiğim sırada Crystal arabaya binmiş, bizim için aldığı yiyecekleri arka koltuğa yerleştirmeye başlamıştı.
“Niye bu kadar çok yiyecek aldın? Yarın sabaha kalmaz döneriz,” dedim dikiz aynasından arka koltuğa koyduğu yiyeceklere bakarak.
“Henüz şafak yeni söküyor,” dedi bana dehşetle bakarak. “Ben metabolizması hızlı çalışan ve çabuk acıkan bir Mar Kadını’yım. Genç yetişkin Mar Kadınlarının iştahının sende olmaması benim suçum mu?”
“Dilin amma da uzadı,” diyerek güldüğümde o da bana gülümsedi.
“Yemeyecek olursan senin için hazırladıkları sandviçi de afiyetle yerim.”
“Patates cipsi de almışsın.”
“Balık cipsi de alacaktım ama Miraç senin balık cipsinin kokusuna olan hassasiyetinden bahsedince kafam gövdemin üzerinde kalsın istedim,” dedi ürpererek.
Yüzümü ekşiterek, “Balık cipsi mi yiyorsun?” diye sordum.
“Evet, üstelik hardalla harika oluyor.”
“Şimdi kusacağım.”
“Efken gibi biriyle öpüştükten sonra kurmaman gerektiği kadar iddialı cümleler,” dediğinde ona dik dik baktım. “Ne? Şaka yapıyorum.”
“Salak.”
“Onu öpmek, ağzından salyaları akan büyük bir köpeği öpmek gibi hissettirmiyordur umarım,” dedi iğrenerek, neredeyse kahkaha atacaktım ama bunun yerine, “O benimle öpüşürken çatallı bir dilim olduğunu hissetmiyorsa, ben de onun salyalarını hissetmiyorumdur,” dedim.
“Çatallı dil seksidir, salya ise iğrenç.”
“Sana göre çatallı dil seksi, gidip Gümüş Pençelerin önünde de söylesene bunu. Gece yedikleri bifteklerin tamamını geri çıkarırlar.”
“Pislikler, dönüşmüş hâldeyken eti çiğ yediklerini biliyor muydun? Bunu gördüm.” Crystal ürperdi ve önüne dönüp yüzünü buruşturdu. “Gümüş Pençe erkeklerini sevmek, bir yamyamı sevmekten farksız olurdu. Umarım tatlı hormonlarım yakışıklı bir Gümüş Pençe’yle karşılaştığımda yanlış kararlar vermeme neden olmaz.”
“Gümüş Pençeler kadar hızlı koşan birini tanıyorum,” dediğimde sessizleşti, üzerine gitmemem gerektiğini düşünerek arabayı çalıştırıp, “Hadi bakalım,” dedim. “Hazırsan başlıyoruz, Çıngıraklı.”
“Çıngıraklı mı? Irkçı gibi konuşuyorsun. Tamamen Efken Karaduman’ın kadını olmuş durumdasın. Aynı zorbalık.”
“Çıngıraklı değil misin?”
“Beyaza beyaz, siyaha siyah dediğinde de ırkçı olursun, bunu unutma,” diye homurdandı dudak büzerek.
Cip, ezilen karların buza dönüştüğü dar yolda ilerlerken Crystal uzanıp radyodan bir şarkı açtı. İki koruluğu birbirinden ayıran yola çıkana dek onun açtığı şarkıları dinledik. Daha sonra rezalet şarkı zevki yüzünden başıma ağrılar girdiğinden olaya el attım ve şarkıyı değiştirdiğim an, “Boğazıma birkaç balık cipsi sokup boğularak ölmeyi beklemek istiyorum,” dedi hoşnutsuzlukla. “Umutsuz romantiklerin dinlediği şarkıları dinleyen bir kraliçem olduğu için hareket eden arabanın kapısını açıp kendimi aşağı sarkıtmak ve yol boyu sürüklenmek istiyorum çünkü hiçbir şey beni şu an olduğu kadar yaralamazdı!”
Güldüm. Önümüzde karanlık ve anlamsız bir yol vardı, sonucunda bizi neyin beklediğini de bildiğim söylenemezdi, o yüzden sadece güldüm. Çünkü rahatlamaya ihtiyacım vardı.
Önceliğimiz Mustafa Baba’nın bizim için çizdiği haritada işaretlenen Ulu Cami’yi bulmak olmalıydı. Sonrasında ne yapacağımızı, nasıl bir yol izleyeceğimizi bilmiyordum ama şu an önemli olan gideceğimiz yeri bulabilmekti. Crystal, akıllı telefonundan haritanın gösterdiği koordinatları bulduktan sonra mekanik bir ses bana yolu göstermek için komutlar vermeye başladı.
“Diğerleri Kızıl Yaka’ya varmadan bulursak dinlenecek vaktimiz olur mu?” diye sordu Crystal esneyerek. “Sanırım içinde olduğum zavallı beden güzel bir tatili hak ediyor.”
“Dua edelim de çok gecikmeden oraya varıp ansiklopedileri toplayabilsinler,” dedim. “Tatili düşünecek zaman yok.”
“Güzel bir yüz, sıcacık bir kalp ve buz gibi sözler,” dedi Crystal dudak bükerek.
“Kanım da buz gibi akıyor, bunu unutma.”
Gülerek telefonuna baktı. “Şuradan sağa dönmeliyiz,” dediğinde, “O mekanik sesiyle durmadan konuşan kadından önce söylediğin için teşekkür ederim, onun sesi sinirlerimi zıplatmaya başlamıştı,” dedim.
Araba serin bir tepede durduğunda gökyüzü güçlü bir gümüş rengini almıştı. Neredeyse öğlen olmuştu. Crystal ile bir şeyler atıştırıp haritanın üzerinden geçerek bir süre caminin nerede olabileceği ile ilgili tartıştık. Buradaki yapıların tamamı eski püsküydü, birçoğu da içeri göçmüş ve kendi çevresini de içine alarak birer antik kente dönüşmüştü. Yola yeniden koyulduğumuzda aslında kör bir şekilde ilerliyorduk çünkü bahsedilen yer, her yerde olabilirdi.
Sonunda sırtını yüksek dağa vermiş bir koruluğun içinden geçerek yıkılmış bir kentin yakınlarında yavaşladık. Dürtülerim aradığım yerin buralarda olduğunu söylüyor, harita da dürtülerimi doğruluyormuş gibi görünüyordu.
Arabayı durdurduğumda önümüzde neredeyse unutulmuş bir kent serili duruyordu. Çatılar karla kaplıydı, uzun zamandır kürek vurulmadığı çoğu kapının önünde biriken kardan belliydi; işte sırf bu yüzden kapıların ardında birilerinin yaşamadığını anlamak çok kolay olmuştu.
“Kurt Yıkım Kampı bu dağın ardında kalıyor,” dedi Crystal ileride dikilen ulu, karlarla kaplı dağı işaret ederek. “Yaşlı kurdun söylediklerinden ve çizdiği haritadan yola çıkarak, doğru yerde olduğumuzu söyleyebilirim.”
“Geriye camiyi aramak kaldı.” Etrafımda döndüm, izbe bir köyün ortasında gibiydik. Mavi Yaka’ya ait olmasına rağmen terk edilmiş bir kasabaya benziyordu. Yakın zamanda kentsel dönüşüme girmeyeceği belliydi, belki de tamamen kaderine terk edilmişti. “Etrafta minare görürsen bana söyle.”
“Her şey karlar altında,” dedi Crystal. Başını önce sağa, sonra sola çevirdi. “Tüm yapılar karların altına gömülmüş ve muhtemelen çoğu da toprağın altına batmış. Belki cami de batmıştır.”
“Sanmıyorum,” dedim. “Etrafta kimse olmayabilir ama Müslümanlar ibadethanelerini öylece terk etmezler. Biri onun bakımını üstlenip ara sıra onu temizlemek, iyi durumda olup olmadığını görmek için uğruyordur.”
“Umalım da öyle olsun,” diyerek yapılardan birinin önünde durdu. Karla kaplı camdan içeriyi görmeye çalıştı. Ardından karları elleriyle iterek, “Evlerde ya da bu yapılar her ne boksa, hiçbirinde canlılık yok,” dedi. “Her bir yapıyı tek tek kontrol edemeyiz. Görünürde yüksek minareli bir şey de yok gibi.”
“Yüksek çok sayıda bina var. Arkalarında kalmış olabilir. İçeri girip dağılalım,” dedim yapılardan oluşmuş labirenti anımsatan yolları işaret ederek.
“Seni tek bırakırsam Efken Karaduman yarın akşam yemeğinde Çıngıraklı yılan etinden yahni pişirir benden söylemesi,” dedi.
“Burada onun değil, benim sözüm geçer,” dedim yollardan birine doğru ilerlerken. “Diğer yolu kullan ve bir minare görürsen avazın çıktığı kadar bağır. Seni duyarım.”
“Bunun yerine telefonlarımızı kullanmaya ne dersin?”
“Şebekenin burada çekmediğini görecek kadar telefon bağımlısı olduğunu ve çoktan ekrana baktığını sanıyordum,” dediğimde memnuniyetsizlikle inledi.
“Siktir ya!”
“Küfürler savuracağına hareket et.”
“Dikkatli ol,” diye seslendi ama onu duymazdan geldim çünkü daha fazla paniklemesini istemiyordum. Bana karşı sorumluluk hissetmemeli, sadece göreve odaklanmalıydı. Üstelik onu koruması gereken bendim. Üzerime titrediklerinde kendimi sadece kötü hissediyordum.
Ellerimi beyaz montumun içine sokup etrafı izleyerek dar yolda ilerledim. Çok sayıda karların altında kalmış taş ev vardı. Yerde tek bir ayak izi bile yoktu, ayak değmemiş kar yığınına izlerini bırakan tek kişi bendim.
Bir şaraphanenin önünde durdum, camları arka cephede kaldığından tamamen karla kaplanmamıştı. İçerisi görünüyordu. Şaraphanenin oval camından içeri baktığımda içerisinin uzun zamandır kullanılmadığını, örümcek ağlarıyla kaplı olduğunu gördüm.
“İşimiz zor görünüyor,” diye mırıldandım.
Aşağıya doğru salınan patika yolu ve aradığım minareyi gördüğümde, “Crystal!” diye bağırdım hızla patikadan inmeye başlayarak. “Sanırım onu buldum. Crystal! Sesimi takip et!”
“Minareyi görebiliyorum!” diye seslendi Crystal. “Orada buluşalım!”
Sağıma ve soluma baktım, taş evler cidden labirent oluşturmuş durumdaydı. Crystal’in çok yakında bu labirentten çıkacağını düşünerek adımlarımı hızlandırdım, karlar taşlaşarak buzlanma yarattığından anlık olarak kaydım ama postallarımın altı tırtıklı olduğu için düşmeden ayakta kalmayı başarabildim.
Cami hemen koruluğun kalbindeydi. Vitray camları hâlâ parladığına göre düşündüğüm gibi burada ibadet eden birileri vardı ya da sık sık temizlemek için gelenler oluyordu. Caminin bahçesine girebilmek için ağaçları sık bir koruluktan geçmek gerektiğinden durup arkama baktım. Crystal hâlâ labirentten bozma taş yapıların içinden çıkamamıştı. Onu beklemek belki alacağım en doğru karardı ama o an yanlış kararlar vermeye müsait olacak kadar aceleci hissediyordum.
Koruluk karanlıktı, karın gümüş ışığı sık ağaçların arasını aydınlatmaya ne yazık ki yetmiyordu. Koruluğa girdiğimde gecenin içine girmişim gibi hissettim. Etrafıma kısaca baktıktan sonra ağaçların arasında ilerlemeye başladım.
“Azize,” diye fısıldadı biri karanlığın içinden. Sesi tanıyamadım ama o an gözlerim yere düşen siyah bir kar tanesine saplanıp kaldı. Siyah kar tanesi mi? Kalbim tedirginlikle çarparken gözlerimi kısıp etrafıma, ardından yere düşen siyah, hatları belirgin büyük kar tanesine baktım.
“Crystal?” diye mırıldandım, kuru sesim koruluğun yoğunluğunda kayboldu ama sonra kendi sesimin yankısı her yandan duyuldu. Bedenim olduğum yere çakılıp kaldı. Tüm sesler zihnime yavaşça akmaya başladığında, koruluğun derinliklerinde birinin yürüdüğünü fark ettim. Avuçlarımı arkaya doğru açtığımda ateş öyle büyük bir hızla kader çizgilerimi yakarak ilerledi ki acıyı hissedecek zaman bile bulamadım. Artık kendi ateşimle yaşamayı öğrenmiştim. Parmak uçlarıma tırmanan ateş, bir süre sonra zayıf birer mum alevi gibi parmaklarımda can buldu. İstersem bu ateşi tüm koruluğu yakacak kadar büyütebilirdim ama bunu yapmadım ve yaklaşan kişiyi bekledim.
“Büyümüşsün,” diye fısıldadı bir ses, içimi öyle soğutmuştu ki bu tını, olduğum yerde bir adım dahi atamayacak kadar donmuş hissettim. Parmaklarımın ucunda yanan alevler harlandı ama bileklerimdeki güç, alevlerle doğru orantılı olarak geri çekildi.
“Güçlü, güzel bir kadına dönüşmüşsün.” Bu cümleyi taşıyan erkek sesi zihnimde büyüdü. Hem çok tanıdık hem de çok yabancı bir sesti. Sanki üzerime çöken kara geceler kadar karanlıktı ve her gece kâbuslarımda benim yanımdaydı. Bir anda birkaç gölge figürü hızla etrafımı kuşattı. Köknarların arasından zıplayarak ilerleyen gölgelerin şekillerini seçemedim. Büyük, siyah karartılardı ve şekilleri yok gibiydi. Belki de vardı ama hızlarından dolayı görüntüler bulanıktı, netleşmiyordu.
Genzimde biriken bir hırıltıyla, “Kas tu esi?” diye sordum Mēness’in diliyle. Kimsin, diye soruyordum ve içimden bir ses, karşımdaki şeyin dilimi bildiğini söylüyordu.
“Kendi dilini kullan, zehrinin dilini değil. Şifanı duyur bana, Ay Işığı Tanrıçası,” dedi. “Güneşin annesi, yıldızların tapınağı, kara deliğin yok edicisi.”
Bir adım geri çekilip kaşlarımı çattım. Gölgeler her yana yayıldı. Artık daha hızlıydılar.
“Sen kimsin dedim!” diye hırladım, geri çekilip saldırı pozisyonu için dizlerimi kırarak öne doğru eğilirken.
“Bana mı saldıracaksın?” Ses ekolu geliyordu. Yutkunup etrafımdaki gölgelerin şekillerini anlamaya çalıştım. Yine karanlığın kapısından bir şey mi çıkıp gelmişti? Yıkıcı gücünü hissediyordum, bu güç hem çok tanıdık geliyordu hem de dehşet veriyordu. “Kim olduğumu biliyorsun, küçüğüm,” diye mırıldandığında bedenimden buz gibi bir ürperti geçip gitti. Ses çok kalındı, sanki bir insana değil, bir iblise aitti. “Beni tanıyorsun.”
Gölgeler daha yakınımdan zıplar gibi ilerlemeye başladıklarında kalbimin atışları göğsümün içinde canlılıkla yandı.
“Sen de mi bir gölgesin?” diye sordum. Gözlerimi kıstım. “Evet, öylesin.”
“Vay canına,” dedi. “Akıllı kız.”
Portaldan çıkan eli hatırladım, daha sonra Gümüş Pençelerin cesetleri zihnime saçıldı ve “Katil sen misin?” diye sordum. Buna bir cevap vermedi. “Yüzünü göster bana.”
“Yüzüm olduğunu mu sanıyorsun, aptal?” Gölgeler etrafımda döne döne hızla birbirine çarpmaya başladı. Başım dönüyordu. “Bedenimi istiyorum, Azize. Olayı kişisel algılama ama gerekirse küçük kızım, senin bile başını bedeninden ayırmak zorunda kalırım.”
Parmaklarımdaki ateşlerden biri söndü, gözlerimi kıstığım anda kirpik diplerimde baş gösteren acı, gözlerime yayıldı ve göz bebeklerimin bir elips gibi yukarı çekildiklerini hissettim. Daha sonra ince bir çizgiye dönüştü. Saldırıya hazırdım. Dişlerim uzadı, sivrildi ve uzayarak dilime değdi. Dilimin ucunda dolanan zehri hissettim.
“Gösterini izlemeyi çok isterdim, oldukça seksi görünüyorsun,” dedi alayla, “ama bedenime ihtiyacım var.”
Avucumda büyüyen ateşi endişeyle bütünleştirdiğimde, duygunun benziniyle harlanan alev, avucumun içinden âdeta fışkırdı. Yere düşerek karları yaktı ve siyaha dönen karların içinde hızla öne doğru atılan bir yılan gibi ilerlemeye başladı. Gölgeler dağıldı, artık daha uzağımda hareket hâlindeydiler. Hırıltılı bir gülme sesi tüm ormana yayıldı.
“Etkileyici doğrusu.”
“Seni öldürürüm,” diye tısladım.
“Biliyorum, bu yüzden sana deli oluyorum sanırım.”
Kaşlarım sertçe çatılırken, “Sen kimsin?” diye tısladım.
“Bedenimi istiyorum!” diye kükrediğinde, sesi bir çığ oldu ve sanki ruhumun üzerine yıkıldı. Siyah karların içinde ilerleyen ateşim söndü, ölü bir yılan gibi kömür şeklini alarak yığılıp karların içine yayıldı.
Öfkeyle, “Orospu çocuğu!” diye bağırdığım an dilini şaklatarak cık sesi çıkardı ve bu onu boğmak istememe neden oldu.
“Ne kadar ayıp, sevgili Azize’m. Anneler kutsaldır.” Güldü. “Kim olduğumu mu merak ediyorsun, kutsal tanrıçam?”
“Seni diri diri yakacağım.”
“Şu seksi lafları bir kenara bırak, tahrik oluyorum ve bir bedenim yokken bununla baş etmesi oldukça zor…”
“Sen mi yapıyorsun?” diye sordum içimde tufan gibi büyüyen öfkeyle. “İnsanları sen mi öldürüyorsun? Masum Gümüş Pençe erkeklerini sen mi öldürdün?” Sorularım sadece homurdanmasına yol açtı ve bu olduğunda gölgeler tekrardan ensemdeymiş gibi etrafımda dönmeye başladı.
“İnsanları sen öldürüyorsun!”
“Yanındaki adam gibi mi?” diye sordu ve o an, dünya başıma yıkılıyormuş gibi hissederken, öfke damarlarımdaki kanın bile ateşe dönüşmesine neden oldu. Elimi öne uzayıp parmaklarımı hızla açmamla alev parmaklarımdan ve avucumdan olmak üzere iki farklı koldan hızla havaya doğru savruldu.
“Ateşle oynamaman gerektiğini öğretmediler mi sana?” diye sordu alayla. “Ne biçim ebeveynlerin vardı senin?”
“Yemin ederim ölümün elimden olacak,” diye hırladım ateş yüzümü arkasına katarak bana öncü olurken.
“Bir gölgeyi öldüremezsin.” Yavaşça fısıldadı: “Ve ateşin bir gölgesi yoktur.”
O an onu sadece bir gölgenin öldürebileceği düşüncesinin zihnimde yer edindiği ilk andı. Ayperi’nin söyledikleri zihnimde çınlamaya başladı.
“Efken’in gölgesini bu yüzden mi istiyorsun? Seni öldüreceğinden korktuğun için mi? Ondan korkuyor musun?”
“Daha yaratıcı olursun sanmıştım,” dedi hayal kırıklığı yüklü bir sesle.
Kafam karman çorman olduğu için kaşlarım çatıldı. Tam ateşi yere vuracakken, gölgeler bir anda etrafımı sardı, dehşetle kafamı kaldırdım ve şekli hareketleri yüzünden değişip duran figürlere baktım.
“Ağacınıza taktığım yılbaşı süsünü beğendin mi?” diye sordu gölgenin alaycı kalın sesi. Gümüş Pençe’yi o öldürmüştü. Lanet olsun. “Daha fazla süs görmek istemiyorsan şifanla bana teslim ol. Zamanımız az Azize’m, seni yok etmek zorunda kalmak benim için büyük kayıp olur.”
Bir an her yer karardı. Gözlerime inen perdeyle, ruhum dağlanmış gibi hissederek çığlık atmak için yere eğildim ama sesim boğazımda düğüm oldu; ölüm oldu. Elimdeki ateş sönerken dizlerimin üzerindeydim, muazzam bir gücün beni kollarımdan tutarak yere sabitlediğini hissettim ama yaşadığım körlük her şeyi görmeme engel oldu. Panik ise tüm hislerimi ele geçirerek gücümü emdi. Kimdi bu? Nasıl bir şeydi? Neydi? Kalbim direnç göstermeye başladı ama neye direnç gösterdiğini anlayamadım.
Sıcak, ateş gibi bir dokunuşu boynumda hissettim. Boynumdan yukarı tehditkâr bir biçimde tırmanarak yanağımın üzerinde durdu. Dokunuşundaki karanlık tanıdıklık hissi ruhumun kanlı bir ay gibi tutulmaya başlamasına neden oldu. Dişlerimin arasından tısladım ama sesim çıkmadı; bana dokunmasını istemedim, dokunuşunda yanlış giden bir şeyler vardı.
“İçimdeki merak sadece güzelliğine mi?” diye sordu. “Seni diğerlerinden farklı kılan bir şey var.” Alayla gülerek dokunuşunu tenimden uzaklaştırdı ama onun da şaşkın olduğunu hissettim. Hâlâ göremiyordum, öyle çok karanlıktı ki yerle bir olmuştum. Bu kadar kolay mıydı?
Crystal, “Mahinev!” diye bir çığlık kopartınca, kafamın üzerinde dönen gölgelerden birkaçının ona doğru uçuşmaya başladığını hissettim. Yaklaşmamasını söylemek için bile dudaklarımı aralayamadım.
“Bir şu sarışın eksikti,” diye tısladı karanlık, kalın ses. “Öldürün onu.”
“Hayır,” diyebildim, dudaklarım zorla açıldı, bedenim yanmaya başladı. “Hayır!”
Bu emir, bir şimşek gibi dudaklarımın arasından çaktığında, alaycı sesin sahibinin suspus olduğunu duydum. Çırpındım, üzerime kapattığı o karanlık güçten sıyrılmak için çırpınırken, bir defa daha, “Hayır!” diye bağırdım. “Crystal, kaç! Hayır!”
Yere düşme sesiyle irkildim, gölgelerin onu yere savurduğunu anladığımda, “Yapma!” diye bağırdım gölgenin görünmez bedenine doğru tüm nefesimi kullanarak. “Bunu yapma!”
Gölge, anlamlandıramadığım bir sakinlikle, “Bırakın onu,” dedi. “Gidiyoruz.”
Üzerimden o korkunç enerjisini çekmesiyle, bedenim öne doğru yığıldı. Bir anda bir fırtına koptu. Rüzgâr öyle hızlı bir şekilde koruluğu sardı ki tüm köknarların kopacak gibi sallandıklarını hissettim. Gözlerimi sıkıca yumdum, geri açtığımda artık her şeyi net bir şekilde görebiliyordum.
Panikle sağıma döndüğümde Crystal’in yerde uzandığını gördüm, kara zorla doğrulup, “Mahinev,” dedi korkuyla. “Sen iyi misin?”
Avuçlarımı yere bastırıp doğrulurken, “Asıl sen iyi misin?” diye sordum.
Crystal bocalamış hâlde, “O şeyler de neydi?” diye sorarken kekeledi. İlk kez onun kadar güçlü bir Mar Kadını’nın kireç renginde, endişeli ve bir şeyleri anlamlandıramaz hâlde olduğunu görüyordum.
“Bilmiyorum,” diyerek ona doğru yürümeye başladım. Fırtına birdenbire kesilmiş, koruluk sessizliğe gömülmüştü. “İyi misin? Hareket edebiliyor musun?”
“Evet, o pislik şeyler kaygandı, saten gibiydi ve onlara karşı koyamadım. Böyle bir şey nasıl mümkün olabilir?”
“Onlar birer gölgeydi,” dediğimde bana anlamayan gözlerle baktım. Elimi uzatıp onu yerden kaldırırken, “Gölgeler,” dedim çatık kaşlarla. “Gümüş Pençelere bunu yapan onlar.”
“Ne?” Crystal gözlerimin içine saklayamadığı bir dehşetle baktı.
“Evet,” dedim ve derin bir nefes aldım. “Sanırım az önce ele başlarıyla tanıştım.” Kaşlarımı çattım. “Daha da enteresanı, o beni zaten tanıyor gibiydi.”
Crystal, yine soran gözlerle baktı ama bedeni acıdığından sesi çıkmadı. Kollarımı bedenine sarıp onu yürütürken, “Beni burada beklemek ister misin?” diye sordum.
“Ne? Asla. Yeniden gelebilirler.”
“Güven bana, gelmeyecekler.”
“Seninle geleceğim. Benim kraliçem sensin ve seni korumak zorundayım,” dedi sertçe. “Gidip şu ansiklopediyi alalım ve defolup gidelim buradan.”
Başımı salladım, haklıydı. Bir an önce Efken ile buluşup olup biteni ona anlatmak zorundaydım. Endişeden kafayı yiyecek dahi olsa, karşımızda kimlerin, nasıl bir türün olduğunu bilmek zorundaydı. Mustafa Baba gölgeler hakkında bir şey biliyor muydu bilmiyordum ama ona da danışmamız gerekecekti. Düşman ile ilgili her şeyi bilmemiz şarttı. Hele karşımızda benim bile afallamama, gücümü kullanmama engel olan bir düşman varsa, bunu herkes bilmeli, önlemlerini ona göre almalıydı. Gururum incinmiş gibi hissederek camiye doğru ilerlemeye başladım.
Crystal, caminin bahçesinin önüne geldiğimiz sırada dönüp omzunun üzerinden bana bakarak, “Şu Nigin Bağı,” dedi, ardından durdu. “Sence Karaduman olanları hissetmiş midir bağınız sayesinde?”
“Umarım hissetmemiştir çünkü önceliği ansiklopediyi yerinden çıkarmak olmalı.”
“O deli herif bunu hissettiyse çoktan yola koyulmuştur.”
Caminin bahçesinden içeri girdiğimiz an hava bir anda ısındı, ılık bir bahar akşamındaymışız gibi hissederek etrafıma şaşkın bakışlar attım. Bedenim hâlâ yaşadıklarımın şokuyla kaskatıydı ama ılık hava tenime dokunduğu an caminin enerjisinin tüm mekânlardan daha farklı olduğunu anladım.
“Burası,” dedi Crystal etrafına bakınarak. “Korunuyor. Enerjisi ve havası farklı. Karanlık bir şeyin buraya sızması imkânsız.”
“Yani bu gölgelerden resmî olarak kurtulduğumuzu gösteriyor,” dedim. “Rahatla artık, Crystal.”
“Seni eve sağ salim götürmek zorundayım.”
“Ben de seni öyle,” dedim. “O yüzden annem gibi davranmayı kesip bana yardımcı olmaya ve şu ansiklopediyi bulmaya ne dersin?”
“Ilıklık şu tarafta artıp sıcak bir esintiye mi dönüşüyor bana mı öyle geldi?” diye sordu Crystal sağa doğru dönerek.
Tam o yöne dönecektim ki kapı açıldı ve üzerinde beyaz takımlı, beyaz tenli, kahverengi gözleri olan orta yaşlarda bir adam içeriden çıktı. Ayakkabılarını mermerin üzerine koyup giymek için eğilirken, “Neden buradasınız?” diye sordu kibar bir sesle.
Onu baştan aşağı süzdüm. İbadet için gelmiş normal bir insan gibi görünüyor olmasına rağmen bedeninden yayılan doğaüstü enerjiyi alabiliyordum. Bizim gibiydi, sadece bir insan soylu değil, aynı zamanda başka bir ırkın öncüsüydü.
“Buranın koruyucususun,” dediğim anda gözlerini kaldırıp bana dikkatle baktı. “Yanlış düşünmediğime eminim. Kim olduğumu bildiğine de eminim.”
“Evet,” dedi, dik konuma gelip gözlerini Crystal’e çevirdi. “İkiniz de Mar ırkındansınız.”
Zorluk çıkarıp çıkarmayacağı konusunda hiçbir fikrim yoktu doğrusu. Bir dövüş daha kaldıracak ruh hâlinde değildim. Beni dikkatle süzdükten sonra, “Altın Ansiklopedi için buradasınız sanıyorum,” dedi. “Günümüzde terk edilmiş ibadethaneleri ziyaret eden Marlar görmek mümkün değil.”
“Zorluk çıkarmayacağını düşünüyorum,” dediğimde gülerek, “Allah’ın evinde kimseyle dövüşecek değilim,” dedi. “Üstelik ben ansiklopediyi yalnızca kötü varlıklardan koruyorum. Buraya girme izniniz olduğuna ve içeriye yanmadan, küle dönmeden girebildiğinize göre, niyetiniz kötü değil.”
“O zaman?” diye sordum.
“Eğer ansiklopedi sana kendini gösterir, yerini belli ederse, alabilirsin ama aksi hâlde yapabileceğim bir şey yok. Çıkarıp sana veremem. Ansiklopedinin seni seçmesi ve kendisini göstermesi gerekir.”
Gözlerimi musalla taşına çevirdiğimde, koruyucunun bakışlarının yüzümde derinleştiğini hissettim. Ilık his göğsüme doldu, sıcak bir rüzgâr siyah saçlarımın arasından esip geçerek saçlarımı uçuşturdu. Kalbimin vuruşları dinginleşti, huzurun damarlarımda salınmaya başladığını hissederek musalla taşına doğru yürümeye başladım.
Musalla taşının altındaki mermerin önünde dizlerimin üzerine çöktüğümde sıcaklık yüzüme boğucu bir nefes gibi vurdu. Huzur hâlâ içimde kayarak büyüyor, kalbimin atışlarını sakinleştiriyordu. Farkındalık. Hissettiğim duygu tam olarak buydu. Beni neyin beklediğinin farkında bir şekilde parmaklarımı mermerde dolaştırdım, ardından sıcaklık arttı ve mermerin altından çatırtılar duyulmaya başladı.
“Sanırım beni seçti, ha?” diye sordum omzumun üzerinden koruyucuya bakarak.
Koruyucunun kahverengi gözleri kısıldı, dudaklarında anlamlı bir gülümseme belirdi. Başını aşağı yukarı salladığında gülerek mermere doğru döndüm. Mermer beklenmedik bir şekilde saydamlaştı ama bunu tek görenin ben olduğuma adım gibi emindim. Elimi içeri kaydırmamla, ansiklopedinin altından yüzeyine dokunmam bir oldu. Onu avucumun içinde kıstırıp yavaşça çekerken Crystal heyecanla, “Gördün mü?” diye sordu koruyucuya. “Göstermene gerek yokmuş, değil mi? Benim kraliçem her zaman doğru yolu bulur.”
“Ona ne şüphe,” dedi koruyucu anlayışlı bir gülümsemeyle.
“İşte burada,” diyerek ansiklopediyi çıkarmamla, mermerin çatırtı çıkararak normale dönmesi bir oldu. Elimde altından, büyük bir ansiklopediyle doğrulup kalkarak Crystal’e döndüm. “Görev başarılı.”
“Tereyağından kıl çeker gibi,” dedi Crystal, ardından burnundan soludu. “Az önceki şeyi hesaba katmazsak tabii.”
Koruyucu, “Az önce ne oldu?” diye sordu ama bu soruyu duymazdan gelerek, “Bu ansiklopediyi geri getirmemiz gerekecek, değil mi?” diye sordum.
“Doğaüstü yasalarına uyan iyi bir doğaüstü vatandaşıysan, öyle yapman gerekir tabii ki ama getirmezsen de federalleri peşine takacak değilim.”
“İşimiz bittiğinde geri getiririz,” dedim donuk bir tebessümle. “Teşekkür ederim.”
“Rica ederim, Majesteleri. Umarım işinize yarar fakat söylemeliyim ki gücünü yalnızca diğer ansiklopedileri de yan yana getirerek açığa çıkarabilirsiniz. Aksi hâlde boş, her yerde ulaşabileceğiniz normal bilgilere sahip bir ansiklopediden fazlası değildir.”
“Biliyorum. Yardımın için çok teşekkür ederim.”
“Yardım bile etmedi,” diye homurdandı Crystal.
“Görevini yerine getiriyordu,” diye fısıldadım Crystal’e kınayıcı bir bakış atarak.
Koruyucu, “Ben Selim,” diyerek kendini tanıttı. “Sizi tanıdığıma sevindim. Güvenle geri dönmüş olmanızı dileyeceğim.”
“Teşekkür ederiz. Ben Mahinev,” dedim, ardından Crystal’i işaret ettim. “Ve Crystal. Biz de memnun olduk.”
Ansiklopedinin olağanüstü parıltısını gizlememiz gerektiğinden Selim bize keten bir kese verdi. Ansiklopediyi keseye yerleştirdikten sonra caminin bahçesinden çıkıp koruluktan hızla geçtik ve labirent oluşturan taş evlerin olduğu yerde durup birbirimize baktık.
“Efken halletmiş midir dersin?” diye sordum. “Daha onunla birleşip Demir Ansiklopedi’yi bulmam gerekiyor.”
“Seni yalnız bıraktığı için içi içini yediğinden çoktan halledip yola düşmüştür,” dedi Crystal. “Arabaya dönelim. Biraz sandviçimiz ve cipsimiz kalmıştı. Açlıktan ölüyorum.” Etrafına kuşkucu bakışlar attı. “Bir gölgenin yeniden üzerime çökmesini istediğim de söylenemez.”
Gölge konusu yüzümün düşmesine neden olsa da Crystal ile bu konuyu daha fazla konuşmak istemedim. Bir gölgenin anlık olarak beni pasif duruma getirdiğini kendime bile itiraf etmek güçken, bunu bana çok güvenen biriyle konuşmak sinirimi tümüyle zıplatıyordu.
Crystal bir şeyler yerken çekmeye başlayan telefonuma düşen bildirimleri gördüm. Ulaş ve Ceyhun sonunda Kızıl Yaka’ya varmışlardı ve Manbel tıpkı kızına olduğu gibi onlara da eşlik ederek güvenliklerini sağlıyordu. Altın Ansiklopedi’yi aldığımı bildiren mesajı toplu bir şekilde hepsine ilettikten sonra ellerimi direksiyona koyup, “Şu gölge,” dedim düşünceli bir sesle. “Diğerlerine de saldırır mı sence?”
Crystal, irkilerek bana doğru baktı. “Bizi bile etkisiz hâle getiren bir şeyin onlara yapabileceklerini düşünüyorum da,” dedi, duraksadım, haklıydı. Bizi bile etkisiz hâle getirebilmiş bir şeyle karşı karşıyaydık.
“Bir yanım onlara saldırmayacağını söylüyor. Sanki amacı doğrudan benimle iletişim kurmaktı.” Kaşlarımı çattım. “Öte yandan onun Efken’in gölgesinin peşinde olduğunu düşünüyorum. Bu bir yanılgı olabilir ama sanki Efken’den korkuyordu. Belki de yanlış hissediyorumdur.”
“Ayperi gölge hakkında tam olarak ne söylemişti?”
“Efken’in gölgesi kaybolmadan gitmelisiniz demişti,” dedim, derin bir nefes aldım. “Çok geçmeden babaannemden de çağrı aldık. İşler sarpa sarıyor. Emin olduğum bir şey varsa, bu gölgenin İstanbul’a gidebilmenin bir yolunu bildiği. Belki de gölgeler İstanbul’da ortalığı kızıştırmaya başlamıştır.”
“Daha karanlık bir senaryoyla karşılaşmayız umarım,” dedi Crystal, ben de öyle olmasını umut ediyordum ama bunu dillendirmedim. Sadece karşı karşıya olduğumuz şeyin çok kurnaz, aynı zamanda gerçekten güçlü olduğunun farkındaydım. Nemesis onu alt edebilirdi elbette ama ortaya çıkan enerji artığı, normal bir karanlık varlığı yok ettiğinde çıkacak olandan katbekat fazla olacakmış gibi geliyordu.
“Bir an evvel olup bitenleri Efken’e anlatmam gerekiyor.”
Crystal, “Sanırım ufukta göründü,” dediği anda kafamı ön camdan dışarıya çevirdim ve o an, onu karşımda gördüğüm andı. İleride, harabelerin ortasında duruyordu. Altında yırtık pırtık siyah bir kot pantolon vardı, üzeri ise çıplaktı. Hemen çaprazında yırtık pırtık kot pantolonuyla Hatem duruyordu ve onun da üzeri çıplaktı; elinde bir kese tutuyordu, muhtemelen Gümüş Ansiklopedi’yi kesenin içinde muhafaza ediyorlardı.
“Hızlı davranmışlar,” dediğim anda, “Kıyafetlerinin hâline bakılacak olursa buraya altımızdaki arabadan daha hızlı şekilde, dört ayak üzerinde gelmişler,” dedi.
“Hiç değilse altlarına geçirmeleri gereken bir şey olduğunu akıl etmişler,” dedim arabanın kapısını açarak. Efken hızlı, dinç adımlarla arabaya doğru yürümeye başladı. Hatem hemen arkasında, sakince onu takip ediyor, etrafa temkinli bakışlar atıyordu.
“Anlaşılan Efken bir tür saldırıya maruz kaldığını biliyor,” diye mırıldandı Crystal tedirgin bir sesle. Buna şüphe yoktu. Gözleri ateş gibi parlıyor, adımları yere düştüğünde sanki yerde dimdik duran şimşekler bırakıyordu. Karların içine düşmüş bir yıldırımdan farksız görünüyordu.
Arabanın kapısının önünde dikilip ona bakmaya devam ettiğim sırada elini bir anda arabanın tavanına koyarak yüzüme doğru eğildi ve “Bana neler olduğunu anlat,” dedi sertçe. “Şimdi.”
“Anlatacağım.”
“Zarar gördün mü?” diye sorarken dişlerini öyle bir sıkmıştı ki kemik mezarlığı olan güzel yüzündeki tüm ölüler ayağa dikilmişti. Elimi tuttu ve havaya kaldırıp bedenimi inceledi, ardından yeniden gözlerime baktı; göz bebeklerinin içinde titreşen yıldırımları görüyordum.
“Görmedim,” dedim, daha sonra dürüst davrandım ve “ama görebilirdim,” diye devam ettim cümleme.
“Bir şeylerin yolunda gitmediğini biliyordum!” diye bağırınca yüreğim yerinden hopladı. Avucunu sertçe arabanın tavanına vurup, “Sana bunun kötü bir karar olduğunu bas bas bağırmam mı gerekiyordu?” diye sordu. “Seninle gelmeliydim. Seni beklerdim. Yanında olmak zorundaydım!”
“Çocukmuşum gibi davranmayı kes. İkimize düşen farklı görevler vardı ve biz de onları yerine getirdik,” dedim sertçe. “Hem daha büyük bir sorunumuz var.”
Efken deliye dönmüş gibi, “Sana saldırılmasından daha büyük bir sorunum olamaz!” dediğinde Crystal hafifçe öksürdü, Hatem gözlerini farklı bir yöne çevirdi.
“Karşımızda ateşimi kullanmama engel olabilecek güçte biri var,” dediğimde durup kaşlarını çatarak yüzüme dik dik baktı. “Bir bedeni yok. Bedenini arıyor ve Allah bilir o bedene ulaştığında neler olacak?” Kaşları mümkünmüş gibi daha da çatıldı. “Ve dahası, yüksek ihtimalle, o şey senin gölgenin peşinde. Annen haklıydı, Efken.”
Efken, karman çorman bir ifadeyle yüzüme bakakaldı. “Tam tersi olabilir, belki düşündüğüm gibi değildir ama o şey bedenini arıyor, aynı zamanda senin gölgenin de peşinde olabilir,” dedim. “Tehlikeli. Güçlü.”
“Benden güçlü olamaz,” dediğinde gözlerinin içine baktım.
“Ama benden güçlü,” diye itiraf ettim.
Efken’in göz bebekleri küçüldü, göz bebeklerindeki kendi çaresiz yansımama bakarken öfkeyle doldum.
“Böyle düşünmeyi kes,” dedi beni kollarımın iki yanından kavrayarak. “Sen beni bile dize getirebilecek güçte bir kadınsın. Karşında durabilecek kimse yok. Buna ben de dâhilim,” dedi sertçe.
Gözlerinin içine bakmaya devam ederken, “Ateşi kullanmama izin vermedi,” dedim.
“Paniklemişsindir,” diyerek bastırdı beni. “Geçen seferki o karanlık varlığı düşün. Duygusal olarak iyi durumda olmadığın için ona karşılık bile veremedin. Seni gafil avladı. Yine öyle olmuştur. Sorumluluk yüzünden kendini gergin hissediyordun ve beklemediğin anda saldırıya maruz kaldın, hepsi bu.”
Beni rahatlatmaya çalışması anlık duraksamama neden oldu. Yüzümü avuçlarının içine alarak, “Ne kadar güçlü olduğunu hatırlatmama ihtiyacın bile yok,” dedi. “Benim başımı bile önüme eğdiren birinin, başka birinden korkma olasılığı yok.”
“Kendim için değil, etrafımdakiler için, senin için…” Başımı önüme eğmeye çalıştığımda dokunuşuyla buna engel oldu.
“Sandığından çok daha fazlasısın, herkesi koruyabilecek güce ve hâkimiyete sahipsin.” Alnını alnıma bastırdığında yalnız olduğumuzu hissettim. Crystal ile Hatem ileride birbirlerine sataşıyorlardı. “O şey her neyse, onun icabına birlikte bakacağız.”
“Gümüş Pençeleri öldüren o,” dediğimde, “Artık hiçbir şey yapamayacak,” diyerek alnını alnıma sürttü. “Hadi gidip şu Demir Ansiklopedi’yi bulalım, Kraliçe’m.”
Kaşımı kaldırdım. “Kraliçem mi dedin?”
“Evet, öyle söyledim.”
Cehennemin özel ikramı gibi görünen baştan çıkarıcı gözlerine uzun uzun baktıktan sonra, “Bundan hoşlandım,” dedim.
“O hâlde yatakta olduğumuz bir anda da senin kulunmuşum, sen de çok değerli kraliçemmişsin gibi konuşayım bir ara,” dedi, yanaklarımın iç kısmını ısırıp gözlerinin içine saklayamadığım bir şaşkınlıkla baktığımda ise gülümsedi. “Seni şaşırtmak beni her zaman tahrik ediyor.”
“Sırası bile değil,” diyerek gözlerimi kaçırdığımda yanağımın üzerinde elinin tersinin tüy gibi hareket edişini hissettim. Esasında benim kadar karmaşık hissettiğini, neler olduğunu algılamaya çalıştığını biliyordum, sadece beni sakinleştirmeye, gündemimi değiştirmeye ve rahatlatmaya çalışıyordu.
“Gidip şu ansiklopediyi bulalım ve toplanma alanına dönelim,” dedim aceleyle. “Bir an evvel bir yol bulmamız gerekiyor ve bu ansiklopedilerin tam bir cevap verecek olmasa da küçük bir ışık yakacağını düşünüyorum.”
“Umarım bir ışık yakar yoksa ben onları yan yana dizip yakacağım, kaç tane muhafızla boğuştum bir bilsen.”
Tek kaşımı kaldırdım. “Dövüştünüz mü?”
“Evet.”
“Altın Ansiklopedi’nin koruyucusu çok sakin ve kibar birisiydi.”
“Herhâlde güzel bir kadın olmadığım için beni görünce biraz çileden çıktılar,” dedi Efken iğrenerek. Bu bana bir kahkaha attırdı. Efken’in bakışlarının gülüşüme saplanıp kaldığını gördüm.
“Arabayı ben kullanırım,” dedi gözlerini gülüşümden çekmeden.
Dudaklarım hâlâ yukarı kıvrılmış hâldeyken, “İyi olur,” dedim. “Çünkü Crystal ben direksiyon başında olduğum her saniye ömründen birkaç yıl veriyor. Korkudan.”
“Direksiyonun iyi,” dedi, “o kendine baksın. Beceriksiz Çıngıraklı.”
“Böyle söyleme,” diye homurdanıp omzumun üzerinden karların içinde birbiriyle dalaşan Hatem ve Crystal’e baktım. “Hadi çocuklar, gidiyoruz!”
Hatem ve Crystal birbirlerine iğrenerek baktıktan sonra arabaya doğru yürümeye başladılar. Direksiyona Efken geçti, ben hemen yanına oturup emniyet kemerimi bağladım ve Hatem ile Crystal birbirlerine çemkirerek arka koltuktaki yerlerini aldılar.
“Nereye gideceğimizi biliyor musun?” diye sordum çatık kaşlarla.
“Dağa,” dedi ve derin bir nefes aldı. “Kilise ve caminin arasında bir yerde olduğunu söylediğine göre, muhtemelen dağdadır.”
Sonra arabayı sürmeye başladı. Soğuğun eti yakıp eritebileceği kadar fazla olduğu dağa tırmanan araba bile zorlanmaya başlamıştı. Göz ucuyla üstü çıplak olan Efken’e bakıp, “Dışarı çıktığın an buzdan bir heykele dönüşeceksin,” dedim.
“Böyle bir şey söz konusu olursa sıcak dilini kullanıp beni yalayarak erit,” dediğinde gözlerim irileşti, Crystal’in kusar gibi bir ses çıkardığını duydum ve Hatem gözlerini hemen camdan dışarıya çevirip duymamış gibi davrandı.
“Yerin altına batmış bir sarnıçta olduğunu söylemişti Mustafa Baba,” dedim gözlerimi etrafta dolaştırıp onun ahlaksız sözlerinden kaçınarak.
“Dağ aynı zamanda yüksekte bir kenttir, eski çağlarda burada insanların yaşam sürdüğünü, daha sonra şehir battığı için bu şehrin yukarıda kalarak bir dağa dönüştüğünü söylerler. Bu da demek oluyor ki sarnıç şehirde batmadı, dağın kalbine battı. Çünkü aşağıda bir yerlerde olsaydı emin ol arkeologlar onu incelemekten büyük keyif alırdı ve tarihi bir mekâna dönüştürürlerdi,” dedi Efken, tane tane konuşup olayları açıklarkenki ciddi görüntüsü kalbimi hızlandırıyordu doğrusu.
“Bu kez kolay olacak mı bilmiyorum, gerçi sizin için pek kolay olmamış,” dedi Crystal. “Muhafızlar yine zorba çıkarsa ne yapacaksınız? Söyleyeyim, sizin için dövüşmem. Sadece Mahinev için dövüşürüm.”
Efken gözlerini devirerek, “Senden bizim için dövüşmeni isteyen de yok zaten,” dedi.
“Söylenmeyi kesin.” Efken’e doğru döndüm. “Eğer ikimizin birlikte alabileceği bir ansiklopediyse bu, eminim daha ciddi ve sert şartlar altında muhafaza ediliyordur. Önceliğimiz muhafız ya da muhafızlarla konuşup derdimizi anlatmak olacak, beni anladın mı? Sakın hırlayıp tıslama ve zorbalığını konuşturma. İnsan gibi çözebiliriz.”
“Karşımızdakiler insan olmayacak, Medu,” dedi Efken kaşlarını çatıp bana garip garip bakarak.
“Ama konuşmaktan anlayan doğaüstüler olabilirler. Camideki koruyucu gayet anlayışlı biriydi, konuşmaktan anlıyordu. Muhtemelen senin birileriyle dövüşmene neden olan da koca çenendi,” dediğimde bana dik dik baktı. “Bırak ben konuşayım,” dediğimde gözlerini geriye doğru devirdi. Zamanın içinde hızla kaydığımızda ise Efken’in yeniden gözlerini kaydıran, taş sarnıcın dar koridorunda koşarken, “Ağzına sıçtıklarım!” diye bağırmam oldu. Efken haklıydı. Bunlar insan da değildi, laftan da anlamıyorlardı! “O şey resmen ağzından dal çıkarıyordu! Onunla konuşulmaz!”
“Ben demiştim demeyi çok seviyorum ama bu kez keşke ben demiştim demek zorunda olmasaydım,” dedi Efken hemen yanımda koşarken.
Crystal kırbacını havaya salladı, şakıma sesiyle beraber koşmayı bırakıp sırtını duvara yaslayarak, “Gel bakalım Dalyiyen dalyarak,” dedi hırsla. “Seni bir güzel pataklayacağım.”
“Az önce o şey seni sarıp duvara vururken böyle demiyordun,” dedi Hatem, ardından durup alçak tavana baktı. “Burada dönüşemeyiz. Bedenimiz için oldukça kısıtlı alan var.”
“Yaklaşık altı Dalyiyen var,” dedi Crystal. “Onların gerçekte hiç var olmamış şeyler olduğunu sanıyordum ama varlarmış. Soylarının kurumuş olması gerekirdi. Kapıdaki iki Öziçen’den bahsetmiyorum bile! Sayıca üstünler ve hiç de… Arkadaş canlısı değiller!”
“Sanırım siki tuttuk,” dedi Efken. “Nemesis’in gücü içimde patlayıp duruyor ama kullanırsam yine başımıza bir ton çorap örülecek amına koyayım.” Etrafına bakındı. “Dönüşemiyorum da.”
“Kartlar!” dedim hızla Efken’e dönerek. “Burayı ateşe verirsem ansiklopedi de yanar ama sen tarot kartlarını kullanarak onları durdurabilirsin.”
Dalyiyen yaratık dar koridordan çıktı. Kahverengi, ağaç kökünden bir gövdesi vardı ama vücut şekli insanınkine benziyordu. Gözleri, burnu, ağzı tamamen bir insanınki gibiydi ve ağzından sürekli olarak kalın, yılan gibi hızla hareket eden dallar çıkıyordu. Bizi gördüğü an çığlık atarak ağzını açtı, ağzından fırlayan dallara, “Başlayacağım şimdi!” diyerek dehşetle bakıp hızla zıpladım. Kalın kök bacaklarımın altından geçip ileri savrulurken tırnaklarımın daha da uzadığını hissettim. Etrafımdaki olaylara dikkat kesilemeden, “Laftan anlamayan insanlık yoksunu pislik!” diye çığlık atıp tırnaklarımı köke sapladım. Bir çığlık kopardı, tam o esnada Efken’in bedeninin dalgalandığını gördüm. Derisinin altında ilerleyen bir kart şekli beni bozguna uğrattı. Kart kolundan kaydı, elinin bileğine dek ilerledi ve Efken’in derisinin altından bir kumaşın üzerine çıkan kan gibi çıktı. Efken derisinin altından çıkıp gelen tarot kartını sertçe dallara doğru fırlattı ve kalın kökler kesildi; Dalyiyen bir çığlık koparıp sırtını taş duvara vurdu. Ardından küle dönüşerek yere yığıldı.
“Kılıç kartları her zaman ateş ve kılıç etkisi gösterir,” dedi Efken boynunu kıtlatarak. “Devam edelim. Kılıç Beşlisi en az beşini küle çevirip kesmeme yeter,” diyerek kollarını iki yana açtı. Bizi arkasına sakladığında diğer Dalyiyenler de son sürat olduğumuz koridora doğru koşmaya başlamıştı. Efken’in çıplak sırtında ilerleyen kart şeklini gördüm, derisini gererek hareket etti, ensesine geldiğinde dışarı çıkmak ister gibi deriyi gerdi ve yeniden dışarı çıktı. Efken elini ensesine atarak kartı düşmeden yakalayıp havada savurduğunda avucumda bir ateş büyüttüm, küçük olmasına dikkat ettim çünkü sarnıcı ateşe vermek gibi bir niyetim de isteğim de yoktu.
Kart havada yan şekilde son sürat ilerlerken küçük alev hortumum kartın etrafını sardı, havada dönmeye başlayan kart, ateşimi de bir oka çevirdi ve arka arkaya duran üç Dalyiyen’i vurdu. Dalyiyenler havada beşe bölündü, ateşle ısınarak patlayıp küle döndüklerinde ateşim söndü ama kart havadaki hareketini sürdürdü. Geriye kalan iki Dalyiyen’i de göğsünden vurup ikiye böldü. Dalyiyenler korkutucu çığlıklar atarak patlayıp yere dökülmeye başladılar.
“Öziçenleri ben hallederim,” diyerek koridorun sonuna koşmaya başladım. Patlayıp küle dönmüş cesetlerin üzerinden atlayarak geçerken Efken arkamdan koşuyor, bir şeyler söylüyordu ama onu duymuyordum. Bu işi şahsi meselem hâline getirmiştim ve yıkılan egomu ayağa dikmem için birkaç düşman vurmam gerekiyordu.
Öziçenler, kısa boylu ama iri yapılı, bedenleri kristal parçalarından oluşan, sert kabuklu doğaüstülerdi. İnsan ruhu, eti ve kanıyla beslenen yırtıcı familyanın alt tabakasından bir türdü ama yine de dönüşme sıkıntısı yaşayan iki Gümüş Pençe ve iki Mar Kadını’na karşı şansları yok diyemezdim çünkü tavan alçaktı, koridorlar dardı ve güçlerimizi bu açıda büyütmek bizim de başımızı belaya sokabilirdi.
Öziçenlerden biri beni gördüğü an arkasındaki vitray cama yansımasını bıraktı, kristal yüzeyi parlayarak yüzüme çarpınca gözlerimi kıstım. Göz bebeklerim elips şeklinde incelip yukarı çekildiklerinde görüş açım artık bir insana ait değildi; o yüzden ışık oyunlarıyla başa çıkması benim için çocuk oyuncağıydı.
Avucumdaki ateş bileğime doğru bir yılan gibi parlayarak kıvrıldı. Öziçen’in bir yüzü olmamasına rağmen şaşırarak bana baktığını hissettim. “Tadına bakmak ister misin?” diye sordum ve avucumdaki ateşe asılıp, bileğimden ayırarak bir halat gibi öne fırlamasını sağladım. Ateş dönerek ince, uzun bir şekilde hedefe giderken diğer Öziçen, Efken’in kartlarından birinin tadına bakıp ortadan ikiye kırılmıştı; yine de ölmemişti Allah’ın cezası.
Ateşim, Öziçen’in yüzüne kırbaç gibi vurduğunda geriye sendeleyip sırtını vitray cama vurdu. Sert bir kabuğu olduğundan vitray cam çatlayıp kırıldı ve Öziçen kırılan camın açtığı boşluktan içeri düştü.
Efken, “Gel bakalım disko topu,” diyerek ellerini yere konumlandırdığında bir fırtına usulca büyüdü, bu fırtınanın Nemesis’e değil, Saul’a ait olduğunu fark ettim. Kırılarak yere düşmüş kristal parçalar havalanıp, Öziçen’in bedenine batmaya başladığında güçsüz bir çığlık attı. Açılan boşluktan içeri atlayıp, yere serilip vitray camların içine uzanmış Öziçen’e yeni bir porsiyon ateş hazırlamak için elimi havaya kaldırdığımda, Öziçen doğrulup yüzüme doğru çirkin bir çığlık patlattı. Ona dik dik bakıp, “Kes o iğrenç sesini,” diyerek avucumdaki ateş bombardımanıyla onu bir silahtan patlayan kurşunlar gibi ateşlerle vurmaya başladım. “Sizle konuşmaya çalıştık ama dinlemediniz, tek derdiniz saldırmaktı. Anlaşılan sizle sadece bu şekilde konuşuluyor.” Ona doğru yürürken avucumu kristal göğsünden çekmeden ateş etmeye devam ettim. Darbeleri bilerek zayıf tutuyordum çünkü sıçrayan bir ateş, doğrudan yangın çıkarabilir, ansiklopediyi yakmakla kalmayıp bizi de küle çevirebilirdi.
Efken kapıya bir tekme atarak camları yere inmiş kapıyı devirdi. İçeri girerken, “Pekâlâ, başka dayak yemek isteyen varsa, Öziçen ya da sikyiyen, her ne bok varsa, şimdi ne yapacaksa yapsın, yok korkuyorsa da gidip kendine saklanacak bir delik bulsun,” dedi sertçe. Son ateş patlaması da Öziçen’in göğsüne çarptığında, patlamış kristal bir vazo gibi dağılarak yere serildi. Etrafa saçılan parçalara çatık kaşlarla baktım.
Efken, “Nasılmış?” diye sordu. “İnsani bir şekilde konuşmak müthiş şekilde işe yarıyormuş, değil mi?” Alayı canımı sıksa da ona aldırış etmeden sarnıcın gizli taş odasında ilerlemeye başladım. İçerisi kuruyan suya rağmen rutubetliydi ve rutubetle birlikte tuz kokusu alıyordum. Taş duvarlara dokunduğumda parmaklarıma bulaşan kalıp kalıp tuzlara baktım. Tuzları ufalayarak yere silkeledikten sonra gözlerimi taş bir platformun üzerinde duran kaya parçasına diktim. Şekilsiz ama büyük bir kaya parçasıydı ve ona yaklaşmaya başladığım anda kalp gibi çarpmaya başlamıştı. Hareketlerini ben ve Efken dışında birinin göremediğini, omzumun üzerinden kapının eşiğinden bize bakan Crystal ve Hatem’e baktığımda anladım.
“Sadece biz görüyoruz,” dedi Efken düşüncemi doğrulayarak.
“Demek ki kayanın içinde,” dediğimde başını salladı. Bana doğru yürüyüp elimi avucunun içine hapsetti. Parmaklarımız birbirine geçtiğinde kalbimin atışlarını duydum, çok yoğun ve baskıcıydı.
“Nasıl çıkaracağız?”
“Daha önce yaptığımız şekilde,” dediğinde anlayamadım, ardından, “Sanırım biraz şimşeğe ihtiyacımız var,” dedi. Bir an duraksadım, ardından onun şimşeği ve benim ateşimin birleşerek oluşturduğu hortumu hatırladım. Efken bizi platformun önüne dek yürüttü. Platformun önünde durduğumuzda derin bir nefes alarak, “Enerji artığına neden olmayacağım,” dedi. “Çünkü senin gücün benim gücümü ehlileştirip sakinleştiriyor. Daha pozitif bir savunma mekanizmasına dönüştürüyor. Bir tür tasma gibi.”
Gözlerimi onun çehresinden ayırıp platformun üzerindeki kayaya çevirdim. “Hazırsan,” dediğinde, “Başlayabiliriz,” diyerek tamamladım cümlesini. Avucumun içinden avucuna çarpan alevi hissetti, ardından avucunun içinde büyüyen şimşeğin avucuma sertçe vuruşunu hissettim; garip, yabancı ama güvenli bir histi.
Şimşek ve alev birbirine sarılıp, birbirinin etrafında dönerek ileri uzandı. Mavi gümüş bir ışık, altın ve kızıl tonlardaki ışıkla birbirine karışmadan, senkronize bir şekilde döndü. İleri atılıp ok gibi ilerlemeye başladıklarında göğsüm güçle doldu. Onun gücünün tasması mıydım? İçime baskı yapan Efken’in kudretli, karanlık ve sonsuz gücü müydü? O gücü ehlileştirebiliyordum. Çılgın bir düşünceydi ama gerçeğe dönmüştü. Ateşim onun şimşeğini yumuşattı, daha pozitif bir şekilde sardı ve negatifliğini kırdı. Ateş ve şimşek birbirine yaslı hâlde kayaya vurduğu anda kayanın nabzı önce yavaşladı, sonra durmak üzere bir kalp gibi son gücüyle çarptı. Ardından altın ile gümüş rengin birbirine karıştığı kör edici bir ışıkla infilak edip patladı.
İşte oradaydı. Platformun üzerinde duran, Demir Ansiklopedi’nin ta kendisiydi.
Omzumun üzerinden Efken’e baktım. “Başardık.”
Gözleri dudaklarım ve gözlerim arasında tur bindirirken dudağının sol tarafı yukarı doğru kavislendi.
❄️
Efken, etiketini söktüğü lacivert tişörtü üzerine geçirirken şehrin çıkışında, köhne bir sokak arasındaydık. Elindeki poşeti Hatem’in kucağına atıp, “Şu tişörtü üzerine geçir, mağara kaçkını gibiyiz ve bu dikkat çekiyor,” diye homurdandı.
Hatem poşetin içindeki beyaz tişörtü çıkarıp üzerine geçirdi. “En azından bir mont alsaydınız, daha insansı görünürdünüz,” dedi Crystal hislerime tercüman olarak.
“Bedenim zaten cehennem gibi, bir de montla uğraşamam,” dedi Efken. Direksiyonu çevirirken kese kağıdının içinden çıkardığı etli poğaçayı ağzına tıkıştırdı. Sıcak etin kokusu yüzümü buruşturmama neden olurken Crystal’in hemen arkamızda cips poşetini patlattığını duydum. Elini poşete sokarken Hatem’in yavru köpek bakışlarını yakalamış olacak ki, “Ne o, kuçu kuçu?” diye sordu keyifle. “Sana cips vermem için mi gözlerini yavru köpeklerinkine benzetiyorsun?”
Hatem, “Senden bir şey isteyen yok,” dese de gözünün cipse kaydığını görebiliyordum.
“Paylaşımcı olmaya ne dersin?” diye sordum onlara dönerek. Cips paketini alıp Hatem’e uzattım. “O bugün yeterince tıkındı. Keyfine bak.”
Hatem bana gülümsedi, Crystal ise homurdanarak kollarını göğsünün üzerinde bağladı ama lafımın üzerine bir yenisini eklemedi. Efken kese kağıdını arkaya uzatıp, “Cipsi boş ver, poğaça ye,” dedi ama Hatem reddedip cipsi afiyetle midesine indirmeye başladı. Efken, bana ve Crystal’e de poğaça ikramında bulunmuştu, Crystal kabul etmişti ama benim canım bir şey istemediğinden sadece yüzümü ekşitmiştim.
“Nereye gideceğiz?” diye sordu Crystal. Gözlerini telefonuna indirdi. Haritaya bakıyordu. “Gördüğüm kadarıyla eve dönmüyoruz.”
“Önce sert bir şeyler içmeye ihtiyacım var. Daha sonra eve döneceğiz. İbrahim umarım Sezgi’yi çıldırtmamıştır.”
Sezgi ve İbrahim’i bizim evde bırakmamızın esas nedeni, Efken’in evin etrafına ördüğü güvenlik bariyeriydi. Nemesis’in sonsuz gücünü kullanarak ördüğü güvenliği aşabilecek tek bir kişi bile olmayacağından Sezgi ile İbrahim’i güvenli bölgede rahatlıkla bırakmıştık.
“Eve dönmemiz daha iyi olmaz mı?” diye sorduğumda, “Diğerlerinin Kızıl Yaka’dan dönmesi zaman alır. Muhtemelen İbrahim bir portalla onları geri getirecektir ama henüz ansiklopedileri alamamışlar. Alsalardı bana mesajla bildirirlerdi,” dedi.
“Bizim kadar iyi değiller tabii,” diye böbürlendi Crystal.
“Ansiklopediyi sen almadın, Medusa aldı,” dedi Efken yandan Crystal’e onur kırıcı bir bakış atarak.
“Tamam, içinde konyak olan sıcak bir kahveye hayır diyebileceğimi sanmıyorum,” dedim sırtımı koltuğa yaslayarak.
“Benim soğuk ve aynı zamanda sert bir şeylere ihtiyacım var,” dedi Efken imayla, her zaman soğuk olan bedenimde bir ürpertinin ilerlediğini hissettim. “Şu köşeyi dönünce bir bar var,” dedi Efken, ürperti tenimden usulca geri çekilirken omzumun üzerinden ona baktım. “Bir şeyler içeriz, isterseniz yemek de yersiniz. Makarnaları güzel oluyor hatırladığım kadarıyla.”
“Makarna!” dedi Crystal heyecanla.
“Crystal, hamile olan sen misin yoksa Sezgi mi anlayamamaya başladım,” dedim yanaklarımın içini şişirerek.
“Sadece çok enerji harcıyorum ve enerji açığımı kapatıyorum…”
Efken’in söylediği barın önünde durduğumuzda montumu üzerime giyip fermuarı göğsümün üzerine dek çektim. Bar, kovboy konseptine sahip, eskitmelerin kullanıldığı ahşaptandı. İçeride yabancı dilde konsepte uygun tür müzikler çalıyordu. Masaların her biri üniversite öğrencisi olduğunu düşündüğüm gençlerle doluydu. Tek bir masa boştu, o da en sonda olan duvar kenarındaki masadaydı.
Siparişlerimizi verdikten kısa süre sonra kahveler ve içecekler masalardaki yerini aldı. Kahvemi içerken Efken ve Hatem’in Gümüş Ansiklopedi hakkındaki sohbetini dinledim. Kahvem bittiğinde karnımın acıktığını fark edip gözlerimi menüde dolaştırmaya başladım. Kendime peynirli makarna sipariş etmeye karar verdiğimde, Crystal’in tercihi lazanyadan yana olmuştu. Efken bir şey yemedi ama ben yemeğimi bitirdiğimde o beşinci kadehini içiyordu. Buz gibi viski onu kendine getirmişe benziyordu. Başkası olsa, bu kadar içtikten sonra ayağa bile kalkamazdı ama o gayet sakin bir şekilde gidip hesabı ödedi, biraz bile sarhoşluk emaresi göstermeden bardan çıktı.
Arabasına doğru yürürken arkasından gidiyordum. Titrediğimi hissettim, bir esinti bedenimin etrafından süzülerek akıp gitti. Sokak lambaları sönüp tekrar yandı, rüzgâr bu defa ters istikamette hareket etti ve bu değişikliği benim gibi Efken’in de fark ettiğini anladım. Bakışları hızla etrafı tarayıp bana dönerken, “Hissettin mi?” diye sordu.
Başımı sallayıp gözlerimi arkamda kalan sokağa çevirdim. Derinlerine gidildiğinde karşılaşacağımız sadece ürkütücü, boğucu bir karanlık ve kasvet olacakmış gibi duruyordu.
“Farklı bir enerji hissediyor musun?” diye sordum çünkü benim hissettiğim sadece kasvetti. Onun ne hissettiğini merak ediyordum. İri yarı bedeni birdenbire önümde bitti, beni arkasına saklarken yüzünde yırtıcı bir ifade belirmişti.
“Hayır,” dedi. “Bir enerji hissetmiyorum ama doğal olmayan bir şeyi hissediyorum. Burada olmaması gereken bir şeymiş gibi.”
Arkasından çıkmaya çalıştığımda elini arkaya atıp beni durdurdu ve önümde etten duvar örmeye devam etti. “Dur şurada,” dedi sert bir emirle, tek kaşımı kaldırdım ama bana söylenene içgüdüsel olarak uydum. “Önünde ben varken emniyettesin.”
Söylediği şeye sinir olsam da karşılık vermeden arkasında bekledim. Bir an sonra etraf buzlarla çevrilmiş gibi soğuktu, bir an sonrasındaysa gökyüzünün kararan yüzeyinde damarlanan şimşekleri gördüm ve trafolardan biri patladı.
Çaprazımızdaki sokak lambası hâlâ yanıyor, ışığı gölgemi önümde büyütüyordu.
Ama büyüttüğü yalnızca benim gölgemdi.
Efken’in bir gölgesi yoktu.
Ne zamandan beri bir gölgesi yoktu?
🎧: DARGAARD, QUEEN OF THE WOODS