Medusa’yı düşündüm.
Saçları yılandan o kadını, gözlerinin dokunduğu her gözü baştan ayağa taşa dönüştüren, kalbi de yaşadıklarının etkisiyle buz tutmuş o kadını… O canavarı, o yılanı, o tanrıçayı, o kaybetmiş kadını, o güçlü savaşçıyı…
Medusa’nın herkesin bildiği hikâyesi aslında onun bir canavara evrilişinin hikâyesiydi ama insanlar onu lanetli bir varlık olarak hatırlıyordu. Oysa Medusa bir zamanlar bir canavar değil, masumiyeti bir tasın içinde şarap gibi yudumlamış Havva soyundan bir kadındı. Sonra bir gün Lilith göğsünün derinliklerinde uyandı ve ona yapılan hiçbir kötülüğün karşılıksız kalmaması gerektiğini ona anlattı.
Ve Medusa yaptı. Yaktı, yıktı, intikamını aldı.
Bu hikâyenin hiçbir noktasında aşk olmasa da ne zaman Medusa’yı düşünsem, o zehir rengi gözlerinde bir adamın saklandığını düşünürdüm. O yılandan saçlarını bir zamanlar bir adamın okşadığını… Oysa o sadece parçalara ayrılmış bir kadındı; belki de kalbi hiçbir zaman bir adam için atmamıştı.
Medusa’yı düşündüm. Kafamın içinde onunla defalarca kez farklı şekillerde göz göze geldim, her seferinde beni taşa dönüştürdü ta ki ona bir ayna gibi bakana kadar. Son bakışmamızı düşündüğümde artık Medusa kafamın içinde bir canavar değildi, küçük bir kız çocuğuydu ve gözlerinden yaşlar boşalıyordu.
Ahşap kapı gıcırdayarak açıldığında şiddetle yağmaya başlayan kar, uğultulu rüzgâra tutunarak etrafa dağılıyordu. Gözlerimdeki yaşlar dinmişti dinmesine ama gözlerimin içi yangın yeriydi. Karın rüzgârı yüzüme çarpınca kolumu kaldırıp yüzüme siper ettim. Efken arkamdaydı. Mustafa Baba bana verdiği tüm acı gerçeklerle orada, Efken’in yanındaydı.
Düşünmek, anlamlandırmak, mantıklı bulmak istemiyordum. Sadece kafamın içindeki her ses sussun, her düşünce kurusun, zihnim boşlukta parçalara ayrılsın istiyordum. Bir de her şeyden çok geri dönmeyi istiyordum. Birinin canına mâl olacak bile olsam, geri dönmeliydim. Burayı, bu olanları, kaderimi öylece kabullenemezdim. Her şeyin sorumlusu babaannemdi, hiçbir şey bilmesem bile bunu biliyordum; bundan emindim. Oysa beni sevdiğini sanmıştım.
Peki babam? Onun o tuhaf davranışları? Yaşanan son gece yaptığı son telefon konuşması? Gözlerimi boşluktan çekemedim, içim ise zaten bir boşluktu.
“Dinlensin,” dedi Mustafa Baba sanki onu duymuyormuşum gibi. “Gelişmelerden haberim olsun, Efken.”
“Topluca kafayı yemezsek seni haberdar ederim,” dedi Efken, sesi soğuk ve temkinliydi. Beni tutuyordu çünkü her an elinden fırlayıp koşmaya başlayacağımı düşünüyor olmalıydı ama öyle boştum ki, beni hafifçe itse kolayca yere serilirdim.
Efken beni verandaya doğru çıkardı. Şiddetli rüzgâr, bir kadının dudaklarından dökülen feryatları anımsatarak kulaklarıma kan rengi hisler çiziyordu. Donuk bakışlarımı ileriye, çoktan karların altında kalmaya başlamış olan siyah cipe çevirdim. Öyle çok kar yağıyordu ki cipin üzeri bembeyaz olmuştu. Verandanın ahşap yüzeyi karla kaplanmış merdivenlerine yöneldiğimde, Mustafa Baba verandaya doğru ayak bastı ama dönüp ona bakmadım. Yaşananların şokunu atlatabilmiş değildim; uzunca bir süre, hatta belki de sonsuza dek atlatabileceğimi de düşünmüyordum.
“Mahinev,” dedi birdenbire, sanki ismimi yüz yıllardır birinin ağzından duymuyormuşum gibi kederle dolduğumu hissettim. Efken benden önce davransa da sonunda ben de Mustafa Baba’ya doğru dönmüştüm. “Bir saniye kalır mısın?”
“Bana söyle,” diye terslendi Efken, sanki karşısında başka biri olsa onu yumruklardı bile ama Mustafa Baba’ya saygı duyuyordu, bu yüzden sadece sesi sertti; hareketleri ölçülüydü. Sanki durması gereken bir yer vardı ve Efken durması gereken yeri çok iyi biliyordu.
“Kalırım,” dedim, soğukkanlılığım Efken’i şaşırtır gibi olsa da bir şey demedi. “Sen git, merak etme kaçmam.”
Tereddütte kalsa da, sonunda, “Arabada bekliyorum,” diyerek verandanın merdivenlerini inmeye başladı.
Mustafa Baba verandanın karla kaplı ahşap korkuluklarına tutunup ileriye, Düş Kapanı Ormanı’na doğru bakarken derin bir nefes aldı. Efken gitgide uzaklaşıyor, kar fırtınası hız kesmeden doğayı pençeliyordu. Bu kar fırtınası bana İstanbul’da geçirdiğim son zamanları hatırlatıyordu; ciğerimde bir ağrı hissettim.
“Kapıyı nasıl açtığını biliyor musun?” diye sordu, bana bakmadan sorduğu soru üzerimde herhangi bir etki yaratmadığından ayağımın altındaki kar birikintisini eşeleyerek omuz silktim.
“Hayır.”
“Sana kapıyı biri açmış olabilir mi?”
“Mesela?” diye sordum. Mesela babaannem mi?
Derin bir nefes aldıktan sonra gözleri omzunun üzerinden bana doğru döndü. Basamaklardan birinde durmuş ona bakıyordum, gözlerini indirerek birkaç saniyesini yüzümde esir bıraktı.
“Ailenden herhangi biri ya da direkt bir yabancı?”
“Açık konuşmuyorsun,” dedim sadece. “Bir şeyler bildiğin o kadar belli ki.”
“Bir şey bilsem bile tamamen her şeyi biliyor sayılmam,” diye açık uçlu ama her şeyi gayet net ortaya seren bir cevap verdi.
“Geri dönmem için bağlandığım kişinin ölmesi mi gerekiyor gerçekten?”
“Evet,” dedi. “Ama yerinde olsam dönmek istemezdim. Sen buraya gereksin.”
Kaşlarımı çattım. “Bu ne demek oluyor?”
“İbrahim de sen de boşuna burada değilsiniz,” deyince kanımın kaynadığını hissettim. Hiddet yine göğsümün tam ortasında çiçek veriyordu. “Tıpkı İbrahim gibi senin de bir görevin var.”
“Açık konuş,” diye direttim. “Yeterince şoka girdim. Daha fazla şok olmayacağım. Umarım gerçekten bunamışsındır.”
“Eğer şu an buradaysan, kum saati ters çevrilmiş, zaman sonunda senin için akmaya başlamış demektir.”
“Mustafa,” dediğimde bir an bana dehşet içinde baktı. “Sen kimsin bilmiyorum ama bana şu an çok güvenli geliyorsun.” Basamakları inerken ona bakmadım ve son basamakta durup gözlerim ileride aracın önündeki Efken’deyken konuştum. “Öte yandan nedense şu an senden nefret ediyorum.”
Son cümle ağzımdan çıktığı an bir pişmanlık dalgası ruhuma çarparak beni devirdi. Birden duraksayarak Mustafa Baba’ya doğru döndüm, dudaklarımdan çıkan o cümle sanki bana ait değildi, söylemek istememiştim bile. Bana güvende hissettiren adama korkuyla baktığımda, Mustafa Baba bana değil, verandanın altındaki karlara bakıyor ve dudaklarında belli belirsiz bir kıvrımla öylece gülümsüyordu.
“Hadi,” diye fısıldadı. “Git çocuğum. Güvendesin.”
Düş Kapanı Ormanı’na doğru baktığımda, süregelen kar fırtınasının aksine oldukça sessiz ve yeşil görünen orman nefesimi yaktı. Oraya bir daha bakmamaya çalışarak Efken’e doğru yürümeye başladım.
❄️
Güçlü beyaz ışık, krem rengi lambader şapkasının etkisiyle etrafa olabildiğince az yayılıyordu. Hemen onun altında, siyah kanepenin üzerindeydim ve sırtımı sarı yastığa bastırmış, dizlerim karnımda öylece otururken boşluğu izliyordum.
Gökyüzü, sabah mı yoksa akşam mı oluyor asla ayırt edilemeyecek tonlarda bir lacivert rengindeydi ama ben akşam olduğunu biliyordum. Neredeyse gece çökecek, karanlık tüm ormanı etkisine aldığında da soluğum özlemle kamaşacaktı. Kafamın ortasında özensiz bir topuz şeklini verdiğim saçlarım düşüncelerim kadar ağır olmasa da başımın üzerine ağır geliyordu.
Ev sessizdi. Yaren okuldan geldiğinden beri uyuyordu, Efken ise neredeydi bilmiyordum. Sanırım kaçacağıma olan inancını kırdığı için beni öylece bırakıp gidebiliyordu. Gözlerimi çıplak ayaklarıma indirdim ve henüz İstanbul’dayken, kendi evimde, kendi odamdayken Manga grubundan bir şarkı dinleyerek sürdüğüm kırmızı ojelerime baktım. Ölü kadar beyaz olan ayaklarımda kötü durmuyorlardı.
Ev sıcaktı, dışarıdaki soğuğa rağmen. Bu yüzden altımda Yaren’in verdiği bir şortla oturuyordum ama üzerimdeki kazak o kadar boldu ki, ayağa kalktığım anda hem kalçalarımı örtüyordu hem de tüm bedenimi içine bir mezarmış gibi alarak yok ediyordu. Bu kazağın Efken’e ait olduğunu biliyordum, bana veren o olmasa da bir şekilde onun kazağıyla oturuyordum ve kazağa kokusu sinmişti. Tarçın… Biraz da kitap sayfası. Kokusu buna benziyordu.
Sokak kapısı açılınca, oturduğum yerde farkında olmadan küçülüp, irkilerek karanlık koridora doğru baktım. Biri anahtarlarını vestiyerdeki küçük kâsenin içine atana dek gerginliğim biraz olsun dinmedi ama anahtarların sesini duyar duymaz gevşedim. Gelen Efken’di.
Elinde kalın kartondan torbalarla içeri girdiğinde bir an bakışlarım elindeki torbalara takılıp kaldı. Bana aldırış etmeden salona girip torbaları koltuklardan birine bıraktı. “Bunları Sezgi seçti,” dedi tekdüze bir sesle. “Sana olurmuş, öyle söyledi.” Gözleri yüzüme anlık takıldı ama sanki bana bakmak istemiyormuş gibi uçurum mavisi gözlerini hızlıca benden çekti. “Bir çılgınlık yapmamışsın, güzel.”
“Büsbütün bir çılgınlığın tam ortasındayım, bundan daha çılgın ne yapabilirim ki?” Ruhsuz bir sesle sorduğum soruya yanıt vermek yerine salondan çıkıp karanlık koridorda kayboldu. Birkaç dakika sonra banyoda açılan suyun sesi tüm eve yayılmıştı. Yarım saat boyunca kıpırdamadan oturdum. Sonra suyun sesi kesildi.
Oturduğum yerden kalkıp karanlık koridora girdiğimde karnıma giren kramplar öyle rahatsız ediciydi ki, bir köşeye sinip karın ve göğüs ağrım geçene dek insanların beni yok saymasını istiyordum. Biraz su içmeye, sonra yine uzun uzun düşünmeye ihtiyacım vardı. Mantığım beni zorluyordu, mantığım bana böyle bir şeyin mümkün dahi olmayacağını anlatmaya çalışıyordu ama gördüklerim ve duyduklarım mantığımla öyle çok alay ediyordu ki, mantığım bile afallamaya başlamıştı. Tam mutfağın önüne gelmiştim ki kapılardan birinin açıldığını duyup omzumun üzerinden sesin yayıldığı yöne doğru baktım. Işık ile birlikte koridora dökülen buharı izledim, birkaç saniye sonra orada, buharın içinde dikilmiş bana bakıyordu. Kaslı esmer göğsünden bugün yanaklarımdan akan gözyaşları gibi kayarak kasıklarına inen su damlalarını görebiliyordum. Beline bağladığı beyaz havlu dışında çırılçıplak, ıslak ve yakışıklıydı. Islak saçları kıvırcık görünüyordu, siyah bukleler ıslaklığın getirisi olan ağırlıklarına yenik düşerek alnından aşağı dökülmüşlerdi. Birden onun nefes kesici bir güzelliği olduğu gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kaldım.
Sert vücudu oldukça adaleli, sıkı ve gösterişliydi. Teni sıcak bir görüntü sergiliyordu çünkü ten rengi de sıcak tonlarda bronzdu. Bronz derisinin üzerindeki su damlaları güçlü damarlarının üzerinden akarken bu görüntü bana aynı su damlalarının bir ağacın kökünden kayışını hatırlatmıştı. Bana doğru atmaya başladığı büyük ama yavaş adımlarını algılayamadım çünkü o an için onun güzelliğinin derisine saplanıp deriyi kanatmaya başlamış bir bıçaktan farksızdım. Tam önüme geldiğinde yoğun kokusu ıslak bir şekilde yüzüme çarpınca fark ettim; görüntüsüyle beni soktuğu transtan çıkıp gözlerinin içine baktım. Uçurumun dibi kadar karanlık bakan mavi gözlerinin rengi karanlıkta bile seçiliyordu.
“Ne o?” diye fısıldadı, sıcak esintiyi anımsatan sesi yüzümün derisini sıyırdı; gözlerimi yummamak çok zordu ama yine de yummamayı başardım. Gözleri gözlerime ihanet etmedi, o da bana bakıyordu. “Dokunmak istiyor gibi bakıyorsun.” Sesini yutan karanlık neredeyse ciddi olduğunu düşünmeme neden olacaktı ama benimle alay ediyor olmalıydı.
Bir adım geri çekilmek için harekete geçmemle, sırtımı mutfak kapısının yanındaki duvara yaslamam bir oldu. Kaçacak hiçbir yeri kalmayan o zavallı av gibi onun gözlerine bakıyordum ve avcım tam karşımda durmuş, beni sıkıştırdığı köşede kalbimle alay ediyordu. Nefesim benimle olan bağını kopararak sanki göğsüm bana ait değilmiş gibi içeriye depolanmaya başladı; göğsüm durmadan şişip iniyor, sadece Efken’in karanlığa yankı olan yüzüne bakıyordum. Bir elini aniden kafamın yanından geçirerek duvara yaslayınca kaslı kolu genişledi ve kokusu daha sert bir şekilde ruhuma doldu. Yavaşça eğilip boy farkımızı kapatmak ister gibi yüzüme bakınca nefesinin ferah kokusunu soludum. Dudakları yavaşça aralık kazanmış, dolgun üst dudağının tam ortasında şanslı bir çizgi oluşmuştu.
“Ben sana neden dokunmak isteyeyim ki?” diye sordum, sesime gücün zerresi bulaşmasa da irade işte tam da oradaydı, ruhuma sapladığı bayrakla ateş eden gözlerle Efken’e bakıyordu. Güzel olabilirdi, çok güzel olabilirdi ama ben de çok güzel kafa atabiliyordum.
“Göğsün mahşer yeriymiş gibi inip kalkmıyor olsa,” diye fısıldadığında dudaklarının yakınlığı kalbimi zonklattı. “Ya da kanıma susamış gibi aralanmış dudaklarla doğrudan gözlerimin içine bakmıyor olsan…” Kulağıma eğildi, sıcak nefesi kulağımı gıdıkladığı anda bedenim bir taş gibi kaskatı oldu. Sanki Medusa’nın gözlerinin içine bakmıştım. “Belki inkârın inandırıcı gelebilirdi.” Dudakları kulağıma kısa bir sürtünüş eşiğinden bana bıraktığı cümlelerle içimi ve tenimi yaktı.
Avucumu kaldırıp sıcak göğsüne bastığım anda, boğazının derinliklerinde bir hırıltı duyar gibi oldum; ateş gibi yanan tenindeki alevler parmaklarımdan tüm koluma hızla tırmanmaya başladı ve birkaç saniye sonunda şimdi ben de ateşler içindeydim. Onu itmek için yaptığım bu küçük hareket, onu daha da çekmişti.
“Ne o?” diye sorduğunda sesinde alay yoktu, sesinde tehditkâr bir şey vardı; bir his, bir duygu… Kanım damarlarımın içinde ilerleyen bir benzindi de damarlarım o benzinin sürterek harekete geçirdiği bir kibritti sanki. “Beni itmek için dokundun, sonra da beni çektin mi?” Dudakları kulağımdan uzaklaşmadı, fısıltısı tüm bedenimde bir darbe başlatmıştı. “Mıknatısın iki farklı ucu birbirine yaklaşınca ne olur, biliyor musun?”
Ona ne olacağını soramadım, ne olacağını biliyordum.
Birden eli sertçe belime kaydı, duvara yapışmış bedenimi avucunu belime koyarak duvardan ayırdı ve birkaç saniye sonra ikimizin bedeni birbirine yaslanmıştı.
“Yapışırlar,” diye hırladı ve o an, dudaklarımdan küçük bir nefes dışarı döküldü. Hareket edemiyor, konuşamıyor, tepki veremiyordum. Sadece bedenime kar taneleri düşüyormuş ve o kar taneleri düştükleri yerde erimeden ateşe dönüşüyormuş gibi hissediyordum. “Seninle yapışa yapışa, yapış yapış olacağımız şeyler yapabiliriz.”
Nefesimin kesilmesiyle, koridorun sonundaki camdan içeri sızan donmuş ayın mavimsi beyaz ışığını görmem bir oldu. Yere yavaşça dökülüyor, etrafa yayılan bir su birikintisi gibi yavaşça bize doğru yüzüyordu. Kulaklarım uğuldamaya, bedenim bir yılan gibi kıvrılma isteğiyle yanmaya başladı. Anlam veremediğim çekim tüm mantık zerreciklerini avuçlayarak ezip yerle bir ederken gözlerimi o donmuş ayın mavimsi beyaz ışığından alamadım. Sanki ışık bize doğru yüzüyordu ve bize dokunduğu anda, biz de birbirimize dokunmadan duramayacaktık.
Avucuma birden dolan güç, saldırgan bir içgüdüyle onu itmemi sağladı. Efken bir adım geriye çekildi ve o an ayın mavi beyaz ışığı bedenini altına aldı. Bedeni o ışığın altında bronz renkte bir elmas gibi parlarken, üzerine yakamoz düşmüş bir denize benziyordu. Ayın ışığında gözlerinin mavisinin insani olmayan bir parıltıyla ışıldadığını gördüm, sonra birden gözlerini hızlıca yumdu ve bedeni aldığı nefesle normal görünmeyecek bir şekilde genişledi.
Ben karanlıktaydım, o ise ayın o garip ışığının altındaydı. Bir insana benzemiyordu ama bir canavar olmak için fazla güzel görünüyordu.
“Odaya git,” dedi, sesinin dalgalanır gibi çıktığını fark ettim. Sanki rüzgârda söylediği kelimelerdi bunlar, dağılmış bir şekilde kulaklarıma vardılar. “Benden uzak dur.” Bunu söylediği an, sırtını bana döndüğü an oldu. Hızla benden uzaklaşmaya başladığını gördüm. “Sakın,” dedi koridorun sonuna vardığında. “Sakın bir daha benimle o kadar yakınlaşma.”
“Sana yaklaşan ben değildim,” diyebildim ama sesim zayıftı. Yaşanan o küçücük an, bedenimde çok büyük bir yankı yaratmıştı. Bu yüzden hareketsiz kaldım ve onun gidişini izlerken tek kelime daha edemedim.
O gece içtiğim soğuk suyun yoğunluğu boğazımın ağrımaya başlamasına neden olmuştu. Odaya gitmek yerine koltukta cenin pozisyonu almış, çaresizlik başımın üzerinden süzülen kar taneleriymiş gibi üşüyerek uyumuştum. Uyandığımda bu kâbusun bitmiş olabileceğini düşünerek daldığım o uyku, bir ölüm çıkmazı olarak daha büyük kâbuslara gebe kaldı. Kan ter içinde olduğum yerde gitgide küçülerek kara zorla uyandığım uykunun tozları hâlen daha gözlerimi yakıyorken bir süre karanlığa gömülmüş salonu izledim. Uyumuş, kaç saat sürdüğünü bilmediğim bir uykudan kâbuslar enseme binmişken uyanmış, şimdi yine kendimi aynı şehirde, tanımadığım bir adamın evinde, o adamın koltuğunda nefes nefese ve korku dolu içinde bulmuştum. Mustafa Baba’nın söyledikleri zihnimden bir an olsun silinmiyordu. Kâbusuma konu olan figürlerin bir şekli yoktu ama parlayan kızıl gözleri, adımı çığlık çığlığa haykıran çatallı sesleri hatırlıyordum. Tenimden buz gibi bir ürperti geçip gitti ama ürperti gitse de kalbim panikle çarpmaya devam etti.
Yutkunduğumda boğazımdaki ağrı arttı. Herkes uyuyorken -yani öyle olmasını umut ediyordum- duş alabilir, Efken’in benim için getirdiği ve hâlâ koltuğun üzerinde duran poşetlerdeki yeni kıyafetlerden giyebilirdim. Bedenimin biraz olsun gevşemeye ihtiyacı vardı ve kendimi başka birinin kıyafetleri içindeyken pek de huzurlu hissettiğim söylenemezdi. Her ne kadar yeni kıyafetleri ben almamış olsam da en azından etiketi duran kıyafetlerdi ve benden önce birinin tenine sürtünmemişlerdi.
Elimde benim için olduğunu bildiğim poşetlerden biriyle banyoya girdim. Banyo soğuk ve karanlıktı. Dağ başında, ormanın kalbine gömülmüş bir evin banyosunda küvet bulmayı elbette beklemiyordum ama bir süre sonra her garipliğe alışıyordunuz, ben de alışmıştım. Belki de sadece uyum sağlamaya çalışıyordum ve ruhum uyum sağlayamadığı bu garipliği kusarak dışarı atmaya çalışıyordu. Yumurta şeklindeki küvetin rengi lacivertti, loş bir ortamda olduğum için tamamen siyah gibi görünüyordu ama gün ışığı -her ne kadar güneş tepemizde hiç var olmayacak olsa da- burayı aydınlattığında küvetin renginin lacivert olduğunu görmüştüm. Duş kabini genişti, bir cam duş kabini ile banyoyu birbirinden ayıran pencere gibiydi ve camın etrafını saran çerçeve şeklindeki şeridin rengi siyahtı.
Banyonun kapısını kilitleyip bedenimdeki kıyafetlerden kurtuldum. Çırılçıplak kaldığım andan itibaren tenimde dolaşmaya başlayan ürpertinin tek sebebinin soğuk olmadığını biliyordum. Ay ışığının tıpkı bir dalganın kıyıya vurup kumların üzerinde ilerleyişi gibi zeminde ilerleyişini hatırlayınca ürperdim. Rengi soluk, ölümü hatırlatan tonlarda bir maviyi anımsatsa da aslında donuk bir beyazdı. Efken’in benden uzaklaşır uzaklaşmaz o ışığın altında var oluşunu, bedeninin mümkün olmayacak bir seviyede şişerek kaslarının iki katı boyutuna ulaştığı ânı hatırladım. Tüm bunlar zihnimde fırtına çıkararak düşüncelerimi oradan oraya kökleyip savururken çoktan suyun altına girmiştim ama ılık su, ensemdeki sertleşmeyi bir nebze olsun gevşetmemişti. Tutulan ensemi avucumla ovarken bile durmadan o ânı düşünüyordum. Bana sokuluşunu, bedeninin bedenime birden sertçe yapışma anını… Tıpkı mıknatısların birbirine düşman ama birbiri için deliren zıt kutupları gibi… Sonra donmuş ayın kademsiz ışığını hatırladım ve zihnim alabora oldu.
Benim için poşetin içine tıkıştırılmış iç çamaşırı takımlarından biri oldukça konforlu duruyordu. Kadınsı olduğu söylenemezdi ama spor yapıda olması bana kendimi içinde olduğum süre zarfı boyunca rahat hissettireceğini bangır bangır bağırıyordu. Benim için iç çamaşırı almış olması yanaklarımın içindeki etleri dişlerimi saplayarak sertçe kemirmeme neden oldu. Her ne kadar bunları Sezgi seçmiş olsa da parasını ödeyen oydu, muhtemelen poşetlenirken onları görmüştü. Siyah rahat sutyeni ve onun takımı olan külotu bedenime sardığımda temiz kokuyordum, saçlarımdan düşen su damlaları bedenimden sicimle iniyor, gözyaşları gibi kayarak bir noktadan sonra patlayıp dağılıyor, ayrılıyorlardı. Bedenimi bulduğum temiz bir havluyla kurulamış, havluyu kirli sepeti olduğunu düşündüğüm sepete tıkmıştım ama saçlarım hâlâ sırılsıklamdı. İç çamaşırların etiketlerini dişlerimle koparmıştım, aynı şekilde etiketi üzerinde duran şeftali rengindeki yumuşak tüylü kazağın da etiketini dişlerimle kopardım. Siyah, bacaklarımı sımsıkı saran tayt tam bedenime göreydi. Efken’in kazağını ve Yaren’in şortunu da kirli sepetine tıktıktan sonra kendi iç çamaşırlarımı kendim yıkayıp, kimsenin bulamayacağı kör bir noktaya kurumaları için bıraktım.
Islak saçlarımı parmaklarımla tarayıp, dişlerimi fırçalayamadığım için ağzımda gıcık edici bir tatla banyodan çıktım. Burada bir sığıntı gibi kalıyordum, bu yüzden bu tarz taleplerde bulunamazdım ama yine de keşke diş fırçasına ihtiyacım olduğunu akıl edebilseydi diye düşündüm. Yaren’in bana vermeyi kabul ettiği her kıyafete razıydım, yeni kıyafetler olmasa da olurdu -tamam yeni kıyafetlerimle çok mutluydum- ama diş fırçamın olmaması kötü hissettiriyordu.
Dış kapının açılıp kapanırken çıkardığı gıcırtılı sesi duydum, mutfağın kapısının önünde durduğumu, omzumun üzerinden sokak kapısına doğru baktığımda anlamıştım. Efken orada, üzerinde boğazlı kalın bir kazakla sokak kapısının önünde dikiliyordu. Bana bakmıyordu ama tam karşısında, koridorun sonunda durmuş ona baktığımı bildiğine emindim. Ne ara çıkıp gitmişti? Yokluğunu fark etmemiştim bile. Ayağındaki postalları çıkarıp kenara bırakırken gözlerini kaldırıp eğilmiş pozisyonda durmaya devam ederek bana baktı. Gökyüzü karanlığından hiçbir şey kaybetmese de ufukta beliren şafak ilk adımlarını atmaya başlayan bir bebek gibi yavaşça bize doğru yürüyordu. Bu yüzden içeriye grimsi bir ışık kırıntısı yayılmıştı.
“Bağlı olduğun kişiye bakımlı görünmek için mi tüm bu hazırlık?” diye sordu, sesinde alay olmasa da küçümser bir tavır sezinlemiştim. Yine de sesi donuk ve benden zerre hoşlanmıyormuş gibi çıkıyordu.
Gözlerimi devirerek, “Şu bağ olayına inanıyor musun?” diye sordum, aslında ben sanırım inanıyordum, sadece birinin beni aksi yönde kandırmasına ihtiyacım vardı. Hem de acilen.
“Mustafa Baba yaşlı ve bunak,” dedi sadece.
“İnanıyor musun inanmıyor musun?”
“Bunak ama yalan söylemez,” diye fısıldadı, bir an gözlerim boşluğa yuvarlandı ama sonra tekrar Efken’e baktım. “O yüzden bırak da zaman göstersin.”
“Sana anlattığım şeyleri deli saçması buluyorsun ama onun ortaya attığı bu tarz garip bir iddiayı sorguluyorsun, öyle mi?”
“Peki sen neden sorgulamıyorsun?” Sorusu açık ve netti, bir an kendimi çok hazırlıksız yakalanmış gibi hissettim. “Adam sana farklı bir dünyadan geldiğini, boyut atladığını söyledi. Anlattıklarına bakacak olursak, bu mümkün?”
“Ya da çetesiniz ve beni kaçırdınız. Şimdi de aklımı oynatmam için uğraşıyorsunuz?”
Bu kelimeler dudaklarımdan cansızca dökülürken tüm bu söylediklerime ben bile inanmamıştım. Bende bir gariplik olduğunu hep hissederdim. Vizyonları görmeye başladığımda henüz dokuz yaşındaydım, bazı olacakları birkaç gün önceden rüyalarımda görürdüm ama bunun sadece basit tesadüfler olduğunu düşünürdüm. Aslına bakılacak olursa, bu düşünce birkaç gün öncesine dek hâlâ inanmaya devam ettiğim bir düşünceydi. Şimdiyse aklım da ruhum da kalbim de karışıktı.
Efken asıl düşüncemi biliyormuş gibi ortaya attığım sahte iddiaları yanıtlama gereği duymadan salona girdi. Islak saçlarımdan damlayan sular kazağımın omuz kısmını ıslatıyordu. Arkasından salona girdiğimde aslında ondan çekiniyordum ama bir şekilde karşısında durabilmem gerekiyordu. Yüzünde yine o sert, erişilmez, yosunlu soğuk bir kayayı anımsatan ifadesiyle tekli koltuğa oturup koltuğun çaprazında duran sehpanın üzerindeki gümüş sigara tabakasına uzandı. Tabakayı bir kitabın sayfasını açıyormuş gibi iki yana açtı ve beyaz filtreli sigarayı alıp üst tarafı daha etli duran dudaklarının arasına yerleştirdi. Cebinden çıkardığı siyah zipponun ucunda can bulan alev, sigaranın ucundaki pervasız bekleyişi sonlandırdı ve turuncu küçük bir ateş sigaranın ucunda kalp gibi atmaya başladı. Sigaradan derin bir nefesi ciğerlerine çekmesiyle zehir büyük bir hızla ciğerlerine akın etti; içeri çöken yanaklarını ve dalgın bakan uçurum mavisi gözlerini takip ediyordum.
Sigarayı dudaklarından uzağa taşıdığında güçlü parmakları arasında tuttuğu beyaz narin bir bedeni anımsatan sigaraya baktım. Dumanı usul usul dudaklarının arasından dışarıya doğru serbest bıraktı. Bir süre sustu, sonrasında yine konuşan ilk o oldu.
“Bana geldiğin yeri anlatsana,” dedi, birden böyle bir cümle kurmasını beklemediğim için gözlerimi hızla ona doğru ittim. Onun kemik mezarlığı gibi görünen kutsal yüzüne baktım. Bana değil, işaret ve baş parmağının arasına alarak beyaz fitresini ezdiği sigaraya bakıyordu ama bir cevap beklediği çok açıktı. Geçen her saniye onu öfkelendiriyormuş gibi gitgide daha da fazla kaşlarını çatmaya başladı. Yüzündeki kemikler artık çok daha fazlaymış gibi görünüyordu. “Konuşacak mısın, Medusa?” Sesinin tınısı sertti, rüzgârı bedenime çarparak beni titretti.
“Geldiğim yerin benim için ifade ettiği tek şey aile.” Son kelime kaşlarının daha da çatılmasına neden olsa da yüzünde herhangi bir mimik kaybı yaşanmadı. Hatta o kadar aynı bakıyordu ki sanki zaman durmuş, o da zamanla birlikte durmuştu da sadece ben konuşuyor, ben hareket ediyor, ben hissediyordum. Hisleri yok olmuş gibiydi. Belki de hiç var olmamıştı. Konuyu değiştirmek ister gibi, “Nereye gitmiştin?” diye sorduğumda, bana bu soruyu sorma haddimin olmadığını belirtir gibi acımasız gözlerle baktı.
“Bundan sana ne?”
“Peki,” diye kabullendim umursamaz görünmeye çalışarak ama merak ediyordum. Tam iki kez ortadan kaybolmuştu. Birinde benim için kıyafetlerle dönmüştü, diğerindeyse ondan uzak durmamı haykırarak resmen benden kaçmıştı ama evden çıkıp gittiğini fark etmemiştim bile. Hangi ara derede giyinip basıp gitmişti hiç bilmiyordum. Muhtemelen uykuya daldığım ve o kâbus savaşlarını verdiğim sırada çıkıp gitmişti.
Yüzünü izlemeye devam ettim. Bu durum canını sıkıyormuş gibi bana düşmanca bir bakış atarken, dolgun dudaklarının arasındaki hayalet yavaşça dışarıya çıktı ve beyaz bir duman kütlesi şeklinde ortamızda kıvrıldı. Dudakları yeniden sigaranın izmaritine yapışmadan hemen öncesinde, “Bana alık alık bakma da anlat,” dedi ters bir sesle. “Geldiğin yer nasıl bir yerdi?”
“Ne açıdan nasıl bir yerdi?” Bana terslenmesi, boynumu avucunun içine aldığı anda hiç zorlanmadan kırabilecek kadar öfkeli bakması o an beni gocunduran şeyler olmaktan çıkmıştı. Ya doğal karşıladım ya da umursayamayacak kadar bitkindim.
“Suç mesela,” deyince tek kaşımı kaldırdım. “Masallar diyarından mı geldin yoksa bir çöplükten başka bir çöplüğe mi geçiş yaptın?”
Burayı çöplük olarak tanımlamasını garipsemedim, muhtemelen kendisini de çöp olarak tanımlayabilecek biriydi. Buna rağmen sarsılmaz egosu tam orada, yakışıklı suratının ortasında duruyordu. Kaşının üzerindeki yatık dikiş izine, sonra da esmer suratına uzun uzun baktım. Cevap vermediğim her saniye ömrümden bir an çalıyor olmalıydı ama bunun sebebi bekleyiş değildi, biraz daha susarsam beni boğacaktı.
“Suçlular her zaman ve her yerde vardır,” dediğimde kaşlarını kaldırdı ama cevap vermedi. Devam edeceğimi fark etmiş gibiydi, önümü tıkamak istemiyordu çünkü yine geç yüklenen bir video gibi donmamı istemiyordu. “Bazen orası cennetten bile güzeldir. Güneş şehrin her yanına dokunuyor sanırsın, güvendesindir. Ama güneş en tepeye vardığında bile bazı sokaklara, bazı evlere, bazı insanlara dokunamaz. Güneş herkes için doğmuyor.” Karşısında oturduğum koltuğun üzerine ayaklarımı çekip, kollarımı dizlerimin etrafına güçlü halatlar gibi sararak dalgın bir ifadeyle öylece yere baktım. Kafamın içinde İstanbul canlanmaya başladı. Gerginliğin hat safhalara ulaştığı trafiğini, gürültüsünü, azalmayan kalabalığını, dinmeyen yorgunluğunu… Metro istasyonlarından birini düşündüm, yan yana yürüyen ama birbirini tanımayan insan yığınını ve büyük trenin nerede olduğumuzu söyleyen kadının sesinin hemen arkasından iki yana açılan kapılarını… “Kalabalıktır, hep. Sokaklarında çocuklar oyunlar oynar, çocuklar dilenir, çocuklar öldürülür, çocuklar…” Gözlerim birden öfkeyle yanmaya başlayınca Efken’in de gerildiğini hissettim.
“Devamını getirme o cümlenin,” dedi sadece. “Yani sik gibi bir yer.”
“Bir sokağında bir kadının kahkaha sesini duyarsın, diğer sokağında bir kadın sadece bir dakika daha yaşayabilmek için çığlıklar atar.”
“Öyle bir bok deliğinden geldiysen burayı çok da yadırgamazsın herhâlde,” dediğinde sesinde anlam veremediğim yoğun bir duygu değişimi vardı. Gözlerim gözlerine tutununca, parıldayan mavi gözlerindeki tuhaflık dikkatimi delerek geçti. Öfkeli bakıyordu ama bu defa öfkesinin merkezinde duran ben değildim. “Bu hikâye beni açmadı.” Birden oturduğu yerden kalktı, sigarasının ucunda yaşlanarak grileşen kül kopup yere düştü ve yerde ölü bulundu. “Hazırlan, çıkıyoruz.”
“Ne?” Afallamış bir hâlde ona bakakaldım.
“Bu evin içinde oturarak o sikik herifi bulabileceğini sanıyorsan yanılıyorsun,” dedi. “Ölmemen için şu piçi bir an önce bulmamız gerekiyor.”
Bağlı olduğum insanı düşününce bedenimden karanlık bir ürperti geçti.
“Gidiyoruz,” dedi sertçe. “Poşetlerde daha düzgün paçavralar vardır.”
“Bir yere gitmek istemiyorum,” diye mırıldandım, bugün yaşananlar benim için oldukça fazlaydı.
“Sana isteklerini soran olmadı. Buradasın, benim yanımda.” Bunları söylerken işaret parmağı beni aşağılayıcı bir şekilde işaret ediyordu, parmağını tehditkâr bir biçimde aşağı yukarı salladı ve başını da parmağıyla uyumlu bir şekilde salladı. “Burada olduğun, yanımda olduğun, benim kanatlarım altında olduğun sürece benim söylediklerimi yaparsın. Ben istersem nefes alırsın, ben istemezsem o bağlandığın avanağı bulmana bile gerek kalmaz zaten ölürsün. Ben yanında olmadan dışarıda en fazla bir saat yaşarsın, şu çenenle bir bile değil. O yüzden aç kulağını beni dinle, Medusa. Benimlesin. Ve benimleysen, benim dediklerim olur.”
“Ağır ol,” dedim oturduğum yerden kalkmadan sadece kafamı yukarı kaldırıp, ona delici kızıl gözlerle bakarken. “Sen kendini benim sahibim mi sanıyorsun?”
Ona bu şekilde karşılık vermem, dudaklarında ölümcül bir tebessümün genişlemesine ve tüm ifadesine kan rengi mürekkeplerden kelimeler döşenmesine neden oldu. “Senin sesin çıkmaya başladı.” Bana doğru tehditkâr bir adım attı ama bu kez göğsümü sıkıştıran korku değil, öfke oldu. Yüzüme doğru eğilip, gözlerinin diplerinden alevler gibi yükselen bir kana susamışlıkla gözlerimin içine baktı. “Güzelliğine mi güveniyorsun?” Sorusu beni afallatacak gibi olsa da kalbim hâlâ öfkeyle çarpıyordu. “Sırf güzel olduğun için sana ayrıcalık tanıyacağımı, bana kafa sikebileceğini mi düşünüyorsun?”
“Beni zorlama,” diye fısıldadım, korktuğumu düşünmesini istedim çünkü belki bu korku onu durdurabilirdi ama ben öfkeliydim ve öfkemi görecek olursa daha da hiddetlenecekti. Yüzü yüzüme öyle çok yakındı ki, sanki onun yüzü gök, benim yüzüm yerdi ve birbirimize dokunmamıza tek bir yağmur damlası kalmıştı. “Kadınlara zarar vermediğini biliyorum.” Bir an yüzü kaskatı kesildi. “İstesen de beni öldüremezsin. Ama ben yaparım.” Mavi gözleri gözlerime sanki benim gözlerimmiş gibi yakın duruyordu. Orada hayreti gördüm. “Beni aşağılamaya kalkacak olursan, ulaştığım ilk bıçağı sana saplarım.” Göğsüm öfkeyle şişip inmeye devam ediyordu. “Çünkü sen kadınları öldüremiyor olabilirsin ama ben beni aşağılayan erkeklerin canına okurum.”
Parmağını yavaşça yüzüme doğru yaklaştırınca nefesimi tuttum. Kalbimin atış sesleri öyle kuvvetliydi ki, duymama ihtimali bile yoktu. Yanağıma doğru düşen ıslak saç telini işaret parmağına ağır ağır doladı ve sonra konuştu.
“Yerinde olsam beni bu şekilde azdırmazdım, Medusa.”
Nefesi ılık ılık içime esti. Gözlerimiz birbirine tutunduğunda, pencereden içeri doğru sızmaya başlayan ay ışığı yine tüm dikkatimi üzerine çekmeyi başarmıştı. Algılarım Efken’in dudaklarıma yakın duran dudaklarıyla, gitgide daha da yoğunlaşarak zemine yayılmaya başlayan ay ışığı arasında mekik dokuyordu.
“Benimle bu şekilde konuşmandansa, elime bir bıçak vermeni ve senin de elinde bir bıçak varken benimle karşılaşmanı isterdim. Şartlar emin ol şu an olduğumuz konumdan çok daha eşit olurdu.” Her kelimenin sonuna nokta koyuyormuşum gibi vurgulayarak kurduğum cümle onu afallatınca, birden onu iterek ayağa kalkıp çıkışa yöneldim. “Seninle geleceğim ama mecbur olduğum için değil, Nigin olduğum herife çekilip onu bulabilmem için.”
Tekrar ona doğru dönüp kıyafetleri almak için koltuğa yöneldiğimde bana öldürücü gözlerle bakıyordu.
Öfkesi, bir ormanın derinliklerinde uluyan kurt gibiydi; evin her yanına dağıldı ama kelimeler o öfkenin kökleri olmadı. Ben de öfkeliydim, nedenini bilmiyordum ama göğsüm alev alevdi sanki kalbimin etrafı bir yangın yeriydi.
“Bu kadar fazla kıyafet yerine bir tane diş fırçası tercih ederdim,” dedim gergin bir sesle.
“Poşetlerden birinde var,” dedi sadece, ardından ekledi. “Bana karşı sesini yükseltemezsin, bunu anladın mı?”
“Ne yaparsın? Kafamı boynumdan mı ayırırsın?”
“Beni Perseus mu sanıyorsun?” Sorusu birden duraksayıp ona bakakalmama neden oldu.
Medusa’nın başını gövdesinden ayıran adam…
Uçurumdan rengini alan ölüm tutsağı bakışları gözlerime saplı duruyordu. Başını omzunun üzerine doğru düşürüp bana acıyan gözlerle bakınca, göğsümün merkezine oturttuğum o öfke dolu canavar yeniden kükredi ama kendimi tuttum. Beni öldürmesini istemiyordum ve şansımı zorladığımın farkındaydım. İçimden bir ses, bundan sonra atacağım her adım onun bana zarar vermek için kendine yaratacağı bir sebep olacaktı ve ben bu adımları dikkatle atmazsam bu evden sağ çıkamazdım.
“Eminim birini öldüreceksen daha yaratıcı şekilde yaparsın bunu.” Duygusuz bir sesle söylediğim cümlem benim bu konuşmaya koyduğum noktaydı aslında. Efken bana aldırış etmedi bile ama o gözlerin kuytularındaki tehdidi gördüm. Ağzını bile açmadan ona meydan okumanın bedelini gözlerinden okutmuştu bana. Korkmuş muydum? Evet. Kendimi durdurabilecek miydim? Hiç sanmıyordum.
Benim için diş fırçası alması gerçekten keyfimi yerine getirmişti. Kirli bir ağızla durmak benim için ölüm gibiydi ama nanenin tadı dilimi uyuşturduğunda ve dişlerimin her yanını rahatça, uzun uzun köpürttüğümde kendimi gerçekten iyi hissediyordum. Nasıl bir yere gideceğimizi bilmiyordum ama yine de her yerde giyilebileceğini düşündüğüm parçaları giyersem sorun olmayacağını düşünmüştüm. Siyah dar paça bir kot pantolon, siyah boğazlı bir badi, siyah sahte kürk bir yelek iyi olabilirdi. Hiç vakit kaybetmeden banyoda giyinmiştim. Ayağıma geçirdiğim çoraplar bile siyahtı ama ayakkabılarım yoktu. Tam banyodan çıktığım sırada gözüm banyonun dışındaki ahşap zemine kaydı ve duraksadım. Küçük topuğu olan kısa siyah botlar tam önümde duruyordu. Etrafıma bakındım ama onu göremedim. Botları ayağıma hızlıca geçirdim, biraz boldu ama yine de ayak numarama yakın olmalıydı ki çok zorluk yaşamamıştım. Küçük topukların sesleri ahşap koridorda yankılar uyandırmaya başladı ve tam salonun önüne geldiğimde deri ceketinin fermuarını boğazına kadar çekerek salondan çıktı.
Ona bakmadan, “Yaren uyandığında bizi bulamazsa sorun çıkmaz mı?” diye sordum, başka bir şeyle ilgileniyormuş gibi görünmeye çalışıyordum. Ona karşı var ettiğim korkuyla nasıl başa çıkacağımı bilemiyordum, bazen gözlerimde o korkuyu gördüğünü biliyordum ve bu denli çıplak hissettiren duygudan nefret ediyordum.
“Hayır, bir sorun olmaz.” Büyük adımlar atarak çıkışa yöneldi, ayağına botlarını geçirip bağcıklarını bağlamaya başladığı sırada ahşap vestiyerin önünde durmuş sakin gözlerle onu izliyordum. “Gittiğimiz yerde de aptal saptal konuşma. Kimseyle konuşmayacaksın.” Bunları söylerken bana bakmadı, sanki bir cevap vereceğimden emindi de öfkesini kontrol edebilmek için suratıma bakmıyordu. Emrivakileri canımı sıksa da bu defa onun damarına basmama kararı aldım çünkü göğsümde tıklayan şu cana şimdilik gerçekten ihtiyacım vardı.
“Nereye gidiyoruz?”
“Kafese.”
Kaşlarımı çattım ama başka bir şey söylemedi ve gecenin karanlığı bizim için kollarını açtı. Cipe varana dek bu botlardan nefret ettiğimi düşünmüştüm, çünkü karların içinde yürümesi çok zordu ama cipe binip ısıtıcının çalıştığı cipte gevşeyince nefretim geçti ve yeni ama karın etkisiyle ıslanmış botlarımda gözlerimi gezdirdim. Bahsettiği yere varmamız yarım saatten fazla sürmüştü. Oraya varmadan hemen öncesinde ilk fark ettiğim karanlığa bulanmış şehrin geceleri daha kalabalık göründüğüydü çünkü caddede, kaldırımların üzerinde ilerleyen insan yığınlarını görmüştüm. Tamamen kalabalık diyemezdim ama insanlar vardı, delirmemiştim, kaldırımda yürüyor, şakalaşıyor, gülüşerek konuşuyorlardı. Kaldırımda koca bir kar yığını vardı, buzlanmış ve bu yüzden de taşlaşmıştı. Genç bir adam kaykayıyla onun üzerinden atlayıp kayarak uzaklaştı ve bir kız grubu yüksek sesli kahkahalar attı; pekâlâ seslerini duyamadım ama ağızlarının ve yüzlerinin aldığı şekilden ne yaptıklarını anlayabilmiştim.
Kafes’in önünde durduğumuz anda, etraftaki yüksek tuğla binaların gölgelerinin cipin üzerine serildiğini fark ettim. Kafes olarak adlandırdığı mekânın duvarları duman grisiydi, kapış iki yana açılacak kanatlı demir bir kapıydı ve kapının hemen önüne saplanmış buz rengindeki kılıçlar bir insandan daha uzun görünüyordu. Kapıda, kılıçların hemen arkasındaki iriyarı adamın boyu hemen hemen iki metre kadardı. Efken ile yan yana durduklarında muhtemelen Efken’den daha iri görünüyor olmalıydı ama boylarının aynı olduğuna emindim. Adam keldi, saçsız başını kaplayan garip figürlü dövmelerinden birinin çizgisi kulağından boynuna kadar iniyor ve kolundaki dövmelerden biriyle tam o hizada birleşiyordu.
“Burası Kılıç Kafesi,” deyince bakışlarım kel adamdan sıyrılarak omzumun üzerinden ona doğru çevrildi. Aracın motoru çalışmıyordu, içerisi karanlıktı ve ısıtıcı da sıcak üflemeyi bırakmıştı. Efken’in karanlıkta bile parıldayan gözlerine bakarken aklım bir anlığına bulandı ama sonra sorgulayan bir ifade yüzümün sınırlarını yaktı. “Bir çeşit dövüş kulübü. Boks maçları, kafes dövüşleri, aklına gelebilecek her türlü vahşet içeride.” Gözlerini benden çekerek hemen arkama denk gelen camdan dışarıya doğru baktı. “Orada dikilen Boz Ayı,” dedi. “Ona kılsız ayı da diyorlar.” Bunu söylerken sesi eğlenceliydi ama gülmedim. “İçerisi biraz tehlikeli ama kıçımın dibinden ayrılmazsan hiç sorun olmaz. Yanımdaki hiçbir canlıya hiç kimse bulaşamaz.”
“Beni canlı olarak gördüğün için teşekkür ederim, dediğin gibi ben bir canlıyım, oyuncak ya da birine ait olabilecek bir eşya değilim.” Yavaşça gülümsedim ama gülümseyişim sinir bozucuydu, bana bakmadı ama dişlerini sıktığını görebiliyordum çünkü o güzel suratın tam ortası yine mezar çukurlarının yuvası olmuştu.
“Ve böyle zevzek zevzek de konuşma içerideyken,” dedi. “Sessizce yanımda dur işte.”
“Neden oradaki hıyarlardan birinin dikkatini çekerim sonra da beni oyuncağı mı yapmaya çalışır?”
“O kadar çok konuşuyorsun ki bir çakacağım bir de arabanın kapısından yiyeceksin şimdi.” Sakin bir ses tonuyla, bana bakmadan kurduğu cümle birden sessizleşmeme neden oldu.
Cipten inip iki kaldırımı da karşılıklı buza dönüp taşlaşmış karla kaplı yolun ortasından ilerleyerek mekânın önüne kadar geldik. Yüksek tuğla binaların gölge gibi örttüğü sokağa çok fazla kar tanesi düşmüyordu, bu yüzden de sadece kaldırım kenarlarında taşa dönmüş kar yığınları vardı ama genel olarak etraf çok beyaz değildi. Buz rengi kılıçların arkasında dikilen kel adama baktığımda adam bana değil, Efken’e bakıyordu; sanki bana bakması yasaktı ve o yasağı çiğnerse ruhundan olacakmış gibi tetikte duruyordu.
“Karaduman,” dedi adam saygılı bir sesle. “Hoş geldin.”
“İçeride kimler var?” Efken adamın varlığını umursamıyormuş gibi doğrudan bu soruyu sormuştu ama adam da pek gocunmuşa benzemiyordu. Koyu kahverengi gözlerini Efken’den çekmeyip bana bir an olsun dokundurmadan omuz silkti.
“Dişine göre birileri yok ama sen her zaman eğlenmenin bir yolunu bulursun.”
“En azından beni tanımaya başlamışsın,” dedi Efken, sonra alayla sırıttı ama sırıtışında ölümün soğukluğu vardı; sanki gülümsemiyordu da ölümü resmediyordu.
Bir an, çok kısa bir an için olduğum konumu hiçe sayarak ona baktım. Sadece ona. Ölümün resmedildiği yüzündeki güzellik bu ihtişamını sanattan mı yoksa ölümden mi alıyordu? Öyle bir şeydi ki yüzündeki, insanın kelimelerini sınırlıyor, baktığı yerde gördüklerinden fazlası olduğuna inandırıyordu. Güzeldi, evet ama onda güzellikten fazlası vardı. Ruhuma düğümlenmiş bir istekle, ele geçirilmişim gibi sadece ona bakıyordum ve düşüncelerim birbirine çarparak yere yığılıp beni mantıksızlığa sürüklüyordu. Çatık kaşlarının altına gömülmüş mavi gözlerinde bana açılan bir kapı vardı ama sanki o kapıyı sırf yüzüme sertçe kapatıp bir gün beni dışarıda bırakabilmek için açık bırakmıştı. Birden bu düşünce hiç anlam veremeyeceğim bir detaya dönüşerek kalbimi lekeledi. Lekeyi sevmedim, hastalık gibiydi ve sanki ne kadar ömrüm kaldığını bile bilmeden ölümün kollarında cehennemin ninnilerini dinliyordum.
Onun gözlerinde cehennemin ninnileri vardı.
Kirpikleri cehennemde yanan alevlerdendi.
Bakışları ise şeytanın yer yüzündeki gölgesiydi.
“İyi eğlenceler, Karaduman,” diyen adamın bundan önce söylediği ne kadar cümle varsa, Efken’in yüzünün sınırlarındaki alevlere teslim olduğum sırada duyamayacağım kadar boğuktu. Tek duyduğum kurduğu bu son cümle olmuştu. Adam yine bana bakmadı, demir kapıyı bizim için açtığında bile varlığımı hiçe saymıştı ama aldırış etmedim. Hatta bana bakmaması benim açımdan iyiydi bile. Gözlerini bana dikip bakması sadece canımı sıkardı, belki korkuturdu bile.
İçeride çığlık sesleri vardı ve girdiğimiz taş koridor karanlık tarafından pençe altına alınmıştı. Gözlerim bir süre karanlıkla savaştı, sonra da karanlığa meydan okumaya başladı. Çığlık sesleri kadınlara aitti ama dehşet değil, coşku dolu seslerdi bunlar, bu yüzden içimde herhangi bir korku depreşmedi. Yine de enteresan bir içgüdüyle karanlığı takip eden gözlerim her yere dokunmak için an kolluyordu. Efken’in sıcak avucunu dirseğimin alt kısmında hissedince panikle ona doğru baktım ama yüzü karanlıkta derince oyulmuş koyu renk bir gölge gibi duruyordu. Tezahürata benzer sesler gitgide yoğunlaştı ve o sesleri alkış sesleri takip etti. Çok geçmeden kafeslerin sarsılırken çıkardığı sesleri duyup irkilerek yutkundum. Efken dirseğimin altından beni kavramıştı, sonu yokmuş gibi ilerlemeye devam ettiğimiz karanlık koridoru aşmam konusunda bana yardımcı oluyordu. Ya da onu yavaşlatmamam için beni sürüklüyor da olabilirdi. İkinci seçeneğin daha çok oluru var gibiydi.
Sonunda bir ışık pıhtısı yakaladım. Nokta şeklindeki ışık büyüdü, etrafa yayıldı, gözlerimi yakmaya başladı. Hızla elimi gözlerime götürüp parmaklarımı gözlerime siper etmemle bir zincir sesi her yana yayıldı ve kalabalığın sesi üzerime akıyormuş gibi irkilerek elimi yüzümden yavaşça uzaklaştırdım. Neredeyse on metre yüksekliğindeki gümüş rengi kafesin zemininde zincirler vardı, zincir bileğimden bile kalındı ve ortada yılan gibi kıvrılmış hâlde duruyordu. Adamlardan birinin kanı yere yayılmış, zincirin etrafında bir hâle oluşturmuştu. Uzun, bakır rengi saçları olan iriyarı adamı siyah ince görüntüsü olan deri bir sedyeye koyarak sedyenin saplarından tutup havaya kaldıran birbirine ikiz kadar benzeyen kısa saçlı adamlara baktım. Dehşet öyle çoktu ki, göğsüm hızla inip kalkıyor, parmak uçlarım hissizliğin kıyısında uyuşuyordu. Bakır rengi adamın uzun kıvırcık sakalları da bakır rengindeydi ama öyle çok kan akıyordu ki sakallarının rengi kızıldan bordoya doğru değişim geçiriyordu. Adamın yüzünün birçok yerinde çürükler ve yarıklar vardı. Yüzü öyle çok şişmişti ki gözlerini bile açamıyordu.
Muhtemelen onu o hâle getiren adam da oradaydı, kafesin içinde yırtıcı bir hayvan gibi kükreyerek gülüyor, kafesin parmaklıklarını sallayarak on metrelik büyük kafesi sarsıyor ve kanlı dişlerini göstererek kalabalığa gövde gösterisi yapıyordu. Çıplak vücudunda kan lekeleri vardı ama bu kan lekeleri ona ait gibi değildi, çünkü dudağının kenarındaki kan dışında bedeninden ona ait bir noktadan kan taşmıyordu. Kumral uzun saçlarını arkaya doğru savuruyor, yüzünü örten sakallarının içinde kalmış ince dudaklarının arasından uzattığı kanlı dişleriyle destekçilerini selamlıyordu. Birden onun çok korkutucu olduğunu düşündüm. Ormanda avını yavaşça parçalayan aslandan, bir zebra yavrusunu son sürat koşturan çitadan daha da vahşi görünüyordu.
“Nasıl ama?” Bu ses Efken’e ait değildi, yabancı ses irkilerek girdiğim hâlisten çıkmamı sağladı ve yavaşça sesin geldiği yöne baktım. Karışık çikolata kahvesi saçları ve saç rengine uyum göstermiş buğdaydan daha koyu renk teniyle Efken’den hemen hemen bir kafa boyu kadar kısa olmasına karşı oldukça uzun görünen adam sırıtarak kafese doğru bakıyordu. Efken’in yanındaydı, dudaklarındaki iğrenti dolu gülümseme dikkatimden kaçmamıştı. “Bu ayıyı yeni getirdiler. Sabıka kaydını göstersen şaşarsın. Bence suçlarının yanına yamyamlık da eklenmeli.”
Kollarını göğsüne sarmış kafesi iğrentiyle izleyen adam omzunun üzerinden Efken’e doğru baktı. Beni görmüyor gibiydi.
“Geleli yarım saat olmadan üçüncü kişiyi komalık etti.”
“Kapıdaki Boz Ayı bana ondan söz etmemişti,” dedi Efken gözlerini kısmış avını izliyor gibi kafeste anıran domuza bakarak.
“Kapıdaki Boz Ayı güzel bir dişi yakalayıp çiftleşmek dışında bir şey düşünmüyordur şu an,” dedi yabancı gülerek. Çok kısa bir an gözleri bana dokundu. Açık kahverengi gözleri vardı, hatta o kadar açıktı ki ışığın altında sarı gibi duruyordu. Bakışlarımız birbirine tutununca gözlerine şaşkınlık bulaşır gibi oldu ama sonra o şaşkınlık hızla tükendi. Gözlerini benden yasak bir şeye bakıyormuş gibi hızla geri çekerek Efken’e çevirdi. “Ee ne yapacaksın? İstiyorsan en ön sıradan iki kişilik yer ayarlayabilirim.”
“En ön sıra sikimde bile değil,” dedi Efken ve birden gözlerini kıstı. “Ben kafesin içine girmek istiyorum.”
Göğsüm korkuyla şişerken birden sadece şoka girmiş gibi Efken’e bakakaldım. Aynı zamanda yabancı adam da şoka girmiş gibi bakıyordu, bir süre sonra onun gözlerindeki şok kayboldu ve yüzü eğlenceli bir ifadeye büründü.
“Efken Karaduman,” dedi yüzünü buruşturarak sırıtırken. “Herkesi yenemezsin.”
Efken tek kaşını kaldırıp yüzüklerle dolu parmaklarını ceketinin cebine soktu ve sırıttı. “Hayır,” dedi. “Yenerim.”
“Dostum saçmalama istersen,” dedi yabancı adam. “Fazla yara almaman gerek, o koca bedenine ihtiyacımız olacak.”
Ne demek istediğini anlayamadım ama Efken’in yüzünde çarpık bir gülümseme oluşmuştu. Alay ediyor gibiydi, gözleri ne bendeydi ne de yabancı adamda. Doğrudan kafesin içindeki eğitimsiz ayıya bakıyordu.
Kavganın kaçınılmaz olduğunu onun uçurum mavisi gözlerine hızlıca yayılmış kan nehrinden anlamak mümkündü. Gözlerinin rengi mavi olmasaydı kesinlikle kızıl olurdu hatta belki de o mavi gözlerin derinliklerinde kızıl bir cehennem saklanıyordu ve cehennemi okyanusların altına gömerek insanlardan gizliyordu. İnsanlara işkence ettiği düşünceleri olduğuna emindim. Hatta düşünceleri, parmaklarından daha da fazla kan kokuyor olmalıydı.
“Bana hiçbir şey olmaz, hiçbir zaman olmadı.”
Bu kadar kendinden emin bir cümle kurmasını zaten bekliyordum ama kurduğu cümlenin haklılık payının yüksek olması beni daha da ürpertti. Şu ana dek bir kez olsun yenilmemiş gibi bakıyordu, yenilmenin tadını bilmiyormuş gibi… Belki de doğruydu, gerçekten de yenilmek nedir bilmediği için bu kadar burnu büyük davranıyordu.
“Yaralanmaman gerek,” dedi yabancı adam yeniden. “Bunun ne demek olduğunu anlamıyor musun?”
“Yaralanmayacağım zaten sikik,” diye homurdandı Efken, ardından boynunu geriye doğru atıp yavaşça esnetmeye başladı ve boynu usul usul dönerken eklemlerinden yükselen çatırtı sesleri tüylerimi ürpertmeye yetti. Yeniden ileriye doğru bakmaya başladığında artık o gözlerde ölümün soğuğu değil, cehennemin sıcağı vardı. Ama bir şekilde, o cehenneme varış sağlamak için önce ölümünün soğuğundan geçmez gerekirdi.
Gümüş renkli kalın, mistik yüzüklerin donattığı uzun, kemikli parmaklarını büküp yumruk hâline getirdikten sonra yüzüklerin yüzeyleri birbirlerine değecek şekilde yumruklarını birleştirdi ve sonra da o iki yumruğunu birbirine doğru itti. Gümüş yüzüklerin birbirine sürterken çıkardığı sesi takip eden sert bir çatırtı sesi oldu. Çıtlattığı parmaklarını çözerken gözleri ölümü arzular gibi parıldıyordu.
Yutkunuşum boğazıma bir düğüm attı. Önce içinde olduğu ceketi çıkarıp yere bıraktı, ardından kazağını tek bir hamlede yukarı çekerek kaldırdı ve tüm kasları bu hareketin etkisiyle kasılarak belirginleşti. Esmer teni çıplak kaldığında dikkatimi çeken boynundan aşağı sarkan beyaz diş kolyesi olmuştu, göğsündeki kasların arasından aşağı doğru salınan kolyeye kısaca baktım. Sadece siyah kotu ve kulakları gevşeyerek öne doğru düşmüş postallarıyla kafese doğru yürümeye başladı. Ölümü armağan etmeye giden bir melek gibi…
“Kafayı mı yedin?” diye seslendim arkasından ama bana bakmadı bile. Kafese varabilmek için yaklaşık on merdiven inmek gerekiyordu. Efken merdivenleri inerken bileğindeki siyah kayışlı saati çözüyordu. Çözdüğü saati orta yaşlarda göbekli bir adamın eline tutuşturdu. Adam ona anlaşılması güç bir ifadeyle baktı ama Efken adama bakmadı bile. Son basamağı da inip ayının vurduğu parmaklıkların önünde durup, kafesten on metre kadar uzaktaki zayıf çocuğa kafesin kapısını açmasını bekliyormuş gibi beklentiyle, hatta sert bir emirle baktı.
Zayıf çocuk kapıya yöneldiğinde, öfkeli hayvan hırlayarak parmaklıklara yapıştı ve parmaklıkları salladı.
“Bana meydan okumaya mı geldin?” diye sordu, dişlerinin arasındaki kurumuş kanları göstererek Efken’i korkutmaya çalışıyordu ama Efken ona boş boş baktı. “Senin o kalın kemiklerini bükerek hilal şeklini vereceğim!” Adam bir kahkaha attı, tribünlere yayılmış insan topluluğu adama alkış tutsa da kadınlar Efken’i gördükleri anda fikir değiştirmiş gibi sessiz kaldılar. Taraf değiştirmiş olmalıydılar. Haklı da sayılırlardı.
“Kapıyı aç,” dedi Efken tereddütte kalmış bir şekilde elindeki anahtarla kafesteki hödüğe bakan çocuğa.
“Gel içeri sonra da seni karım yapayım!” diye bağırdı adam alkış toplamak ister gibi ama kadınlar gülmedi, erkekler ise şekilsiz kaba kahkahalar atarak adamı desteklediler. Tabii kendilerinden oldukça üstün görünen ve tüm kadınları sarhoş eden bir erkeğin dayak yemesini izleme isteğiyle iştahlanmaları çok doğaldı.
Parmaklıklardan örülme kapı yavaşça açılırken yağlanması gerektiğini gösteren bir ses çıkardı.
Efken’in yüzünü birden vahşi, ölümcül bir gülümseme kapladı.
“Yanlış,” dedi içeri doğru bir adım atarken. “Kocan geldi.”
Her şey sanki birkaç saniye içinde gerçekleşmiş gibiydi. Kafesin kapısı kapandığı an, adam Efken’e doğru koşmaya başladı ama Efken bir adım bile geri çekilmeden, pozisyon almadan ona doğru koşan adamı beklemeye başladı. Hatta o kadar küçümseyici bakıyordu ki sanki bir iskemle isteyip üzerine oturarak adamın koşmasını beklemeye devam edecekti.
Adam iştahımı kaçıran böğürtüler çıkararak Efken’e koşarken yüreğim ağzımdaydı ama saniyeler zamanın içinde çok fazla asılı kalmadı. Efken, adamı boynundan yakaladığı an adamın hızı kesildi ve esmer kolun sahibi adamı öyle büyük bir hızla demir parmaklıklara çarptı ki, adamın neredeyse iki metre kadar havalanarak uçtuğuna yemin edebilirdim.
“Vay be,” dedi yanımdaki varlığını unuttuğum yabancı. “Gayet zinde.”
Kalabalıktan bir uğultu yükseldi. Böğüren hayvan çarptığı parmaklıklardan kayarak yere yıkıldı ama pes edecek gibi değildi. Ayağa kalkmak için parmaklıklara dokunduğunda içten içe Efken’in bir atak daha yapmasını bekliyordum ama yapmadı. Durdu ve avının ayaklanması için beklemeye başladı. Avıyla dalga geçen bir çakala benziyordu. Hatta avının etrafını sarıp sadece kahkaha sesleri çıkararak avının ölmesini bekleyen bir sırtlana bile benziyor olabilirdi.
Sırtlanları düşündüm. Avının etrafında dolaşan, avını öldürmeden, canlı canlı yiyen, ısırıklarıyla yaralayıp etrafında dönerken kahkaha atar gibi sesler çıkaran o yırtıcıları… Efken onlara benziyordu.
“Sen kimsin bu arada?” Bu soruyu sorduğu kişi bendim ama Efken adamı birden parmaklıklara yapıştırıp, adamın yüzünü arka arkaya sertçe parmaklıklara vurmaya başlamıştı. Dudaklarım dehşetle aralandı. Efken durmadan, hiç vazgeçmeden, adamın saçlarını güçlü avucuna dolamış vahşet onun için bir eğlenceymiş gibi adamın yüzünü sertçe demir parmaklıklara vurup duruyordu.
Efken’in gümüş yüzüğü, demir parmaklıklar ve adamın yüzü kanlar içindeydi.
Kan öyle çok her yerdeydi ki, damarlarımız bomboştu sanki.
Kan damlaları onun esmer yüzüne sıçramaya başladığında bile durmadı, adamın yüzünü sertçe demirlere vurmaya devam etti; tüm bunlar olurken artık gözlerinde keyif vardı. Bir tatmin duygusu…
Yabancı tekrar sordu.
“Sen kimsin?”
Oradaydı, o bir insan değildi.
Evet güzeldi ama güzelliği canavar olmasına engel değildi.
Gözlerimi kanlardan alamadım.
Fısıldadım:
“Medusa’nın Bacakları.”
🎧: Broken Iris, Unfolding Time