Yıkım Tanrısı gözlerini nihayete açtı,
çıkan fırtınada hayatta kalabilecek mi Âdem’in evlatları?
Sanki gün doğmamış, perdeler açık değilmiş gibi loş olan odanın içinde ilerledim. Gece yaşadığım o tuhaf anların izleri hâlâ üzerimdeydi, bu da bende durgunluğu doğurmuştu. Dolaptan aldığım gri renkteki tüylü kazağı üzerime geçirirken kızıl gözlerime sinen o keskin bakışlar tek bir yöne sabitliydi.
Efken’in yatağın üzerinde infilak eden bir yıldızın en son anlarındaki gibi kuvvetle parladığı, ardından o parıltının içine hapsedildiği ânı hatırladım.
O ânın hemen ardından ışıkları sönmüş, bir süre yatakta kalsa da sonrasında kaçar gibi odadan çıkmış, odaya geri dönmemişti. Konu o olduğunda ısrarcıydım. Böyle durumlarda onun üzerine gitmem gerektiğini, bir sorunu varsa bunu öğrenmem ve bir çözüm bulup onu kurtarmam gerektiğini hissediyordum. Ama bu kez bu istediği bastırmıştım. Onun aslında ne kadar zorlandığının farkındaydım, bu da bende ekstra bir istek yaratıyordu ama onu bunaltmak, daha zor bir duruma sokmak istemiyordum.
Çıplak bacaklarıma siyah taytı geçirdikten sonra ellerimi taytın kalın kumaşına sürttüm, gözlerimi aynadaki solgun görünen yüzüme çevirdim. Bir savaş daha kazanmıştık ama neden kazanmış gibi hissetmiyordum? Sanki esas savaş hâlâ anne karnındaydı ve doğum henüz başlamamıştı.
Cadıların baskılarından kurtulmuş, onları geri püskürtmüştük. Artık karşılarında kimlerin olduğunu, sandıkları kadar kolay lokma olmadığımızı biliyorlardı. Buna sevinmem gerekmez miydi?
Efken’i görmek istiyordum.
Onu görme isteğim o kadar ağır basıyordu ki gece ormanda birinin ya da birilerinin olması, izlendiğimiz gerçeği bile geri planda kalıyordu. Evet, bu önemli bir şeydi. Göz ardı edemezdim, üzerine düşünmem, hatta düşünmemiz gerekiyordu ama şu an sadece Efken’i görmek, gözlerine bakmak ve onun nasıl olduğunu öğrenmek istiyordum.
Ayakkabılarımı giydikten sonra yarım saat önce aldığım duştan dolayı nemli olan uzun saçlarımı arkaya doğru attım. Odadan çıkıp salona doğru attığım her adım gözümde büyüdü, sanki yürümem gereken kilometrelerce yol vardı. Miraç, elinde cam yüzeyi buğulandığı için soğuk olduğu belli olan bir bardak suyla mutfaktan çıktığında bakışlarım ona döndü ve kaşlarımı çatarak ona baktım.
“Sana soğuk su içmemeni söylemiştim,” diye söylendiğimde, yüzüne sahte bir gülümseme yerleştirip suyundan büyük bir yudum aldı.
“Ben de benim için sorun olmadığını söylemiştim,” dedi yüzündeki aynı sahte gülümsemeyle. İyi görünüyordu. Yüzlerce ölüme şahit olmamış gibi. Yarattığı normalliği bozmamaya çalıştım.
“Hasta olursan seni sokağa atarım,” deyip gözlerimi devirdikten sonra yanından geçerek salona doğru ilerledim. Eve yayılan bir uğultu vardı, uğultunun kaynağında aradığım sesi bulamadım.
“İki gündür büyük bir sessizlik var,” dedi Crystal içeri girdiğim sırada. “Nedense bu iyi bir şeymiş gibi gelmiyor.”
Crystal bir ileri bir geri yürüyor, Sapphire ise onu sakin gözlerle izliyordu. Yaren, camın önünde durmuş dışarıyı izlerken ellerinin arasında bir kupa tutuyordu. Onun savaştaki hâlini herkes hatırlıyordu ama o bu konuda tek kelime etmediği için konuşulması gerekenler erteleniyordu. Kimliğini kolayca kabul edemeyecekti, biliyordum çünkü ben de bir zamanlar elime tutuşturulan bu kimlikten kaçmayı denemiştim.
İbrahim dışarıdaydı, karşısında durmuş onu dinleyen Manbel ile hararetli bir konuşma içindeydi. Gözlerim de kulaklarım gibi aradığını bulamamıştı. Sapphire’ın yanına oturduğum sırada evin kapısı açıldı, içeriye şöminedeki ateşi dalgalandıracak kadar kuvvetli bir rüzgâr girdi. Dönüp kimin geldiğine bakmadım çünkü içeri girenlerden birinin de aradığım kişi olmadığını biliyordum.
Crystal, “Sence de tuhaf değil mi?” diye bir soru yönelttiğinde dalgın bakışlarımı kaldırarak ona baktım. Göz göze geldiğimizde duraksadı. Artık karşısında ilk karşılaştığı Mahinev’in olmadığını hissediyor olmalıydı. Hissetmekten öte, bunu artık görüyordu. Beş duyu organıyla da farkında olmalıydı ki o Mahinev artık çok uzaklardaydı ve bir daha geri dönmeyecekti.
“Tuhaf olan ne?” diye sordu Sezgi bize yaklaşırken. Omzumun üzerinden ona baktım. Ceyhun içeri girmeden geri dönmüştü.
Gözlerim savaş alanından ayrıldığımızdan bu yana görmediğim arkadaşımın bedeninde gezindi. “İyi misin?” diye sordum, bu içeri girdiğim andan itibaren dudaklarımın arasından kayıp giden ilk şeydi.
Sezgi gülümseyerek yan tarafımdaki koltuğa oturup, “İyiyim, Mahinev,” dedi. Gözleri minnetle parıldıyordu. Bana, haftalarca aç ve susuz kaldığı o zindandan onu elimde bir bardak suyla kurtarmışım gibi bakıyordu. “Sana teşekkür etme fırsatı bulamadım.”
Ona doğru uzanıp elini şefkatle tuttum, yüzümdeki ifade saatler sonra ilk kez yumuşamıştı. “Onu da seni de koruyacağımıza söz vermiştik. Sizi koruduğum için bana teşekkür etme.” Elini yavaşça okşadığım sırada dolan gözleriyle bana bakıyordu. Gülümsedim. “İkiniz de çok güçlüydünüz.”
Sezgi beni kendine çekerek sıkıca sarıldığında, Sapphire’ın burnunu çektiğini duydum. Gülerek başımı iki yana sallarken ben de kollarımı arkadaşımın beline doladım. Bedenlerimiz birbirine yaslandığında onun karnındaki ilahî ruhu hissettim; Emerald’ın ruhu beni huşuyla karşıladı. Bebeğin akıbetinin ne olacağını bilmesem de bildiğim bir şey vardı: Annesi gibi güçlü biri olacaktı. Belki de ondan çok daha güçlü.
Sezgi’nin sırtını sıvazlayıp geri çekilirken İbrahim kafasını içeri doğru uzatıp, “Bir misafirimiz var gibi görünüyor,” diye seslendi, sesi huzursuzluğunu ele vermişti.
Anlık Sezgi’yle göz göze geldik, daha sonra gözlerimi İbrahim’e çevirirken kaşlarım çatıldı. İçeri giren biri olmadığına göre bahsettiği kişi dışarıdaydı ve içeri almadıklarına göre de ya tanımadığımız biriydi ya da adı düşman listesindeydi.
Yay gibi gerilen bedenimle ayaklanıp salondan çıktım. Benim ayaklanmamla diğerlerinin de peşime takılmasına bir oldu. İbrahim’in arkasından kapıdan çıkıp verandaya adım attım. Ceyhun, Hatem ve Manbel de dışarıdaydı ama kızıl gözlerim, onların bedenlerini es geçip karşılarında dikilen, gözleri bende olan adamı buldu.
Adını bilmediğime emindim ama siması onu bir kez de olsa görmüşüm gibi tanıdık geldi. Ben sessizce adamın yüzüne bakarken, “Cadı,” diye fısıldadı arkamda duran Sezgi.
Adama öyle büyük bir dikkatle bakıyordum ki adam yerinde kıpırdanıp omuzlarını dikleştirdi. Gözlerimde her ne görüyorsa bu onu hem rahatsız etti hem de ürküttü, bunu hissettim.
Dudaklarını konuşmak için araladı fakat o konuşmaya başlamadan, “Sen de kimsin?” diye sordu yıkımı andıran bir ses. Adama saplı duran gözlerim, sanki şu an o en önemsiz şeymiş gibi hızla ondan ayrıldı ve Efken’e çevrildi. Lacivert, boğazlı kazağının sol kolunu yukarı sıyırırken gözleri yabancı adamdaydı.
Cadı, “Ben Cameron,” dediğinde Efken, “Eee?” diye karşılık verince adamın kaşları çatılır gibi oldu ama ifadesini hızla topladı. Dipleri beyaz, uçlara doğru mavileşen saçlarını sıkı bir topuz yapmıştı, yüzü gergin duruyordu. Saçlarının uçları gibi mavi olan gözleri, kar gibi beyaz olan teninde oldukça belirgin duruyordu. Saniyelik bana dönen gözleri, sonrasında bedeniyle birlikte Efken’e döndü. “Cadı Meclisindeki sözcülerden biriyim.”
Efken tekrardan, “Eee?” deyince ona baktım. Gözleri o kadar boş bakıyordu ki bu beni duraksattı. Bu bakışların sebebinin sadece karşısındaki adam olmadığına emindim. Efken yeniden aşağılayıcı bir tonlamayla konuşmaya başladı. “Senden gelen toz kokusunu alabiliyorum, taşlaşan arkadaşlarının kokusu üstüne sinmiş belli ki.” Adamın dişlerini sıktığı yan profilinden de belli oluyordu. “Neden buradasın?”
Sözcü, dişlerinin arasından, “Yeterince insanımızı kaybettik,” dediğinde, Efken’in kaşları havalandı. Ben de diğerleri gibi sessizce onları izliyordum. Adamın neden burada olduğunu tahmin edebiliyordum, ki Efken’in de bildiğini ama onu kıvrandırmak istediğini görebiliyordum. “Daha fazla bu savaşı uzatmak istemiyoruz, barış istiyoruz.”
Basamaklardan sakince inerken, “Ortada uzatabileceğiniz bir savaş yok zaten,” dediğimde, Cameron’ın gözleri bana çevrildi. “Evet, bir savaş vardı ve siz onu kaybettiniz.” Efken’in bana baktığını hissetsem de gözlerimi cadıdan ayırmadım. “Biz sebepsiz yere kimsenin sınırlarını işgal etmedik.”
Cadı, bir an ne diyeceğini bilemeyerek öylece bana baktıktan sonra, “Bizim de kendimize göre haklı sebeplerimiz vardı,” dediğinde alayla gülüp, “Marların özlerini onlardan izinsiz ve zorla almak istemeniz gibi mi?” diye sordum. Gözlerimin içine uzun süre bakamayan cadı, gözlerini kaçırıp sertçe yutkundu.
Efken bana yaklaştığı sırada Sezgi, “Meclis barışı ne kadar ortak karar olarak görse de isyancılar durmayacaktır,” dedi. “Onları nasıl engellemeyi düşünüyorsunuz?”
“Savaş öncesi de sizinle aynı şeyleri düşünmeyen cadılar vardı,” dedi Efken. “Şimdi de sizden farklı düşünen, barış istemeyen cadılar olacak. Bu saatten sonra başkaldıran her cadının canını alırım.” Cameron’ın gözlerindeki korkuyu benim gibi Efken de görebiliyor olmalıydı. Göz bebeklerinde, savaşta yıldırımların taşlaştırdığı cadıların cesetleri vardı. “Geri çekilen, sorun çıkarmayan hiçbir cadıya dokunmam.”
Sözcü başını sallarken, “Çıkan enerjinin sadece savaştakiler değil, herkes farkındadır. Bu enerjinin peşine düşecekler,” dedi, gözlerimi yanımda dikilen Efken’e çevirdim. Efken’in dudağının kenarı yavaşça yukarı kıvrıldı, gözlerinde tuhaf bir kıvılcım yakaladım. “Herhangi bir durumda sizin tarafınızda olacağımızı söylememi de istediler.”
Bu kez Efken’in yüzünü saran ifade, küçümsemeydi. Karşısında duran cadıya küçümseyerek bakıyor, teklif edilen şeyin onun için hiçbir anlamı olmadığını saklama gereği duymuyordu. Gücümüzün farkındaydım. Kendimin, Efken’in ve diğerlerinin neler yapabileceğini biliyordum ama hiçbir şeyi riske de atmak istemiyordum. Söz konusu olan sadece ben değildim. Bu da beni her zamankinden daha tedbirli biri yapıyordu.
“Sizin için de bizim tarafımızda olmak daha iyi olacak,” dedim omuzlarımı dikleştirerek. Cümlemde hem bir kabul hem de bir gözdağı vardı. Efken’in yüzündeki alaylı ifade dağılırken gözleri hızla yüzüme indi. Teklife ılımlı yaklaşmamı beklemiyordu belki de ama söz konusu sevdiğim insanlar olduğunda bazen affedici olmam gerekiyordu.
Cameron’ın bedeni, aldığı olumlu karşılıkla gözle görülür bir şekilde gevşedi. Ona verilen görevin bittiğini düşünmüş olmalı ki başka bir şey söylemeden sadece başıyla selam verip arkasını döndü ve bizden uzaklaşmaya başladı. Ortamdaki sessizlik onun gidişinden dolayı mıydı yoksa her an kopabilecek olan içsel bir çatışmadan dolayı mıydı bilmiyordum ama ikincisini hiç de kaldırabilecek bir hâlde değildim.
Efken, “Benimle geliyorsun,” dedi sadece. Tam ağzımı açacaktım ki meydan okumamı hissetmiş ve buna fırsat sunmuyormuş gibi, “Hemen,” diye ekleyerek yanımdan geçip gitti.
Araca bindiğini gördüm, uzun süre yerimden kıpırdamadan onu izledim ama sonunda daha fazla karşı koymak yerine, gözlerimi ön camdan beni izleyen mavi gözlerine dikerek araca yöneldim. Araca binip emniyet kemerimi bağladığım sırada sessizdi. Tekerleklerden bir çığlık koptuğunda ve araç sarsılıp hızla karları ezerek hareket etmeye başladığında da sessizliğini korudu.
Sağ elimin dört parmağını diğer avucuma yasladım ve başparmağımla parmaklarımın üzerini yavaşça ovarken hissettiğim öfkeyi dışarı salmamak için büyük bir çaba verdim. İçinde olduğumuz araç, iki yanı karla örtülü ağaçların arasındaki yolda hızla ilerlerken dilimi damağıma bastırıp çenemi sıktım. Çoğu duygumu daha iyi tanıyabilme şansını bu evrene geldiğimde yakalamıştım. Öfke de o duygulardan biriydi. Burada geçen zamanımı göz önünde bulundurduğumda, kendi evrenimdeyken ne kadar sakin bir insan olduğumu fark etmek zor olmuyordu. Öfkemin ne kadar yakıcı olduğunu, içimde bir ateş gibi ilerlerken anlıyordum.
Bana emir vermemesi gerektiğini kendisi mi öğrenecekti yoksa canını yakarak bunu ona öğreten ben mi olmalıydım?
Efken direksiyonu sıkıca kavrarken, “Biz o savaşta bize güvenen birçok insanı kaybettik, Medusa. Kenneth de onlardan sadece biri,” dediğinde parmaklarımın üzerini daha sert ovaladım. “Üstelik Ceyhun ve Sezgi de bebeklerini kaybedebilirlerdi. Nasıl öylece onlara istediğini verirsin?”
“Hiçbir şeyi unutmuş değilim,” dedim sertçe. Gözlerimin önüne darbe alıp yere düşen bedenler, Kenneth’in kendi zehriyle eriyen bedeni ve Sezgi’nin çığlık atarak ağladığı anlar gelince öfkem kan olup kalbime doldu.
“O hâlde amacın neydi?” Efken elini direksiyona vurduğunda araba yalpalar gibi oldu. Yola diktiğim gözlerimi bir silah gibi ona doğrulttum. Gözlerini bana çevirdi, ona doğrultulan silahı gördüğünde bir an duraksar gibi oldu.
Silah doluydu, tetik çekilmek üzereydi ve bunu yapabilecek deliliğe çoktan ulaştığımı gördüğünü biliyordum. Bu silahla oynamayı kesse iyi ederdi. Kendi iyiliği için.
“Sen bana neyi neden yaptığını ya da ne düşündüğünü söylüyor musun?” Öfkeli çıkan sesim, buz gibi duran yüzüne çarpıp yüzünde çatlaklar oluşturdu. “Madem bana bir şeyleri açıklama gereği duymuyorsun, benden de herhangi bir beklentin olmasın, Efken.”
“Gerek duymadığımdan değil, seni olabildiğince tehlikeden uzak tutmaya çalışıyorum, görmüyor musun?”
Alayla güldüm. “Senin uzak tutmaya çalıştığın o tehlikenin tam içindeyim ben. Seni kimi nereden uzak tutmaya çalışıyorsun? Ya da bunu başarabileceğini mi sanıyorsun?”
Son sorum, onda bir şeyleri son noktaya getirmiş, patlamak üzereymiş gibi hissettirmiş olmalı ki aracı ani bir manevrayla kenara çekip durdurdu. Öne savrulan bedenimi tutmak için uzattığı koluna elimi koydum ve bana temas etmesine izin vermeden geri çekildim. Bu hareketim, bir süre öylece beklemesine neden oldu.
“Sen sanıyorsun ki,” dedim sakin tutmaya çalıştığım sesimle. Başarabilmiş miydim emin değildim. “Önüne çıkan herkesi yok edersin, arkana aldıklarını korursun.” Sadece başımı çevirerek ona baktım. Gözleri yoldaydı. “Evet, yaparsın, bu doğru. Herkesi taşa çevirirsin mesela ya da o şimşekleri bir ok gibi göğüslerine sokar, onları öldürürsün. Evet. Ama Efken, hiç düşündün mü bu işin nereye kadar böyle devam edeceğini?” Sessizce beni dinlemesi beni sakinleştirmiyor, aksine daha da yükselmeme neden oluyordu. “Bir savaş bitti ama enerjin yüzünden çok daha büyüğü bizi bekliyor. Bunun sen de farkındasın ve bu senin umurunda bile değil!”
Yükselen sesimle birlikte uçurum mavisi gözleri bana döndü. Hâlâ nasıl böyle umursamaz bakabilirdi?
“Savaş ne kadar büyük olursa olsun hiçbir şansları olmadığını görmedin mi?” diye sordu kayıtsız bir sesle.
Öfke geri çekildi, şaşkınlık beyaz bir örtü gibi tenimin rengini daha da açarak yüzüme serildi. “Şu hâline bir bak,” dediğimde gözleri kısıldı. “İnsanların sana düşman olmasından zevk alıyorsun.”
“Birilerinin bana düşman olması sikimde bile değil. İsteyen olsun, kafaları ezilmek istiyorsa hayır demem,” deyip gözlerini gözlerimden ayırdı ve tekrar yola çevirdi.
Yüzünde yeniden o tanıdık ifade oluştu: Küçümseme.
“Herkesi yok edemezsin, Efken,” dediğimde, o küçümseme göz bebeklerine kadar yayılıp büyüdü.
“Edebilirim,” demesi beni daha da öfkelendirdi.
“Bu şekilde pervasızca hareket etmeye devam edersen bir sonrakinde karşına dikilecek o kişi ben olurum ve emin ol, beni geçmek için gücünün her zerresini harcamak zorunda kalırsın.” Söylediğim şey onu afallattı, şaşkınlığın esir aldığı gözleri gözlerime tutundu. “Ve şunu da bil, ister Nemesis ol ister Efken Karaduman, karşındaki Mahinev Demir olduğu sürece senin gücünün hiçbir kıymeti yok.”
Arabadaki bütün havayı değiştiren şey, kurduğum cümleler oldu. Efken’in gözleri, gözlerimden ayrılmadı. Göz bebekleri birkaç kez büyüyüp küçüldü, kaşları düşünceleri her ne ise birkaç kez çatılıp düzeldi. Birinin onu durdurması gerekiyordu. Bir yerde durmalı, düşünmeli, elindeki gücün her şey olmadığını görmeliydi. Ona bunu benden başkası gösteremezdi, biliyordum. Görmesi için karşısına geçmem gerekecekse de bunu yapardım.
Bedenini bana doğru çevirdi, başını eğerek yüzüme doğru yaklaşırken gözlerini gözlerimden ayırmadı. Ondan gelecek her türlü söze hazırlıklıydım, beni geri püskürtemeyeceğini ona her şekilde anlatabilirdim. Kendine gelmesini, silkelenmesini istiyordum. Beni asıl ürküten akıl sağlığını kaybetmiş gibi davranmasıydı. Direksiyondan ayrılan eli yanağıma yaslandığında bir an bu hareketini anlamlandıramadım. Soğuk parmakları yavaşça yanağımı okşarken gözlerindeki buz tabakası yüz farklı yerinden çatırdadı.
“Gücüm ne ki,” dedi başparmağı göz altımda yavaşça kayarken. “Senin karşında ne benim ne de canımın hiçbir değeri, kıymeti yok.”
Cümlesi, onun gözlerindeki buzlar gibi benim içimdeki öfkenin de kırılmasına neden olunca sertçe yutkundum.
“Seni karşıma geçmeni düşündürtecek kadar mı öfkelendirdim?”
Başımı iki yana sallayıp, “Öfkelendiğim şey tavırların, düşünmeden hareket edişin,” dedim, sesim kısık çıkmıştı. Yanağımdaki başparmağı çeneme kaydı, çenemi yavaşça okşadı. Bu dokunuşları beni sakinleştiriyordu ve onun da istediği şeyin bu olduğunu anlayabiliyordum.
“Söz konusu senken, konunun içinde sen varken düşünmeden hareket edebilir miyim sence, Mahi?” Yüzünü biraz daha yaklaştırdığında sıcak nefesi dudaklarıma çarptı. “Sandığın gibi güç yarıştırmıyorum. Benim istediğim bir şeyler için endişe duymaman, kaybedecek olmaktan korkmaman, güzel kafanın kaygıyla dolmaması.”
“Mümkünmüş gibi,” diye söylendim.
“Ne o?” dedi çenemdeki parmağı alt dudağıma baskı uygularken. “Az önce beni arabayla birlikte fırlatacak gibiydin, şimdi eriyip koltuğa yapışacaksın.”
“Eriyip koltuğa yapışan ben mi olurum yoksa sen mi işte orası tartışılır, Karaduman,” dedim, gözlerindeki saklayamadığı o beğeni kalbimi esir aldı. Lanet olasıca adamdan bir adım ileri gidemiyordum. Böyle anlarda kafasını patlatmak istiyordum karşımdaki inatçı kara kurdun.
Yavaşça bana sokulurken göğsüm dinginleşti, kalbimin derinden bir vuruşla beraber göğsüme sokulduğunu hissettim. Dokunuşlarına bu denli muhtaç hissetmek öfkemi katlıyordu. Öte yandan, bu dokunuşun bana şifa getireceğini de biliyordum, belki de iyileşmek için onu bu denli kendime istiyordum.
Dudakları dudaklarıma mühürlenmeden hemen öncesinde, “Kalbim için çok zalimsin,” dediğinde ne söylemeye çalıştığını anlayamadım ama dudaklarımız birleştiğinde, söylediği şeyin anlamı ruhuma dokunmayı başardı. Beni öpüşü aceleciydi, parmaklarının sıcaklığıyla eriyip kaybolacak bir kar tanesiydim sanki ve eriyip gitmemden korkuyordu.
(+18. Lütfen cinsel içerikten hoşlanmıyorsanız ya da okumak istemiyorsanız ekranı bir sonraki uyarıya dek hızla kaydırın. Sahneyi okumamanız akışı bozmayacaktır.)
Parmaklarım emniyet kemerine kaydı, kemeri açmamla birlikte özgürlüğe kavuşan bedenimi ona sürükledim. Bir yılan gibi ona dolanıp kucağına çıktığımda bundan aldığı keyif, dudaklarının arasından gülüş sesi olarak dışarı döküldü. Dudaklarımızı birbirine yeniden dokundurup parmaklarımı gür saçlarının arasına daldırdım. Kurumdan siyah olan saç tellerinin parmaklarımın arasında ipek kumaş gibi dağıldıklarını hissettim.
Kalçalarım bilincim dışında yakıcı bir istekle kasıklarının üzerinde hareketlenmeye başladığında, parmaklarını kalçalarıma yerleştirip güçlü dokunuşuyla içimde ateşten bir fırtına başlattı. Ona sürtünürken aramızda gerilen enerjinin yükselerek aracın içini ateş hattına çevirdiğini hissedebiliyordum.
“Yerinde duramıyor musun da zehirli bir yılan gibi sürtünüyorsun bana?” diye sorarken nefes nefeseydi. Dişlerini alt dudağıma sürttü, ardından alt dudağımı ağzının içine alarak ısırdı. Hareketi bana öylesine erkeksi geldi ki uzun tırnaklarım bilinçsizce ensesine saplandı. Bundan derin bir haz duyduğunu fark ettim.
“Haz alıyor gibisin, kucağında olmam hoşuna mı gidiyor?” diye sordum dilim dudaklarıyla çenesi arasında tur bindirirken. “Eriyip gidenin kim olduğu belli oluyor.”
“Henüz erimedim, beni eritmeye ne dersin?” Sorusuyla beraber avuçları kalçalarımı sertçe kavrayıp sıktı. Soluğumun hızlanmasına neden olan hareketi, tırnaklarımı ensesinden ayırıp yüzüne taşımama, kemikli sert yüzünü tehditkâr bir şekilde okşamama neden oldu. Bu onu eğlendiriyormuş gibi, “Bak sen,” dedi, “küçük patilerinle beni mi çiziyorsun?”
“Veya seni zehirli dişlerimle ısırmalı mıyım?”
“Buna hayır demezdim.”
“Tuhaf çünkü içime zehrini akıtmak isteyenin sen olduğunu düşünüyordum,” dediğimde burnundan sert bir nefes verip, bir elini kalçamdan çekerek yüzüme yasladı.
Çenemi parmaklarının arasına alıp dudaklarımın öne uzanmasını sağlayarak onları büzdüğünde, “Bana kafa tutup o ağzını edepsiz edepsiz açmaya devam edeceksen eğer söylemeliyim ki, onu doldurmak benim için çok zevkli olur,” dedi hırıltılı bir sesle. “Bundan hoşlanıyor musun?” Sorusuyla beraber kaşları havaya kalktı, gözlerinde alayla karışık karanlık bir ifade belirirken başını aşağı yukarı sallayarak, “Söylesene, bundan hoşlanıyor musun?” diye sordu bir kez daha.
Dilimi dışarı uzattığımda gözleri karardı. Bir yılanın değil, bir kadının diliydi ama ucunda onun ruhunu yakıp kavuracak zehri biriktirmişti. Dilimi çenemi kavrayan parmaklarının yukarı kavislenmiş eklemlerinde gezdirdiğimde, kaşlarının ortasındaki arzuya yenik düştüğünü belli eden bir çukurla bana baktı. O, kesinlikle çok seksiydi ve daha tehlikelisi, bunun farkında oluşuydu.
“O dilini sadece eklemlerimde mi gezdireceksin?” diye sorarken çenemi daha sıkı kavraması, bacaklarımın arasındaki sızının artmasını sağladı. Dokunma ve dokunulma ihtiyacı tüm bedenimde tur atmaya başladı. “Hım?” Çenemi kavradığı için konuşamıyordum, sadece dilimi eklemlerine bir defa daha sürttüm. Tıpkı bir yılan gibi gözleri kısılırken, “Seni düzmemi mi özledin yoksa?” diye sordu, sorusu yırtıcı bir hissin içimde yükselmesine neden olsa da kaşlarım meydan okumayla çatıldı.
“Hım, bu tabirden hoşlanmadın mı?” diye sorarken sesi artık daha muzipti. Kalp atışlarımı duyabiliyordum ve bildiğim bir şey varsa, onun keskin duyuları da kalp atışlarımı çoktan radarına almıştı. “Daha edepsiz olmamı ister misin?” Sorusu beni heyecanlandırdı. Gözlerinin içine sönmeyen bir ateş gibi baktım. Asla söndüremeyeceği sonsuz, ışığıyla asıl karanlığı var eden bir cehennem ateşi gibi. “Seni sikmek istiyorum,” dediğinde, gırtlağından yükselen o kalın sesin bir şarap olduğunu düşündüm ve lanet olsun, beni çoktan sarhoş etmişti.
Söylediği şeyden rahatsız olmadığımı, kasıklarına bastırdığım kadınlığımın ateşini hissettirmek için ona sürtünerek belli ettim. Göz bebekleri ürkütücü bir obruk gibi büyüdü, genişledi, gözlerinin mavisini karanlığa devretti ve ardından yeniden küçülen göz bebekleri, sanki ışığıma maruz kalmış gibi bir nokta boyutuna indi.
“Bana karşı sınırlarının olduğunu düşündüğün noktada, o sınırların hiç var olmadığını sana kanıtlamak adına ellerimi her yerinde gezdireceğim,” dedi, söylediği şey ona yönelttiğim bakışlarımın daha da derinleşmesine neden oldu. “Bana duvar ördüğünde, o duvarı yıkıp yanına geleceğim ve yenisini örmene asla izin vermeyeceğim. Seninle aramda bir nefeslik bile mesafe kalsın istemiyorum, bunu anladın mı?” Kalçamda duran elini bel boşluğuma ilerletti, avucunu bel boşluğuma bastırıp bedenimi ona dayadı ve yüzlerimiz birbirinin merkezine geldiğinde, “Sana soluğun kadar yakın olacağım, belki de soluğun olacağım,” dedi, sesi farklı bir şeyi asla kabul etmeyeceğini gösterecek şekilde ciddiydi. Sanki bu ikimiz için var ettiği bir yasaydı ve o yasayı ne ben çiğneyebilirdim ne de o.
“Şimdi o güzel ağzını açıp bana cevap ver,” diyerek çenemi serbest bıraktığı anda uyuşan dudaklarımı birbirine bastırıp çatık kaşlarla ona baktım. Daha sonra beklentilerini karşılamak yerine içimden geleni yaparak bu defa ben onun çenesini parmaklarımın arasına alıp ezdim. Gözlerimin içine öyle bir baktı ki eğer buraya ilk geldiğim zamanlardaki kız olsaydım, eminim bu bakış beni durdurabilirdi ama şu an kucağındaki kadın, o kızın derisini üzerinden atıp deriyi arkasında bırakalı çok olmuştu.
Çenesini daha sıkı kavrayarak, “Sana emirlere kimin itaat etmesi gerektiğini unutturmuş olabilir miyim?” diye sordum. “Hatırlatsam iyi olacak.”
Göz bebekleri yeniden gözlerinin mavisine bir karanlık gibi dağıldı.
“Burada emirleri ben veririm, sen de o emirlere itaat edersin, Karaduman.”
Tek kaşını kaldırdı ama hiç beklemedim ve dudaklarımızı sertçe birleştirdim. Bunu beklediği aşikârdı çünkü dudaklarını aralayıp dilini ağzımın içine itişi, dakikalardır planladığı bir şeymiş gibi gerçeğe dökülmüştü. İnledim, iniltimde haz, hırs, öfke ve tutku vardı; derinlerine inildiğinde şehvetin çığlıkları da o iniltide gizliydi. Ellerini belime yerleştirip iki büyük avucuyla belimi tamamen kapladı. Büyük parmak uçları neredeyse birbirine değecek şekilde sıktığı belimde izler bıraktığına emindim. Dudaklarımız teması kestiğinde kafamı kaldırıp çenesini sıkmaya devam ederek beni diliyle fethetmesini bekledim. Dili boynumdan çeneme uzandı, çenemde dolaşıp yeniden boynuma indi ve beni âdeta sahibiymişim gibi iştahla yaladı.
“O uzun diline bayılıyorum,” dediğimde çene kaslarının sıkışmasından gülümsediğini anladım, boynumun derisini dişledi, yaladı, tekrar dişledi ve dudaklarının arasına alarak ezdi. Dilinin zikzaklar çizerek kulak boşluğumdan çene kemiğime sürüklendiğini hissederken parmaklarımın çenesindeki duruşu gevşedi.
Elleri kazağımın içine girdi, çıplak tenime sürtünerek yukarı doğru ilerledi. Dilim damağım kurumuş hâlde gözlerimi yüzüne indirip ona üstten bir bakış attım ama üstünlüğü sağladığımı sandığım noktada, dokunuşlarıyla bana üstünlüğün kimde olduğunu gösteriyordu.
Kar taneleri savrularak şehrin üzerinde esip geçiyordu; tıpkı onun tenimin üzerinde savrulan, ruhumda esip geçen parmakları gibi… Gözlerimiz buluştuğunda tırnaklarım tehditkâr bir şekilde yüzünün sınırlarında dolaştı ve aniden bileklerimi yakalamasıyla gözlerim kısıldı. Göz bebeklerimin yukarı çekildiğini, incelerek harelerimin ortasında bir çizgiye döndüğünü hissettim. Ellerimi bileklerimden birleştirerek kendi nabız vuruşlarımı hissetmemi sağlayıp belimin arkasında sabitledi.
“İstiyor musun?” diye sorarken sınırlarımı ateşe veriyor, bundan keyif alıyordu.
“İstediğimi biliyorsun.”
“Daha açık söyle, yoksa neyi istediğini nasıl bilebilirim ki?”
“Oyun mu istiyorsun?”
“Oyunu başlattım, bana katıl istiyorum.”
“Ellerimi serbest bırakmazsan sana nasıl katılabilirim ki?”
Gözlerime uzun uzun bakıp, “Hükmüm altına girdiğinde bakışların daha da yırtıcı bir hâl alıyor, bunun beni ne kadar azdırdığını hissediyor musun?” diye sordu ve bacaklarımın arasında zonklayışlarını hissettim. Sertleşmişti, devasa büyüklüğünü aramızdaki kumaş parçalarına rağmen hissedebiliyordum.
Yüzümü yüzüne iyice yaklaştırıp, dilimi dışarı uzatarak çenesinden sus çizgisine dek yaladım. Dudaklarının arasından geçen dilim hafifçe içeri girip çıktı ve sertçe yutkunurken belirgin âdem elmasının boğazında bir devrim yaratarak derisini kavislendirişini izledim. “Siktir,” diye hırlaması, kasıklarımdan karnıma dek uzanan titreşimlerin yoğunlaşarak bedenimde elektrik akımı gibi dolaşmasına neden oldu.
“Devamını istiyorsan ellerimi bırak,” diye fısıldadım, fısıltım onu daha da tahrik etmiş gibi alt dudağını ısırarak yamuk bir gülümsemeyle gözlerimin içine baktı. Gözleri mavi bir gökken, şimdi karanlık bir mahzendi. Parmaklarını nabzıma bastırıp dokunuşuyla beni mühürledikten sonra söylediğimi yapıp emrime itaat ederek beni serbest bıraktı. Ellerimi hızlıca öne getirdim ve saçlarının arasına daldırıp saç telleri arasında ilerletirken, “Akıllı kurt,” dedim, bu onun genzinde küçük bir kahkaha doğurdu.
“Bu akıllı kurt seni öyle sert düzmek istiyor ki kucağım dışında oturduğun her yer sana sadece ağrı hissettirsin ve konforu hissetmek için sürekli kucağıma çıkmak zorunda kal,” dediğinde kelimeleri başımı döndürdü. Evet, diye düşündüm içimden. İhtiyacım olan bu. İhtiyacım olan sensin.
Tırnaklarımı sertçe saç diplerine batırdığım sırada kazağımı yukarı kaldırdı ve kazağımla birlikte sütyenim de yukarı kaldırdı. Memelerimin arasında yüzünü hissedince gözlerimin önünde şimşekler çaktı. Dilini memelerimin arasından ilerletip sağ göğsüme kaydı ve meme ucumun etrafını saran halkada ıslak dilini hissedince titredim. Diliyle halkanın etrafını yaladı, ağzının içindeki sıvıların mememin halkasını ıslattığını hissettim. Daha sonra halkayı ağzının içine alarak meme ucumu damağıma yasladı. Açlıkla vakumlayarak emdi, acıyı hissettim, hemen arkasından zevk geldi. Büyük elleri çıplak belimden kalçalarıma doğru su misali aktığında göz bebeklerimin önü zevkten bir zarla örtülmüş gibiydi. Görüş alanım birdenbire kızıl renge büründü.
Bana daha sert sürtünmem için direktif verdi, âdeta beni yönlendirdi ve kalçalarım hızla kasıklarının üzerinde süzülmeye başladı. Öyle sert sürtünüyorduk ki ıslaklığım kumaşın dışına süzülüyordu, bunu hissedebiliyordum.
“Küçük deliğinin içini doldurup, keyif veren zevk dolu çığlıklarını dinlemek istiyorum,” dedi nefes nefese, söylediği şeyin ahlaksızlığı bir kenara dursun, hırıltılı nefesi ve kalın sesi öyle baskındı ki aklımı oynatacağımı düşündüm. “Siktir, beni pantolonuma boşaltmak mı istiyorsun sen?” diye sorarken sesi çatladı, bu beni zirveye ulaştıracak kadar güçlü bir hissin içimde infilak etmesine neden oldu. Açlıkla dudaklarımı dudaklarına örttüm, bununla beraber ellerini kalçalarımdan çekerek kemerine indirdi, kemerinin açılırken çıkardığı tok ses kafamın içinde yankılar uyandırdı. Açlıktan kendini kaybetmiş, birbirinden beslenmeyi uman iki yırtıcı gibiydik. Birbirimizi talan etme ihtiyacı tarafından kuşatılmış durumdaydık.
Fermuarını indirirken dudaklarımız birbirine yaslıydı, aralık duran ağızlarımızdan sızan ve bizi yakıp kavuran nefeslerimiz birbirine karışıyordu. Siktir, evet, bu adamla ben, birbirimizi yakıp yıkmak için var edilmiş iki fırtınaydık ve kavuştuğumuzda kıyametin kopması kaçınılmazdı. Tıraş losyonunun kokusu içimi okşadı, savaştan sonra tıraş olmak için vakit bulmuştu demek ki. Onlarca ceset yarattıktan sonra bile kendisini ön sıraya koyarak mükemmelliğinden bir şey kaybetmemeyi beceriyordu. Dünyadaki en iyi tarçın kokusu, diye düşündüm. Onun teninde kendine has bir tarçın kokusu vardı, müthiş tıraş losyonu ve eşsiz parfümünün kokusunu bile kırıp geçiyordu. O kutsanmıştı. Karanlık ve zalimlik tarafından. Güzellik ve kurnazlık tarafından.
Sert aletinin fermuar boşluğundan dışarı uzanarak karnına dayandığını hissettim ama gözlerimi indirip, tehlikeli bir bombaya ait kablolar gibi güzel aletini saran damarlara ve büyük canavarına bakamadım. Kendi düşünceme gülecektim neredeyse. Evet, büyük bir canavar. Doğru tabir.
“Kafanı eğip aşağı bakmaya ne dersin, Mahi?” diye sordu içimi titreten bir sesle. “Çünkü senin için nasıl salya akıttığını görmelisin.”
Neyden bahsettiğini başta anlayamadım ama sonra gözlerimi indirip oraya, kazağı sıyrıldığı için açılan karnına dayanmış büyük penisini gördüğümde sertçe yutkundum. Zevk suyu penisinin başından büyük bir kabarcık oluşturarak karnındaki kas yığınına damladı. Gözlerimi oradan çekip alamadım. Eğilip dilimi zevk suyunda gezdirmek istedim.
“Benim için ağlıyor,” dediğimde genizden iniltiye benzer bir ses çıkararak güldü.
“Senin için salyalarını akıtıyor daha doğru bir tabir olurdu, fıstık.”
Sertçe yutkunup avucumu seğiren aletine yasladığımda o da sertçe yutkundu, yutkunuşunun sesini duymak alt dudağımı kemirmeme yol açtı. Avucum sıcak aletine baskı uygularken aynı şekilde aletinin bir kalpten farksız şekilde nabzını avucuma doğru ittirdiğini hissediyordum. Resmen benim için çırpınıyordu.
“Avucunu sar şuna,” dediğinde söylediği şeyi harfiyen yerine getirdim. Keskin, seğiren çenesini havaya kaldırıp gözlerini gözlerimden çekmeden, “Evet,” diye fısıldadı. “İşte böyle sıvazlamalısın beni.” Avucumu sarıyordum sarmasına ama uzun parmaklarımı birleştirebildiğim söylenemezdi. Koca cüssesi, uzun boyu göz önünde bulundurulduğunda bu denli kalın ve uzun bir uzva sahip olması normal gelebilirdi. Bu koca beden, derisini parçalayıp içinden bir canavar da çıkarıyordu neticede. “Sanırım büyük sikimi avucuna sığdırmakta zorlanıyorsun?” dedi sorar gibi. “Oysa küçük deliğine hepsini sığdırabilecek kadar tahrik olmuş durumdayım şu an.”
“Edepsizin tekisin,” dediğimde, “Tamamen edepsiz olsaydım kucağımda utançtan titreyerek bininci orgazmına ulaşıyor olurdun,” diyerek dilini dudaklarıma sürttü. “İster misin bunu?”
“Seni istiyorum,” dedim hiç düşünmeden.
“Evet, bunu biliyorum. Benimle ne yapmak istiyorsun?”
Gözlerinin içine tutkuyla bakıp, “Ne istediğimi söyletene kadar bunu bana vermeyeceksen, sen de istediğini alamayabilirsin. Bu riski göze alıyor musun?” diye sordum.
Gözlerini kısıp, “Benimle savaşma çünkü her seferinde kazanman beni çılgına çeviriyor amına koyayım,” dedi sertçe.
“Bunu yapmanı istiyorum,” dediğimde çenesi bir kez daha seğirdi. Aletini sıkıca kavrayıp sıkarak sıvazladığımda, başını geriye atıp koltuğa yasladı, âdem elması yeniden sahnedeydi ve âdem elmasına bakmak merkezimin istekle sızlamasına, vajinamın açlıkla kasılmasına neden oldu.
“Amına koyayım,” diye küfretti gür, siyah kirpiklerinin arasından bana mavi bakışlarını yöneltip bedenimi âdeta sabun gibi eritirken.
“Evet, bunu yapmalısın,” dediğimde gözlerinin mavisi gümüşe süzülene dek parladı; şimşeklerin gözlerinin içinde patladıklarını gördüm. Hiç düşünmeden altımdaki taytı indirdi, külodumu kenara çekti ve zaten ıslanan vajinamın dudakları arasına aletini sürtmeye başladı.
“Demek içeri koymamı istiyorsun?” diye sorarken nefes nefeseydi. “Ne zaman arabada yalnız olsak, seninle direksiyon başında sikişmek istemiştim,” dedi açıkça, tahrik altındayken ağzı öyle bir açılıyordu ki kendimi kaybetmenin eşiğindeydim. Aletinin başını ıslak deliğime itince dudaklarımdan bir inilti kaçtı, acıyı yok sayamazdım ama istek ve tatmin duygusu ondan katbekat üstlerdeydi. Gözlerimiz kenetlenmişken kalçalarımı ikiye ayırdı ve daha da sıkılaşan kadınlığımdan içeri büyük penisini itti. Başını içimde hissettim, girişimden biraz yukarı kayarak daha derine girdi. Kalın, uzun aletinin her damarını girişimde hissedebiliyordum.
“Korunmaktan hoşlanmadığın kesin,” diye fısıldarken derisini, damarlarını, tüm çıplaklığını ve ıslaklığını onun için çoktan ırmağa dönmüş deliğimde hissediyordum.
“Sıkı deliğinin beni nasıl sardığını hissetmek için ölüyorum, aksi düşünülemez,” diyerek kalçalarımı daha sert sıktı ve “Otur sikimin üzerine,” diye emretti. Kalçalarımdaki baskıyla kasıla kasıla onu içime almaya başladım. Aşağı yukarı, senkronize olmuş hâlde, istekten deliriyormuş gibi. Kadınlığım resmen ağlıyordu, içime her oturuşta biraz daha saplanırken ıslaklığımın gitgide daha da arttığını benim gibi o da hissediyor olmalıydı. “Evet, amına koyayım. İşte böyle süreceksin beni,” diyerek kalçamı sıktı, parmaklarının derimin altına gireceğini hissederek hazla, “Ahh!” diye inledim, aleti içimde bir nabız gibi atarken daha da genişledi. Çıldırtıcı bir istekle, “Mahinev,” dedi soluk soluğa. “Evet, evet yavrum, hepsini al içine.”
Kucağında kendimi kaybetmeye başladım. Avucu sertçe külodun bir kısmını örttüğü kalçalarıma vuruyor, bununla beraber daha da hızlanıyor, ıslak deliğimle onu sıkıca sarıyordum. Aletinin buna karşı nasıl hassaslaştığını hissedebiliyordum. İçime her dalışında, duvarlarım ıslak ve sıkı bir şekilde etrafını sardığında büyük aleti içimde titreyerek kasılıyor, genişleyip şişiyordu. Damarlarının kadınlığımın duvarlarına sürtünüşü aklımı yitirmeme neden oluyordu. Öyle sert bir şekilde düzüşüyorduk ki g noktama aletinin başıyla her vuruşunda vücudum elektrik akımına kapılmış gibi titriyor, oturamadığım noktada kalçalarımdan kavrayarak o beni oturtup kaldırıyordu.
Hiç beklemediğim anda belimden kavrayarak arabanın içinde ters dönmemi sağladı. Sürücü koltuğuna yatırıldığımda onunla koltuk arasında iki büklümdü. “Lanet arabaya sığmıyorum!” diyerek üzerime abanıp içime sertçe vurmaya başladı. “Güzel amcığına da sığmıyorum!” diye hırladığında dudaklarımız birleşti. Delirmiş gibi, birbirimizi tüketircesine öpüşürken aleti deliğimi parçalayacakmış gibi hızla içime çarpıyordu. Elini bedenlerimizin arasına sokup parmağını tepeme bastırdığında ayak parmaklarım büküldü ve havada duran bacağım titremeye başladı. “Fıstığın nasıl şişmiş öyle,” diye fısıldadı ağzıma doğru. Ardından tepemi parmaklarının altında pervasızca ezmeye başladı ve bu doğrultuda ilerlerken kadınlığımın kasılışları da önlenemez şekilde arttı. Onu resmen içime yiyordum, onu resmen içimle sağıyordum. Çok ıslak, kirli ve inanılmaz şekilde sesli. İçime her soktuğunda o erotik ses aracın içinde yankılar uyandırıyor, zevkten kuruyan dilimi damağıma yaslayarak kendimi kaybetmiş gibi inliyordum.
Gözlerim geriye kayarken, “Sikeyim, beni o kadar iyi yiyorsun ki,” diye inledi, iniltisiyle beraber derin bir vuruş daha yaptı. İçimde bir şeylerin yerini değiştiriyormuş gibi hissettim. Deliğim arsız bir tavırla onu içine vakumlayıp sarıyor, aletini sertçe içime soksa da içimden kolayca geri çıkaramıyordu çünkü vajinamın tüm derisi onu âdeta sarıyordu. “Çok sıkısın, kasma bu kadar,” diyebildi bir ara, çünkü kasmaya devam edersem içimden taşırarak boşalacağını biliyordum ama öylesine büyük bir hazzın pençeleri arasındaydım ki söylediği şeyi yapmadan duramıyordum. Kasılmalarım şiddetli spazmlar doğurmuştu, artık kendimi gevşetebildiğimi söyleyemezdim.
“Durma,” diyerek tırnaklarımı kazağından yukarı çıkarıp sırtına sapladım, sırtını çizdim. “Daha sert düz beni, hepsini içimde istiyorum. Beni parçalaman umurumda bile değil.” Bunu duyduğunda parmaklarını tepemde daha sert hareket ettirmeye başladı. Artık vajinamın onu içine kabul eden noktasının şişerek dışarı doğru kavislendiğini hissediyordum. İki vahşi hayvan gibi çiftleşiyorduk, bunun insani tek bir yanı dahi yoktu. “Evet, lütfen, evet!”
“Sikimi nasıl yediğine bak,” diyerek çenemden tutup kafamı kaldırınca gözlerim karnımdan aşağı kaydı. Yana çekilmiş külodum sudan sırılsıklamdı, vajinam ise onunla birleştiği için bordo rengini almıştı. İçime her saplanışında penisinin etrafını saran sıvıların renginin bile beyaza çalmaya başladığını görebiliyordum. Çok ıslak, çok arsız ve inanılmaz sınırsız bir andaydık. Tüm gücüyle beni dolduruşunu izlemek, kendimi tanrıça gibi hissetmemi sağlıyordu ve kesinlikle o da üstümdeyken bir tanrıdan farksızdı.
“Daracık deliğinin ne kadar iyi hissettirdiği hakkında hiçbir fikrin yok,” diye tıslayarak dudaklarıma yöneldi. Beni altında eze eze düzerken dudaklarımız birleşti, dillerimiz birbirine iki kızgın yılan gibi dolaştı. Hem çok ahlaksızca öpüşüyorduk hem de çok ahlaksız bir şekilde birleşiyorduk. Beynim eriyor gibi hissediyordum, mantığım karahindibanın ona dokunan bir nefes sonrasında dağılışı gibi dağılmış durumdaydı, sesler ve renkler birbirine karışmıştı; üstelik eriyen tek yerin beynim olmadığı da kesindi.
“Efken,” diyebildim dudaklarımız birbirine mıhlıyken. “Evet, hepsini sok, lütfen. Becer beni.” Bunu söylememle bacaklarımı omuzlarının üzerine kaldırarak öyle derine girdi ki ciğerlerimdeki havanın tüm organlarımı patlatarak dışarı döküldüğünü hissettim. “Nabzını içimde o kadar net hissediyorum ki,” diyebildim, ciğerlerim yanıyordu, aldığım nefes artık yetersiz gelmeye başlamıştı.
“Sikimi ne hâle getirdiğine bak,” diyerek gözlerini birleşme noktamıza indirdi. “Siktir, beni bembeyaz yapmışsın,” dedi ve bacaklarımı gerip kadınlığımı tamamen kasılacak şekilde zorladı. “Kesinlikle çok ahlaksız bir amın var senin,” dediğinde gözleri doğrudan oradaydı. Beni nasıl doldurduğunu izliyordu. “Sen de bakmalısın,” dedi soluk soluğa. “Nasıl düzüştüğümüzü izlemelisin.”
“O güzel ağzını ağzıma ver,” diyebildim ama bunu yapmak yerine, “Sana nasıl düzüştüğümüzü izlemeni söyledim,” diye tıslayarak aletini içimde sertçe çevirdi. Sıkı kalçasını döndürerek aletini içimde derinliklerimi, duvarlarımı kaşıyormuş gibi çevirirken gözlerim geriye kaydı. Bu manzaradan hoşlanmış olacak ki, “İşte benim kızım,” diyerek parmaklarını boğazıma sarıp aralanan dudaklarımdan içeri tükürdü. Bu beni o kadar tahrik etti ki kadınlığım mengene gibi aletini sararak onu içine çektiğinde derinden gelen bir hırıltıyla inleme sırası yeniden onundu.
Tükürdüğü ağzıma parmaklarını tıkıp, parmaklarını içeride çengel şeklinde bükerek alt damağımı kavradı. Ağzım açık duruyor, salyalarım parmaklarını lekeliyordu. “Düzüştür beni o delikle, işte böyle,” diye emretti. “Bunu sevdin demek?” İçimde çevirdi, onu yeniden kavrayıp sıktım ve parmaklarını alt damağıma bastırıp ağzımı daha çok açtı. “Siktir, tüm evrenlerdeki en iyi amcığa sahipsin.”
Şu âna kadar onu hiç bu kadar insanlıktan çıkmış, hiç bu kadar edepsizleşmişken görmemiştim ama bunun beni mahvettiği yok edilemeyecek bir gerçekti. Bundan hoşlanmıştım.
Gözlerim kaydı, aynı anda yüksek sesle inledik.
Beni dağıtması çok uzun sürmedi, ikinci orgazmımı yaşarken içime sıcak bir şekilde doldu, içimden ılık ılık taştı. Boşalırken boğazını saran, çenesine dek uzanan yıldırım misali damarları hayal meyal gördüğümü hatırlıyorum. Daha sonra zevkin girdabına kapıldım. Gerçeklik algımı tam da o an kaybettim.
Bir süre birbirimizin kollarında kaldık. Nefeslerimiz düzen bulana, nabızlarımız derimizi yırtıp dışarı fışkırmayacak kadar ehlileşene dek… Parmaklarım dipleri terle ıslanan saçlarında dolaştı. Dudaklarını çeneme, boynuma ve yanaklarıma sürttü. İhtirasını gizlemediği gibi şefkatini de gizlemedi. Bana kendimi hem paramparça hem de büsbütün hâle gelmişim gibi hissettirdi.
(+18 Sahne sonu.)
“Gerçek şu ki, sen bu dünyaya sana tapınmam için gelmişsin,” dediğinde soluk alıp verişlerim hâlâ çok hızlıydı. Göğsüne saklandım ama bana hissettirdiklerinden kaçamadım.
❄️
Efken arabayı çalıştırdığında, ne ara daha da yoğun şekilde yağmaya başladığını anlamadığım karların arabanın camına biriktiğini fark ettim. Silecekler biriken karı dağıtırken araç hızla yolda ilerlemeye başladı. Kar gibi sis de ormana çökmüştü ve telefona ilişen gözlerimle akşam olmak üzere olduğunu gördüm. Saate bakarken gözüm bildirime de takılmıştı. Sezgi nerede olduğumuzu soran bir mesaj atmıştı. Ekranı kaydırıp mesaj kısmına girdim. Yanaklarım hâlâ kızıldı, göğsüm hâlâ körük gibiydi ve bedenim erimiş durumdaydı.
Sezgi’ye bir cevap yazacağım sırada aniden gelen hisle gözlerimi ekrandan ayırıp ormana doğru çevirdim, kaşlarım sertçe çatıldı. Araba hızla ilerlerken ağaçlar da hızlı bir şekilde yanımızdan geçip gidiyordu. Yeniden izleniyormuş gibi hissetmek bana gece yaşadığım anları hatırlatmıştı. Birinin uğursuz gözleri sürekli üzerimizdeymiş gibi…
Neden böyle hissediyordum? Gece ormanda birinin varlığını hissetmiş ama birini görememiştim, daha doğrusu o an Efken’in bağırışı bütün dikkatimi dağıtmıştı. Gerçekten biri ya da birileri bizi takip ediyor olabilir miydi? Kuşku göğsümün içine sivri pençelerini saplayarak kalbimi toprak gibi kazmaya başladı.
Efken’e bundan bahsetme fırsatım olmamıştı, açıkçası benim de üzerine düşünmeye zamanım olmamıştı. Belki de Efken de benim gibi hissediyordu ama beni tedirgin etmemek için bundan bahsedemiyordu.
İçimdeki hisle baş edemeyeceğimi anladığımda konuyu ona açma isteğiyle Efken’e doğru döndüm ama ben daha ağzımı açmadan Efken küfrederek aracı aniden durdurdu. Olayın şokuyla ona bakakaldım ama o bana değil, öfkeyle yola bakıyordu.
Ben, “Efken,” dedim ama devam edemeden Efken aracın kapısını açıp çevik bir hareketle araçtan indi. Ne olduğunu anlamak için gözlerim onu takip etti. Efken aracın ön kısmına ilerlediğinde, onu takip eden gözlerim yola döndü ve onu neyin durdurduğunu gördüm.
Yolun kenarındaki iki Gümüş Pençe cesedini gördüğümde gözlerim büyüdü fakat beni bu kadar şaşırtan şey sadece cesetler değildi. Hızla arabadan inip Efken’in yanına gittim. Efken, Gümüş Pençelerin cesetlerinin yanında durmuş, anlaşılması zor ifadelere sahip gözlerini cesetlere dikmişti. Onun gibi cesetlere doğru döndüm. İki Gümüş Pençe’nin cesedi de çürümüştü. Çürüyen kurtların etrafını bir kan gölü değil, mavi bir sıvı kaplamıştı ve cesetlerden mavi bir buhar yükseliyordu.
🎧: BLACKBRIAR & MARJANA SEMKINA, MOONFLOWER