Ruhumda açılan kesikten Mahinev’in kanının aktığı ve Mēness’in gözlerini içimde araladığı o ilk ânı hatırlayamıyordum.
Sanki yüzyıllardır içinde olmadığım Mēness, henüz bir cenin olarak annemin karnındayken bile bendeydi, benimleydi ama Mahinev’den yıllarca uzakta hissediyordum. Mahinev, yeniden savaşmak için gelmem gereken dünyada ödünç aldığım bir beden gibiydi, bana ait olmayan bir kimlikti sanki ve ben günü geldiğinde o kimliği masanın üzerinde bırakmış, Mahinev’in hassas insan derisinin içinden çıkmış, o deri ayaklarımın üzerine bir kumaş gibi düştüğünde hiç düşünmeden kumaşın üzerinden atlayıp geçmiştim.
Belki de yıllarca kendimle olan savaşımın, kendimi bir türlü kabullenemeyişimin, kopukluklarımın, içime kapanışlarımın esas nedeniydi bu. Ödünç alınmış bir bedenin içinde olduğum için sıkışmıştı belki de ruhum.
Mahinev’den akıttığım kanı geri getiremezdim belki ama bazen ona güzel bir hayat borçlu olduğumu hissediyordum. Oysa içine bir türlü ait olamadığım o insan kızın da benim bir parçam olduğunu biliyordum. O bedenin içinde daima bir yabancı gibi hissederken bile o benim bir parçamdı.
İbrahim’in mezarlığın çaprazında kalan ormanın tam ortasında durmuş, hançeriyle çizdiği çemberde oluşan görüntü öbeğini beton gibi bir yüzle izliyordum. Başarısızlıkla sonuçlanan yirmi birinci denemesiydi. Birinde Efken’i, Mustafa Baba’nın kulübesinin olduğu yere kadar göndermeyi başarmıştı ama geri getirememişti, çember aniden kapanmıştı ve bu da bize iki saat kayıp kazandırmıştı. Efken geri döndüğünde öfke doluydu, İbrahim de Efken’i öfkelendirdiği için gergindi ve küçük bir sırtlan yavrusu gibi kuyruğunu bacaklarının arasına saklayıp denemelerine devam ediyordu.
Bu defa oluşan çemberin içindeki görüntü boş bir sokağa aitti ama sokak geldiğim dünyadan değil, bu dünyadan bir sokaktı, yine de açabildiği en uzak sarmalı açmayı başarmıştı. Gösterdiği sokak, olduğumuz konumdan beş saat uzaklıktaydı, yirmi birinci denemedeydik ve sadece beş saatlik uzaklığa ulaşabilmiştik. Üstelik içeri girdiğimiz takdirde geri dönebileceğimiz de muammaydı çünkü İbrahim, sarmalı açık tutamıyordu. Beş saat boyunca dönüş yolunda oyalanmak istemediğimizden hiçbirimiz çemberden içeri girmedik ama Efken sonunda kurtlardan birini ensesinden tutup çemberin içine savurunca, yüzümdeki betonumsu ifade parçalandı.
“Ne yapıyorsun?” diye bağırdım dehşetle.
“Deniyorum. Koşarak en geç iki saat içinde burada olur zaten.” Efken çemberden içeri baktı. Altın rengi parıltılardan oluşan sarmalın içinde bir manzara portresi gibi görünen sokaktaki kurt, etrafına baktı, ardından gözlerini çembere çevirdi ve çemberin hâlâ kapanmadığını o an anladık. İbrahim hançeri dik konuma getirdi, ardından hafif bir açıyla batıya kırdı ve çember önce titreşti, ardından altın parıltılar saçarak genişledi. Kurt formundaki Gümüş Pençe, kafasını çemberden sokup olduğumuz tarafa geçirdiğinde, Efken kollarını göğsünün üzerinde toplayıp, “Bak, gördün mü? Hiç de fena bir fikir değilmiş, yılan,” diye böbürlendi.
“Yine de onu öylece sarmalın içine savuramazsın. Özellikle de rızası olmadan,” diye söylendiğimde, Gümüş Pençe kulaklarını geriye yatırıp bana hak veriyormuş gibi komik bir ses çıkardı.
“Neler yapabileceğimi bilip yapamazsın deme bence,” diye söylendi Efken, ardından kurdu tekrar ensesinden yakalayarak sarmalın dışına çekti. “Siktir, olduğun sokakta çöp kovası mı vardı? Kötü kokuyorsun.”
Kurt alınmış gibi bir ses çıkarınca Efken kaşlarını çatarak ona baktı, İbrahim ise sırıttı ve çemberi kapatıp, “Sanırım daha iyiydim, ha?” diye sordu ümitle.
“Bir arpa boyu yol aldın, tebrik ederim,” diye aşağıladı Efken onu.
İbrahim yüzü düşerken, “Bu aşkın yavaşça sonuna geliyoruz,” diye söylendi. “Aramızdaki duyguları da tıpkı benim duygularımı incittiğin gibi incitip duruyorsun, ahraz adam.”
“Kes o sesini de sarmal aç hadi,” dedi Efken çenesiyle hançerini işaret ederek. “Kaybedecek vaktimiz yok.”
İbrahim yeni bir sarmal açabilmek için hançerini kaldırdığı esnada bitap düştüğünü fark etmeme neden olan şey, elinin titrediğini görmüş olmamdı. Derin bir nefes alarak, “İbrahim,” dediğimde omzunun üstünden bana baktı. “Biraz dinlenmelisin.”
Efken’in bakışlarının bana döndüğünü hissettim ama o bakışlara aldırış etmeden, “Sonuçta benim sürümdensin ve senin için kuralları ben koyarım,” dedim üstüne basa basa. İbrahim dilinin ucunda biriken reddedişleri yuttu, başını aşağı yukarı sallarken aslında devam etmek istediğini görebiliyordum ama gerçekten yorulmuştu. Saatlerdir tüm enerjisini, dikkatini bu işe veriyordu ve her başarısızlıkla sonuçlanan denemeden sonra ruhsal olarak biraz daha darbe aldığından yıkıma yakın görünüyordu. Kendisini yetersiz hissetmesini istemiyordum.
Efken öfkeyle, “Devam etmeli!” diye bağırınca, ona doğru dönüp gözlerinin içine baktım. Tek çaresinin bu olduğunu ben de biliyordum ama gösterdiği tepki insani değildi. Kaşlarımın ortasındaki çukura bakarken dişlerini gıcırdattı. “Vaktimiz olduğunu falan mı sanıyorsun? Herkes kendine düşeni yapmalı.”
İbrahim, Efken’in söylediği şeye hak veriyormuş gibi başını sallayınca, “Benim kurallarım!” dedim İbrahim’e sertçe, ardından bakışlarımı Efken’e çevirdim. “Ne kadar istediğini biliyorum, bir an önce her şey sonlansın istiyorsun, bunu da biliyorum ama İbrahim elinden geleni yapıyor. Tıpkı diğer herkes gibi.”
“Vaktimiz yok ve dışarıda insanlar ölüyor. Masum insanlar,” dedi üstüne basa basa. “Ölmeyi hak eden orospu çocukları değil.”
“Bundan memnun muyum sanıyorsun?” Öfkeyle bağırdığım için işlerin daha da kızışacağını biliyordum. Efken siyah pantolonunda asılı duran kar tanelerini büyük avuçlarıyla silkeleyerek bakışlarını başka yöne çevirdi, beklediğim tepkiyi göremediğim için afalladım. Az önce burnundan soluyorken şimdi yükselen sesim onda yaprak kıpırdatmıyor muydu yani? Bir an bu durumu algılayamadığımdan ona bakakaldım.
Bu tutarsızlığın sebebi, birden parlayıp birden sönmesi Nemesis ile mi yoksa annesiyle mi ilgiliydi bunu bir türlü anlayamadım.
İbrahim, köknarların arasında ilerleyip kalın gövdeli bir ağacın önünde yere çökerek hançerini kabzasının içine soktu. Etrafımızdaki beş farklı boyut ve renkteki Gümüş Pençe de koruluğun içinde koşuşturup, muhtemelen ormanı denetlemek için gezintiye çıktılar. İbrahim, başını ağacın gövdesine bastırıp çenesini havaya dikerken gözlerini yumdu ve “Bunun bu kadar yorucu olacağını düşünmemiştim,” diye hayıflandı.
Gözlerimi bir kez daha Efken’e çevirdim. Kalçasını karların içinde siyah bir büyü gibi görünen cipe yaslamış, pantolonunun cebinden çıkardığı gümüş sigara tabakasından bir sigara çekip çıkarıyordu. Sigarayı dudaklarının arasına dengeledikten sonra zipposunun ucundan fırlayan alevle sigarayı tutuşturdu ve bakışları beyaz ışıltılı karların üzerinden kayarak bana dokundu. Gözleri karların ışıltısını bile geride bırakacak kadar parlak ve dikkat çekiciydi. Kalın tabanlı botlarımın altındaki karı çiğneyerek Efken’e doğru yürümeye başladığımda hâlâ o dikkatle mühürlenmiş gözlerinin hapsindeydim.
Sigarayı tam dudaklarına yerleştirmişti ki karşısında durup çatık kaşlarla yüzüne dik dik baktım. Sigaranın ucundaki alev, turuncu bir top şeklinde parladı. Kayıtsız bakışlarını indirip ona sorgulayıcı bir şekilde bakan gözlerimi izlerken tek kelime etmeyeceğinden neredeyse emin olmuştum.
“İbrahim’e kendisini yetersiz hissettiriyorsun,” diye yem attım ortaya, tepkilerinin birdenbire harlanıp durulması garip geliyordu ve nedenini anlayana kadar onun üzerine gitmem gerekecekse eğer, bunu yapacaktım.
Kısık ve dikkatli bakan ama duygulardan da arınmış gibi görünen gözlerini gözlerimden çekmeden, “Böyle bir şey yapmadım,” dedi, sesi alçaktı ama kelimelerindeki sertliği hissettim. Sigarayı bir defa daha dudaklarına götürdü, yanaklarının içeri çökmesine neden olacak bir nefesi içine çektiğinde ciğerlerini dolduran zehrin yerinde olabilmeyi dilemek korkutucu geldi. Bakışlarımı farklı bir yöne çevirerek bu anlamsız romantik düşünceden uzaklaşmayı denediğimde, diğer elini kaldırıp çeneme koyarak kafamı ona doğru çevirmemi sağladı. Gözlerimiz buluştuğunda aklımdan geçen her şeyi biliyormuş gibi dikkatle beni izlemeye başlamıştı.
Dudaklarının arkasında biriken dumanı usulca yüzüme üflediğinde, derimin altında can çekişir gibi ilerleyen nabzımın şahlandığını hissettim. Gözlerimizin arasında uçuşan duman kaybolana dek gözlerini kırpmadı, gözünü tek bir anlığına kırpıp açtığındaysa kirpiklerine kadar bulaşan yoğun anlamların altında ezildiğimi hissettim.
“Açık konuşmak gerekirse, Medusa,” derken bakışları dudaklarıma yöneldi, dudaklarımda çok kısa oyalanıp tekrar gözlerime taşındı. “Karşıma geçip meydan okumazdım çünkü topluluk içinde erekte olmak benim için sorun değil ama eminim seni kıskançlıktan deliye döndürürdü.”
“Hadi oradan gerzek sen de!” diye homurdanarak bakışlarımı farklı bir yöne çevirmeyi denedim ama parmakları hâlâ çenemde olduğundan tutuşunun baskısını hissettiğim an bunun imkânsız olacağını biliyordum. Yine de denemiştim ve sonuç başarısızdı, bakışlarımı ondan koparmama izin vermedi.
“Belki de bana ne kadar gerzek olduğumu söylerken sesinin bağırmaktan kısılacağı bir kulübe bulmalıyız,” diye mırıldandı, sesindeki anlamlar rüzgâr olup etrafımı sararak tutkunun, ruhumu köklerinden zorlamasına neden oldu.
“Vaktimiz yok diyorsun ama her türlü edepsizliğe vakit yaratıyorsun.”
“Bunlar çok keyif alacağın edepsizlikler ama,” dedi imalı bakışları bedenimde gezinirken.
Koruluğun derinliklerinden gelen rüzgâr, içinde henüz kulağa çalınmamış bir çığlığı taşıyordu. Efken ile aynı anda birbirine saplanan gözlerimizde sorgu belirdiğinde, çığlık o sorguya tutundu ve ikimiz de aynı anda olduğumuz yerde sıçrayarak koruluğa doğru döndük.
Karlı ormanın derinliklerine doğru hızla koşmaya başladık. İnce dalların üzerine düşen çiğ damlaları ve oluşan buz sarkıtları, ormanı süsleyen aksesuarlar gibiydi ama çığlığın hemen ardından ormanda bir ölüm sessizliği hüküm sürmeye başlamıştı.
Rüzgârın ürkütücü sesi, ağaçların arasından süzülüp yankılar uyandırarak doğanın öfkesini kusmaya başladığında biraz daha hızlandım. Efken neredeyse dönüşecekti ama sonra birdenbire durdu. Elini öne koyup karnıma yaslayarak beni de durdurduğunda, “O çığlık Sezgi’ye aitti!” dedim dehşetle. Gümüş Pençeler kürklü hayaletler gibi etrafımızdan atlayarak geçip koruluğun derinliklerinde kaybolarak sesin geldiği yöne gittiler.
Efken, “Oradalar,” diyerek korulukta bir noktaya tüm dikkatini vererek bakmaya başladılar. “Yalnız değiller.”
“Yalnız değiller mi?”
“Cadılar burada,” dedi Efken, ardından sert adımları karların içine düşmeye başladı ve ben de onun peşine düştüm. Artık koşmuyordu, bir yanım koşmak istese de ona ayak uydurup ben de sakince yürüdüm.
İki ulu ağacın arasından meydana ulaştığımızda Efken’in haklılığı damarlarımı çekiştirdi. Sezgi, iki cadının ortasında esir düşmüş durumdaydı. Kızıl, dalgalı saçları yüzünün belli bir kısmını içine alıyor, üzerindeki yeşil elbisenin kumaşı karlarda sürünüyordu ve her ne kadar kendini kurtarmaya çalışsa da cadılar onun hareket etmesine izin vermiyordu. Ulaş ve Ceyhun’un da Sezgi’nin çaprazında olduklarını, iki iri cadı tarafından esir alındıklarını gördüm. Gümüş Pençeler, cadıları çember içine alıp hırlıyorlardı ama cadıların umurunda bile değildi, kurtları tehdit olarak gördükleri söylenemezdi.
Duruşum keskinleşti, bacaklarım hafif bir açıyla aralanırken avucumun içinde ateşin dolaşmaya başladığını hissettim. Cadılardan kahverengi tenli, dudağından başlayarak çenesine dek inen, çiğ beyazlıkta, kalın ve uzun bir yara izi olanın boyu hemen hemen iki metre vardı. Kıvırcık saçları gümüş rengindeydi ve çenesinin altına dek iniyordu, aynı zamanda gözlerinin de rengi beyaza yakın bir gümüştü. Ceyhun, sevdiği kadın ellerinde olduğundan zapt edilmesi güç bir insan olduğundan iri olanı ona devretmişlerdi. Ceyhun’u sıkıca kavrarken beyaz gözlerini bana dikmişti ve bu durum, yanımdaki insan suretli koca kurdun hiç de hoşuna gitmemişti.
Sezgi’yi tutan iki cadı kadındı, birinin Sezgi gibi kızıl ama onunkinin aksine jilet gibi düz saçları vardı. Bir diğer cadının saçları ise beyazdı ama yaşının çok genç olduğunu, hatta Sezgi’den bile küçük olduğunu görebiliyordum. Cadıların alınlarında ters hac sembolü vardı, inançsız ve başıboşlardı. O hâlde neden buradaydılar?
“Göz kamaştıran bir güneş kadar güzel olduğunu duymuştum,” dedi Ceyhun’u tutan dev cadı. Efken’in bakışları otomatik olarak ona çevrildi. “Ama ne yazık ki Mavi Yaka’da güneşe pek rastlanmadığından, güneş çoğu insan tarafından yabancı bir cisimdir ve sevilmez, tanrıça.”
“Onunla konuşmayı kessen iyi edersin koca oğlan,” dedi Efken bakışlarını cadıdan çekmeden.
“Sezgi’yi derhâl bırakıyorsunuz,” derken kendimden emindim. Ceyhun çırpınıp birkaç küfür savurdu ama onu tutan koca herif aldırış etmedi, Ceyhun’un çırpınışlarından bir nebze olsun etkilenmiyordu.
Sezgi, “Oyun oynamak için yanlış topluluğu seçtiğinizin farkında mısınız?” diye sorarken dişlerini sıkıyordu. “Üstelik ben sizin atalarınızdanım, bu bizi doğrudan bağlı ve akraba yapar!”
“Sen akrabalarına ihanet etmiş bir cadısın, yeni yetme!” diye bağırdı onu tutan beyaz saçlı, gümüş tunik ve gümüş rengi kürk giyen kadın. “Siz kardeşlerimizi öldürdünüz. Onların üzerine tufan olup yağdınız ama bizi hesaba katmadınız! Kanı kan temizler.”
Efken hâlâ iri kıyıma bakıyorken, “Kanı kan mı temizler?” diye sordu. “Kan bile dökmedim, onları taşa çevirdim ve kum olup aktılar.” Gözlerini beyaz saçlı cadıya çevirdi. “Benden kum akıtamayacağınıza göre, sizin de niyetiniz kardeşleriniz gibi kuma dönmek olsa gerek.”
“Bir avuç cadı toplanmış bize mi meydan okuyorsunuz?” diye soran İbrahim’di, hemen çaprazımda pozisyonunu almıştı ve yüzünde her an ölümcül kahkahalarını ortama silah olarak bırakacağını belli eden aşağılayıcı bir gülümseme vardı.
“Elimde sizden ve hamile biri varken bu kadar büyük konuşmazdım, seni küçük sürüsüz sırtlan,” diye tısladı kadın, İbrahim burnundan sert bir nefes verse de yüzünde hâlâ aşağılayıcı bir tebessüm taşıyordu.
“Sürüsüz mü?” İşte şimdi konuşma sırası bendeydi. Ceyhun küfürler savurmaya devam etse de duymazdan gelindi, tüm dikkatler bana çevrilmiş durumdaydı. “Beynini patlatacak oktavda kahkahalar atıp sizi çok rahat delirtecek, sizi birbirinize öldürtebilecek kadar aklınızla oyun oynayabilecek o sırtlan, benim sürümden. Dudaklarımı oynatırım ve sonra bize saldırmak için geldiğiniz bu meydan yerinde birbirinizin kanında boğulursunuz.”
Cadı, gözlerini kısarak İbrahim’e, sonra da bana baktı. Sırtlanın küçük kıkırtısı duyuldu, zayıftı ama cadıların kasılmalarına neden olmuştu. İki cadının birbirine baktıklarını göz ucuyla da olsa gördüm.
“İntikam almak için bir nedeniniz bile yok,” dedi Sezgi. “Siz topluluğun mensupları değilsiniz, başıboşlarsınız, inançsızsınız!” Sezgi saçlarını geriye doğru itmeye çalışarak kafasını salladı ama kadın onu daha sıkı kavrayıp tuttu. “Buraya sadece kim olduğumuzu anlamak için geldiniz! Başka bir halt istediğiniz yok sizin!”
Beyaz saçlı dişi cadı, Sezgi’yi saçlarından kavrayınca Sezgi hırıltılı bir nefes vererek acıyla inledi. Ceyhun, “Bırak onu fahişe!” diye bağırdığında, cadı ona küçümseyen gözlerle baktı ve dudaklarını öne uzatıp yavaşça araladı; dudağından çıkan sisin bir kırbaç şeklini aldığını gördüm. Çok geçmeden o kırbaç havada hızla ilerleyip şakıyarak Ceyhun’un vücuduna vurdu. Ceyhun acıyla bağırdığında Efken, “Bu kadar yeter,” diyerek avuç içlerini yere doğrultup, parmaklarını yukarı doğru bükebildiği kadar büktü ve sismik enerji akımının karları yerinden oynatmaya başladığını gördüm. “Sizden bin tanesini tek darbede öldürmüş birinin karşısında çok pervasız davranıyorsunuz.”
Yıldırımlar avucunun içinden cızırtı şeklinde karlara vurup karların havalanmasına ve onun bedenini içine alan bir girdap oluşturmaya başlamasına neden oldu. Cadıların gözlerindeki merakı gördüm, korku da orada bir yerdeydi ama daha çok karşılarındaki adamın neler yapabildiğini görmek istiyor gibiydiler.
Gümüş Pençeler saldırıya hazırdı ama Sezgi’nin cadıların elinde olması onları da durduruyordu. Bir adım geri çekilip avucumun içindeki ateşin bileklerime doğru ilerlemesini bekledim. Saniyeler sonra parmaklarımdan yükselen gerçek bir ateş, bileklerime dek uzanıyor, dirseğime değiyordu ve cadılar, alevlerden oluşan ellerimi gördüklerinde Sezgi’yi daha sıkı kavradılar.
“Alevler ve yıldırımlar, öyle mi?” Beyaz saçlı cadı başını omzuna yatırıp ellerimize baktı. “Oldukça uyumlu bir çift, ha?”
Gözlerim kısa bir an için cadıların arkasında hızla hareket eden gölgeye kaydı. Çok hızlıydı, şekli belli olmayacak kadar hızlı hareket ediyordu ama Sezgi’yi tutan cadının hemen arkasında durduğunda şekli belirginleşti ve bu hızın sahibinin kardeşim olduğunu anladım.
Miraç başını aşağı yukarı salladığı anda ben de başımı hafifçe aşağıya indirdim ve bununla beraber, “Ne kadar uyumluyuz, tahmin dahi edemezsin,” diyerek alev saçan elimi uzatıp Efken’in şimşekler çaktıran eline dokundum, el ele tutuşmamızla beraber yıldırımlar ve alevler birbirlerinin etrafında dönmeye, kızıl ile mavi bir sarmal oluşturmaya başladılar. Tam o anda Miraç, cadıya bir çelme taktı ve cadı anlık olarak Sezgi’yi bırakarak öne doğru gittiğinde gözleri dehşetle açıldı; çünkü Efken ile birbirine karışan gücümüz havada döne döne bir ok gibi ona doğru ilerliyordu.
“Seni lanet bücür!” diye bağıran diğer dişi cadı, Miraç’a hamle yapacakken Miraç yeniden hızla hareket etti ve bedeni hızının etkisiyle âdeta gölgeye dönüşüp, seçilemez duruma geldi.
Efken ile oluşturduğumuz alev ve yıldırım sarmalı şiddetle cadıya çarptı, cadıyı yüz metre kadar ileriye itip yirmi metre kadar havaya sıçrattı ama onun peşini bırakmadı. Yere düştüğü anda onu sararak içine alıp havaya kaldırdı ve cadıyı arka arkaya kaldırıp indirerek karların içine gömüp çıkarmaya başladı. Cadı çığlıklar attı, büyülerini kullanmayı denedi ama nafileydi; müthiş çığlıklarla beraber kadim güce acısını armağan etti.
Dev gibi görünen erkek cadı, elinde tuttuğu küçük parşömen kağıdını karların içine diktiği anda yerde bir sarsıntı yarattı. Sezgi, Miraç’a atak yapan dişi cadıyı saçlarından kavrayıp parmaklarını alnına yasladığında bir alev sesi yükseldi ve cadının alnındaki ters hac işareti, Sezgi’nin uzun parmaklarının batmasıyla beraber alevler çıkarmaya başladı. Cadı dehşetle çığlıklar atıyor, diğer cadının yere sapladığı muska yüzünden yer hızla sarsılıyordu. Gümüş Pençelerden biri cadının üzerine atlayarak onu yere devirse de yere sapladığı parşömene yazılı muska hâlâ zemine saplı olduğundan sarsıntılar geçmemişti. Diğer Gümüş Pençeler de neler olduğunu algılamaya çalışan cadılara saldırdılar. Ulaş, yere düşen arbaletini almaya çalışırken sarsıntı çoğaldığından bunu yapamadı, yere yüzüstü düştü ve üzerindeki Gümüş Pençe’den kurtulan irikıyım Ulaş’a doğru atak yaptı. Tam o sırada İbrahim kahkahalar atarak başımızın üzerinden atlayıp Ulaş’ın önünde kayarak durdu ve dört ayağının üzerinde, bir sırtlanın formu içindeyken gözlerini doğrudan irikıyıma dikerek kıkırdamaya, ardından onun aklını yitirmesine neden olacak kahkahalar atmaya başladı.
Efken gözlerini bana çevirirken hâlâ el eleydik. “Bu da ne?” diye sordu, avuçlarımız birleşmiş hâldeyken havada dik bir şekilde ilerleyen yıldırım ve alevler, iki farklı renkte yılan gibi birbirlerine dolanarak hareket ediyorlardı.
“Bilmiyorum,” dedim, “sadece bunu yapabildiğimizi biliyor gibiydim.”
“Gücüm doğrudan öldürmeliydi,” diye fısıldadı Efken, ardından ellerimize baktı, “ama birbirlerine karıştığında, daha hükmedilebilir hâle geldi.”
“Nigin’in olduğumu çabuk unuttun,” diyerek bakışlarımı düşmana çevirdim. “Bence bu kadar ehlileştirdiğin yeter, Karaduman.” Ceyhun’u boğazından kavrayan cadıya baktım. “Yok et onu.” Elimi elinden çekmemle, yıldırım tek başına hızlandı, dik bir ışın kılıcı gibi ilerleyip önce sardığı dişi cadıyı ortadan ikiye yarıp geçti, ardından sola kırarak hızla Ceyhun’u alıkoyan cadının sırtına ilerledi.
Ceyhun’u tutan eller taşa döndü, Ceyhun’un önünde duran vücut ikiye yarıldı ve tıpkı elleri gibi taş şeklini aldı; gözlerim diğer cadıya döndüğünde onun çoktan ölü bir heykele dönüşmüş olduğunu gördüm.
İbrahim’in aklıyla oynadığı iri cadı, başını ellerinin arasına almış, çığlık atmaya başlamıştı ve geriye kalan iki cadı hareketsiz, donmuş bir hâlde Efken’e bakıyorlardı. Çünkü bu gücün sadece bir söylentiden ibaret olmadığını görmüşlerdi. Sezgi, parmaklarını diğer cadının alnından çıkarırken, “Hamile bir cadıya el sürdüğün için gebermeyi hak ediyorsun ama sana senin gibi karşılık vermeyeceğim!” diye bağırdı. Cadı dizlerinin üzerine düştüğünde alnından akan kan damlaları hızla kar tanelerinin içine damlamaya başlamış, Efken’in iki cadıyı tek seferde taşa döndürerek yok eden gücü, son olarak yere saplı duran parşömene yazılı muskaya vurarak o muskayı küle çevirmiş ve sarsıntıyı sona erdirmişti.
“İbrahim, kahkaha atmayı kes,” dedi Efken ama İbrahim onu dinlemedi, karşısında aklını yitirecek gibi başını sıkan cadıya bakarak kahkahalar atmaya devam etti. Efken, ağır adımlarla İbrahim’e yaklaştı, avucunu İbrahim’in sırtlan formunun başına bastırıp sırtlanın kulaklarını geriye yatırarak okşadığında, İbrahim birdenbire kahkahayı kesip gözlerini kaldırarak Efken’e baktı ve birkaç saniye sonra sevimsiz kuyruğu sallanmaya başladı. Efken tehlikeli bir sesle, “Aferin sana,” dedi ve bakışlarını dizlerinin üzerine çökmüş irikıyım cadıya indirdi. Yavaşça eğilirken avucu hâlâ sırtlanın başındaydı, sırtlanın başını son kez okşadıktan sonra yüzüne daha önce görmediğim kadar sinsi bir tebessüm eklendi. Daha sonra beklemediğim bir anda cadıyı yakalarından tutarak kendine çekip, “Amma dar götlüsün, kahkaha atmayı bıraktı işte,” diye fısıldadı tehlikeli bir sesle ve yine o tehditkâr, ölümcül gülümseme dudaklarındaydı.
Cadının burnundan kan gelmeye başladı ama görüş açısı kazanmış olacak ki irkilerek kafasını kaldırıp Efken’e dehşetle baktı.
“Yanılıyorsam düzelt lütfen,” dedi Efken kibar bir sesle ama o sesin köklerinin ölüme bağlı olduğunu biliyordum. “Az önce benim kadınımın güzelliğinden bahsedip o sikilesi gözlerini ona mı dikmiştin sen?”
Cadı, cevap veremedi. Sadece Efken’e bakıyor, burnundan sicimle kan akıyordu. Efken yakasındaki ellerini geri çekti ama bu defa cadıyı saçlarından kavrayıp, “Sana bir şey sorduğumda cevap vermezsen kaba biri olurum, kibar kibar konuşuyoruz şurada,” diye tısladı. “Bu gözlerle mi baktın ona?”
“Efken,” diyerek bir adım attım ama daha sonra durdum, etrafında yeniden yıldırımların sismik hareketleri baş göstermişti. İbrahim birkaç adım gerileyerek şaşkınlıkla Efken’e bakarken, Efken birdenbire cadıya sertçe kafa attı. Bir kemiğin kırılma sesinin hemen ardından boynunu çıtlattı ve bir kafa daha atacaktı ki cadı, “Bağışla,” dedi aceleyle çünkü sonunun ölüm olacağını biliyordu. “Bağ-bağışla.”
“Ah, üzgün müsün?” Efken durup başını sağ omzuna yatırdığında, cadı hızlıca başını sallayıp, “Çok,” dedi.
“Oldukça pişman olmalısın, öyle değil mi?”
“Çok,” dedi cadı. “Seni hafife aldığımı düşünme sakın. Sen en güçlüsün.” Hızlıca konuşuyordu. “Sen yücesin.”
“Hım, başka neyim?”
“Bağışlayıcı olabilirsin, yüce gücünü bağışlamak için kullanabilirsin,” dedi cadı hızlıca ve bu Efken’in birdenbire dişlerini gösterip, son derece korkutucu ama bir o kadar da güzel görünen bir sırıtışla cadıya bakmasına neden oldu.
“Adın ne?”
“Malachite,” dedi cadı hızla.
Efken sol elini kaldırmaya başladığında bunun ne anlama geldiğini biliyordum. Karşı koymak istedim ama Sezgi’nin hamile olmasına aldırış etmeden onu esir alıp hırpaladıklarını hatırlayınca birdenbire vazgeçtim ve sadece izlemeye karar verdim.
“Malachite,” diyerek söze girdiğinde Efken, sol eli cadının yüzünde dolaşmaya başlamıştı. “Ne yazık ki konu değerli tanrıçam olduğunda, ben hiç bağışlayıcı bir yaratık değilim.” Cümlesini tamamlamasıyla birlikte işaret ve serçe parmaklarını sertçe Malachite’ın gözlerinin içine batırdı; acı çığlıklara şimşeklerin parlaklığı katıldı ve Efken parmaklarını göz çukurlarından çektiğinde, orada bir çift göz değil, bir çift taş vardı.
Malachite acıyla haykırıp ellerini yüzüne götürdü ve “Gözlerim!” diye feryat etti.
İrkildiğimi hissettim, bileğime dek uzanan ateşin çatırtısını duyuyordum, güç her hücremde dolaşıyordu ama ben hâlâ onun yaptığı tek bir şeye ürperebiliyordum. Malachite yerde yan yatmış bir şekilde acıyla haykırırken gözlerimi diğer cadılara çevirdim ve “Sonunuz onlar gibi olsun mu istiyorsunuz?” diye sordum son derece ciddi bir sesle. “Eğer istiyorsanız onu durdurmam.”
Cadılardan kısa boylu olan, alnı kanayan cadıya yaklaşıp, “Bu daha önce görülmüş bir şey değil,” diye fısıldadı. “O adam bilindik ırklardan değil.”
“O bir Alfa,” dedim sertçe.
Cadı bakışlarını bana çevirip, “Sana neden inanalım?” diye sordu. “Bir Alfa’nın bu kadar farklı güçlere sahip olmasının imkânı yok.”
“Ölmek üzere olan sizsiniz, sizi kandırınca elime ne geçecek benim? İnanma ve içinde şüpheyle öl o zaman,” dedim avucumdaki alevi harlandırarak. Cadının bakışları bileğimden dirseğime dek uzanan aleve kaydı, ardından gözlerimin içine tereddütle baktı.
Az ileride bize doğru gelmeye başlayan birinin varlığı, tüm dikkatleri anlık dağıtmıştı. Kan, toz ve kum kokusu soğuğun kokusuna karışarak genzimi yakarken bakışlarımı gelen kişiye çevirdim. Büyük, ahşap asasını karların içine batırarak asasından güç alıyor, karların içinde tıpkı asası gibi batıp çıkarak ilerliyordu. Gözlerini dahi seçebileceğim yakınlığa geldiğinde avucumda yanan ateş geri çekilerek damarlarımın içine sindi.
Son derece yaşlı, ak başlı dişi bir cadı, savaş meydanına vardığında asasını yere vurarak, “Size bunu yapmamanızı söylemiştim!” diye bağırdı sağ kalan cadılara. İki beyaz saç örgüsü neredeyse kalçalarına kadar uzanıyordu, gözlerini bana çevirdiğinde alnında siyah bir sembol olduğunu gördüm ama sembolün ne anlama geldiğini bilmiyordum. İki çizginin ortasında bir daire yer alıyor, çizgiler dairenin içinden geçiyordu. Kadın benim önümde diz çökmek gücüne gidiyormuş gibi yüzünü buruşturarak reverans yaptıktan sonra, “Başıboşların hadsizce yaklaşımından ötürü özürlerimi kabul edin, Majesteleri,” dedi. “Savaşın ardından kalan sağlarımızı da yitirmek istemiyoruz, lütfen onları bağışlayın.”
“Sizden birine saldırdılar,” dedim sertçe. “Hem de hamile bir cadıya.”
Kadın irkilerek bakışlarını sağ kalanlara çevirdi, gözlerinde dolaşan öfkenin harelerinde ateş gibi yandığını gördüm. “Ne yaptınız?” diye sordu dehşet içinde. “Bunu gerçekten yaptınız mı?”
“Görünen o ki sözüme inanmıyorsunuz,” dedim kaşlarımı kaldırarak ama cadı benden tarafa bakmadı.
“O bizden değil,” dedi alnı kanayan cadı, ardından düşmanca bakışlarını Sezgi’ye çevirdi. Sezgi, Ceyhun’un kollarının arasındaydı, yorgun görünüyordu ama öfke yüklü sedefli yeşil gözleri hâlâ onu tutsak eden cadıdaydı. “O bize ihanet etti! Onlarla savaştı ve bizden olanların kıyımına göz yumdu!”
“Yasaları çiğneyip savaşmayı seçenler mi bizdendi?” diye bağırdı yaşlı cadı. “Az kalsın tüm geri kalanları da kendileriyle birlikte mezara sokacaklardı! Az daha tüm soyumuz kuruyacaktı! Asıl ihanet eden, savaş olmayacak dendiği hâlde katedrali terk edip savaş için birleşenlerdir!”
Suspus olup birbirlerine baktılar. Yaşlı cadı, bakışlarını Efken’e çevirdi, ardından gözleri yerde debelenip duran iri cadıya kaydı ve “Kadim kitaplar korusun,” dedi dehşet içinde. “Onun gözlerine ne oldu?”
“Göz dikmemesi gereken şeylere göz dikti ve şimdi de sonucuna katlanıyor,” dedi Efken buzdan bir sesle. “Şimdi onları alıp götürecek misin yoksa her birini tek yumruğumla dağıtacağım birer heykele mi dönüştüreyim?”
“Durmalısın!” dedi bilgeliğini hissettiren yaşlı cadı. “Bu enerjinin büyüklüğü seni de çevrendekileri de mahvedecek ve yanında ziyan olan bizler olacağız.” Cadının söylediği şey bir an için duraksamama neden olsa da Efken onun söylediklerine aldırış etmedi. “Böylesine büyük, emsalsiz, eşine rastlanmamış bir gücün emin olmalısın ki yayacağı enerji de kendisi gibi emsalsiz ve eşine rastlanmamış olacaktır. Beni buraya getiren bunların yokluğunu fark etmem değil, bu enerjinin varlığını hissetmemdi. Benim gibi yaşlı bir cadının bile damarlarını kavuran bu enerji, sanıyor musun ki enerji açlığıyla kavrulan karanlıkların kapılarını ateşe vermeyecek?”
Bakışlarımı Efken’e çevirdim, yaşlı kadına kayıtsızca bakıyor, söylediklerini bir nebze olsun dikkate almıyordu.
“Enerjin tüm karanlığı uyandıracak, tüm türlerin dikkatini size çevirecek ve sizle bu denli iletişime geçtiğimiz için bize de yansıyacak!” Cadı onu ikna etmek istiyormuş gibi Efken’e doğru bir adım attı. “Bu gücü olabildiğince az kullan, evlat. Çünkü bu gücün yaydığı enerji karanlığın tüm kapılarını açacak. Sen belki kendi adına korkmuyorsundur ama kim bilir, belki de adına korkacağın başkaları vardır.”
Efken’in kadına saplı duran bakışlarında farklı bir anlam gördüm, az önce taştan farksız bakan gözlerinin içinde volkanlar patladı ama alevler kirpiklerine bulaşamadı.
Malachite, “Yardım edin,” diye mırıldanarak olduğu yerde cenin pozisyonu alınca yaşlı cadı ağır adımlarla ona yaklaşıp, “Malac,” dedi ismini kısaltarak. “Sana katedrale gelmeni, ayinlere katılmanı, muskaları kötülük değil iyilik adına yazmanı ve inancı kalbinde yaşamanı söylemiştim, çocuğum.” Başını iki yana salladı. “Başına gelecekleri bile bile kendini maceraya atıp durmanın bedelini böyle mi ödemeliydin?”
“Lütfen, Lela,” dedi Malachite. “Göremiyorum, göremiyorum…”
“Uzun zamandır zaten göremiyordun,” dedi adının Lela olduğunu öğrendiğim yaşlı cadı, ardından doğrulup asasını karlara batırdı. “Lütfen bu gücü daha az kullan, Lord. Yoksa felaketlerden burnunuzu çıkaramayacaksınız.” Başını eğip bir süre düşündü ve sonra, “Bugün burada yaşananlar adına, her ne kadar bizden olmayıp başıboş, serkeş bir hayat yaşamayı tercih etseler ve klanlarımızda kayıtlı olmasalar da birer cadı oldukları, soyumdan oldukları için sizlerden özür diliyor, affınıza sığınıyorum,” dedi. “Lütfen iyi geçinelim.”
Efken, cevap vermedi. Efken’in sessizliği beni de ele geçirmişti. Gümüş Pençelerin hırıltıları ormanın derinliklerine yankılar hâlinde dağılırken Lela, cadıları toparladı ve geride kalan parçalanmış, içinden kum akan heykelden cesetlere iç çekerek baktı. Üzgün hissediyor olmalıydı ama öte yandan savaşı daha da çirkin bir boyuta atlamadan, yeniden tüm cadılar hedef olmadan sona erdirdiğinden huzurlu bir yanı da vardı. Malachite’ın kolunun altına giren iki cadı onu taşımaya başladı. Malachite artık sadece acıyla inliyor, ayakları yerde sürüklenirken hiçbir şeye karşı koymuyordu. Lela, uzaklaşan cadılara baktıktan sonra gözlerini bana değdirdi.
“Gümüş Pençe ölümleriyle uzaktan yakından ilgimiz olmadığına emin olabilirsiniz, Majesteleri,” dedi, bu söylediği şey bir cevap niteliğinde ve dürüstlüğünü hissettirmiş olsa da sadece durup Lela’nın gözlerine sorguyla baktım. “İnanın bana, başkaldıranlardan birilerinin yaptığını düşünüyorsanız eğer, ölümler konsey tarafından yakından izleniyor ve cinayet biçimi bir cadının işleyeceği türden değil. Yaşanan kaosun nedeni olmadığımızdan emin olabilirsiniz.”
“Sana inanmak istiyorum,” dedim tekdüze bir sesle.
“Dürüst olduğumu eşsiz kalbinizle hissettiğinizi biliyorum,” dedi Lela, ardından bakışlarını Efken’e çevirdi ve “Bana öyle geliyor ki Gümüş Pençe ölümlerinin patlak vermesinin esas nedenlerinden birisi açığa çıkan enerjinin keşfedilmiş olması,” diye mırıldandı. “İş birliği içinde olacağımızdan şüpheniz olmasın fakat karanlıkların kapısını açmaya devam ederseniz, korkarım soyumuzu tehdit altında bırakmamak adına geri çekileceğiz ve bizsiz devam edeceksiniz.”
Efken, “İhtiyacımız varmış gibi,” dedi alayla ama Lela onun söylediğine kulak asmadı. Bunun yerine gözlerini Sezgi’ye çevirdi, önce Sezgi’nin karnına, ardından yeşil gözlerine baktı ve “Böyle olsun istemezdim, Kızıl Cadı,” dedi üzgün bir sesle. “Seni aramızda görmekten onur duyardım fakat sen yolunu seçmişsin. Bugün adına senden ve değerli melez bebeğinden de özür diliyorum.”
Sezgi cevap vermeden sadece Lela’nın gözlerinin içine baktı.
Lela cevap alamayacağının farkına vardığında, “Umarım yüce yaratıcılarımız tarafından korunursunuz,” diyerek ağır adımlarla bizden uzaklaşmaya başladı.
Efken keskin bir çeneyle, “Sanki size ihtiyacım varmış gibi,” diye homurdandı cadıların arkasından bakarken. Kibrin yeniden bedenini sarmaya başladığını düşünmeden edemedim, gözlerimi ona çevirdiğimde uçurum mavisi gözlerinin yerinde şimşeklerin beyazlığını, gümüş yansımalarını gördüm. Nemesis hâlâ buralarda bir yerdeydi.
❄️
Ceyhun, elindeki bira bardağını sertçe ahşap bankonun üzerine vurup, “Ve tüm bunlar olurken elimden hiçbir şey gelmedi!” dedi öfkeyle sesini yükselterek. Yarım saattir ormana yakın bir barda oturuyorduk, İbrahim’e giymesi için bir pantolon bulmak için bu tarafa geldikten sonra dinlenmek adına bu bardan içeri girmiştik ve duvarlara vuran turuncu ışığa eşlik eden caz müzik beynimi tırmalıyormuş gibi hissettiriyordu. Efken viski bardağını dudaklarına götürürken sessizce bankonun arkasında kalan kristal duvarı izliyordu. Kristal duvara düşen yansımasına baktığımda, gözlerinin benim yansımamda olduğunu fark ettim.
İbrahim kabzanın içindeki hançeri bankonun üzerine koyup bira bardağını önüne çektikten sonra omzunun üstünden arkasına baktı, Sezgi az ileride, duvar kenarındaki deri koltuklardan birinde oturmuş meyve suyunu yudumluyordu.
“Yerinde olsam gidip onunla ilgilenirdim,” dedi İbrahim. “Çünkü sarsılmış görünüyor ve burada durup dövünmek, bir şey yapamadım diye kafa sikmek bir şeyleri değiştirmeyecek. Yapman gereken onun yanında olmak.” Sesini olabildiğince alçak tutarak bankoya yaslanıp, “Çünkü kendi türü tarafından dışlandı,” diye fısıldadı.
Ceyhun bir tokat yemiş gibi sarsıldı, gerçeği birinin ona bu kadar ağır şekilde söylemesini beklemiyor gibiydi. Bira bardağını avucunun içinde sıkıca kavrayıp bakışlarını Sezgi’ye çevirdi. Olduğumuz yöne bakmayan genç kadının kafasının içinde dönen çarklardan çıkan sesleri duyuyor gibiydim. İbrahim haklıydı, kendi türü tarafından dışlanmış, ihanet eden kişi olarak seçilmiş, hatta yine kendi türü tarafından saldırıya uğramıştı. Onun için korkunç olmalıydı.
Efken, “Kırk yılın başında İbrahim’e katılıyorum,” dedi, “kırmızı kar yağacak.” Viski kadehini dudaklarına götürürken bir an duraksayıp kristal duvardaki yansımamın gözlerinin içine baktı. “Aslına bakılacak olursa, yağmıştı öyle değil mi?”
“Ahh! Oy oh my god!” dedi İbrahim abartılı, dramatik bir tonlamayla, ardından ellerini kalbine götürüp Efken’e kirpiklerini oynatarak baktı. “Başımı okşayıp beni sakinleştirmen o kadar romantikti ki… İçimdeki sonsuz gücü senden başka kim durdurabilirdi? Hikâyemin esas erkeği!”
Efken gözlerini yukarı doğru kaydırdı ama cevap vermedi.
Ceyhun oturduğu yerden kalkıp Sezgi’nin yanına giderken gözlerimi Efken’den ayırmadım, o da benden ayırmıyordu.
Ulaş, “Cadılardan yeni bir hamle gelmeyeceğine emin misiniz?” diye sorduğunda bakışlarımı yansımadan ayırarak Ulaş’a çevirdim. Erkek kardeşimle yan yana oturmuşlardı, ikisinin de önünde bira vardı. Gözlerimi Miraç’ın önündeki biraya dikerek, “Bunu tekrar göze almayacaklar,” dedim kendimden emin bir şekilde. “Korkuyorlar. Hatta başıboşların bile korkmasına neden olacak bir hadise yaşandı. Ölmek istemiyorlarsa ve bir intihar çeşidi olarak Efken’in varlığını deneyimlemek istemiyorlarsa, artık yolumuza çıkmayacaklardır.”
Uzanıp Miraç’ın önündeki birayı kendi önüme çektiğimde, “Onu içecektim!” diye çemkirdi ama ona aldırış etmeden buz gibi biradan bir yudum aldım. “Her evrende Mahinev Demir’sin,” diye söylendi Miraç hoşnutsuzlukla.
“Her evrende benim küçük erkek kardeşim olduğun gibi,” dedim ona yan gözle bakarak. “Yasal olarak yirmi birine girene kadar alkol almaman ne hoş olur, değil mi ama?”
“Haha,” dedi Miraç sahte bir şekilde gülüyormuş gibi.
“Burada yasal alkol alma yaşı on yedi,” dedi Ulaş, ardından kendi önündeki birayı Miraç’ın önüne itip sırıttı. “Bu çocuk neredeyse on dokuz.”
“Yalan söylerken seni arbaletinin üzerine arbaletin dik duruyorken oturtacağım gerçeğini de hesaba katsan ne iyi olurdu,” dedim bu kez Ulaş’a dik dik bakarak.
“Bizim orada da yasal alkol alabilme yaşı on sekiz ama ona bu işlemiyor ne yazık ki birader,” diye söylendi Miraç.
Gülerek biradan bir yudum daha alıp, “Tamam, ağlamayı bırak,” dedim ve önümdeki birayı yeniden onun önüne ittim. “İçebilirsin.”
İbrahim, “Muhteşem Yüzyıl’da da padişahtan önce biri tadına bakıyordu her şeyin, eğer zehirlenip gebermiyorsa o zaman padişah yiyip içiyordu. Miraç padişah gibi hissetmelisin,” dedi ve ardından gözlerini Efken’e çevirdi. “O kan kızılı dudaklarını yasladığın viski kadehini ver de tadına bakayım padişahım, zehirleneceksem de senin uğruna zehirleneyim,” diye şakıdı.
“İçti ki salak,” diye homurdandım.
“Aramıza girme Ferhunde yılanı.”
Bankonun öteki ucunda kadehlerden birini kurulayan barmen, kafasını kaldırıp LCD ekran televizyona bakarken tek kaşını kaldırdı, kadehi kenara bıraktı ve müziğin sesini kısarak televizyonun sesini açtı. Hemen arkasından, “Siktir, neler oluyor bu şehre?” diye sordu kendi kendine, ondan uzak olmamıza rağmen sesi doğrudan zihnime dolduğu için olduğum yerde yavaşça dönerek bakışlarımı televizyona çevirdim ve yine büyük kurt ölümleriyle alakalı bir haberin büyük, gizemli yazılarla süslenerek ekrana verildiğini gördüm.
BİR MUTANT KURT CESEDİ DAHA ELE GEÇİRİLDİ! ÖLÜMLERİN SEBEBİ VE KURTLARIN GÖRÜNTÜSÜNDEKİ ANOMALİ, KİMYASAL BİR SIZINTIDAN MI KAYNAKLI?
KURTLAR KİMYASALA MI MARUZ KALDI?
KURT CESETLERİNİN ETRAFINDAKİ PARÇALANMIŞ İNSAN KIYAFETLERİ DİKKAT ÇEKTİ. KURTLAR İNSANLARA SALDIRIP ONLARI YEDİ Mİ?
Kalp atışlarım hızlanırken ekranda beliren yazıları izliyordum ve spikerin cümleleri de beliren yazıları detaylandırır nitelikteydi. Sezgi ve Ceyhun da oturdukları yerden birbirlerine sarılmış hâlde ekrana düşen yazıları okuyor, spikerin tekdüze bir sesle anlattıklarını dinliyorlardı.
KURT CESETLERİNİN ETRAFINDAKİ PARÇALANMIŞ İNSAN KIYAFETLERİNDEN DNA’LAR ALINAMADI.
KURT CESETLERİNİN ETRAFINDAKİ PARÇALANMIŞ İNSAN KIYAFETLERİNDEN YOLA ÇIKAN UZMANLAR, KURTLARIN İNSANLARA SALDIRIP ONLARI YEDİKLERİNİ ÖNE SÜRDÜ.
UZUN SÜREDİR İZİNE RASTLANAMAYAN, KAYBOLAN İNSANLAR, KURTLARIN SALDIRISINA UĞRAMIŞ OLABİLİR Mİ?
Barmen başını iki yana sallayarak, “Bir an önce bu kimyasalın ne olduğunu tespit etseler iyi olacak çünkü mutantlaşmış bir kurdun öğle yemeği olmak istemiyorum birader,” dedi, korkmuş görünüyordu.
“Bence medyanın uydurduğu klasik bir hikâye,” dedi Ulaş yüksek sesle.
Barmen gözlerini Ulaş’a çevirdi, onu duyamamış gibi, “Anlamadım kanka?” diye sordu.
“Bu haberler diyorum, medyanın uydurması gibi geliyor bana. Şu kanal genelde böyle tuhaf haberler yapmıyor muydu hep?” Ulaş usta bir oyunculukla yüzünü buruşturdu. “Battıkları söylentiler arasındaydı. Daha fazla izlenmek ve tıklanma almak için uğraştıklarını düşünüyorum. Ajansın işidir.”
“Yani bakıldığında bu kanalın çok temiz bir geçmişi olduğunu söyleyemem kanka ama diğer kanallarda da denk geliyorum bu haberlere,” dedi barmen çocuk.
“Delinin biri kuyuya taş attı, diğerleri de baktı haber tutuyor, arkasından kuyuya atladı işte,” dedi Ulaş. “Saf olma. Bir kimyasalın sebep olabileceğini söylüyorlar, o zaman diğer hayvanlarda da aynısını gözlemlemeleri gerekmez miydi? Korku hikâyeleri her zaman tutar adamım, onlar da bunu bildikleri için reytinglerine reyting katıyor işte.”
“Haklı olma olasılığın beni dehşet rahatlattı var ya,” dedi barmen çocuk gülerek. Ulaş’ın arbaleti eğer sırt çantasında değil de sırtına asılı olsaydı, onu gören barmen çocuk rahatlamak yerine daha fazla ecel teri dökermiş gibi geliyordu bana ya neyse…
Barmen çocuk televizyonu kapatıp müziğin sesini açtı, az önce kuruladığı kadehi yeniden eline alıp işine döndüğü sırada İbrahim, “Kaç yıl Türkiye’de yaşadım, daha profesyonel bir oyuncuyla karşılaştın mı diye sor, ben buna evet diyemem,” diye mırıldandı.
“Sen gittikten sonra da oyunculuk sektörü çok ilerleme kaydetmedi İbrahim, merak etme,” diye takıldı Miraç.
Efken viski kadehini kafasına dikerek içkisini son damlasına kadar içtikten sonra kadehi bankonun üzerinde kaydırdı, doğrulup kalktı. Kasaya gidip hesabı ödedikten sonra çıkışa yöneldi. Yerimden kalkıp arkasından giderken dikkatler ikimizin üzerinde değildi, o yüzden sohbete dalan arkadaşlarımız ikimizin de bardan çıktığını fark etmedi. Barın cam kapısını itip kendimi soğuk geceye teslim ettiğimde az ileride, kaldırıma park ettiği cipinin önünde durduğunu, bir sigara yaktığını gördüm. Gümüş Pençe ölümleri ile ilgili bir haber daha görmüştü, bunun onun içinde bir sarsıntı daha yarattığını biliyordum.
“Kalabalık seni bunalttı mı?” diye sordum hemen önünde dikilirken.
Sigarayı dudaklarına götürürken, “Hareketsizlik canımı sıktı sadece,” dedi, ne söylemeye çalıştığını anladığımdan üzerine gitmek yerine sustum. Hiçbir şey yapmamanın nasıl hissettirdiğini biliyordum. Dışarıda henüz kim olduğunu bile bilmeyen, ona bağlı masum Gümüş Pençeler ölüyordu. Elinden bir şey gelmemesi berbat hissettiriyor olsa gerekti. Öte yandan, gelişme kaydedemezsek ve Ayperi’nin söylediklerini gerçekleştiremezsek, çaresizliğin belki de onun aksine benim asla altından kalkamayacağım bir benzerini yaşayacaktım. Babam tehlikedeydi, Ayperi bunu söylerken bir olasılıktan değil, bildiği bir gerçekten bahsediyor gibiydi.
“Onları korumam gerek, alfaları olarak bu benim görevim,” dedi sigarayı bir kez daha dudaklarına götürerek. “Bu siktiğimin gücünü kullanamıyorsam, bende olmasının ne anlamı kalır ki?”
“Vereceğin yanlış bir karar, çok daha büyük sorunlara yol açabilir.”
“Yanlış bir karar vereceğimi düşündüren ne?” diye sordu ters bir sesle. Uçurum mavisi gözlerini bana dikip, “Senin doğru sandığın ne varsa onu doğru yapan benim, yanlış sandığın ne varsa da ben istiyorum diye yanlıştır,” dedi, bir an bu söylediği şey yüzünden donup kalarak gözlerinin içine baktım.
“Saniyede bir kişilik ve karar değiştiriyormuşsun gibi hissediyorum,” dedim hiç beklemeden çünkü üzerinde biraz düşünürsem bu cümleyi kurmamaya karar verebilirdim.
“Çünkü kendimle büyük bir savaşın içindeyim ve kazanan hangi tarafım olursa olsun, yaratacağım yıkım, düşünülenin çok üzerinde olacak.”
Elimi omzuna koyup, “Üzerine çok fazla sorumluluk bindi ve son olanlar… Ağırdı,” dediğimde kaşlarının ortasında bir çukur belirdi. Gözlerimin içine bakmak yerine bakışlarını yola çevirdi, geçip giden arabaların farlarından dökülen ışıklar, güzel gözlerindeki renk cümbüşünü gözler önüne seriyordu. “Vaktimizin kısıtlı olduğunu biliyorum ama belki de durup dinlenmen gerekiyordur.”
“İnsanlarım ölürken durmamı mı söylüyorsun?” Sesi sertti ama yüksek çıkmamıştı, gözlerini gözlerime çevirdi ve ona hak vermeme neden olan soruyu sordu. “Öldürülenler Marlar olsaydı, tepkin durup dinlenmek mi olurdu?”
Haklılığı canımı acıttığı için sözcükleri yutup gözlerinin içine baktım.
“Bir zalim olmam için gerekli tüm ortam hazır ama hâlâ direniyorum,” dedi sert bir sesle. “İçimdeki o güçle savaşıyorum ama daha fazla masumun ölmesine göz yummayacağım çünkü bu da beni adi bir zalim yapardı.”
“Bir zalime dönüştüğünde geri dönüşü olmayacak, Efken,” dedim sertçe. “Nemesis’in tüm güçleri içinde açığa çıktı. Bu diğer ırklar tarafından seni potansiyel bir düşman konumuna getiriyor. Her şeyi halledebileceğini sanıyorsun ama her şeyi halletmek adına kullanacağın güç, çok daha büyük sorunlar yaratabilir. Bunu unutma.”
“Ne sorunundan bahsediyorsun?”
“İstemediğin birine dönüşebilirsin, bunun sonuçları da büyük olur.”
Tek kaşını kaldırdı. “Sürekli bir canavara dönüşecekmişim gibi konuşuyorsun.”
“Hayır, sadece ilerlemen gereken yolu göstermeye çalışıyorum.”
“O yolu çok iyi biliyorsun herhâlde?”
“Senden daha iyi biliyorum gibi duruyor,” dedim kaşlarımı çatarak.
“Annem gibi akıl verip durma bana,” dediğinde duraksadım, gözlerimin içine yakıcı bir gerçeklikle bakınca bir adım geriledim. “Nasıl adımlar atmam gerektiğini söyleyip duruyorsun. Bana kibirli olduğumu ima edip duruyorsun ama asıl kibir senin içinde, Mahi.” Gözlerimin içine öyle keskin baktı ki bunun onun asıl düşünceleri olduğu gerçeğinden kaçamadım. Öyle mi yapıyordum? Ben de mi kibirliydim? Ona böyle mi hissettiriyordum?
“Sana annen gibi akıl verdiğim yok ki benim, iyiliğini istiyorum sadece,” dedim afallamış bir hâlde. Gözlerimin içine daha yakıcı bir ifadeyle baktı.
“Öyle mi?” diye sordu sertçe. “Neden o zaman sadece azarlayarak beni durdurmaya çalışıyorsun? Neden bunun yerine yanımda olmaya çalışmıyorsun? Bana kendi gerçeğini göstermeye çalışırken tek yaptığın beni azarlamak.” Dişlerini sıkarak gözlerini kıstı. “Eğer en başında olsaydık, bunu bana yapabileceğini mi sanıyorsun? En başında olduğum adama mı dönüşeyim istiyorsun?” Soruları art arda bombardıman etkisiyle bana çarparken cevap bile veremedim. “Senin karşında durmuyorum, Mahi, bana düşmanınmışım gibi ayar vermeyi bırak. Senin yanında duran kişiyim ve kalbini kıracak şeyler yapmaktan uzak durmaya çalışıyorum. Ben senin için çabalıyorum.” Öfkesini ve kırgınlığını bu kadar net göstermesini beklemiyordum. “Ama sen eskiden olduğum adamı uyandırmak istiyor gibisin. O uyanırsa, işte o zaman aynı evin içinde birbirinin yanında değil, tam karşısında duran iki insana dönüşeceğiz seninle.”
“Söyleyeceklerin bu kadar mı?” diye sorarken kafamı toparlamaya çalışıyordum.
“Aynen,” dedi, “bu kadar.” Ardından hiçbir şey söylemeden sigarayı yere fırlatıp cipe bindi. Direksiyonun başına oturdu ama arabayı çalıştırmadı. Kaputun önünde durmuş, ne hissedeceğimi bilmediğimden tepkisizce ön camdan içeriye bakıyordum ama o bana değil, doğrudan karşıya bakıyordu.
Diğerleri bardan çıktıklarında ortamdaki gerginliği hissettiler ama tek kelime etmediler. Sezgi, Ceyhun ve Ulaş, İbrahim’in arabasına bindiler. Miraç ve ben de Efken’in cipine bindik. Ön yolcu koltuğuna oturmak istemesem de ona şoförümmüş gibi hissettirmek istemediğimden öne binip emniyet kemerimi bağladım. Aracın içinde esen soğuk rüzgârları hisseden Miraç, “Her şey yolunda mı?” diye sordu ikilemde kalmış gibi.
Efken ile aynı anda, “Yolunda,” dedik sertçe.
Miraç’ın kaşlarını kaldırıp şaşkın bir ifadeyle bize baktığını dikiz aynasından görünce kaşlarımı çattım.
“Aranızda bir sorun mu var?”
Yine aynı anda, senkronize bir şekilde, “Ne münasebet?” diye sorduk bağırır gibi.
“Senkronizasyon gücünüz de epey yerindeymiş,” dedi Miraç şaşkın bir şekilde. “Bir de az sonra birbirinizin boğazına sarılacakmışsınız gibi bir hâliniz var.”
Aynı anda, “Kesecek misin şu sesini artık?” diye sorduk ve yine aynı anda arkaya doğru dönüp Miraç’a tehditkâr birer bakış attık.
Miraç ellerini havaya kaldırıp teslim oluyor gibi yaparken, “Tamam, anlaşıldı, ateş hattı. Pençelerinizi üzerimden çeker misiniz?” diye sordu tedirgin bir sesle.
Efken arabayı çalıştırıp İbrahim’in önüne geçerek gaza bastı. Ellerimi döşemelerin kenarlarına yerleştirip tırnaklarımı kumaşa bastırdım ve dişlerimi sıkarak ön camdan dışarıyı izlemeye başladım. Öfkesini hızla atmaya çalışıyor gibiydi ama hız yaptıkça içindeki hırçın ruh hâli daha da şiddet kazanıyordu. Ona bunu kesmesini söylemek istedim ama sonra bana söylediklerini hatırlayınca dudaklarımı birbirine bastırdım.
Efken, İbrahim’in evinin önüne geldiğinde arabayı durdurdu, birkaç dakika sonra İbrahim de hemen arkamızda durdu ve taş evin kapısı açıldı, Yaren merakla dışarı doğru koştu. Efken arabadan inip kapıyı sertçe kapattıktan sonra, “Evdeki tadilat devam ediyor,” dedi, kapıyı kapatırken ona tek kaşımı kaldırarak baktım. “Yakında dönüyoruz.”
İbrahim, “İyi de orası ne kadar güvenli ki artık?” diye sorunca, Efken hiç düşünmeden, “Güçlü bir korunma yarattım,” dedi ve bu cümleyle beraber Sezgi kaskatı kesilmiş bir hâlde Efken’e baktı.
“Bunu bir Alfa gücüyle yaptın, değil mi?”
Sezgi’nin sorusu üzerine Efken gözlerini Sezgi’ye çevirdi ve “Sadece bir alfanın gücüyle yaratılan korunmaların kolayca bertaraf edildiğini gördükten sonra bunu yapacak değildim,” dedi.
Sezgi, “Nemesis’in gücüyle yaptın,” dedi ve sonra gözleri iri iri açıldı. “Efken, o cadıyı duydun. Senin enerjin normal boyutta değil ve o gücü kullandığın müddetçe sürekli olarak hedef hâline geleceksin.”
“Güçlü bir korunma yarattıktan sonra hedef hâline gelmek kimin umurunda?” Efken dişlerini gıcırdattı. “Yapılabilecek en güçlü korumayı yaparak evin bölgesini bu şehirdeki en güvenli bölgeye çevirdim.”
Sezgi, “Enerji artığı nedir biliyor musun sen?” diye sorunca bakışlarım Sezgi’ye çevrildi. Sedefli yeşil gözleri öfkeyle parlıyordu. “Senin gücünden geriye kalan artıkların çoğu karanlık güç için bir ziyafet büyüklüğünde olduğunu anlaman gerek.”
“O zaman bana doğru gelsinler de onlara ziyafet nedir göstereyim,” dedi Efken.
“Sana doğru gelemedikleri noktada hedefleri ya sana yakın olanlar olursa?” Sezgi’nin sorusu Efken’in anlık olarak duraksamasına neden oldu.
Sezgi’nin yeşil gözlerinin içine saptanamaz bir duyguyla baktıktan sonra, “Buna izin vermem,” dedi, “gerekirse her birinizi korumaya alırım.”
“Bu güce ne zamandan beri bu denli hâkimsin? Savaştan beri mi?” Sezgi’nin sorusu tedirginlik yüklüydü.
Efken sadece, “Bilmiyorum,” dedi, bu bir şeyi bilmediğini kabullendiği ilk andı. “Ama bu koruma evde işe yararsa, ki yarayacak, işte o zaman Gümüş Pençe ölümlerini de durdurabileceğim çünkü onlar için bir korunma yaratmayı biliyorum.”
İbrahim, “Bu çok daha büyük bir enerji artığını ortaya çıkarmaz mıydı?” diye sordu ikilemde kalmış gibi.
“Üstesinden gelebilirim,” dedi Efken, “yeter ki daha fazla masum dönüşmeyen ölmesin.”
“Üstüne tehlikeyi doğrudan çekiyorsun, bizi ve aynı zamanda Gümüş Pençeleri koruman demek seni doğrudan bir düşman çeken mıknatısa dönüştürecek,” dedi Sezgi.
“İstanbul’a gidene dek daha fazla Gümüş Pençe ölümüne göz yumamam, Sezgi,” dedi Efken sertçe. “Hedef olmak umurumda bile değil. Sizi ve onları koruyacağım.” Gözlerini bana çevirdi. “Hazırlanmaya başlayın, çok yakında evimize dönüyoruz.”
🎧: KİN, IZDIRAP