Ölüm Yıldızı ihtişamıyla infilak ederken öyle çok parlar ki, ışığıyla seni kör edebilir. Onun ışıltısına aldanma, o sadece ölüyor.
Zaman bana onlarca doğaüstü olayla karşılaşma fırsatı vermişti ve bir yılanın gözlerine benzeyen gözlerim de bunlardan sadece bir tanesiydi. Her şeyin olabileceği bu evrende, hiçbir şeye şaşırmayacağımı düşünürken her seferinde şaşırmayı başarabileceğim bir durumla karşılaşıyordum. Gümüş Pençelerden yükselen mavi buhar, duman gibi yayılıyordu. Dumanı takip eden gözlerimle başımı kaldırdım, gökyüzüne doğru baktı. Ben gökyüzüne bakarken bir kurdun öfkeli uluması bütün ormana yayıldı, bedenim bu sesle ürperdi.
İntikam mı yoksa yas mı? Ulumasında ne gizliydi?
Her şey o kadar ani oldu ki, ben daha başımı tam olarak indirememişken büyük, siyah tüylü kurt hızla cesetlerin üzerinden atladı ve ormanın içine doğru koşmaya başladı. Geriye doğru sendelerken ne yapacağımı bilemeyerek ormana doğru koşan büyük kurdun arkasından bakakaldım.
“Efken!”
Yankılanan sesimle ağaçlardaki kuşlar havalandı fakat Efken arkasına bakmadan koşmaya devam etti. Şu an ne kadar hızlı koşarsam koşayım ona yetişemeyeceğimi bildiğimden panikle araca bindim. Aracı çalıştırıp Efken’in izini kaybetmemek için gaza yüklendim. İlk başta paniğimden dolayı yalpalayan araç, bir süre sonra hızla yolda ilerlemeye başladı. Bir yandan yola bakıyor, bir yandan da ormanın içinde koşan Efken’i takip etmeye çalışıyordum.
İntikam mı? Yas mı?
Gaza yüklenebildiğim kadar yüklendim ama güçlü kurt çok çevikti, bir saniyelik koşuşu bile yüzlerce metreye bedeldi. Saniyeler içinde kilometreleri aşabilecek hıza ulaştığında, “Siktir, beni bekle!” diye bağırdım ama emirlerimi duyamayacak kadar alanımdan çıktığı için bizi bağlayan o şey bir işe yaramadı.
Bir süre sonra Efken’in hızına ulaşamayacağımı anladım ve onun izini kaybettim. İçimde büyüyen korkuyla elimi direksiyona vurdum, aracı Kurtboğan Ormanı’nın üzerinden çevirip eve doğru sürdüm. Yol boyunca kalbim panikle çarptı. Nereye gidiyordu? Gittiği yerde onu ne bekliyordu? Kafam allak bullaktı. Cesetlerden yükselen mavi duman ve cesetleri kaplayan mavi sıvının ne demek olduğunu bilmiyordum ama hiç de iyi bir şeymiş gibi gelmiyordu. Efken’in bunların anlamını bildiğini düşünmüyordum, onu öfkelendiren daha çok Gümüş Pençelerin cesetlerini görmek olmalıydı. Kurdun gözlerindeki öfkeyi ve intikam isteğini görmeme gerek yoktu.
İntikam mı? Yas mı? Her ikisi mi?
Eve vardığımda aracı karların içinde kaydırarak durdurdum. Dışarıda kimse yoktu ama aracın sesi içeridekileri panikletmiş olmalı ki ben arabadan indiğimde İbrahim de evin kapısını açıp kendini dışarı atmıştı. Aracın kapısını sertçe çarpıp koşar adımlarla eve ilerlerken İbrahim de aynı koşar adımlarla bana doğru geldi ve yüzümdeki ifadeler onu daha da panikletti.
“Mahinev, ne oldu?” diye sordu kayarak yanımda durduğunda. Diğerleri verandada durmuş bize bakarken adımlarımı durdurmadan ilerledim. “Neden tek geldin? Efken nerede?”
İbrahim’in sorularını es geçip Hatem’e doğru ilerlediğimde Hatem duraksadı, kaşlarını çatarak bana baktı. “Efken’i bulmanız gerek,” dedim soluk soluğa. Hem de hemen bulmalıydık çünkü onu koruyabileceğim alanı yırtıp geçmişti. Korunmaya ihtiyacı olmadığı kesin olsa da onu korumak isteyen tarafım, içimde feryat figan bağırıyor, ruhumu altüst ediyordu.
Sezgi, tedirgin bir şekilde yanıma gelip koluma dokundu. “Sakin ol, bebeğim. Ne olduğunu anlat bize. Efken nereye gitti?” Beni sakinleştirmeye çalışsa bile sesi öyle panik yüklüydü ki, sakinleştirilmesi gereken o olabilirdi.
Gözlerimi Hatem’den ayırmadan, “Yolda iki Gümüş Pençe cesedi bulduk,” dediğimde omuzlarını dikleştirerek bana yaklaştı. Gri gözleri öfkeyle parladı. “Efken bir anda dönüşüp ormana girdi. Onu Kurtboğan Ormanı’na kadar takip edebildim, sonra izini kaybettim. Bulun onu hemen!”
Hatem, serinkanlı bir şekilde, “Bulacağız,” dedi ve sırtını bize dönüp koruluğa doğru koşmaya başladı. Hatem uluduğu anda koruluktan onlarca kurdun uluma sesi de aynı anda yükseldi.
Onu bana getirin, hemen.
“Abla, iyi görünmüyorsun,” diyen Miraç’a bakamadım.
Sezgi kolumu okşarken, “Onu bulacaklardır. İçeri geçelim hadi,” dedi. Onların arkasından gitmek istesem de kafam bu kadar karmaşıkken onlar kadar iyi iz süremeyeceğimi bildiğimden Sezgi’nin teklifini kabul ettim.
Parmaklarımı birbirine geçirip sıkarken eve girip salona ilerledim. Diğerlerinin aksine Manbel dışarı çıkmamıştı ve salona girdiğimde sorgulayıcı bakışları yüzümü hedef almıştı. Kendimi tekli koltuğa bırakıp, “Savaşta bile onlarca Gümüş Pençe cesedi görmüştüm ama ilk kez böylesini gördüm,” dedim soğukkanlı durmaya çalışırken. “Efken başına iş açacak.”
“Cesetlerin nesi farklıydı?” diye sordu İbrahim çaprazımdaki koltuğa oturduğu sırada. Öne doğru eğildi, ellerini bacaklarının arasından ileri doğru uzatarak birbirine bastırdı.
“Çürümüşlerdi,” dediğimde İbrahim bunun neresinde bir anormallik olduğunu anlamamış gibi yüzüme bakmaya devam etti. “Bedenlerinden mavi bir sıvı sızmıştı ve etrafa mavi bir buhar yayıyorlardı.”
İbrahim yüzüme bakakalırken başımı kaldırıp diğerlerine baktım. Onların da yüzünde şaşkın, söylediğim şeyi anlamlandıramıyormuş gibi bir ifade vardı. Aldığım derin nefesle omuzlarım havalanırken, “Böyle bir şeyi ilk defa duyuyorum,” dedi Crystal.
Sapphire da “Ben de,” diyerek ona katıldı.
“Kurtlarla ilgili bir konu olduğuna göre bu konuda Mustafa Baba yardımcı olabilir, değil mi?” diye sordu Ceyhun gözlerini hepimizin yüzünde tek tek gezdirerek. Kimseden bir cevap gelmedi.
“Efken’in neden delirdiği anlaşıldı,” dedi Manbel ve ondan sonra bir daha da konuşan olmadı.
Herkes kendi köşesine çekilirken koltukta yan döndüm, dirseğimi kolçağa yasladım, çenemi avucuma bastırırken gözlerimi pencereden dışarıya çevirdim. Bir insanın fiziksel ya da ruhsal olarak ne kadar güçlü olduğunu bilseniz de ona değer veriyorsanız, onun için endişelenmek kaçınılmaz olurdu. Efken’in fiziksel olarak güçsüz düştüğü anlar olmuştu, ruhsal olarak da çöküntü yaşadığına şahit olmuştum ama o benim gözümde her şeye rağmen, her açıdan güçlüydü. Ve ona bu kadar değer veriyorken endişelenmeden edemiyordum.
“Aptal,” diye fısıldadım. “Onu öylece gözden kaybettim.”
Çenemi yasladığım elimin parmaklarını hafif bir ritimle yanağıma vururken önüme bir kupa uzatıldı. Başımı kaldırmadan gözlerimi çevirerek kupaya baktım, daha sonra da gözlerim kupayı tutan elin sahibine çevrildi. Crystal, soğukkanlı yılan derisinin ardındaki sıcak, şefkatli gözleriyle bana bakıyordu. Gözlerinde görebiliyordum, o da bana değer verdiğinden benim için endişeleniyordu.
“Teşekkür ederim,” dedim kupayı alırken. Sıcak kupayı ellerimin arasına alıp bedenimi düz bir konuma getirdim. “Bir şeyler yediniz mi?”
Crystal başını sallayıp, “Yedik biz, merak etme,” dedi. “Açsan bir şeyler hazırlamamı ister misin? Boş mideni kahveyle doldurma. Efken’e de aldırış etme. O şu an buradaki herkesten daha tehlikeli bir güce sahip. Başına bir şey gelmeyecek.”
Bu kadar güçlü olması onu hedef hâline getirebilirdi, yine bu denli güçlü olması kendisini yok etmesine de sebep olabilirdi. Kalbimin vuruşları çok güçlüydü ama yüzümde soğukkanlı bir ifade belirmesini sağladım.
Midem bomboştu ama buna rağmen, “Aç değilim,” demekle yetindim. Şu an bir şeyler yiyebilecek hâlde değildim. Kalbimin sesini duymamaya çalıştım. Çok gürültülüydü.
Kupanın sıcak seramik yüzeyini dudaklarıma yaslayıp küçük bir yudum aldığım sırada dış kapının sertçe açılma sesi salona doldu. Dudaklarım kupanın yüzeyindeyken gözlerimi salonun girişine çevirdim. Kendisinden önce kokusu geldiğinde ve burnuma dolduğunda panikle ayaklandım. Bu ani hareketimle kupanın içindeki kahvenin birazı taytıma dökülmüş, soğuk derime temas etmişti. Crystal bana doğru atılacakken geri çekilip kupayı sehpaya bıraktım ve salonun çıkışına ilerledim. Ama ben dışarı çıkamadan Efken içeriye adım atmıştı.
Tam çarpışmak üzereyken geri çekildim, gözlerini indirerek yüzüme baktı ve göz göze geldik. Gözlerinde gördüğüm öfke, bir adım daha geri çekilmeme neden oldu. “Sana yetişemedim,” dedim, paniğim sesime de yansımıştı.
“Peşimden gelmemen daha iyi oldu, Medusa,” deyip elini omzuma koydu. Hareketi her ne kadar sakinleştirici görünse de kendisi hiç de sakin görünmüyordu. Gözleri benden ayrıldı, salondakilere baktı. “İbrahim nerede?”
O bunu sorana kadar İbrahim’in yanımızda olmadığını fark etmemiştim.
“Geldim geldim,” dedi İbrahim kayarak salona girerken. “Sen üç kere İbrahim de, ben cehennemin dibinde olsam zebanileri kandırır da yanına, cennetine gelirim Efken’im.”
Efken ona bakmadan, “Kes sesini,” dedi, kolunu omuzlarıma sarıp bizi koltuklara ilerletti. Ayaklarımın altındaki zemin kayıyor gibi hissettim. Çok şükür buradaydı, tek parçaydı ve ışık falan da saçmıyordu. Yeniden Nemesis bokuna dönüşmesinden mi endişe duyuyordum yoksa üzerine çok daha fazla düşman çekmesinden mi? Belki ikisinden de.
İbrahim, “Senin için cehennem ateşlerinde yanan benim ama sen denizdeki yılana sarılıp ateşini söndürme niyetindesin. Yazık gerçekten de,” diye söylenerek arkamızdan geldi. Efken yine onu duymazdan geldi.
İbrahim ortamı yumuşatmayı deniyordu. Ama sadece deniyordu.
“Mahinev bize kurtlardan bahsetti,” dedi Ceyhun merakla Efken’e bakarken. “Birilerinden mi şüphelendin? Nereye gittin?”
Efken, Sezgi’nin oturduğu koltuğun diğer ucuna oturduğunda ben de ortalarına oturdum. “Tam olarak bir kurt bile değillermiş,” dedi Efken, Ceyhun’un sorularını es geçerek. Aslında cevabı ben de merak ediyordum ama bunu sonra da öğrenebilirdim. “Henüz uyanışa geçmemiş iki Gümüş Pençe’yi katletmişler.”
Dönüşümü tamamlamamış, belki kimliklerinin farkında bile olmayan iki suçsuz insanı katletmişlerdi. Masumları. Kanım damarımın içinde derin bir sessizlikle akmayı sürdürse de kalbimi saran karanlık bir öfke hissettim.
Efken’in buzdan soğuk sesinde intikam vardı ve intikamın oluşturduğu karlı yola, onun büyük pençesi ilk adımını atmıştı.
Onu dikkatle izlerken, “Uyanışa geçmemişler mi?” diye sordum, doğrulamak istiyordum çünkü masumların kanının döküldüğü düşüncesi içimde koca bir sıkışıklık doğurmuştu.
Efken, başını salladı. “Uyanışları gerçekleşmemiş, normal iki insan,” dedi, konuşurken parmakları saçlarımın arasında, ensemde gezindi. Bunu daha çok kendi kontrolünü kaybetmemek için yapıyormuş gibi gelmişti. “Onları öldüren her kimse ya da her neyse, henüz insanken öldürmüş. Öldüklerinde de bedenleri asıl formlarını almış.”
“Uyanışa geçmedilerse yaşları çok da büyük değildir,” dedi Sezgi, sesi üzgün çıkmıştı. “İki masum insandan ne istemiş olabilirler?”
Efken’in burnundan verdiği öfkeli nefesle sertçe yutkundum. “Cadılar olabilir mi?” diye sorarken aslında cevabı biliyordum. Bunu yapacak kadar gözlerini karartmış olamazlardı. Sanırım. Çok sayıda insanlarını kaybetmişlerdi ve bu başkaldıran cadılar için bile oldukça yanlış bir seçim olurdu. Bunu göze almış olabilirler miydi? Bilemiyordum.
Efken sorumu, “Her kimse bedelini aynı şekilde ödeyecek,” diyerek açık uçlu bir şekilde yanıtladı. Sükûnet içinde onu izledim, o da aynı şekilde ensemi okşamaya devam etti. Ortam tam olarak durulmamışken bir yerden patlak vereceğinin farkında olsam da bunun bu kadar erken gelmesini beklemiyordum. İki masum. Yaşları küçük. Henüz uyanmamışlar bile. Kalbim ağırlaştı.
Bir elinde kumaş parçası, diğer elinde küçük bir şişeyle içeri giren Hatem, salonun ortasına ilerledi. Bize doğru dönerek, “Hak etmedikleri bir şekilde öldürüldüler ama onları hak ettikleri bir şekilde defnettik,” dedi. Onun gözlerindeki öfkenin de Efken’in öfkesinden farkı yoktu. “Bunları da numune olarak getirdim.”
Efken sırtını koltuktan ayırıp dikleşti, Hatem’in uzattığı kumaşı aldı. Tarif edemeyeceğim bir ifadeyle bir süre elindeki mavi sıvıyla lekelenmiş kumaşa baktı. O lekeye dokunma ve ne olduğunu anlama isteğim büyürken Efken kumaşı avucunda toplayıp sıktı, diğer elini uzatıp bu kez içinde mavi sıvı olan küçük cam şişeyi aldı. Şişeyi yavaşça aşağı yukarı sallarken dikkatli bakışları hareketlenen mavi sıvıdaydı.
“Belki de onları öldüren şey bu sıvıydı,” diye bir fikir attı ortaya Sezgi.
Efken ise kendinden emin bir şekilde, “Hayır, değildi,” diye yanıtladı onu.
Şişenin kapağını kaldırmaya yeltendiğinde, “Bu iyi bir fikir olmayabilir,” dedim ama Efken söylediğim şeyi duymamış, kulakları şu an her şeye tıkanmış gibi dikkatle şişeyi izlerken kapağını kaldırdı.
Miraç, “Ablama katılıyorum,” dese de o da merakla şişeye bakıyordu.
Efken koltukta ileri doğru kaydı, bacaklarını daha geniş bir açıyla ayırıp avucunu bacaklarının arasındaki boşlukta açtı. Gözlerim korkuyla irileşirken bileğini tutup, “Düşünmeden hareket etmek yoktu,” dedim.
Gözlerini yüzüme çevirip, “Sorun yok,” dedi sadece. Tereddütle bileğini tutmaya devam ettiğimi fark edince başını da bana doğru çevirdi. “Sorun yok, dedim Mahi.”
“Ay bayılacağım şimdi,” dedi İbrahim abartılı bir sesle. Hatem’in yanında, yani önümüzde dikiliyordu. “Birader bu gerçekten iyi bir fikir olmayabilir, ilk önce ağaca bitkiye falan damlatalım.” Durdu, göz ucuyla Hatem’e baktı. “Ya da seni değil bunu feda edelim, baklavam.”
Hatem’in gözleri serinkanlı bir hareketle ona dönünce Yaren, İbrahim’in kolunu tutup çekti. “Ortamı daha da germe, aptal.”
Efken dikkatle ağzı açık duran şişeye bakarken bir anda şişenin içindeki sıvıdan avucuna birkaç damla döktü. Tırnaklarım hissettiğim korkuyla Efken’in bileğine saplanırken iri gözlerle avucundaki sıvıya baktım. “Yapma demiştim!”
Elini yavaşça hareket ettirdi, avucundaki sıvı sağa sola yayıldı. Tuttuğum bileğini sallayıp sıvının yere dökülmesini sağlayacakken derisine, derisindeki derin çizgilerin içine gömülen mavi sıvı kendiliğinden hareket etti. Kumlara dökülen suyu kumların emerek içine çektiği gibi Efken’in derisinin sıvıyı emdiğini fark edince dudaklarım şaşkınlıkla aralandı.
“Sorun yok demiştim.”
“Ya bir tür zehir falansa ve derin emdiği için zehirlenirsen?” diye soran İbrahim’e korkulu gözlerle baktım.
Efken gözlerini kaldırarak ona baktı. “Derinin emebildiği bir zehir olsaydı, bu sıvı gümüş pençelerin içinde kalır, dışarı sızmazdı.” O, avucuna biraz daha mavi sıvıdan dökerken üzerimden atamadığım şokla ona bakmaya devam ettim. “Bu, o uyanışa geçemeyen Gümüş Pençelerin özü.”
Hatem’in onu onaylayarak başını salladığını göz ucuyla gördüm. Yani zehir ya da herhangi bir şey değil de öz müydü? Efken’in avucuna döktüğü sıvı tekrar derisi tarafından emildiğinde bileğini sıkıca tutan elimi geri çektim.
“Bunu biliyor muydun?” diye sordum.
“Tahmin etmiştim. Mustafa Baba da doğruladı.”
Miraç gözleriyle Efken’in avucunu işaret etti. “Belki de buna neden olan şey senin gücündür, olamaz mı?”
Efken düşünceli gözlerle şişenin dibinde kalan sıvıya bakarken, “Anlaşılan o ki gözlerini uykuda olan, insan bedeninde olup henüz dönüşüm gerçekleştirmemiş Gümüş Pençelere diktiler,” diye mırıldandı. Sanki bu onun kafasından geçen bir cümleydi, öyle çok dalmıştı ki sesli dile getirdiğinin bile farkında değildi.
Söylediği şey, damarlarımda soğuk bir şekilde ilerleyen kanımın kaskatı kesilip buza dönmesine neden oldu. Kimse onun söylediği şeyin üzerine yeni bir yorum yapmadı. Sessizlik, hepsinin içinde dolaşan dehşetin ayak izleri gibiydi.
İlerleyen saatlerde Sezgi’nin bedeni yorgunluğundan kaynaklı hâlsiz düşmüş, Ceyhun onu kucaklayıp odaya götürmüştü. Crystal, evin kalabalık olmasından bunaldığını bahane ederek yanına Sapphire’ı da alıp evden ayrılmıştı. Bunaldığı için değil, bizim bunalmamızdan korktuğunu ve kişi sayısını azaltmak istediğini biliyordum. Savaşta şahit olduklarından sonra her şeye karşı merakı artan kardeşim, şöminenin önünde oturmuş, karşısındaki Gümüş Pençe’den, yani Hatem’den bir şeyler öğrenme ümidiyle sorular sorup duruyordu. Yaren’in elime tutuşturduğu sandviçten bir ısırık alırken evin aralık duran kapısından dışarı çıktım.
Efken sessizce odaya çekilmiş, son iki saattir de odadan çıkmamıştı. Onunla konuşabilmek için biraz da olsa kafamı toparlayabilmeyi bekliyordum. Verandaya çıktığımda Yaren ve Manbel’in dışarıda konuştuğunu gördüm. Ulaş ve İbrahim ortalarda yoktu. Sandviçin son lokmasını da ağzıma atıp adımlarımı Yaren ve Manbel’in olduğu yöne çevirdim. Bir konuşma içerisindeymiş gibi görünseler de daha çok konuşan Manbel’di. Aralarındaki bağın ne durumda olduğunu bilmiyordum, buna onların da odaklanabildiğini sanmıyordum.
Yaren benim geldiğimi fark ettiğinde, “Umarım o sandviçi mutfağın bir köşesinde bulmam,” diye söylendi. Bu cümlesi daha çok içinde olduğu konudan kaçmak istediğini belirten bir sinyal gibiydi.
“Merak etme, çoktan bitirdim,” dedim gülümsemeye çalışarak. “Sen nasılsın? Toparlanmış gibi görünüyorsun.”
Manbel, “Tabii ki daha iyi, sonuçta o bir Güneş Leydisi,” dediğinde Yaren ona yan yan baktı. Yaren’e dikkatle baktığımda, her zaman duygularla parıldayan koyu renk gözlerindeki donukluğu fark ettim. Bu kaşlarımın çatılmasına neden oldu.
“Bir anda yaşadığın bu değişim seni çok fazla etkilemiştir,” dedim Yaren’in kolunu okşarken. Bir yandan da yavaş adımlarla koruluğa doğru yürüyorduk.
Yaren bir an ürperdi, bu ürperti yüzüne de yayıldı. Sol elini sağ omuzuna bastırdı, eli yavaşça omzunun gerisine doğru kaydı. “Aslında bir anda olmadı,” derken sesi durgunlaşmıştı. “Savaştan önce de bendeki tuhaflıklar kendini belli ediyordu. Tabii ben de bir anda kanatlarımın çıkmasını beklemiyordum…” Son cümlesinden sonra gülmesi gerginliğimi bir nebze azalttı. Manbel onu ilgili gözlerle izliyordu. “Savaşta tamamen içgüdüsel davrandım ama ne yalan söyleyeyim çok acı çekmiş de olsam sanki bu acı benim yeniden doğmamı sağladı.”
Konuşurken bir yandan da kanatları sırtındaymış, kanatlarının kökünü ovuyormuş gibi omzunun arka kısmını ovuyordu. Savaşta dönüşüm yaşarken acı içinde attığı çığlıklar kulaklarımda yankılanınca yüzüm gerildi. Henüz on dokuz yaşında genç bir kızdı. Tamam, ben de ondan yaşça çok büyük değildim ama benim bu evrene gelişim bile evrimimin bir parçasıydı. Biz doğaüstü konularla ilgilenip küçük çaplı savaşlar verirken bizim arkamızda duran, bizi uzaktan izleyen, böyle bir ortamda okul hayatını sürdürmeye çalışan genç bir kız için hızlı gelişen, sancılı bir süreç olmuştu.
“Şu an iyi hissediyorsan diğer şeylerin bir önemi yok,” dedim ona destek olma isteğiyle. “Herhangi bir terslik hissedersen ya da seninle ilgili bir konu olursa bize anlatabilirsin, bir çözümünü buluruz. Hem…” Göz ucuyla Manbel’e baktım. “Onun da güçlerini keşfetmek konusunda sana yardımı dokunur.”
Manbel başını salladı fakat Yaren bir yorumda bulunmadı. Onun için Manbel’i kabullenmek zordu, bunun herkes gibi Manbel de farkındaydı. Özel hayatlarıyla ilgili olan bu konunun uyanışa geçmesi kadar ani ve hızlı olmayacağı belliydi. Yürüdüğümüz yoldaki ışığın azaldığını ve koruluğun ilerisinin daha karanlık olduğunu fark edince geri dönmek için yönümüzü değiştirdik. Manbel ve Yaren benden birkaç adım öndeyken duyduğum kıkırtı sesiyle duraksadım.
İbrahim yakınlarda olmalıydı.
Durup arkama baktım. İbrahim’in koşarak yaklaştığını, Ulaş’ın da tam arkasında olduğunu gördüm. Ona seslenecekken alnıma damlayan ılık sıvıyla kaşlarım çatıldı. Sıvı yavaşça burnuma doğru kaydı. Yağmur yağacaksa bir an önce eve dönmeliydik. Burnumdaki süzülen ıslaklığı parmaklarımla sildiğim sırada alnıma bir damla daha düştü. Parmaklarımı bu kez alnıma sürttüm. Kar ve soğuğun kokusuna bir koku daha ilişti. Ölümün kokusu. Elimi aşağı indirdiğimde kar gibi beyaz parmaklarımda leke gibi duran sıvıda gözlerim takıldı, şaşkınca avucuma baktım.
Yağmur damlası kırmızı olmazdı.
“Hançerle ne yapabildiğimi gördüğünüzde delireceksiniz!” diye bağırarak bana doğru koşmaya devam etti İbrahim.
O heyecanla bir birkaç metre ilerimde durduğunda gözlerimi avucumdan ayırıp ona çevirdim. İbrahim’le göz göze geldiğimizde alnıma bir damla daha düştü. İbrahim’in yüzüne yayılan şaşkınlığı gördüm. İkimiz de aynı anda başımızı kaldırarak yukarı baktığımızda, Yaren’in çığlığı korulukta yankılandı.
Yüzüme damlayan kandı ve o kanın sahibi, ağaca asılmış bir cesede aitti.
Bir Gümüş Pençe cesedine.
Yüksek ağacın dalında asılı duran cesedin gözleri açıktı. Parçalanmış, yarısı insanken yarısı kurt formunda olan bedeninden akan kan, bu kez yüzümü teğet geçip karların üzerine damladı. Kan damlası kara düştüğü anda bu kez korulukta yankılanan ses, bir kurdun intikamını ve öfkesini kusan hırıltısıydı.
Yas mı yoksa intikam mı? Cevap açık ve netti.
İntikam.
🎧: WOEST, SURROUND ME