Panik, her yana saçılan kurşun kovanları gibiydi.
Kalbim göğsümün altında kaç şiddetli vuruş yaptı hatırlamıyorum. Tek hatırladığım, arabanın tekerleklerinin hızla dönerken içine gömüldüğü kar birikintisini etrafa saçtığıydı. Daha sonra sarsılarak bir araziye girdik.
“Efken,” dediğimde cip tam da evin olduğu arazide duruyordu.
İlerideki kalabalığı gördüm ama o kalabalıkta düşman görmedim. Hepsi tanıdığım insanlardı, hepsi birbirine yakındı, bir çember oluşturmuşlardı ama çemberin ortasında sakladıkları şey neydi bilmiyordum.
“Dur!” diye bağırmamla, Efken’in frene basması aynı saniyeler içinde gerçekleşti. Sanki ona emretmesem de duracaktı, buna hazırlanıyor gibiydi.
Arabanın kapısını açmamla gecenin koynunda misafir ettiği soğuk, arabanın içine doluştu. Arabanın kapısını kapatmayı unutarak karların içinde koşmaya başladığımda beni ilk fark eden Crystal olmuştu. Crystal korkuyla bana döndü, ardından yarattıkları çemberin ortasında her kim varsa omzunun üzerinden ona doğru baktı.
“Neler oluyor?” diye sorarak kalabalığı kollarımla ite ite aştım ve o an, yerde soluk soluğa duran yaşlı kadını gördüm.
Kadını tanımıyordum, daha önce hiç görmemiştim ama içimde bir yerlerde bir ip tutulmuş, hızla ileri doğru çekilmişim, kadına doğru gitmişim gibi hissettim. Tanımıyordum ama sanki öyle çok tanıyordum ki canımdan bir parçaydı.
Yaşlı kadın ellerini karlara bastırıp kan kusmak için yan döndüğünde, “Ne oldu ona?” diye sordum titreyen bir sesle. Neden sesim titriyordu? İçimde birdenbire yıkılmaya başlayan bu şeyin adı da neydi?
“Rhea,” dedi Sapphire kalbimden geçenleri okumuş gibi. “Güzel Rheamız.”
Dizlerinin üzerindeyken yaşlı kadının elini tuttu ama kadın ona karşılık veremedi, sadece kan kusuyordu. Bembeyaz kara yayılan kanı izlerken hissettiğim tek şey, kalbimi parçalayan bir yıkımdı.
“Sevgili Rhea, yalvarıyorum size. İyileşeceksiniz, söz veriyorum. Mēness geldi, Mēness size şifa olacak, Rhea.”
“Mēness’im geldi,” diyerek kafasını kaldırıp ağzının kenarından sızan kanla bana baktığında, içimdeki o korkunç acı daha da yükseldi. Bu acı, göğe dokunan alevler gibiydi. “Sevgili Mēness, güzel Mar’ım, dünya gözüyle seni gördüğüme çok memnun oldum.”
“Rhea,” dedim, bu ismi Sapphire’dan öğrenmiş olsam da daha önce de duymuşum, zihnimin derinlerinde hâlâ uykuda olan bir parçama aitmiş gibi hissetmiştim.
“İsmim dudaklarında bir şifaya dönüştü.” Yaşlı kadın öksürüp yere sürünen beyaz eteğini topladı ve kalkmaya çalıştı ama onu durdurdum.
“Kanın gerek,” dedi Sapphire, gözlerinden yaşlar boşalıyor, o ağladıkça Miraç korkuyla bir ona bir de yerdeki perişan hâlde görünen yaşlı kadına bakıyordu. “Yalvarıyorum, Mēness.” Sapphire birden ellerimi yakalayıp öpünce donup kaldım. “Yalvarıyorum kanınla şifa ver. Rhea’mızı kurtar, yalvarıyorum!”
“Hemen,” diyerek yere çöktüğümde Rhea gülümseyerek bana baktı.
“Kanında şifayı da zehri de taşıdığını biliyorum,” dedi öksürerek. “Fakat artık çok geç.”
Bir an donup kaldım, Sapphire’ın da donup kaldığını fark ettim. Crystal çaresizce yere çöküp Rhea’nın saçlarına dokunarak, “İyi olma şansınız var, efendim,” dediğinde, Rhea başını iki yana salladı.
“O illetler, şifa kanıma karışamasın diye büyüleriyle tılsımladı beni,” dedi, anlık daha büyük bir sessizlik yaşandı. “Aralarında biri var ki, öyle güçlü ki, büyüsü sadece ölüm saçıyor.”
Cadılardan bahsediyordu. Cadılar ona saldırmıştı. Ama neden? O da bir Mar’dı, bunu kalbime dolanan hislerden kolayca anlamıştım ama kalbi zayıf bir Mar’dı, yaşlanmayı kabul ederek iyileşmesini yavaşlatmış bir Mar’dı.
“Biriniz bana kesici bir şey versin!” diye bağırdım ama hiddetim hüznümü gizlemeye yetmedi.
Ulaş bir falçata uzattı, falçatanın yüzeyini bileğime sürtmemle, kan derimin altından taşarak yüzeye çıktı. Mürekkep gibi derime yayılıp çizgilere dolarken Rhea’nın dudaklarına bileğimi yasladım.
“İç,” dedim. “Lütfen kanımdan bir yudum da olsa al, Rhea.”
Rhea kara zorla birkaç yudum aldı ama kalbimdeki karanlık kaybolmadı. Onu kaybedeceğimizi hissediyordum. Söyledikleri bir parçamı alıp yanında götürecek kadar güçlüydü.
“Kanının tadını aldım, bu benim dünya üzerinde aldığım en büyük armağandır, Mēness,” dedi içtenlikle, daha sonra yeniden kuru bir öksürükle birlikte bu kez simsiyah kan kusmaya başladı.
“Rhea,” diye fısıldadı Sapphire, sesindeki korku iliklerimin çekilip kupkuru kesilmesine neden oldu.
“Bir tür büyü, güçlü bir büyü, güçlü bir muska,” dedi Rhea öksürürken. “Ben güçsüz, iyileşmeyi ve genç kalmayı reddetmiş, artık yaşlanmaya karar vermiş bir Mar Kadını olduğum için beni hedef aldılar. Bir muska vardı, üzerimde denediler, beni buraya fırlatıp gittiler. Beni…”
Kara zorla tekrar öksürdü.
Kalbimde bir şeylerin eksilere düştüğünü hissettim.
Onu bu hâle getirenlere karşı besleyeceğim herhangi bir merhamet duygusu varsa, o mu sıfırlanıyordu?
Kalbimde ilk adımını atan kötülüğün, beni kuşatmaya başlayacağını hissettim.
“Gümüş Pençe erkeklerinden biri bulup buraya getirdi. Beni bilerek senin önüne fırlattılar. Muskanın güçsüz bir Mar üzerindeki etkisini görmek istediler. Senin şifa sahibi olduğunu bildikleri için beni iyileştirip iyileştiremeyeceğini görmek istediler. İyileşemeyeceğim, hissediyorum. İçim ölüyor. İçimde bir parça yavaşça tükeniyor, ışık beni çağırıyor ve gitme zamanım yakın. Suçlu sen değilsin, ben iyileşmeyi reddetmiş, güçsüz bir Mar’ım. En kolay bendim, zayıftım, beni denek olarak kullanabilirlerdi. Asıl… Asıl şimdiden sonra yapabileceklerinden korkun. İşe yaradığını gördüklerinde daha da geliştirecekler o illeti. İşte o zaman… O zaman hâliniz ne olur?”
Sapphire, “İyileşeceksiniz Rhea’m! Onun kanının bir damlası ölüyü bile diriltir. Siz iyi olacaksınız!” diyerek başını Rhea’nın yerde umutsuzca çırpınan, yetersiz nefesler yüzünden kara zorla yukarı kalkan göğsüne yasladı.
Her nasıl bir büyüyse bu, zayıflayıp bir insan gibi yaşlanmayı seçmiş de olsa eski bir Mar Kadını’nın iyileşmesini engelliyordu.
Rhea, “Sayıca azlar ama arkalarında karanlık biri var,” dediğinde, son nefesi boğazının derinliklerinden yukarı doğru yükselmeye başlamıştı. “Güçlü, çok güçlü bir cadı. Çok güçlü bir erkek cadı.”
Nefesinin boğazına daha da yaklaştığını hissedip eğildim, Rhea’nın gözlerinin içine bakarken içimdeki ağrının ruhumdan sızarak tüm kemiklerime işlediğini hissettim. Bunu durdurmamın imkânı yok muydu? Onu ölümün ellerinden alabilmemin bir yolu yok muydu?
“Kim?” diye fısıldadım, oysa tek istediğim onu hayata döndürmekti.
Rhea’nın yüzü ölümün beyazlığına boyanmaya başlamadan önce dudakları aralandı. Daha sonra gözlerinin önüne zar gibi inmeye başlayan beyaz perdeyi gördüm ve gözlerimi yummamla birlikte kirpiğimde asılı duran gözyaşı, çeneme dek süzülerek indi.
Sapphire’ın acı yüklü çığlıkları tüm Kar Ormanı’na yayıldı; belki de tüm Varta o acıyı işitti. Çaresizlik buradaydı; önüne beyaz bir zar inmiş gözlerdeydi, bir kızın şehre yayılan çığlıkları ve gözyaşlarındaydı, kalbimde yanmaya başlayan ateşin içindeki çıralardaydı.
Miraç aniden eğilip Sapphire’ı belinden kavrayarak kucakladığında, Sapphire bacaklarını deli gibi sallayarak Miraç’ın kollarından kurtulmayı denedi ama Miraç onu tuttu ve bırakmadı. Sapphire deli gibi çırpınarak ağlıyor, çığlıklar atıyordu ve her bir çığlık, ormanda bir tıslama sesi olarak yankıya dönüşüyordu.
“Sapphire,” diye fısıldadı Crystal paramparça bir hâlde.
Yaren, İbrahim’in arkasına saklanmış, çığlıklar atarak ağlayan Sapphire’ı dolu gözlerle izliyordu.
Miraç, Sapphire’ı oradan uzaklaştırmaya çalıştı ama Sapphire durmadan tekmeler savurarak Miraç’ın kucağından kurtuldu. Karların içine batıp çıkarak tekrar Rhea’nın önüne geldiğinde ve dizlerinin üzerine çöküp haykırarak ağlamaya kaldığı yerden devam ettiğinde, ben de tıpkı onun gibi dizlerimin üzerinde durmuş Rhea’yı izliyordum.
“Bir Mar öldürdüler,” dedim kurşun dahi işlemeyecek bir sesle. “Artık eşitiz ve bu eşitliğin onlara nasıl bir bedel ödeteceğini o gün gelene dek asla bilmeyecekler.”
Ayağa kalkarken gözlerim Rhea’nın cansız bedeninden ayrılmadı.
Şehir merkezini ele geçiren yağmurun ilk damlası, içinde olduğumuz araziye de düştü.
Bir, iki, üç, dört derken yüzümde gözyaşları gibi kaymaya başlayan yağmur birdenbire hızlandı. Ağlıyor muydum yoksa yüzümden kayan sadece yağmurun ılık damlaları mıydı? Yağmur damlaları ılık olur muydu? Yoksa bunlar, yanaklarımdan yağmura karışarak süzülenler, benim gözyaşlarım mıydı?
Yağmurun altında hareketsizce yaşlı kadının cesedini izledik. Yere yayılan kızıl ve siyah kanın üzerine düşen yağmur damlaları kanın karları çamurlaştırmasına neden oldu.
Efken, Rhea’nın yerdeki cansız bedenini kucağına aldığında, Rhea’nın uzun, beyaz etekleri yerde sürüklenerek kendi kanıyla damgalandı. Efken’in onu Kar Mezarlığı’na kadar taşıdığı anları yağmurun altında, çaresizce kollarımı bedenime sararak izlemiştim.
O gece Rhea, bir grup Gümüş Pençe erkeği tarafından Kar Mezarlığı’na gömüldü. Bir mezar taşı olmadı ama bir mezarı oldu. Efken, onun bir mezar taşının olacağının sözünü verdiğinde bile Sapphire yağmurun ıslatıp içeri çökerttiği toprağa uzanarak ağlamaya devam etti.
Rhea’nın kimsesiz olduğunu, bir Mar Kadını olarak yalnız yaşadığını, yaşlanmayı kabul ettiğini ve aynı zamanda da kadim bir bilge olduğunu öğrenmiştim. O gece Rhea’nın mezarını izlerken vizyonlar gördüm. Her bir vizyonda ona ait bir anı vardı. İlk kez âşık olan Rhea oradaydı, genç bir yüzle beni izlerken gözleri son gördüğüm andaki gibi yaşlı bakıyordu; ilk kez yalnızlığı tadan Rhea da oradaydı, sallanan koltuğuna oturmuş kucağındaki gelincik yavrusunu severken şöminede dans eden alevleri izliyordu.
O gece bir yemin ettim.
İki cadı öldürmüş olmamın bedelini onlar bana ödetemeyecekti ama…
Bir Mar’ı öldürmenin bedelini onlara ödeten ben olacaktım.
❄️
Şafağın rüzgârı saçlarımın arasından ilerlerken, saçlarım bir flama gibi sırtımdan yükselerek havaya karışıyordu. Kollarımı bedenime sardığımda kazağın kolları gerildi, siyah kazağa tutunmaya başlayan kar taneleri hemen ileride biriken yağmur suyunun içine de düşmeye başlamıştı.
Rhea’nın gömülmesinin üzerinden yirmi dört saat çoktan geride kalmış, Sapphire hiç susmamış, durmadan ağlamıştı. Bir kalemin, kalemtıraşın içine girerek sivrilmeye başladığı gibi vicdanım da yaşadıklarımın içine girerek sivrilmeye başlamıştı.
Benim kalbimi bir mızrağa dönüştürmüşlerdi.
Artık o kalbin derinliklerinde merhamet yoktu; o kalp artık canını yakan herkesin içinden gümüş renginde girip kan renginde çıkacak bir mızraktı ve derinliklerinde yalnızca getireceği ölümler vardı.
Birçok ölüm görmüştüm, kısa zamana onlarca ceset sığdırmıştım ama bu kez gördüğüm ölüm, ruhumun derinlerinde bir ağıta dönüşmüştü. Gözlerim doluydu ama gözyaşları akmıyordu. Geçip giden zamanı izlerken omzumdaki yüklerin arttığını hissediyordum.
İbrahim’in verandanın basamaklarından indiğini duydum. Artık her birini adım seslerinden tanıdığımı fark ettim. Sert, sesli adımlar Efken’in adımları olurdu, aceleci ve hızlı adımlar her zaman İbrahim’indi, yumuşak ama hızlı adımların Sezgi’ye ait olduğunu bilirdim, Yaren sessiz ve yavaş adımlar atardı. Kardeşimin adımları ise her zaman sessizdi.
İbrahim tam yanımda dikilip tıpkı benim gibi Kar Ormanı’nın derinliklerine bakmaya başladığında, “Küçük kız çok ağlıyor,” dedi Sapphire’ı kastederek. “Crystal o kadını hiç görmemiş, ilk görüşüymüş ama o bile yas tutuyor, ağlıyor. Sen neden burada yalnız başına omzuna aldıklarınla öylece dikiliyorsun?”
“Çünkü bu ölümün sorumlusu benim, sorumluluğumun altında kaldığım için bunu hak ediyorum,” dedim, evet, hak ediyordum. Daha dikkatli olmalıydım. Sonunda aramızdan birine saldıracaklarını bildiğimden herkesi etrafıma toplamıştım ama saldırdıkları aramızdan olmasa da kanla bağlı olduğum biri olmuştu.
“Suçlu sen ya da bir başkası değil, Mahinev. Her ölümün bedelini sen mi ödeyeceksin? Kendine bedeller ödetmekten vazgeçmelisin.”
Bu derinlerden yükselerek ruhumu alevlerin esiri kılan acıyı nasıl durdurabilir, nasıl anlatabilirdim ki? Rhea, ilk kez gördüğüm bir insanken, her gün aynı evin içinde karşılaştığım, ailemden biriymiş gibi derin bir iz bırakmıştı yüreğimde.
“Dikkatsizdim,” dediğimde omzunun üzerinden bana baktığını hissettim ama ela gözlerden bana uzanan davete icabet etmedim. “Diğer tüm olasılıklara körmüşüm gibi davrandım. Sizi etrafımda topladım, size bir şey olmaz sandım ama bu kez benim soyuma gözü diktiler. Rhea, bir uyarıydı. Sadece bir büyü denemediler, aynı zamanda beni de uyardılar.”
Gözlerimin önünde kanlı bir savaş başladı ama bundan İbrahim’e söz etmedim. Birilerinin başları koptu, birilerinin kalbi söküldü, birileri boğularak öldü, birileri ateşler içinde can verdi ve ben hepsini izledim; bunu gerçeğe dökeceğim ânı bekledim.
“Marları kendi safına çekmelisin,” dedi İbrahim, bu düşünce kanımı daha da dondurdu.
Rhea’nın beni tanıdığı Sapphire ile olan yakınlığından belliydi ama diğerleri henüz benimle iletişim kurmamıştı, benden haberleri yoktu. Onları bu kaosa sürüklersem, sırf yanımda yer aldıkları için katledilmeye açık piyonlara dönüşmezler miydi? Onların canı benim canımdan daha kıymetliydi. En azından benim için bu böyleydi.
Öte yandan onları ayaklandırmam demek, isyan başlatmak üzere olduğum demekti. Hatta isyanı başlattığım demekti. Diğerlerinin isyana kalkıştığımı düşünmemesi gerekiyordu. Kendi safımdan birilerinin daha ölmesine, zarar görmesine, gözyaşı dökmesine izin veremezdim.
Sezgi çok kusmuştu, ağlayarak kusmuştu. Bir ara bebeğine zarar geleceğini düşünüp onu göndermeyi bile düşünmüştüm. O bile ilk kez gördüğü bir kadının arkasından yas tutuyordu. Ceyhun çaresizce Sezgi’nin saçlarını tutarken ızdırap çektiğini biliyordum. Hem Sezgi’nin zarar görmesinden korkuyor hem de yaşananların şokunu yaşıyordu.
Ulaş ve Miraç saatlerce bir kayalıkta oturmuşlar, omuzları birbirlerine değse de hiç konuşmadan boşluğu izlemişlerdi. Efken de sessizdi, verandanın korkuluklarına yaslanmış ve paketlerce sigara içmişti. Verandanın basamaklarını çıkıp zemine baktığımda yerde onlarca izmarit cesedi görmüştüm.
Yaren’in doğum günü, bir insanın ölümüyle daha karşılaştığı gün olarak kazınmıştı zamanın içine. Yaren dizlerini karnına çekmiş öylece salonun ortasında otururken, Manbel koridorda gizlenmiş, kızını izliyordu ama kızının yanına gitmeye yüreği yoktu; kızı tarafından kabul görmeyeceğini biliyordu.
Hatem ulumuştu, bir acıyı göğe yazmak istiyor gibi ulumuştu ve ölen bir Mar Kadını olmasına rağmen tüm sürü sabaha dek kurt formunda koşarak Hatem’in ulumasına eşlik etmişti. Gümüş Pençeler, bir Mar Kadını için yas tutmuştu.
Kenneth ve arkadaşları sessizdi. Üzgünlerdi, ellerinden bir şey gelmediği için et çürüten zehirleri asit olmuş içlerinde kaynıyordu.
Axel de sessizdi, çok tepkileri olan biri olmasa da üzüntüsü kar tanelerinin bile şeklini değiştirecek kadar güçlüydü; şekil değiştiren Guqula Erkeği’nin hisleri, kar tanelerinin kristallerine farklı şekiller veriyordu.
Sapphire durmadan ağlamaya devam etmişti, Crystal her ânında yanındaydı ve bir süre sonra o da sessiz gözyaşları dökmeye başlamıştı.
İbrahim yanımdan hiç ayrılmadı.
Gün beyaza döndüğünde bile bizim için her yer zifiri karanlıktı.
Sonunda Efken verandanın basamaklarını sertçe inmeye başladığında saçlarıma o kadar çok kar tanesi düşmüştü ki, saçlarım artık siyah değildi de beyazdı sanki.
“Ön görebilirdim,” dediğinde Efken, etrafa yayılmış bitap düşmüş arkadaşlarımızın hepsi ona doğru döndü. Manbel sokak kapısından dışarı çıkıp çatık kaşlarla Efken’e bakarken hemen arkasında Yaren dikiliyordu. Sapphire’ın hıçkırık seslerinin kesildiğini duydum, içeride bir yerlerde parçalanan küçük kız, Efken’in sesine kulak veriyordu.
“Eğer gücümü durdurmasaydım, ön görebilirdim! Mustafa Baba’nın yerini görmüştüm, ona yapılanları görmüştüm. O yaşlı kadını da görebilirdim.” Sesi son cümleleriyle beraber zayıflamıştı. Bakışlarım onun yüzüne mıh gibi kazındı ama o bana bakmak yerine Kar Ormanı’na baktı. “Hepiniz o gücün özünü merak ettiniz ama o güç bir mühürle korunduğu için sizin bile diliniz lâl oldu, bana o gücün nereden geldiğini hiç soramadınız.”
Manbel, verandanın eşiğinden bir adım atıp basamağı indi. İbrahim’in bakışlarındaki yoğunluğu hissettim.
“O güç durdurulmak zorundaydı, siz de bunu biliyordunuz. Gücün özü ne bilmeseniz de Medusa benim için o gücü ehlileştirebileceğim korumayı almaya giderken ona yardım ettiniz. Ama eğer o güç şu an hâlâ içimde olsaydı, hâlâ beni ele geçirecek kadar ileri seviyede olsaydı, bunu ön görebilirdim. O yaşlı kadını kurtarabilirdim.”
“Sonrasında kendin de dahil her şeyi yok da edebilirdin,” dediğimde, Efken’in bakışları bana çevrildi. Sesimdeki ruhsuzluk onu duraksatmıştı. “Daha fazla bilgi verip mührü kendin zayıflatma.”
“Ne olduğunun bir önemi yok, kardeşim,” dedi Ulaş.
“Ne olursan ol, biz yanındayız. Bilmesek de olur,” diye devam etti Ceyhun, Ulaş’ın yarım bıraktığı cümleye.
Mustafa Baba’nın yüksek tavanlı, büyük tekerlekleri olan kamyoneti Kar Ormanı’nı arkasında bırakarak arazide ilerlemeye başladığını gördüğümde Efken’e doğru döndüm ve “Tüm bunları ön göremediğin için kendini suçlu ilan edemezsin, Efken,” dedim. “Burada bir suçlu varsa eğer, o da benim. Benim soyumdan biri öldürüldü.”
“Senin soyun ya da benim soyum,” dediğinde gözlerinde şimşekler büyüyordu. “Bir farkı mı var sanıyorsun? Seninle ilgili olan her şey, benimle de ilgilidir.”
Gözlerinin içine minnetle baktım ama bu minnet kısa sürdü, göz bebeklerimin gerisinde hâlâ Rhea’nın önüne perde inmiş ölü bakan gözleri vardı. Mustafa Baba kamyonetinden inip bize doğru yürürken ne olduğunu hissetmiş gibi sarsılmış bir ifadeye bürünmüştü.
“Bu hâliniz ne?” diye sorduğunda sesine bulaşan tedirginlik tüm ormanı etkisi altına alabilecek kadar yoğun bir titreşime sahipti. “Efken, ne oldu?”
Kısa bir sessizliğin arkasından Efken, “Mar Kadınlarından biri öldürüldü,” dedi, yere düşmüş bir camın saniyeler içinde toza dönüşecek parçalara ayrılması gibi hissettiren bu cümle, uzun uzun boşluğu izlememe neden oldu.
Mustafa Baba’nın gözlerinden hayret dolu gölgeler dışarı döküldü. Korkuyla, “Crystal?” diye sorduğunda, Crystal verandanın basamaklarının başında belirdi. Mustafa Baba neredeyse rahat bir nefes alacaktı ama sonra diken üstünde bir şekilde, “Yoksa küçük Mar Kızı mı?” diye sordu.
“Küçük dediğin kız reşit,” diyerek gülümsedi Crystal. “Hem ben yaşlı mıyım, koca kurt? O da iyi, merak etme. Rhea’yı kaybettik.”
“Rhea mı?” Mustafa Baba’nın etrafı çizgilerle dolu gözlerinin kederle dolduğunu gördüm. “Cihat’ın Rhea’sını mı kaybettik?”
“Cihat mı?” diye sordu Crystal.
“Yıllar önce kıyıma kurban giden bir Omega’ydı Cihat. Rhea ile birbirlerine âşıklardı.” Mustafa Baba dalgın bir gülümsemenin ardından derin bir nefes aldı ve “Kavuşmalarına sevinmek isterdim,” dedi. Daha sonra gözlerine ciddiyetin gölgeleri çöktü. “Bu nasıl oldu? Kim yaptı?”
“Cadılar,” dediğimde, Mustafa Baba’nın yüzündeki gerilim daha da arttı. Yaşlı adamın gözlerinin içine baktım ve “Kanım, Rhea için şifa olmadı,” dedim sertçe. “Çünkü güçsüz bir Mar ile deneme yaptılar. Şifamı durdurabilmenin bir yolunu bulmuşlar gibi duruyor. Şimdilik eski bir Mar’ı etkilese de eminim ilerleyen süreçte buna tamamen engel olmanın yolunu bulacaklar.”
“Seni mental anlamda yıkmaya çalıştılar,” dedi Mustafa Baba. “Ve görüyorum ki bunu başardılar.”
“Bu yıkılışın sonunda dirildiğimde ne olacak sanıyorsun? Öylece oturacağımı mı sanıyorsun? Beni durdurmadılar, daha da gazladılar. Farkında değil misin?” diye sordum, sesimdeki ruhsuzluk Efken’in de dikkatinden kaçmamıştı. Beni mengene gibi sıkan bakışlarını hissediyordum. Öyle bir bakıştı ki bu, ruhumu kangren edecek kadar sıkıydı. Beni gözleriyle sarıyor, beni gözleriyle bağrına basıyordu ama istediğim bu değildi. Şu an ne istediğimi ben de bilmiyordum.
“Rhea’nın katledilişi alenen bir uyarıydı, bir ikazdı,” dedi İbrahim. “Yaşlı kadını bir paçavra gibi buraya atıp gittiler, onu ölüme terk ettiler. Mahinev’in onu iyileştirememesini umarak gittiler. Öyle de oldu. Yaşlı kadın iyileşemedi ve öldü.” İbrahim öfkeyle kıkırdayınca, o gülüşün sesi ormana ölümün yankıları olarak yayıldı. “Eğer bir sonraki adımlarını, nasıl hareket ettiklerini tahmin edebilseydik, görebilseydik… Her şey daha farklı olurdu.”
Yaren’in babasının yanından geçerek basamakları indiğini gördüm. İbrahim’in omzuna dokundu, Efken ikisine değil bana bakıyordu ama göz ucuyla da olsa onları gördüğünü biliyordum.
“Böyle bir anda keşkeler uçuşmamalı havada,” dedi Yaren keskin bir sesle. Manbel’in bakışları kızına saplı duran bir bıçak gibiydi. “Evet, yaşlı bir kadın katledildi, evet, elimizden hiçbir şey gelmedi ama burada durup keşke demek yerine bir şeyler yapmalıyız. Çünkü her keşke dediğimizde bir şansımız daha olsaydı, şu an bu durumda olmazdık. Keşke demek yerine harekete geçelim.”
Efken, “İhtiyar,” dediğinde Mustafa Baba’nın gözleri onu buldu ama Efken hâlâ bana bakıyordu. Gözlerini benden çekmeden, “Benimle gel,” dedi Mustafa Baba’ya.
Bu cümleden sonra Efken’in gidişini izledim. Mustafa Baba arkasından gitmeye başladığında bizi neyin beklediğini hissettim, Efken’in dilinin ucuna gelebilecek her soruyu tahmin edebildim. Paniklemesem de bir şeyler içimi dürtmüştü bir kere. Topuklarımın üzerinde dönerek hızla arkalarından gitmeye başladığımda Crystal de beni takip ediyordu.
Evin arka tarafına dolandık. Mustafa Baba elini evin duvarına koyup kaşlarını kaldırarak, “Efken?” dedi sorar gibi. Tıpkı benim yapmaya çalıştığım gibi o da Efken’in ne düşündüğünü algılamaya çalışıyordu.
“Görülerime ihtiyacım var,” dedi Efken keskin bir sesle. Kendine bir nefeslik zaman bile tanımadan orta yere bıraktığı cümle sırtımın dikleşmesine neden oldu.
“Bildiğim kadarıyla gücünün yırtıcı tarafını bir koruma büyüsünün içine hapsetmişsin,” dedi Mustafa Baba. “Öyle olmamış mıydı?” Bana baktı. “Suyun altındaki büyücüyü bulduğunu anlattılar.”
“Evet.” Gözlerimi Efken’e çevirdim. “Korumayı kaldırıp daha büyük sorunların doğmasına mı neden olacağız?” Efken, sesime bulaşan yargıdan pek hoşlanmasa da bir şey demedi.
“Bu korumayı kaldırırsam görülerimi tekrar kazanırım. Tarot kartları görülerin daha da aktif hâle gelmesini sağlıyor ama tek başlarına ne kadar ileri gidebilirler bilmiyorum. Güce ihtiyacım var.”
Crystal sessizce, “Mühürden dolayı mı merak etmiyorum?” diye sordu. “İçim içimi yiyor ama bu gücün özünde gizlenen şey nedir sorasım dahi gelmiyor.”
“Evet,” diye mırıldandım. “Gücü mühürlü ama sen sorgulamasan da bu cadılar için geçerli değil. Cadılar bu gücün özünü merak ediyor. Kurcalıyor.”
Gözlerim suçlayıcı bir yırtıcılıkla Efken’e çevrildi.
“Ve Efken korumayı kaldıracak olursa o güçle ilgili mühür kolaylıkla kırılabilecek hâle gelecek. Ben mührü korumaya almak için yola çıkmadan önce yavaşça sorgulamaya başlamıştınız onun gücünü. Şimdiyse merak etseniz bile diliniz mühür tarafından susturuluyor. Sorular kelimelerde can bulmuyor.”
“Başka çarem mi var, Mahinev?” diye sordu Efken, ismimi ilk kez bana şefkat değil de öfke duyuyormuş gibi zikrettiğinde, kalbimin göğsüm içinde irkilerek saklandığını hissettim. Güneşin önünü kapatan bir gölge gibi, kalbim de bir anda göğsümü önüne gölge bilmiş ve gizlenmişti.
“Her zaman başka bir çare vardır. Senin derdin yeniden o yırtıcı güçle dolmaksa buyur, gidip boz korumayı!” diye bağırdım, daha sonra kurduğum cümlenin dikenleri dilime battı ve kalbimin vicdan azabıyla dolduğunu hissettim. Gözlerime söylediğim her şeyi hak ettiğini düşünüyormuş gibi bakması, içimdeki ızdırabı daha da besledi. “Efken…”
“Güçten haz aldığım doğru, Mahinev,” diyerek kuracağım cümlenin önüne çit çekti. “Ama hiçbir şeyi sana değişmeyeceğimi hâlâ anlayamamış olman… Çok aptalca.”
Sırtını dönüp yürümeye başlaması bir adım ileri atmama neden oldu ama Crystal bileğimi yakalayıp, “Biraz ağırdı,” diye fısıldadı. “Kafasını toparlamasına izin ver. Sadece bize yardım etmek için çırpınıyor. Tek derdi seni ve senin zarar görmesinden korktuğun şeyleri korumak.”
“Onun da zarar görmesini istemiyorum. Kendini neden korumuyor öyleyse, Crystal?”
“Onun dünyasındaki en kıymetli şey olduğunu, seni korumak için kendisinden bile vazgeçeceğini, kendisini biraz bile umursamadığını hâlâ anlamadın mı? Konu sensen, senin varlığınsa, o Saul olarak da Efken olarak da yok olmaya hazır. Hayatının sona ermesinden korkmuyor. Her şeyi sona erdirmekten korkmuyor. Sadece seni var etmek istiyor.”
Crystal bileğimi bırakıp arkasına doğru baktı ve derin bir nefes aldı.
“Gidip Sapphire’a bakmalıyım.”
Sonra Crystal gitti. Efken’in evin arkasında kalan uçuruma doğru yürüdüğünü gördüm, bir nokta kadar küçülen bedenini izlerken Mustafa Baba’nın düşünceli gözlerinin bana çevrildiğini hissedebiliyordum.
“Nemesis’i özgür bırakırsa kıyameti kopartacak, yeri yerinden oynatacak kadar güçlenecek. Şu anki gücü bile bu kadar yıkıcıyken, esir edilen gücüne de kavuştuğunda yaratacağı mahşer yeri onun bile sonu olabilir.” Her bir kelime kalbimi hedef alan bir kurşun gibiydi, tetiği arka arkaya çekerek ateş eden ise Mustafa Baba olmuştu.
“Sadece görülerini kazanmak için böyle bir tehlikeyi göze almamalı. Bu tür bir yükün altına girmemeli.”
“O Efken kızım, her zaman daha ileri gitmenin bir yolunu bulur. Henüz bir çocukken bile böyleydi. Savaşmaktan hiç kaçmadı. Umudu her zaman daha karanlıktı, idealleri her zaman daha karanlıktı, her bir yaşı ona daha büyük bir karanlığı armağan etti ve bu adam doğdu.”
Mustafa Baba iç çekti.
“Bazen insanın içindeki karanlık yanmaya başladığında, dışa vuran ışık diğer insanları aydınlatırmış. O kendi karanlığıyla yanıyor, ışığı da seni aydınlatıyor.”
“Bunu yapmasını istemiyorum.”
“Senin isteklerin her zaman onun için bir emirdi. Bunu fark etmedin. Ben ise seni ilk gördüğüm andan itibaren onun hayatındaki karanlığa bir delik açacağını, o delikten içeri ışık olup akacağını bildim.”
Mustafa Baba’ya baktım.
“Sen onun karanlığına değil, kalbine bir delik açtın ve içeri aktın. Karanlık baki kaldı ama aşk, ruhunda bir ateş yaktı. O ateş onu kavurdu, kavruldukça karanlık büyüdü ve o ateşin içinde yandı. Yanan karanlığın ışıkları seni aydınlattı. Şimdi ona vereceğin her emir bir dilek gibi gerçekleşir ama ondan seni korumamasını, seni değil kendisini düşünmesini istediğinde, işte bil ki o dilek hiçbir zaman gerçekleşmeyecektir.”
“Yani durmayacak.”
“Kendisi için dünyayı, senin için kendisini yakar,” diyerek söylediğim şeyi onaylamış oldu.
“Görülerini almasının bir yolu yok mu?”
“Nemesis’in esaretini kaldırırsanız, geri alır.”
“Başka bir yol?” diye direttim.
“O bir Mega Alfa,” dediğinde yutkundum. Birden aklına bir fikir gelmiş gibi elini duvara vurdu, gözlerindeki kederin yerini umut doldurdu. “Saul’a ait görülerini alabilir. Bunun için Dört Gölge Kapısı’na gitmesi gerek.”
“Dört Gölge Kapısı da ne?” diye sorduğumda Mustafa Baba çoktan Efken’e doğru yürümeye başlamıştı bile.
Bir rüzgâr esti, saçlarımı yana doğru uçuşturdu, zamanın bir sayfa gibi çevrilerek aktığını hissettiğimde bir diğer gündeydim.
Kalbimdeki keder kaybolmamıştı ama gözlerimdeki yaşlar kaybolmuş, yerine gücün özü oturmuştu. Sapphire, Rhea’nın mezarına bir demet beyaz zambak götürmek için gitmişti, dönüş yolunu yürürken ağladığını görmüştüm. Guqulalar gelmişti, onlara merhaba bile diyememiştim, Axel onları sessizce kurtlar için yapılan ahşap eve götürmüştü.
O gece Efken hiç uyumadı, verandada sigara içip Mustafa Baba ile Dört Gölge Kapısı hakkında konuştu. Ben konuşmaya dahil olmadım, sadece salondaki pencerenin önüne oturup karanlığı izledim. Crystal de tüm gece yanımdaydı. Dört Gölge Kapısı hakkında bildiği sınırlı bilgileri benimle paylaştı.
Dört Gölge Kapısı, her ayın ikinci salısı ziyaretçilere açılıyordu ve bu kapıdan yalnızca doğaüstüler geçebiliyordu. İnsanlar o kapının ardında korunan tarihi bir bina olduğuna inanıyordu. Doğaüstülerle iş birliği olan küçük bir azınlıktaki devlet yetkilileri de bu binaya insanların girişini yasaklamıştı. Dört Gölge Kapısı, Varta halkı tarafından göz ardı edilen bir yere dönüşmüştü. İnsanlar çevresinde dahi bulunmuyor, ona denk gelseler de ilgilerini çekmediğinden incelemeden yollarına devam ediyordu.
Oysa orada büyülü bir tarih vardı. Bir zamanlar mistik havası yüzünden birçok arkeoloğun ilgisini çekmişti ama devlet yetkilileri girişlere asla izin vermeyeceğini açıkladıklarında zamanla arkeologların bile unuttuğu bir yapıya dönüşmüştü.
Dört Gölge Kapısı fikri Efken’in başta yadırgasa da kabul ettiği bir düşünceye dönüştü. Bu salı gitmeye karar verdiği Dört Gölge Kapısı eğer işe yarayacak olursa, görüleri nasıl, ne şekilde alacaktı ve bu görüler ne işimize yarayacaktı bilmiyordum ama tek umudum, bunun olmasıydı. Sezgi görü alamayacak durumdaydı, zaten bunu ona teklif dahi etmemiştik, hamileliğini daha da zorlaştıracak ağır büyülerden uzak durması onun yararınaydı.
Ertesi akşam hep birlikte yemek yedik ve Sezgi ile birlikte yaptığımız yemeklerden ahşap evdeki misafirlerimize de gönderdik. Yaren’in doğum günü hediyesi boynunda asılı duruyordu, Efken ona ucundan güneş sembolü sarkan pırlanta bir kolye almıştı. Hangi ara vermişti bilmiyordum.
Yaren’in bileğindeki ucunda altından tüy olan bilekliği gördüğümde mutfaktaydım, kendime bir kahve yapıyordum. Bilekliği ona veren kişinin kim olduğunu bilmeme rağmen, “Bilekliğin çok güzel,” dediğimde yüzünün düştüğünü gördüm.
Masaya kalçasını yaslayıp, “Manbel hediye etti,” dedi, daha sonra kaşlarını çattı ve “İbrahim ince düşüncelerle yapılmış her şeye kibar karşılık verilmeli dediğinden hediyesini kabul ettim,” diye devam etti cümlesine. “Yoksa bu benim takmayı tercih edeceğim bir şey değildi.”
“İçten içe onun da suçsuz olduğunu düşünüyorsun artık.”
“Evet,” dedi, sonra omuz silkti ve “En başında da suçsuz olduğunu biliyordum. Beni bilmiyormuş, bilmediği bir şeyin peşinden gelmesini beklemek aptallık olur zaten,” diye mırıldandı. “Ama bu size yaptıklarını unutmama yetmez.”
Kahveden bir yudum aldım ama her zaman içmekten zevk aldığım o kahve, damağıma yalnızca zift tadı bıraktı. Çatık kaşlarla, “Sonuç olarak artık bizimle,” dedim. “Bizim için uğraşıyor. Tek derdi seni korumak da olsa bana da yardım etti. Onun sayesinde suyun altındaki büyücüden haberim oldu. Onun yönlendirmeleriyle o tarafa geçebildim, krallığı bulabildim.”
“Bu onun hikâyemdeki kötü adam olduğu gerçeğini değiştirmiyor ne yazık ki,” dedi Yaren omuz silkerek.
“Hayalindeki baba figürü değil biliyorum ama çabalıyor. Hem…” Yanaklarımın içini havayla doldururken ona söyleyeceklerim yüzümden içimdeki sıkıntı katlandı. Nefesimi dudaklarımdan dışarı sesli şekilde bırakarak, “Biliyorsun,” dedim. “Eninde sonunda uyanışa geçip, kendinle ilgili doğruları öğreneceksin. Nasıl biri olduğunu keşfedeceksin.”
“Ne olduğunu keşfedeceksin demen daha mantıklı olurdu gibi geldi,” dedi dudaklarında yamuk bir tebessümle ama bu tebessümün içten gelmediğini biliyordum. Hayatına indirilen darbenin hasarı henüz kaybolmuş sayılmazdı.
Kaşlarımı kaldırıp, “Nasıl anlıyorsan artık,” dedim.
“Küpelerin çok güzelmiş,” dedi konuyu dağıtmak istiyor gibi. “Doğum günümü fırsat bilip sana da bir şey aldı yani. Ne fırsatçı bir adam ya.” Kıkırdadı. “Şimşekler de epey manidar bir seçim olmuş.”
Efken ile aramızdaki gerginliği hatırlayınca tadım tamamen kaçtı ve kahveden keyif alamayacağımı anlayıp kahve kupasını mutfak tezgâhının üzerine bıraktım. Yaren kaşlarını çatarak, “Sorununuzu çözemediniz mi hâlâ?” diye sorunca ona garip garip baktım. “Ne? Limoni olduğunuz her hâlinizden okunuyor.”
“Galiba biraz kırıcı konuştum,” dedim. “Tek derdi beni korumaktı. Ama ben ona tek istediğinin gücü olduğunu ima ettim. O güç zaten onundu, onun olan bir şeyle ilgili böyle imalarda bulunmam hoş değildi. Anlık hislerle dillendirdiğim saçma bir cümlenin onu bu kadar inciteceğini düşünmemiştim ama kendimi onun yerine koyunca, onun için yaptığım şeylerin özünde kendi çıkarlarım olduğunu düşündüğünü duysaydım, sanırım ben daha çok incinirdim. İncinmekte haklı.”
“Özür diledin mi?”
“Özür dileyebilmem için göz göze gelmemiz gerek. Sanki benden kaçıyor. Ya da belki de ben öyle hissetmişimdir.”
“Ben Miraç’ı oyalarken sen abimi omuzlarından tut,” dedi ellerini kaldırıp Efken’i omuzlarından kavramış gibi yaparak. “Sonra onu birden öp ve tüm sorun çözülsün.” Dudaklarını büzüp öpücükler atarken gülerek başımı iki yana salladım.
“Gitgide İbrahim’e benziyorsun.”
“Keşke hükümdar sevgilim gibi ben de bir sırtlan olsaydım, küçük sırtlancıklarımız olurdu,” diye alay etti. “Hükümdar deyince de adama öyle bir yükseldim ki…”
“Onun şu hükümdar meselesini de çözmek gerek,” dedim, başımızdaki belaların gitgide artması beni boğduğu için gözlerimi devirmeden hemen saniyeler öncesinde.
“Zamanın Hükümdarı…” Yaren iç çekti. “Teknik olarak zamana da hükmedebiliyor demek değil mi bu?”
Yaren’in sorusu irkilerek ona bakmama neden oldu. Belki alayla sorduğu bir soruydu, ciddiyet bile barındırmıyordu ama her nedense o soru zihnimin içinde çığ gibi büyümeye devam etti.
Yaren aniden, “Dört Gölge Kapısı’na sen de gidecek misin?” diye sorunca, bir an duraksadım ve sonra başımı salladım.
“Benimle küsmüş bile olsa onun peşini bırakacak değilim.”
“Küsmek… Abimin sana küstüğünü düşünmek çok komiğime gitti.”
“Eğreti durdu biraz, evet,” dedim gülerek.
“Ben de gelmek istiyorum,” demesini beklemediğimden kaşlarım sertçe çatıldı. “Hiç öyle bakma. Ben on dokuz yaşındayım, yetişkin bir kadınım ve içinde olduğum şeyi daha yakından gözlemlemek istiyorum. Beni daha fazla saf dışı bırakamazsınız. Sence de bir şeylerin dışında değil, içinde olma zamanım gelmedi mi?”
Haklılığından kaçmak imkânsız olduğundan, “Geldi,” dedim yalnızca.
“O zaman ben de sizle geliyorum, değil mi?”
“Bunu Efken’le sen konuşacaksın.”
“Sen daha kolay ikna edersin.”
“Şu an köşe kapmaca oynadığımızdan, pek sanmıyorum.”
“Köşeye sıkıştırınca bir kez öpersen buzlar erir, ateşe döner zaten şekerim,” diye alay etti Yaren.
“Senin keyfin yerine gelmiş,” dediğimde dişlerini göstererek sırıttı. Sonra birden omuzları düştü.
“Rhea için üzgün olmadığımı düşünme sakın, Mahinev,” dedi bu düşünce onu korkutuyormuş gibi.
“Üzgün olmak her an surat asmak değildir. Merak etme, kalbini biliyorum. Üstelik gülümsemeyi en çok hak eden sensin, son yaşadıkların kolay şeyler değildi. Üstesinden öyle güzel ve güçlü geldin ki, açıkçası bu kadarını beklemiyordum.”
“Bir köşeye oturup devamlı kaderime ağlamam kaderimi değiştirmeyecekti,” derken yaslandığı yerden doğrularak kalktı. “Gidip biraz ağırlık antrenmanı yapmam gerek. Yoksa Kötü Kral kızını kuleye hapsedip kaçamasın diye de bacaklarına taş bağlayacak.” Gözlerini mutfağın çıkışına çevirirken derin bir nefes aldı. “Biri Manbel’e bacaklarımı güçlendirmemin bir manası olmadığını söylemeli.”
Yaren mutfaktan çıktıktan sonra bir süre daha durup yalnızlığın pek de hoş olmayan tadına baktım. Efken ile nasıl konuşmam gerektiğini, ne şekilde konuşmam gerektiğini düşünürken o kadar afallamıştım ki dilim ağzımın içine tamamen gömülmüştü ve farkında olmadan daha büyük bir sessizliğin doğumuna neden olmuştum.
Tam mutfaktan çıkacaktım ki bedenim büyük, geniş bir bedene çarptı. Dalgın bakışlarımı kaldırıp bedenin sahibine bakmadan hemen öncesinde, bedenin sahibinin yoğun kokusunu da solumuştum; dalgın gözlerim gözlerine dokunduğunda kalbimde yarattığı hararetten haberi yoktu, tek gördüğü yüzüme sinmiş dalgın ifadeydi.
Uçurum mavisi gözleri bir süre yüzümü merceğinde tuttu, bakışları stabildi ve düz bir çizgi şeklinde duran dudaklarında kelimelerin emareleri yoktu. Suskunluğuna kaldığı yerden devam ettiğini o an anlamıştım.
Bunu durdurmak adına, “Benimle konuşmuyor musun?” diye sordum. Tüm cesaretimi dilimin ucundan dışarı bir soru cümlesi olarak bırakmıştım. Gözlerinin içindeki yansımama odaklandım, daha sonra yüzünü izledim ve vereceği cevabı beklerken nabzımın ne kadar hızlandığını fark ettim.
“Seninle neden konuşmayayım?” diye bir soruyla benim sorumu mat ettiğinde, gözlerimi bir anlığına çenesine indirip gözlerinden kaçınarak doğru kelimeleri aradım. O kelimeler saklandıkları yerden çıkmadığında ise rotam yeniden beni izleyen mavi gözlerdi.
Sessizliğim o kadar çok uzadı ki gözlerindeki soru işaretlerinin çoğalmasına yol açtı.
“Seninle neden konuşmayayım?” diye tekrarladı sorusunu, bu kez sesi daha berrak gelmişti.
“Beni görmezden geliyormuşsun gibi hissettim.”
“Mümkünmüş gibi,” dedi burnundan sert, sıkıntılı bir nefes vererek. Belki de bu nefes alay içeriyordu ve kendisiyle alay ediyordu.
“O zaman aramızda bir sorun yok mu?”
“Hiç olmadı,” dedi. “Sadece Rhea konusunda hassas bir dönemden geçtiğini biliyorum, yersiz yükselişlerimle seni daha da germek istemedim. O yüzden uzak duruyorum.”
Bir kapının önünde duruyormuşum, kapının arkasından gelen sesini dinliyormuşum ama kapıyı çalamıyormuşum gibi hissettiriyordu bana. O kapının hemen arkasında durmuş gelmemi beklediğini biliyordum, beni içeri davet ettiğini, kapıyı çaldığım an açıp beni içeri kabul edeceğini biliyordum ama yapamıyordum. O, aramızdaki tüm duvarları yıkmıştı ama ben hâlâ bir duvarın arkasına gizlenmiş o kapıyı izliyordum.
“Söylediklerim için özür dilerim,” dediğimde çatık kaşlarla yüzüme baktı. Aniden kaşlarını çattığı için alnındaki damarın vuruşları güçlendi, derisini gererek bir kablo gibi dışarı uzanan damara bakarken yutkundum. “Ânın getirdiği hislerle söylenmiş bir şeydi.”
“Biliyorum,” dedi. “Beni kızdıran özür diliyor olman. Çünkü seni yanlış anlamadım, söylediğin şeyi hak edecek kadar çok şey yaptım. O yüzden öyle düşünüyor olsan bile sana kızmazdım.”
“Dört Gölge Kapısı’na ben de geleceğim,” dedim konuyu çevirme ihtiyacı duyarak. Bunu fark ettiğinde tek yaptığı elinin tersiyle yüzüme dokunup eklemlerini yanağımda tüy gibi dolaştırmak oldu.
“Kendim halledip geleceğim,” dediyse de başımı iki yana sallayıp, yanağımı eklemlerine sürterek ona bakıp bunu reddettim. Gelmemi istemediği kesindi, bu işi halledip dönmek istiyor gibi bakıyordu ama benim de geri çekilmeyeceğimi anlamıştı.
Elini geri çekerken burnundan sert bir nefes çekip, “İbrahim ve Crystal de benimle olacak. Crystal oranın konumuna hâkimmiş,” dedi. “Neden kalıp kardeşini çalıştırmıyorsun?”
“Geleceğim,” dedim sertçe, her bir harfin üzerine bastırışım dikkatini çekmiş gibi tek kaşını kaldırdı.
“Madem bu kadar istiyorsun, o zaman bu gece benimle uyu. Benimle uyursan gelmene razı olurum,” dedi, daveti nefesimi kor gibi yaktı. Gözlerinin içine bakarken birkaç gündür birlikte uyumadığımız gerçeğini hatırladım. Yüzüme doğru eğildi ve “Seçim senin,” diye fısıldadı, sesindeki yıldızlar göğü terk edip onun esiri olmuş gibiydiler.
“Seçimimin ne olacağını biliyorsun ama bunun dudaklarımdan dökülüşünü de duymak istiyorsun.” Dudaklarındaki o muzip tebessümü bana gösterdiğinde bunu ne kadar özlediğimi fark edip gözlerimi tebessümüne diktim. “Elbette seninle uyuyacağım.”
“O zaman benimle gelebilirsin ama içeri girme yasağı var, bu yasağı ben koymadım. Kapıda beklemek zorundasın,” dedi, sesi hâlâ davetkâr geldiğinden söylediklerine tam odaklanamadım ve sadece kafamı sallamakla yetindim.
Eğilip alnımı öptü ve zaman bir sayfanın çevrilmesiyle birlikte yeniden akmaya başladı.
Gece sandığımdan daha erken çöktü.
Koltukta uyuyakalmış Sapphire’ın üzerini pelüş bir battaniyeyle örttüğüm sırada Kenneth küçük bir el aynasını almış kaşlarını düzeltiyor, ara sıra göz ucuyla bana bakıyordu.
“Ne soracaksan sor,” dedim omzumun üzerinden Kenneth’e bakarken.
“Soru soracağımı da nereden çıkardın, şekerim?” diye sordu gözlerini aynaya çevirip, yeşil kaşlarını düzelterek.
“İçeri girdiğimden beri beni kesiyorsun.”
“Üzgün olup olmadığını anlamaya çalışıyordum,” dediğinde kaşlarımı çattım. “Şu yaşlı kadın hakkında…” Gözlerini tekrar bana yöneltti. “Sizin adınıza üzgünüm. Ruhu ışıklardan suların içinde yüzsün.”
“Teşekkürler.” Sapphire’ın ayakucuna oturup ellerimi dizlerime koydum ve “Karşı tarafın yanında da senin gibi Krokodiller var sanırım,” diye mırıldandım.
“Biliyorum. Kardeşinle küçük bir sohbetimiz oldu, bana anlattı. Tuhafıma gitti çünkü bizim gibiler nadiren bulunurlar ve biz cadılardan pek hazzetmeyiz.”
“Sence yanlarında ne kadar Krokodil vardır?”
“Çok olacağını sanmam, hem kalabalık bir kafileye sahip değiliz hem de dediğim gibi, cadılarla iş birliği yapacak kadar sevmeyiz onları. Hatta neredeyse hiç hoşlanmıyoruz kendilerinden.”
“Acaba yanlarında hangi türler var. Anlamadığım şu, bu yaptıkları alenen isyan sayılmaz mı? Çoğu cadı onları desteklemiyor bile ama onlar bize karşı müttefikler buluyor.”
“Yaptıkları sadece isyan değil, aynı zamanda cadı yasalarına da aykırı,” dedi Kenneth, elindeki aynanın kapağını kapatıp cebine koydu. “Bir Mar’a kasıtlı şekilde zarar verdiler. Bu bir aforoz edilme nedeni.”
“Peki bir yere başvurmamız gerekiyor mu?”
Kenneth neredeyse kahkaha atacakken elini ağzıyla kapatıp, “Tabii canım,” dedi. “Ver insan hakları mahkemesine, sürünsünler. Tabii ki de bir yere başvuramazsın. Sadece yetkili cadıların kulağına atmak lazım. Bu iş benim arkadaşlarımda zaten, merak etme. İki tanesi Sòsye Katedrali’ne gitmek için yola koyuldu. Durumu sözcülere iletecek.”
“Bu savaşı durdurur mu?”
“Sanmıyorum ama en azından hepsi, yani bu savaşta rol oynayacak tüm cadılar, aforoz tehlikesiyle burun buruna gelecek. Biraz da olsa geri çekilenler olacaktır. Sayıca azalmaları da bizim yararımıza diye düşünüyorum, Sevgili Kraliçe.”
“Sayıca azalmaları yararımıza olacaktır evet ama yanlarında başka ırklar varsa, azalmaları ne kadar etki eder bilmiyorum.” Kollarımı bedenime sardım. “Bir yanım geri çekilmelerini de istemiyor. Bu ölüme neden olan tüm cadıların omuzları üstünde baş kalmasın istiyorum.”
“Yine de yaptıklarının bedelini aforoz edilerek ödemeliler,” dedi Kenneth. “Bir can aldılar. Eskisi kadar güçlü olmayan, zayıf olmayı kendisi seçmiş yaşlı bir kadının canını aldılar. Bunun bedelini hepsi ödemeli. Sen kendini korumak için yaptın, onların tek derdi senin canını yakmaktı.”
Miraç içeri girince Kenneth de ben de sustuk ama sustuklarımız içimizde konuşmaya devam etti. Düşüncelerim hiç susmayacakmış gibi hissediyordum. Miraç uzun süre koştuğunu gözler önüne serercesine terli ve nefes nefeseydi, kendini tekli koltuğa bırakırken gözlerini koltukta cenin kadar küçük şekilde uzanmış uyuyan Sapphire’a dokundurdu.
Ardından gözleri beni çevreledi ve “Saat çok geç olmuş, neden gidip dinlenmiyorsun?” diye sordu.
“Kardeşin o kadar yakışıklı ki, kalp atışlarım kuyruğuma kadar indi,” diye mırıldandı Kenneth, yüzüne flörtle renklenmiş muzip bir tebessüm eklenmişti. Miraç onu duymazdan geldiğinde kaşlarını çattı. “Senin kadar soğuk nevaleymiş aynı zamanda,” dedi. “Geçen gece konuşurken çok tatlı gelmişti gözüme oysa…”
Miraç onu yeniden duymazdan gelince Kenneth bu kez homurdandı.
“Ben biraz uyuyayım,” diyerek oturduğum yerden kalkıp ikisini girecekleri ağız dalaşında baş başa bıraktım. Salondan ayrılmadan hemen öncesinde, “Sessiz olmaya dikkat edin,” demiştim. “Sapphire uykuya çok zor daldı.”
Yatak odasına girdiğimde Efken’i içeride bulacağımı biliyordum. Karanlık odada, yatağın üzerine oturmuş şakaklarını ovuyordu. Ben odaya girdiğim an kollarını geriye atıp avuçlarını yatağa bastırdı ve bakışlarının eksenine girdim.
“Miraç seni odaya girerken gördü mü?” diye alay ettiğimde gözlerini geriye doğru devirip kafasını yukarı kaldırdı.
“Görse kaç yazar?”
Gülümseyerek yanına ilerledim, yatağın ucuna oturduğumda kafasını indirip bana bakmaya başlamıştı.
Onun kollarının arasına girerken ikinci kez düşünmedim.
“Baksana,” diye fısıldadım. “Kanlar toprağı çamurlaştırmaya devam edecek mi?” Cevap vermedi. Gözleri gözlerime daldı, gözlerim cam kırıklarıyla dolduğunda, “Edecek,” diye cevapladım kendi kendimi. “Bir gün toprağa yayılan o kan, senin kanın olacak diye öyle çok korkuyorum ki…”
“Şşhh.” Alnını alnıma bastırdı, alnında hızla çarpan o kalın damarın atışlarını kaderimin üzerinde hissediyordum.
“Ama biliyorum,” dedim zamandan sırrımı saklayarak. “Senin kanın toprağı çamurlaştırmaz. O toprağı tutuşturur, yakar.”
Burnundan sert bir nefes vererek güldü. Kalbim sızladı. Kalbimin etrafında bir akbaba uçuşuyor, sızlayan kalbimin ölmesini bekliyordu.
“Benim günahlarım çok öncesine dayanıyor,” dedi. “Bu insana dönüşmeden önce de kanın içinde yaşadım. O yüzden biliyorum ki, benim kanımı toprak bile kabul etmez.”
Geçmişiyle ilgili varsayımlarım da vardı, bana gösterdikleri de. Yine de o an, kelimeler dudaklarından böyle kendisini harcar gibi savrulduğunda onu itmek, ondan uzağa gitmek, tüm kapıları çarpıp bağıra bağıra ağlamak istedim ama bu isteğin temelini oluşturan acı nasıl bir acıydı bir türlü kestiremiyordum. Sanki içimde bir acı taşıyordum ama o acıyla bir türlü tanışamıyordum ya da tanışmamak için o acıdan kaçıyordum. İşin tuhaf yanıysa, o acı ben ondan kaçarken bile benim sırtımdaydı ve ben onun ağırlığını taşıyarak koşuyordum.
“Nemesis yüzünden ya da herhangi başka bir şey yüzünden başına bir şey gelmeyecek,” dediğimde, gözleri gözlerimde bir ay gibi parladı. “Rhea’nın başına gelen, bir daha hiç kimsenin başına gelmeyecek.”
“Gözlerini doldurma,” diye fısıldadı Efken, dudaklarına bulaşan tebessüm, sanki dudaklarının kenarları neşterle şekillenmiş gibi kanlar içindeydi.
“Söz konusu sen olunca, gözyaşlarımın sınırının olmadığını fark ettim,” diye itiraf ettim. Efken’in gözlerindeki o ağacın kökleri daha da derinlere indi; köklerin bazıları kalbime, bazıları ciğerlerime, bazıları zihnime, bazıları da ruhuma uzandı ve onlara sıkıca sarıldı. Bazı kökler damarlarımda, bazıları akan kanımın içinde nöbetteydi. “Gözlerim kurusa, kuruluktan kör olsa, senin için yanaklarımı ıslatmanın bir yolunu bulabilirmişim gibi hissediyorum.” Durdum. “Neden?” diye bir soru attım ortaya. “Neden böyle? Sen bana ne yaptın? Neden yaptın?”
“Seni canını alıp canıma katıyormuş gibi öperim ama aslında öperken sana canımdan veririm,” dedi, o kadar içten kurmuştu ki bu cümleyi, ona bakakalmıştım. “Böyle konuşma. Böyle sorular sorma. Nedeni yok, sebebi yok, olmak zorunda değil. Bunu bana sen öğretmedin mi? Bu kadar derinde olan bir şeyin varlığını bana sen öğrettin.”
Ellerim ensesine kaydı, boynuna sarıldım ve parmaklarımı ensesinde birleştirerek burnumu burnuna sürttüm. İçeride olduğunu bildiğim kardeşime aldırış etmeden dudaklarına yöneldim. Üst dudağım, iki dudağının arasına büyük bir dinginlikle yerleşti. Efken’in boğazının gerilerinden bir inilti yükseldi. Bunu Miraç’ın duymaması için dualar ederken onu yavaşça ama aslında hoyrat bir açlıkla öpmeye başladım.
Dudakları her yerdeydi ama aslında sadece dudaklarımdaydı; oysa tenimde dolanıyordu, göğüslerime sürtünüyor, kasıklarıma kayıyordu, dudakları bacaklarımı ayırıyor ve yasak elmayı ısırıyordu. Gözlerimi kısarken farkında olmadan inledim, kendimi ona bastırdım ve bu onu daha da delirtti. Büyük elleri kalçalarıma kaydı, avuçlarının büyüklüğünü tam kalçalarımda hissettiğimde nefes nefeseydim.
“Sana acıktım,” dedi boğuk bir sesle. “Ve beni doyurman gerekiyor.”
“Bak sen,” diye taklit ettim onu.
Bir şey demedi. Dudaklarını dudaklarıma sürterek yüzümü izlemeye başladı. Kalçalarımdaki baskısını hissedebiliyordum ve bu baş döndürücü olduğu kadar, baştan çıkarıcıydı da. Gözleri gözlerimin darağacında, boynunda idam ipiyle öylece bekleyen bir mahkûm gibiydi ve ben, onun ayaklarının altından iskemleyi itebilecek tek gardiyandım. Bu acıyı bana hissettirmemek için, kendi ayağının altındaki iskemleyi yine kendisi itiyordu.
İçeriden aniden, “Abla?” diye yükselen ses, hızla Efken’in kucağından inmem için yetmişti de artmıştı bile.
“Hay senin ablanın şarap çanağını ben,” diye homurdandı Efken. Ona öyle bir bakış attım ki, kaşlarını kaldırarak ağzına küçük bir fermuar çekmek zorunda kalırken omuz silkti.
Üzerimdeki kazağın eteğini aşağıya doğru çekiştirerek salona girdim. Miraç saçlarını karıştırarak etrafına bakınıyordu.
“Bir şey mi oldu?” diye sordum ona yaklaşarak.
“Hayır,” dedi Miraç. “Sen uyumayacak mısın?”
“Uyuyacağım.”
Miraç’ın gözleri arkama doğru kayınca, Efken’in de arkamdan salona geldiğini anladım ama o tarafa bakmadım. “Tamam,” dedi Miraç aniden. “Birlikte uyuyalım.”
“Pardon?” dedi Efken alayla. Dişlerimi sıkarak içen içe susmasını dilesem de devam etti. “Birlikte derken?”
Miraç biçimli kaşlarını kaldırarak, “Evet?” dedi sorar gibi. “Ablamla birlikte uyuyacağım?”
“Neden? Çocuk musun sen?” diye sordu Efken, sesi buz gibiydi.
“Hım…” Miraç düşünür gibi yaptı. “Cevap veriyorum… Sana ne?”
Efken dişlerini sıkarak güldü ve “Sadece ödlekler yalnız uyumaktan korkar,” dedi.
Miraç aniden, “Yani sen ödlek misin?” diye sorunca, sorduğu soru bir ok gibi saplandığı yerde koca bir delik açılmasına neden oldu. Efken’in göğsünün hiddetle şiştiğini gördüm ama yalnızca dişlerini sıkmaya devam etti, tepki vermedi.
Omzumu kapı pervazına yaslayıp bir çocuk gibi birbirlerini yemeye başladıkları ânı izlemeye başladığımda bir sayfa daha çevrildi. Zaman tekrar son sürat ilerlemeye başladı.
İlerleyen zamanın içinde usulca gülümsedim.
Oysa içimde bir yerlerde, küçük bir kız çocuğunun gözünden kırılıp düşen gözyaşı çenesine dek akmıştı.
❄️
EFKEN KARADUMAN
🎧: Thomas Bergersen, Nemesis
Ne zaman bu kadar hırçınlaştığımı hatırlamıyorum.
Ama kendi hayatımın ortasında hayatımı ateşe veren bir yıldırıma dönüştüğüm o ânı hatırlıyorum.
Bir yatağın altındaydım.
Silah patlamıştı.
Annem yoktu, babam yoktu.
Zeynep yoktu.
Bir yıldırıma dönüşüp kendi hayatımın ortasına düşerek ruhumu ateşe verdiğim gün, o gündü.
Tıpkı ateşe verilen o ev gibi, ben de kendimi ateşe vermiş, küllerimden yeni bir adam inşa etmiştim.
Düşünceler savrularak beni bir salı gününün içine sürükledi.
“Farklı Krokodiller ve Guqulalar aramıza katılabiliyorsa, düşüncem şu yönde, bence Marlar da bize katılabilir. Mahinev’in onları uyandırması yararımıza olacak.”
Dört Gölge Kapısı’nın önünde durmuş, rüzgârın haşin dokunuşları ceketimi geriye doğru uçururken İbrahim’in dudaklarından kan rengi bir mantık damlamıştı.
Gözlerim kandan elmasların sahibine dokundu, bir an için bu düşünce ona da mantıklı geldi ama çok kısa bir andı; sonra düşünceleri eskiye döndü. Şu an Marları bu soğuk savaşın içine sürüklemek istemiyordu.
Bir isyan başlattığı düşünülsün istemiyordu.
Ama Guqulalar ve Krokodillerin varlığı da farklı bir düşünce doğurmayacaktı. Yanımızda beliren yeni her güç, cadılar ve diğerleri için isyan bayrağını biraz daha yukarı çekmek demekti.
İbrahim’e doğru döndüğümde arkasında kalan dağları gördüm, dağların iki boşluğu arasında metal renginde parlayan ay dolunaya geçmişti. Crystal, Mahinev ve Yaren hemen yanında dikiliyorlardı.
Bir kurt, bizden yaklaşık on metre ileride nöbetteydi.
Kurdun Hatem olduğunu hepsi biliyordu.
“Şu an zamanımız yok. Diğerlerini aramıza almamız, onları tanımamız, onlardan sadakat görmemiz zaman alacak,” dedim sonunda.
Mahinev sadece gözlerime baktı, onun gözlerine bakarken gücüm bedenimin içinde titriyordu; sanki onun karşısında öyle çaresizdim ki, bir çocuktum.
“Saul’a ait görümün tamamını aldıktan sonra gitmemiz gerekiyor. Sezgi görülerini kullanamayacak kadar yorgun düştü, şu koruma altına aldığım gücün görüsünü kullanmam için de Mahinev’in su altındaki krallığa inip buraya getirdiği korumayı kaldırmam lazım. Şu anki görülerim çok bulanık, gücümü elime aldım ama görülerimi tamamen aktif edebilmem zaman alacak. Sırf görülerimi alabileyim diye mührü tehlikeye atamam.”
Crystal tam arkamdaki metal, neredeyse sekiz metre uzunluğa, on metre ene sahip olağanüstü büyüklükteki kapıya bakarken başını iki yana salladı.
“Dört Gölge Kapısı’ndan geçtikten sonra kolayca görülerini alabileceğini düşünmen çok tatlı ama inan bana Alfa, bu sandığımız kadar kolay olmayacak. İçeride dört Kadim Cellat var, dördü de birbirinden yaman. Sadece kitaplara çizilmiş öylesine karalama portrelerinin bile ne kadar korkunç olduğunu bilsen, buna kalkışmazdın. Ya da belki de kalkışırdın.”
“Bana onların ne kadar korkutucu olabileceğinden bahsetmediğine göre, yapabileceğine inancın tam,” dedi Mahinev büyülü gözlerini, bir tılsımı Crystal’in yakasına iliştirir gibi ona doğru çevirerek.
“Bu ne olduğu belirsiz adamın yoluna çıkıp, onu korumaya çalışma diye ağzımı bile açmadım ama şimdi buradasın.” Crystal söylenerek kollarını göğsüne sarıp arkamızda bizi izleyen dev kurda baktı. “Hatem denen aptalın yerine karın kaslarından ter damladığını gördüğümde çirkin köpek kokusunu bile unuttuğum Steve’i tercih ederdim.”
“Ya da belki aklında bambaşka biri vardır,” diyerek metal kapıya doğru döndüm. İrkildiğini hissettim ama bir cevap vermedi. Oysa ben onun sarı gözlerine baktığımda orada Miraç’ın yüzünü görüyordum. O küçük velede ilgi duyduğu bariz ortadaydı.
“Aptal,” diye söylendi arkamdan.
“Üçüncü perşembeye az kaldı,” dedi Mahinev. “Belki benim de Cellatlardan alabileceğim bir şeyler vardır.”
“Sen burada kalıyorsun,” dediğimde tek kaşını kaldırdı ve kollarını bedenine sararken gümüş rengi göğün altında bir elmas gibi parlayan öfkesini bana sundu.
“Buna kim karar veriyor?”
“Dört Gölge Kapısı’nın arkasındaki cellat çocuklar?” dedim sorar gibi, alaycı sesim öfkesini körükledi ve tanrı şahitti, o öfkelendiğinde hissettiğim tutku, iliklerimi kurumuş ağaç köklerine çevirecek kadar kuvvetliydi.
“Cellatlarla dövüşmen gerekeceğini de biliyorsun, değil mi?” diye sordu Crystal alay eder gibi.
“Evet.”
“Ama ben bilmiyordum,” dedi Mahinev, sesi şimdi daha yırtıcıydı. Üstümü başımı yırtsa güzel olabilirdi, erotik düşüncelerin zamanı değildi.
“Sen bilseydin şu an bu kapının önünde olabilmem zor bir ihtimale dönüşürdü,” dediğimde tek istediğimin onu huzursuz etmemek olduğunu bilmediğinden bana öfkelendi. Oysa eğer peşime takılmamış olsaydı, ben her şeyi halledip döndüğümde hem endişelenmemiş olacaktı hem de görümü aldığım için mutlu olacaktı.
“Dört Gölge Kapısı’nın bir kuralı daha var, Efken,” dedi Crystal, sesine bulaşan tedirginliğin kokusunu aldım, benimle birlikte herkes o kokuyu almış gibiydi. “İçeride çok güçlü büyüler muhafaza ediliyor, inanılmaz bir teknoloji kullanılarak korunan bu büyülerin her biri elmastan değerli. Bu yüzden içeri girebilmek için bir emanet getirmen gerekiyor.”
Kaşlarım sertçe çatılırken, “Emanet?” diye sordum.
“Bir tür sözleşme gibi düşün, kefil istiyorlar.”
“Aç şu konuyu, Crystal,” dedim sertçe, evirip çevirmesi hiç hoşuma gitmemişti.
Crystal’in gözleri Yaren’e kayınca, göğsümün derinlerindeki kalbin atışlarını hayata taşıyan pençeler keskinleşti. O pençelerin içimi kazıdığını, kalp atışlarımın bir uluyuş sesi gibi göğsümü doldurduğunu hissettim.
“Yaren’i kefil olarak içeri almak zorundasın,” dediğinde neredeyse küfredecektim ama tek yaptığım donuk gözlerle Crystal’e bakmak oldu.
“Kanından birini kefil olarak getirdiğinde, büyülerin hiçbirine erişmediğini, hiçbir şeye zarar vermediğini kanıtlamış oluyorsun. Kan kefili istiyorlar.”
“Aklını yitirdin herhâlde?” diye bağırdı İbrahim öfkeyle, kapuçin maymunuyla aynı soruyu dilimizin altında saklıyor oluşumuz ilk kez beni hiç rahatsız etmemişti. Hatta ben o sorunun sonuna çok büyük küfürler de yerleştirirdim ama konuşmamıştım, susmuştum.
Mahinev, “Yaren içeri giremez,” dedi başını iki yana sallayarak. “Yaren’i buraya getirmek istedik çünkü on dokuzuncu yaşında daha bilgili biri olmak istediğini söyledi.” Çok kısa bir an için duraksadığını gördüm, kandan elmas gözlerini Yaren’e çevirip, “Değil mi Yaren?” diye sordu sessizce. “Öyle dememiş miydin?”
Yaren’i tanıyordum.
Onun sadece abisi değildim, geçen zaman bana onun babası olma rütbesini de vermişti. Onu, bir babanın kızını tanıdığı gibi tanıyordum. Biliyordu. Kan kefili olmadan içeri giremeyeceğimi bildiği için buradaydı. Mahinev’i de İbrahim’i de kandırmıştı ve Crystal denen yılan da ona yardım etmişti.
Yaren, tamamen dahil olmak istiyordu.
Yaşadığı her şeyi önüme alıp, içinde bulunduğumuz durumla çarptığımda çıkan sonuçtan kaçamazdım. Onun uyanması, gücünü kazanması, tek başına ayakta kalabilmeyi öğrenmesi için onu pençelerimin arkasına saklamak yerine, çıkmaya çalıştığı kozayı güvenli bir yere taşıyabilir, o dışarı çıkıp kanatlarını kazanana kadar ona göz kulak olabilirdim. Ama fazlası olamazdı. O, on dokuz yaşında yetişkin bir kadındı ve sürüklendiğimiz karanlığın içinde bir yıldız gibi yanıp ışıklar taşırabilmesi için yüzleşmeye ihtiyacı vardı.
Neyin içinde olduğunu bilmeye hakkı vardı.
“Tamam,” dediğimde Mahinev de İbrahim de beklemedikleri bu cevap karşısında sarsılarak bana bakakaldılar. Elimle kapıyı işaret ederken, “Gel benimle,” dedim Yaren’e. Başta o da duraksadı ama sonra gözlerinde yanan inanç alevini gördüm.
Bu alevi söndürmek istemiyordum, inancını yitirmesini istemiyordum; inancı öyle bir alev almalıydı ki, zaman onu Manbel’in kızı olarak değil, Yaren Karaduman olarak anmalıydı. Gücünü keşfettiğinde birinin kızı olmayacaktı, kendisi olacaktı ve ona köstek olmak yerine, destek olmak benim görevimdi.
Crystal, “İlk kez doğru bir karar alıyorsun,” dedi ama onu duymazdan geldim.
En doğru kararı ne zaman aldığımı bilmiyordu, bense biliyordum.
En doğru kararı kalbim vermişti. Uzun zaman önceydi, bana atışlarını yükselterek sesini duyurmaya çalışmıştı, verdiği kararı haykırmıştı ama belki de o karardan korktuğum için onun sesini duymayı reddetmiştim; şimdiyse biliyordum.
En doğru kararı, kalbim vermişti.
Göz ucuyla en doğru kararıma baktım.
Kandan elmaslar da benim ona baktığım gibi, bana bakıyordu.
“Tamam,” dedi Mahinev, kararımızın doğruluğunu fark etmiş gibi başını aşağı yukarı salladı. “Madem öyle. Bırakın gitsinler.”
İbrahim, “Ama,” dediyse de bu olumsuzluğu getirecek olan cümleyi hiç tamamlayamadı.
“Hazır mısın?” diye sorduğumda, küçük bedeniyle tam yanımda duruyor, tıpkı benim gibi metal kapıya bakıyordu. Kapıya düşen yansımamızı izlediğini fark edince ben de tıpkı onun gibi yansımamıza baktım; metal yüzeyde çok da belirgin olmayan yansımalarımızın gözleri birbirine tutundu.
“Hazırım, abi,” diye fısıldadı, bir ceylandan daha savunmasız olduğuna inandığım küçük kızın sesi bir fısıltıdan ibaret olsa da sanki o sesin gerilerinde, sırtındaki kılıçları çekerek düşmana doğrultan bir savaşçı vardı.
Yumruğumu kaldırdım, eklemlerim kasıldı ve dövmeme baktım; yaşamı taşıyan elimin havada olduğunun farkına vardım. Sonra o yumruk kapıya ilk darbeyi bıraktı ve kapının arkasında gürültüyle açılan onlarca kilit sesi tüm araziye yayıldı. Yaren, hemen yanımda dimdik duruyordu, dev kapı açılana kadar duruşu sarsılmadı ama kapı açıldığında ve yüzü kara peçenin ardına gizli bir adam kapının diğer ucundan bize baktığında, Yaren’in korkuyla çöküşünü hissettim.
Peçenin arkasındaki siyah, gözünün beyazı olmayan ve gözleri siyah bir lateks gibi parlak görünen adamın bakışlarını takip etmeye çalıştım. Göz bebekleri ve gözünün beyazı olmasa da Asale’me baktığını anlamam çok kısa sürmüştü. İçimde gümbürdeyen öfkeye rağmen gözlerimi adamdan çekmeden dilimin altındaki sessizliği, sakinlikle besledim. Oysa benim gibi biri için yakıp yıkmamak, kaosu yaratmamak, yok etmemek mümkün değildi.
“Dört Kadim Cellat için geldim,” dedim kesintisiz bir bakışmanın hemen arkasından.
Adamın lateksle kaplı gibi görünen gözlerinin kısıldığını gördüm. Kapıyı tamamen aralamadan, “Kan kefili?” diye sordu, sesi herkesi duraksattı ama beni duraksatmadı; sesinin gerilerinde hem bir kadından hem bir adamdan hem de küçük bir çocuktan notalar vardı. Üç farklı ses.
“Kan kefiliyim,” dedi Yaren sonunda, şimdi çenesi havada duruyordu ve adamın gözlerinin içine bakarken korkusuzluğunu kanıtlamak için kaskatı kesilmiş görünüyordu.
“Neyisin?” diye sordu aynı üç sese sahip, kara peçeli adam.
“Kuzeniyim.” Anlık durdu, düzeltti. “Kız kardeşiyim.” Neredeyse gülümseyecektim. Neredeyse onu kollarımın arasına çekecek, kara saçlarını karıştırıp onu öfkelendirecektim. Neredeyse.
“Gümüş Pençe ve…” Üç farklı şekilde yükselen sesin sahibi susup gözlerini kız kardeşimde gezdirdi. “Bilinmeyen.”
“Uyanışı tamamlanmadı,” dedim sabit bir sesle.
“Cellatlar kendilerine ait katlarda sizleri bekliyor olacak.” Adam eliyle içeriyi işaret edince İbrahim merakla içeriyi görmek için kafasını ileriye doğru uzattı ama adam ona, “Uzak dur,” deyince bir adım gerileyerek çatık kaşlarla adama baktı. “Siz giremezsiniz. Sadece kan kefili getirenler girebilir.”
Önden girdim çünkü içeride bizi bekleyenin ne olduğunu bilmiyordum. Onu kozasından çıkaracaktım, tehlikenin içine atmayacaktım; o kozasından çıkıp kanatlarını kullanmayı öğrenene kadar onun sorumluluğu hâlâ benim üzerimdeydi. Yaren arkamdan içeri girerken kalp atışlarının yükselişini duyabiliyordum. Bu bir Gümüş Pençe yeteneğiydi, kalp sesi bir çığlık kadar gür şekilde zihnime doluyordu.
En çok Mahinev’in kalbinin çığlık seslerini dinlemeyi seviyordum.
O dev kapının arkasında kumtaşı duvarlar yükseliyordu, beyaz kumtaşı kolonların arasında ilerlerken Yaren bir adım arkamdaydı; lateks siyahı gözlerin sahibi ise gideceğimiz yere dek öncülük yapacağını belli edercesine önümüzden yürüyordu.
Ametist ve zümrüt ile süslenmiş bir salonun içine girdik. Salonun tavanı on metre sonrasında sona eriyordu, alçıpanla kaplı tavanda eski motifler vardı; motiflerin üzerine safirden taşlar dizilmişti. Gözlerimi ileriye çevirip önümüzde uzanan beyaz, mermer zemine baktım. Adamın üzerindeki kara cübbenin kuyruğu yarım metre uzunluğundaydı ve onu takip eden bir gölgeyi anımsatıyordu.
Yaren’in siyah gözlerinin tedirginlik yüklü bir bakışla omzunun üzerinden bana yöneldiğini fark ettiğimde, ben de omzumun üzerinden ona bakıp güven duyması için göz kırptım. Belli belirsiz gülümsese de bu gülümseme gözlerine çöken kasveti aydınlatmaya yetmedi. Adam, çift kanatlı, beyaz bir kapıyı kollarını iki yana açıp itince, kapıların kanatları diğer tarafta kalan odanın duvarlarına sertçe çarptı.
“Saul,” dedi adam adımlarını nihayete erdirip, bir elini havaya kaldırmadan hemen öncesinde. Bedenim kasıldı, gözlerimi siyah cübbesinin sırtındaki buruşmuş kumaş birikintisine saplamış bir sonraki cümlesini beklerken, benim Saul olduğumu nereden bildiğini sorguluyordum.
Hiç beklemediğim bir anda bana doğru dönmesiyle iki elini sırtına götürmesi, sırtındaki kılıçları çıkarmadan hemen öncesinde de cübbesinin kapüşonunu indirmesi bir oldu. Yüzündeki peçe kapüşona bağlı olduğundan yana gerilerek açıldı. Lateks siyahı gözlerin sahibinin saçları yoktu, kafasının tam ortasında bir sembol dövmesi vardı ve kılıçlarını ustaca çevirip havaya iki kesik attığında, bu kesiğin cübbesinin küçük tüy parçalarını bile kesebildiğini gördüm.
“Savaş benimle.”
Yaren, irkilerek kolumun arkasına geçti ve kafamın içi yeni bir kaos başlangıcında olduğumuz gerçeğiyle doldu. Ne yapmam gerektiği konusunda düşüncelerimi eşelemeye başlayan bıçak, aynı anda elimde de olsaydı iyi olabilirdi.
“İlk cellat sendin,” dedim, sesimdeki eminlik celladın dudaklarında küçük bir tebessüm doğurdu.
“Benimle savaşmazsan, ilk görü yeteneğini alamazsın,” dedi ne için burada olduğumun farkında bir şekilde.
“Elinde bir değil, iki kılıç var. Benimse hiçbir şeyim yok,” dedim omuz silkerek. Alaycı tavrım ilgisini çekmiş gibi bir anlık duraksadı, bir bacağını öne atıp dizlerini içe doğru bükerek olduğu yerde yaylandığında, gelecek hamleyi bildiğim için ben de dizlerimi yere eğimlendirdim. Elindeki kılıçlardan birini havada çevirip sapından yakaladı, ardından sertçe bana fırlattı. Havada dönmeye başlayan kılıç, Yaren’in çığlık atarak ceketimi asılmasına neden olsa da sonunda kılıç son dönüşünü yaptı ve sapı avucumun içine düştü. Yaren’in kumaşı sıkan parmakları gevşedi ama korkusu kaybolmadı.
“Şartlar her zaman eşittir, Saul,” dedi Kadim Cellat, ardından kibarca, “Leydim, lütfen biraz kenara çekilir misiniz? Saçınızın teline zarar gelsin istemeyiz. Siz bizim kefilimizsiniz,” dedi.
Yaren, “Sen abime saldırırken kenarda durup senin ona nasıl saldırdığını mı izleyeceğim yani?” diye sordu sertçe, celladın lateks gibi parlayan kapkara gözlerinin şimdi bende değil, Yaren’de olduğunu fark ettim. Yaren saklandığı yerden çıkmış, çatık kaşlarla cellada bakıyordu.
“Sen geri çekil, Yaren.” Sesim aksini istemediğini açıkça belirtiyor, itirazdan çok tehdit içeriyordu.
Yaren bunu pek umursamamıştı ama gözlerimi ona çevirip, “Geri çekil,” diye tekrarladığımda sertçe yutkunup çatık kaşlarla bana bakarak birkaç adım geri gitti.
Kılıcın ucuyla kumtaşı kolonlardan birini işaret ettim, kumtaşı kolonların etrafını sarmaşık gibi saran mor ametist taşlarında kendi yansımamı görebilmiştim. Yaren istemeye istemeye de olsa kolonun arkasına geçip bizi izlemeye başladığında, şimdi bakışlarım tekrardan Cellat’taydı.
“Kefil oldukça çetin biriymiş,” dedi boşluğun içinde kılıcının ıslıklarını yüzdüren Cellat. Çevirdiği kılıcı aniden bana doğrultup, kılıcın keskin ucuyla beni işaret ederken, “Bir zamanların en büyük kılıç ustasıymışsın,” dedi. “Ben ise şimdilerin en büyük kılıç ustasıyım. Tüm hünerlerini sergilemen gerekecek, Saul. Yüzyıl geriden geliyorsun.”
“Saul, yüzyıl geriden geliyor,” dedim başımı sallayıp onu onaylayarak. “Ama unutma ki, kılıç kullanma teknikleri de Saul gibi geçmişten gelir.”
Bu beklenmedik cümle onu afallatmak için yeterli gibiydi. Kadim bir güç, gölgelerle anlaşması olan bir ruh olduğunu biliyordum ama onunla ilgili bildiklerim bununla sınırlıydı. Nasıl göründüğünü, neye benzediğini bile şimdi keşfetmişken onun hassas bölgesini bulup saldırması zor olacağa benziyordu.
İlk atağı ondan beklemek akıllıcaydı, bunu beklediğimi fark edecek kadar zeki olduğuna emindim ama yine de önceliği ona bıraktım. Kurnazlığımın kokusunu almış gibi çizgiden dudaklarına bir gülücük yerleştirip kılıcını tekrar çevirdi; kılıcın sapı önce bir eline, sonra diğer eline geçti, kılıç havada üç kez döndü ve yeniden elindeki yerini aldığında gözlerim ayaklarına, sonra da ellerine çevrildi. Sanırım gövde gösterisi yapıyordu ama karşısında eski bir kılıç ustası vardı. Haklıydı. Saul geçmişte kalmıştı ama kılıcın gücü de geçmişten geliyordu.
“Tek bir doğaüstü gücünü kullanmayacaksın. İki ayağının üzerinde olacak, bir hayvana dönüşmeyeceksin. Beni bileğinin gücüyle, kılıcınla yeneceksin. Aksi hâlde benden gelecek armağanı unut, Saul,” dedikten hemen sonra kılıcı tam yüzümün yanından geçirerek havada dolaştırdı. Gözümü bile kırpmadan kafamı geriye eğmiş yüzümün yanından kayıp giden kılıca bakarken Yaren’in korkuyla attığı çığlık tüm salona yayılmış, kumtaşı kolonlar bu çığlığın yankılarını bastıramamıştı.
“Ben hile yapmam, Cellat,” dedim ona ismini söyler gibi. “Ben savaşırım ve şartlar nasıl olursa olsun, her zaman kazanırım.”
Son cümlem bir yemindi.
Cellada ettiğim bir yemindi; bir zamanlar babasının elini tutup göle ilerleyen, o gölde balık avlayan, yatağın altında babasının ve tüm ailesinin katledilişini izleyen erkek çocuğuna ettiğim yemindi; tüm geçmişime ve geleceğime ettiğim yemindi. Mahinev’e ettiğim yemindi.
Sonra kılıcım ilk hamle için göğe kalktı, iki kılıç birbirine çarptığında içimdeki gücü kıstım çünkü tek bir şimşek tüm binayı devirip altüst edecek kadar kuvvetle çakabilir, ölüm yüklü bir yıldırım binayı ateşe verebilirdi. Celladın bunu görmesini istemedim. Sapını sertçe kavradığım kılıcın altından geçip celladın bacağının arka tarafına bir tekme vurduğumda Cellat geriye doğru düştü ve bir adım geri çekilip elimde kılıçla ona baktım; yenilmez gölgeleri gözlerimde görsün, o gölgelerin altındaki karanlıkla yok olsun istedim. Bu olmadı, bacaklarını ileri atıp zıplayarak çevik bir hareketle ayağa kalktı.
Kılıcını yukarı kaldırıp eğildi, havada bir yarık açıyor gibi bana doğru gelirken önce sağa çekildim ve sağ tarafı kesen kılıcı izledim, ardından sola çekildim ve kılıç bu kez sol tarafı kesti; bana hiç dokunamadı.
Cellat, bundan hiç hoşlanmadı.
“Yeteneklerin baki kalmış, öyle mi?” Sorusuyla birlikte bu kez kılıcın keskin ucu çeneme yaslandı ve bir an donup kaldım.
Tek bir an afallamıştım ve o an, gücüme güvenip yenilmez olduğumu varsayarak küçümsediğim o adamın kılıcının ucunda duruyordum. Dudaklarına nem yapmış bir tebessüm yayıldı; öfke de tıpkı o tebessüm gibi içime körükler savurarak yayıldı.
Kılıç tam çenemin altına saplanacakken, “Ne o?” diye sordu eğlenir gibi. “Yetenekler baki kalmamış mı?”
“Kalmamış mı?” diye sorarken gözlerimin derinlerinde alayı gördüğüne emindim.
Eğer Mahi, Nemesis’in gücüyle başa çıkmam için o kafatasını getirmeseydi, şu an içimi yırtan öfke, Nemesis’i açığa çıkarırdı ve celladı toz parça ederdim. Oysa bu yapılmaması gereken bir şeydi. Beni yine bir yanlıştan döndüren onun varlığı, onun benim için yaptıkları olmuştu.
“Kalmış bence,” diyerek bir sonraki cümleye giriş yaptığımda, Cellat duraksadı, kılıcı tutan eline bağlı dirseğine kılıçla sertçe vurduğumda ve onun kılıcının altından geçerek kendi kılıcımı onun boğazına dayadığımda, elindeki kılıç tok bir gürültü çıkararak yere düştü. “Tüh. Bak, kalmış. Gördün mü?”
Onu tekrar ittim, yerdeki kılıcı alırken kafasını kaldırıp bana baktı. Galibiyetimi kabul etmeyeceğini o bakışlara maruz kaldığım anda anlamıştım ama sorun değildi. İstediği kılıcın içinden geçmekse, onu seve seve kebaba çevirirdim.
“Kurnazsın. Yoksa kapıdaki kız yüzünden mi? Kapıda iki Mar Kadını vardı,” derken bana kötü kötü bakıyordu. “Yılanın zehrini bir kez içip o zehre alışan, yılandan bile daha zehirli birine dönüşür. Görüyorum ki Mar Kadını, senin kurnazlığına zehir de eklemiş. Zehirli bir kurnazlığın var. Eskiden de böyle miydin yoksa?”
“Sana ne?” Sorum keskin ve netti. Biri onunla ilgili konuşurken iki kez düşünmezse, ikinci kez ağzını açtığında artık dudaklarının gerisinde dişleri ve bir dili olmazdı.
“Çok mu kıymetli senin için?” diye sorarken kılıcını bir kez daha havada yüzdürdü.
Yüzen kılıcın rüzgârını yüzümün sınırlarında hissedip sırtımı döndüm, yavaşça eğilip kılıcın darbesinden korunurken elimdeki kılıcı yeniden kaldırdım.
Kılıçlarımız birbirine çarparken, “Bunun cevabını aldığında ne olacak?” diye sordum, öfkemi fark etmiş gibi gözlerini yüzüme dikerek kılıcını bir kez daha kılıcıma vurdu; kılıçlarımız havada bir çarpı işaretine dönüştü.
“Sadece bir soru, Saul. Bu soru seni o kadar da öfkelendirmemeli.”
Kılıçlarımız bir kez daha birbirinden ayrıldı, kendi etrafımda dönüp saldırı pozisyonu alarak kılıcı sıkıca kavradığımda tam karşımdaydı ve o da aynı pozisyonda bana bakıyordu. Bir çember oluşturacak şekilde birbirine bakan yüzlerimizle birbirimizin karşısında dönerken bir sonraki hamlesi kafamın içine yıldırım gibi düşmüştü.
Şah ve mat yapmak çok kolay olacaktı ama bu soruyu neden sorduğunu merak ettiğim için maçı uzatmaya karar vermiştim.
“Cevap yok mu?” diye sordu karşımda kılıcıyla yavaşça dönmeye devam ederken. “Senin için ne kadar önemli?”
“Damarıma bastığında kural dışına çıkarım mı sanıyorsun? Kural dışına çıkarak bana vereceğin şeyi elimden kaçırmayacağım.”
“Öfkelendin.”
“Beni manipüle etmeye çalışıyorsan söyleyeyim, genelde insanları ben manipüle ederim.”
“Konu Mar Kadını olduğunda manipüle olabilecek birisin bence,” diye aşağıladı beni. Beni neden tetiklediğini görebiliyordum.
Bir Gümüş Pençe’ye dönüşeyim ya da esas gücüm neyse bunu ona göstereyim istiyordu. Böylece bana görümü vermezdi, kural dışına çıktığım için beni buradan sepetlerdi. Anlamadığım şuydu, bu olursa onu öldürmeden bırakacağımı düşünmesini sağlayan neydi?
“Sana kanmaya niyetim yok,” dememle, kılıcımı ona doğru savurmam bir oldu. Karşılığı çok gecikmeden verdi, kılıçlarımız ardı ardına birbirine çarpmaya başladığında lateksten gözler üzerimdeydi. Düşüncelerime sızmak, esas niyetime inmek istiyordu ve bunu başaramadıkça kılıcıyla elimdeki kılıca daha sert darbeler indiriyordu.
Sonunda tek bir hamleyle beni iki metre savurdu, bir kılıcın bu kadar büyük bir güçle bedenimi savurabileceğine inanamadığımdan afallayarak ona baktım ve “Gördün mü?” diye sormasıyla daha da sarsıldım. “Hiçbir şey yapmadan bile manipüle ettim seni. Konu o olduğunda, sen zayıfsın.”
Hırlayarak yere düşen kılıcıma doğru sürüklendim, yerdeki aciz hareketim celladı keyiflendirmişti.
Ama bilmediği bir şey vardı.
Benim tek gücüm, kılıcın ucunda değildi.
Benim en büyük gücüm kalbimin içindeydi ve o gücün kandan elmaslara benzeyen kızıl gözleri vardı.
Ayağa kalkışımı izlerken, “Konu o olduğunda…” dedi yeniden. “Sen yenildin.”
“Yanlışın var,” diyerek kendi etrafımda döndüğümde ve bedenim olabildiğince yükseğe eriştiğinde bedenimin yarattığı rüzgâr onu sarsı ve kılıcım kılıcına öyle şiddetli çarptı ki, kılıcının salonun öteki ucuna dek uçması işten bile değildi. “Konu o olduğunda…” dedim kılıcın ucunu yerde sürükleyerek ona doğru ilerlerken. “Ben yenilmezim.”
“Pekâlâ…” Derin bir nefes aldı. “İlk celladı yendin.”
“Bu kadar kolay pes etmeni beklemiyordum,” dediğimde omuz silkti.
“Konu o olunca öfkeleniyorsun, bir Gümüş Pençe’ye dönüşüp kafamı kopardığında kuralları çiğnemiş olman umurumda olmayacak. Çünkü zaten kafam kopmuş olacak…”
“Hediyemi bekliyorum.”
Zifir gözlerini yüzümde dolaştırıp, “İlk hediyeyi kendine mi alacaksın?” diye sordu sessizce.
“İlk hediye mi?”
“Dört Cellat, dört armağan. Görülerini almaya gelmedin mi?”
Bilinçli olması kaşlarımı çatmama neden oldu. “Evet. Diğer Cellatlarla karşılaşmama gerek yoksa, sendekini alır giderim.”
“Ne salaksın,” dedi birden, öfkenin içimi yardığını hissetsem de sakin kalmayı denedim. “Dört hediye almak varken, birini mi alıp gideceksin?”
“Konuyu aç.”
“Kendi görünün yanında üç farklı tipte görü yeteneği daha alabilirsin ama bunları kendin için alamazsın. Şimdi istediğin kendi görü yeteneğin ise onu sana verir, seni yollarım. Kalan üçlüyü yenip alacağın hediyeleri ise rüyanda bile göremezsin.”
Çatık kaşlarla, “Üç farklı görü tipi?” diye sordum.
“Sen kesitler görmeyi dilemiyor musun?” Sorusuna karşılık sadece başımı salladım. “İşte o senin ana yeteneğin. Ama diğer üç Cellat sana farklı yetenekler de bahşedecek. Bu üç farklı yeteneği, üç farklı insana verebileceksin.”
“Nasıl yeteneklermiş bunlar?”
“Sezgi yeteneği,” dedi ve yerden kalkıp üzerindeki cübbeye bulaşan tozları silkeledi. “Buranın iyi bir temizliğe ihtiyacı var. Hah, ne diyorduk? O yeteneği armağan ettiğin kişinin sezgileri kuvvetlenir, olabilecek şeyleri öngörür. Bir diğer yetenek duyma yeteneğidir, çok uzakta olup biteni bile duyabilir, araya şehirler bile girse kulak kesildiği yerdeki bilgileri alabilir. Dördüncü yetenek ise anlama yeteneğidir. Karşısındaki insanların niyetlerini anlar.”
Söylediği şeyler tam da ihtiyacım olan şeyler olduğundan gözümü bile kırpmadan cellada bakmaya devam ettim.
“Hoşuna gitti, değil mi? Ne yazık ki diğer üçünü sen alamazsın. Kendi görülerini alıp gidebilir, kalıp savaşarak diğer armağan olan görüleri de alarak istediğin doğaüstü yeteneği olan insanlara verebilirsin.”
“Devam edeceğim,” dedim hiç düşünmeden.
“Abi,” diye karşı çıktı Yaren ama onu umursamadım.
“O hâlde önden buyur,” diyerek geri çekildiğinde, yüzümde tereddüdün esâmesi dahi yoktu.
İkinci Cellat beni ikinci katın bahçesinde bekliyordu, sarmaşıklarla kaplı o kata Yaren’in girilmesine izin verilmedi. Yenilen Cellat ile alt katta kalmasından pek hoşlanmasam da yoluma devam etmek zorundaydım. Bahçenin ortasındaki mermer masanın üzerine koyulmuş camdan satranç setini gördüğümde bir an afalladım. Çok geçmeden sarmaşıkların arasından genç, sarışın bir erkek çıkageldi. Eski bir kraliyet mensubuna benziyordu, bir çeşit prens gibi giyinmişti. Benimle konuşmadı, sadece temiz bir gülümseme eşliğinde satranç setinin diğer ucundaki sandalyeyi işaret etti.
Daha çirkin, saldırgan bir şey bekliyordum ama bulduğum sikko bir masal kahramanına benziyordu.
Kendi sandalyesini çekip şeffaf camdan olan satranç taşlarını dizmeye başladı. Bana siyah camdan taşları bırakmıştı. Şansım vardı ki satrançla aram iyiydi, yine şansım vardı ki karşımda geveze bir herif yoktu; ağzı var dili yok dedikleri tipler tam da bu tipler olsa gerekti.
Onu yenmek çok kolaydı ama yenildikten hemen sonra gördüğüm manzara anlık benim bile irkilmeme neden olmuştu. Çünkü onu yendiğim an, gözlerinden kanlı gözyaşları akmaya başlamış, dudakları bozuk görünen dikiş izleriyle dolmuştu. Sanırım onun neden konuşamadığını daha iyi biliyordum.
Satranç taşlarının kutusunun altından bir not kâğıdı çıkarıp tüylü bir kalemle kâğıda harfler yerleştirmeye başladığında yüzümde her zamanki stabil ifadem vardı. Gözlerinden düşen kanlı yaşlar kâğıdın üzerindeki yazıya da damlamıştı ama not kağıdını önüme koyduğu an, kan damlalarının kapattığı harfleri de kolayca okuyabildiğimi fark ettim.
Niyet anlama yeteneğini kime armağan edeceksin?
Kâğıda düzgün bir el yazısıyla işlenen soru cümlesi buydu.
Karşısındakilerin niyetini bilirse, doğru şekilde hamle yapabilecek tek kişi vardı. O da Mahinev’di. Üstelik biri ona saldırmadan hemen öncesinde o kişinin niyetine erişebilirse, kendisini savunması da daha kolay olurdu.
“Mahinev,” derken ikinci kez düşünmediğimi fark ettim.
Dudakları dikili, gözlerinden kanlı yaşlar süzülen adam sadece başını salladı.
Üçüncü Cellat, beni bir mahzende bekliyordu. Onun da ağzı var dili yoktu ama oldukça iyi hırlıyordu. Bir Gümüş Pençe miydi tam kestiremesem de bir Gümüş Pençe’nin iki katı büyüklüğündeydi ve zincirlerle kaplı kafesinden çıkarken tek derdi savaşmak değil de beni mideye indirmekmiş gibi duruyordu.
Dönüşmem için birkaç saniyem vardı ama düşünmek için yoktu. Bir kurtla insan olarak dövüşebilmem mümkünse bile çıplak elle yapabileceğimi sanmıyordum. Uzun süre o koca dişleri tutabilirdim ama sonunda kafamı koparıp yere de fırlatabilirdi. Öte yandan o bir kurt olduğuna göre, benim de onunla eşit şartlarda olmam gerekiyordu.
Demek ki üçüncü seviyedeyken Gümüş Pençe Erkeği’ne dönüşmem gayet etikti.
Birbirimizin üzerine çıkıp yuvarlanarak sürdürdüğümüz o kısa dövüş, koca kurdun derisine büyük yaralar açana kadar celladın o olduğunu sanıyordum. Ta ki esas Cellat başka bir kafesten insan suretiyle çıkana kadar.
Yerde zar zor nefes alan kurdunu izlerken, “Şike yaptın gibi geldi ama neyse,” dese de dileğimi yerine getireceğini dudağının kenarına yerleşen tebessümden anlamam mümkündü. Ona daha dikkatli baktığımda çıplak kollarında binlerce yara izi olduğunu gördüm, her biri bir kurdun ısırığına aitti.
“Kim her şeyi duysun?” diye bir soru çıkmıştı bana son kez göz göze geldiğimizde.
“İbrahim,” demiştim.
Dördüncü celladın yanına çıplak girmek zorunda kaldım çünkü dönüşürken parçalanan kıyafetlerimle sikimi bile saklayamazdım.
Dördüncü Cellat, simsiyah takım elbise giymiş bir adamdı. Sikimi görür görmez üzerindeki ceketi çıkarıp dehşet içinde üzerime fırlatarak, “İçeri yılan sokmak yasak,” demişti.
Onun beni hiç zorlamayacağını düşünmüştüm.
En başa çıkılır o gibi duruyordu.
Sonra sırtım bir duvara çarptı ve beni yerden üç metre yukarı kaldırıp çıplak hâlde duvara vuranın o olduğunu anladım.
Avuçlarımı yere bastırıp kafamı kaldırarak ona bakarken, “En zoru sona sakladılar, değil mi?” diye sordum öfkeyle.
Takım elbiseli adam bana gülümsedi ve mırıldandı:
“Yıldırımları kullanmak kesinlikle yasak.”
“Sen beni uçurabilirsin ama öyle mi?”
“Tekrar uçurmayacağıma yemin edebilirim, sallanan koca şeyi bir kez daha havada savrulurken görmek istemiyorum.”
Yerden kalkarken, “Bir cadı mısın?” diye sorduğumda gözlerini yüzüme dikti.
“Kadim Büyücülerden biriyim.”
“Suyun altında olan gibi mi?”
“O suyun altında kendini koruyor, ben de burada güvendeyim.” Gözleri tekrar kasıklarıma kayarken, “Dikkat dağıtıcı,” diye homurdandı. Arkasını dönüp benden uzaklaşırken altın varaklı bir odada olduğumuzu fark ettim; her yer sarı ve tonlarıyla kaplıydı.
Üzerime bir pantolon fırlattı ve yumruklarını havaya kaldırıp, “Büyülü yumrukları yere serebilecek kadar güçlü insan yumrukların var mı bakalım?” diye sordu alayla.
Ona götüne sokabileceğim yıldırımlarımın olduğunu söylemek istesem de tek yaptığım pantolonu elime alıp, “Eyvallah,” demek oldu.
Yumruk konusunda güvenmemesi gereken biri varsa o kesinlikle bendim.
Çünkü geber yazan yumruğu kaldırdığımda, büyü bile yaratacağım ölümü yok edemezdi.
“Sen bana saldırıp yenilmeden önce, hissetme görüsünü kim için istediğimi söyleyeyim,” dedim alayla, adam küçük bir an için duraksadı. “Yaren için.”
🎧: Eivør, Lívstræðrir