🎧: Blackbriar, Prelude
🎧: GOTHICA, MEDUSA
Kafasını kaldırdı ve karanlığın diğer ucunda onu izleyen küçük erkek çocuğuna baktı. O çocuk karanlığa, karanlığın içinde bir yanıp bir sönen yıldırımlar da o çocuğa aitti. İri, mavi gözlerinde korkuya dair hiçbir şey olmasa da bakışlarında meydan okumadan çok masumiyeti görmüştü.
Karanlığa doğru bir adım attığında, oğlan çocuğu bir adım geri gitti ve ona yaklaşan ışık kaynağına kaşlarını çatarak baktı. İşte şimdi o gözlerde görülen şey masumiyet değildi, meydan okumaydı. Bir adım daha attığında, çocuğun gözlerindeki meydan okuma, yerini zalimliğe bıraktı.
“Senin kaderinde, küçüğüm,” diye fısıldadığında kadın, bilge sesi karanlığın içinde bir aydınlık gibi ilerledi. “Ne yazık ki bir zalim olmak var.”
Bir şimşek çaktı ve çocuğun yüzünün yarısı aydınlığa boyandı. Diğer yarısı ise ayın karanlık yüzü kadar gölgelerle kaplıydı.
“Ne yazık ki yenilmez ruhun, başka bir ruh tarafından yenilgiye uğratılmadığı müddetçe; ne yazık ki taştan kalbin, başka bir kalp tarafından çözülmediği müddetçe, senin kaderinde bir zalim olmak var, küçüğüm.”
Şimşeğin ışığı söndüğünde, çocuk karanlığa gömülmüştü. Ölü bir yıldız gibi olduğu karanlığın içinde hareketsizce kadını izledi. Kelimeler zihninin derinliklerine ulaştı fakat hafızası bu kelimeleri tutamadı. Tutunamayan kelimeler zamanın içine düşmeye, çocuk ise o kelimelerle hiç tanışmamış gibi yavaşça büyümeye başladı.
O çocuk büyüdü, ellerine kan bulaştı, karanlık tek yoldaşı oldu, sırdaşı şeytandı ve damarlarında kan yerine zalimliğin dolaştığını hep bildi. Ama kadının kelimelerini hiçbir zaman hatırlayamadı; zamanın içine dökülen kelimeler yandı, küllere dönüştü ama o kelimeler, bir gün küllerinden yeniden doğacaktı.
O çocuk, karanlığın yarattığı ruhu taşıyan büyük bir adam oldu. O adam kan döktü, can aldı, yok etti, var etti ama asla yok edilemedi. Sonra bir gün âşık oldu…
Zalim bir adamın kalbinde, karanlık bir aşk doğdu.
Adamın parmakları, kadının soğuk yanağında dolaştı; şakaklarına, oradan da alnına kadar ilerledi ve kadının uyuyan yüzünü izlerken yutkundu. Her şey planladığı gibi gider, hayat her zaman ona planladıklarını sunar, hiçbir şey istemediği gibi gitmez, her şey onun istediği şekilde ilerler sanıyordu. Ama öyle olmamıştı, bunu en çok da o kadının uyuyan yüzünü izlerken anlamıştı.
❄️
Beyazın siyahtan daha karanlık olduğu bir andı.
Şimşekler, göğe binlerce beyaz ağ örmüştü. Taşlaşmış cesetler, yıkılmış bir tapınağın ortasında ilerliyormuşum gibi hissetmeme neden olmuştu.
Kaos ve yıkım her yerdeydi.
Savaş bitmiş miydi yoksa asıl savaş şimdi mi başlıyordu? Bazı şeyler, bittiğini sandığınız anlarda yeniden doğardı. Belki de savaş henüz bir cenindi ve anne karnında büyüyüp bir bebek formuna ulaşmıştı; yakında doğumu başlayacaktı.
Dudaklarımdan dışarı sızan nefesin yüzümü yaktığını hatırlıyordum. Zaman çok yavaş ilerlese de ben hızlıydım. Onun bir yıkım tanrısına dönüştüğü ânı izlerken, zaman arkamda kalmıştı.
Önüne geçilemeyecek bir seviyeye çoktan ulaştığını biliyordum.
Gözlerim, diz çökmüş düşmanlardan çoktan ayrılmıştı, onun üzerindeydi. Savaş meydanında toprağa saplanmış bir kılıç gibi dimdik duruyordu. Toprağa saplanan her kılıcı yerinden söküp çıkarmak kolay olmazdı ve Efken’i yıkmanın zor olduğunu biliyordum.
Gücünün nirvanasında, o gücün tek hükümdarı olduğunun farkında bir şekilde savaş meydanına saplanmış bir kılıç gibi dimdik duruyordu.
Şimşekler, çıplak bedeninde cızırdayarak çakıyordu. Bedenindeki şimşekler şiddetle, tıpkı sarmaşık gibi savruluyor, kırbaç gibi havayı dövüyordu. O omuzlar dışarıdan yıkamayacakları bir dağ gibi görünüyor olabilirdi ama ben omuzlarındaki o küçük titremeyi görebiliyordum. Güç, içten içe onun bütün enerjisini emiyor, onu her geçen saniye daha da yorgun düşürüyordu.
Biliyordum. Burada bu şekilde saatlerce durması gerekse de yorgunluğunu hiçbir şekilde belli etmezdi.
Bu farkındalık zihnime daha ağır bir yük bırakırken yan tarafımdaki hareketliliği hisseder hissetmez göz ucuyla sol tarafıma baktım. Sezgi, Ceyhun’un kucağında baygın bir hâldeydi. Ceyhun için şu an önemli olan tek şey, kollarında tuttuğu kadındı ve sevdiği kadını ceset dolu savaş alanından hızla uzaklaştırmaya başlamıştı. Gözlerim tekrar diz çökmüş hâldeki düşmanlarımıza çevrildi. Kızıl gözlerim her yerdeydi, tetikte bir şekilde sessizliğin çöktüğü meydanda geziniyordu.
Yıkılmış hâldelerdi, hemen hemen hepsi yaralıydı ve onları yıkılmamak için ayakta tutan şey hissettikleri korkuydu. Sözleşmişler gibi hepsi ayağa kalkmadan yerde sürünerek geriye doğru çekilmeye başladı. Yenilmişlerdi, geri çekilmekten başka çarelerinin olmadığını biliyorlardı.
Efken’in yanına benden önce varan Hatem oldu. Elinde kirden rengi gri görünen ama aslında siyah olduğunu düşündüğüm bir pantolon vardı, taşa dönmüş cadılardan birine ait olmalıydı. Efken, göz ucuyla ona uzatılan pantolona baktı, sonra da kendi bedenine. Bunun gerekli olduğunu fark etmiş olacak ki pantolonun kirli ve yırtık olmasını umursamadan aldı. Pantolonu giymiş olsa da etrafını saran ışık tamamen yok olmamıştı.
“Efken!” diye bağırdığım anda, cızırtılar mekanik bir kırılma yaşayarak kesildi ama şimşekler hâlâ teninin etrafında çakıyordu. “Savaş bitti. Artık durman gerekiyor!”
Düşmanlarımız, bizden hatırı sayılır bir mesafe kadar uzaklaşmışlardı. Efken’in omuzları derin bir nefes alışıyla yukarı kavislendi, kılıcı sımsıkı saran parmakları gevşemişti. Yağmur gibi yağan yıldırımlar duruldu, sonra da bedenindekiler daha soluk bir şekilde parlamaya başladı. Onun sınırlarına girdiğimi gördüğünde, bedenini ağır hareketlerle bana doğru çevirdi. Evet, bir savaş bitmişti ama karşımda duran adama dikkatli gözlerle baktığımda, onun kendi savaşını bitiremediğini görebiliyordum.
Manbel’in, “Ben Yaren’i buradan götürüyorum,” diye seslendiğini duydum.
Gözlerimi ona çevirdim, güçten düşmüş kızını kucağında sımsıkı bir şekilde tutuyordu. İbrahim onlara doğru hareketlenecek gibi oldu ama adımı havada asılı kaldı. Manbel’in, Yaren’e bir zarar vermeyeceğini artık kabullenmiş olmalıydı. Ona bir şey söylemeden Efken’e döndüm, Manbel de bizden bir cevap beklemeden kanatlarını iki yana gerdi ve Yaren’le birlikte gökyüzüne doğru yükseldi.
“Miraç,” dedim gözlerimi Efken’den ayırmadan. “Elindekini bana getir.”
Efken’in kaşları çatıldı. “Gerek yok artık,” dedi, sesindeki meydan okuma hissedilirdi.
“Şu an iyi olduğunu düşünmüyorum, Efken,” dedim ona doğru bir adım daha atarken.
Dudağının kenarı yukarı kıvrılsa da gözlerindeki öfke ve kendinden emin ifade silinmemişti. “Ben gayet iyiyim, Mahi,” dedi kısık ama ürkütücü bir sesle. Yaşadığım duraksama onu da duraksattı.
“İyi göründüğünü mü düşünüyorsun?”
“Nasıl göründüğüm kimin umurunda?” Gözleri gözlerime mıhlandı. “Hiç olmadığım kadar iyi hissediyorum.”
Mustafa Baba koşarak bize doğru gelirken, “Bu bir felâket!” diye bağırdı. Efken’le göz gözeydik. Mustafa Baba, Efken’in birkaç metre gerisinde durdu ve irileşmiş gözleri Efken’in çıplak sırtına sabitlendi.
Onun için felâket olan şey neydi bilmiyordum ama Efken’in bakışlarından anladığım kadarıyla o bunu biliyordu.
Bir bedeli olacağını hissedebiliyordum. Tüm bu yaşananların, kanın, gözyaşı ve vahşetin, derinden kedere boğan bu kasvetli kaosun bir bedeli olacaktı. Antrede dikilmiş, İbrahim’in evindeki salonunun bir duvarını oluşturan o uçsuz bucaksız camdan dışarıyı izlerken sesim soluğum çıkmıyordu ama kalbimin derinlikleri oldukça gürültülüydü. Karların telaşla, büyük kaya parçaları gibi düştüğünü görüyordum. İnanılmaz yoğun bir kar yağışı vardı. Bu beyaz şehirde, karanlık bir dizi olayın tam ortasındaydık. Her yer beyazdı ama beyaz hiç bu kadar karanlık olmamıştı.
Yıllar önce babamın, kilerimizin kapısını eski, asma bir kilitle zincirleyerek kapattığını hatırlıyordum. Miraç ve Miran, henüz yeni doğmuşlardı. Duvar kenarına sinmiş, parmak boğumlarım beyazlayana dek küçük parmaklarımı duvara bastırırken merakla izlemiştim babamı. Kilerin kapısını neden zincirlediğini, o üzerinde iki tilki sembolü olduğunu hatırladığım asma kilidin neden bir mücevher gibi ilgimi çektiğini, babam koridordan uzaklaştığında o kapıya yaklaşma cesaretim olmasa da saatlerce o kapının önünde neden dikildiğimi o zamanlar bilmiyordum.
Zihnimin içinde elmasım, “İkiz tilkiler, biri doğruyu, biri yalanı söyler; yüzleri birbirlerine çok benzer fakat onlar aynı kişi değiller,” dediği anda ürpererek bakışlarımı omzumun üzerinden kapıya yönelttim. Miraç topallayarak içeri girip boynunu esnetti. Kenneth’in cesedini hatırlamak damarlarımı çekiştirdi ve kardeşimin hâlâ sapasağlam burada olduğunu görmek bencil bir şekilde içime su serpti.
Elmasım, yeniden zihnimin derinliklerine, “İkiz tilki, ikiz tilki, biri diğerinin her evrende gölgesi,” diye mırıldandı.
Miraç, “Kenneth’in cesedini yer altına götüreceklermiş,” dediğinde, sertçe yutkunup başımı aşağı yukarı salladım. Onu koruyamamıştım. O geveze zehirli kuyruğu koruyamamıştım. Bir an için bakışları gözlerimin önünde belirdi; biraz oyunbaz, biraz kurnaz. Yine de iyi bir kalbe vardı. Onu kurtarabilecek güce sahiptim. Eğer biraz zamanım olsaydı, onun bedenine yeniden yaşam ekebilirdim ama hiç zamanım olmamıştı.
“Abla,” dedi Miraç bana yaklaşarak. “Senin suçun değildi.”
“Biraz vaktim olsaydı şu an hayatta olabilirdi. Tek yaptığı bize yardım etmeye çalışmaktı.”
“Onurlu bir şekilde savaşarak öldü.”
Efken’in sesi olduğum yerde sıçramama neden oldu. Çıktığı odanın kapısını kapatıp bana yöneldi. Vücudunda savaşın mı yoksa değişimin mi yarattığını bir türlü ayırt edemediğim bir tahribat vardı. Teninin üzerindeki damarlar çok belirgindi, tıpkı gökyüzünü saran yıldırımları anımsatıyordu. Bir an için ona bir yabancıya bakar gibi baktım, bunu fark etti, uçurum mavisi gözlerinde bu durumdan hoşlanmadığını gösteren gölgeler büyüdü. Merak ettiğim bir şey vardı. O hâlâ benim tanıdığım Efken Karaduman mıydı yoksa ruhunu içinde tutan zalimlik kutusu açılmış mıydı?
Gözlerimi Efken’in yüzünde dolaştırırken, “Bu konunun burada bittiğini mi düşünüyorsun?” diye sordum. Sorum kaşlarının ortasına bir oyuk oyarken bakışları bana karşı oldukça temkinliydi. Kuracağı yanlış bir cümlenin aramızdaki gerilimi arttıracağını biliyordu.
Sorduğum soruya bir cevap alamadım. Gece çöktü, sesler çekildi, insanları gözüm bile görmedi; tek düşündüğüm savaş alanında taşa dönen cesetlerdi. Tek düşündüğüm yaşanan kaostu.
Hiçbir şey konuşulmadı. Koca bir sessizlik hâkimdi. Savaşın yaralarını saracak vaktimiz bile olmadı. Sadece sessizliği kuşanmıştık. Yatak odasına giderken tüm gözlerin üzerimde olduğunu hissettim ama o gözlerden süzülen tek bir bakışa bile karşılık vermedim. Sadece uyumak istiyordum fakat bu, artık zihninin içindeki tüm zincirler kopmuş olan biri için oldukça zordu.
Üzerimdekileri çıkardım, sadece iç çamaşırlarım kaldığında yorganı kaldırıp altına girdim ve yatakta sanki savaşta dik bir çene, sonsuz güçle düşmanının karşısında duran o kadın değil de hâlâ küçük bir kız çocuğuymuşum gibi cenin pozisyonunu aldım. Gecenin çöküşünü camdan izledim, kar hiç durmadan yağdı; iri, beyaz kar taneleri gecenin içinde kayan yıldızlar gibi parlaktı. Odanın kapısı açıldığında içeri girenin kim olduğunu biliyordum. Karanlığın rengini alan odanın ışığını açmadı, uyumadığımı bildiğine emindim ama yine de sessiz adımlar atarak odanın içinde ilerleyip yatağın ucuna geldi.
Ne düşünüyordu bilmiyordum, bilme şansım olsaydı bunu bilmeyi ister miydim bunu da bilmiyordum. Çünkü içindeki karanlığın gözlerini açmış olması gerçeğini şu an için kaldırabileceğimi sanmıyordum. Odaya yayılan gücü öyle hissedilirdi ki o gücün altında ezilecek gibi oldum. Bu beni daha da huzursuz hissettirdi. Gölgesi üzerime düştüğünde gücünün yakıcılığı da ruhumun üzerine sinmiş gibi hissettim. Ateş gibi, çok karanlık olmasına rağmen ışığıyla göz alan bir güçtü ondaki.
“Küçük yılan,” diye fısıldadığında elimi yastığın altına kaydırıp parmak uçlarımda soğuğu hissetmeye çalıştım ama içimdeki ateş, bedenimi de ele geçirmiş gibiydi. Karların üzerine uzansam bile bu ateşin beni kavurmaya devam edeceğini düşündüm. Dizini yatağa bastırınca, yatak onun devasa gücüyle aşağı çöktü ve yatağın üzerinde onun çok sevdiğim baskısını hissettim. Varlığının bana huzur verdiği gerçeğini her ne yaşanırsa yaşansın değiştiremeyeceğini biliyordum ama yine de kalbim bu gece gölgelerle kaplıydı.
Sessizce yanıma uzandı. “Ölümlerin seni bu denli etkilemesine izin verme, Medusa,” dediğinde gözlerimi ağır ağır kırpıştırıp düşen kar tanelerini izlemeyi sürdürdüm ama dudaklarım bunu reddedecek herhangi bir kelime için aralanmadı. Kenneth’in ölümü beni etkilemişti. Bunu görüyordu. Reddetmenin, tam tersini iddia etmenin manası yoktu; zaten bunun için hâlim de yoktu.
Derin bir nefes aldığını duydum, bunun için şükrettim. Hayatta olması benim için ödüldü. Yeniden bencil biri olduğum düşüncesi saklandığı yerden çıkıp, üzerime elinde kanlı bir bıçakla yürüdü. Gözlerimi yumup, “Kenneth’i kurtarabilirdim,” dedim. “Yıkımı durdurabilirdim.”
“Yıkımı durdurdun,” dedi ama Kenneth konusunda bir yorumu olmadı.
“Durdurdum, öyle mi?” Alayla sorduğum soruya cevap vermesi birkaç dakikaya mâl oldu.
Sonunda, “Evet,” dedi. “Yıkımı durdurdun. Bunu yıkımı yaratan kişi olarak söylüyorum.”
“Peki daha ileri gitmek istedin mi?”
Sorum üzerine, “Senin olduğun bir yerde, sana zarar vermeme neden olacak bir şeyi ister miyim?” diye sordu tek nefeste. Sorum onu öfkelendirir sanmıştım ama hayır, aksine sakince soruma soruyla karşılık vermişti. Belki de ruhumun gerçekten yorulduğunu hissettiği için böyle sakin kalmayı seçmişti.
Yatakta bana sokulduğunu hissettim. Kelimeler artık anlamsız geleceğinden olsa gerek, bir şeyler söylemek yerine bir kolunu üzerime atıp beni kendisine çekerek sırtımı göğsüne yasladı. Tenindeki soğuğu ve elektrik akımını hissettim. Anlık olarak beni çarptı ama bunu ona hissettirmemeye çalıştım. Gözlerimi usulca yumup uykunun gelmesini umut ettim, sonra bunu umut etmenin yersiz olduğunu anladım çünkü onun kollarındayken ölüm bile huzurun önüne geçemiyordu. Yıkım Getiren’in kollarında uyuyabiliyordum. Sadece onun kollarındayken uyuyabiliyordum.
Uyku sınırlarıma girdi, düşüncelerimi durdurdu ve zihnim derin bir sessizliğe gömüldü.
Ne kadar süre uykunun kollarında kaldım bilmiyordum.
Tenimin üzerinde bir karınca gibi gezinen o ürpertiyle kaşlarım çatıldı. Gözlerim kapalıydı, beni huzursuz eden bir rüyanın içindeydim ama bedenimde gezinen o ürperti beni rüyamdan çekip almak ister gibi ısrarcıydı. Göz kapaklarım aniden açıldığında, tavanda dalgalanan ışıkla burun buruna geldim. Dışarıdan yansıyan cılız ışıklar, karanlık odanın tavanında sütunlar çiziyordu.
Araladığım dudaklarımın arasından verdiğim nefes, buz üflemişim gibi bir duman yarattı. Sanki yatakta değildim, gecenin ayazında karların içinde uzanıyordum. Aynı ürperti tekrar tüylerimi diken diken ettiğinde, yatakta doğrularak oturur pozisyona geçtim. Gözlerimi yanımda uzanan adamın yüzüne indirdim. Yüzü bana doğru dönüktü, yan yatmış uzanırken kaşları çatıktı, o da huzursuz bir uykuda olmalıydı. Elimi onun yüzüne doğru uzatacağım sırada aniden pencereden içeri sızan soğuk rüzgârla duraksadım.
Pencere açıktı. Uyumadan önce pencereyi açık bırakıp bırakmadığımızı hatırlamıyordum. Gözlerimi konumu yüzünden bir kısmı görünen aya diktim. “Orada,” dedi bütün algılarını açmış, gözlerini ileriye dikmiş olan zihnimdeki kadın. Üzerimdeki örtüyü kenara itip bacaklarımı yataktan sarkıttığımda, sert bir rüzgâr daha içeri dolmuş, uğuldayarak odanın içinde ilerleyip kaybolmuştu. Yatağın kenarına oturmuş aya bakarken göz bebeklerimin inceldiğini, aşağı ve yukarı doğru iki yandan çekildiğini hissettim. Bedenim alarma geçmiş gibi tetikteydi.
“Anlama yetisi,” dedi bir yılan gibi zihnime doğru tıslayarak. “Onu bul.”
Yataktan kalkıp çıplak ayaklarımı soğuk zemine bastırarak pencereye yaklaştım. Gözlerim hedef noktasını biliyormuş gibi hızla ormana doğru çevrilmişti. İzleniyormuş hissi tüm bedenimi ele geçirdiğinde, tırnaklarımı pencerenin kenarına bastırarak saldırgan bir içgüdüyle başımı dışarıya doğru uzattım. Gözlerim hızla ağaçların arasında geziniyor, aradığını bulma isteğiyle bütün ağaçların gölgesini eşeliyordu.
“Ay ışığı senin gardiyanın,” dedi o da benim gibi ormana odaklanmışken.
Ona kulak verdim. Ayın parlak ışığını takip eden gözlerim, aradığını bulacak olmanın heyecanıyla hareket ediyordu. Ormanın bir kısmını diğerine oranla daha aydınlık kılan o ışığa odaklandığım sırada arkamdan gelen bağırışla olduğum yerde sıçradım. Odağım dağıldı, izini sürdüğüm bağlantı ince bir ip gibi koptu ve ben ipin diğer ucunu saniyeler içinde kaybettim.
Hızla arkamı döndüğümde göz bebeklerim de eski hâline dönmüştü. Efken’in bağırışı bütün dikkatimi parçalara böldü. Doğrulmuştu, yatakta oturur pozisyondaydı ve çıplak omuzları hızla inip kalkıyordu. Yüzümü ona döndüğüm anda bedenimi saran ışığın kaynağı oydu. Yıldırımlar, Efken’in damarları hâline gelmiş, bütün bedenine kollara ayrılarak yayılmış, ışığıyla Efken’i bir kafesin içine kapatmıştı.