Savrula savrula yanan bir ateşin dumanı, ağaçların gövdelerine sinerek ormanı saniyeler içinde siyaha boyamış gibiydi. Korku, küçücük kalbin içinden nasıl oluyordu da bu kadar büyüyerek çıkıp bedeni ve düşünceleri sarabiliyordu? Hoş, o koskoca ağaçları koskoca ağaç olmadan önce içinde saklayan değil miydi tohumları? Korku, insanın kalbinde büyüyen en aceleci histi.
Birkaç dakikadır donmuş bir şekilde cesedin tam altında dikilen bedenimi hareket ettirdim. Gözlerim Manbel ve korkuyla cesede bakan Yaren’in birkaç adım gerisinde dikilen Efken’i buldu. Esmer teninin havanın soğukluğundan değil, şu an hissettiği keskin duygular yüzünden daha açık bir renge döndüğünü biliyordum.
Güneş sembolü, yeniden altın tozlarını saçarak alnında yanmaya başlamıştı.
Zarar görenler onun soyundandı, bu yüzden öfkesini anlıyordum. Şu an kafasından neler geçtiğini de anlayabiliyordum ve bu beni daha çok korkutuyordu. Efken’in yapabileceklerinden ve bunların sonuçlarından endişe duyuyordum.
“Onları kendi ellerimle öldüreceğim,” dedi Efken zehirli bir sesle. Ağaçta asılı duran cesetten ayırdığı gözlerini bana dokundurmadan arkamda kalan Ulaş’a çevirdi. İbrahim yanıma gelmişti. “Hatem’i çağır, o Gümüş Pençe’yle ne yapacağını bilir.”
Sanki bilerek ceset dememişti.
Ulaş koşar adımlarla yanımızdan ayrılırken, “İşler daha da karışacak,” diye mırıldandı İbrahim. Haklıydı. Şimdiye kadar birçok savaş vermiş, olaya karışmıştık ama bunlar hepimizi ilgilendiren şeylerdi. Şimdi ise sanki kasten Efken’in üzerine oynanıyordu, onu kışkırtmak istiyorlardı. Aslında bu bir ihtimal değildi, tam olarak bunu yapmak istiyorlardı.
Manbel, Yaren’in koluna tedirgince dokunup onu buradan uzaklaştırmak isterken Efken de parmaklarını ensesine sertçe bastırıp arkasını döndü. O bizden uzaklaşmaya başladığında İbrahim koluma dokunup, “Biliyorum sırası değil ama size bir şey göstermeliyim,” dediğinde gözlerimi ona çevirdim. “Efken!” Efken’in adımları yavaşlasa da dönüp bakmadı. “Görmeniz gereken bir şey daha var.”
Efken, “Şimdi değil, İbrahim,” deyince, İbrahim, “Bu önemli olabilir,” dedi ciddi bir sesle. Onun ciddi sesi Efken’i de durdurmuştu.
İbrahim, Efken’e doğru yürümeye başladığında onu takip ettim. Cesedi görmeden önce bana doğru koşarken yüzünde heyecanlı, şaşkın bir ifade vardı. Bu yüzden her ne kadar aklım katledilen Gümüş Pençelerde olsa da ne söyleyeceğini merak ediyordum. İbrahim durup elindeki hançeri öne doğru uzattı. İbrahim, Efken’in karşısında dururken biz de onların birkaç adım ötesinde duruyorduk.
İbrahim kabzasından çıkardığı hançeri yavaşça hareket ettirdiği sırada, “İbrahim, şaklabanlığın hiç sırası değil birader,” dedi Efken.
Hançeri tutup ucunu havada hareket ettirerek bir sarmal oluşturan İbrahim, Efken’e kulak asmadan devam etti. Efken gibi düşünmüyordum. İbrahim’in şu an tam olarak ne yaptığını, amacının ne olduğunu bilmesem de ona karşı olan inancım kan gibi damarlarımda dolanıyordu. Sarmal büyüdü, daha fazla ışık saçmaya başladı ve ben merakla onu izledim. Benim pentagram oluşturmam gibi onun da girdaba benzeyen bir sarmal oluşturması ilginçti.
“Mahinev,” dedi İbrahim hançerini hareket ettirmeyi kestiğinde. “Elini sarmalın ortasına uzat.”
Efken hırlar gibi, “Ne saçmalıyorsun lan?” diyerek ona atılacakken Efken’in kolunu sıkıca tuttum. “Başımıza iş açma durup dururken.”
İbrahim ona değil de bana baktı, bu Efken’i daha da öfkelendirdi. İbrahim’in gözlerinin içine bakarken içimde hiçbir tereddüt oluşmadı. Başımı küçük bir hareketle salladım. Benim onayım yeterliydi. Başkasınınkine gerek yoktu. Elimi Efken’in kolundan çektim fakat bu kez o benim kolumu tuttu.
“Merak etme, bir şey olmayacak,” dedim elimi elinin üzerine koyup gözlerine bakarken.
Koyu bir inatla, “Bilemezsin,” dediğinde parmaklarımla elinin üzerine baskı uygulayıp yavaşça okşadım, ardından elini kolumdan ayırdım.
“Ona zarar verecek bir şey yapmam,” dedi İbrahim, Efken’e güvence verir gibi. “Onun ırkından olmasam da onun sürüsündenim.”
Ne söylenirse söylensin Efken’in kabullenmeyeceğini bildiğimden onlar bakışırken elimi sarmalın ortasına, kalbine soktum. Elim bir dumanın içinden geçer gibi içeri girdi, başımı eğerek sarmalın arkasına baktığımda ve elimi göremediğimde afalladım. Manbel’in bile şaşkın mırıltılarını duyabiliyordum. Efken bana doğru uzanacakken daha fazlasını görebilme isteğiyle sarmaldan bedenimi geçirdiğimde her şey sustu, zaman birkaç saniyeliğine ağırlaştı.
Sarmaldan geçmem ve bulunduğum ortamın aniden değişmesiyle donup kalırken iri gözlerle olduğum yeri inceledim. Burası şehrin büyük kütüphanesiydi, daha önce buraya Efken’le birlikte gelmiştik. Buraya o sarmal yoluyla mı gelebilmiştim? Bu deliceydi.
Bir çeşit portal mı açabiliyordu?
Şaşkın bakışlarım kütüphanede gezinirken birinin görecek olmasından korkarak geriye doğru bir adım attım. Tam o sırada İbrahim sarmaldan sadece kafasını uzatarak, “Harika değil mi?” diye sordu heyecanla. “Bu hançer resmen sihirli!”
O kadar büyük bir şok yaşıyordum ki ona bir cevap veremedim. Kendi zihnime sızdım, anılarımın bulunduğu rafları, çekmeceleri karıştırdım ama bu gücü bana hatırlatacak bir bilgiye ya da bu gücün varlığına dair hiçbir şeye rastlayamadım. Sanki karşılaştığı bu güç karşısında Mēness bile şaşkındı, o da ilk kez görüyordu. İbrahim’in elindeki bu güç bilinmedikti.
Tam İbrahim’e doğru dönmüşken sarmal bir anda kapanınca irkildim. “İbrahim?” diye seslendim ama bu daha çok kendi kendime konuşmuşum gibi hissettirdi. Ne yapacağımı bilemeyerek etrafıma bakındım. Sarmalın insanların arasında açılmamış olması büyük şanstı. Bunun kararını vermek de İbrahim’in elinde miydi bilmiyordum ama şu anki durumumun aksi felaket olabilirdi.
Yüzümde hâlâ kan lekesi olabileceği düşüncesiyle yüzümü koluma sürterken ahşap kitaplıkların arasında ilerledim, kitaplıkların arasından çıkıp geniş alana girdiğimde gördüğüm yüzle adımlarım yavaşladı. Emma, yüksek ahşap masanın arkasında durmuş, ona kitap uzatan bir genç kızla konuşuyordu. Onu son gördüğümde saçları daha kısaydı. Şimdi ise kıvırcık saçları yoğun bukleler hâlinde göğüslerinden aşağı kabarık bir hâlde salınıyordu. Ben onlara yaklaşırken genç kız çantasını omzuna asıp uzaklaştı, Emma’nın bakışları beni buldu. Gözlüğünün altından bana şaşkın, kafası karışmış bir şekilde baktığında tedirgin hissettim.
Ben nasıl bir açıklama yapacağımı düşünürken, “Tatlım?” diye seslendi. Dirseğini masaya bastırıp gözlüklerini burnuna indirdi. “Böyle güzel bir yüzü hayatta unutmam. Karaduman’la birlikte daha önce buraya gelmiştin. Tek mi geldin?”
Anlaşılan içeride olduğumu fark etmemişti. Bunu fırsat bilerek, “Evet ama kartımı evde unutmuşum,” dediğimde kadın dudaklarını bükerek baktı. Şirin bir gülümsemeyle ona yaklaştım. “Telefonunu kullanabilir miyim? Efken’den ya da Yaren’den kartı getirmesini isteyeceğim.”
İlk başta bana kısık gözlerle baktı, bu kalbim ağzımda atıyormuş gibi hissettirdi. Sonra bir anda kocaman gülümseyip beyaz dişlerini göstererek, “Tabii ki kullanabilirsin,” dedi, rahat bir nefes almamak için kendimi sıktım. “O küçük hanıma söyle, gelirken teslim etmeyi unuttuğu kitapları da getirsin.”
“Söylerim,” dedim mahcup görünmek için çabaladığım sahte bir yüz ifadesiyle.
Emma geri çekildi, sandalyesine oturduktan sonra kucağına aldığı büyük, deri çantasını karıştırmaya başladı. Telefonunu bulduğunda bana döndü ve ekran kilidini kaldırdığı telefonu gülümseyerek uzattı. Ben de aynı şekilde ona gülümseyip uzattığı telefonu aldım. Emma’ya sırtımı dönüp Efken’in numarasını tuşladım, şu an delirmiş bir hâlde olduğuna emindim. Kulağıma yasladığım telefon bir süre çaldı ama açan olmadı. Kaşlarım çatılırken tekrar aramayı başlattım. Telefonunu yanından ayırmazdı, duymama gibi durumu da olamazdı. Özellikle şu anki öfkesini düşünecek olursam bütün algıları açık olmalıydı.
Tekrar sonlanan aramayla ekrana bakakaldım. En azından İbrahim şu an nerede olduğumu biliyordu. Son aramalardan ne olur ne olmaz diye Efken’in numarasını silip ahşap masaya doğru döndüm, Emma gözlerini bilgisayar monitöründen ayırıp kaşlarını kaldırarak bana baktı. Dudaklarımı büküp, “Telefonu açan olmadı. Anlaşılan eve dönmek zorundayım,” dediğimde Emma uzattığım telefonu aldı. “Yarın uğrarım artık. Telefon için teşekkür ederim, Emma.”
“Önemli değil, tatlım. Dikkatli git.” Gözleri tekrar monitöre dönerken kendi kendine mırıldandı. “Şehirdeki hava bu aralar çok tuhaf.”
Dudaklarımı birbirine bastırıp gözlerimi kaçırdım. Elbette şehirdeki insanlar da bazı tuhaf olaylar yaşandığının farkındalardı. Kütüphaneden çıktıktan sonra kazağımın kollarını çekerek ellerimi kazağın içine soktum. Üzerimde mont yoktu, böyle bir duruma hazırlıksız yakalanmıştım ama iyi yanı çok da üşümüyor olmamdı. Bir taksi bulma umuduyla kaldırama çıkıp yürümeye başladım. Taksiye binip evi tarif edebilirdim, şu an aklıma gelen tek mantıklı şey buydu. Acaba Efken beni almak için yola çıkmış mıydı? Onu beklemeli miydim?
Ben yavaş adımlarla yürürken ve ne yapmam gerektiğine karar vermeye çalışırken üzerimde hissettiğim yoğun bakışlar duraksamama neden oldu. Karanlık ve sinsi, diye düşündüm. Garip bir enerji etrafımı sardığında kaşlarımı çatarak gözlerimi ilerlediğim sokakta gezdirdim. Bu son günlerde beni saran izlenme hissine benzemiyordu, beni ürküten bir yanı yoktu. Ki bu kez gözlerim hedefi bulmakta da zorlanmamış, enerjinin kaynağına bir çapa gibi saplanmıştı. Uzun boylu, esmer, koyu renk gözleri olan adamla göz göze geldiğimde, yaydığı enerji büyük bir dalgaya dönüştü.
“Gümüş Pençe,” dedi çatallı dilin sahibi zihnimin içinden. Kısık bakan kızıl gözleri, zihnimin ardından yaklaşan adama odaklandı. “Hiçbir sürüye ait olmayan, başıboş bir Omega.”
Belki bir sürüsü yoktu ama buna rağmen içinde barındırdığı o gücü hissedebiliyordum. Omega, sahip olduğu gücün farkındaydı, bakışları keskindi. Ondan kaçmadım, durup bana yaklaşmasını beklerken gözlerimi yüzünden ayırmadım. Beni tanıdığından şüphem yoktu, kim olduğumu bilerek geliyordu. Yaydığı tehditkâr hava, bütün algılarımın açılmasına, kazağımın içindeki ellerimin hazır bir şekilde alev gibi yanmasına sebep oluyordu.
“Burada tek başına ne yapıyorsun, Mar Kraliçesi?” diye sordu adam tam karşımda durduğunda. “Yolunu mu kaybettin?”
Alaylı bir ifadeyle, “Kütüphanedeydim, kitap okuma perilerim geldi,” derken bile yüzüm kaskatıydı.
Adamın dudakları iki yana çekilecek gibi oldu. “Eve gidiyorsun sanırım. Sana evine kadar eşlik edeyim. Tek başına gitmen doğru gelmedi.”
Ağırlığımı bir bacağıma verirken ellerimi kazağın içinden çıkardım. “Gerek yok,” dedim soğuk bir sesle. “Tek başımayken herkesten daha tehlikeliyim, kimse yaklaşamaz.”
Konuşmanın uzamaması için yanından geçip gidecekken, “Alfa,” demesi beni duraksattı. “Alfa sevgilinin artık kendi sürüsünü toplaması gerekiyor.”
İki adım geri çekilip çatık kaşlarla yüzüne baktım. “Bunu söylemek için mi karşıma çıktın?”
“Eğer kendi sürüsünü toplamazsa, ona ait olan tüm klan da Efken gibi başıboş kalacak.” Bana doğru bir adım attı, geri çekilmeden ona bakmayı sürdürdüm. “Başıboş bir Gümüş Pençe olarak ölüp gidecekler. Onlar Efken’e canlı lazım.”
Son cümlesindeki ima zihnimi bulandırdı. Aslında bütün cümlelerinin altında yatan bir ima vardı. Omega’nın bildiği bir şeyler olduğu kesindi. “Neden?” diye sordum ama sorumun devamını getiremeden önümde dikilen uzun boylu adam sarsıldı. İrkilerek geri çekilip ondan uzaklaştım.
Adamın yüzümde olan gözleri donuklaştı, dudakları aralandı. Bıçağın saplanırken çıkardığı sese benzer bir ses duyduğumda, gözlerim adamın göğsüne indi. Adamın göğsünden dışarı çıkan el, siyah dumansı bir yapıya sahipti. Karanlık aura ikimizi de çevrelerken, adamın göğsünden çıkan uzun, sivri tırnaklardan yere kan damlamaya başladı. Göz bebeklerim inceldiği sırada bir bacağımı geriye doğru atıp saldırı pozisyonu aldım. Bir şeyler mırıldanmaya çalışan Omega’nın ağzından kanlar fışkırırken yılan gözlerim, bir ruha aitmiş gibi duran uzun tırnaklı elin avucundaki kalbe dokundu. Omega’nın kalbi, karanlık bir ruhun elindeydi.
Saldırı pozisyonunda şaşkınca kalbe bakarken, “Siktir,” diye mırıldandım. El, avucundaki kalbi tırnaklarını batırarak bir balon gibi patlattığında gözlerim irileşti. Omega’nın cansız gözlerini şeffaf bir zar kapladı. El geri çekildi, tırnaklar geri çekilirken Gümüş Pençe’nin göğsünü yardı. Gümüş Pençe kurt formuna dönüp yere yığılırken karanlık el de ortadan kaybolmuştu.
Bedenin yere yığılmasıyla oluşturduğu boşlukta gözlerim Efken’in gözlerine tutundu. Yere düşen cesede değil de bana bakıyordu, gözlerindeki endişe bir ışık gibi yüzüme vuruyordu. Kollarım iki yana düştüğünde doğruldum. Efken, cesedi görmezden gelip üzerinden atlayarak bana doğru atıldı, güçlü kolları kaskatı olan bedenimi sardı. Elleri iyi olup olmadığımı anlamak ister gibi kollarımda ve sırtımda gezerken çenemi onun omzuna yasladım, donuk bakan gözlerim yerdeki Gümüş Pençe’nin cesedine indi.
“Bu nasıl oldu?” İbrahim koşar adımlarla bize yaklaşırken karmaşık bakışları benim gibi yerde yatan cesetteydi.
Elim Efken’in beline kayarken çenemi omzuna daha sert bastırıp, “Bir el,” dedim dehşet içinde. “Bedeni olmayan bir el onun göğsüne saplandı, kalbini avuçladı.”
Efken’in bedeni gerilirken büyük eli başımın arkasına yaslandı, saçlarımı avuçlayarak okşadı. “Sana bir şey yaptı mı?” diye sorarken sesi hissettiği gerginliği ele veriyordu.
Gördüklerimin tekrar zihnimde canlanması, üzerimdeki dehşeti atmama hiç de yardımcı olmuyordu. “Hayır,” deyip ondan yavaşça ayrıldım. “Karşıma çıktı, bana bir şeyler söyledi. Ama o el bir anda ortaya çıkıp…”
Efken yüzümü avuçlarının arasına aldığında gözlerinin içine baktım. “Öylesine karşına çıkmış olamaz,” dedi sakin tutmaya çalıştığı sesiyle. Başparmakları yanaklarımda gezindi. “Sana ne söyledi, Mahi?”
Sertçe yutkunup Efken’in elmas gibi parıldayan gözlerine odaklanmaya çalıştım. “Dolaylı yoldan seni uyarmamı istedi,” dediğimde Efken’in siyah, keskin kaşları sertçe çatıldı. “Senin sürünü toplaman gerektiğini, toplamazsan başıboş bir şekilde ölüp gideceklerini söyledi. Onlara canlı bir şekilde ihtiyacın olacağını ima etti.”
Söylediklerim onun daha fazla gerilmesine neden olsa da “Anladım,” diyerek yanağımı okşamaya devam etti. “İbrahim, arabayı getir. Mustafa Baba’nın evine gidiyoruz.”
İbrahim, “Tamam,” deyip koşarak uzaklaşırken Efken yüzümdeki ellerini omuzlarıma indirdi. Omuzlarımı okşadı, elleri kollarıma indi ve sonra benden uzaklaştı.
Elini cebine atıp telefonunu çıkardığı sırada, “Seni aradım ama ulaşamadım,” dedim, yerdeki cesede bakmamak için kendimle savaşıyordum.
“Ormanda dönüştüğüm sırada telefon arabada kalmış,” diye açıklarken parmağını telefonun ekranında kaydırdı. “Yanına gelmek için arabaya bindiğimde fark ettim. Geri aradım ama telefonu Emma açtı.”
Anladığımı belirtmek için başımı salladım. Efken telefonu kulağına yaslayıp bir süre bekledikten sonra, “Ulaş, şehir kütüphanesine gel. Oradaki ara sokakta bir ceset bulacaksınız. Ceyhun’la birlikte gelip onu alın,” dedi, yan gözle yerdeki cesede baktı. “Cesedi alırken dikkat edin. Sonra onu birazdan atacağım adrese götürün.” Karşı tarafı dinlerken gözleri benim yüzümde gezindi. “Tamam birader, sağ ol.”
Telefonu kapattığı sırada, “Onu da mı gömecekler?” diye sordum.
Efken telefonun ekranına bakarken, “Onun için başka bir planım var,” dedi, ardından telefonu tekrar kulağına yasladığında sessiz kaldım. “Ramon?” Söylediği isim, bütün dikkatimin onun yüzünde toplanmasını sağladı. “Bir konuda yardım etmen gerekiyor. Eğer kabul edersen direkt konuya gireceğim.” Birkaç saniye karşı tarafı dinledi, Ramon’un sesini çok net olmasa da duyuyordum, daha çok Efken’e odaklanmıştım. “Bir Gümüş Pençe cesedi var. İncelenmesi gerekiyor ama onu öylece birinin eline veremem. Normal insanlar işin içine girerse baş ağrıtır. Cesedi sana yollasam ilgilenebilir misin?”
“Gümüş Pençe mi?” diye sorduğunu duydum Ramon’un. Kısa bir duraksamanın ardından, “Onu kime emanet edebileceğimi biliyorum, cesedi atacağım adrese getirin,” dedi.
“Tamam, herhangi bir şey olursa ararsın,” dedi Efken sakince. “Sağ ol, Velencoso.”
“Lafı olmaz, Efken.”
Efken telefonu kapatıp cebine attıktan sonra yanımıza gelen İbrahim’e dönüp, “Cesedi şu ara sokağa taşıyalım, burada dikkat çekmesin,” dedi, ardından yerdeki Gümüş Pençe’ye uzandı.
Onlar birlikte Gümüş Pençe’nin cesedini dikkatli bir şekilde taşırken kollarımı göğsümde birleştirip bekledim. Bir alt sokaktan insan sesi gelse de bu sokakta tek tük insan vardı, bize doğru bakan olsa da dikkatlerini vermiyorlardı. Muhtemelen Efken ve İbrahim’in taşıdığı şeyin bir köpek falan olduğunu düşünüyorlardı. Oldukça büyük bir köpek… Ya da garipliğin farkındalardı ama burunlarını sokmak istemiyorlardı. Normal bir insanın yapabileceği mantıklı hareket de buydu. Gözlerimi yere indirip yerdeki kan lekelerine baktım. Onu kim, neden öldürmek istemişti? Bir sebep düşünecek olursam aklıma gelen ilk şey, bize söylememesi gereken bir şey söylemesinden dolayı olmasıydı.
Efken’in kendi sürüsünü toplaması gerçekten hayati bir önem taşıyor olabilir miydi?
Yanaklarımın içini şişirip yüzüme düşen uzun, siyah saçlarımı geriye ittim. Mustafa Baba’ya gitmek istediğine göre Efken de bu konuyu ciddiye almış, göz ardı etmek istememişti. Efken ellerini birbirine sürterek silkelerken İbrahim de ellerini kotuna sürtüyordu. İşlerini halledip yanıma geldiklerinde daha fazla beklemeden çalışır vaziyette bekleyen arabaya bindik. Ben ön koltuğa geçerken İbrahim de arka koltuğa yerleşmişti.
Araba sokakta ilerlerken, “Hazır gitmişken İbrahim’in hançerle açtığı geçitten de bahsedelim,” dedim önce Efken’e, sonra da İbrahim’e bakarak. “O sarmal bildiğin bir geçitti, farklı bir yere kapı açtı.”
“Böyle bir gücün izi geçmişte de yok,” dedi Efken yolu izlerken.
Başımı sallayarak onu onayladım. Mēness’in de benim de anılarımızda böyle bir güç barınmıyordu. “Ben de bu konuda bir şey hatırlamıyorum. Belli ki ilk kez ortaya çıkan bir güç.” Durup omuz silktim. “En azından bizim için.”
İbrahim’le ilgili olan konu oldukça önemliydi fakat gözlerimin önünde garip ve ruhani bir el tarafından öldürülen, bana uyarıcı nitelikli cümleler kuran Gümüş Pençe hepimizin kafasını karıştırmıştı.
❄️
Mustafa Baba’nın kulübesini ilk gördüğüm an çok sevmiştim, ormanın bağrında, oldukça korunaklı bir yerdeydi ama aynı zamanda oradaki tek yapı olduğu için korkutucu şekilde yalnızdı. Evin yakınlarına geldiğimiz an, ormanın derinliklerindeki sürüyü gördüm. Her biri cüsse olarak küçük kurtlardı, sanıyorum yaşları da küçüktü ve henüz yeni adapte olmaya başlamışlardı. Yaşlı adamın etrafına toplanmış, dönüşmüş hâlde onu dinliyorlardı. Bazıları Mustafa Baba’dan gelen komutları dinleyerek koşmaya başlıyor, sık ağaçların arasında kayboluyorlardı.
“Eğitimdeler,” dedi Efken aracı biraz daha yavaş kullanmaya başladığı sırada. Gözlerimi ona çevirdim, profilinin güzelliği can yakıcıydı. Düz inen, ucu hafifçe havaya bakan güzel bir burun, alt dudağına oranla daha etli durup dışa vurgu yapan üst dudağı, keskin sivri çenesi ve belirgin çene kemiği… Kirpikleri gözlerinin önüne dikilmiş ileriyi hedef alan siyah, zehirli oklar gibiydi. Kaşlarının çatık olduğunu bu açıdan bile görebiliyordum. Bakışlarımı hissetti ama karşılık vermesi birkaç saniye sürdü. Gözleri benimkilerle birleştiğinde, “Bana o kadar dikkatli bakma, yılan,” dedi, ses tonu baskındı. “Çünkü bu arabanın içinde yalnız olmamız bile bana o ânı hatırlatıyor ve bu mantıklı hareket etmeme engel olacak.” Açık sözlülüğü karşısında gözlerimi kırpıp geri açarak ne diyeceğimi bilemeden bakışlarımı ön cama çevirdim.
“Çok gizemli konuşuyorsunuz,” dedi İbrahim birden arka koltuktan öne uzanıp aramıza girerek. “Hem çok merak ediyorum hem de kafamın üstündeki boynuzları hissediyorum.”
“Kes sesini ucube,” diye homurdandı Efken.
Mustafa Baba arabayı görmüş, bize doğru dönmüştü. Efken arabayı durdurunca bedenim öne meyillendi. Emniyet kemerimi çözerken sessizdim ama bakışları hâlâ benim üzerimdeydi. İbrahim arabadan indiğinde artık içeride sadece ikimiz vardık.
“Utandın mı?” diye sorunca çatık kaşlarla, “Sırası değil, Karaduman,” dedim.
“Sırası olsaydı çok güzel olabilirdi,” diye mırıldanarak kendi emniyet kemerini çözdü. Arabadan Efken’den önce indim, kapıyı sertçe kapattım ve karların içinde bata çıka Mustafa Baba’ya doğru yürümeye başladım. İbrahim zıplayarak kurtlara doğru koştu ama kurtlar onu pek önemsemedi. Çömez kurtlar varlığım kafalarını karıştırıyormuş gibi durup dikkatle beni izlemeye başladılar ama bu kez beni görünce hırıltılar dökmekten kaçındılar. İbrahim bundan keyif alıyormuş gibi sırıtıyordu.
Alfalarının hayatındaki yerimi kabullenmiş olmalıydılar, aynı zamanda gücümün de farkındaydılar ve küçük köpek yavrularına zarar vermekten hoşlanmazdım.
Mustafa Baba, gri bir kurdun başının üzerinde avucunu gezdirdikten sonra, “Gölge formunuzla kimlik formunuz arasında geçiş yapma konusunda biraz daha çalışın,” dedi. Sanırım dönüşüm geçirme konusunda pek iyi değillerdi, hâlâ bunu yönetmekte güçlük çekiyor olmalıydılar.
Efken kapıyı sertçe kapatınca ormanın derinliklerinde kapının kapanırken çıkardığı ses yankılandı, ağaçlara birikmiş beyaz kar kalıpları gücüyle titreyip döküldüler. Çömez Gümüş Pençeler onu gördükleri anda ulumaya başladılar, sevinçle çırpılan kuyrukları gördüğümde her birinin bir insanoğlu olduğu gerçeğini garipsedim.
Saniyeler içinde Efken’in etrafını sardılar. Mustafa Baba oflayarak ellerini beline koyup, “Şu veletler,” dediğinde gülümsedim. Uluyorlar, neşeli bir şekilde Efken’in etrafında dönüyorlardı. İdolünü gören küçük çocuklar gibiydiler, Efken’e hayranlık besledikleri ve aynı zamanda ona minnet duydukları her hâllerinden okunuyordu. Efken’in dudaklarında bir gülümseme belirdiğini fark edince bakışlarımı sürüden ayırarak ona çevirdim. Gözleri her birine dokundu, birkaçına göz kırptı ve etrafında dönüp duran Gümüş Pençelerin arasından bize doğru yürümeye başladı.
“Çocuklar!” diye bağırdı Mustafa Baba, muhtemelen çömezler onun huysuz bir ihtiyar olduğunu düşünüyorlardı. Kulaklarını geriye yatırarak sevimli sesler çıkarıp Efken’den uzaklaşırlarken gözleri ürkek bir şekilde Mustafa Baba’ya dokunmuştu.
İbrahim sırtlan kahkahalarıyla çömezlerden biriyle oynamaya başlayınca gözlerimi devirdim. Sırtlan kahkahaları ormanda ilerledi, Gümüş Pençeler bunu ilgi çekici bulmuş olacak ki onunla oyuna daldılar ve bizi bir anlığına unuttular.
Efken, Mustafa Baba’nın evinin arkasında kalan koruluğu işaret ederek, “Biraz yürüyelim,” dediğinde, Mustafa Baba beyaz-gri kaşlarını çatıp bir müddet Efken’in yüzünü seyretti. Daha sonra başını sallayıp, “Gelin benimle,” diyerek önümüzde ilerlemeye başladı.
Koruluk ışık almadığı için daha karanlıktı, geceye çok yakın görünüyordu. Derin ağaç dizilerinin arasında ilerlediğimiz sırada Efken, “Gümüş Pençeleri katlediyorlar,” dedi ve bununla beraber, önümüzde ilerleyen Mustafa Baba bir anda durdu. Omuzları dikleşti, bedeni kaskatı kesildi ve öfkeyle şaşkınlık arasında bir duygu aurasının rengini koyulaştırdı.
“Ne?” Omzunun üstünden Efken’e baktı.
“Biri ya da bir şey, kasıtlı olarak henüz uyanmamış Gümüş Pençeleri hedef alarak onları katlediyor,” dedi Efken, sesi her ne kadar sakin çıkıyor olsa da gözlerinde öfkenin alevlenerek yükseldiğini görebiliyordum. Mustafa Baba bedenini tamamen bize doğru çevirdi. “Gözümüzün önünde de bir Omega katledildi.”
“Çocuklar tehlikede mi?” Mustafa Baba korkuyla koruluğun sonunda kalan alana baktı. Çömezler bu açıdan az da olsa görünüyorlardı. Yaşlı adamın endişeyle kaplandığını gördüm. “Kim yapıyor? Cadılar mı?”
“Bilmiyoruz,” dediğimde Efken bana baktı. “Onları öldüren şey her kimse ya da her neyse, onu göremedik. Tek gördüğüm bir eldi.”
Mustafa Baba’nın gözleri gözlerimde derinleşti. “Nasıl bir el?”
“Omega yolumu kesti, Efken’in tüm sürüsünü toparlaması, uyanmayanları uyandırması gerektiğini, aksi hâlde tüm kimsesiz uyanmamışların sonunun geleceğini söyledi,” dedim tek nefeste. “Bana tam daha fazlasını vereceğini hissettiğim anda da bir el onu yarıp kalbini avuçladı, kalbini patlattı.”
Mustafa Baba duyduğu şeyle irkilip, “Tanrı korusun,” dedi, bahsettiği şeyin ne olduğunu bilmediğimden kaşlarım çatıldı. “Elin sahibini nasıl görmezsiniz?”
“El sanki bir portalın içinden çıkmıştı, sahibi orada değildi, bir yerden elini uzatmış gibiydi,” dedim ve bununla birlikte Efken’in savaşıp benim için kazandığı farkındalık sert bir şekilde zihnimde esti. Korkuyla Efken’e döndüm. “Efken.”
Bana soru işaretleriyle baktı.
“İbrahim’in yaptığı sarmalın aynısından yapıyor olabilirler mi?”
Mustafa Baba, “Ne sarmalından bahsediyordunuz çocuklar?” diye sorsa da o an sorusuna odaklanamadım. Efken ise kaşlarını çatmış, bunun olabileceğini düşündüğünü belli eden bir ifadeyle yüzümü izliyordu.
“Ne tesadüfse, hançer bir anda bu özelliğini aktif etti, bu olaylar başladı ve birdenbire İbrahim, hançeriyle sarmallar açabildiğini keşfetti,” dediğimde Efken başını aşağı yukarı sallayıp gözlerini yerdeki karlara indirdi. “Cevaplar hançerde bence.”
“İbrahim’in hançeri sarmal mı yaratıyor?” diye sordu Mustafa Baba hayretle. “Bana ne olduğunu anlatsanız iyi edersiniz. Çünkü bu yaşlı adamın kafasını çorbaya çevirdiniz.”
“Bu sadece bir ihtimal ama sanırım hançer düşmanımızla ilgili bir şeyler biliyor olabilir ve bizi savunmak için hiç bilinmeyen bir gücü aktif hâle getirdi,” dedim içgüdülerime dayanarak. Ardından Mustafa Baba’nın gözlerinin içine baktım ve Efken tüm yaşananları ayrıntıları atlayarak Mustafa Baba’ya anlatmaya başladı.
Mustafa Baba, derin bir sessizliği var ettiğinde, bunun nedeninin düşüncelere dalmış olması olduğunu biliyordum. Sonunda derin bir nefes alarak, “Sadece el görüp beden görmediysen, o sırada İbrahim’le Efken de oradaysa ve birini görmemişlerse, bu sarmal meselesi kulağa hiç olmadığı kadar mantıklı geliyor. Hançer, düşmanı sezdiğinde yüzyıllar boyu bir kez bile göstermediği, bilinmeyen, kitaplara işlenmemiş bir gücü açığa çıkarmış olabilir,” dedi. “Kusura bakmayın ama İbrahim olay anında orada olmasaydı ondan bile şüphe edebilirdim, sonuçta hançeri sahibinden başkası kullanamaz. Bu da demek oluyor ki, büyük ihtimalle düşmanımız sarmal yaratabiliyor.”
“Cadılar bu tür şeyler yapabiliyordu, Kassandra adındaki o cadı bunu denemişti,” dediğimde, “Sarmallar onların kalpleriyle bağlantılıydı. Diyelim ki bir cadı sarmal açtı ve bu amaçla kullandı, Gümüş Pençe’nin seninle konuşmasını neden istemesin?” diye sordu Mustafa Baba sakallarını kaşıyarak.
“Henüz kimliğini eline almamış, kim olduğunu dahi bilmeyen, dönüşemeyenler hedef alınıyor gibi görünüyor,” dedi Efken kaşlarını çatarak. “Biri ya da bir şey, benim sürümü yaratmamdan korkuyor.”
“Korkuyor mu yoksa bunu istemiyor mu?” diye sordu Mustafa Baba. “Kibirden uzak dur, Efken. Kibri kalbinden sök at, evlat.”
Efken gözlerini devirdi ama yorum yapmadı. Mustafa Baba’ya hak verdiğimi hissettim. “Peki şimdi ne yapacağız? Bu şeyi nasıl bulacağız?” diye sordum. “Kimin parmağı olduğunu çözmezsek tüm sürü tehlikeye girecek.”
Mustafa Baba derin bir nefesin ardından, “Size felaketin kapıda olduğunu söylemiştim, hatırlıyor musunuz?” diye sordu. Ardından kurşun gibi delip geçen gözlerini doğrultup tam gözlerimin içine baktı. “Felaket kapıda falan değil, içeri girdi ve olduğumuz odada bizimle birlikte.”
Söylediği şey beni öylesine etkiledi ki, kalbimin atışları ağırlaşırken kanımın damarlarımın içinde şiddetli bir akıntıya dönüştüğünü hissederek yutkundum. Söylediği korkutucu bir şekilde haklı olduğunu hissettiriyordu.
Efken, “O şeye kim olduğumu tam olarak gösteremedim herhâlde,” dedi donuk bir sesle.
Mustafa Baba gözlerini Efken’e dikip, “Nemesis’i tam yüreğinin ortasında taşımaya başladığını bu kadar belli etme,” dedi sertçe. “Sen Saul, yıkımı var eden eşsiz bir savaşçıydın. Bir zalimin zırhını giyme.”
“Benim kimsenin zırhını giydiğim yok. Bahsettiğin iki adam da benim zaten,” dedi Efken öfkeyle, ardından sırtını dönüp bizden uzaklaşmaya başladı. Kalırsa tartışmanın uzayıp büyüyeceğini biliyordu, muhtemelen Mustafa Baba’ya duyduğu saygıdan dolayı bunun olmasını istemiyordu. Hiç değilse içinde hâlâ saygı vardı.
Onun uzaklaşmasını izlerken, “Sence de değişimi gözle görülür değil mi?” diye sordu Mustafa Baba.
Gözlerimi ona değdirmeden, “Keşke bunu yalanlayabilsem,” diye fısıldadım. Ama gerçek gün gibi ortadaydı.
“Ona iyi geliyorsun,” dediğinde gözlerim usulca yaşlı adama çevrildi. “O zalim ki kınında duran bir kılıç, kılıcı sapından tutup kınından çıkarmasına izin verme, Mahinev.”
Gözlerimdeki umutsuzluğu silip yerine gücü yerleştirirken, “Onu kendisinden koruyacağım,” dedim.
Mustafa Baba, “Hiç şüphem yok,” diye mırıldandı.
Efken bir süre yeni yetişen sürüyle ilgilendi, onları izledi ve bazılarının başına dokunup, insan formunda olmamalarına rağmen bu dokunuş sayesinde onlarla iletişime geçti. Nigin Bağı içimde titreşiyordu, bu sayede onun onlarla kurduğu iletişimi hissedebiliyordum.
Oradan ayrılırken kafamızda birikmiş tonlarca soru işareti olsa da sessizdik. Bir cevaba ihtiyacım vardı, herhangi bir şeye, bizi sonuca ulaştırabilecek bir şeye ama hiçbiri yoktu.
Karların içinde araca doğru yürürken elinin elime kaydığını, parmaklarımızın birleştiğini hatırlıyordum. O sonsuz beyazlığın içinde yan yana yürüyen iki karanlıktık ve bizi bekleyen neydi, bunu ikimiz de bilmiyorduk.
🎧: KİN, HİSTERİK