Beni var eden gücün, beni yok eden bir canavara dönüştüğü ânı hatırlıyordum. Geçmişimden bir silgi yardımıyla silinmeye başlamıştım. Artık orada duran genç kız ben değildim. Hiçbir zaman oraya ait olmamıştım. Artık cehennemde kollarım vardı ve cennetin kapısı suratıma kapanmıştı.
Kendimle ilgili fark ettiğim ilk şey, değişimimin bir kanser gibi yavaşça yayılarak gerçekleştiğiydi.
Bir süre sonra tüm anıların, yalnızca acıya dönüştüğünü fark etmiştim.
Efken, o kapıdan altında ona kısa bir kapri gibi olmuş pantolonla çıktığında çok gülmüştüm ama içimden bir ses, o ânın uzun süre güleceğimiz son an olduğunu söylüyordu.
Bir dahaki fırtına bizi hangi dalımızdan koparacaktı bilmiyorduk ama o an gülüyorduk.
Kendi avuçlarındakini insanlara vererek, kendi içinde devamlı olarak eksilen insanlar görmüştüm. Efken’i bu insanlara benzetiyordum.
Efken içeride ne olup bittiğini bize anlatmamıştı.
Birkaç gün boyunca düşüncelerimden uzaklaşmaya çalıştım.
İlk gün bir kuyu düşündüm; bu kuyunun içi boştu, kendi taşları içine doğru devrilmeye başlıyordu ve düşüncelerim taşların altında kalarak kuyuyla birlikte yok oluyordu.
Sonraki gün bir gökyüzü düşündüm; bulutlar yavaşça yürüyerek yağmurları taşıyordu, yağmurlar evsiz kalmış çocuklar gibiydi, bulutlara sıkıca sarılarak kaybolmamak için bulutları takip ediyordu. Sonra bir çocuk bağırarak başkaldırıyor, artık yalnız olduklarını diğer çocukların yüzlerine vuruyordu ve yağmur, bulutları terk ederek yeryüzüne düşmeye başlıyordu.
Son gün ise sadece Efken’i düşündüm.
O gün, gün beyaza döndüğünde bile göğün üzerine serilmiş gri gölgeler hiç kaybolmadı.
Üçüncü perşembeden bir gün öncesindeydik ama gökyüzü sanki perşembe günündeymişiz gibi karanlık bir şeylere hazırlanıyordu. Bir plan yapmıştık. Yarın gerçekten gelirlerse, son âna kadar savaşacaktık, son âna kadar direnecektik ve o son an gelip çattığında yok olmanın eşiğinde olursak, yenilen değil yenen olmak için Efken’in gücünü özgür bırakacaktık.
Gerçekten yok olacaksak bile, yenerek yok olmayı seçen bizdik.
Geceleri İbrahim ve Yaren’in seslerine uyanmaya başladığımızdan beri Dört Gölge Kapısı’nda bir şeylerin değiştiğini anlamıştım. İbrahim bazı sesler duyuyor, Yaren her an bir şeyler hissediyordu. Efken ise ağzını açmıyordu. Neyi saklıyordu bilmiyordum ama Yaren onun sakladığı şeyi biliyor gibi davranıyordu. Geçen birkaç gün boyunca Efken hiç görü almadı. Ama İbrahim ve Yaren bir şeyler duyup, hissetmeye devam ettiler.
Ta ki öğleden sonra Efken aniden üçümüzü karşısına alıp, “Üç cellattan aldığım diğer üç hediye sizin içindi,” diyene kadar. Yıkılmış bir binadan yükselen duman tabakası gibi aramızda yükselerek etrafı saran şaşkınlık çok kısa sürmüştü. Yaren’in her şeyi bildiğini gözlerim anlık ona dokunduğunda anlamıştım.
“Nasıl yani?” diye sormuştu İbrahim, Efken’in cevabı basit ve netti:
“Konsantrasyonunuz bozulmasın, görüleri almaya çalışırken aklınız bulanmasın diye söylemedim. İbrahim’in bir şeyler duyuyor olmasının nedeni duyu görülerinin açılmasından, Yaren’e de hissetme görüsünü verdim.” Bakışları bana çevrildiğinde gözlerinde tek gördüğüm diğerlerine karşı takındığı kontrol değildi, bana bakarken kontrolünü kaybediyor gibi duruyordu. “Sana da anlamayı verdim.”
“Ne?”
“Niyetleri anlayabilmeyi.”
Ve bir sayfa daha çevrildi.
Saniye ibresi, akrebin üzerinden kayarak geçti. Göz kapaklarımı indirmemle birlikte karanlığın ıslıklar çalarak yaklaştığını hissettim.
Herkes hazırdı. Artık kaçış yoktu. Bir sonraki güne bir kaosa uyanacaktık ve herkes son kez çalışıyordu. Miraç’ın hızını cadıları ormanın derinliklerine çekerken kullanacaktık, o hızı sayesinde olası bir tehlike durumunda Nemesis’i özgür bırakmak için en hızlı şekilde eve dönecekti. Nemesis’in korumasını ve Nemesis’i alıp yanımıza döndüğünde ise Nemesis, Efken tarafından özgürlüğüne kavuşacak, güç bir yanardağ gibi Efken’in içinde patlayacaktı.
Ya yok olacaktık ya yok edecektik ama her iki ihtimalde de bizimle ya da bizsiz yok olan onlar olacaktı.
Kırk saniye, diye düşündüm. Miraç kırk saniye içinde Nemesis ile dönerse, o kırk saniye içinde neleri değiştirebilirim?
Siyah taytımı bacaklarımdan yukarı çekerken düşüncelerin de geri çekilmesi için dua ettim ama düşünceler olduğu yerde kök salarak zihnimi işgal etmeye devam etti. Kalın askılı, beyaz bir crop giydikten sonra aynanın önüne ilerledim. Duştan sonra kurutmak yerine kuruması için kendi hâline bıraktığım saçlarım doğal yollarla kurudukları için dalgalı görünüyordu. Bukleleri göğüslerimin önüne dağıtırken gözlerim küpelerime kaydı. Bir tarafımdaki saç parçasını kulağımın arkasına itip küpeme baktım. Üzerlerindeki elmaslar parlıyordu.
Üzerime siyah şişme montumu giyip önünü kapatmadan odadan çıktığımda ayaklarımda postallarım vardı. Salon bomboştu, sokak kapısını açtığım an gürültü, soğuk ile birlikte evin içine doldu.
Verandaya çıkıp tahtındaki bir kraliçe gibi gözlerimi etrafta gezdirirken ellerimi verandanın korkuluklarına bastırdım. Sezgi’nin gökyüzünde büyüttüğü turuncu ama şeffaf, iç gösteren cam gibi şeyleri gördüğümde kaşlarım çatıldı. En son bunlara benzeyen camlarla cadıları kesmişti ama o zamanki camların rengi kırmızıydı.
Beni fark eder etmez gülümseyerek, “Merak etme, birini kesmeyeceğim. Bir tür koruma gibi bir şey,” dedi. “Geceleri kitap okumak iyi geldi bana.”
“Kendine çok yüklenme,” diyerek basamakları inmeye başladım.
İbrahim’in elindeki hançerle ileride, karların arasındaki kayalıkta oturduğunu gördüm. Gri tişörtünün önü terden sırılsıklam olduğuna göre sıkı çalışmış olmalıydı. Gözlerim Efken’i aramaya başladı, çok geçmeden ilerideki Guqula topluluğunun arasında olduğunu gördüm.
Manbel’in göğe yayılan kanat seslerini duyduğum an, bir yıldırımın şiddetle ağaçlardan birinin köküne düştüğü andı. Gözlerimin kızılı geçmişten taşarak bugünü lekeleyen kan gibi parladı.
Efken birdenbire Guqula topluluğunun tam ortasında dizlerinin üzerine çöktü ve zeminden, karların içinden baş veren kardelen çiçekleri gibi hızla yükselmeye başlayan tarot kartlarını gördüm. Kalbimin atışları birden değil, usulca yükselmeye başladı.
Birileri konuşuyordu ama ben kimseyi duymuyordum, birileri Efken’e doğru koşuyordu ama ben yerimden kıpırdayamıyordum. Görülerin geldiğini o an anladım; tarot kartları karların içinden yükselerek onun etrafında bir çember oluşturup havada asılı kaldıklarında ve Efken’in alnında metal renginde bir güneş sembolü oluştuğunda. Tam da o güneş sembolünün altında üç büyük pençe izi oluşmuş, pençe izlerinden biri iki kaşının ortasından burnuna dek uzanmıştı. Diğer iki pençe izi de göz kapaklarının üzerinden göz altlarına dek iniyordu.
Her ne gördüyse, statik bir frekansı anımsatan sesiyle, “Kurt Yıkım Kampı’na doğru gidiyorlar,” dedi ve o an, tüm sürünün hızla, iki değil, dört bacakları üzerinde, birer insan değil, birer kurt olarak koşmaya başladıklarını gördüm. “Bizden önce Kurt Yıkım Kampı’na saldıracaklar! Oradaki insanlara kendilerini gösterecekler, oradaki gizlenmiş kurtlara zarar verecekler!”
Saniyeler içinde gelen bu görüyle beraber, İbrahim hançeri kabzasından çıkardı ve “Konuşuyorlar!” diye bağırdı. “Kurt Yıkım Kampı ile ilgili bir şeyler konuşuyorlar. İnsanlara kendilerini kasıtlı olarak göstereceklerinden bahsediyorlar!”
Efken, “İbrahim!” diyerek tarot kartlarını tek bir el hareketiyle yerlere döktükten hemen sonra, genişlemeye başlayan bedeniyle İbrahim’e baktı. İnfilak edecek bir yanardağ gibi görünüyordu, her an lavlar bedeninin içinden dışına sızmaya başlayacak ve onun bedenlenmiş bir cehennem olduğunu gözler önüne serecekti sanki.
Saniyeler içinde kurtlar Kar Ormanı’nı aşarak koşmaya başladı. Saniyeler içinde Efken artık kocaman, kara bir kurttu ve en arkalarında başladığı koşuya, liderleri olarak en önlerine ulaşmış şekilde devam ediyordu.
Sırtlan, acı kahkahalar atarak onlara katıldığında olduğum yerde taş kesmiş hâlde durmaya devam ediyordum.
“Kendi başlarına cadıların karşısına mı çıkacaklar?” Ulaş’ın dehşet yüklü sesi kulağıma dolduğunda zaman donmuş gibi hissediyordum.
Manbel yavaşça yere süzülürken, “Cadıların, Kurt Yıkım Kampı’na doğru gittikleri doğru sanırım,” dedi. “Karanlık bir enerji yığını hızla o yöne hareket ediyordu.”
“Cadılar sadece insanları ve gizlenen kurtları bulmaya gittilerse, çok da kalabalık değillerdir,” diyebildim ama dilimin altındaki kelimelerin köklerinin kuruduğunu hissetmiştim. “Amaçları bizi insanlara ifşa etmekse, bir azınlık olarak gitmişlerdir.”
Yaren korkuyla, “İçimde bir his var,” dediğinde gözlerimi ona çevirdim. Karların içinde bata çıka bana doğru yürüyordu, üzerinde siyah boğazlı bir elbise vardı, elbisenin yan tarafındaki yırtmaçlardan esmer bacakları görünüyordu. Hislerimi bastırabilmek için onu daha dikkatli inceledim. Zeytin dallarını anımsatan çengel tokaları altın rengindeydi, tokalar saçlarını iki yandan yukarı çekmişti. Ona o kadar dikkatli baktım ki elleri kollarıma uzanıp beni sarsana kadar görüş alanımdan çıkmadı. Sonunda beni sarstığında ise artık boşluğa bakıyordum.
“Mahinev, biz de onların arkasından gidelim,” dedi Yaren panikle.
Manbel, “Sen aklını mı kaçırdın?” diye sorduğunda, Yaren tiksintiyle yüzünü buruşturdu.
“Seninle konuşmuyorum.”
“İnsanlara ifşa olursak hâlimiz ne olur?” diye sordu Manbel sertçe. “Hiç değilse Efken ve sürüsü insan suretinde görünmüyorlar, insanlar onları garipsemez ama bizi garipser.”
“Geri dönecekler,” diyerek bir adım geri çekilip Yaren’in gözlerinin içine baktığımda zaman yavaşladı. “Çok ileri gitmeyeceklerdir. Kalabalık da olduklarını sanmam. Yarın bize gelecekleri için çok fazla cadıyı göreve yollamazlar. Rahatla.”
Yaren bir an için sakinleşir gibi olunca bakışlarımı eve doğru çevirdim. Elmastan yardım istesem nasıl olurdu? Elmasa bazı sorular sorsam, alacağım cevaplar saçma tekerlemeler yerine net cevaplar olur muydu? Sanmıyordum.
“Ulaş,” diyerek sırtımı dikleştirdiğimde, Efken ile sürüsünün gidişinin üzerinden yaklaşık on beş dakika geçmişti. “Mustafa Baba’yı arayıp cadıların Kurt Yıkım Kampı’na saldırdığının haberini ver. Yaşlı adam o evde daha fazla yalnız vakit geçirmesin, tekrar onun için giderlerse bu kez onu kurtarmak daha zor olacak. Hiç değilse buraya gelsin.”
“Tamam,” dedi Ulaş, elini kotunun cebine sokup telefonunu çıkardığı sırada.
Yelkovan, akrebin üzerinden bir kez daha geçti. Hızlı adımlarla odaya ulaşıp kumaş parçasının arkasındaki kafatasına ve ona saplı duran kılıca baktığımda, Efken’in gidişinin yirminci dakikasına girmiştik.
Kafatasının işlemeli, motiflerle kaplı yüzeyine dokundum. Bir yanımın dirildiğini hissettiğim o kısa an, kafamın derinliklerinde çakan bir şimşeğin sesiyle sarsılmama neden oldu. Gözlerim açık perdenin kenarından odaya sızan karanlığa kaydı, omzumun üzerinden kara bulutların göğü nasıl donattığına baktım. Yüzümü bir maske gibi kaplayan o ifadesizlik birdenbire kayboldu.
İhtimaller bir paradoksa dönüştü; ben o paradoksun içinde ilerledim ve her ihtimal bir labirent duvarı gibi önümde yükselerek zihnimin derinliklerini, roman sayfalarını parçalayan acımasız bir el gibi tutup parçalamaya, yırtmaya başladı.
Anlama yetisi. İşte tam orada duruyordu. Bir koridorun ucunda ben vardım, öteki ucunda Efken’in bana armağan ettiği o görü. Birbirimize bakıyorduk, o görü bir insan suretindeydi ve elinde farkındalığın bıçağını tutuyordu.
“Hayır,” diye fısıldadım, reddettim, sanki reddedersem bunu durdurabilirmişim gibi hissettim. Böyle bir olasılık olabilir miydi? Kandırılıyor olabilir miydik?
Cadılar bizi iki parçaya bölmeye çalışıyor olabilir miydi?
Bu, grubumuzu parçalayacak bir oyun olabilir miydi?
Semih beni kandırmış olabilir miydi?
Farkındalık kafamın içinde en üst seviyeye ulaştığında, “Manbel!” diye çığlık attım ve çığlığım daha parçalara bölünmeden Manbel’in sokak kapısını âdeta parçalayarak içeri koştuğunu duydum. Manbel yatak odasının kapısını da çarparak açıp korkuyla bana baktığında sırtındaki kanatlar bir cübbenin etekleri gibi yerde sürükleniyordu.
“Kandırıldık!” diye bağırdım korkuyla, Manbel’in yüzündeki mimikler kayboldu, bir ceset gibi bana bakarken ihtimallerin farkına varmışa benziyordu. “Bizi bölmek için yaptılar. Savaşı oraya yönlendirdiler. Hepsi orada. Bu bir pusu, Efken ve Gümüş Pençeleri ortadan kaldırıp buraya gelecekler!”
“Abla!” diyerek içeri dalan Miraç’ın yüzündeki kan çekilmişti. Kardeşime korkuyla baktığımda, gözlerimde rastladığı korku onu daha da büyük bir şoka uğratmışa benziyordu.
“Miraç,” dedim. “Koş.”
“Ne?”
“Kurtların arkasından git. Sen onlardan üç kat daha hızlısın, onlara bizden önce ulaşabilirsin!” Cümlelerim o kadar sertti ki, anlamlar o sertliğin altında kaybolduğundan Miraç’ın beni anlamaması normaldi. “Bunun bir tuzak olduğunu söyle, Miraç. Bu bir tuzak. Durmaları gerektiğini söyle.”
“Mahinev,” dedi Manbel, ilk kez ismimi zikrediyordu. “Miraç yolu bilmiyor, üstelik bir kurt o hızla en geç otuz dakika içinde oraya ulaşmış olur. Çoktan yirmi dakika geçti.”
“Miraç sadece hızlı olmamalı,” diyerek Miraç’a döndüğümde, Miraç’ın gözlerinin kan renginde parladığını gördüm. Gözlerindeki ışıltı, normal bir insanın gözlerinde görülecek bir ışıltıya benzemiyordu. “Hızını ve reflekslerini kullanırsan, kurtların izini sürebilirsin. Onları yakalayabilirsin,” dedim son çarem kardeşimdeymiş gibi. “Manbel senin kadar hızlı olamaz.”
Miraç’ın gözleri anlık Manbel’e, sonra bana dokundu. Crystal odaya daldığında deri ceketinin fermuarını yukarı çekiyor, gitmeye hazırlanıyordu.
“Miraç koşsun, biz de arabalarla yola koyulacağız,” dedi Crystal. “Madem savaşın seyrini değiştirmeye karar verdiler, biz de onlara beklemedikleri bir hediye veririz.”
“Onları bulabilirsin, değil mi?” diye sorarken sesim titriyordu.
“Bulurum,” dedi Miraç, sesi benimkinin aksine demir gibiydi ve asla titrememişti.
Kafatasını olduğu yerden alıp aceleyle Miraç’a uzattığımda bir an duraksasa da kafatasını ve ona saplı olan kılıcı eline aldı. “Söylediklerimi unutma,” dediğimde zaman bizi iki gece öncesine sürükledi. Avuç içlerimde duran kahve kupasıyla tam karşısında dururken ihtimaller de yanı başımızda duruyordu.
Ona, “Her ihtimale karşı, eğer bir terslik olursa, yapman gerekeni biliyorsun,” dedim. “Kafatasını alıp geleceksin. O an gelene dek saklanacaksın ve diğerlerinin seni görmesine izin vermeyeceksin. Senin görevin bu. Hızına hiçbiri erişemez.”
Gözlerimin içine bakarken, “Tamam,” demişti, görevinin küçük gibi görünse de savaşın seyrini değiştirecek bir görev olduğunu gözlerimdeki ciddiyeti gördüğünde anlamıştı.
Zaman yeniden aramızdaki boşlukları doldurduğunda, şimdi buradaydık ve o gece önümüzde duran ihtimallerden daha kötüsü gerçeğe dönüşmüştü.
“Eğer onlara cadılardan önce ulaşamazsan,” dediğimde Manbel’in gözleri kardeşime çevrilmişti. “Asla seni görmelerine izin vermeden güvenli bir yerde kal ve sen ona kadar saklan, Miraç. İşin içinden biz gelene dek çıkamazlarsa, bu kafatasını Efken’e götür, kılıcı çıkarmasını sağla ve sonra korkma. Tüm gücünü fazlasıyla geriye aldığında seni de koruyacaktır.”
İşte bunlar, o gün, bulutlar gökyüzünü kuşatma altına almışken kardeşime söylediğim son sözlerdi.
Kardeşim, ona emanet ettiğim kafatası korumasıyla evden ayrıldı. Ben dışarı çıktığımda rüzgâr tersine esiyordu, saçlarım kendi yüzüme yapıştı, onları geri çektim ve Efken’in cipinin direksiyonunda Ulaş’ın oturduğunu gördüm. Guqulalar birer gölge gibi koşarak kardeşimin gittiği yoldan gitmeye başladılar, Krokodiller yer altına inmek ve yer altı yollarını kullanarak oraya varmak için gözden kayboldular. Çabaların boşa olduğunu hissediyordum çünkü biliyordum ki ırklar oraya vardığında her şey için geç olabilirdi. Biz yenilmiş olabilirdik, Efken onları yok etmiş olabilirdi, gücünü durduramadığı için kendini de onlarla yok edebilirdi; her şey olabilirdi.
Herkes arabaya doluştuğunda, Manbel’e, “Miraç kadar hızlı olamasan da sen bu arabadan üç kat hızlısın,” dedim, Manbel anlamış gibi başını salladı. “Biz birlikte gidelim. Gidebiliriz, değil mi?”
“Elbette, Sevgili Mēness.”
Ulaş arabanın kapısını açıp, “Mahinev, acele et,” dediğinde sadece, “Siz gidin,” dedim. Buz kesiği sessizlik çok uzun sürmedi, arabanın çalışırken çıkardığı motor sesini duydum ve cip hızla araziyi terk etmeye başladı.
Gözüm ileride, yerde parlayan hançere takıldı. İbrahim hançerini düşürmüş, burada unutmuştu. Üzerimdeki şişme montu çıkarıp kenara fırlattıktan sonra koşarak gidip hançeri düştüğü yerden aldım. Manbel’e döndüğümde tam karşımda duruyor, kanatları omuzlarından yukarı doğru yükselerek uçuşa hazır konuma geliyordu.
“Sevgili Mēness,” diyerek reverans yaptığında başımı salladım. Kollarımı Manbel’in boynuna sararken içimde tedirginlik yoktu, vahşi bir korku vardı ve bu korku beraberinde zehrimin fokurdayarak ölümcül bir güce ulaşmaya başlamasına neden oluyordu.
Manbel, “Sıkı tutunun ve hançeri bana batırmayın, Kraliçem,” dedikten hemen sonra hızla yükseldi ve kulaklarıma doluşan basınçla gözlerimi sıkıca yumdum. Manbel yükseldikçe basınç artıyor, kulaklarımda bir kan denizi çağlıyordu.
İçimde iltihap gibi ilerleyen gücün kuruması imkânsız hâle gelmişti. Gözlerimi açtığımda, bulutların aşağısında, yerin oldukça yukarısındaydım. Rüzgâr saçlarımı bir flamaya dönüştürmüş uçururken, Manbel kendimi güvende hissetmemi istiyormuş gibi ellerini elime yerleştirmiş, beni sıkıca kavramıştı.
“Evli bir kadınla bu kadar uygunsuz bir görüntü vermek elbette hoşuma gidiyor değil,” diyerek ortamı yumuşatmaya çalıştıysa da mimiklerim öyle donuktu ki, yüzümdeki ifadesizlik maskesi parçalanmadı.
Cipi gördüm, küçük bir çizgi gibi görünen yolda ilerliyordu ve tavanı açıktı; bedeni tavanın dışında duran kişi Sezgi’ydi ve elleri hiç durmuyordu. Cip hareket ettikçe, cipin üzerini saran şeffaf, turuncu kalkan da onları takip ediyordu.
“Elinden geleni yapıyor,” dedi Manbel, ardından öyle çok hızlandı ki, cip arkamızda kalıp kayıplara karıştı.
Manbel ile ne kadar uçtuk bilmiyorum. Tek hatırladığım, geçen her dakikanın ardından geçmiş bir dalga gibi ruhuma vurup çekiliyor, ruhum geçmişin bıraktığı kara lekelerle doluyordu. Zehir Vadisi olduğunu tahmin ettiğim dağlık alanın üzerinde süzülmeye başladığımızda kalp atışlarım göğsümün içini terk etmiş gibiydi. Boş bir vücuttan ibarettim; kalbim de, ruhum da Efken’in yanındaydı. Benimle değillerdi.
Yüzüme inmiş bir tokat gibi hissettiren manzarayı gördüğümde, Zehir Vadisi’nin eteklerine doğru süzülmeye başlamıştık. Onlarca, belki de yüzlerce cadı aşağıda karınca kadar görünseler de bedenlerinden savrularak çıkan enerjilerin rengi etrafta onlarca farklı renkte iplik gibi parlıyordu. Elleri hiç durmuyordu; sarmal açıyorlar, püskürtüyorlar, bir şeyleri hedefleri hâline getirerek vuruyorlardı. Steve olduğunu tahmin ettiğim kurt da vurulanlardan sadece biriydi.
“İn!” diye bağırdım bilinçsizce, havada uçuşan büyülerden biri beni vursa bile şimdi inmem gerekiyordu. Şimdi Efken’i bulmam gerekiyordu. Miraç neredeydi? Kör bir noktada asılı kalan bakışlarım bir süre cansızca aynı noktada durdu.
“Kanatlarımı hedef alırlarsa, devam edemem,” dedi Manbel panikle. “Ne kadar yüksekten atlayabilirsin?”
“Ne kadar gerekirse, o kadar yüksekten atlayabilirim. Bırak beni,” dedim, bu kez bağırmıyordum, bu kez sadece emrediyordum, bu kez sakindim ama sanki birazdan ölecektim.
Manbel’in kolları beni sarmayı kestiğinde hançeri daha sıkı tuttum ve Manbel’i bıraktım. Bedenim bir an boşluğa düştüğünün bilinciyle kasıldı, gözlerimi sıkıca yumup bedenimin ateşten bir girdap olduğunu düşündüm, dönerek büyüdüğümü ve ateşlerimin etrafa sıçradığını… Bir kuyruklu yıldız gibi buzlanmış toprağa düştüğümde, kemiklerimden vurgun yemişim gibi inledim ve dizlerim, bir de hançeri sıkıca kavradığım avuçlarım buzları kırarak toprağın içine gömüldü.
Kafamı kaldırıp doğrulmadan karşıma baktığımda, beni izleyen onlarca cadının yüzünde anlık da olsa şaşkınlığı görmüştüm.
“Tabii ki gökten düşmesini beklemiyordum,” dedi avucunun içinde beliren sarmalı büyütmeyi bırakıp, gözlerini bana diken cadı. Tam arkasında üç Krokodil Erkeği vardı, erkeklerin gözünde cadılarda gördüğüm şaşkınlığın aksine korkuyu gördüm.
Bir kurdun acı çığlığı tüm araziye yayılınca, hızla doğrulup avucumda tuttuğum hançerle sese doğru döndüm. Kurtlardan birinin yerde sekerek ilerlediğini gördüğümde bedenim buz kesmişti; kurt, toprağın içinde yarıklar oluşturarak savruldu ve güçlü büyü, onu âdeta bir top gibi sektirdi. Son kez toprağa çarptığında kurdun açık yaralarından kan boşalmaya başlamıştı.
“Bunu nasıl anladın?” Soruyu soran sesin sahibini ânında tanıdım. Gözlerimi geniş arazinin öteki ucundan sorusunu bana uzatan Kassandra’ya çevirdiğimde, mor gözlerinin halkalarına yakıcı bir endişenin oturduğunu görmüştüm. “Kendi ayağınla geldin, orospu!”
“Ne yapacaksın?” diye sorarken zihnimi yaralı kurttan uzak tutmaya çalışıyordum. “Tam karşında duruyorum, onlarca, hatta yüzlercesiniz.” Arkasındaki kafileye baktım ve acıyarak güldüm. “Her biriniz bir kez saldırırsa ölürüm belki. Neden duruyorsunuz? Yoksa varlığım bile sizi tedirgin etmeye yetti mi?”
“Kurdunu nasıl parçaladığımızı sana izletmeden, seni kimsenin öldürmesine izin vermeyeceğim,” dedi Kassandra.
“O zaman kimse kılıma bile zarar vermeyecek desene, Kass,” diye alay ettiğimde, genişleyen burun deliklerinden dışarı çıkan hava, soğuğun da etkisiyle beyaz bir buhara dönüştü.
“Gözünün önünde sevdiğin herkesi öldüreceğim,” dedi Kassandra, bununla beraber bir ses duydum, bir kurdun sesiydi; hayır, benim kurdumun sesiydi. İncelerek bir elips şeklini alan gözlerimi hızla sesin geldiği yöne çevirirken görüş alanım ânında kızıla boyanmıştı.
Efken’in vücudunu, taşlarla süslü bir erkek cadının yarattığı sarmalın tam ortasında sıkışmış hâlde gördüğüm an, uçurum mavisi gözlerin bir kurdun bedeninden bana dokunduğu andı.
Bir şimşek çaktı, karanlık bulutların sardığı göğü, bulutların arkasında yansıyarak aydınlığa boyadı ve ses, ışık söndükten hemen sonra arazide çağladı. Uçurum mavisi gözleri, git der gibi bakıyordu, bunun üstesinden gelebilmek oldukça güç der gibi bakıyordu, üstesinden gelebilirsem sana döneceğim der gibi bakıyordu.
“Bir şansın var, Mēness,” diyen adamın sarmalı daha sıkı hâle geldiğinde, adam omzunun üzerinden bana çevirdiği bakışlarına karanlığı giydirmişti. “Ya onun ne olduğunu söyle, seni bağışlayayım, onu bağışlayayım, sizi bağışlayayım. Seni alıp gideyim. Ya da sus ve onu nasıl öldüreceğimi izle.”
“Bu işin sonunda ölen sen olacaksın,” dedim korkusuzca.
“Onu öldürdüğümde şifalı kanınla iyileştirebileceğini düşünüyorsan,” dediğinde, adamın sesine bulaşanlar beni bir anlığına duraksattı. Adam sarmalla Efken’in kurt bedenini sıkmaya devam ederek ona yaklaştı; üç parmağını kurdun alnına bastırmasıyla ikisi arasında infilak eden yeşil enerji her yana yayılarak gözlerimi yaktı. “Yanılıyorsun,” diye fısıldadı adam. “Eğer şimdi ölecek olursa, bilmelisin ki bu büyü sayesinde senin şifan ona işlemeyecek.”
İçimde bir şeyler şiddetle kırıldı; parçalara ayrılıyormuş gibi hissetmeme rağmen dimdik durup o cadıya istediğini vermemek için sadece baktım, sadece baktım ve başka bir şey yapamamanın nasıl bir ızdırap olduğunun tadına, sanki o an binlerce kez baktım.
Öfke, içimde büyüdü ama hiçbir cadı bana saldırmadı. Sanki görmemi istiyorlardı. En büyük ızdırabı tatmamıştım, tatmam için an kolluyorlardı. Acımdan zevk aldıklarını, Rhea’yı öldürdüklerinde anlamıştım, şimdi daha büyük bir acı duymam için beni köşeye sıkıştırmışlar, bir oyuncakla oynar gibi duygularımla oynuyorlardı.
Tek bir an için bir kıkırtı sesi işittim. Şeytani bir kıkırtıydı. Gelişiyle beraber ölümü de etrafa dağıtacağını kanıtlıyordu. Avucumun içindeki hançerin sapını daha sıkı kavradım. Sesin sahibinin nerede olduğunu saptamaya çalıştım ama biliyordum ki sesin sahibi beni gördüğü, bana ulaşmaya çalıştığı için kıkırdıyordu.
Bir cadı, dizlerinin üzerine çöküp ellerini başına siper ettiğinde, dostumun ne yapmaya çalıştığını anladım. Bir diğer cadı da yere çöken cadının hemen yanında dizlerinin üzerine çöktü ve yerde duran taşı alıp kendi kafasına sertçe vurmaya başladı.
Kahkaha sesi birden bir yankı gibi büyüyüp tüm araziye yayıldığında, cadılardan biri, “O aşağılık sırtlanı biriniz durdursun, durdurulmadığı her saniye için birinizi yok ederim!” diye bağırdı.
“Toprağım,” dedim dudaklarıma yavaşça yayılan şeytani bir gülümsemeyle. “Yakala oyuncağını.”
Ve elimde tuttuğum hançeri yukarı fırlatmamla, tam başımın üzerinden zıplayarak yükselen sırtlanın, hançeri ağzıyla yakalaması sadece iki saniyeye mâl oldu. İbrahim, hançeri ağzının içinde sıkıca kavrayarak cadıların arasında hızla koşmaya başladığında, gözlerim dikkati dağılan cadılara yönlendi. Hiçbiri bana saldırabilecek pozisyonda değildi, hepsinin dikkati parçalara bölünmüştü. Onlarcası kurtlarla mücadele ediyordu, kalanlar da İbrahim’in kıkırtılarını yok etme güdüsüyle dolmuştu çünkü çoktan iki tanesi kafayı yemişti. Biri kafasını taşla eziyor, diğeri yere kapanmış hâlde bilinçsizce çığlıklar koparıyordu.
Bileklerimi aniden yere doğru konumlandırmamla, bileklerimin içinden avuç içlerime doğru hareket etmeye başlayan enerji, kızıl bir sis bulutu gibi dışarı süzüldü. Avuçlarımı kaldırıp Efken’i sarmalın içine alan cadıya yönelttiğimde, cadının taşlarla kaplı yüzünün ortasında duran gözleri sinsice kısıldı.
“Düşündüğümü yapacak olursan, kurdu ikiye bölerim,” dedi korkusuzca.
“İçinden çıkan karanlıkta da boğulup geberirsin,” dediğimde, neyi kastettiğimi anlamasa da Efken’in gücüyle ilgili bir bilgi vermişim gibi irkildi. “Ne cüretle?” Ortaya saldığım yeni sorunun, cadının aklındaki karmaşayı beslediğini hissettim. “Ne cüretle benim eşime elini sürersin?”
“Eşin mi?” Adamın duraksaması sadece üç saniye kadar sürse de görülmeye değerdi.
“Eşim,” diyerek avucumun içinde gitgide büyüyen enerjiyi onun tüm çakralarına vurma içgüdüsüyle gözlerimi kıstım. “Sen benim kim olduğumu biliyorsun, değil mi? Huzuruna çıkan hain Mar, mutlaka söylemiştir. Hatta eminim ondan öncesinde de biliyordun.”
“Kim olduğunu biliyorum,” dediğinde vakit kazanmaya çalıştığını anladım. İbrahim diğer cadıları delirtedursun, benim bu koca cadıyı elimden kaçırmaya hiç niyetim yoktu.
“Evet, biliyorsun. Ben Mēness’im. Mar Kraliçesi değil, Mega Mar Kraliçesi Mēness.”
İşte bu cümle, yaydan fırlayan ateş almış bir ok gibiydi, dudaklarımdan fırlamasıyla alevlerini etrafa saçarak cadıya doğru gitmesi bir oldu. Avucumun içindeki enerji, iki büyük top şeklinde derimin altından fırladı ve alev renginde parlayarak cadıya doğru gitmeye başladı. Bir top cadıyı ıskaladı, diğeri ise tam da Efken’i sıktığı sarmalı yaratan eline uzanan omzundan vurdu. Sarmalın hâkimiyetini kaybetmesiyle beraber, sıkarak bilincini elinden aldığı koca kara kurt yere serildi ama ayağa kalkışı öyle güçlü oldu ki, cadı, karşısında yükselen kurdu gördüğünde dili tutulmuş gibi ona öylece bakakaldı.
“Sadece bir Gümüş Pençe Erkeği değilsin. Sadece bir Alfa hiç değilsin,” dedi tutulmuş bir hâlde konuşurken. “Söyle bana, Mēness’in kocası, sen aslında kimsin?”
Efken’in burnundan dökülen sesli nefeslerin sesini, arazinin öteki ucundan duymak bile mümkündü. Bedenime aniden vuran enerjiyle yana doğru devrilip toprak boyunca sürüklenmeye başladığımda, kurdun boğazından yükselen kükreme sesi tüm Varta’ya yayılarak çınlamalara yol açtı.
Bir şimşeğin ışığı altında kaldığımı hissettim, o şimşeğin ışığı ılık bir dokunuşa dönüşerek tenimi okşadı.
Efken’in şimşeklerinden birinin onun parmakları gibi tenimde dolaşması, kafamı daha kolay toparlamamı sağlasa da bedenime çarpan o kozmik enerji, ikinci bir sallantıyla yeniden beni vurduğunda dudaklarımdan bir çığlık döküldü. Bu bedenimi çınlatan normal bir büyü değildi, vuran sadece enerji olamayacak kadar yakıcıydı; ucu ateşle dolu iğneler ruhuma girip çıkıyormuş gibi hissettim.
Bir çığlık daha atmak istedim ama kendimi durdurdum. Eğer o çığlığı atarsam, Efken o cadıyla başa çıkmak yerine beni önceliği hâline getirecek, benim için gelecekti.
“Efken!” diye çığlık attım. “Rhea’nın bahsettiği, şifaları engelleyen o cadı! Sakın durma, ona saldır!”
Bu cümlelerin arkasından bir kozmik vuruş daha bedenimi ortadan ikiye bölecekmiş gibi çarparak beni tamamen toprağa gömdü. Toprağa yapışan bedenimi yukarı itmeye çalıştığımda, bedenimin nasıl bu kadar hızlı tükenişe doğru gittiğini merak ediyordum.
Gözlerimi kara zorla açtığımda yanağım toprağa yaslı duruyor, mavi gözlü siyah kurt hızla bana doğru koşuyordu.
“Hayır,” diye fısıldadım. “Lütfen gelme.”
Ama durmadı, bana doğru koştu ve o bana koşarken hızla etrafa çarpa çarpa büyüyen küre şeklindeki beyaz enerji topu, onu tam bedeninin ortasından vurdu. Kükremesine karışan acı çığlığı duydum, kalbim yerinden çıkıp on bin parçaya bölünerek yere dökülecek sandım.
Yere düşüşü, toprağı yerden sökerek göğe kadar taşıdı. İbrahim’in insan vücudunun içinde koştuğunu gördüm, bir enerji, hâle olup çıplaklığını ortadan kaldırmıştı; çıplak olan sadece dizlerinin alt kısmı ve üst bedeniydi; hızla koşarken kahkahası hançerin ucuyla kesiliyor, kesilen kahkaha onlarca parçaya dönüşerek cadıların zihinlerine gidiyordu. Yerde öylece uzanıp kalkmak için güç toplamaya çalışırken onlarca cadının aynı anda yere çöküp çıldırmış gibi kafalarını taşla ezmeye başladığını gördüm.
Gözlerim Efken’in bedenine kaydığında ise hissettiğim sadece ızdıraptı.
Belki de Nemesis’i geriye alması gereken an, şu an içinde parçalara bölündüğümüz andı.
Miraç’ın bir yerden çıkıp aramıza girmesi onu da tehlikeye atmaz mıydı? Gözlerimi Efken’in mavi gözlerinden çekmedim, kurt tekrar doğrulup kalktığında, karnında açılan yaradan su gibi akmaya başlayan kan, toprağa bir nehir çizmeye başlamıştı.
Kurtlar birçok cadının boynuna saldırdı, boyunlarını parçalamak için sivri dişlerini derilere sapladı. Çığlıklar duydum, kanın kokusu tüm araziye yayıldı; Efken sarsak adımlarla bana doğru gelmeye başladığında, “Gelme,” diye mırıldandım ve hâlâ yerde olan bedenimin yüzeyinde bir kozmik patlama daha hissedip acıyla çığlık attım.
Çığlığımın sonunda gözlerimi araladığımda, kurt sanki kan kaybetmiyormuş gibi hızla bana doğru koşmaya başlamıştı.
Ateşle kaplı bir okun savaş meydanında son sürat ilerlediğini gördüm. Sonra arbaletine taktığı ateşli oklarla tam karşımızda dikilen Ulaş’ı yakaladı bakışlarım. Neredeyse gülümseyecektim ama dudaklarımın çizdiği gülümseme, Efken’in birden yana doğru devrilmesiyle ortadan kayboldu.
Kurdun mavi gözleri gözlerime tutundu.
Kan vardı. Her yerde kan vardı.
Çok kan vardı.
Bu, beni ayağa kaldırabilecek kadar güçlü bir duygunun tüm bedenimi elektrik gibi sarmasına neden oldu. Kendi enerjimin beni çarptığını, yaktığını, içimde yarıklar açarak dirilttiğini hissettim.
Bir şimşek daha göğü aydınlıklarla doldurduğunda, ellerimi yere bastırıp önce kafamı, sonra tüm bedenimi havaya kaldırdım. Ayaklarımın üzerinde yara bere içinde Efken’i vuran cadıya doğru baktığımda, cadının taşlı suratındaki alaycı tavır, benim de dudağımın yukarı kıvrılmasına neden oldu.
Cadı, bir an duraksadı.
“O çirkin suratındaki her bir doğal taşı söküp, yüzüne tuz basacağım,” diye fısıldadım en sayko gülümsememle.
Bir adım geri çekildi, beş cadı bana doğru koşarken onu korumak için geldiklerini biliyordum ama bedenimi şeffaf bir alev sardığında ve o alevin içinde cadıya doğru yürümeye başladığımda, hiçbir cadının o alevi aşıp beni vurabilecek güce sahip olmadığını biliyordum.
Ellerimi havaya kaldırdığımda, bedenimi saran alev de benimle havaya yükseldi. Pentagram kafamın üzerinde bir kar tanesi şeklinde kendini var ederken, kar tanesinin her bir hattı alevle çiziliyordu. Efken’in göğe yayılan şimşeklerinden biri bir yıldırım formuyla hızla pentagramımın üzerinde ışıldadı ve pentagramdaki alevler daha kuvvetli, sonsuz karanlıkla mühürlenmiş bir cehennem ateşine dönüştü. Pentagramı hiç düşünmeden cadıya doğru fırlattığımda, pentagramın üzerinden geçen iki ateşli ok, tam arkamdaki cadıyı alnından ve kalbinden olmak üzere iki farklı çakrasından vurdu.
Pentagram koca bir alevden kar tanesi olarak yuvarlanırken o alevlerin etrafında, Efken’in şimşekleri elektrik akımı gibi ışıldayarak yanıp sönüyordu.
“Sana benim eşime dokunma demiş miydim?” diye fısıldadığımda, bir saniye bile geçmeden o pentagram cadıyı vurdu ve yirmi metreden fazla sürükleyerek toprağın içine gömdü. “Sanırım demiştim,” dedim dudaklarımdaki gülümseme silinmeden hemen öncesinde.
Uluyan kurdun kim olduğunu bildiğim için sırıttım.
“Kaldır götünü de işe yara,” dediğimde bir kez daha uludu ve sonra yere vuran adımlarının sesi, tüm araziyi kaosa sürükledi.
Cadı, bir süre yattığı yerden kalkamadı, onu vurduğum ve açtığım oyuktan ateşin dumanları yükseliyor, aynı dumanlar cadının taşla örülü bedeninden de sızıyordu.
Manbel’in kanatlarının rüzgârı birkaç cadıyı sürükledi, İbrahim’in kahkahaları sürüklenen cadılara çarparak kaosu daha da çıkmaza taşıdı ve Efken’in ağzında bir kafa olduğunu gördüm; cadılardan birine ait erkek kafasını fırlattığında, savaş alanında yuvarlanan kafa, diğer cadıların korkuyla çığlık atmasına neden oldu.
Sezgi’nin yatay şekilde göğe serdiği kalkanın birdenbire arazinin yarısını kaplaması, birkaç cadının şaşkınlıkla göğe bakmasına neden oldu. Kalkanın ne yönden geldiğini algılamaya çalışan cadıları hedef almak daha kolaydı, İbrahim hiç durmadı, birinin boynunda açtığı kesik, diğer üçünün de boynuna aynı noktadan aynı ebatlarda kesiklere neden oldu. Zamanın Hançeri, işini iyi yapıyordu, hançerin sahibi, hançeri çok iyi yönetiyordu.
Guqulalar yaklaşık on cadıyı bizden uzağa götürmeyi başarmışlardı, Krokodillerin de dahil olmasıyla hararet arttı. Cadının onu vurduğum yerden kalkması en az yirmi dakikasına mâl olmuştu, bu da yaklaşık on beş, çok da kıdemli olmayan cadının infazıyla sonuçlanmıştı. Cadıların tarafındaki Krokodillerin hedefi bizim tarafımızdaki Krokodiller olmuştu ve çok geçmeden yaşlı bir kurt da tepelerin arasından atlayarak büyük bir hızla sürüye karışıp savaşmaya başlamıştı.
Sapphire’ın topraklardan yarattığı yılanların hiçbiri canlı değildi belki ama her biri canlı yılanlar gibi cadıların ayaklarına dolanıyordu. Nemesis’i açığa çıkarmadan da bir çaresine bakabileceğimizi düşünen tarafım, en güçlü vuruşumla yere serdiğim cadı tamamen ayaklanıp tekrar saldırılarına başladığında parçalara ayrılıp yerine umutsuzluk ekti.
O kaosun ortasında durup çok kısa bir an için düşündüm.
Ne yaparsam dikkatlerini daha çok dağıtırım diye düşündüm.
Sonra aklımdan sadece zemini yakmak geçti, yanıktan bir yarık, bir anlığına hepsinin dikkatini dağıtırdı. Eğilip pozisyon alırken kafamı kaldırıp beni izleyen, yüzündeki taşların çoğu sökülüp yerini kanlı et parçalarına bırakmış cadıya baktım.
Cadı ne yapacağımı anlamış gibi eliyle bir sarmal çizmeye başladığında, dudaklarıma endişelerime rağmen alaycı bir tebessüm yaydım. Avucumu yere vurmamla, avucumun içinden lav gibi akan ateş, zeminde ince bir yarık oluşturup o yarığı ateşle doldurarak hızla cadıya doğru ilerlemeye başladı.
Kurdum, pençelerini yere saplayarak cadıya doğru koşarken, yarık da kurdumu takip ederek hızla cadının olduğu yere ilerliyordu.
Kassandra’dan yediğim bir darbeyle savruldum. Durmadı, beni arazinin bir diğer ucuna dek sürükledi. Sonunda bir noktada durduğumuzda ağzıma metalik bir tat doldu.
“Bir Mar kadınının karşımda şansı olduğunu sanması ne acı.” Sarı saçlarını savurarak tam önümde biten cadıya ağzımın kenarından taşan kanla öylece baktım. “Herkes sana ne kadar yenilmez olduğundan bahsetmiş, Mar Kraliçesi. Ama bak, sen benim ayaklarımın altındasın ve gücün çoktan sıfırı tüketti. O büyük vuruşu yapmamalıydın, kızım. En güçlüye ilk darbeyi vurursan, sonun bu olur. Şimdi seni kim kurtaracak? Yoksa ölümü kabul mü edeceksin? Sen yeniden reenkarne olana dek kaç yüzyıl geçecek kim bilir?”
“Kazanacağını sandığın ama çoktan mağlup olduğun bir savaştasın,” dediğimde dudağımın kenarından akan kanı yalayan uzun, sivri dilime kaşlarını çatarak baktı. “İçten içe kaybedeceğinin farkındasın ama birkaç hususta şansının yaver gitmiş olması seni biraz olsun cesaretlendirmiş.” Bu söylediklerim kafasını kesinlikle karıştırmıştı. Gözlerini benden ayırmadan sözlerime kulak vermiş, bir sonraki cümleyi bekliyordu.
“Sana kötü bir haberim var, Kassandra.” Aniden zıplayıp topuklarımın üzerine kalktığımda ve saçlarım yarattığım rüzgârla savrulduğunda donup kaldı. “Ben ölürsem tekrar doğarım ama sen ölürsen, başka bir şansın olmayacak.”
“Arkadaşlarının hepsi ölecek.”
“Onlar belki ölmeyecek ama senin için bir ihtimal bile yok, senin bir belkin bile yok. Kassandra, öleceksin.” Avuçlarımı göğe açıp kollarımı iki yana kanat gibi uzatmamla ayaklarımın yerden kesilmesi bir oldu. Kassandra, gözlerini kırpmadan bana bakarken göğsü körük gibi inip kalkmaya başlamıştı.
“Nereye kaçarsan kaç, yıkımımın altında kalacaksın, cahil cadı.”
Bu cümlenin hemen ardından sırtımda çakan şimşek, tüm göğü aydınlığa boyadı. Efken’in şimşekleri dört bir yana damarlanarak yayılırken özümden gücümü emdim, avuçlarımda topladım, parmak uçlarım bir silahın namlusu gibi birden büküldü ve içimde biriken öfkeyle eş zamanlı olarak bedenim havada yay gibi gerildi.
Büyük bir tufan içimden hızla çıkıp Kassandra’ya doğru hareket etmeye başladığında, Kassandra’nın kaçmak için vakti yoktu. Kızıl, şeffaf bir tufan ateş topu şeklinde ona çarparak onu karla karışık çamurlu toprağın içinde metrelerce sürüklemeye başladı. Tüm bunlar olurken hâlâ havada duruyor, sürüklenirken arkasında bıraktığı kömüre ve kızıl enerji akımına bakıyordum. Gücüm onu birkaç metre daha sürükledi. Sonunda durabildiğinde kollarını kaldırmış, sanki mümkünmüş gibi gücümün altından kalkmaya çalışmıştı ama nafileydi.
Bir Mar Kraliçesi’nin gücünün altından bir cadı değil, bin cadı bile kalkamazdı ve şimdi bu gücü nasıl kullanacağımı iyi biliyordum.
Kassandra, büyüsü için dudaklarını araladı ama elleri enerjimin altında kaldığı için büyüyü tamamlayamıyordu. Yakarışları ağıtlara dönüştüğünde avuçlarımı zemine doğru çevirdim, bedenim usulca aşağı doğru inmeye başladı.
Ayaklarım yere temas ettiği anda gücüm geri çekildi, kızıl kalkan Kassandra’nın üzerinden hızla kalkıp, bedenime duman formunda sinip içimdeki yerini aldı. Kassandra, yanmış ellerini kaldırıp bir sarmal çizmek için kollarını kaldırdığında, cıkladım ve bu ses kafasını karıştırmış gibi bana baktı.
“Sarmallar ya da açacağın sikik portallar beni durdurmayacak. Kendini portalın içine atıp başka yere kaçabilirsin ama beni başka bir yere sürükleyemezsin.”
“Planımı nereden bilebilirsin?”
“Çünkü tıpkı ellerinden akıttığım kan gibi, zihninden geçen tüm ahmaklıkları da gözlerinden akıtıyorum. Seni görüyorum, Kassandra. Buraya kadar.”
“Buraya kadar falan değil!” diye çığlık attı Kassandra, sarmalı çizmek için elini kaldırdı, gümüş renkli bir ışık parmaklarının verdiği şekiller doğrultusunda sarmalını oluşturmaya başladığında ağır adımlarla ona doğru yürüyordum. “Katil!” diye bağırdı bu defa. “Sen soyumu öldüren bir kaltaksın. Kardeşimi öldürdün!”
“Soyundan biri benim hanemde,” dediğimde kaşlarını öfkeyle çattı.
“O orospu asla gerçek bir cadı olamayacak.”
“O çok kısa zamanda senden daha iyi bir cadı oldu,” dememle, Sezgi’nin yarattığı sarmallardan biri şehrin üzerinde büyüyüp bir halka şeklini aldı ve hepimizi altına aldı. Kassandra şaşkınlıkla sarmala bakarken yüzümdeki gülümseme zalimleşmişti. “Gördün mü? Onun ne kadar iyi bir cadı olduğunu gördün mü?”
“İçimde ne olduğunu biliyorsun. Ben ruhumu kara büyüyle bağladım ve beni öldüremezsin.” Kassandra’nın boş tehditlerine gözlerimde derin bir boşlukla baktım. Sezgi’nin turuncu, şeffaf sarmalı, göğün üzerinde yatay şekilde ilerleyerek tüm şehri altına almaya devam ediyordu. “Ben en kıdemli cadıdan bile daha karanlık büyülere sahibim. Ben oradaki taşlı suratlı adamdan bile güçlüyüm. Bu evrende yok edemeyeceğim tek şey, tanrı olurdu.”
“O zaman tanrıçayla tanışma zamanın gelmiş.”
Kassandra, avucunun içinde ip gibi oynattığı sarmalı büyütürken ona karşı koymadım, onu durdurmadım, kara büyüye güveniyordu ve ben de neler yapabileceğini merak ediyordum. Tüm şehri kaosa sürüklemişti, bu doğruydu; en karanlık güçle anlaşmasını yapmıştı, bu da doğruydu ama geri adım atmayacaktım. Binlerce kişi de olsalar, geri çekilmeyecektim.
“Siz Marlar, birbirinizi satan ahmak bir topluluksunuz,” dedi Kassandra sarmalını büyütmeye devam ederken. Bense ona doğru yürüyordum. “Karanlığın özüne seni kimin şikâyet ettiğini biliyorsun. Yaşlı bir Mar Kadını, senin bilgilerini karanlığa sattı.”
“Karanlık beni zaten biliyordu,” dediğimde, bu bilgiye nasıl ulaştığımı sorgular gibi gözlerimin içine baktı. Sarmalındaki ışıklardan birinin zayıfladığını gördüm ama çok geçmeden ışık tekrar yanarak güçlendi. “Karanlık beni biliyordu ama yok edemiyordu. Çünkü karanlık, kendisinden daha karanlık bir şeyi içine alırsa, onu kendisinin yapmış olmaz, ona ait olmuş olur.”
Kassandra öfkeyle, “Senin sonun ben olacağım,” dedi.
Elimi sarmalının içine sokmamla, sanki parmaklarımı kalbine batırmışım gibi acıyla çığlık attı. Sarmalı parmaklarıma doladım, bir ip gibi sıkarak avucumun içine topladım ve yine kalbini sıkıyormuşum gibi daha şiddetli bir çığlık kopardı.
“Onun ne olduğunu öğrenecekler,” dedi boğazından zar zor çıkan sesini bir diken gibi kalbime uzatarak. “İşte o zaman onu sonsuza kadar kaybedeceksin. Benim Sevgili Kyros’umu kaybettiğim gibi.”
“Kyros, iyi ki öldü,” dedim acımasızca. Kassandra’nın gözlerinden mor bir ışıltı göz çukurlarına aktı. “Şimdi burada olsaydı, ona aynen böyle yapardım.” Sarmalı avucumun içinde bükebildiğim kadar büküp, kalbini patlatmak istiyormuş gibi sarmalın baskıyla şişmesini sağladım. O an, cadıların sarmallarıyla kalpleri arasındaki bağı anladım.
“Hoşça kal, benim tatlı Kassandra’m,” diye fısıldadım acımasızca, alay o sesin sınırlarında patlamak için bekleyen mayınlardı. Kassandra’nın gözleri geriye kaydı; gözlerinin beyazını izlerken sarmalını daha sert sıkıp avucumdan çıkan kızıl enerji akımıyla küle çevirdim ve boş bir beden yere yığılırken kıpırtısız bir suratla ona baktım. “Sarmallarınız kalpleriniz,” dedim kuru bir sesle. “İyileşmenizi engelleyen ikinci açığınız, sizin sarmallarınız.”
Kafamı kaldırıp dik bir çeneyle, “Sarmallarını hedef alın!” diye bağırdığımda, sesim bir kırbaç gibi zamanın içinde şakıyarak tüm araziye, Zehir Vadisi’nin yüksek dağlarına yayıldı. “Sarmalları onların kalpleri, iyileşmeyecek olan açıkları!”
Yaydığım bilgi, tüm cadıların sarmallarını kapatmaya başlamasına neden olsa da sarmalını kapatamayan herkes, sarmallarının yakalanmasıyla bir bir yere düşmeye başladı. İbrahim’in hançeri sarmalları kesti, Efken’in dişleri sarmalları kavradı, tüm kurtlar, cadıları devirmeye başladı ama sayıca o kadar fazlaydılar ki, yine de işimiz zordu.
Ulaş ve Ceyhun’un bile çıplak elle yakaladığı sarmallar, cadıların düşüp güçsüz kalmalarına neden oluyordu. Onları tamamen yok edemeseler de bu epey işe yaramıştı. Ulaş ve Ceyhun’un sersemlettiği herkesi İbrahim ve Sezgi öldürüyordu.
Önüme gelen her cadıya dişimle yardığım bileğimden damlayan kanı zorla, çenelerini sıkarak içirdim; sarmalı olmayanlar kanımla zehirlendi, sarmalı olanlar avuçlarımın içinde patlayan kalpleriyle can verdi. Ama bitmediler, devamlı çoğalıyor gibiydiler. Öyle çoklardı ki, fiziksel olarak zorlanmaya başlamıştık. Üstelik sarmallarına erişemediğimiz azınlık sık sık vurmaya devam ediyordu; vuruşları ölümcül seviyeye ulaşamadan kesintiye uğrasa da onların da bizi sersemlettiği kaçınılamaz bir gerçekti.
Yüzünde taşların ve yanıkların olduğu, Efken’in dev pençesiyle bedeninin ortasından üç büyük yarığın indiği o cadının hedefinde Sezgi’nin olduğunu gördüm. Sarmal bir anda büyüdü, etrafında o sarmalı yakalayabilecek kimse yoktu ve büyüyen sarmal, bir halka şeklinde avucunun tam ortasıyla itmesi sonucu hızla Sezgi’ye doğru gitmeye başladı.
Dudaklarım aralandı ama zaman ikiye bölünmüş gibiydi. Çığlığım ne yere ne göğe sığmadı ama o sarmal, kozmik bir enerji olup Sezgi’yi vurduğunda, benim dudaklarımdan çıkamayan o çığlık, Yaren’in dudaklarından dışarı fırladı. O an, Yaren’in artık arabada olmadığını anladım. Aramızdaydı. Manbel hızla ona doğru koştu ama zaman donmuş gibiydi. Sanki hepimiz hareketsizce olduğumuz yerde duruyorduk, Sezgi ise ağır çekimde yavaşça yere düşüyordu.
Ceyhun, elinde tuttuğu bıçağı yere düşürdü, zaman hareket etti ve bıçak havada asılı kalmadan toprağa saplandı.
“Kızıl,” diye fısıldadı sadece.
Güneşin derinliklerinden gelen fokurdama sesini işittiğimde, zaman hâlâ yavaştı ama güneşin sesi öyle yüksekti ki, sanki dünya gitgide güneşe doğru yaklaşıyordu. Bir kanadın iki yana açılırken çıkardığı sesten önce, bir kadının acı dolu çığlığının sesi tüm alana yayıldı.
Yaren’in fiziksel acıdan dolayı attığı çığlığın arkasından doğan kanatların sesini dinledim, yoğun bir ışık patlamasıyla beraber gözlerim yavaşça Yaren’e doğru kaydı ve onun yerden yaklaşık üç metre yukarıda, havada, kendi altın rengi kanatlarının tam ortasında asılı durduğunu gördüm.
Alnındaki güneş sembolü, güneşin alevli yüzeyi gibi parlıyor, gözlerinin beyazı da dahil olmak üzere tamamı altın rengi görünüyordu. Kollarını açtı, bacaklarını açtı ve havada çarmıha gerilmiş gibi durdu; bakışları boştu, alnındaki güneş sembolü lavlar gibi patlayan alevlerle yanıyordu. Sağ elinin üzerinde bir, sol elinin üzerinde bir güneş sembolü oluştu, daha sonra sağ bacağı ve sol bacağının da alt tarafında oluşan güneş sembolleri birden alev alarak yanmaya başladı; içi lavlarla dolu kürelere dönüştü.
Ellerini havada birleştirmesiyle iki küre birbirine karışıp daha büyük bir küreye evrildi. Bacaklarını birleştirmesiyle, altta kalan iki küre de birleşip tek bir küre doğurdu ve iki küre hızla Sezgi’yi vuran cadıya doğru gitmeye başladı.
“Güneş Leydisi,” dedi sadece cadı, bu, iki güneş küresi onu vurup çift vuruşta küle çevirerek yere dökmeden önce dudaklarından dökülen son cümle olmuştu.
O koca sessizlikte bir kadının acı dolu hıçkırığı çağladı.
“Ceyhun,” dedi o sesin sahibi. “Bebeğim hareket etmiyor.”
Yaren, güneşin fokurtusuyla karışan sesini bana duyurdu ve bu ses bana sadece, “Sezgi’yle ilgilen,” dedi. Bu kadardı. Güneş Leydisi, bir süpernova patlaması gibi tüm enerjisiyle yanmaya başladı. Küreler ardı arkası kesilmeden var oluyor, Sezgi’ye ya da bize yönelen her cadıya şiddetle çarpıyordu.
Ceyhun, dizlerinin üzerine yere düştüğünde, Sezgi’nin kızıl saçlarına dokunmak için elini Sezgi’ye uzattı. Sezgi acıyla, “Ceyhun,” dedi yeniden. “Karnımdaki koca boşluğun nedeni ne?”
Yere çöktüm, Sapphire ve Crystal’in de bizi korumak için etrafımızı sardığını hissettim ama kafamı kaldırıp kızlara bakmadım.
“Mahinev,” diye fısıldadı Sezgi, gözlerini açamıyordu. “O, iyi mi? İçim bomboş, içimdeki hareketleri kayboldu, oysa orada atan bir kalp hissediyordum. Bu sessizliğin nedeni ne?” Ağır bir nefes alıp, “Sanki şu an kalbime bıçaklar saplasalar, hissetmeyecekmişim gibi,” diye mırıldandı. “Neden?”
Ceyhun, bana yalvarır gibi, “Bir şeyler yap,” diye fısıldadı.
Her sesi duymakla ödüllendirilmiş İbrahim, “Mahinev,” dediğinde, bir umutla kafamı kaldırıp ona baktım. Bedenindeki çıplaklığı örten bir sarmalın içinde durmuş bana umutsuz gözlerle bakarken, “Kalbinin sesini duyamıyorum,” dedi. “Birkaç saniye önce, bebeğin kalbinin sesini duyuyordum. Şimdi yok.”
Sezgi, yana dönmeye çalışırken, “Sus!” diye bağırdı İbrahim’e. Kör olmuş gibi ellerini yere, toprağa sürttü, ayağa kalkmaya çalıştı ama yapamadı. Efken ve Yaren’in cadılarla olan savaşına devam ettiğini duysam da o an ikisini de umursayamadım. “Sus, İbrahim. Sus!”
İbrahim sertçe yutkundu.
“Özür dilerim,” diye fısıldadı.
“Mahinev,” dedi Sezgi, İbrahim’in özrünü yok sayarak. “Mahinev, sen söyle. İyi o. İyi, değil mi?” Sezgi’yi düz çevirmeye çalıştığımda dokunuşum bile onu korkuttu. Titreyerek dokunuşumdan kaçmaya çalıştı. “İçimde bir şey var,” dedi. “Bir şey var. Bıçağı oradan çıkarır mısın? Hissetmem sanmıştım.”
Ceyhun’un yere düşen gözyaşlarının sesini duyuyordum. Şıp şıp. Ama düştüğü yerde su değil de ateş sesi çıkarıyor gibiydi. İnsan bazen alevler içinde yanardı, gözyaşları kaynar su gibi damlardı.
“Ceyhun,” diye inledi Sezgi. “Bıçağı oradan çıkarır mısın?”
“Kızılım,” dedi Ceyhun.
“Ceyhun, çıkar diyorum. Ölmemi mi istiyorsun?” Gözlerini kara zorla araladı. Kirpikleri ıslaktı, gözleri ilk kez bu kadar koyu bir yeşildi. Sanki içinde ne kadar gölge varsa hepsini bakışlarında toplamıştı. Bana değil, Ceyhun’a bakmaya çalıştı ama puslu gördüğüne emindim. “Ölmemizi mi istiyorsun?”
Sezgi, kafasını yana çevirince yüzü toprağa yaslandı. Gözyaşları toprağı ıslatmaya başladı. İç çekti, sadece bir defa hıçkırdı, içinde kırk ayrı ateş yandı.
“Çığlık atamıyorum,” diye fısıldadı. “Neden çığlık atamıyorum?” Sesi kısıktı. “Hissetmemem gereken her şey içimde alev alev… Neden böyle?”
“Bebeğin kalp atışları yok,” diye fısıldadı Crystal ona doğru dönüp saçlarına dokunurken. “Mahinev’in bir damla kanıyla iyi olursun, aksi hâlde zehirleneceksin, Sezgi.”
“Onun kalp atışları yoksa, benim de olmasın.”
“Lütfen,” dedi Ceyhun ama bunu Sezgi’ye değil de bana söylüyor gibiydi. Başımızın üzerinde patlayan enerji kütlelerinin seslerine, kurtların hırıltılarına, cadıların çığlıklarına kulak veremedim. Sadece Ceyhun’un toprağa düşen gözyaşlarının sesini duydum.
“O hâlâ içimde,” dedi Sezgi.
“Seni zehirleyecek, Sezgi,” dedi Crystal, avucunun içinde tuttuğu kırbacı kavrayamadı ve yere düşürdü. “Lütfen. Bu kaosun ortasında seni daha fazla tehlikeye atamayız.”
“Zehirlemez.”
“Bir şey yap,” diye fısıldadım bir umut. “Bir şey yap, Mēness.” Kimse duymadı ama biliyorum, o duydu.
“Serbest bırak,” dedi zihnimin derinliklerindeki ikizim, düşüncelerime nefesini buz gibi üfledi.
“Neyi?”
“Beni serbest bırak.”
“Seni çoktan bıraktım.”
“Sadece beni değil, her şeyi serbest bırak,” diye konuştu Mēness. “Süründen bir ruh iste. Çağır. Uyanmasını iste. Beni serbest bırak.”
Artık her şey bir karmaşadan ibaretti. Zihnimde bana seslenen Mēness’in aslında ben olduğunu biliyordum. O, benim aksime her şeyi biliyordu. Sürümden bir ruh istemeliydim. Sezgi’nin gözyaşları zemini ıslatırken gözlerimin bebeğinin incelerek iki yana çekilip uzadığını hissettim.
“Havva’nın rahmindeki kan ırmaklarında durulanmış, göbek bağı Tanrı tarafından kesilmiş, Âdem ve Havva’nın yaratıldığı toprakla beslenmiş ne kadar ırkım varsa, size sesleniyorum. Beni duyun. Taşların altında, ormanlarda, mağara inlerinde, toprağın altında uyku hâlinde, avını gözlerken boynu kabarmış, saldırıya hazır ne kadar engerek varsa, beni duysun. Size ihtiyacım var. Alnımdaki hilâlden, kanımdaki zehirden, aynanız olan gözlerimden tanıyın beni. Çağrımı kabul edin, huzuruma birinizi gönderin, tenindeki topraktan beslendiğiniz Havva’nın çocuğu için, bana bir ruh armağan edin. Ben Mēness, geri döndüm. Bana itaat edin.”
“Ne?” diye fısıldadı İbrahim usulca. Daha sonra hançerinin havada süzülürken çıkardığı sesi duyup birini biçtiğini anladım. Derim çekilmeye başladı. Bedenimde acısı kaybolan yaralar, sanki daha da genişleyerek tenimi ele geçiriyordu. Derin derin solumaya başladığımda Crystal, “Düşündüğümü yapıyorsun,” dedi kısık sesle.
“Ne yapıyor?” diye sordu Ceyhun umutla.
Kaburgalarımın dalgalanmaya başladığını hissettim. Kürek kemiklerim dışarı doğru vurgu kazandı. “Havva’nın tenindeki toprakla beslenen Sevgili Irk, sesimi duy, çağrıma kulak ver.”
Sesim o kadar kalın ama o kadar inceydi ki… Aynı anda iki kişi konuşuyorduk sanki. Biri intikam ateşiyle, öfkeyle yanarken, diğeri güçsüzce ona eşlik ediyordu. Bir ölünün can çekişen bir diriyle yan yana koyulması gibiydi. Bulunduğum savaş meydanıyla aramdaki bağ koptu. Buradaydım ama artık değildim. Gözlerimin önünde sayısız renkte şekiller uçuşuyordu, hepsi birbirine çarparak kayboluyor, elipsler çizerek zamanın içine is gibi siniyordu. Sezgi’nin ağladığını duyabiliyordum.
Bir yılanın hoş tıslamasını işittiğimde, olduğum yerde kaskatı kesildim. Saçlarım yüzümü örtecek şekilde kafamı eğmiş öylece beklerken aslında sarsıldığımı, titrediğimi biliyordum ama sanki hareketsizmişim gibi geliyordu bana.
“Beni kanımdaki zehirden, gözlerimdeki aynandan, sütünü içtiğim soydan tanı,” dedim.
Dudaklarımdan birkaç yabancı kelime döküldü. Kullandığım dili artık biliyordum, o dil ile doğmuşum gibi hissediyordum. Her şeyin, her birinin, harfi harfine ne anlama geldiğini biliyordum. Yılanların sayısının arttığını farklılaşan tıslama seslerinden anlamıştım. Sanki hepsi oldukları yerde kafalarını kaldırmış, boyunlarını kabartmış, bana kulak kesilmişlerdi ve çağrıma cevap veriyorlardı.
Sapphire, yılan derisiyle parlayan kolunu bana uzattı. Elini tuttum. Benim için buradaydı. Bağlantı onun derisiyle temas edince daha da güçlendi. Sapphire, soğuk bir sadakati buz parçası gibi yutmuştu. Çok geçmeden Crystal de elini elimizin üzerine koydu ve onun da kolunu kaplayan yılan derisini gördüm.
“Engereklerden birinin ruhunu huzuruna getiriyorum,” dedi Sapphire bir anda. “Yapman gerekeni yap. Daima yanında olacağım. Size bunları yapandan tüm soyumuzu toplayarak hesap soracağım.”
Göz bebeklerim mümkünmüş gibi daha da inceldi.
“Sesini onlara duyurdun,” dedi Sapphire. “Şimdi sıra onların sesine kulak vermende. Ruhu bebeğe üfle. Soyumuzu ona armağan et. Sezgi’nin bebeğini kurtar.”
Elimi tutan elin sahibi birden elini geri çekti ama ben çekilmedim. Sapphire bir zarın içindeki yılana dönüştü, zarı yırtıp koluma dolandı ve dönüşmüş olmasına rağmen onun sesini duydum. Onun sesini benden başkası duymadı.
“Ruh yolunu açmam için canını yakmak zorundayım,” dedi istemeye istemeye.
Çok geçmeden yılan bedenime dolandı. İki sivri üst dişini boynuma sapladığını hissettim. Zehrin yavaşça boynumdan içeri akmaya başladığını hissettim. Aslında bunun bir zehir olmadığını fark ettiğimde göz bebeklerimin içi yanıyordu. İçime yerleştirilen bir ruhtu. Marlardan birinin ruhuydu, bana kendini sunmuş, bunu yapabilmek için Sapphire’ı geçit olarak kullanmıştı.
“Ben Sapphire.” Bu ses Sapphire’a aitti, bir yılan olmasına rağmen sesini duyabiliyordum. “Sevgili Emerald, çağrıyı kabul ettin ve artık Yüceler Yücesi Mēness’in içindesin. Uyan, Emerald. Uyan.”
“Sapphire.” Bu ses, Sapphire’dan daha ince sesli bir kıza aitti. “Benim, Emerald. Sapphire, buradayım. Burası çok ılık. Sapphire, yoksa burası onun kalbi mi?”
“Hazır mısın, Emerald?”
“Daima hazırım, ruhum onun için burada, Sapphire. Onur duyarım.”
“O hâlde ruhunu, benliğini, canlılığını ona teslim et.” Sapphire, boynumdan sürünerek indi. “Teşekkürler, Emerald. Ruhun daima yaşayacak.”
“Teşekkür ederim, Emerald,” dedim gözlerimden yaşlar boşalmaya başlamadan hemen önce.
“Ağlamayın. Kalbinizden ılık bir şeyler üzerime yağıyor, efendim. Beni bedenine kabul ederse, o küçük bebeğin benliğinde ruhum daima ölümsüz olacak. Beni kabul etmezse, bir yıldız olarak gökyüzüne gideceğim ve atalarımıza kavuşacağım. Sıcak kalbiniz bir yılanın daima yaşamak isteyeceği bir mezar olacaktır.” Güldüğünü işittim. “Sapphire, ben hazırım.”
“Görüşeceğiz, Emerald.”
“İnanıyorum, Sapphire.”
Göğsümden karnıma doğru bir volkan patladı, lavlar aktı. Kafamı hızla kaldırıp yukarı baktım. Üstümdeki şaşkın bakışlar savaşla benim aramda gidip geliyordu. Emerald’ın varlığını öyle net hissettim ki, ruhu kalbime sürtündü. Sapphire, kafasını aşağı doğru sarkıttı ve tam bileğime, nabzımın attığı yere kafasını sürtüp beni dizginlemeye çalıştı.
Durmadım. Tek bir hamleyle Sezgi’nin bacaklarının üzerine oturdum ama ağırlığımı ona vermedim. Saçlarım Sezgi’nin karnına döküldü, Sapphire, hâlâ bileğime sarılı duruyordu, tıpkı bir bilezik gibiydi ama öyle uzundu ki birkaç kat dolanmak zorunda kalmıştı.
Gözlerim bir an arkaya doğru kaydı, gözlerimin beyazının göründüğünü biliyordum. Saçlarım Sezgi’nin karnına sürtünürken patlama sesleri kulağıma doluyordu. Sezgi’nin kanıyla damgalandığını hissettiğim avuçlarımı Sezgi’nin karnına bastırdım ve kafam geriye doğru düştü. Belim sanki kırılıyormuş gibi katlandı, büküldü. Saçlarımın uçları havaya kalktı ve sanki aşağıdan bir rüzgâr esiyormuş gibi hızla uçuşmaya başladı.
Parmak uçlarımda ateşi hissettim, o an artık ne yapmam gerektiğini biliyordum.
“Sapphire,” diye seslendim tamamen değişmiş, özünü kaybetmiş, güçlü bir sesle. “Emerald’ı bileğimden serbest bırak. Nabzımdan aksın.”
Sapphire hiç düşünmedi, dediğimi yaptı. Dişlerini bileğimde, nabzımın attığı yerde hissettim. Birkaç damla kanın yırtılan derimden aktığını fark edene kadar Sapphire sivri dişlerini bileğimden çekmedi. Öne doğru eğildim, kafamı Sezgi’nin iki göğsünün arasına, kaburga kemiklerinin üzerine gömdüm. Sapphire, karnımdan yavaşça dolanıp sırtıma çıktı ve kafasını omzumdan aşağı sarkıtıp bize baktı. Crystal, çevremizde bir kalkan olmuş, bizi herkesten koruyordu. Kanım, Sezgi’nin karnına aktı.
Yaşam, ölüme karıştı.
“Bir Havva torununa, bir yılan ruhu fısıldadın. Bir cadının çocuğuna hayat biçtin,” dedi Mēness’in pürüzlü sesi derinlerden gelerek. “Yılan toprakla beslenir, Havva topraktan gelir. Başarabilirsen bir mucize olacak. Soyunu uyandırdın, sürün sesini duydu. Yap, Mahinev. Ben zaten senim, yapabileceğini biliyorum.”
Ellerimi karnından çekmedim. Bileğimden damlayan kan, onun karnına akmayı sürdürdü. Kemiklerim kırılıyormuş gibi büyük bir acı hissettim. Sanki ruhum içimden çıkıyordu ama içimden çıkan benim ruhum değildi; emanet aldığım Mar ruhu bileğimden akıyordu. Sezgi’nin hıçkırıklarını duyuyordum, anlam veremediğini biliyordum. Emerald’ın ruhu, Sezgi’nin ölü bebeği tarafından kabul göreceği ânı bekliyordu.
“Çok yoruldun, elini çek,” dedi Sapphire zihnime.
Çekmedim.
“Yanıt vermeyecek gibi görünüyor. Elini çekmelisin. Savaş tüm hızıyla devam ederken bunu kendine yapamazsın.”
Elimi daha fazla bastırdım.
“Emerald’ın ruhunun tamamını serbest bıraktın. Kesmelisin. Yapma. Zarar göreceksin. Savaşa dönmeliyiz.” Sesi çok endişeli çıkmıştı. “Bunu yapma. Olumsuz. Olumsuz! Yanıt vermiyor. O bir cadı soyundan geliyor, Havva kızının ta kendisi. Zaten yanıt vermeme ihtimali vardı. Yapma. Yapma!”
Aynaya her baktığınızda hatırladığınız bir geçmiş vardır. Ne zaman aynaya baksam artık geçmişten görebildiğim tek şey, Mahinev’i öldürdüğüm o andı. Geçmişim isminin yarısı kırılmış mezar taşlarıyla doluydu. Ben kendi hayatıma dikilmiş bir mezar taşıydım. Tüm gerçekliğimle buradaydım, avuçlarımda yaşam ve ölüm vardı; avuçlarımdaki çizgilerde kurtuluşu ve yok oluşu barındırıyordum.
“Kabul et!” diye bağırdım gözlerimden yaşlar boşaldığında. “Soyumu kabul et!”
“Gücünü kaybediyorsun. Savaşta sana ihtiyaç var,” dedi Sapphire zihnime. “Ellerini çek oradan. Yapamazsın, bunu sürdüremezsin. Zaten yaralısın.”
Başaramamıştım. Bunun yükünü nasıl taşıyacaktım? Emerald’ı tekrar yaşayacağına inandırmıştım, şimdi onu yıldızlara, Sezgi’nin bebeğini ise sonsuzluğa uğurluyordum. İşe yaramazın tekiydim, bunu bir kez daha anlamıştım. Onu koruyamamıştım.
“Emerald?” dedi Sapphire şaşkınlıkla.
İrkildim.
“Reenkarnasyon başarılı. Çok yakında bir Havva torunu olarak geri geleceğim, Sapphire. Onlara söyle. Bu bebeğin artık bir kalbi var. Ve tam da şu anda atmaya başladı.”
Güçsüzce alnımı Sezgi’nin iki göğsünün arasına yaslarken kan ter içindeydim.
“İbrahim,” dedim burada olmasını umut ederek. “Dinle. Duyuyor musun?”
İbrahim fısıldadı: “Bebeğin kalbi atıyor.”
Ceyhun’un mutlulukla parlayan kahkahasını duydum, adımı önüne koyduğu onlarca minnet cümlesini işittim. Ama sonra, kafamı kaldırıp vadinin ilerisine baktığımda, o mutluluk, kursağımdan inmeyen bir nefese dönüştü.
Vadiden aşağı yüzlerce, belki de binlerce cadı hızla inmeye başlamıştı.
O kadar fazlaydılar ki, donmuş bir hâlde onlara bakarken gözlerim onları algılamayacak kadar bulanmıştı. Akın akın vadiyi aşıyor, dağ eteklerinden bize doğru koşuyorlardı.
Kızıl gözlerim dağın eteklerinden ayrılıp savaş meydanına döndüğünde, onlarca cesedin arasındaki yatan bir beden bütün dikkatimi üzerine topladı. Cesedi kendi zehriyle erimişti. Titreyen elimi yere bastırırken elips şeklindeki göz bebeğimin bile titrediğini hissettim.
Yetişememiştim.
Onun yaralandığı ilk ânı görebilseydim eğer, onu kendi kanımla tekrar ayağa dikebilirdim. Ama onu fark edememiştim. Titrek bir nefes verirken sarsıldım. Kenneth’in bedeni kendi zehriyle erimişti ve erimiş yüzündeki çamur gibi olan gözleri sağlam kalan nadir yerlerinden biriydi, bataklık yeşili gözleri boşluğa bakıyordu.
Bir şimşek çaktı.
Gökyüzü maviye, beyaza ve griye boyandı.
Kafamı çevirip omzumun üzerinden arkama bakarken göreceğim şeyi hissetmişim gibi sıkışan kalbim hep aynı isimle çarpıyordu.
Döndüm ve onu gördüm.
Çıplak bedeni bir yıldırımla beyaza boyandı, tüm hatları kaybolup beyaz bir ışıktan ibaret olduğunda, elinde bir kılıç tutuyor, yanında kardeşim duruyordu.
Kardeşimin gözleri bendeydi, ellerinin arasında içinden çekilerek çıkarılan kılıcın koruması olan boş kafatasını tutuyordu.
Yıldırımın ışığı söndü, Efken o ışığın arkasında belirdi.
Gözlerimiz birbirine tutundu.
Efken, kılıcı yere sapladığı anda, göğe binlerce şimşek dağıldı.
Nemesis, özgürdü.
Bir saniye sonrasında, tepeden aşağı inen ne kadar cadı varsa, her biri taşa dönüştü ve parçalanarak olduğu yere dökülmeye başladı.
“Ben Nemesis değilim,” dedi Efken kendinden emin bir sesle. “Ben Efken Karaduman’ım.”
Kılıcı sapladığı yerden çıkarırken diğer ırklar taşlaşan cadıları gördükleri için geri çekilmiş, karşı tarafımızda olanlar bile dizlerinin üzerine çökmeye başlamıştı.
Her biri, Efken’in önünde diz çöküyordu.
Efken fısıldadı:
“Ben Ölüm Yıldızı’yım.”
🎧: John Lunn & Eivør, The Last Kingdom