Karlar, bir gerçeği hepimizden gizlemek ister gibi yeryüzüne düşüyordu.
Televizyonun sesi, uzun zamandır sessiz olan salonun içinde var olan tek sesti. Spiker kadın, yüzünde ezbere bir kayıtsızlıkla arkada akan yazıları profesyonel bir şekilde seslendirirken, okuduğu metnin bizi yakından ilgilendirdiğini gösteren sansürlü görsellerle yayının ikiye bölünen ekranının diğer tarafında belirmişti. Kadın sahte bir endişeyle doğrudan ekrana bakıp, “Bu devasa büyüklükteki kurtların, herhangi bir kimyasala bağlı olarak mutantlaştığını düşünen yetkililer, kurt ölümlerinin arkasında da bu kimyasalın olabileceği açıklamasında bulundular. Elbette bunlar yalnızca birer teori fakat unutmayın, gerçeklerin er ya da geç ortaya çıkmak gibi bir huyu vardır,” diyerek haber bültenine noktayı koydu. Ekran kararıp yerini bir reklama devrettiğinde elimde duran kumandayı televizyona doğrultarak televizyonu kapattım.
“İnsanların bunu fark etmesi bir felaketi tetikleyebilir,” diyen Manbel’di, salonun köşesine dikilmiş, dehşetle kapanan televizyonun karanlık ekranına bakıyordu.
“İnsanlar sikimde mi benim? Kıyım gerçekleşiyor ve oturup göt büyütmekten ileri gidemiyorum,” dedi Efken öfkeyle, oturduğu berjerden kalkarak salonda volta atmaya başladı. Öfkesinin titreşimlerini kendi bedenimde hissedebiliyordum. Nigin Bağı, hisler konusunda acımasızdı, bağlı olduğun insanın çaresizliğini orada, tam da kalbinin merkezinde hissediyordun.
“Sana kötü bir haberim var, kovboy,” dedi Manbel. “İnsanların bizi fark etmesi demek, kitlesel bir kıyım demek olur çünkü aramızdaki savaş önlenemez. İnsanoğlu kendisinden olmayanları cezalandırmak konusunda yüzyıllardır süregelen bir acımasızlığı ruhunda taşıyor. Kökenleri, kendilerinden olmayanları yok etmekle görevliydi. Atan neyse, sen osundur.”
“Yaren sana hiç benzemiyor ama,” diyerek iğneyi ortaya atan İbrahim, Manbel’in kıyameti anımsatan bakışlarına anlık olarak maruz kaldı.
“Manbel’in söylediklerine tamamen katılmıyor olsam da kitlesel bir felakete yol açabileceği konusundaki fikrinde ona destek olmaktan başka çarem yok,” dedim. Efken’in bakışları bana yöneldi. “Bunu durduramazsak insanlar bizi fark edecek. Ortaya çıkacak panik havası işleri daha da çığırından çıkarmaktan öteye gitmez, Efken.”
“Onun yas tutmasına bile izin vermiyorsunuz,” diyen Hatem’di. “Onun soyu, kendi insanları katlediliyor. Hem de henüz ne olduklarını dahi çözümleme şansı bulamamışken. Bu bir kaos. Kendilerini savunma şansları bile olmadı çünkü birer Gümüş Pençe olduklarından bihaberdiler.”
Hatem’in haklılığı boğazımı düğüm düğüm etti. Korkunç şekilde haklıydı. Efken, “Sanırım tüm uyuyanları uyandırmalıyım,” dediğinde ona hak versem de tek kelime etmeden yüzünü izlemeye devam ettim. Parmaklarını asi saç tellerinin arasından geçirdi, eklemlerindeki dövmelere baktım ve düşüncelerini bastırma içgüdüsüyle parmaklarını saç diplerine sürtüşünü izledim. “Her birini uyandırmam kaç ayıma mâl olur? Kaçını kurtarabilirim?”
“Ve insanların bakışlarını üzerimizden nasıl çekebiliriz?” diye devam ettirdi bu soruyu Manbel. Efken onu duymazdan geldi ama haklı noktaları olduğunun kendisi de farkındaydı.
“Bir koruma mührü olmalı, uyanmayanları korumaya almanın bir yolu…” Geçmişe dönmeyi denedi, Saul’un düşüncelerinin arasında belki de böyle bir bilgi mevcuttu ama hâlâ tam olarak geçmişteki formlarımızla bağlantı kuramıyorduk; bu da geçmişteki çoğu bilginin henüz bizden epeyce uzakta olduğu anlamına geliyordu. Çok bilgi, akabinde çok da karmaşayı getiriyor olmalıydı ve Saul’un zihni muhtemelen bir bilgi mezarlığıydı.
Bacak bacak üstüne atıp, dirseğimi koltuğun ahşap kolçağına yerleştirip, “Mustafa Baba’nın da bir fikri yoktu ama koruma yöntemi illaki olmalı,” dedim. “Bunu da senden başkası bilemez gibi görünüyor.”
Efken parmaklarını saçlarının arasında pervasızca gezdirip saçlarını dağıtarak öfkeyle homurdandı, keskin çenesi sertçe seğirdi.
“İnsanlar bir kimyasal sızıntısı yüzünden kurtların mutantlaştıklarını ve sonra öldüklerini düşünür, spikerin de dediği gibi,” diyen İbrahim’di. “Sıvıdan bahsedilmediğine göre, belki de ölüm sırasında sızdırdıkları sıvıyı sadece biz görebiliyoruzdur.”
“Ya da medya bunu insanlardan saklıyordur,” dedim. “Kadının ağız çıkımını fark etmediniz mi? Sonunda bir mesaj verircesine kinaye yaptı.”
“O kadın sadece gizem yaratmayı deniyor,” diyen Sezgi’ydi, gözleri boşluktaydı, parmaklarını karnında gezdirirken derin bir nefes aldı. “İnsanları az çok okuyabiliyorum. Daha fazla izlenme almaya çalışan ucube bir haber kanalı. Her pazar gecesi olayları abartıp, altına var olmayan teorilerle beraber gizem ekleyerek televizyondan insanlara servis ediyorlar. İnsanlar gizemleri sever ve onlar da insanları televizyonun başına nasıl kitleyeceklerini iyi bilen işgüzarlar. Hepsi bu.”
“Haklı olabilirsin ama kıyım devam ettiği sürece işler çığırından çıkacak ve bu teorilerle insanların kafasını yıkadığını düşündüğün kanalın da ekmeğine yağ sürmüş olacak. İnsanları galeyana getirebilirler. Öte yandan Hatem haklı, şu an Efken’in soyundan insanları hedef aldılar ve kaostan önce yitip giden canları da düşünmemiz gerekiyor. Bunu her kim veya her ne yapıyorsa, kaosun varlığı onu tatmin ediyor olmalı. Belki de bilerek ortalığı karıştırmaya çalışıyor ya da çalışıyorlardır.”
Efken’in uçurum mavisi gözleri anlık olarak bana dokundu ama bu dokunuş beklediğimden kısa sürerek benden ayrıldı ve farklı bir noktaya saplanıp kaldı. Baktığı yere bir kılıç girmişti de kan süzülmeye başlamıştı sanki.
Kalbimin derinliklerinden yükselen tuhaf bir hissin tüm bedenime cereyan ederek yayıldığını hissettim. Kaşlarım sertçe çatılırken bu hissin kaynağının ne olduğunu anlamaya çalıştım ama düşüncelerimi yönlendirdiğim her köşede beni bekleyen sonsuz bir boşluktu. Yaren’in, “Pekâlâ,” dediği sırada sesini kaplayan korku, algılarımın yön değiştirmesine neden oldu. “Bunu kesinlikle görmelisiniz.”
Hızla ona çevirdiğim bakışlarım, arkasına aldığı cam duvarın gerisinde olanları görmemle beraber şaşkınlıkla kaplandı. Göz bebeklerim inceldi, yukarı ve aşağı çekilerek bir insanınkinden çok daha farklı bir şekle büründü. Nabzımın derimin altında bir yılan gibi kayarak sürünmeye ve derimi dalgalandırmaya başladığını hissettim. Dışarıda irili ufaklı ama hızlı şekilde yağan bembeyaz karın rengi şimdi kırmızıydı, kızıl kar taneleri gökyüzünden damlayan pıhtılaşmış kan topları gibi döne döne düşerek zemine tutunuyordu.
Şaşkınlık bir hastalık gibi hızla yayılarak hepimizin bedeninin içine yerleşti, paniğin taşıyıcıları olarak korkuyla yerlerimizden fırlayıp cama yöneldik. Uğultulu konuşmaları duyuyordum ama kelimelere odaklanamıyordum. Tek odaklandığım yeryüzüne döne döne düşen kızıl kar taneleriydi.
“Bu da neyin nesi?” diye soran Miraç’tı, nefesini ensemde hissetmiştim ama ağzımı açıp tek kelime edemedim çünkü bunun ne olduğunu ben de bilmiyordum.
“O kar mı yoksa kan mı?” diye soran İbrahim’di, işte bunun cevabını biliyordum. O yüzden hiç beklemeden, “Kar,” diye fısıldadım. İbrahim’in evinin dışında kalan, manzaramız hâline gelen gölün içine düşen kızıl kar taneleri, kısa sürede kızıl bir tabaka oluşturdu. Göl çok geçmeden içinde ateş yanıyormuş ve bu da suyu kaynatıyormuş gibi fokurdamaya başladı.
Kalp atışlarımın sesi tüm odayı kapladığında, “Dışarı çıkmalıyız,” dedim ve sesimin sadece bana ait olmadığını, iki farklı kadının daha bu cümleyi kurarken bana eşlik ettiklerini fark ettim. Bu sesi duyan yalnızca ben değildim. Şaşkınlık gölden uzaklaşarak bana yöneldi, herkesin gözlerinin bana çevrildiğini hissederken hızlı adımlarla taş evden çıktım ve gölün önündeki açık alanda birikmeye başlayan kızıl kar tanelerini ayaklarımın altında eze eze yürümeye başladım.
Göl daha da kızmış bir şekilde fokurdadı, suyun yüzeyinde kristal gibi parlayan kızıl yansımalı baloncuklar oluştu. İbrahim seslere olan yeteneğini kullanarak, “Bizimkiler dışında birinin daha kalp atış sesini duyuyorum ve bu kesinlikle Sezgi’nin karnından değil, gölün içinden geliyor,” dedi ürpermiş bir sesle.
Birdenbire etrafı beyaz bir sis kapladı, gölün üstünde bulut gibi büyüyerek her yana yayıldı ve kızıl kar taneleri sisin içinden geçerek kristal gibi parladı. Suyun yüzeyinde küçük bir dalga kıyıya doğru gelmeye başladı, taşlara hafifçe vurdu ve görüş alanıma önce inci beyazı saçlar girdi, ardından suyun içinde yürüyen o bedeninin sahibinin alnını gördüm. Beyaz bir hilâl, inci gibi parlayarak alnının tam ortasında ışıldıyordu. Efken korumacı bir tavırla elini karnıma koyup önüme geçmeye çalıştığında buna engel oldum ve elini tutarak aşağı indirip öne doğru bir adım daha attım. Sonra gümüş rengi gözleri gördüm, kirpikleri de kar kadar beyazdı. Düzgün, düz bir şekilde inen sivri ve küçük burun onu takip etti, ardından beyaz bir rujla renklendirilmiş kalın dudaklar görüş alanıma girdi. Suyun içinden boynuna dek çıktığında hâlâ bize doğru yürüyor, su onunla beraber minik bir dalga yaratarak kıyıya vuruyordu. Olağanüstü güzellikteki kadının bir Mar olduğunu anlamam için bunu bana söylemesine gerek bile yoktu. Kalbim onu saniyeler içinde tanımıştı. Yüzünü görmeden, sadece inci beyazı saçlarını, alnındaki beyaz hilâli gördüğüm anda onu tanımıştım ama kardan beyaz kaşları ve kirpiklerini de görüş alanıma girdiğinde onun kanımdan biri olduğuna artık tüm kalbimle emindim.
Gözlerimin kenarları bilincim dışında yaşlarla dolarken, “Vermeil,” diye fısıldadım; Mēness, zihnimin içinden bana uzanıp bir dostumuzu gördüğümüzü belli etmek istercesine zarif parmaklarıyla kalbime dokunmuştu.
Suyun içinden göğsüne dek çıktığında üzerindeki elbisenin göğüs dekoltesinden başlayan incilerin beline kadar devam ettiğini anladım. Her bir adımında bedeni gitgide daha da seçilir hâle geliyordu. Gölden son bir adım atarak çıktı, kızıl kar taneleri ona dokunmadan, bedenine çarpmadan etrafından uçuşarak göle düşmeye devam ediyordu. Beyaz, uzun elbisesinin tüllerinde de küçük inci tanelerinin parladığını gördüm. Nefesimi tuttum ama gözyaşlarımı tutamadım. Çıplak, beyaz ojeli ayaklarıyla karlara bastı ve aramızda yaklaşık on metrelik mesafe kaldığında gülümseyip usulca dizlerinin üzerine eğilerek bana reveransta bulundu.
Vermeil, yüzlerce yıl önce kalbimi kalbine yaslayarak savaşlara katıldığım dostum buradaydı. Benim için belki bir yabancıydı ama Mēness ile ortak kullandığımız kalp ona tüm evrenlerde, tüm yıllarda sevgi ve minnet duyacaktı.
Ormanın derinliklerinden koşarak çıkagelen büyük kurtlar etrafımızı çevrelediğinde onlara dikkatimi veremedim çünkü tüm dikkatim Vermeil’a saplanmış durumdaydı. Vermeil, doğrulup tekrar bize doğru adımlamaya başladı. Kızıl kar taneleri şimdi daha şiddetli, birbirine çarpmadan ama sanki birbirlerine karışıyormuş gibi düşüyordu. Vermeil bana yaklaşır sandım ama Efken’e doğru ilerledi. Bunun üzerine kurtlar hırlamaya başladı, tam ağzımı açacaktım ki kurt sürüsünden beş tanesi hızla zıplayarak Vermeil’a saldırıya hazırlandı ama görünmez, saydam bir şeye çarptılar ve o saydam şey su gibi dalgalanarak onları Vermeil’a doğru atladıkları an geriye püskürttü. Kurtlar aynı anda karların içine saplanıp yavru bir köpeğinkini anımsatan sesler çıkardılar.
Efken’in genzinden düşmanca bir hırıltı koptu ama elimi karnına bastırdığım an sakinleşti. Vermeil, tam Efken’in önünde durup, “Lord,” dediğinde kurtlar yattıkları yerden kalkmışlardı, tekrar saldırmak istiyor gibiydiler ama Efken’in sakinliği onları da duraksatmıştı. Vermeil’ın bakışları bana yöneldi ve kısaca, “Kraliçem,” diyerek başını saygıyla eğip kaldırdı.
Efken, “Sen kimsin?” diye sorsa da Saul’un anılarında Vermeil’a ait bir şeyler bulmuş gibi kaşlarını çatmıştı.
Vermeil tek nefeste, “Yıkım geldi, gelişini durduramazdık ama sürdürülüşünü sonlandırabiliriz,” dediğinde gözleri şimdi Efken’in mavi gözlerindeydi. “Size geçmişten bir mesaj getirdim, Lord.”
Bu cümlenin hemen arkasından Vermeil, birdenbire Efken’in elini tuttu ve hissettiğim telaşa yenik düşerek ben de Vermeil’ın eline uzanıp avucumu eklemlerine bastırdım. Koruyucu tavrım bir anlığına Vermeil’ı gülümsetti, sonrasındaysa birdenbire altımızdaki yerin sarsıldığını hissederek gözlerimi irice açtım. Kızıl gözlerim, Vermeil’ın gümüş rengi gözleriyle buluştuğunda yerkürenin ikiye yarıldığını sandım; öyle bir sarsıntıydı ki bu, ruhum bile bu sarsıntının içinde dökülmeye başlamıştı.
Daha sonra içinde bulunduğum an bir cam gibi kırılarak ayaklarıma doğru düşmeye başladı ve kırpıp geri açtığım gözlerim farklı bir ânı merceği içine aldı. Bir ormanın tam ortasındaydım. Kalp atışlarım hızlanırken neler olduğunu anlamaya çalışarak etrafıma bakındım. Omzumun üzerinden ormanın diğer ucuna baktığımda, ateşin çatırtıları kulağıma çalınmaya başlamıştı. Gölün çaprazında bir evden yükselen alevler, cehennemden sızarak dünyaya düşmüş, yakmaya da ilk bu evden başlamış gibi görünüyordu. Olduğum yerde donup kaldım. Bu ev, hatıralarıma ait bir ev değildi, rüzgârın esişi bile farklıydı. Ateşin yüzüme verdiği o yalaza sıcaklık… Çok başkaydı.
Yüreğini kötülükten arındıramayan bir insanın ödeyeceği en büyük bedel, iyi bir insana âşık olmak olurdu.
Kötü bir yüreğin derinlerinde alev gibi yanan o aşkı hissettim.
Bir adam, alevlerin yükseldiği evin önünde dikiliyordu. Uzun boylu, zayıf bir adamdı. Hızlı adımlarla adama doğru yaklaşmaya başladığımda omuzları düşük duran genç adam yavaşça bana doğru döndü.
Bu adam, Efken’di.
Bu adam, Efken’in anılarında yaşayan, yıllar önce yanan bir evin önünde unuttuğu eski hâliydi.
Her nedense gözyaşları gözlerimden aniden dökülmeye başladığında, genç adamın ruhunu kaybeden acı yüklü bakışları zemine inmişti. Arkasında yanan evden bir ateş fırlayarak gökyüzüne ulaştı, alevler harlandı ve tam da o anda genç adama doğru koşmaya başladım.
O an, onun içinden geçmeyi beklemiyordum.
“Efken,” diye fısıldadım, durup arkama baktım. Genç adam orada değildi. Gözlerimi önüme çevirdiğimdeyse kalbim denen saatin yelkovanı hızla dönmeye başladı. Alevlerin yerinde sapasağlam bir ev vardı. İçeriden dışarıya doğru hoş bir yemek kokusu yayılıyordu.
Bir kahkaha sesi duydum.
Kapı açıldı, içeriden yakışıklı, uzun boylu bir adam çıktı. Üzerinde eski model bir balıkçı yaka kazak ile zihnimdeki birine öyle çok benziyordu ki… Ona dikkatle baktığımda, o adamın Erkin Karaduman olduğunu anlamam çok da uzun sürmedi. Adam beni görmüyordu, dudaklarında genişçe bir tebessüm yer alıyordu; o mutlu görünüyordu.
“Efken!” diyerek az önce içinden çıktığı kapıya uzandı. “Hadi oğlum, balığa gidiyoruz.”
O an kapı açıldığında, omzunun üzerinden ona paramparça gözlerle bakan Efken, bu ânın Efken’iydi. İçerideydi. Babasını izliyordu ama babası onu görmüyordu. Efken’in içinden geçen küçük erkek çocuğu neşeyle gülerek babasına yaklaştı, Erkin Karaduman’ın elini tuttu ve birlikte kapıdan çıktılar.
Kapı tam kapanıyorken Efken ile göz göze geldik.
Kapı kapandı ama ben o kapının içinden geçip içeri girebildim. Ona doğru yaklaşırken adımlarım temkinli, kalbim ise paramparçaydı.
Bakışları hâlâ kapıdaydı, gözlerinin içinde cam gibi parlayan hisleri görebiliyordum. Sanki ona dokunsam, bir imkânsız olacak ve yere çöküp bir çocuk gibi hüngür hüngür ağlamaya başlayacaktı.
“Efken,” diye fısıldadım içimde bastıramadığım o şefkatle.
Elini kaldırıp beni susturdu. Konuşamadı. Derin bir nefes alıp gözlerini birkaç kez güçlükle kırpıştırarak diğer elini göğsüne bastırdı. Bir süre bekledi. Sadece öylece bekledi.
“Neden buradayız?” diye fısıldadım. “Mesajdan bahsetti. Ne mesajı?”
Güçlükle nefes alırken eli hâlâ havada duruyor, Efken Karaduman ilk kez bu kadar çaresiz görünüyordu. Yıkılmış, paramparça…
Sormamam gereken şeyleri sormuşum gibi pişmanlıkla dudaklarımı birbirine bastırdım.
“Efken?” diye seslendi içeriden nahif bir ses. Efken güçlükle elini kalbine bastırıp, dişlerini sertçe sıktı ve çene kemiği derisini parçalayacakmış gibi belirginleşti.
“Beni göremeyeceksen bana kendini gösterme, ne olursun,” diye fısıldadı Efken Karaduman.
Adını söyleyen o nahif sesin sahibinin annesi olduğunu anlamak, beni bin parçaya bölen bir başka ayrıntıydı. Omzuna dokunurken gücümün tamamını ona verebilmeyi çok istedim. Annesinin mutfakta yemek pişirdiğini yayılan ev yemeği kokusundan ve duyulan cızırtıdan anlayabiliyordum.
Sonra hiç beklemediğim bir şey oldu. Annesi bir şeyler mırıldanmaya başladı. Bir ninni gibi, bir türkü gibi…
“Evlerinin önü yonca, yonca kalkmış dam boyunca, dam boyunca…” Efken donup kaldı. “Boyu uzun, beli ince, ninne yavrum ninne, esmer yavrum ninne, ninne…”
Efken, “Anne,” dedi ama annesi onu duymadı, ninnisine kaldığı yerden devam etti.
“Anne!” Şimdi Efken’in sesi daha yüksekti, gözlerinin içinde parlayanların ise cam kırığı olmasını diledim. Lütfen cam kırığı olsun.
“Ninne ninne…”
“Anne!”
Bir an ninninin sesi kesildi.
“Gidelim,” diye fısıldadı Efken ve tekrarladı. “Gidelim.”
“Efken?”
Donup kaldım. Efken’in gözleri gözlerimde asılı kaldı. Ayperi’nin, Efken’in annesinin sesiydi bu. Çok yakınımızdan gelmişti. Gözlerim Efken’in omzuna kaydı. Zaman durdu. Dünya durdu. Gözlerimden boşalan yaşlar durdu.
Ayperi, gözlerini Efken’in sırtına dikmiş, aralanmış dudaklarıyla önünde dağ gibi dikilen oğluna bakıyordu.
O kızıla çalan kahverengi gözler, Efken’in bir kopyası olan yüz… Dümdüz, uzun, simsiyah saçlar…
Efken’in evinde bulunan tablodaki kadın.
Efken, kalbine bıçak saplanmış gibi sarsıldı. Gözlerini yüzüme dikti. Neyi gördüğümü merak ediyor ama dönüp arkasına bakamıyordu. Başını yavaşça omzuna doğru indirir gibi oldu, Ayperi’nin gözleri ile gözlerim en ince yerde birbirleriyle kesişti.
“Oğlum…” Ayperi birden Efken’in omzuna dokundu. Efken’i sertçe kendine doğru çevirdi. O an artık ikisi yüz yüzeydi, ben ise dizlerimin üzerine düşmek üzereydim. “Oğlum!”
Ayperi’nin iri iri açılan gözlerini görebiliyordum. Yanaklarından cam kırıkları akmaya başlayan Yıkım Getiren ise sırtını bana dönmüş, yüzünü acılarına çevirmişti.
O titreyen sesini duydum. “Anne,” diye fısıldadı savunmasızca.
“Efken…” Ayperi, derin bir nefes aldı. Gözlerinden aniden akmaya başlayan yaşlarla eş zamanlı olarak oğlunun boynuna sarılıp, “Oğlum!” diye acı içinde haykırdı.
“Anne,” dedi sadece Efken, yüzünü annesinin saçlarına gömüp, onu tamamen kendine bastırarak.
Annesiyle ayrıldıklarında, Ayperi’nin elleri Efken’in yüzünü avuçları arasına almıştı. “Sensin,” diye fısıldadı ağlarken. “Seni bekliyordum ben. Sensin.”
“Sen… Beni görüyorsun.”
Ayperi burnunu çekip başını sallayarak oğlunun yüzünü avuçları arasında tutmaya devam etti.
“Hiçbir şey bir anneden çocuğunu gizlemeye yetmez. Geçmiş bile.”
Efken’in güçlükle yutkunduğunu duydum. Yüzünü göremiyordum, görmemem benim açımdan daha iyiydi. Bunu kaldırabileceğimi sanmıyordum. Kendi acılarımla başa çıkabilirdim ama onunkilerle başa çıkamıyordum.
“Vermeil söyledi,” dedi bir anda Ayperi. “Senin geleceğini söyledi. Ben seni bekliyordum. Burada. Bir gün oğlumun büyüyüp yanıma geleceğini biliyordum.”
Donmuş bir hâlde ona bakakaldım.
“Bu…” Efken duraksadı, bir şeyleri yerli yerine oturtmaya çalışıyor olmalıydı. “Bu ne demek?”
“Bize ne olacak bilmiyorum ama öleceğiz, biliyorum,” dedi Ayperi. “Ama engel olma, ölmemiz gerek.” Kanım donmuştu. “Ben senin geçmişinim, ben bugünü sen çok küçükken yaşıyorum. Bu sana geçmişinden bir mesaj. Ben senin o zamandan bu zamana gelip beni göreceğini biliyordum. Vermeil bunun sözünü vermişti.”
Efken şaşkınlıkla annesine bakıyor olmalıydı.
“Efken, beni dinle,” dedi Ayperi aceleyle. Ardından durdu, Efken’in alnında yanmaya başlayan güneş sembolünün ışığı Ayperi’nin yüzüne yansıyordu. Gözleri dehşetle irileşti. “Başlamış! Gölgen ayaklarının önünden kaybolmadan gitmelisiniz!” Anlamlandıramadığım cümlesi kanımın çekilmesine neden oldu ve bunun da nedenini bilmiyordum, sadece hissedebiliyordum. “Vermeil’a söyle, zamanı kesen çocuk sizin yanınızda. Gölgen hâlâ seninleyken… Tam olarak kaybolmadan… Gitmelisiniz!” Ayperi korkuyla gözlerini yumdu. “İstanbul’a gitmelisiniz!” Efken tamamen eğilince yüzünü avuçladığı oğlunun yanaklarını öptü. “Gidip sürünü tamamlaman gerek. Yedi Güneş’i yan yana dizmen gerek. Parçaların kraliçenin yeniden doğduğu dünyada. Oğlum, ne olursun, gölgeni koru ve Yedi Güneş’i yan yana getir. Portalı açmanız, gidip her şeyi tamamladıktan sonra buraya dönmeniz gerek. Aksi hâlde çok Gümüş Pençe ölecek, çok kan dökülecek!”
“Yedi Güneş de ne?” diye sorduğumda, gözleri bana çevrildi.
“Mēness,” dedi hayranlıkla. “Senin dillere destan güzelliğinin konu olduğu efsanelerle büyüdüm. Seni karşımda görmek bir şereftir. Vermeil bana hep seni anlatırdı. Sen tüm Marların uykuya dalmadan önce dinlediği masaldın, koruyucu bir melektin.”
“Ben,” diye fısıldadım, ardından, “Yedi Güneş nedir bilmiyoruz ve gölge kaybolmadan derken neyi kastettiğinizi anlamıyorum,” dedim karmaşayla.
“Yedi Güneş, yedi eşsiz Kızıl Kurt,” dedi Ayperi. “Sizin dünyanızda sadece sekiz Kızıl Kurt kaldı, biri baban olmalı. Geri kalan yedisini bulmalısınız. Eşsizleri toplamalısınız. Yedi Güneş yan yana doğmalı.” Gölge hakkında bir şey demeden oğlunun gözlerinin içine baktı. “Onları tek tek bulman gerek, onları bulmalısın. İstanbul’da ve tehlikedeler.”
“Sen ne dersen o,” dedi Efken. “Ne dersen onu yaparım.”
“O çocuk portal açabiliyor,” dedi Ayperi. “Sizi İstanbul’a götürecek. Bunu yapabilir. Kurtar kendini.” Gözlerinden yaşlar süzülürken başını iki yana salladı. “Ne olursun, sen benim iki gözümsün, ne olursun kurtar kendini.”
Ayperi cebinden bir akuamarin taşı çıkarıp Efken’in avucunun içine koydu ve parmaklarını kapatmasını sağladı.
Yerde sürünmeye başlayan beyaz yılan dikkatimi çekti ve tam da o anda zaman aniden sarsılmaya başladı. Efken avucundaki akuamarin taşına rağmen annesinin yüzünü avuçlamış, tıpkı annesinin ona yaptığı gibi kadının yanaklarını, yüzünü öpüyordu ama zaman usul usul üzerlerine yıkılıyordu.
Ellerim, olduğum ânın içinden silinmeye başladı. Küle dönüyordum, parçalarım usulca uçuşuyor, zihnim olduğum yerden uzaklaşmaya başlıyordu.
“Anne!” dedi Efken, elleri tıpkı benim ellerim gibi silinmeye başladı. Ayperi’den ayrılan kollarına dehşetle bakıp, gözlerini tekrar annesine çevirdi. “Anne, seni seviyorum.”
“Seni seviyorum!” diye bağırdı annesi. “İçinde yaşıyorum. Beni hiç unutma.”
“Anne!”
“Ben de sendenim,” dedi Ayperi, gözleri kızıl bir ışık yayarken bana bakıyordu. “Lütfen oğlumu bırakma, Mēness.”
Bu cümleden sonra gördüğüm tek şey, gözlerinden süzülen yaşlar, duyduğum tek şey ise hıçkırıklarının sesi olmuştu.
Gözlerimden akan yaşları hissettiğimde o gözler hiç açılmasın istedim ama elimin sıkılmasıyla Efken ile aynı anda gözlerimizi araladık.
Efken, “Anne,” diye fısıldaması içime çığ gibi düştü.
Onu aniden kollarımın arasına çektiğimde gücümüzü kaybettiğimizden dizlerimizin üzerine çöktük. Kafasını boynuma sokarken gözlerini sıkıca yumduğunu hissettim. Vermeil önümüzde dikiliyor, gözlerinden inci taneleri şeklinde akarak yere düşen yaşları parmak uçlarıyla itiyordu. Vermeil, inci şeklinde gözyaşları döküyordu.
“Anneniz için,” diye fısıldadı, “çok üzgünüm, Lord.”
Efken, şoktaydı. “Anne,” dedi, sesi son nefesini veriyormuş gibi yükselmişti. Ona daha sıkı sarılıp, bulanık gören gözlerimi Vermeil’a çevirdim. Efken’in saçlarını usul usul okşarken herkesin bize baktığını hissedebiliyordum.
“Ayperi onurlu bir savaşçıydı,” dedi Vermeil sessizce.
Efken kaşlarını çattı, kazağımı avucunun içine aldı ve yumruğunu sıkarak kazağı avucuyla ezdi.
“Sevgili Mēness, değerli kraliçem, beni tanıdığını gözlerinden anlamak mümkün. Bilmeyenler için, ben doğum ve ölümden sorumluyum. Benim yalnızca gerçek formum yaşlanır. Yeniden doğmadım, hep vardım, hep Vermeil olarak devam ettim hayatıma. Değerli Mēnessimiz ile birçok savaşta yer aldım. Ayperi dostumdu, onunla tanıştığımda Mēness’in gidişinin üzerinden çok uzun zaman geçmişti, yorgun ve yaşlı ruhuma arkadaşlık eden Ayperi, bugünün yaşanacağını biliyordu.”
“Annem Yedi Güneş’ten bahsetti,” dedi Efken doğrulurken. Ona sokuldum, temasımızı kesmedim. “Ve bir de gölgeden. Kaybolacak olan gölge ne anlama geliyor?”
“Ne yazık ki ben bu cevaplara sahip değilim, Lord. Sana geçmişten bir mesaj iletmek için buradayım çünkü mesajı alma zamanın gelmişti.”
Vermeil, bir adım geri çekildi. O bir Su Marı’ydı. Bunu hatırlıyordum. Bu bilgi hafızamda bana ait gibi hissettiren ama bana ait olmayan bir anıdan çıkıp gelmişti.
Kızıl kar taneleri hızla dönerek düşmeye devam ettiği sırada Vermeil’ın gözleri Sezgi’ye yöneldi. Sezgi’nin karnına baktığında, göz bebeklerinin incelip genişlediğini, bir insan ile bir yılan arasında sektiğini gördüm. Sezgi’ye doğru yürümeye başlayınca Ceyhun gergin bir şekilde Sezgi’nin önüne siper oldu. Vermeil ise dik bir çeneyle, “Âdemoğlu,” dedi. “Ben bizden gelene zarar verecek birine mi benziyorum?”
Ceyhun çatık kaşlarla Vermeil’a bakıyordu. Gözlerim Efken’e kaydı. Avucunun içinde sakladığı şeyi sıktı, akuamarin taşını annesinden almış olmanın ona derinden bir acı hissettirdiğini fark ettim. Nigin Bağı aramızda titreşti ve kalbim onun kalbindeki kederle doldu.
Sezgi, “Sorun yok, Ceyhun,” dediğinde Ceyhun bir adım geri atıp Vermeil’ın önünden çekildi. Vermeil, uzun, sivri ama zarif görünen, beyaza boyalı tırnaklarını usulca Sezgi’nin karnına sürtüp, avucunu karnına bastırdı ve dudaklarına yerleşen şefkatli gülümsemeyi saklamadı.
Tam da o anda, yeryüzüne düşmeye devam eden kızıl kar taneleri, beyaza döndü.
Vermeil, gözlerini kaldırıp Sezgi’ye baktıktan sonra, “Yeniden görüşeceğiz,” dedi güven veren bir sesle.
Çok kısa süren o bakışmanın ardından Vermeil gözlerini bana çevirip yeniden hafifçe öne eğilerek reveransta bulundu ve geri geri adımladı. Sırtını bana döndüğünde Efken’in boşta duran eli elime kaymış, parmaklarımız birleşmişti. Vermeil suya ilk adımını attığı anda sis tabakası yeniden gölün üzerinde ilerledi, Vermeil’ın etrafını onu korumak isteyen ilahî kollar gibi sardı ve Vermeil usul usul yürüyüp suyun içinde kayboldu.
Sapphire hayranlıkla, “Vermeil, yüce bir su tanrıçasıdır, Marların sudaki anasıdır,” dedi. “Onu görmek her Mar’a nasip olacak şey değil.”
Crystal, “Anılarımda ona ait parçalar var, sanırım geçmiş zamanımızda onunla bir aradaydım,” dedi düşünceli bir sesle. Ardından gözlerini bana çevirip, “Mesaj neydi?” diye sordu.
Buna bir cevap veremedik. Efken, Ayperi’yi uzun zaman sonra yeniden görmüş, görmekten ilerisi, onunla iletişime geçmişti ve şu an birilerine detay verebilecek duygu durumu içerisinde değildi. Kalbindeki kederi, zihnindeki karmaşayı, ruhuna batan bıçakları, her birini hissediyordum.
İbrahim, “Neler oluyor?” diye sorduğunda gözlerim kısaca ona kaydı, avucunda sapını sıkıca kavradığı hançere baktım, kabzasının içindeydi.
Efken elimi daha sıkı kavradı ve gözleri hâlâ göldeyken, “İstanbul’a gidiyoruz,” dedi.
Koca bir uğultunun doğmasına neden olan o cümle, karların arasından ıslıklı bir rüzgârın eserek koruluğu altüst etmesine neden oldu. Rüzgâr saçlarımı savurarak yüzümü örterken sessizliğimi korudum ama İbrahim bu sessizliği, “Nasıl olacak bu?” diye sorarak bozdu. Herkesin kafasında beliren soru onun dudaklarında can bulmuştu.
Bakışlarımı omzumun üzerinden İbrahim’e çevirip önce elinde tuttuğu hançere, ardından ona bakarak, “Sen yapacaksın,” dedim, İbrahim bu cevabı beklemediği için gözlerimin içine şaşkınlığını saklayamadan bakakaldı. “Bunu hançerinle yapacaksın.”
Yaren dehşete düşmüş bir hâlde, “Bu hançer bunu yapabiliyor mu ki?” diye sordu.
“Yapabiliyormuş,” diyen kişi Efken’di. “Ben de bunu annemden öğrendim.”
Yaren, “Gerçekten onu gördün mü?” diye sordu şaşkınlıkla ama Efken buna bir cevap veremedi.
Gözlerimi İbrahim’e çevirip, “Sadece hançer de değil, bunu sen yapabiliyorsun,” dedim.
Henüz söylediğim şeyi hazmedemeyen İbrahim, Efken’in, “Bizi oraya götürmek zorundasın,” demesiyle irkildi. Gözlerine yerleşen o duygunun korku olduğunu fark ettim, endişe doluydu çünkü muhtemelen nasıl bir yol izlemesi gerektiğini bilmiyordu.
Ceyhun’a bakıp çenemle içeriyi işaret ettiğimde Sezgi’nin beline dokunarak onu içeri yönlendirdi ve diğerleri de bakışlarımda rastladıkları şeyden kaçamayıp içeri geçtiler. Şimdi gölün önünde yalnızca ben, Efken, İbrahim ve Crystal vardı. Yaren her ne kadar içeri girmek istemese de Manbel ona taş evi işaret ederken gitmekten başka şansı olmadığını biliyordu.
İbrahim elindeki hançeri kaldırıp ona bakarken, “Böyle bir şey nasıl yapılır bilmiyorum, bu koca bir bilinmez, benden istediğiniz şey benim bilmediğim, içgüdülerimin bile beni yönlendirmediği bir şey,” dedi dehşetle. “Bunu nasıl yapacağımı bilmiyorum.”
“Sarmallar açabiliyorsun,” dedi Efken, sesi sert yükselse de ne kadar sarsılmış olduğunu hissedebiliyordum. “Bu güç bir anda gökten zembille inmedi, İbrahim. Bu güç uyandı ve hemen arkasından ben bu mesajı aldım. Sarmalları ne kadar ileri götürebileceğinin bir kanıtı bu mesajdı. Sen bir portal açacaksın.”
İbrahim, “Yapabildiğim şeyi yönetemiyorum bile, Efken,” dedi çatık kaşlarla. “Açtığım sarmaldan geçip kütüphaneye giden Mahinev’in arkasından gidemedik, sarmalı kontrol edemedim. Az daha başı belaya girecekti.”
“Dahası İstanbul’da ne işiniz var?” diye sordu Crystal afallamış hâlde. “Burası böylesine karışmış durumdayken bu da nereden çıktı?”
“Her şey bağlantılı,” dediğimde Crystal’in ateş sarısı gözleri bana çevrildi. “İçine çekildiğimiz şey her neyse o da portal açabiliyor, bunu o Omega’yı elini bir şeyin içinden çıkarıp öldürdüğünde anlamıştım. Yani o şey İstanbul’a gitmenin bir yolunu bulacak ya da bizden önce davrandı ve buldu bile. İstanbul ve Varta bağlantılı, Ayperi’nin bize vermeye çalıştığı mesaj karmaşık olsa da onun söylediklerini yapmak zorundayız.” İbrahim’in gözlerinin içine baktım. “Bunu başarmak zorundasın. Sürü tehlikede.” Kalbimi yavaşlatan bir his ellerime buz kestirirken, “Babam da tehlikede,” diye fısıldadım.
İbrahim, omuzlarına koyduğum yük yüzünden çaresiz hissediyordu. Bunu gözlerine baktığım her saniye görebiliyordum ama şu an elimden hiçbir şey gelmiyordu. Ayperi’nin söylediklerini yerine getirmemiz gerekiyordu, bunun için de İbrahim’in bizi İstanbul’a götürmesi gerekti. Babamın tehlikede olduğunu düşündükçe kanım damarlarımı kesen jiletlere dönüşüyordu sanki.
İbrahim sessizce boşluğa bakarken, “Deneyeceğim,” diye fısıldadı ama başaramamaktan ne kadar korktuğunu tam yüreğimde, kalbimin derinlemesine atışlar yapan merkezinde hissediyordum.
Babam bazı zamanlar, özellikle kendimi çok ıssız hissedip odama kapanarak cenin pozisyonunda kıvrıldığım yatakta yaşadığım o his arbedesini hissetmiş gibi kapımı yavaşça açar, içeri girer, karanlık odanın içinde ilerlerdi ve beni rahatsız edeceğini bildiğinden ışığı açmadan doğrudan ayak ucuma otururdu. O anlarda onun odadaki kalp atışlarını hissetmek, varlığını bilmek bile bir anlığına kafamın içindeki uğultuyu durdururdu ama kalbim aynı ağırlıkla, aynı hislerin çevrelemesi sonucu sıkışarak çarpmaya devam ederdi. O zamanlar tek kelime etmediği, sorular sormadığı hâlde neden saatlerce yanımda durduğunu merak ederdim ama bir yandan da varlığı benim için şükür sebebiydi çünkü o varken odanın karanlığında gizlenen gölgeler üzerime devrilmeyi keserdi.
Hatırlıyordum, bir keresinde yatakta yine cenin pozisyonundayken ve çaresizlik dibime çökmüş, çalkalandığı anda ruhumu alaşağı edecekmiş gibi hissettiğim bir anda, kafamı kaldırmadan gözlerimi onun ayak ucumdaki karanlık silüetine çevirmiştim ve “Her seferinde hissetmiş gibi yanımda oluyorsun ama asla konuşmuyorsun, neden?” diye sormuştum.
Bir süre susmuştu, sonra da derin bir nefes alıp avucunu dizime bastırarak okşamıştı.
“Çünkü yalnızlık, birinin sadece söylemiş olmak için söyleyeceği kelimelerle sona ermez, birini yanında hissettiğinde sona erer.”
Bu, babamın o gecelerden birinde ilk ve son kez kurduğu cümleydi. O cümleden sonra yaşanan tüm o gecelerde yine sessizdi ama biliyordum ki babam yanımdayken sessizlik bizimle olsa bile yalnız değildim.
Yatak odasının kapısında durmuş, sırtı bana dönük şekilde yatağın kenarında oturan, boydan camdan dışarıyı izleyen Efken’in silüeti karanlığa rağmen cama yansıyor, gri bir gölge gibi görünüyordu. Avucunun içinde sıkıca tuttuğu şeyin akuamarin taşı olduğunu biliyordum, onu tek bir an bırakmamıştı. Hiçbir şey yememiş, su bile içmemişti. Duştan çıktıktan sonra da yatağın ucuna oturmuş, hiç konuşmadan saatlerce o pozisyonda boydan camın dışındaki göl manzarasını izlemişti.
Onun yanında olabilmeyi istiyordum çünkü biliyordum, hissettikleri alışkın olduğu boyutta değil, yaralayıcı boyuttaydı; bir zamanlar, henüz bir çocuk sayılırken, yetişkinlikten olabildiğince uzakken hissettikleri, şimdi bir yetişkinken daha şiddetli bir dalga olarak çarpıp onu altına almıştı. Bunun onun için ne denli korkunç olabileceğini düşünmek bile kalbimi, kendi kapakçıkları tarafından kıstırılmış durumda hissettiriyordu.
Odanın içinde ilerleyip yatağın ucuna geldiğimde gözlerimi ellerime indirdim. Babamın dokunuşunu hatırladım. O sessizliğin, içimde çalkalandığı takdirde beni yok edecekmiş gibi hissettiren duyguların ortasında bana dokunan elleri, daima huzur ve güveni aşılamıştı.
Ona kuracağım cümleleri parmak uçlarımda biriktirsem, ona dokunduğumda kelimelerimi duyar mıydı? Belki de babamın bana yaptığı buydu ve ben de ona aynısını yapabilmeyi diliyordum.
Sessizce yanına oturduğumda varlığımın farkında olmasına rağmen ağzını bıçak açmadı. Bu bana tanıdık hissettirdi, sanki bir yerde hâlâ babamla o odadaydık, hâlâ sessizdik, babam yanımdaydı, hisler de yanı başımdaydı ama babamın varlığı hislerin ağırlığına ket vuruyordu. Ben de onun hislerine ket vurabilmeyi diledim.
Karanlıkta onu bekleyen bir şey vardı. Belki de karanlıkta onu bekleyen o yüce ve zalim şey kendisiydi. Başımı omzuna indirip yanağımı omuz başına yasladığımda o zalim şeyden onu korumak istedim ve içinde kavrulan hisleri avucumun içine alarak söndürebilmeyi diledim.
Bir tür görünmez bir bağ, kalbimizin damarlarının kalın kökler gibi birbirine sarılmasını sağlayan o Nigin Bağı’ndan daha da kuvvetli bir şekilde bizi birbirimize bağlamaktan öte, düğümlüyordu.
Kaybolmuş ve bunun farkında bir şekilde, “Onu görmek benim için beklenmedikti,” dedi, dakikalar sonra kurduğu cümlenin yankısı içimde ilerlerken, yanında olmamın yalnızlığını biraz olsun kırabildiğini fark ettim. “Varlığı bir illüzyondan mı ibaretti yoksa gerçekten orada mıydı bilmiyorum. Mantığım bunun bir illüzyon olduğunu savunuyorken, kalbim onu tüm gerçekliğiyle hissettiğine dair altın vuruşlarla bana kafayı yedirtecekmiş gibi ağır hissettiriyor.”
Zihninin zincirlerini tutan o şey artık mantığını dizginleyemiyordu. Efken Karaduman’ın duygulardan oluşan volkanik bir patlamaya dönüşmesi an meselesiydi.
“O gerçekti,” dediğimde hissettiği dehşeti ve ümitsizliği kendi kalbimde mühür gibi hissetmek canımı yaktı. Nigin Bağı’nın pervasız bir bıçak gibi içimde dolaşırken açtığı yaraların sayısı bini aşmıştı. “Bu geçmişten senin için kaydedilmiş bir mesajdan fazlasıydı. Seni gördü, tanıdı, bağrına bastı ve seni uzun zamandır beklediğini söyledi. Bu bir illüzyon değildi, kaydedilmiş öylesine bir mesaj da değildi. İkimiz de oradaydık. İkimiz de bunu gördük.”
Gümüş parıltıları olan kadim bir elmas gibi hissettiren mavi gözlerini bana çevirdiğinde, ben de gözlerimi kaldırıp ona alttan bir bakış gönderdim. Duygular, gözlerinin içinde yakamoz gibi parlıyordu ve emindim ki o gözler, en derin okyanuslardan bile daha derin, karanlık, uçsuz bucaksızdı; güzeldi ve ölümcüldü.
Uzun, zarif parmaklara sahip büyük ellerinden bir tanesini elimin üzerine kapatınca çenemi omzuna yasladım. Bakışlarımız birbiri arasında köprü kurdu. Kelimeler olmadan, sadece kirpiklerimizin titreyişleri, gözlerimizdeki derin göz bebeği çukurlarından taşan duygularla anlaştık.
Kafasını hafif bir açıyla aşağı eğince çenemi kaldırdım. Sanki kalbim ne yapmak istediğini biliyor gibiydi. Dudakları, zihninin prangalarından kurtulmak adına bir başkaldırıyla dudaklarıma yönlendiğinde, beni çağırdığı ateş hattından kaçmadım.
Dudaklarımız birbiri hükmü altına girdiklerinde, elimin üzerinde duran büyük elini geri çekerek yüzüme kaydırdı, sol yanağımda kayan avucunun içindeki çizgilerde yer alan uğultu, gücü ve yaşamı çağrıştırıyordu. Avucunu yanağıma bastırarak beni ihtiyaçla öperken kaşları çatıktı, ara sıra sıktığı dişleriyle beraber keskinleşen çenesini hissedebiliyordum. Elimi kaldırıp onu taklit ederek avuç içimi yanağına bastırdığımda çenesindeki kasılmaları hissettim. Keskin çenesinde dolaşan parmaklarım bir süre sonra gevşemesini sağlasa da kaşlarının hâlâ çatık olduğunu biliyordum.
Öpüşmemizi sona erdiren, alnını alnıma bastırıp uzun kirpikleri neredeyse kirpiklerime değiyorken, “Herkesi koruyacağım,” demesi oldu. “Seni, babanı, Gümüş Pençeleri ve diğer herkesi.” Bu, bir zalimin dudaklarından kolayca çıkacak sözcükler değildi, öyleyse kalbi hâlâ zalim olmaktan adımlarca uzaktaydı; ruhu hâlâ Nemesis’in günahına batmamıştı. “Çünkü annem, böyle bir adam olmamı isterdi.”
“Nasıl bir adam olmanı?”
“Zalim olmayan bir adam,” diye fısıldadı, sesi her ne kadar güçlü olsa da aslında zayıflığını benimle paylaşıyordu.
İçten içe kaderinde bir zalim olmak var gibi geliyordu ona, belki bana da öyle gelmişti ama Saul’u tanıyordum, Nemesis bana ne kadar yabancıysa Efken ve Saul o kadar içimdeydi, o kadar tanıdığımdı, o kadar benden bir parçaydı.
❄️
“Ey İblislerin en karası, en habisi, en Azlem soylusu,” diye fısıldayan kadim ses, bir rüyanın sonunda, bir kâbusun başlangıcında, gerçek ile hayalin tam ortasındaydı. Siyah saçları köprücük kemiğinin altına dek uzanan bedene baktı, uzun zamandır uykudaydı, yıldırımların örümcek ağı gibi sararak altına aldığı güzelliği hiç bozulmamış bir mumya gibiydi. “Ey Nemesis, bedenini nihayet buldun, neden hâlâ uyanmamak niyetindesin? Uyan artık dünyaya gelmiş en güçlü bedeninde. Efken Karaduman ki, yüzyıllar sonunda senin yeniden doğan en güçlü bedenindir.”
🎧: MARJANA SEMKINA, GONE