“İbrahim!” diye bağırmamla adamın korkarak başını koltuğa yaslayıp kaşlarını çatması bir oldu.
Bu adam, o gün televizyonda fotoğrafını gösterdikleri adamdı! Üç yıldır kayıp olan adam. İbrahim! Dehşet içinde avuçlarımı kaputa bastırıp gözlerime inanamıyormuş gibi direksiyon başındaki adama bakmaya başladım. Fotoğraftaki adamdan onu ayıran tek şey yüzünü sarmış çok da koyu renk olmayan sakallardı. Ela gözleri şaşkınlık ve korkuyu aynı anda yaşıyormuş gibi beni izliyordu ve kafası hâlâ koltuğa yapışmış hâldeydi. Beni kafayı yemiş bir kadın sanması normaldi, öyle olmasına az kalmıştı çünkü.
“Seni tanıyorum.” Kaputtan ayrılarak kapıya yöneldiğimde İbrahim kafasını koltuktan çekmeden yavaşça çevirerek irkilmiş bir şekilde kapının camından dışarı baktı. Cama doğru eğilerek, “Lütfen kapıyı aç, zararsızım,” dedim korkuyla.
“Hiç öyle durmuyorsun şu an, öldüresin mi var beni?” diye sordu hayret içinde. “Beni nereden tanıyorsunuz siz kadın?”
Bir an şaşıp kaldım ama sonra derin bir nefes alarak geri çekildim. Onu korkutmuş olmalıydım, zira asla tanımadığı bir kadının arabasının önünü kesip kaputa vurarak ismini bağırması her erkeği korkuturdu. “Lütfen kapıyı aç, buradan gitmem gerek,” dedim.
“Oldu, tam burada seni arabama alayım, adımı da biliyorsun, Yaren de şansıma komedi filmlerinde olduğu gibi verandaya çıkar, seni arabama aldığımı görür yanımıza gelir.” Bunları arabanın içinde söylediği için sesini tam alamıyordum. “Olacağı var ya, ucuz senaryo, o an adımı söyleyeceğin tutar, seni tanımadığıma da inanmaz. Yok abla, ben alamam seni arabama.”
“Sen…” Aydınlanmayla gözlerim iri iri açıldı. “Sen Yaren’in sevgilisi olan İbrahim’sin, siktir evet ya!” Olduğum yerde dönüp elimi alnıma bastırdım. “Evet ya, İstanbul’dan geldin, aranıyorsun, adın İbrahim… Tabii ya!”
“Delirdi galiba,” diye mırıldandığını duydum aracın içinde olmasına rağmen, sonra birden camı indirip, “Sen ne dedin?” diye sordu. “Nereden geldin dedin sen?” Bir an beni süzdü. “Senin üzerindeki baklavamın montu mu?”
Hızla ona doğru döndüm. “Ben oradan geldim!”
İbrahim üzerimdeki monta bakıyordu, bir süre sonra söylediklerim ona yeni ulaşıyormuş gibi hızla kafasını kaldırıp, yüzünde kazılmaya başlamış bir şaşkınlık kuyusuyla bana baktı. “Ne?” Kulaklarına inanamıyormuş gibi bir hâli vardı, birden aracın kapısını açarak dışarı çıktı. Benden oldukça uzun bir adamdı, kar taneleri döne döne dökülmeye başladığında soğuk kar tanelerini saçlarımın arasında hissettim ve bir şimşek daha gökyüzünü sararak aydınlattı. İbrahim bana inanamayan gözlerle bakıyordu. “İstanbul’dan mı geldin? Nasıl?”
“Bilmiyorum,” dedim başımı hızlıca iki yana sallayarak. “Gözümü açtığımda buradaydım, nasıl oldu, buraya nasıl geldim bilmiyorum!” Uzakta olmasına rağmen çarpan dış kapının sesi karla dolu araziye yayılarak güçlü bir yankı oluşturunca korku dolu gözlerle omzumun üzerinden eve doğru baktım, ev biraz daha aşağıda duruyordu, verandadaki kişinin Efken olduğunu görmek korkunun alevden bir çember gibi etrafımı sarmasına neden oldu. “Allah kahretsin, geliyor! Götür beni buradan, lütfen!”
“Efken’i nereden tanıyorsun? Nasıl yani?” Benden bir cevap bekliyormuş gibi yüzüme dehşetle baktığı sırada benim hissettiğim tek şey yeniden enselendiğim için korkuydu. Ama yine de İbrahim’in burada, tam karşımda olması aklımı kaçırmadığımı gösteriyordu çünkü o benim dünyama ait bir insandı. Onu hâlâ arıyorlardı ve şimdi tam karşımda kanlı canlı duruyordu, onunla buradan kurtulup evimize geri dönebilirdik.
Efken’in verandanın merdivenlerini indiğini görünce İbrahim’e yalvarır gibi baktım. “Beni buradan götür,” dedim ısrarla. “Sana her şeyi anlatacağım!”
“Yeniden kaçmaya çalıştın, öyle mi?” Sesi arkasında çığı taşıyacak kadar gürdü. “İbrahim, yanındaki o küçük zehirli yılanı tutsan iyi edersin, eğer bir adım daha uzağa gidecek olursa onunla birlikte seni de öldürürüm.”
İbrahim birden kollarımı iki yanından kavrayınca yaşadığım korku ve hayal kırıklığıyla iri gözlerle ona baktım. Gözlerimin içine yerleştirdiği ela bakışlarındaki şaşkınlığı hâlâ çok net bir biçimde görebilmek mümkündü. Ruhumun içinde ilerleyen o trenin kapkara dumanları ruhumu kaplıyordu. Geri çekilmeye çalışmadım ve kaderime boyun eğdim, tek umudum olacağını düşündüğüm insanın ihanetine uğramış gibi hissediyordum ama bir yanımın İbrahim’in de tıpkı benim gibi Efken’den çok korktuğunu söylüyordu.
“Anlat bana,” dedi avuçları kollarımın kenarlarını sıkı sıkı tutarken. “Her şeyi.”
“Beni ona verecek misin?” Gözlerinin içine korkuyla bakarken dudaklarımdan öylece dökülen bu soru İbrahim’in kaşlarını kaldırmasına, kollarımı tutan avuçlarının gevşemesine neden oldu. Ama geri çekilmedim ve kaçmak için harekete geçmedim, çünkü atacağım bir adımın hiçbir suçu olmadığı hâlde İbrahim’in de başını belaya sokacağını biliyordum.
Ruhum öyle bir karanlıkla savaşıyordu ki, bu karanlık yaktığım her ışığı ruhumda yangına çevirip ruhumu küle çevirerek söndürüyordu.
Efken’in bize gelişini yüzümde büyük bir sakinlikle bekledim. İbrahim’in tutuşu kaçmam için fırsat sunuyormuş gibi gevşekti ama ben birden ağır bir sakinleştirici iğne damarlarıma saplanmış gibi duruluvermiştim. Beni kolumdan tutarak kendine doğru çevirdiği an ıslak siyah saçlarının alnına kadar dökülmüş olduğunu fark ettim, teninden yükselen sabun kokusu kendi kokusuna karışmıştı, uçurum mavisi bakışlar yüzüme göğsüme girmiş bir mermi gibi saplanmıştı.
“Ucunda ölüm olacağını bile bile nereye gidiyorsun?” diye sordu ve bu soru, ruhuma atılmış güçlü bir tokattı. Onun gözlerine ruhsuz gözlerle bakarak sadece omuz silktim, şimdi bana bir tokat atacak olsa bile ona karşı koymazmışım gibi boş hissediyordum kendimi. Bakışlarımı yavaşça ormana çevirdim, gördüğüm o çember kaybolmuştu, ondan bahsetmedim çünkü söyleyecek olursam biliyordum ki yine deliymişim gibi davranılacaktı.
“Bu kız da kim?” İbrahim’in sorusunu duydum ama ona bakmadım. “İstanbul’dan bahsediyor.”
“Salgın hastalığını herkese bulaştırdın belki de,” dedi Efken sertçe, ardından beni kolumdan tutup çekti. “Laftan anlamıyorsun, öyle değil mi? Üstelik bu kaçıncı hırsızlığın? Şimdi de montumu ve eldivenlerimi çalmışsın.”
Bakışlarım İbrahim’e çevrildi, ela gözlerinde bir anlayış belirmişti evet ama şaşkınlık daha büyüktü. Geçen üç yılın ardından ilk defa geldiği yerden geldiğini söyleyen birini görüyordu, bu şaşkınlığı hissetmesi doğaldı, ben geçen birkaç gün içinde yaşamayacağım kadar çok olay yaşamış ve şaşkınlığı göbek adım yapmıştım zira.
“Efken,” dedi İbrahim birdenbire ciddileşerek. “Neden kızı çekiştirip duruyorsun? Neler oluyor?”
“Seni ilgilendiren bir durum yok,” dedi Efken, İbrahim dik dik bana bakmaya devam ediyordu. Yine de Efken’in gerginliğini hissetmiş gibi ela gözlerini yavaşça ona çevirdi.
“Baklavam, hemen bu kadının kim olduğunu söyle bana. Bana şaka mı yapıyorsunuz yoksa? A, bu kadın Yaren’in kankası, yani benim yeni baldızım ve bana bir İstanbul şakası daha yapılıyor. B, hizmetçi. C, uzaktan bir akrabanız ve aranızda kesinlikle bir ensest mevcut değil. D, hepsi. Başka şok kabul etmiyorum çünkü sana süpürge ettiğim saçlarıma bunun hesabını veremezsin.”
Efken, “Tanımıyorum,” dedi kolumu sıkıca kavramaya devam ederken.
“E şıkkı Ferhunde?” diye sordu İbrahim bana garip garip bakarak.
“Ferhunde mi? Diziyi izliyordun, değil mi?
İbrahim birden irkildi. “F şıkkı nasıl yani sen de mi biliyorsun lan?”
“Seni tanıyorum,” dedim onu inandırma isteğiyle. “Gerçekten oradan geldim. Bu adam da beni esir etti. Bir kanalda fotoğrafını gördüm, bir programa çıkmış seni arıyorlardı.”
“Müge Anlı’ya mı çıktım kız?”
Karakteri mi böyleydi yoksa şaşkınlıktan ne dediğini mi bilmiyordu bir türlü anlamamıştım. “Bak söylemeye çalıştığım, kim olduğunu biliyorum ve geldiğim yerde seni arıyorlar. İstanbul’da.”
“Yeter,” dedi Efken beni kolumdan tutup çeke çeke karların içinde eve doğru sürüklemeye başladığında. “Bu kadar saçmalık yeter.”
Kendimi geri çekmeden ve direnmeden Efken’in arkasından ilerlemeye başladığımda İbrahim de bizi takip ediyordu. Verandanın önüne geldiğimizde kolumu bırakıp, “Duydukların doğru,” dedi İbrahim’e dönerek. “Bu kız senin geldiğin şehirden geldiğini iddia ediyor ve şimdi onu Düş Kapanı’na götüreceğim.”
İrkilerek Efken’e döndüm, bileğim hâlâ avucunun içindeydi. “Düş Kapanı mı?”
“Evet, bir tanıdığıma seninle ilgili sorular soracağım.” Bileğimi bırakmadan hemen önce beni basamaklara doğru itti. “Git, Yaren sana cinsiyetini ayırt edebileceğim bir şeyler versin. Arkadan on iki yaşındaki hâlime benziyorsun.”
“Burada neler olduğunu söyle bana,” dedi İbrahim, şimdi gerçekten ciddiydi. “Bu kız bana İstanbul’dan geldiğini söyledi, ismimi biliyor, sizi tanıyor ve sen de onun oradan geldiğini söylüyorsun. Onu nereden buldun, Efken?”
“Sana hesap vermeyeceğim,” dedi Efken sertçe. “Hem sen burada ne arıyorsun lan? Eceline mi susadın?”
İbrahim onu duymuyormuş gibi bana bakmaya başlayınca Efken, İbrahim’in omzuna sertçe vurarak onu itti, İbrahim birkaç adım geri sürüklendi, az daha karların arasına saplanacağını düşünmüştüm.
Gözlerini benden ayırıp Efken’e çevirirken, “Böyle bir şey mümkün olabilir mi?” diye sordu şaşkınlıkla. “Gerçekten geldiğim yerden gelmiş olabilir mi? Eğer gelmeseydi, orayı nereden bilebilirdi, değil mi?” Heyecanlı ela bakışlar bana çevrildi. “Söyle bana, birileri sana benim hikâyemi anlatmadı, sen de sırf bu yüzden böyle bir oyun oynamıyorsun, değil mi?” Duraksadı. “Öyle olsa Yaprak Dökümü’nü nereden bilebilirsin ki?”
“Ben İstanbul’dan geldim,” diyerek başımı salladım. “Gözlerimi açtığımda burada, bu adamın evindeydim, beni hırsızlıkla suçladı ve…” Efken birden bana doğru dönünce susup onun uçurum mavisi gözlerine baktım, konuşmama bile izin vermiyordu, bana karşı ufacık bile olsun merhamet duygusu hissetmediğini o kadar net görebiliyordum ki. Kaburgalarımdan yukarı tırmanmaya başlayan duygunun ismi neydi bilmiyordum ama elinde bir bıçak tuttuğunu, kalbime karşı bir tehdit olduğunu biliyordum. Çaresizce suskunluğumu giyindim ve ona baktım, başka yapacak bir şeyim yokmuş gibi geliyordu.
“Sana neden burada olduğunu sordum!” diye kükredi Efken, sesi ruhumun kumdan bir kale gibi yıkılarak içime yığıldığını hissettirdi bana. İbrahim üzerinden atmaya çalıştığı şaşkınlıkla bir bana bir Efken’e bakıyordu. Efken eğer İbrahim’in bu hâli biraz daha sürecek olursa onun canına okuyacakmış gibi duruyordu. Efken’in öfkesi gözlerine öyle hızlı yayıldı ki bu ihtimalin büyüklüğünü fark ederek tıpkı denizin yüzeyine çıkan çürümüş bir ceset gibi öne atılarak aralarına girdim.
Efken birden gözlerini aşağı indirip, kafasını hareket ettirmeden beni izlemeye başladı. İbrahim’in de bana baktığını hissedebiliyordum ama sırtım ona dönük olduğundan onu göremiyordum.
Efken başını hafifçe yana doğru eğdi ve bana acımasız gözlerle bakarak, kelimeleri dilinin altında eziyormuş gibi öfkeyle, “Seni öldürürüm,” dedi.
“Biliyorum,” diye karşılık verdim çenemi dikip ona meydan okur gibi baktığım sırada. “Bunu defalarca kez söyledin zaten. Ve evet, kaçmak istedim, ölüme rağmen, ölebilecek olma ihtimalime rağmen kaçmak istedim. Neden biliyor musun? Çünkü o kadar kötüsün ki, yanında olan hiç kimsenin aslında istedikleri için senin yanında olmadıklarına, mecburiyetten sana katlandıklarına eminim. Öleceğimi bile bile senden kaçtım çünkü ölüm bile senden daha güvenli hissettiriyor.”
Uzunca bir süre bakıştık, gözleri kötülükten siyaha dönmüş bir kalbin üzerine yağan kar taneleri gibiydi, simsiyah kalp karla kaplanmış olmasına rağmen kar kalbin üzerine yağmaya devam ediyordu. Efken’in gözleri beni önce içinde büyüttüğü cehennem alevlerini tatmam için içeri kabul etti, ardından göz bebeklerindeki cehennem kapıları aralanmaya başladı, bakışları cehenneme okyanusunu kurmuş lavlar gibi üzerime akmaya başladı ve yandığımı hissettim. Oysa kar taneleri saçlarıma, yüzüme ve ona tutunan bakışlarımın üzerine dikili kirpiklerime düşmeye devam ediyordu.
“Çok yanlış kişiyle bu şekilde konuşuyorsun,” diye fısıldadı İbrahim uyarmak istiyor gibi ama ona aldırış etmeden başımı iki yana sallayarak beni yutan cehennem çukuru gözlere bakmaya devam ettim.
“Öyle karanlıksın ki, eminim göğsünün altındaki kalbin bir şansı olsaydı senin sıcak göğsünün altında olmaktansa, şu karların arasında donmayı seçerdi.” Ona doğru bir adım attım. “Şimdi beni öldürecek misin? Öldüremezsin. Çünkü o aptal kart senin için ne ifade ediyor bilmiyorum ama o kart babaannemdeydi, bu da beni önemli biri yapar çünkü çözmen gereken bir sır var, öyle değil mi?” Gözlerimi kısıp ona acıyarak bakmaya çalıştım. “Bir daha değil kolumu sıkmak, koluma dokunacak dahi olursan ömür boyu babaannemin kim olduğunu çözmeye çalışmak zorunda kalırsın. Neden tüm bunlardan bu kadar eminim biliyor musun? Şansın varken beni öldürmedin. Çünkü Efken Karaduman, benim sana muhtaç olduğum kadar, sen de bana muhtaçsın.”
“Bu kelimelerinin her birinin, hatta bu kelimelerdeki her birinin bedeli çok ağır olacak, Medusa,” dedi Efken sadece gözlerimin içine bakarken. Yüzü çeliktendi, ifadesiz, kurşungeçirmez, soğuk… Ruhsuzdu. Ama söylediklerim bir noktada eğer varsa kalbine dokunmuş olmalıydı ve yine eğer varsa şunu beynine sokmalıydı, bana nasıl davranması gerektiğini ona öğretecektim.
“Mekânda olan bir problemi söylemek için gelmiştim,” dedi İbrahim ortamı yumuşatmak istiyormuş gibi. “Ulaş sana ulaşamamış, beni gönderdi. Tabii geldiğimde burada toprağımı görmeyi beklemiyordum.”
Konuyu değiştirmesi ortamı yumuşatmaya yetmedi, Efken hâlâ delici, felaketi sırtında taşıyan mavi gözlerle bana bakmayı sürdürüyordu. “Pekâlâ,” dedi İbrahim derin bir nefes alarak. “Şu an gerçekten şok geçiriyorum ama birbirinize öyle bakmayı sürdürürseniz arkama bakmadan kaçacağım. Üstelik burada çözmem gereken şeyler olduğu da apaçık ortada.”
“Çözmen gereken şeyler yok,” dedi Efken, sesi gayet netti ama benim ondan çok İbrahim’e ihtiyacım vardı. Burnuma kadar battığım bu bokun içinden çıkabilirsem İbrahim sayesinde çıkabilirdim. Belki de onun bir yolu vardı, evime nasıl döneceğimi biliyordu ama sırf Yaren için bu şansı kendi kullanmıyordu.
Bana dokunmadı ama gözleri eve girmemi, üzerimi değiştirmemi ve ona ayak uydurmamı söylüyordu. Yine de İbrahim’den duyacaklarıma ihtiyacım vardı, bu yüzden elimden geldiğince direnişi sürdürecek, Efken’e meydan okuyacaktım. “Gidip giyin,” dedi üzerine basa basa.
“İbrahim’den bilgi almadan hareket etmeyeceğim,” dedim canıma susamış gibi.
Şu an yaptığım tek şey onun sabrını sınamak gibi duruyordu ama hayır, ben bildiğimi, yani olması gerekeni yapıyordum. Efken sabır dilenir gibi gözlerini yukarı kaydırıp dövmeli parmaklarını siyah, ıslak saçlarının arasından geçirerek, “Sikeceğim şimdi inadını,” diye homurdandı. “Sabrımı sınamaktan vazgeç ve sana dediğimi yap, aksi takdirde gerçekten bedelini ağır ödeyeceksin ve artık duydukların tehdit olmayacak, gördüklerin yapacaklarım olacak.”
Bir an geri çekilmek en mantıklısı gibi göründü ama bunu yaparsam ondan korktuğumu düşünüp hem söylediklerinin hem de yaptıklarının şiddetini arttıracaktı. Onun gözlerinde bir romanın koparıldıktan sonra yere bırakılan sayfaları gibi dağılarak düştüğümü görüyordum. Sanki o da bana baktığında gözlerimde onu cayır cayır yakan bir ateş görüyordu, belki bu benim hayal gücümün bir oyunuydu ama mavi gözlerine baktığımda hislerimin yürüdüğü sokağın adı bile bana bunu hatırlatıyordu.
Bir fırtına çıkarmak istiyordum. Ve biliyordum ki, fırtına önce çıktığı yeri dağıtırdı.
Bakışları insanların kalbine kötülük eken şeytanın bakışlarına benziyordu, en karanlık ve derin kötülükler onun gözlerindeydi ama bir zamanlar o gözlerden tanrı için çok gözyaşları akmıştı.
Düşüncelerimin farkındaymış gibi gözlerini gözlerime daha derin bir darbe şeklinde indirdi ve alnındaki damarın düşüncelerine ait bir kökmüş gibi kabararak çarptığını fark ettim. Parmaklarını tenine gömen o canavarın gözlerinin arkasında beni izlediğini biliyordum ama vazgeçmeyecektim. Sonunda derin bir nefes alarak, “Giyinip gel, sonra da ona ne soracaksan sor. Ama hızlı olmazsan hiçbir soru soramazsın, sorsan bile ondan cevap alamazsın çünkü onun dilini kopartırım.”
Yakaladığım fırsatı elbette değerlendirecektim. Hızla onun yanından geçip verandanın basamaklarını tırmanmaya başladım, onu geride bırakırken bir kelime ya da bir bakış bile vermemiştim ona, duymak istediğimi duymuş ve zaferle tırmanmıştım karla kaplı basamakları. İçeri girdiğimde her şeyden bihaber Yaren yeni uyanmışa benziyordu, elinde bir fincan kahveyle koridorda dikilmiş beni izlerken kafası karışmış gibiydi. Üzerimdeki şişme monta baktı ve biçimli ince kaşlar havaya kalktı.
“Abimin montlarını giymenden çok bu montu seçmiş olmana şaşırıyorum,” dedi içten bir sesle. Hızla ona yönelerek dibinde bittim ve omzumun üzerinden arkama doğru baktım.
“İbrahim dışarıda,” dedim heyecanla, Yaren bir an şokla yüzüme baktı, sonra bakışları sokak kapısına kaydı ama çok geçmeden yeniden beni buldu. “Beni dinle, sevgilini tanıyorum! Hem de İstanbul’dan!”
“Ne?”
“Duydun,” dedim hızlı ve nefes nefese. “Sana her şeyi anlatacağım ama acele etmem gerek, bana kıyafetlerinden ödünç verebilir misin?”
“Elbette veririm,” dedi, gözlerinde çağlayan merakı görebiliyordum ama acelem olduğundan ona bir şey diyememiştim. Odasına geçtiğimiz gibi üzerime geçirebileceğim birkaç parça kıyafeti dolabından çıkarıp yatağın üzerine serdi ama seçme şansım yoktu, isteğim olduğu da söylenemezdi. Bu yüzden elime ilk geçen siyah boğazlı badiyi ve siyah kalın taytı bedenime yeni derim onlarmış gibi sararak yine Yaren’e ait siyah kürk ceketi üzerime geçirdim. Siyah saçlarım temizdi, şampuan kokusunu hâlâ alabiliyordum ama gür oldukları için biraz kabarmışlardı. Parmaklarımla saçlarımı tarayıp hızlıca odadan çıktım, Yaren de arkamdan çıkmıştı ama konuşmuyorduk, ben önde, o benim arkamda koridorda öylece yürüyorduk.
“Mahinev,” dedi sokak kapısına yaklaştığım sırada. Durdum ve ona baktım. Koyu renk gözleri kapı ve bedenim arasında dolaşırken yüzünde tedbirli bir ifade belirmişti, söyleyeceklerini önceden düşünmüş gibi görünüyordu. Sanırım yaşanan kısa sessizlik ânında kafasında tasarladığı bazı cümleler olmuştu. Belki de yalnızca kelimeler… “İbrahim bilmiyor.”
“Neyi?”
“Nasıl geri döneceğini,” dedi, birden sol kaburgam arkaya doğru yatarak kalbime yaslanacak sandım, dudaklarımı yalarken gözlerimde beliren hayal kırıklığını ondan saklamak ister gibi gözlerimi zemine indirip başımı salladım. “Sadece hayal kırıklığına uğramanı istemiyorum. Umut seni öldürür.”
Ama benim umut etmekten başka çarem yoktu.
Başımı tekrar sallayıp, “Anlıyorum,” dedim yavaşça. “Peki ya Mustafa Baba dedikleri adam, o bir şeyler biliyor mudur?”
“Mustafa Baba çok büyük bir medyumdur,” dediğinde bir an kasılıp şaşkınlıkla Yaren’e baktım, az önce ormanda gördüğüm görüntüyü hatırlatan kelimeler dudaklarından bir adamı tasvir etmek için dökülmüştü. “Bir bildiği illaki vardır ama İbrahim’e yardım edememişti.”
“İbrahim onunla görüştü mü?”
“Evet,” dedi. “İlk geldiği zamanlar.”
“Ya sonra?”
“İbrahim gitmekten vazgeçti,” dedi Yaren, sesi bir şiirin son dörtlüğünde ölen kadının duran nabzı kadar ıssızdı.
“Ama ben vazgeçmeyeceğim,” diye fısıldayıp yavaşça kapıdan çıkarak Yaren’i arkamda bıraktım.
Efken ne zaman hazırlanmıştı bilmiyordum ama çoktan giyinmiş, verandanın önünde sigarasını içiyordu. Birkaç metre uzağında İbrahim verandanın dışındaydı, sırtını verandanın korkuluklarına yaslamış ormanı izliyordu. Aralarındaki sessizlik kısa süreliğine huzursuz hissetmeme neden olsa da büyük adımlarla verandanın basamaklarını inip, Efken’i yok sayarak, “Buraya nasıl geldin?” diye sordum, direkt konuya dalmış olmam dalgın İbrahim’in sıçramasına neden olsa da bakışları bana çevrildiği an yüzünü daha sakin duygular doldurdu.
“Bilmiyorum,” dedi yüzüme sonu ölümle biten bir romanın son sayfasını çarpıyormuş gibi. Kalbim katlettiği her umut için bir an tüm atışlarını durduruyor, ardından bir sonraki ceseti görene kadar yavaşça çarpmaya devam ediyordu. Ona çaresizliklerin bir mezara uzanan ölü bir kadın gibi uzandığı gözlerimi diktiğimde başını iki yana sallayıp avuç içlerini kaldırdı; avuç içlerine baktım, avuç içleri boştu. Ellerinde hiçbir şey yoktu.
“Benim gibi,” dediğimde beni onaylayan kederli ela gözler gözlerimdeydi. “Hiçbir şey hatırlamıyorsun, öyle mi?”
“Kar Ormanında uyandım. Gözlerimi açtığımda şafak söküyor, gün beyaza dönüyordu.” Onlar gibi konuşuyordu, konuştuğu süre boyunca gözümü bile kırpmadan onu izlemeye devam ettim. “Uykuya dalmak gibi değildi, sanki… Sanki uyumadan bir rüya görmek gibiydi. Bazı sesler duydum, gölgeler, beni korkutan şeyler…” Gözlerini karlara indirip derin bir nefes aldı. “Kılıç sesleri.”
“Kılıç sesleri mi?”
“Evet.”
Benim yaşadıklarıma son derece yakın şeylerden bahsediyordu.
“Ben de bazı sesler duydum, bazı şeyler gördüm sonrasıysa tamamen karanlıktı. Hiçbir şeyi hatırlamıyorum.”
“O zaman sevinebilirsin, ikimiz de aklımızı kaçırmadık,” dedi İbrahim ellerini kotunun ceplerine koyup, sırtını verandanın ahşap korkuluklarına daha sert yaslayarak. “Bak, buraya geldikten sonra geri dönebilmenin bir yolu yok. Ne telefonla ne de internetle oradan kimseye ulaşamadım, dahası da var, internette geldiğimiz yerle ilgili tek bir sonuç bile çıkmıyor. Aslına bakacak olursan, internete girdiğinde sadece burada var olan şeyleri bulabiliyorsun.” Derin bir nefes aldı. “Sevdiğim grupları dinleyemiyor, Facebook sayfamda komik videolar paylaşamıyorum ve takım arkadaşlarımın beni etiketlediği aptal fotoğraflara binlerce gülücük emojisi atamıyorum.”
“Boyut atladığımızı mı söylemeye çalışıyorsun?”
“Söylemeye çalışmıyorum.” Omzunun üzerinden bana baktı. “Söylüyorum.”
Efken’in sigarasının çıtırtısı zihnime dolup dursa da bakışlarımı İbrahim’den ayırmadım. Burada akla mantığa sığmayan şeyler oluyordu, gördüğüm onca şeyden sonra boyut değiştirmiş olmamız çok da garip gelmemeliydi çünkü kafamı kaldırdığım anda gökyüzündeki buz tutmuş dolunayı görebilirdim. Efken’in en azından dalga geçeceğini ya da bizi küçümseyecek onur kırıcı şeyler söyleyeceğini düşünmüştüm ama düşündüğüm olmamıştı, o gerçekten sessizdi.
“Peki buna sebep ne olabilir?” Kafamda binlerce soluğu küf kokan teori vardı ama zihnime öyle bir düğüm atılmıştı ki kendimi aptal gibi hissediyordum. “Yani diyelim ki öyle bir şey oldu ve biz boyut atladık, bunun bir sebebi olmalı, değil mi? Başka boyut atlayan insanlar var mı?”
“Ne zamandan beri buradasın?”
“Bir hafta olacak,” dedi Efken birden, o kadar olmuş muydu? Ona bakmadım ama onun bizi izlediğini hissedebiliyordum. İbrahim derin bir nefes aldı.
“Üç yıl önce ben de bu zamanlar gelmiştim,” dedi. “Üç yıldır burada benden başka oradan geldiğini iddia eden insana rastlamadım, rastladıklarım da turistlerdi ve onlar da bu dünyaya aitlerdi.” Kafam iyice karışmıştı, sadece onun gözlerine bakıyordum. “Sanırım yılın sadece bu zamanları geçiş yapılıyor, en azından ikimizin de aynı ayda gelmiş olmamız bunu gösteriyor.”
Hatırladıklarımla ürperdim. “Gelmeden önce… İstanbul’da garip şeyler oluyordu,” dedim. “Her yıl oluyordu. Mutlaka sen de denk gelmişsindir bir tanesine.”
“Doğa olayları mı? Her yıl ocak ayında depremler, seller, yangınlar ve yırtıcı hayvan saldırıları olur, evet,” dedi sakince. “Benim geldiğim yıl dünyadaki tüm saatler durmuştu, o günü hatırlıyor musun?”
“Evet,” dedim. “Doğum günü mumumu üflediğim ânı hatırladığım kadar net hatırlıyorum.” Derin bir nefes aldım. “Doğum günümü kutluyorduk ve birdenbire telefonlarımızdaki, duvardaki, televizyondaki ve kollarımızdaki tüm saatler durdu. Sadece dokuz dakikalık bir şeydi, dolunayın bir etkisi olduğunu, mekaniklere zarar verdiğini falan zırvalamışlardı.”
“İşte o olaydan birkaç gün sonra buraya geldim,” dedi İbrahim.
“Yani söylemeye çalıştığın şey, bu doğa olaylarının boyut atlamakla bir ilgisi olabileceği mi?” Ona beklentiyle baktığımda yalnızca gözlerini kırparak beni onayladı. “Umarım sadece aklımı kaçırmışımdır ve bu, yattığım deli yatağında aldığım sakinleştiriciler yüzünden gördüğüm bir halüsinasyondur.”
“Maalesef,” dedi İbrahim verandadan doğrulup ellerini ceplerinden çıkararak. “Burada her şey öyle çok gerçek ki, önceden yaşadığın her şeyi yalan kılıyor.”
“İnanırsam dağılırım,” dedim yavaşça. “Yukarıdaki dolunayı gördün mü? Gökyüzündeki.” Gözlerini yeniden kırparak beni onayladı. Sinirlerim altüst olduğundan gözlerim yanıyordu ama ağlamayacaktım, güçlü durmaya çalışarak başımı iki yana salladım. “Keşke ben görmeseydim. Ormana da bir şey düştü az önce, kalkan gibi ormanı içine aldı ve şeffaftı.” İbrahim duraksadı, tam ağzını açacaktı ki Efken’in öflediğini duydum.
“Öf, cidden,” dedi, gözlerini devirdiğine emindim. “Boyut atlamalar, kalkan görmeler falan…”
“Gökyüzündeki buzlu dolunay normal, ormanı bir kalkanın altında görmem anormal, öyle mi?” Ona doğru döndüm. “Neden bu kadar gaddarsın? Senin bizim neler hissettiğimiz hakkında bir fikrin var mı?”
Omuz silkip, “Bana ne?” dedi sorar gibi, omzunun üzerinden bana çevrilen boş bakışlarında duygu bulmak, çölde bir damla su bulmak kadar zordu. “Hadi, yürü gidiyoruz.”
Soracaklarım daha bitmediğinden gözlerimi İbrahim’e çevirdim ama sığır Efken, “Yürü!” diye kükreyince dişlerimi sıkarak önüme döndüm.
“Ben kalayım mı, baklavam? Kapının önüne köpek lazımdır belki, bağla beni verandanın korkuluğuna…” dedi İbrahim yılışık bir tınıyla, Efken ona öldürücü bir bakış atınca sevimli sevimli bakarak karşılık verdi. “Bak bağla bile diyorum, Yaren’in yanına yaklaşamam. Uslu uslu sen gelene kadar havlarım orada.”
“Bir daha onun adını ağzına alacak olursan senin ölünü dirini sikerim,” dedi Efken sertçe, bakışlarına doluşan fırtına bulutları bir intiharın boynuna astığı idam ipi gibiydi.
İbrahim susarak geri çekildi. “Gideyim ben o zaman, kırılan kalbimi de alayım çekip gideyim…”
“Siktir git.”
“Çek git bebeğim uzaklara, çek git…” İbrahim kollarını bedenine sarıp kendi kollarını okşayınca bir an bir akıl hastası olabileceği düşüncesi zihnimin orta yerinde çiçek gibi açtı. Belki de olduğum yer bir deli hastanesiydi, Efken beni gitgide kafayı yemem için ilaçlarla uyuşturan doktor, İbrahim de yan yatakta yatan diğer deliydi, Yaren de tuzluktu belki ve Leyla ile Mecnun yarım kaldığı için yüreğim çok buruktu.
İbrahim yavaşça bizden uzaklaşırken dramatik dans figürleri sergileyerek bağıra bağıra şarkısına devam etti: “Bavulunu topla bebeğim, çek git…”
Karların içinde zıplayarak bize doğru döndü, geri adımlar atarken elini dramatik bir klip çekimindeki Seda Sayan gibi acılar içinde bize doğru uzatarak, “Döndün gittin bir hoşça kal demeden,” diyerek şarkısına devam etti. “Şimdi bakarım ardından, yalnızım ben…” Birden dengesini kaybedip kalçasının üzerine düşüp karlara saplanınca kaşlarım çatılmış, aralanmış dudaklarımla dehşet içinde ona baktığımı fark ettim. İbrahim karların içinde tepinerek güçlükle ayağa kalktı, üzerindeki karları silkeledi ve geri adımlar atarak elini ağır ağır sallamaya ve bizden uzaklaşmaya devam etmeye başladı. “Bu şarkı sadece sevenler için, seviyorum deyip sevmeyenler için değil! Sadece yürekten sevenler için! Senin için ölürüm deyip yalan atanlar için değil!..”
Şaşkınlıkla, “İbrahim bu mu?” diye sorduğumda Efken burnundan sert bir nefes vererek alayla güldü ama gülüşü içimi buz tutturmuştu.
“Sen de durmuş bu hastanelik deliye soru soruyorsun.”
İbrahim’in sesi şimdi uzaklardan gelen bir yankıydı…
“İstanbul’da onu arıyorlar,” dedim, duraksadım. “Ah, dur! İbrahim, bekle!” İbrahim durmadı, arabasına binene kadar bağıra bağıra şarkılar söyledi ve sonra aracına binip gözlerimin önünden bir sayfanın son cümlesi gibi yeni sayfa çevrildiği an gözden kayboldu. “Dostlarından bahsedecektim…”
“Dostları mı?”
“Takım arkadaşları, basketbol oynuyordu sanırım. Onu arayan takım arkadaşlarıydı, başka kimsesi yokmuş.” Yutkundum, Efken’in şaşkınlığını çok kısa süreliğine de hisseder gibi oldum ama sonra bu şaşkınlık havanın soğuk kollarında boğulmuş gibi yok oldu.
Efken’in yürümeye başladığını fark edince afallayarak ona baktım, sonra da onu takip etmeye başladım. İçimde tam olarak nereye gideceğimizin belirsizliği olsa da onu takip etmekten başka çarem yoktu. Aslında kime gideceğimizi biliyordum, sadece nereye gideceğimizi bilmiyordum ve bu şehir beni korkutuyordu. Efken evin arkasına doğru dolandı, ben de onu takip ettim ve evin köşesini döndüğüm anda büyük, siyah bir cip hemen karşımda tüm ihtişamıyla belirdi. Efken siyah deri ceketinin yakalarını kaldırıp esmer boynunu deri ceketin yakalarının içine gömdü ve cebinden çıkardığı uzaktan kumandayı kaldırıp kumandaya bastı. Tok bir ses akabinde aracın ön farlarını hafifçe yaktı ve geri söndürdü. Cipe dikkatle baktığımda epey pahalı bir model olduğunu anlamıştım. Land Rover Defender modeline çok benziyordu, hatta birebir o modelin aynısıydı diyebilirdim. Efken aracın sürücü kapısını açıp kolunu kapının üzerine yaslayarak gözlerini bana doğru çevirdi. Yavaş attığım adımlar sabrını sınıyormuş gibi bir hâli vardı ama hem hastaydım hem de yorgun düşmüştüm, o yüzden beni hızlı yürütmesinin imkânı yoktu.
“Sana bir baston ayarlamamı ister misin?” diye sorduğunda sesine düğümlenmiş alay yüzümü ekşitmeme neden oldu. Nihayet aracın önüne geldim, ön sürücü koltuğuna ulaşmak için ön kapıyı açtım ve Efken’e bakmadan yüksek cipe binip konforlu koltuğa yerleşerek emniyet kemerini çekip göğsüme doğru indirdim. Emniyet kemerimi taktığım sırada hâlâ açık duran aracın kapısına yaslanmış duruyordu ama şimdi gözleri aracın içinde, yani bendeydi. Gözlerimi kaldırıp ona bakarken tokayı geçirmiştim.
“Binecek misin yoksa onu yerine sana bir tekerlekli sandalye ayarlamamı ister misin?”
Gözlerini yukarı doğru kaydırmasıyla gözünün beyazı göründü, burnundan sert bir nefes verip sabır dileniyormuş gibi başını iki yana sallayarak araca bindi. Cipin şu ana dek gördüğüm ciplerin aksine vitesi vardı, içerisi gri ve siyahın tonlarındaydı ve döşemeler deriydi. Efken emniyet kemerini bağlama gereği duymadan cipin güçlü motorunu çalıştırdı ve motordan gelen gürültü aracın içini bir erkeğin hırıltısı gibi doldururken Efken kaslı kolunu koltuğun arkasına yaslayarak geriye doğru baktı ve aracı büyük bir ustalıkla geriye doğru sürmeye başladı. Karların içine gömülmüş lastik izlerinden ilerlediğimizden midir bilinmez araç çok sarsılmıyordu ama yine de engebeli bir yolda olduğumuzu hissettiriyordu.
“Gittiğimiz yerde boşboğazlık etme,” dedi uyarır gibi, ona değil geriye doğru ilerleyen aracın ön camındaki yavaşça uzaklaşan evin görüntüsüne bakıyordum. Direksiyonu çevirdi, araç birden öne doğru güçlü bir yırtıcı gibi atıldı ve karların arasında hiç zorlanmadan sudan farksız şekilde akmaya başladı. “Seni götürdüğüm yerde bizi bekleyen adam laubalilikten, boşboğazlıktan hoşlanmaz. Çok konuşan ve sorgulayan insanları da sevmez. Yani seni sevmez.”
Bakışlarımı karla kaplı yola çevirdim, önce yavaşça yukarı doğru tırmandık, sonra patikadan aşağı doğru salındık ve araç aniden daha da hızlandığı için irkilerek döşemelerin kenarına tutundum. Torpidonun üzerinde siyah bir sigara paketi ve beyaz bir çakmak duruyordu, aracın hızı ve aniden yokuş aşağı salınması yüzünden çakmak kayarak camdan tarafa yaslanmıştı.
“Mustafa Baba dediğiniz adamın yanına gidiyoruz, değil mi?”
Kaşlarını kaldırıp, “Sinsi bir yılansın,” diye mırıldandı. “Bundan sonra kabarık bir kulağın olduğunu kendime sık sık hatırlatırım.”
Bana yılan demesine aldırış etmeden, “Medyum mu?” diye sordum. “Yani o adam…”
“Öyle olduğunu söylerler.” Bana değil, yola bakıyordu.
“Peki öyle mi?”
“İnanır mısın böyle şeylere? Medyumlara, büyücülere, falcılara falan?”
Başımı iki yana salladım. “Hayır. Yani inanmazdım ama inanamayacağım kadar garip birçok şeyin içinde olduğum gerçeğini önüme koyunca, inanmamak biraz ahmaklık olurmuş gibi geliyor.”
“Sen zaten ahmaksın,” dedi düz düz.
“Başlama,” diye homurdandım. “Senin de tarot kartların vardı, demek ki inanıyorsun.”
“Doğduğumdan beri o kartlar bana ait,” dedi inanmakla ilgili olan tezimi dirseğiyle masanın diğer ucuna iterek. “Artık parçam gibiler.”
“Hiç fal baktın mı?”
“Sana ne?” Hâlâ bana değil, yola bakıyordu ve suratındaki ifadesizlik beni deli ediyordu.
“Azize kartı eksikti, o zaman fal bakmamışsındır,” dediğim anda gözlerini birden yüzüme çevirip, susmam gerektiğini hissettiren bakışlarını göğsümdeki yel değirmenleriyle dolu araziye bir yıldırım gibi gömdü. Gözlerini benden geri çektiğinde bakışlarım ondan ayrılmadı ama artık yüzünde olduğu da söylenemezdi, gözlerimi ellerine indirmiştim. Direksiyonu sıkı sıkı kavrayan dövmeli elleri kemikli ve güzel görünüyordu, o ellere baktığımda ruhuna is gibi sinmiş gücü hissedebiliyordum; bu garipti.
“Azize kartı olmadan gördüklerim hep eksikti,” dediğinde bunu beklemediğim için gözlerimi ellerinden ayırarak doğrudan ileriyi izleyen profiline takılıp kaldı. Efken aracı biraz daha hızlandırdı, indiğimiz yokuş bir düzlüğe kavuştu ve etrafımı izlemeye başladım, yolun iki yanını saran ağaçların ağırladığı karların beyazlığı gözümü aldı. “Bir şeyler görüyorum, doğru.”
“Nasıl şeyler?”
“Geçmiş ve gelecek, bazen şimdi. Ama bunları sadece o kartlar elimdeyken yapabiliyorum. Azize’nin eksik olması bir şeyi değiştirmiyordu, görmeye devam ediyordum.” Bu itiraf derin bir sarsıntı oluşturmuştu zihnimde. Gözlerimi bir kez daha ona çevirdiğimde o da gözlerini bana doğru çevirdi ve bakışlarımız dağın üzerinden kayan çığ gibi birbirine tutunarak ama yıkımı da beraberinde var ederek birbirlerine tutundu. “Bu benim lanetim.”
“Lanet mi?”
“Evet,” dedi. “Lanet.” Gözlerini gözlerimden çekmeden aracı sürmeye devam ediyordu. Ne demeye çalıştığını anlayamadığım için bir tepki veremiyordum ama uçurum mavisi gözlerinde gördüklerim eğer gerçekten görebildiklerimse, onu olduğundan daha mutsuz hissettiren bir şeyler vardı.
“Görmeyi istemiyor musun?”
“Sana bunları neden anlatıyorum ki?” Dudağının kenarı zehirli bir çiçeğin sarmaşığı gibi kıvrıldı.
“Beni öldürmen için bir sebebin olsun diye,” dedim pat diye. Duraksadığını hisseder gibi oldum ama renk vermeden gözlerini kısaca yola çevirip ardından tekrar bana baktı. “Sonuçta seninle bir şeyler bilirsem bu ölmem için yeterli bir sebep olur, değil mi?”
“Sivri kulakların var,” dedi sadece, soruma herhangi bir cevap vermedi. İçimdeki şüphe ateşi yükselerek harabe duvarın üzerinde uzanan bana benzeyen kadının saçlarını yakınca, kadın kafasını kaldırıp aşağıda yanan alevlere kızıl gözleriyle baktı. Onu gözlerimin önünden uzaklaştırmak ister gibi kirpiklerimi bir perde misali aşağı çektim ve gözlerimi yumup derin bir nefesi ciğerlerime misafir ettim.
“Babaannemin kim olduğunu merak ediyorsun, değil mi?”
“Evet,” dedi, ilk kez benimle sakin konuştuğunu düşünüyordum ama yine de öyle soğuktu ki, her an yeniden buzdan fırtınalar koparabilirmiş gibi hissediyordum. “Karta nasıl ulaştığını, neden onda olduğunu,” bakışlarını omzunun üzerinden bana çevirince uçurum mavisi gözlerinin şimdi daha açık bir renk olduğunu fark ettim, “ve neden sana verdiğini. Hepsini merak ediyorum. Öğrenmeden de bu işin peşini bırakmayacağım.”
“Boyut değiştirdiğimi düşünürsek, ki bu gerçekten kulağa delilikmiş gibi geliyor, babaannem şu an geldiğim yerde. Onu nasıl göreceğini sanıyorsun?” Ellerimi dizlerimin üzerine koyup avuç içlerimi yüzüme doğru açarak avuç içimdeki çizgileri izlemeye başladım çünkü gözlerine bakmak ecelle dans etmek gibiydi.
“Gerçekten boyut atladığına inanıyor musun yani?” Bana garip garip baktığını hissettim ama o bakışlara karşılık vermedim. “Perilere falan da inanıyor musun?”
“Tarot kartlarıyla bir şeyler gören adam mı soruyor bunu?” Dudaklarımı birbirine bastırıp birkaç saniye bekledim, cevap vermeyeceğini anlayınca gözlerimi ona çevirdim, düşündüğüm gibi bana bakıyordu. “İster inan ister inanma, ormanı saran kalkanı gördüm, sonra o kalkan birden çatladı ve çok geçmeden kayboldu.”
Gözlerimi sabit, ifadesiz gözlerle izledikten sonra, “Ateşin tam olarak düşmemiş olabilir,” dedi tükürür gibi. “Gökyüzünde buzdan bir dolunay gördüğün için her şeyi doğaüstü şeylere yoruyorsun.”
“Gördüğüm şey çok normal bir şeymiş gibi.”
“Yine başlama.”
Ona hiçbir şeyi kanıtlayamayacağımı anladığımda kollarımı bedenime, bedenimi tüm düşüncelerimden korumak istiyormuş gibi sararak yolu izlemeye başladım. Eski yapıların olduğu bir yolda ilerliyorduk, o kadar çok yıkılmış gibi görünen taş bina vardı ki, bir süre sonra saymayı bırakıp hepsinin hayaleti anımsatan varlığını normal karşılamaya başlamıştım. Araç yeniden bir koruluğa girdi, taş binaları arkamızda bıraktığımızı her yanı sadece ağaçlar ve mezar gibi duran kayalıkları gördüğümde anlamıştım. Yol kardan dolayı kaygandı ama araç zorlanmıyordu, ağaçların dalları ise misafir ettiği kar yığıntılarını ara sıra serbest bırakıyordu ve ağaçlardan dökülen karları yakalayan gözlerimi o görüntüden çekip alamıyordum.
“Mustafa Baba’nın yanında saçmalamak yok,” dedi uyarırcasına. İrkilerek ona doğru döndüm, omzumun üzerinden ona bakarken yutkundum ama kaşlarım çatılmıştı. Bana karşı baskıcı konuşmaları beni gerçekten geriyordu.
“Başka bir isteğin var mı ya?”
Bana dişlerinin arasından ürkütücü bir nefes vererek baktı ama bu çatık kaşlarımı gevşetmeme yetmedi.
“Var. Hiç konuşmaman. Öylece yanımda dur ve hiç konuşma. Hatta o kadar konuşma ki senin bir dilsiz olduğunu düşünsün.”
“Hadi ya?”
“Alaycı konuştuğunda seksi olduğunu düşündüğümü falan mı sanıyorsun?” Sert sorusu beni afallatsa da yüzümde herhangi bir duygu değişimi yaşanmadı. “Eğer öyle sanıyorsan, değilsin, ne yaparsan yap seksi olamazsın bu gevezelikle.”
“Seksi olmak isteyen kim ya?”
“Saçmalamayacaksın,” dedi üzerine basa basa. “Anladın mı?”
“Sağır değilim, seni duyabiliyorum.”
“İstediğim cevap bu değil.”
“İstediğin cevabı verecek bir kızı kaçırsaydın?”
“Seni kaçırmadım,” dedi sert, öfkesini iliklerimde hissettiren bir sesle.
“Beni kaçırmasan bile aklını kaçırmış olabilirsin,” diye homurdanarak bakışlarımı koruluğa çevirdim. Koruluğun hemen sağ tarafında bir uçurum vardı, gözlerim uçuruma dokunduğunda bir an tenimden soğuk bir ürperti yürüyüp ruhuma karıştı.
“Ne dedin sen?”
“Dur bir saniye,” diyebildim, hızlanan nefesimi kontrol edemeden sivri ve ölümcül kayalıklarına karlar düşmüş uçurumu izlemeye başladım. Araç ilerledikçe uçurum da benimle birlikte ilerliyor gibiydi. Kontrolsüz bir güdü göğsümü kapladı, tırnaklarımı bilinçsizce aracın döşemelerine bastırıp döşemeleri sökmek istiyormuş gibi kavradığımda, direksiyonun başındaki Efken’in bana dokunan bakışlarını hissedebiliyor ama asla ona karşılık vermiyordum. “Beni daha önce buraya getirdin mi?” Bu sorum onun aklını karıştırmış olmalı ki sadece sustu, bana delirmişim gibi bakıyor olmalıydı. Göğsüm korkuyla kabarırken, “Beni baygınken bile olsa buraya getirdin mi?”
“Delirdin mi? Seni kapımda buldum diyorum. Seni buraya falan getirmedim.” Sesinden anladığım kadarıyla evet, beni buraya getirmemişti.
“Burası nasıl bu kadar tanıdık?” Uçurumun gitgide aşağı doğru derinleşen çukurunu izledim, dibi görünmüyordu, karlara tutunan gözlerim birdenbire yaşlarla dolmaya başladığında Efken şaşkınlıkla, “Ağlıyor musun?” diye sordu, ne yapacağını bilmiyormuş gibi aracı daha da hızlandırdı. “Ne oluyor sana? Hafızanı falan mı kaybettin sen? Burayla ilgili bir şeyler hatırlıyor olmayasın?”
“Ben burayı…” Gözlerimden bir iki damla yaş isteğim dışında, nedenini anlayamadığım bir hızla aktı. Ellerimle gözlerimin kenarlarını silerken bakışlarım hâlâ bizi takip eden uçurumdaydı. “Hiç görmedim ben burayı. Neden böyle hissettiriyor?”
“Nasıl?”
“İçim,” diye fısıldadım ve birden dönüp onun uçurum mavisi gözlerinin içine baktım; işte onun gözleri, bu uçurum gibiydi. “Bu uçurum benim içime işliyor.”
Mavi gözleri gözlerimde bir müddet asılı kaldı. Aracı biraz daha hızlandırdığında gözleri akıp giden yolda değildi; bendeydi. Bana ne kadar kırıcı sözler söyleyip kaba davransa da şimdi bu gözlerde gördüğüm kesinlikle anlayıştı. Anlayış olmasa bile anlamaya çalışmaktı. Onun gözlerinde beni anlamaya çalıştığını görüyordum.
Gözleri benden koparak, “Sana söyleyeyim,” dedi konuyu değiştirmek istiyormuş gibi, “cevapsız kalmaktan hoşlanmam, bana karşı gelinmesinden hoşlanmam, benimle oynanmasından hoşlanmam.”
“Seninle oynamıyorum.”
“Her ne sikimse,” dedi gözleri yoldayken, bakışları ise karmaşıktı. “Her ne bok karıştırıyorsan, yerinde olsam karıştırmazdım.
“Bir bok karıştırmadığımı sen de biliyorsun.”
“İkiletilmesinden de hoşlanmam.”
Derin bir nefes alarak içime dolan o hissin boşalıp beni terk etmesini beklerken sessizdim.
“Zamanla alışırsın bunlara,” dedi ve ekledi, “ne yapman gerektiğine ve ne yapmaman gerektiğine.”
“Zamanla mı?” Çıldırdığını düşünerek baktım ona. “O kadar uzun süre burada kalacağımı düşünüyor olamazsın?”
“Uzun bir süreden bahsetmedim, zamanla dedim.”
“Zaman falan yok, geri dönmem gerek benim.”
Buna cevap vermedi.
“Geri dönemeyeceğimi mi düşünüyorsun?”
“Hiçbir halt düşünmüyorum, çeneni kapat yoksa bilerek şu karşıdaki ağaca çarparım.”
“Sen deli misin?”
“Evet,” dedi sadece, yolu izlemeye devam ediyordu ve yüzü son derece ifadesizdi.
Derin bir nefes aldım. “Buradaki evler hep böyle yıkıntı gibi mi?” Sorum onu duraksattı ama bana bakmadı. “Hepsi taştan ve taşların motifleri epey farklıydı. Güzel bir mimarisi varmış.”
“Geldiğin yerdeki binalar nasıldı?” diye sorduğunda gözlerim onu buldu. Gayet ciddi görünüyordu. Benimle alay etmek için sorduğu bir soru olmadığını anladığımda gururum incindiği yerde tekrar ayağa kalkarak güçlü bir şekilde dimdik durdu.
“Genelde yüksek ve düz renkli binalar,” dedim yavaşça. “Böyle taşları yıkılmış, motifli binaları görmek güçtür.”
Gözlerini yoldan ayırmadan, ciddiyetle, “Yakanın bu kısmında her şey eskidir, insanlar bile,” dedi.
“Sadece bu yakada mı böyle?”
“Evet,” dedi.
“Bana inandın mı?” Sorum üzerine tek kaşını kaldırıp bana omzunun üzerinden baktı. “Söylediklerime inanıyor musun?” diye tekrarladım sorumu. “Çünkü bana geldiğim yerle ilgili soru sordun.”
“Bilmem,” dedi, yüzünde zerre kas oynamamıştı. “İşin aslı, ben kimseye inanmam.” Gözleri yüzümü karışladı. “Ama buraya ait değilmiş gibi konuşuyorsun. Yine de bir aptal gibi davrandığın için senin bir deli olduğunu düşünmem de normal.”
“Bence senin güven problemin var. Konunun benle bir ilgisi yok yani,” dedim kuru bir sesle.
“Sana güvenmediğim için mi vardın bu kanıya? Hem sana söyledim zaten, ben kimseye inanmam.” Söylediklerine anlam yükleyemeyen gözlerle baktığımda, burnundan sert bir nefes vererek güldü. “Birden kapımda beliriyorsun, deli saçması şeyler anlatıyorsun, muhtemelen bir hırsızsın ve kelimenin tam anlamıyla baş belasısın. Sana güvenirsem en az senin kadar aptal olmaz mıyım?”
“İnanmak ve güvenmek aynı şeyler değil,” dediğim anda uçurum mavisi gözleri bir girdap olup beni içine çekmek için üzerime doğru uğuldamaya başladı. Bana bakınca ben de ona dikkatle baktım. “Demek istediğim, bence sen kimseye güvenmiyorsun.”
“İnanmak ve güvenmek arasında nasıl bir fark olabilir ki?” Sorusunda alay olsa da her nedense gerçekten merak ettiğini hissetmiştim.
“İnanmayı seçersin, senin isteğinle şekillenebilen bir şeydir,” diye fısıldadım. “Ama güvenmek? Bu senin elinde olmadan olur. Bir de bakmışsın, karşındakine güveniyorsun.”
Kaşlarını kaldırarak gözlerini yola çevirdi. Esmer yüzünde bir düşünce dalgası büyüdü ama gözlerinin kıyısına vurmadan geri çekilen dalganın yüzünden silinişini seyrettim.
“Bence sen var ya, zırdelisin,” dedi sert bir sesle. “Ben de durup senin zırvalıklarını dinlediğim için, tam bir göt kafalıyım şu an.”
Kaşlarımı çattım ama bir şeyler söylemedim. Onun açısından bakıldığında hiçbir şeyin normal görünmediğinin farkındaydım ama benim açımdan da hiçbir şey normal değildi ki. Hatta benim için daha anormaldi. Efken birden aracı hızlandırınca, araç bir hayvanın saldırıya hazır keskin dişlerinin arasından dökülen hırıltıyı dökerek yolun ortasına doğru atıldı. Bedenim öne doğru savrulsa da gözlerimi Efken’e dokundurmadım, ön camdan dışarıya, karların altına alarak beyaza boyadığı bu yabancı şehre bakıyordum.
İki ormanı birbirinden ayıran dar bir yolda ilerlemeye başladığımız sırada, dikkatimi ilk çeken ayrıntı ormanın bir tarafı karlar altındayken, diğer tarafı neredeyse karanlık tonlara sahip bir yeşilin özü rengindeydi. Sanki oraya kar yağmamıştı.
“Neden bu tarafta hiç kar yok?” diye sordum şaşkınlığımı örtbas edemeden.
“Yaka burada sekteye uğruyor,” deyince duraksadım, Efken’e baktığım da onun da omzunun üzerinden bahsettiğim ormana doğru baktığını görmüştüm. “O ormana hiç yağmaz.”
“Neden?”
“Orası Düş Kapanı Ormanı,” dedi kısaca.
“Neden kar yağmadığının açıklaması değil bu,” diye direttim.
Efken derin bir nefes aldı. “Bu şehirde efsanelere inanan tek kişi sen değilsin, küçük kız,” dedi bıkkıntı dolu bir sesle. “Düş Kapanı ormanı kar tutmaz, yağmur orayı ıslatmaz, buna rağmen hep canlıdır falan filan. Bazıları bunun büyülü olduğunu düşünüyor, saçma sapan bir sürü hikâyesi var. Her hikâyede konu farklı.” Gözlerini devirdi. “Ne bileyim bulut geçmiyordur oradan belki.”
“Sence de garip değil mi?” diye sordum duyduklarıma inanamıyormuş gibi bakarken. Yolu işaret ederken heyecanımı gizleyememiştim. “Şu yola bak, iki orman arasında üç metreden daha az mesafe var ama bir taraf karlar altında bembeyazken, diğer taraf yemyeşil… Sanki baharı yaşıyor.” Kaşlarım çatıldı. “Yalnızca biraz karanlık, hepsi bu.”
“Her şeyin bir açıklaması vardır.”
“Benim neden burada olduğumu açıkla o zaman.”
“Onu açıklaması gereken sensin.” Bu son cümlesiydi, kurduğu diğer cümlelerin tamamı tehdit ve şantajdan oluşacaktı, biliyordum. Bu yüzden sustum ve kollarımı bedenime sararak iki farklı dünyanın tam ortasında ilerliyormuşuz gibi hissettiren yolun sonunu izlemeye başladım.
Düş Kapanı Ormanı’na doğru kıvrılan patika yola saptığımızda, artık neredeyse ormandan uzaklaşmıştık ve her yer kar beyazı rengindeydi. Etrafta hiç yapı ya da bina yoktu. Sadece ağaçların ve karın kapladığı boş bir çayırın olduğu, karanlık hislerimi harekete geçiren bir yerdi burası. Omzumun üzerinden cama doğru baktım ve arkamızda kalmaya başlayan ormanın aslında bizle birlikte ilerlediğini fark ettim; orman aslında uçsuz bucaksızdı ve hemen yolun diğer ucunda, birkaç metre ileride uzanmaya devam ediyordu.
Büyük cip toprak yola girdiğinde şimdi bir ormanın içinden bir kenarından gidiyorduk; yollar kafa karıştıran karanlık labirentler gibiydi. Efken birden gaza kökleyince gözlerimi yavaşça ona doğru çevirdim; karanlık gitgide çoğalıyordu. Düş Kapanı Ormanı’nın sınırlarından çıkmamızla birlikte hemen az ileride, dört bir yanı ormanla çevrili boş bir çayırdaki ahşap ev dikkatimi çekti. Ev, Düş Kapanı Ormanı’nın dört duvar gibi etrafını sarmasıyla korunuyor gibi görünse de orman ne kadar yeşilse evin etrafı ve çayır o kadar karlarla doluydu. Sanki bu ev ormanın kalbiydi ve ormanın kalbi donmuştu.
“Peki bunun bir açıklaması var mı?” diye sorduğum anda, direksiyonu tutan sert ellerinin daha da sıkılaştığını fark edip bir ellerine, bir de buz kesen düzgün profiline baktım. “Dört bir yanı ormanla çevrili, ormanda tek bir kar parçası yok ama şuraya da bakın, çayır karlar altında?”
“Biliyor musun seni şimdi özgür bıraksam bile sen bu merakla fazla yaşamazsın,” dedi acımasızca. Ona bakakalmıştım. “Medusa,” diye fısıldadı, fısıldamadı, resmen hırladı. “Bu şehirle ilgili gerçekten bildiğin tek bir şey olmadığının zaten farkındayım.” Afallamış bir hâlde ona bakmaya devam ediyordum. “İbrahim tam üç yıldır bu şehirde, üç yıl boyunca geri dönebilmek için elinden gelen her şeyi yaptı ama sonuç? Elde var sıfır. Diyelim ki sen gerçekten neresiydi orası? İstanbul mu?” Başımı salladım. “Hım. Diyelim ki gerçekten oradan geldin, peki nasıl geri döneceksin?”
“Belki denenmedik başka yollar da kalmıştır.”
“Keçi misin?”
“Açıklama yapmadın. Ne o?” Eve doğru baktım. “Yoksa bulut sadece bu evin üzerinden mi geçmiş de buraya kar yağmış ama ormana yağmamış?”
“Ya şimdi bulutunu da sikeceğim yağmurunu da karını da ya!” diye homurdanarak birden sertçe direksiyona vurunca, irkilerek çekilip ona büyümüş kızıl kahve gözlerimle baktım. “Kızım sen hiç mi korkmuyorsun ya?”
“Korkuyorum,” dedim ciddiyet sesime bir mayın gibi döşenirken. Kafamı aşağı yukarı sallarken gözlerimde bana inanması için çizdiğim ifadeler yanıyordu. “Ne kadar korktuğumu tahmin bile edemezsin. Neyin içinde olduğum konusunda en ufak bir fikrin bile yok.”
“O zaman biraz olsun çabala,” dediğinde anlayamadığım için kaşlarımı çattım. “Yaşamak için. Hayatta kalabilmen için bazen susman, daha az merak etmen gerekir.”
“Beni öldüreceğin anlamına mı geliyor bu? Eğer sorularıma devam edecek olursam?..”
“Hayır,” dediğinde yalan söylemediğini biliyordum ama içime umut ekildiği de söylenemezdi. Gözlerimin içine baktı. “Ama seni bırakırsam, zaten birinin eline düşüp öldürülürsün.”
Ürperdim. İşte bunu biliyordum. İçimden bir ses, bu şehrin gördüklerimden fazlasını barındırdığını söylüyordu. Gölgeler, kalbime tarottaki kılıçların üçlüsü kartını hatırlatan bir görüntüyü resmederek saplandılar. Huzursuzluk oradaydı, tam kalbimin derinliklerine kurulmuş, en karanlık anlamları arkasına alarak beni yıkacağı ânı beklemeye başlamıştı.
Cipten ilk inen Efken oldu. Ben de kasılan bedenimi toparlamaya çalışarak kapıya uzandım ve kapıyı açtığım an, bedenimin tüm iplerini salmışım gibi karların içine düştüm. Ellerim ve dizlerim karlara batarken, siyah saçlarım yüzümün önüne bir perde gibi inmişti. Efken bana bakmadan ileride, ormanın kalbi gibi duran çayırın rahmindeki kulübeye doğru yürümeye başlamıştı. Karların içinden güçlükle kalkıp cipin kapısını bilerek gürültüyle kapattım ama bana doğru dönüp bakma gereği bile duymadı. Buz tutmuş duvarlara siyah saçlarını yayarak uzanmış o kızıl gözlü kadın bana alayla baktı ama konuşmadı, gözlerimi yumup geri açtım ve o kadının görüntüsünün zihnimden yanarak kaybolmasını diledim ama oradaydı; hep oradaydı.
Efken’in arkasından karlara batıp çıkarak kulübeye doğru yürümeye başladım. Kulübenin duvarlarını var eden ahşaplar muhtemelen cevizdendi, koyu renk görünmesinin sebebi üzerine düşüp orada eriyen kar tanelerine borçlu olmalıydı. İçimdeki karanlık his tüm boğazımı sardı ve sanki boynumda kaygan derisiyle kıvrak bedenini bana sarmış bir yılan varmış gibi güçlükle nefes alıp verdim.
Efken ahşap verandayı uzun bacakları sayesinde iki adımda çıksa da ben sekiz merdivenin sekizini de bir bir çıkıp, düşmemek için kenardaki korkuluklardan yardım almıştım. Efken ahşap verandanın üzerinde yürümeye başladı, her bir adımında yeri gıcırdatan adımlarını yalpalayarak takip ettim.
Bana omzunun üzerinden bakıp, “Saçma sapan konuşmayacaksın,” diyerek sert bir uyarıda bulundu. Gözlerimi neredeyse devirecektim ama uçurumun siyahını çalan gözleri artık o kadar koyuydu ki, neredeyse hiç mavilik yoktu. Yutkunup gözlerimi kaçırdım, cevap vermemek gözlerimi devirmekten daha kolaydı. “Sadece yanımda dur ve lafa atlama.”
“Ataerkil ataerkil konuşma ya,” diye söylendiğim an, şiddetli gözlerinin yüzüme bıçak gibi girdiğini hissettim ama bakmaya cesaret edemedim. Onu tanımıyordum, yapabilecekleri konusunda en ufak bir fikrim bile yoktu. Kalbim korkuyla kasıldığında sadece o çekik, içine gökyüzünün ölümünü sığdırmış gözlerini benden çekmesini dilemiştim.
Efken kapıya güçlü avucuyla vurduğu anda verandanın korkuluklarını kaplayan karlar sarsılarak yere döküldüler ve onun gücünün yarattığı etkiye hayretler içinde bakakaldım. O bunu pek de yadırgamışa benzemiyordu, hatta ben şoka girmiş gibi onun yumruğuna bakarken onun gözleri hâlâ kapıdaydı. Ahşap kapının gıcırtısıyla birlikte, kapının arkasında beliren yüzün gözleri gözlerime tutundu; kapının arkasında beliren beyaz, bir pamuk şekeri anımsatacak kadar fazla ve yumuşak duran sakalların sahibi sadece bana bakıyordu. Derin kırışıklıkların arasına gömülmüş kahverengi gözlerinin üzerindeki göz kapaklarının sarkık derisi tıpkı yıkılmış bir çatı gibi duruyordu. Bir zamanlar düzgün olduğuna emin olduğum burnunun ucu eğim kazanmıştı ve sağ gözünün altından sakallarına doğru üç büyük pençe izi onun yaşlılık çizgilerine karışarak yüzünde gizlenmişti. Tıpkı sakalları gibi beyaz tenliydi, yanakları soğuktan mı yoksa şöminenin başında durmaktan mı bilinmez kızarıktı; hatta pembeydi. Uzun boyluydu, zayıftı ve göbeği yoktu. Eski balıkçı kazağının rengi acı kahverengiydi, altındaki kot pantolonun bağları beyazlaşmıştı ve ayağında da evin içinde olmasına rağmen kahverengi botları vardı.
Bana bir şeyi anlamlandırmaya çalışıyormuş gibi baktığı saniyeler, Efken’in de bakışlarının bir anda bana döndüğü saniyelerle aynıydı. Birden gözleri hızla benden koparak Efken’e döndü ve o an ifadesi daha da aydınlandı. Gülümseyince eksik olan birkaç dişine rağmen beyaz ve daha sağlıklı görünen dişlerini gördüm. Yüzündeki çizgiler de daha belirgin olmuş, geçmiş ve yaşananlar çizgilerden taşarak yüzünde kelimeleri çizmeye başlamıştı.
“Oğlum,” dedi şefkatle, sesi bana tanıdık bir ninniyi anımsatmıştı; birden kalbimin içi kimsenin dolduramayacağı bir boşluk hissiyle yankı yaptı.
“Baba,” dedi Efken, ona baba demesini her nedense yadırgamadım çünkü karşımdaki adam ya baba ya da bir büyükbaba havası veriyordu. Güvenilir bir yanı olduğunu onunla göz göze geldiğim o beş saniyelik kısa zaman diliminde fark etmiştim.
“İçeri gelin,” dedi beni yadırgamadan ve ahşap kapıyı ardına kadar açarak sırtını kapıya yaslayıp bana baktı. Gözlerindeki anlam karmaşasıyla karşılaşmak beni şaşırttı ama ona gülümsedim; gülümseyişime bakarken gözlerini kısmış, dudakları aralanacak gibi olmuştu ama sonra dudaklarını sımsıkı kapatıp gözlerini zemine indirdi.
İçerisi kitap sayfaları gibi kokuyordu. Belki biraz toz… Biraz da ateşin kokusu vardı. Sonra bedenim ısıyla kavuşunca şöminenin ateşinin renginin ayaklarımın önüne döküldüğünü fark ettim. İçerisi tamamen ahşaptandı. Kalın ahşap kolonlar kafamızın üzerinde yan yatmıştı, tavanı sağlam tutuyorlardı; yerde bir post vardı ama hakiki olmadığı belli oluyordu. İleride yanan şömine eski görünüyordu ve hemen önünde ahşap bir sandalye vardı; sallanan sandalyenin üzerinde eski bir battaniye ile köşe yastığı vardı. İçeriyi aydınlatan tek ışık alevlerin ışığıydı, küçük ahşap pencerelerden içeri dökülen uğursuz mavi yeterli ışığı sağlamadığı gibi ortamı korkutucu hâle getiriyordu. Kenarda, şömineden uzakta siyah bir kuzine vardı ve kuzinenin üzerinde bir çaydanlık duruyordu. Bunun dışında içinde olduğumuz oda tamamen boştu.
Yaşlı adam arkamızdan içeri girince Efken’in boğucu bakışları benden ayrılarak adama döndü. Ateş profiline çarptıkça onun bronz tenini kahverengi gösteriyordu. Gözlerimi uzun süre profilinden çekmedim, o da uzun süre karşısındaki yaşlı adamla konuşmadı.
Sonunda, “Uzun zamandır gelmiyorsun,” diyerek konuşmayı başlatan yaşlı adam oldu. “Bu ihtiyarı unuttuğunu düşünmeye başlamıştım.”
“Seni unutmam,” dedi Efken, sesi çeliktendi. Bronz profilini sıcak bir kahverengiye boyayan ateşin yansımalarını izlemeyi sürdürdüm.
“Biliyorum, sadece şaka yapıyordum.” Etrafına bakınırken çekingen bir gülümseyiş yüzünün sınırlarında var oldu. “Şu Sarp hâlâ döşekleri getirmedi, o yüzden sizi oturtabileceğim bir şey yok.”
“Önemli değil,” dedi Efken. “Sana koltuk alabileceğimi söylemiştim.”
“Koltukları sevmem. Makineden geçen hiçbir şeyi sevmem.”
“Kitaplar da makineden geçiyor, Mustafa Baba,” dedi Efken, sesi neredeyse keyifli çıkmıştı.
“Hayır,” dedi Mustafa Baba, evet, sanırım ona böyle seslenmek doğruydu. Beyaz, kırışıklıklarla dolu elini kaldırıp işaret parmağını şakağına bastırdı. “Kitaplar burada var oluyor, buradan geçiyor.”
Efken gözlerini devirerek güldükten sonra birden ciddileşen yüzünü bana doğru çevirdi. Esas meseleye gelmesi gerektiğini fark etmiş gibi kısaca yüzümü süzdükten sonra gözlerini Mustafa Baba’ya çevirip, “Bir sorunumuz var,” dedi, sesindeki buz öyle soğuktu ki, parmaklarımı uzatıp dokunmamış olmama rağmen parmak uçlarım hissizleşti.
Evet, sanırım bir sorun vardı.
Ve o sorun bendim.
“Neden burada olduğunu biliyorum,” dedi birdenbire Mustafa Baba, bu söylediği Efken’i şaşırtmasa da beni ürpertmişti. “Beni kızla tanıştırmayacak mısın?” Birden bana doğru döndü. Düzgün beyaz saçlarına ve beyaz sakallarına baktım ama gözlerinin içine bakmaya cesaretim olmadı.
“Medusa,” dedi Efken, karşı çıkabilecek hâlim bile yoktu çünkü yaşlı adama bakarken elim ayağım uyuşmuş gibi hissediyordum. Her an bir yere yığılacakmışım gibi…
Mustafa Baba’nın yüzü Efken’in bana verdiği ismi duyar duymaz şaşkınlıkla yandı, gözlerini hızla benden çekerek Efken’e dokundurup, sonra yeniden bana baktı. Sanki başka bir ismim olduğunu biliyor gibi bakıyordu ama tahmin etmesi zor olmamalıydı; sonuçta kimin ismi Medusa olurdu ki? Efsanevi yaratık dışında?
“İsmim Mahinev,” dediğim şaşkınlığı yok etmek adına ama bu ismi duymak, yaşlı adamın yüzünün tamamen şaşkınlıkla dolmasına neden oldu. İsmimi mi garip bulmuştu yoksa beni tanıyor muydu anlamak şu an için imkânsızdı.
“Gelmişsin,” dedi. Bir an, sesindeki alevler beni sarmaya başladı ve o an, geçmişin bir yangın olup beni yutmak için tüm ormanı arkasına katarak karların içinde ilerlediğini hissettim. Gelmişsin… Bu da ne demek oluyordu?
“Sizi anlamadım efendim,” dedim saygıyla ama gözlerimdeki korkuyu görebildiğine emindim. Saygı sadece bir maskeydi, kaçıp gitmek istiyordum çünkü yaşlı adam güvenli görünse de birden kendimi çok savunmasız hissetmeme neden olmuştu.
“Baba?” Efken’in sesi enteresan bir tonda yükselmişti, sanırım onun da kafası karışmıştı.
“Yaratan biliyor ya,” dedi gözlerini tavana kaldırıp yutkunarak. “Hep bekledik.”
“Ne?” diye sorabildim, korku her yanıma bulaşmıştı.
“Pekâlâ, tüm saçmalıkları bırakıp bana neler olduğunu söyle,” dedi Efken emreder bir tonda. “Bu kızı tanıyor musun?”
Mustafa Baba’nın ifadesi çok ciddi bir değişime uğradı ve birden, “Sadece çok kısa bir an için bir hatırayla karşılaştım,” dedi. “Konunun sizle ilgisi yok. Sanırım onu eski bir tanıdığıma benzettim.” Gülümserken gözlerinde tereddüt vardı. Bir şeyler gizlediğini bilsem de sustum. “Bunak kafam,” diye geçiştirdi. “Efken, sorun nedir?”
“Bunak, bir şeyler gizliyorsan evini yakarım,” dedi Efken şüpheyle. “Bu kızı daha önce gördün mü?”
“Görmedim, onu ilk görüşüm,” dedi Mustafa Baba, şu an gerçeği söylüyordu. “Hem sen bana bunak mı diyorsun? Gençliğine güvenme, Kurt, ben hâlâ pençeleriyle ağaç yıkabilen bir ihtiyarım.” Sırıttı, gülüştüler ama her nedense öylesine söylediği sözler tüylerimi diken diken etmeye yetmişti. “Şimdi asıl meseleye gelin. Ziyaretinin sebebi ne ve bu küçük hanımefendiyi neden ilgilendiriyor?”
“Bu kız tıpkı İbrahim gibi. Buraya ait olmadığını söylüyor. Başta onun Semih’in dalaveresi sandım. Bilirsin, sever, küçük oyunların adamıdır. Ama Semih’in bir ilgisi olmadığını anladım. Onu sana getirdim, çünkü kim olduğunu bilmek istiyorum.” Bir an durup, yanlış bir şey söylemiş gibi derin bir nefes aldı. “Bu işi çözsen çözsen, sen çözersin.”
Mustafa Baba kaşlarını kaldırarak yavaşça bana doğru döndü. Tekrar gözlerinin meskeni olmak beni rahatsız etse de bir cevap bulabilme isteğiyle gözlerimi yaşlı adamın kahverengi gözlerinin göbeğine yerleştirdim. Şimdi her şeyden eminmiş gibi bakıyordu gözlerimin içine. Her şeyi biliyormuş gibi…
“Gel kızım,” deyince, itaatten kaçınma duygusu içimde saldırgan bir dürtüyle hırıldadı. Anlam veremediğim bir öfke göğsüme yayıldı, damarlarımın genişlediğini hissederken yaşlı adama düşmanca baktığımı fark etmemiştim bile. Efken’in birden bileğimi yakalamasıyla, hızla kalkıp inmeye başlayan göğsüm dinginleşti ve şok içinde bir Efken’e bir yaşlı adama bakakaldım. Bir çeşit histeri krizi mi yaşayacaktım? Sinir krizi? Gözlerim bulanık görmeye başladığında bileğimi sertçe Efken’in avucundan kurtararak yaşlı adama doğru ilerledim.
“Ne bok yediğini sanıyorsun sen?” diye sordu Efken ama aldırış dahi etmeden yaşlı adamın önünde dikildim. Mustafa Baba’nın gözleri sakin bakıyordu ama benim göğsüm pek sakinleşmiş sayılmazdı; hâlâ hiddetli nefesler alıyordum.
“Kendine hâkim ol,” diye fısıldadı Mustafa Baba, anlam veremediğim cümlesini taşıyan ses şefkatliydi. “Her şey daha iyi olacak.” Bu cümleden sonra bedenim belli ölçüde gevşedi. Bir iki adım atarak aramızdaki mesafeyi yok ettiğinde, kafamı kaldırıp benden epey uzun olan yaşlı adama baktım. O da Efken gibi upuzundu. “Her şey yoluna girecek.” Sanki kafesinde dehşet saçmak için hırlayıp parmaklıkları zorlayan bir kaplanı sakinleştiriyordu ve birden o kaplan bir kedi kadar sakin davranmaya başlamıştı. O kaplan bendim.
Parmaklarını kaldırıp benden izin ister gibi yüzüme baktı. Anlam veremesem de başımı yavaşça aşağı yukarı salladım; bana gülümsedi ama gözleri tedirgin bakıyordu. Birden gözlerini yumdu, gözlerini geri açtığında kahverengi gözleri neredeyse simsiyahtı; bu bana çığlık attırabilecek bir değişim olsa da yerimden kıpırdayamadım bile. Birden işaret parmağını sertçe alnımın ortasına bastırmasıyla, beynimin içine bir pençe geçirilmiş gibi acıyla çığlık attım ve bu Efken’in bana doğru fırlamasına neden oldu. Mustafa Baba diğer elini havaya kaldırıp Efken’i durdurduğunda, kafamı yukarı kaldırmıştım ve epilepsi krizi geçiriyor gibi titremeye başlamıştım; görüntüler bulanmaya başladı.
Bir ormandaydım. Yağmur yağıyordu, gök yarılıyor, yağmur damlaları sicim gibi bedenime saplanırken bıçak kesiği acılar tenimi delip geçiyordu. Nefes seslerini kılıç sesleri takip etti, bir atın nallarından dökülen gürültülü sesler ormana şiddetle yağan yağmurun sesi gibi yayıldı; uçuşan kırmızı elbisenin tüllerini görür gibi olmamla birlikte gözlerimi açtım. Şimdi alnımın ortasında hilal şeklinde bir acı dolaşıyordu.
“Ne yapıyorsun kıza?” diye bağırıyordu Efken, bu ses sanki bir kuyunun dibinden geliyormuş gibi boğuktu ama duyabiliyordum. Bir süre Mustafa Baba’nın yüzünü seçemedim, sanki tam ortamızda buzlu bir cam vardı ve o, buzlu camın arkasında durmuş bana bakıyordu. “Bırak şu kızı!”
“Efken!” diye gürledi Mustafa Baba, sesinin çınlamasıyla eş zamanlı olarak parmağı alnımdan uzaklaştı ve o an, tüm görüntüler berraklaştı. Sendeleyerek birkaç adım geri gittiğim sırada bir beden sırtıma örülmüş duvar olup beni düşmekten alıkoydu.
“Ne sikim döndürüyorsun? Canını yakmak zorunda değildik,” dedi Efken dehşet içinde. “Ne yaptın ona?”
“Bağlı,” dedi bir anda Mustafa Baba, bu kelime dudaklarının arasından kopup gittiğinde gözlerinde şaşkınlık yaşam sürüyordu. Onu bile şaşırtan bu kelimenin ne anlama geldiğini merak ettim. “Bu kız buradan birine Nigin Bağı ile bağlanmış. Ama buraya ait değil.”
“Ne?”
“Sen niginsin,” dedi bana, ona alık alık bakan suratıma dehşetle bakarken. “Efken, kız haklı. O buraya ait değil. Ama burada olmak zorunda.” Birden bana çok önemliymişim gibi bakmaya başladı. “Burada nefes alabiliyor olmasının tek nedeni Nigin Bağı ile bağlanmış olması. Dış dünyadan gelen bağsız biri burada beş dakika bile kalamaz, boğulur, kanı çekilir, kalbi durur, ruhu arafa düşer.” Derin bir nefes alıp gözlerini yumdu. “Bir terslik var,” dedi kimsenin duyamayacağı bir ses tonuyla ama ben duymuştum.
“Ne mührü amına koyayım?” diye sordu Efken dehşet içinde. “Ne zırvalıyorsun?”
“Düzgün konuş!” diye öfkelendi birdenbire Mustafa Baba, sanki kahverengi gözlerine yine o siyah perde düşer gibi olmuştu. “Sana bu kızın doğru söylediğini söylüyorum. Bir deli olduğumu düşünsen onu bana getirmezdin, değil mi?”
“Sana ne olabileceğini sordum, deli saçmalıklarını anlat demedim!” Efken birden beni kendine doğru çevirince, bezden bir bebekmişim gibi sarsılan bedenim kollarının arasına yığıldı. Gözlerim gözlerine tutundu, mavi gözlerinin derinliklerindeki yeşil yosunlar dalgaların şiddetiyle yılan gibi kıvrılıyordu. “İyi misin? Epilepsi hastası değilsin, değil mi?”
“O kız epilepsi hastası falan değil,” dedi Mustafa Baba, onu göremesem de gözlerini devirdiğini hissettim. “Sana söyledim, o da tıpkı İbrahim gibi nigin bağı olan bir yer değiştiren.”
“İbrahim gibi mi?” Efken birden benden uzaklaştı. “Ne demek istedin?”
“İbrahim ve Yaren’i bir araya getiren Nigin Bağı,” dedi Mustafa Baba. “O ikisi en başından beri bağlılar. İbrahim hiçbir zaman delirmemişti.”
“Bunu bana şimdi mi söylüyorsun?” Efken’in gözlerinde dehşet vardı. “Ne saçmaladığını sanıyorsun?”
“Efken, sesinin dozunu ayarla,” dedi Mustafa Baba, şimdi yaşlı yüzü çelik gibi soğuk ve parlaktı. “Yaşlı kalbim öfkeyi kaldıramıyor, beni öfkelendirme evlat.”
“Sen delisin,” dedi Efken. “Şu kızı sana getirdiğim için ben senden daha da sıyırmışım.” Beni kolumdan kavrayınca irkilerek ona baktım. “Yürü,” dedi sertçe. “Gidiyoruz.”
“Efken, beni dinle.”
Efken, Mustafa Baba’yı dinlemedi. Beni çıkışa sürüklediği sırada kalbimdeki korku artık yoktu, öfke de korkuyla birlikte çekip gitmişti. Şimdi tek hissettiğim büyük bir boşluk duygusuydu.
“Efken,” diyerek peşimizden gelen yaşlı adamın söyleyeceklerinin bitmediğinin farkında olsam da başım öyle çok dönüyordu ki bir an önce arabaya dönmek, bir yere oturup sessizce sakinleşmeyi beklemek istiyordum. Aksi takdirde kusabilirdim ve kusmak şu an en son isteyeceğim şey bile değildi. “Efken, kız ölebilir!”
Efken, biri onun düğmesine basmış gibi durduğunda, dizlerimin tutmadığını hissederek avucumu kapının yanındaki kirişe yasladım. Gözlerim buğulanmaya, kalbim deli gibi çarpmaya, avuç içlerim uyuşmaya başlamıştı.
“Nigin olduğu kişiyi bulmalısınız,” dediğinde sesi ciddiydi. “Aksi takdirde kız burada daha fazla dayanamaz. Bir balığı karaya çıkarmak gibi bir şey bu.”
Efken omzunun üzerinden Mustafa Baba’ya baktı. “Anlat,” dedi tekdüze bir sesle.
“İbrahim yaşıyor, çünkü Yaren çok uzağında değil. Aynı şehirdeler, aynı ülke sınırları içindeler. Araya giren şehirler çoğaldıkça ölüm riski artar. Geçen seneyi hatırla.” Mustafa Baba temkinli adımlar atarak bize tamamen yaklaştı, elini öne doğru uzatarak Efken’i durdurmaya çalışıyordu. “Geçen sene Yaren’i dünyanın öbür ucuna göndermiştin, güvenliği için. İbrahim’in geçirdiği havaleyi, inmeyen ateşini hatırla.”
Efken demir gibi bir sesle, “Havaleydi işte, bunun kız kardeşimle ilgisi ne?” diye sordu, dişlerini sıktığı için yüzüne ölüm çukurları oyulmuştu.
“Efken,” dedi Mustafa Baba sertçe. “İbrahim ölüyordu.”
“Beni bu zır…”
“Yaren onun hasta olduğunu duyar duymaz geldi, İbrahim’in ateşi Yaren’in uçağı şehre inmeden daha havadayken indi.”
“Sadece bir tesa…”
“Parmaklarımın ucunda geleceği tuttuğumu biliyorsun,” dedi birdenbire Mustafa Baba bir anda. “Çünkü sen de o parmakların ucunda geleceği tutuyorsun.”
“Beni bununla vuramazsın.”
“Tarot kartlarının sana gösterdiği hangi yol yanlıştı?” Bu soru Efken’in sertçe yutkunup susmasına neden oldu. “İnan Efken, bazen mantıklı bir şeylere tutunmadan da inanmak gerekir.”
“İbrahim konusunu neden sakladın?”
“İbrahim biliyor.”
Efken bir anda, “Yaren uzaklaşırsa öleceğini bile bile onu dünyanın öbür ucuna göndermeme göz mü yumdu?” diye sordu, sesi bir çiçeğin özünde yetişen zehir gibiydi.
“Çünkü Yaren’in güvenliği her şeyden önemliydi,” dedi Mustafa Baba gülümseyerek.
Efken anlık bir sessizliğin pençesinin altında yaralandı. Mavi gözleri şimdi daha garip, anlamlarında boğuluyormuş gibi bakıyordu. Kendi suyunda boğulan bir okyanus gibi bakıyordu. Sonunda elini ahşap kapıya bastırıp, gözlerini yere indirerek derin bir nefes aldı.
“Ne yapılması gerekiyor?”
“Kızın güvenliği için nigin olduğu kişiyi bulmak gerek.”
“Nasıl bulacağız o hıyarı?” diye sordu bize bakmadan, yeri izlemeye devam ederek.
Şaşkınlıkla ikisi arasında mekik dokuyan bakışlarımın içinden yuvarlanan gözyaşları yanaklarımı sırılsıklam etmişti ama kimse ağladığımın farkında bile değildi.
“Zamanı geldiğinde birbirlerini bulurlar. Yani bir defa bile olsa karşılaşmış olmaları gerekecek. Eğer o kişi şehirden ayrılmaya karar vermiş birisiyse bile gidemeyecek, ancak birbirleriyle karşılaştıktan sonra gidebilir. Şu an kaderleri bir yazıldı.” Mustafa Baba ağlayan yüzüme baktı. “Kaç gündür buradasın ve bu herif dışında kimleri gördün?”
“Tek gördüğüm o ve arkadaşları,” dedim yavaşça sızlanarak. “Birkaç gündür buradayım.”
“O zaman Nigin Bağı’yla birbirinize dolandığınız kişiyi görmemiş olmama ihtimalin yüksek.” Gözlerini yere indirdi, bir çare arıyor gibiydi. “Efken, yakın zamanda yüz yüze geleceklerdir. Aralarında mutlaka bir elektrik olacak, bunu takip etmen gerek.”
“Ben pezevenk miyim amına koyayım?” diye gürledi birden Efken öfkeyle.
“Konuştuğunuz şeylerin farkında mısınız?” Sorum üzerine Efken de Mustafa Baba da birden bana baktılar. Gözlerimden süzülen gözyaşlarına aldırış etmeden, aldığım nefes göğsümü parçalara ayırıyormuş gibi fısıldadım: “Siz bana başka bir evrende olduğumu mu söylemeye çalışıyorsunuz? Başka bir dünya…” Gözlerimden yaşlar boşalırken şimdi tekrardan titriyordum ama sebebi korku değildi, yaşadığım şok bedenimde bir spazm gelişmesine neden olmuştu. “Siz bana buradaki bir sikiğe bağlandığımı ve o ülkeden ayrılacak olursa öleceğimi mi söylüyorsunuz?”
“Efken, tut onu,” dedi Mustafa Baba, sanki beni bir şeyin tetiklemesinden korkuyordu. Göğsüm hızla inip kalkarken bedenim kasılarak spazmlar geçirmeye devam etti. Efken büyük avucunu belime sararak beni kendine çektiğinde bile titriyordum; ellerimi tutup beni kendine bastırarak durdurmaya çalıştığında öyle çok titriyordum ki onun bedeni bile sarsılıyordu. “Kızım, derin nefesler al,” diyordu Mustafa Baba. “Kötü düşüncelerden uzak kal, lütfen.” Paniğe kapılmıştı, nedenini bilmiyordum, nedenini Efken de bilmiyordu. “Mahinev!” dedi birden adımı sertçe zikrederek. “Lütfen bende kal! Bana bak!”
Kafamı kaldırmak istedim ama Efken büyük avucunu yanağıma bastırarak yüzümü kaslı göğsüne bastırdı ve Mustafa Baba’yı görmeme mâni oldu. Kendimden geçmiş gibi ağlayarak titriyordum, göğsümdeki bombardımanın sebebini bilmiyordum ama umurumda da değildi. Tam şu an patlayıp kan ve et parçası olarak etrafa dağılacakmışım gibi hissediyordum.
Efken, “Ona bir şeyler oluyor,” diyebildi, sesindeki duyguları alamadım çünkü bilincim şu anın kıyısında değildi, bilincim tamamen savrulmuş ve geçmişin içine bir kılıç gibi saplanmıştı. Sanki bir kılıç karnımdan girerek sırtımdan çıkmış, geçmişe batarak beni geçmişe hapsetmişti. Görüntüler gelmeye başladı ve o andan itibaren dizlerimin bağı çözüldü; eğer Efken’in güçlü kolları arasında olmasam yere düşerdim.
“Mahinev,” dediğini duydum, yaşlı sesi kulaklarıma doldu ama ona cevap veremedim. Sonra her şey bir kaset gibi geri sarıldı, sesler bile geri sarılarak birbirine karıştı ve geçmiş beni dışarı itti. Gözlerimi açıp kafamı kaldırarak Efken’e baktığımda, gözyaşlarım akmayı bırakmış, bedenim sakinleşmişti.
“Götür beni buradan,” diye fısıldadım yalvarır gibi. “Lütfen.”
“Bir şey daha,” dedi Mustafa Baba, o sırada Efken gözlerini gözlerime mıhlamış sadece bana bakıyordu. “Eğer geri dönmek istiyorsa, geri döneceği kapı sadece Nigin Bağı kurduğu kişi ölürse açılacak.”
Bedenim sarsıldı. Efken’e sokulup, ellerimi hiç yabancılık hissetmeden onun göğsüne koyarak, korkuyla onun gözlerine bakarken tekrardan ağlamaya başlayacağımı düşünmüştüm.
“Aksi takdirde kapı açılmaz, kız dışarı çıkamaz diye biliyorum.”
“Geri dönmem gerek,” diye fısıldadım Efken’in gözlerinin içine bakarken. Şu an Mustafa Baba’nın söylediği hiçbir şey umurumda değildi. “Kardeşlerim var benim, annem var, babam var.” Gözlerim dolmaya başladı, elimde değildi; kalbim yanıyordu. Ama sanki bu yanık ateş yanığı değil, buz yanığıydı. “Benim geri dönmem gerek,” dedim titreyerek. Uçurum mavisi gözleri gözlerimde kaldı; sanki aklı ve ruhu da gözlerimde kalmıştı. “Evime dönmem gerek.”
“Korkma,” dedi Efken kanın kokusunu emanet gibi taşıyan gür sesiyle. “Onu senin için öldüreceğim.”
🎧: Ruelle, Waves of Gray