Neredeyse tıslamaya benzer bir ses çıkararak arkama doğru dönüp saldırı pozisyonu aldım ama o tam karşımda, elleri takım elbisesinin cebinde bana tekinsiz gözlerle bakarken, bir sonraki adımının ne olacağının meçhul olduğu her hâlinden belliydi.
“Ayağıma kadar geldin, öyle mi?” Sorum zamanı aşarak anıların içinde bir ateş gibi büyüyüp şimdiye ulaştı. Gözlerimde birikmiş öfkeyi gördü, kirpiklerime kadar sıçrayan zehirli alevlerle buluştu.
“Seni görmek istemediğim tek bir an dahi olmadı,” dedi, bu cümlenin altında yatan her anlama kör, sağır ve dilsiz oldum; öfkem bir saman alevinden daha çok yanacaktı ama bir orman yangınına dönüşüp beni de kavurmayacaktı. “Bu karşılaşmayı uzun zamandır bekliyordum. Senin karşında olacağım ânı iple çektim.”
“Ölmeye bu kadar meraklı olduğunu bilmiyordum,” dedim hırıldar gibi.
“Gözlerinin içine ulaşan alevler beni yakmaz, bana zevk verir,” diye fısıldayarak bana doğru bir adım daha atınca, damarlarımı asılan gücün yukarı tırmandığını, damarlarımı aşarak derimin üzerine yayıldığını hissettim.
Tam avucumu kaldırıyordum ki, “Yerinde olsam bunu yapmazdım, küçüğüm,” dedi, sesi bir nefretin ne kadar büyük olabileceğinin kanıtı gibiydi; kalbim o nefretle ateşler içinde yanıyordu. “Neden yapmaman gerektiğini sormayacak mısın yoksa fevri davranıp bana saldıracak mısın?”
“Yalnız değilim,” dedim sertçe.
“Ama Efken’le de değilsin,” dedi alayla.
“Henüz benimle tanışmadığın çok belli. Efken’den tanrıdan korkuyor gibi korktuğun da öyle…”
Son cümle onu öfkelendirdi, bunu gördüm ama kaskatı duran yüzüne öfkesinin resmini çizmedi. Burun deliklerini genişleten bir nefes aldığında, bu nefesin ardından kuracağı cümlenin hayatımın orta yerine yeni bir karar taşıyacağını biliyordum.
“Arkana bak,” dedi sadece, sesi tekinsiz değildi, arkama baktığım an bana saldırmayacağını sesinden anlamak mümkün olsa da tedirgin bir şekilde omzumun üzerinden arkama baktım.
Sezgi’nin bir timsah kuyruğunun çengel şeklini almış ucunda asılı olduğunu görünce göz bebeklerimdeki elips şişti, patlayacak gibi genişledi ve göz bebeklerimin içine Sezgi’nin yansıması çizildi.
Esmer bir Krokodil Kadını tam karşımda duruyor, arkasından yükselen kuyruğun ucuna arkadaşımı asmış bana bakıyordu. Yeşil saçları kısaydı, gözleri bir timsahınkinin aynısıydı. Tam ellerimi havaya kaldırıp ona zehrin tadını verecektim ki Krokodil Kadını adi bir gülümsemeyle kanca şeklini verdiği kuyruğunu sıkılaştırdı ve kuyruğun arasında kendinden geçmiş şekilde baygın yatan Sezgi’nin belini sıkıştırdı. Bebeğin varlığını hatırlamak acıyla tıslayıp dişlerimi sıkmama neden oldu.
“Piç kurusu!” diye bağırarak Semih’e dönerken, gözlerim artık öyle kızıldı ki, kirpik diplerimden aşağıya kan rengi ışıklar süzülüyordu. “O hamile! Bırakacaksın onu!”
“Ona zarar vermek değil benim amacım. Seninle konuşmak istiyorum,” dedi Semih. Biraz bile vicdan sahibi olmadığını gözlerindeki zalimlikten okudum. Sezgi’nin ne varlığı ne de hamile oluşu umurunda değildi.
“Ne yaptınız ona?” diye sorarken sesim titriyordu.
Krokodil Kadını, “Sadece küçük bir sakinleştirici,” diye alay edince, omzumun üzerinden ona hayatının son gününü yaşadığını belli eden bir bakış attım. Duraksadığını gördüm, korktuğunu gördüm, yine de arkadaşımı bırakmadığını gördüm.
“Senin o et çürüten kuyruğunu parçalara böleceğim,” diye tısladım. “Senin zehrin benim zehrimin tesiri altına girdiğinde, o çirkin kuyruğun bir asit kazanına düşmüş gibi eriyecek, eriteceğim seni.”
Semih, “Sakinleş,” dediğinde gözlerim bu kez daha büyük bir öfkeyle ona çevrildi. Gözlerimde şu âna dek kimsenin gözlerinde görmediği kadar büyük bir düşmanlık gördü.
“Ne istediğini hemen söylemezsen Semih, seni de, şu arkamdaki yeşil pisliği de öldürürüm,” dedim kesin bir şekilde. “Şimdi ya Sezgi’yi bırakırsınız ya da dediğim gibi olur. Senin karşında o gece baloda gördüğün kız yok.”
“Bunun farkındayım. Büyümüşsün. Gözlerin bir başka bakıyor, kelimelerin bir başka sokuyor. Zehrin her yanına yayılmış. Güzelliğin de bundan payını almış.”
Kendime birkaç saniye tanıdım, ardından derin bir nefesi ciğerlerime çekip, “Ne istiyorsun?” diye sordum, bu kez sesim daha sakindi. Oysa o sesin ardında, bu ruhun derinliklerinde, karşımdaki adamı paramparça etmek, öldürmek isteyen bir katil uyuyordu. Semih, o katilin etini dürttüğünün farkında dahi değildi.
“Seni korumak.”
Bir kapının aralanmasıyla birlikte, Semih’in cümlesi zihnime dağları terk eden bir çığ misali hızla ilerledi ve o çığ, düşüncelerimi altına aldı. Öfkenin iplerini tek bir cümlesiyle parmak uçlarında tutuyormuş gibi hissettim; o öfkeyi içimde kuklaları oynatır gibi oynatarak güçlendirdi.
“Sen kimsin ki beni koruyacaksın?” diye sorduğumda, Semih bir an duraksadı. “Diyelim ki koruyabilecek vasıfta birisin, ben senin korumana mı muhtacım sanıyorsun?”
“Beni hafife alıyorsun.”
“Sen benim için ağırlığı olmayan birisin. Hamile bir kadını bu hâle getirebilecek kadar iğrenç birisin. O gün Samuel’i öldürdüğüm gibi seni de öldürmeliydim ama korkak piçin teki olduğun için bana bu fırsatı sunmadan kaçıp gittin. Senin ölümün benim iki parmağımın ucunda. Ben kanımda seni ve senin gibi bin tanesini öldürebilecek bir zehirle yaşıyorum.”
“Gövde gösterin bittiyse, beni dinle. Cadılar üç perşembe sonra sizin için gelecek. Senin için gelecek.” Semih’in söyledikleri duraksamama neden oldu. “Sandığından daha güçlü gelecekler. Herkesi geride bırak, benimle gel. Cadıların seni affetmesini sağlayabilirim.”
“Sen bunu nereden biliyorsun? O kurulla ilgin olduğu gibi, bununla da ilgin var, doğru.”
“Ben her şeyi bilebilecek bir adamım,” dediğinde, Sezgi’nin hafif bir mırıltı çıkardığını duydum. Korku, devrilen bir bardaktan boşalarak etrafı saran kaynar su gibi hızla içime yayıldığında, olduğum yerde bir adım geri gittim. Sezgi’yi o kadının elinden kurtarmam gerekiyordu. “Sana bir seçenek sunmaya geldim. Ne Ceyhun’un sevgilisine zararım dokunur ne de sana. Ben sadece bir ihtimalin daha olduğunu söylemek istedim.”
“O ihtimali seçeceğime, onurlu bir şekilde ölürüm ama yine de senin yardımını istemem,” dedim tükürür gibi. “Hamile bir kadına bir Krokodil’in et çürüten zehrinden verdirdin.”
“O bir cadı, ne bebeği ne de kendisi o kadarlık bir uyuşturucudan etkilenmez,” dedi Semih sabit bir sesle. “Düşün. Zaman az, birazdan kız kardeşlerin arabadan inip buraya gelecekler. Kardeşin de burada ve bildiğim kadarıyla hâlâ bir insan. Hislerim yalan söylemez. Bir insanı benim karşıma çıkaracak kadar çıldırmış olamazsın. O yüzden acele et ve bir karar ver.”
“Sezgi’yi bırak,” dedim sertçe.
“Sezgi’yi bıraktığım an bana saldıracaksın.”
“Crystal ve Sapphire buraya geldiklerinde farklı bir şey mi olacak sanıyorsun? Üçe karşı ikisiniz.”
“Ama elimizde hamile bir cadı tutuyoruz.”
Bir anlık aydınlanmayla, “Zaten hamile olduğunu biliyordun,” dedim. “Nereden biliyorsun?”
“Cadılar, yeni bir cenin, cadı olan annenin karnındaki varlığını ilan ettiği anda bunu bilir. Cadılar, hain ilan ettikleri Sezgi’nin hamile olduğunu biliyorlar. Seni de onu da onların elinden kurtarmak, affettirmek benim elimde. Ne bebek hasar görür, ne Sezgi ne de sen. Kardeşinin cadıların karşısında hiç şansı yok. O yüzden onu da korurum.”
“Sezgi’yi bırak,” diye fısıldadım ama bu fısıltı bir emirdi, eğer aklı varsa bu emre kulak verirdi, yoksa kan dökmek benim için kaçınılmaz bile değildi. Bana sadece kardeşimi, Sezgi’yi ve beni koruyacağını söyleyerek şart koşuyordu, diğer herkesi geride bırakmamı istiyordu.
Semih başıyla Krokodil’e bir işaret yapınca, Krokodil temkinli bir sesle, “Bundan emin misin?” diye sordu.
“Sana onu bırak dedim,” diye fısıldadı Semih, sesindeki tehdit Krokodil’i bir nedenden korkutmuş olacak ki, Krokodil kuyruğunun ucuna astığı bedeni yavaşça yere bıraktı. Sezgi’nin kan kırmızısı saçları soğuk zemine yayıldı, saçları yüzünü örttü ve Krokodil, tam yanımdan geçip kuyruğunu yerde sürükleyerek Semih’in yanına gidene dek bekledim.
O saniyeden sonra, beni hiç kimse, hiçbir kuvvet tutamazdı. Saçları yere yayılmış hamile arkadaşıma kısa bir bakış attım ve sabit bir sesle, “Ne zaman kendine gelir?” diye sordum, Krokodil sorunun muhatabı olduğunu biliyormuş gibi bana düşmanca bir bakış attı.
“On beş, yirmi dakika içinde uyanır. Ben bir cani değilim, cadı çocuğu da olsa bir bebeği katletmem, Mar Kadını,” dedi yankılı çıkan sesiyle.
“Ama ben bir caniyim,” dememi beklemeyen Krokodil bir an duraksayarak bana baktı. “Seni de yanındaki aşağılık herifi de keyifle katlederim.”
Avuç içlerim yere indi, ardından kollarımı iki yana kanat gibi açtım ve kader çizgilerimin içinden dışarı boşalan enerjinin bir renk kazandığını fark ettim. Kızıl bir ışık birikintisi duman formunu alarak avuç içimden dışarı süzülürken başımın üzerinde oluşan kızıl pentagram, Semih’in dehşet içinde donup kalmasına neden oldu. Pentagramın ortasında bir yıldız değil, bir kar tanesi vardı ve kar tanesinin her bir kolunda semboller oluşuyordu.
Sembollerden biri ateşin sembolüydü; bu, zehrimin ateşten daha çok yakması içindi. Bir diğer sembolde su vardı, bu da zehrimin dilerse yükselerek okyanuslardan daha boğucu hâle gelebileceği anlamına geliyordu; bir sonraki sembol topraktı, bu benim hem dirilişi hem de ölümü getirdiğimin habercisiydi ve bir diğeri olan hava sembolü hepsinin aksine sadece şifa anlamını taşıyordu; nefes olabileceğimin kanıtıydı. Ya da belki de nefes değil, içine çektiği sülfür olur, ona cehennemin nasıl koktuğunu gösterirdim.
“Ben senin düşmanın değilim,” dedi Semih başımın üzerindeki pentagrama dehşet içinde bakarken.
“Ama ben senin düşmanınım,” dedim keskin, çift çıkan, ölüm habercisi bir sesle.
Semih’in tam önünde duran Kenneth gibi bir Krokodil olan kadının gözlerinin bir timsahınkine dönüştüğünü gördüm, seri hareket eden göz bebeklerine bakarken dudaklarımda yamuk bir tebessüm belirdi.
“Senin için Samu’nun ölümünü cadılardan sakladım. Senin nasıl düşmanın olabilirim?” diye sorarken gözlerine yerleşen ifade beni tiksindirdi.
“Senin sakladığın şeyi ben cadılara kendim söyledim.”
“Seni affettirebilirim!”
“Af dileyen kim? Affedilmek isteyen kim?” diye kükrememle, başımın üzerinde büyüttüğüm pentagram büyük bir şiddetle fırladı, iki tuğla binanın duvarları arasında sekerek, kızıl bir kuyruklu yıldız gibi iz bırakarak ilerledi. Krokodil, pentagramın hedefi olup pentagram tarafından vurulduğunda, Semih bir adım geri giderek dehşet içinde bana bakakaldı.
Semih’in gözlerinde kendi yansımamı görecek kadar keskinleşen bakışlarım, pentagramın çarptığı Krokodil’e çevrildiğinde, Semih’in bir adım geri gittiğini fark ettim ama umursamadım. Krokodil’in kuyruğu iki parçaya bölünmüştü, yüzü kan revan içindeydi ve sırtı tuğla duvarlardan birine mıhlanmıştı.
Pentagramın kolları Krokodil’i esir almıştı, avuç içlerimde bir kuklanın iplerini tutuyor gibi pentagramın görünmez bağlarını tuttum ve devamlı olarak pentagramın Krokodil’in sırtına çarpmasını sağladım. Her çarpmada, Krokodil’in kemiklerinden yeni birinin kırıldığına dair bir çatırtı sesi yükseliyordu. Birileri bizi görebilirdi, bir insan bunlara şahit olabilirdi ama öfkem öyle deli bir körükle yangına dönüşmüştü ki, tüm ihtimallerin canı cehennemeydi. Krokodil’in cesedini tanınmaz hâle getirene dek durmayacaktım.
Semih, “Beni dinle,” derken Krokodil’in acıdan sesini dahi çıkaramayacak hâlde olması umurunda değildi. Hoş, bu sarı piç kurusunun hiçbir şeyi umursamadığı, karnında bebek olan bir kadını esir alışından belliydi. Öfkeli gözlerim en nihayetinde ona çevrildiğinde, avuçlarımı son kez ileri doğru ittim ve bu, Krokodil’in boğazından dehşet verici bir hırıltıyla birlikte son nefesini de dışarı taşıdı. Krokodil’in paramparça olan bedeni yere yığıldığında bile pentagram onun cesedinin peşini bırakmadan cesedi zemine çarpmaya devam etti.
“Sıra sende,” diye fısıldayarak ona doğru döndüm. Semih’in gözlerinde korkunun emarelerine rastlamadım, oysa korkağın teki olduğu su katılmaz bir gerçekti.
“Beni öldürdüğünde eline bir şey geçmeyecek,” dedi Semih, sesindeki kesinlik beni daha da öfkelendirdi. Bir şekilde onu öldürmeyeceğime inanıyor gibi duruyordu. “Arkadaşların geliyor,” dedi kısa süren sessizliğe kulağını vererek. “Erkek kardeşin aralarındayken ve bu kadar savunmasızken, benimle savaşmazsın. Savaşı şehre taşırım, tüm insanlar buna şahit olur ve inan bana güzeller güzeli yılan, insanoğlu diğer ırkların tamamından daha tehlikelidir.”
“Tek bir adım bile atamayacağın kadar çok zehri içine bıraktığımda da bunları söyleyebilecek misin merak ediyorum doğrusu.”
“Yapabileceğini biliyorum, bundan yana şüphem yok ama kardeşin bir insan, en azından şu an bir insanmış gibi duruyor. Hâl böyleyken onu böyle bir şeyin içinde bırakmazsın.” Parmağını kaldırıp bir süre sessizliğe kulak verdi. “Onun insan adımlarının sesini duyuyorum.”
Tam saldırmak için hazırlanacakken bir çöl kumu etrafı sardı ve Crystal’in geldiğini fark ederek, “Hayır!” diye bağırdım, bağırmadım, resmen emrettim ama çöl kumu çoktan etrafımızı sarıp odağımı kaybetmeme neden olmuştu bile. “Siktir!”
Yangın merdivenlerinden yukarı doğru koşmaya başlayan kurdu gördüğümde, bu çöl kumuyla kaplı sisin onun dönüşüm geçirmesi için yeterli zamanı ona verdiğini anladım. Yere yayılan takım elbisesinin parçalanmış kumaşlarını gördüğümde öfkeden deliye dönmek üzereydim.
Sisin içinden panikle bana doğru koşan Crystal’i gördüm ama aldırış etmeden yanından sıyrılıp geçerken, “Sezgi’yi arabaya götür!” diye bağırdım.
“Ona ne oldu?” diye bağırıyordu Crystal, sesindeki korku tüm sokağı kuşatmıştı. Şansımız varsa birileri etrafa toplanıp olanlara tanıdıklık etmezdi, şansımız yoksa bir de insanları karşımıza almak zorunda kalırdık.
Sapphire ve Yaren’e çarparak yangın merdivenlerine yöneldim ama kurt çoktan tuğla binanın yüksek çatısına atlayarak gözden kaybolmuştu bile. Miraç’ın yangın merdivenlerinin demir kapısından yukarı atladığını gördüğümde öfkem birden paniğe dönüştü ve “Miraç!” diye bağırdım. “Dur! Nereye gidiyorsun?”
Tam da o an, kelimeler dudaklarımda sona ermemişken yüzüme soğuk bir rüzgâr çarptı.
Dudaklarım şaşkınlıkla aralandı, göz bebeklerim tüm harelerimi kaplayacak şekilde genişledi; erkek kardeşimin ışığı bile arkasında bırakacak hızla, göz açıp kapayıncaya dek yangın merdivenlerinin sonuna kadar koştuğunu gördüm.
Hız.
Bu hız, normal bir hız değildi.
Miraç tuğla binanın çatısına bakarken, “Abla, kaçmış,” dedi sakince.
“Miraç,” diye fısıldadım. “Hemen in oradan.”
Hızını görmüştüm. Bu doğal bir hız değildi. Ses kadar, ışık kadar hızlı koştuğunu görmüştüm. Bu sadece bir sanrı mıydı? Kafamdan uydurduğum bir şey miydi? İçimden bir ses buna şiddetle karşı çıkıyor, bu hızın tam da babamın bahsettiği şey olduğunu söylüyordu.
Miraç, aşağı inip Sezgi’yi kucakladığında, Sezgi’nin kızıl saçlarını geriye çekerek solgun yüzüne baktım. Teni buz gibiydi ama nefes alıp verirken inip kalkan göğüs kafesi her şeyin yolunda olduğunu fısıldıyordu.
“Onu bir doktora götürmeliyiz,” dedi Yaren, korkudan olduğu yere sindiğini o an fark ettim. “O hamile, bebeğe bir şey olmuş olabilir.”
“O bir insan değil, bir insan doktoru onu kontrol ettiğinde bebekteki ve ondaki farklılığı anlar. Üstelik doktora ne diyeceğiz, bir tür Krokodil tarafından zehirlendiğini mi?” diye sordum sertçe. “Titremeyi bırak.” Miraç’a döndüm ve “Onu hemen arabaya götür,” dedim.
Miraç başını sallayarak Sezgi’yi götürürken, Sapphire ve Crystal yanımda kaldı, Yaren de Miraç’ın arkasından gitmişti. Yerde yuvarlanan vitamin kutusunu izledim, ardından gözlerimi cesede çevirip, “Zehir etkisini on, on beş dakika içinde kaybedecekmiş,” diye mırıldanarak yerde yatan Krokodil cesedini işaret ettim. “Bu pisliği yere sermeden önce söyledi. Sezgi kendine gelecek.”
“Hamile bir cadı için zararlı değil mi?” diye sordu Crystal.
“Hamile olduğunu biliyorlardı. Bir sıkıntı çıkmayacakmış.”
Crystal’in gözlerinden geçen gölgeleri gördüm. “Nasıl bilebilirler?” diye sorarken sesindeki gerginlik kanıma işlemişti.
“Cadılar arasında yayılan bir dedikoduymuş. Birbirlerini hissediyorlarmış, bebek haberini alıyorlarmış falan. Bu demek oluyor ki Semih kaçmaktan vazgeçip cadıların yanındaki yerini aldı.”
“Alçak,” diye fısıldadı Sapphire.
“Hemen gidelim buradan,” diyerek Sapphire’ın omzuna dokunup onu ileri doğru yürüttüm. “İnsanlar etrafımıza toplanmamalı. Zaten çoğu insanın kafasında soru işaretleri oluşmaya başlamış bile.”
“Dedikodular, değil mi?” diye sordu Crystal keskin bakışlarını etrafta gezdirmeye devam ederek. “Ben de deneme kabinindeyken yan kabindeki kızın telefonla konuştuklarını duydum. Dalga geçiyorlar, inanmıyorlar ama bir yanları da şu kurt konusunu eşeliyor. Efken ve tayfası bir balıkçı tarafından görülmüş.”
“İnsanlar komplo teorilerine bayılır. O yüzden dalga geçseler de aralarında bunu konuşmaya devam edecekler, içten içe inanmaya da başlayacaklar çünkü bu tür korkunç şeylerin düşüncesi insanlara haz verir,” dedim.
“Cesedi ne yapacağız?” diye sordu Sapphire, sesi tedirgindi. “İnsanlar bu sıra dışı cesedi bulduğunda dedikodular daha da alevlenmeyecek mi?”
“Cesetten kurtulacağım,” dedim kendimden emin bir sesle. Zihnimin gerilerindeki dikenli sarmaşıkların sardığı duvara uzanan Medusa’nın zehirli saçları, sarmaşıklara takılarak yere süzülmüştü ve zehirli bakışları düşüncelerimde dolaşıyordu. Dudaklarında muzip bir tebessüm vardı, gözleri güçlü bakıyordu ve tıpkı ona dönüşüyor olmamdan gurur duyuyordu.
Krokodil cesedine doğru yürürken artık dönüştüğüm kişinin kim olduğu, neler yapabileceği umurumda değildi. Tek umursadığım, yapabiliyor olmaktı. Avucumun içinden sis gibi yükselen kara is lekeleri kırmızıya döndüğünde yere çökmüştüm, yukarı doğru açtığım avucuma bakarken kırmızı is lekelerinin yavaşça sıcak kıvılcımlara dönüştüğünü gördüm. Daha sonra avucumun içinde zehrimle var olan bir ateş yandı ve bu ateşin cehennem ateşinden sonraki en kuvvetli ateş olduğu bilinciyle avucumu Krokodil’e sürttüm. Saniyeler içinde alevlere teslim olan cesedin bir asit gibi eriyişini izlerken yüzümde bomboş, ruhsuz bir ifade vardı.
Daha sonra doğruldum, ateşim onu külünü bile bırakmayacak şekilde tüketip yok ederek sönerken sokağın çıkışına yürümeye başladım.
Arabaya döndüğümde Sezgi yavaşça kendine gelmeye başlamıştı. Yol boyunca öfke içimde bir kalp gibi attı ama atan öfke benim kalbim değildi. Öfke, terk edilmiş bir evde hâlâ yanmaya devam eden bir lamba gibi, beni terk eden vicdanımın olduğu yerde kalp olmuş atıyordu.
Sezgi, “Lütfen,” dediğinde gözlerim dikiz aynasından onu kavradı. “Bu olanlardan Ceyhun’a bahsetme.”
“Bu saklayabileceğimiz bir şey değil, Sezgi.”
“Güvende olmadığımı düşünecek.”
“Çünkü güvende değilsin. Ama seni öylece yollayamam, bunu bugün anladım. Cadılar sadece benim değil, senin de peşine düşecek. Bu durumda en sağlıklısı yanımızda olman. Seni bunlara bulaştırmak zorunda kaldığım için beni affet. Bugün bunlar yaşandığı için, sırf kafanız dağılır umuduyla çıktığım bu yolda sana zarar geldiği için özür dilerim.”
“Senin bir suçun yok,” diyerek doğrulmaya kalktığında, Sapphire, Sezgi’nin saçlarına dokunarak yavaşça okşadı ve aslında bunu yaparken onu durdurmuş oldu. Sezgi yüzünü buruşturdu, elini karnına koyarken, “İyiyim,” dedi. “Zehir büyük oranda dışarı çıktı. Bir terslik yok.”
Patika yola girdiğimizde tüm olanları nasıl açıklayacağım konusunda bir fikrim yoktu. Efken öfkelenecekti, Ceyhun öfkelenecekti, İbrahim öfkelenecekti. Kendimi, Sezgi’yi, kız kardeşlerimi, erkek kardeşimi ve Yaren’i öylece tehlikeye götürmüştüm. Bunun olacağını ön göremezdim fakat zaten ensemizde kara bir gölge dolaşıyorken, bu kadar rahat davranmamalıydım. Bizim normal insanlar gibi geçirebileceğimiz tek bir günümüz bile yoktu. Ve ben, bunu yeni anlıyordum. Biz artık tamamen soyutlanmak zorundaydık.
Karlı arazide ilerleyen cipin içinde sessizlik vardı. Az ileride, üstsüz, altlarında yalnızca parçalanmış kot pantolonlar olan bir grup oğlan güreş tutuyor, şakalaşıyorlardı. Hiçbiriyle tanışma fırsatım olmasa da isimleri hafızama yerleşmişti. Kurt sürüsü, arabayı gördüğünde bizden tarafta asılı kalan bakışlarındaki sorgu beni duraksattı. Sanki bir şeyler olduğunu fark etmiş gibi donup kalmışlar, gözlerini cipe dikmişlerdi.
Evet, bir şey olmuştu ve bunu nasıl açıklayacağım konusunda tek bir fikrim dahi yoktu. Vicdanım suçlu hissediyordu, kalbim suçlu hissediyordu, zihnim suçlu hissediyordu ve düşüncelerim suçlayıcı cümlelerle doluydu; içimde bir fırtına olsa da yüzümde sabit bir ifadeyle arabayı sürmeye devam ettim.
Akşamın çöktüğünü koyu renge bulanan gökyüzünden anlamak mümkün değildi çünkü gökyüzü her zaman solgun, gri ve sönüktü. Ama yıldızlar öyle bir parlamaya başlamıştı ki, sanırım akşam saatleri çoktan aramıza sızmıştı. Verandanın basamakları yerine, korkuluklardan aşağı atlayan adamı gördüğümde, Gümüş Pençelerin ne kadar hissiyatı kuvvetli olduklarını anladım.
Bir şey yolunda değildi ve başta Alfaları olmak üzere, hepsi bunun farkındaydı.
Efken’in çıplak adımlarla bize doğru koştuğunu gördüm, rüzgâr kadar hızlı olsa da Miraç kadar hızlı değildi. Cipin ön kaputuna ellerini koymasıyla frene basmam bir oldu ama arabayı durduran fren olmadı, Efken’in güçlü ellerinin baskısıydı bizi durduran.
Uçurum mavisi gözlerinde şimşeklerin alevler gibi patladığını gördüm, bir kurt o gözlerde uludu, bir şimşek o gözlerde çaktı, bir yıldızım o gözlerden düştü. Aracın kapısını açıp dışarı çıktığım anda beni kavrayan eller önce göğsüne bastı, ardından büyük avuçlar yüzümü kavradı ve parmakları tenime dua gibi işlerken gözlerimin içine endişeyle baktı.
“İyisin,” dedi, sanki diğer her şey karanlığın içinde kaybolabilirdi ama benim iyi olmam ona yeterdi.
Gözlerinin içine bakarken verecek bir cevabımın olmadığını fark ettim. Burnumun dikine gitmiştim, iyi bir şey yapmaya çalışırken başımıza belayı getirmiştim ama bunun tüm sonuçları kötü olacak değildi. Cadıların ne zaman bizim için geleceğini de öğrenmiştim.
“İyiyiz,” diyerek araçtan inen Sezgi’ydi. Birkaç sarsak adımla Ceyhun’a ilerledi, Ceyhun’un kollarının arasına girdi. İbrahim, koruluğun içinden koşarak çıktığında o da tıpkı diğer ikisi gibi bize doğru geliyordu.
Ceyhun, “Neler oldu?” diye sorarken sesinde öfke vardı. “Sezgi’ye bir şey mi yaptılar?”
“Ceyhun, ben iyiyim,” dedi Sezgi ama Ceyhun buna aldırış etmedi. Ceyhun’un bakışlarının bana çevrildiğini, sorgu dolu gözlerin yüzüme mıhlandığını fark ettim.
“Karşıma beklenmedik biri çıktı,” dedim durgun bir sesle. Efken, yüzüme dağılan saçları geri iterken gözlerime bakıyordu. “Siz nasıl anladınız?”
“Anlamamak imkânsız, getirdiğiniz enerji çok karanlık. Gümüş Pençelerin tamamı bir sorun olduğunu hissetti,” dedi Efken. “Ne oldu, Mahi? Kim çıktı karşına?”
“Semih,” dediğimde Efken’in yüzündeki kan çekildi.
Göz bebeklerine yerleşen düşmanlığı gördüm, artık o kara göz bebeklerinde gördüğüm benim yansımam değildi; öfkenin gölgeleriydi.
“Yanında bir Krokodil Kadını vardı,” diye devam ettim cümleme. “Eczaneden çıkmıştım, Sezgi’nin arkasına takıldım ve Krokodil onu bayılttı. Semih’le karşı karşıya geldim.”
“Bir yaratık Sezgi’yi mi bayılttı?” diye sordu Ceyhun dehşet içinde. “Kenneth gibi birinden mi bahsediyorsun? Bir et çürütenden?” Ceyhun, Sezgi’yi bağrına basarken, “Bebek?” diye sordu bu kez daha büyük bir korkuyla. “O şey bebeğe zarar verdiyse? Sezgi, acele et, hemen bir hastaneye gitmeliyiz!”
“Saçmalama, benim hiçbir değerim bir insanınkiyle aynı değil. Hastanedeki herkes bendeki garipliği anlar, Ceyhun,” dedi. “Kan değerlerim de farklı, iyileşme sürecim de farklı, karnımdaki bebek de farklı…”
“Gitmene izin vermemeliydim!” diye bağırdı Ceyhun öfke dolu bir sesle. “Böyle bir tehlike olduğunu bile bile gitmemeliydin.”
“Ceyhun,” dedi Efken uyarıcı bir tonla. “Sesini kes. Bir şey olmadı. Sağ salim buradalar.”
“Hamile olan Mahinev değil, Sezgi!” dedi Ceyhun, yeni hedefi Efken’di ve Efken, Ceyhun’un kurduğu cümleyle eş zamanlı olarak yüzünde cehennemden aldığı bir ifadeyle Ceyhun’a doğru döndü.
“Farkında mısın bilmiyorum ama Sezgi’yi korumuş ki Sezgi burada tek parça duruyor,” dedi Efken, yakıcı sesi cehennemden bile sıcaktı.
“Kavga etmeyi kesin,” diyerek araya girdim. “Her şey benim suçumdu, bunu kabul ediyorum. Normal insanlar gibi geçirecek bir günümüz olsun istemiştim, sonuçlarının bu olacağını tahmin edemedim.”
“Cadılar olsa neyse, Sezgi ile alakası olmayan biri Sezgi’ye saldırıyor. Tabii ki de her şey senin suçun,” dedi Ceyhun sertçe, saldırganlığı ona boş boş bakmama neden oldu. “Bir Krokodil ona saldırırken sen neredeydin?”
“Onunla konuşurken sesinin tonunu ayarlamazsan, hayatını sikerim senin,” dedi Efken, Efken’in sesi Ceyhun’un öfke tohumları saçan sesinin aksine çok sakin olsa da çok daha tehlikeli gelmişti kulağıma.
“Ceyhun, saçmalıyorsun. Cadılar benim de peşimde ve Semih onlarla iş birliği içinde,” dedi Sezgi elini Ceyhun’un göğsüne koyup onu yavaşça uzaklaştırmaya çalışarak. “Mahinev’i neyle itham ettiğinin farkında mısın? Hiçbir suçu yok. Semih hepimizin düşmanı ve cadıların yanında. Cadıların tamamı hain olduğumu düşünüyor. Çünkü hiçbiri Samuel’in bana ihanet ettiğini bilmiyor. Bunun suçlusu Mahinev değil. Karşındaki kadın beni kurtardı. Onunla böyle konuşamazsın.”
Ceyhun, duydukları karşısında bir süre sustu. Başını önüne eğerken, kollarını Sezgi’ye daha sıkı sararak mahcup bir sesle, “Özür dilerim, Mahinev,” dedi. “Nasıl hissettiğimi tahmin edebiliyorsun, değil mi? Çok korktum. Kendimi yeterince işe yaramaz hissediyorum, bir işe yaramadığımı düşünüyorum ve üzerine bir de bu olunca… Ben… Özür dilerim.”
“Ceyhun, saçmalama. Seni anlıyorum ve özürlük bir durum yok. Siz benim kardeşimsiniz,” dediğimde, Ceyhun mahcup gözlerini kaldırıp bana baktı. “Ve işe yaramaz değilsin. O Kelle Yiyenlerle nasıl savaştığını gördüm. Sen bir insan olduğun için kendini yetersiz hissediyorsan diye söylüyorum, bil ki o Kelle Yiyenlerle biz elimizde ekstra gücümüz varken bile zor başa çıktık.”
Ceyhun, “Seni kırdım, değil mi?” diye sorarken tamamen utanmış görünüyordu.
“Hayır. Sadece bir baba olarak vermen gereken tepkiyi verdin. Benim babam da böyle bir tepki verirdi,” diye fısıldadım buruk bir şekilde gülümserken.
Yaren, “Biz arabadaydık,” dediğinde İbrahim ile konuştuğunu fark ettim. İbrahim, Yaren’in geceden karanlık saçlarını düzeltirken gözlerindeki korkuyu saklamadan, tüm ilgisini Yaren’e vererek onu izliyordu. “Sonra birdenbire Crystal ve Sapphire bir enerji hissettiler. Gittiğimizde Semih çoktan kaçmıştı. Mahinev o yaratığı öldürmüştü. Her şey çok… Çok garipti.”
“Semih’i öldürmeliydim,” diye mırıldandım, Efken’in bakışları tekrar beni odağına aldı ama gözlerimi kaldırıp ona bakmadım. “Fırsatım varken onu öldürmeliydim. Elimden kaçırdım. Ama elime bir koz bıraktı.” Gözlerimi kaldırıp Efken’e bakarken o gözlerle göreceğim şeylerden korkuyordum ama sandıklarımı görmedim. “Cadıların ne zaman saldıracaklarını biliyorum, Efken.”
Efken, gözlerimin içine baktı ve zaman tam ortamıza devrildi.
Soluduğumuz havaya zehir karışmış gibi bir süre birbirimize bakarken zaman hızlandı. Hızlanan zaman bizi önce evin salonuna, sonra yatak odasına taşıdı. Sanki hızla dönen yelkovanın önünde durmuş, akrepten yavaşça sızan zehrin çizdiği anları izliyordum. Zamanın hem içindeydim hem de bir izleyici gibi dışında.
Yatağın ucunda oturmuş karşımdaki aynada duran yansımamı izlerken yelkovan bir kez daha akrebin üzerinden geçti. Üç haftalık süreç dudaklarımdan döküldüğünde yaşanan gerginliği hatırladım. Zaman hızla kayarak bizi bu âna dek getirse de sanki hepimiz cadıların geleceği günü onlara söylediğim anda kalmıştık.
Mustafa Baba, zorla da olsa yerinden kalkıp kurtların arasına karışmıştı, Ulaş’ın arbaletinin ucu yanan oklarla dolmuştu, İbrahim elinde hançerle verandanın basamağına oturup hançerin motiflerini izlerken birdenbire akıl kapanı yaratacak bir kahkaha koyuvermişti. Şimdiyse buradaydım, karanlık odada oturmuş kendi yansımamı izlerken üç haftalık sürece neleri sığdırabileceğimizi düşünüyordum.
“Üç Perşembe sonra,” diye mırıldanmıştım Efken’in gözleri gözlerimi esareti altına aldığında. “Bizim için gelecekler.”
Zaman yeniden kartlarını dağıttı ve içinde karanlık bir kuşatma altında olduğum odanın kapısı açıldı.
Efken’in yere düşmeye başlayan adımları bana güven verdi. Ama ruhum hâlâ yolunu kaybetmiş gibi içimde hiç bilmediği sokaklara dalıyor, karanlık tüm koyuluğuyla düşüncelerimin üzerini örtüyordu.
“Yemek yemeyecek misin?” Sorusu odaya karanlık kadar koyu bir kıvamla dağıldığında kafamı kaldırıp ona doğru baktım.
Bir adım daha attı.
“Hâlâ bugün olanları mı düşünüyorsun?”
Her bir adımında karanlık çoğaldı, etrafı sardı ve Efken tam önümde durup çenemi tutarak kafamı kaldırdığında gözlerimiz yeniden iki farklı yangının buluşup cehennemi yarattığı gibi birbirlerine karışarak cehenneme dönüştü.
“Bugün elime Semih’e haddini bildirmek için bir fırsat geçti, o fırsatı kullanamadım.” İçimdeki sıkıntı gitgide büyürken gözlerimi aynaya çevirdim. “Onu yok edemedim.”
“Elinden kaçması senin hatan değil.” Parmaklarının arasında duran çenemi okşarken tekrar ona bakmamı sağladı. “Önümüzde üç haftalık bir süreç var. Hiç değilse artık ne kadar zamanımız olduğunu biliyoruz.”
“Güçlülermiş.”
“Biz de güçlüyüz,” dedi. “O kadar güçlüyüz ki, benimkini kontrol altına almak zorunda kaldık.”
“Şimdiden bu kadar güçlülerse, Nemesis’i öğrendiklerinde ne olacağını tahmin ediyorsun, değil mi?” Ona boynumu büken bir umutsuzlukla baktım ama onun gözlerine ne umutsuzluk uğradı ne de endişe. “Üstelik Semih’in yanında bir Krokodil vardı. Bunun ne anlama geldiğini biliyorsun.”
“Sadece cadılar yok,” diyerek ne söylemeye çalıştığımı anladığını gösterdi. “Geçen sefer de sadece Manbel yoktu. Bir sürü faklı tür vardı.”
“Ak Cambazlar tehlikeliydi. Ruh Öğütenler de vardı.” Başımı sallarken, “Ya geçen seferki savaşın bedelini ödetmek için cadılarla birleşirlerse?” diye sordum. “Semih’in yanında bir Krokodil olduğuna göre, tıpkı Axel gibi bir Guqula da olabilir.”
Bu ihtimal ortamızda asılı duran bir gerçeğe dönüşmeden önce bir çaresine bakmalıydık. Nemesis’i özgür bırakmak nelere mâl olurdu? Eğer Efken’in gücü yine savruk ama sonsuz derecede hacim kazanırsa, savaşın akıbeti değişir miydi? Efken, İbrahim ve diğerlerini yok edecek kadar büyük bir enerji açığa çıkaracağını fark ettiğinde, kendi gücüne karşı bir korku beslemişti. Kabul etsin ya da etmesin, Nemesis onu da endişelendiriyordu. Peki ya bu karmaşada Nemesis’in tamamına ihtiyaç duyarsak ne olacaktı? Her halükârda birçok kayıp verebilirdik ama eminim bu kayıpların nedeni kendi gücü olsun istemezdi.
“İşler içinden çıkılmayacak duruma gelirse, Nemesis’in korumasını kaldıracağım.” Cümlesi zamanı deşti, bir bıçak oldu ve zamanın karın boşluğundan içeri daldı; yere bir damla kan düştüğünde gözlerimiz birbirine tutundu.
Sadece, “Hayır,” diye reddettim, bu reddediş zamanın kanının yerde kurumasıyla birlikte yelkovanın hızla dönmeye başlamasına neden oldu ve gözlerimi yeniden açtığımda üç gün sonrasındaydım.
Daha fazla müttefike ihtiyacımız olduğunun farkındaydık, arkada kalan üç gün yanımıza birilerini çekip çekemeyeceğimiz konusunda gelgitler yaşayarak geçti.
Salı akşamı tüm Gümüş Pençe sürüsünü içine alacak kadar büyük olan ahşap evin inşaatı bitmişti. Sezgi ve Ceyhun evlerine neredeyse hiç dönmediler, Sezgi’nin ve bebeğin iyiliği için yanımızda olmalarının en doğru karar olduğunu düşünüyorlardı.
Bu üç gün içinde Miraç’la daha fazla antrenman yaptık ama ne ben ne de o, onu neye hazırladığımı bilmiyorduk. Miraç’ın koşma yeteneğini keşfetmek için her seferinde daha fazla mesafe vererek koşular yapmasını istiyordum. Çoğunlukla normal bir insanın hızıyla koşuyor, o gün onda gördüğümün tam tersi hemen yoruluyordu ama bazen hızı birdenbire artıyordu, ışık kadar hızlı olmasa da bir insan için oldukça garip bir hızdı.
Tüm bunlar olurken, Efken ve Manbel de Yaren’in eğitimiyle ilgileniyorlardı. Yaren, Manbel’in etrafta olmasıyla ilgili sorunu çözmüş gibi dursa da Manbel’e karşı hâlâ mesafeliydi, onun söylediği her şeyi görmezden geliyordu ama abisinin uyarılarıyla Manbel’in de istediklerini yapıyordu.
Yaren için ilk eğitim, koordinasyonunu geliştirmekti. Başta çok ağır olmayan eğitim, üçüncü günün sonunda birdenbire ağırlaşmıştı ve her gün şafak güne beyazı armağan ederken koşarak başladığı antrenmanına, sıçrayışlarını ve yumruklarını geliştirerek devam ediyordu. Ağırlık kaldırmasını Manbel istemişti, bacaklarının güçlenmesi gerektiğini söylediğinde Yaren ona küçümseyen bir bakış atmıştı ama Manbel onun bileklerine çok da büyük olmayan birer taş parçası bağladığında ve Yaren o yükle hareket edemediğinde, bu kez onu küçümseyen bakışları takınan kişi Manbel olmuştu.
Pentagram üzerinde daha fazla çalıştım. Kar Ormanı’nın çaprazında kalan Kar Mezarlığı, çalışmalarım için oldukça uygun bir yerdi. Önü boş bir araziye açılıyordu ve insanların tercih etmediği bir yolun kenarında kalıyordu. Bu yüzden yarattığım dev pentagramları kimse görmüyordu ve ben de rahat rahat üzerlerinde çalışabiliyordum. Pentagramlarla olan çalışmam, genelde Miraç’ın ağlayarak eve kaçtığı zamanlarda oluyordu. Çok fazla koştuğu için adalelerinin yırtıldığını söyleyerek bir çocuk gibi benden kaçması, Efken’in onunla daha fazla alay etmesine neden olmuştu ama Miraç öyle çok yorulmuştu ki Efken’i bile umursamaz olmuştu.
Kar Ormanı, sürünün çalışması için oldukça büyük bir alan olsa da Mustafa Baba sık sık burada kalamadığından çocukları kendi evinin yakınlarındaki Düş Kapanı Ormanı’nda hazırlıyordu. Bir koçun bir boksörü hazırladığı gibi özenle, bir turnuvaya çıkacaklarmış, müsabakalarına az kalmış gibi onları ilmek ilmek işleyerek eğitiyordu.
Üçüncü günün gecesi, Hatem, Ölüm Bataklığı’na düştüğü için üstü başı çamur içinde, bir kurt formunda dönmüştü eve. Efken, hortumu dışarı uzatıp onu buz gibi suyla yıkarken nasıl uluduğunu hatırlıyordum.
Tüm bunlar olurken Kenneth daha fazla Krokodil ile anlaşma yapmak için Zehir Vadisi’ne doğru yola çıkmıştı. Axel, her ihtimale karşı yanımızdaydı, artık Crystal’in onları götürdüğü evde değil, üçüncü gün tamamlanan sürü için tasarlanmış ahşap evin zemin katında kalıyordu.
Ulaş arka planda hem Luxury hem de Sanat Atölyesi’nin toparlanmasıyla ilgilenmeye kaldığı yerden devam ediyor, hepimiz yataklara çekildiğimizde kalan son birkaç saatini, şafak beyazlığı gelene dek dışarıda arbaletiyle çalışarak geçiriyordu.
Beşinci güne dayandığımızda Kenneth yanında bir grup Krokodil ile Kar Ormanı’nı aşıp eve gelmişti. Axel’in haber uçurduğu küçük bir Guqula grubu da bizim için yola koyulmuştu, birkaç gün içinde gelecekleri kesindi. Gümüş Pençeler, onlar için yapılmış ahşap evi birden ortaya çıkan Krokodil klanıyla paylaşacak olmaktan pek de memnun olmasalar da başka çare yoktu. Bir arada olmak zorundaydık.
Dağıldığımız an, onlar için yenildiğimiz an demekti.
Beşinci günün gecesi, Miraç bir atakla hızına hız kattı. Bu hızın özünde ne vardı bilmiyordum ama o gece, Miraç hızla ormanın diğer ucuna gidip, zikzaklar çizerek yanımıza döndüğünde gidişinin üzerinden yalnızca kırk saniye geçmişti. Oysa bir kurt bile bu mesafeyi en erken iki dakikada tamamlayabilirdi. Bu, Miraç’ın bir Gümüş Pençe’den üç kat daha hızlı olduğu anlamına geliyordu.
O gece, verandanın ahşap basamaklarına oturmuş erkek kardeşimin özünde neyin saklandığını düşünürken, sonunda gücünü toplayan Sezgi’nin, Kar Ormanı’nın girişindeki ağaçlara her dokunduğunda ağaçlar arasında oluşan turuncu ışıltılı bağları izliyordum. Bir tür kalkan üzerinde çalışıyordu, bu kalkan daha çok dövüş ânında işimize yarayacak bir kalkandı; zırh görevi görebileceğini söylemişti. Avuç içlerinden ağaçların köklerine akan turuncu enerjiyi görüyordum, daha sonra o enerji turuncu, ışıltılı bir halata dönüşerek ağacın gövdesini sarıyor ve diğer ağaca doğru gidiyordu. Ona kendini yormaması gerektiğini söylesem de beni dinlememişti.
Crystal, hemen yanımdaki boşluğa çöküp, topuklu çizmelerinin topuklarıyla karları eşelerken, “Sezgi hırslanmış,” diye mırıldandı.
“Kendini yormasa keşke.”
Crystal derin bir nefes alıp, “Erkek kardeşindeki hızın nedenini anlayabildin mi peki?” diye sordu, konunun birdenbire Miraç’a çevrilmesi durgun gözlerimin ona dönmesine neden oldu.
“Hayır. Mustafa Baba dün gece onu önüne oturttu, bir süre inceledi, bir şeyler düşündü ve birkaç kitap karıştırdı ama sonuç değişmedi. Miraç, hâlâ koca bir belirsizlik. Babam önüme birkaç parça koyuyor ve o parçaları birleştirip sonuca ulaşmamı bekliyor. Bu yorucu.”
“Hızı lehimize bir silah olsa da onu bu kadar güçlü bir kafilenin önüne çıkarmak delilik olabilir,” dedi Crystal endişeli bir sesle.
“Yaren’i ve onu saklayabileceğimiz bir yer olsaydı, bunu yapardım ama Manbel, tüylerinin bir işe yaramayacağını söyledi. Sanırım artık tüyden muskaları küle dönüyor, tutmuyormuş. Bunu kadimlerin yaptığına emin.”
“Yaren bir demonun kızı, öyle ya da böyle, zorluklarla mücadele etmek zorunda kaldığında bir bomba gibi infilak edip esas kimliğine bürünecektir. Ama Miraç… O tam bir muamma,” dedi Crystal. “Zarar görmesini istemiyorum.”
Şaşırmadım, gözlerimde herhangi bir sorgu bile oluşmadı çünkü artık bir yanım bu gerçeği kabul etmişti. Crystal, erkek kardeşimden etkileniyordu. Belki etkilenmekten de ötesindeydi, onu beğenmekten öteye geçmişti; ondan hoşlanıyordu.
“Ne zamandan beri?” diye sordum sadece. “Sanırım ilk gördüğün andan beri.”
“Anlamadım?” diye sorarken alev sarısı gözlerini Sezgi’ye çevirmişti. Göz kontağını kesmesinin nedeni, sorduğum sorunun özünü gördüğündendi, aslında neyden bahsettiğimi çok iyi biliyordu.
“Ne zamandan beri Miraç’tan etkileniyorsun?” diye yumuşatarak sorduğum soru bedeninin ürpermesine neden oldu.
“Bu da nereden çıktı şimdi?”
“Biz düğümlüyüz, Crystal. Kız kardeşler gibiyiz. Benden bunu gizlemeyeceksin herhâlde?”
“Kardeşine karşı ne hissettiğimi bilmiyorum,” dedi, bir an için bu cevabın gerçekten dürüstlükle verilmiş bir cevap olduğunun farkına vardım. “Ona baktığımda tuhaf hissediyorum, onu izlemek, incelemek istiyorum. Hareketlerini, yüzünü, gözlerini, tüm bunları izleme isteğimi bastıramıyorum. Daha önce hissettiğim şeylere benzemiyor. Önceden birileriyle aramda bir şeyler olurdu. Onlara âşık olurdum ya da hoşlanırdım, sevişirdim ya da takılırdım. Ama kardeşine baktığımda hissettiğim şeyler bunlardan bile uzak, daha derin şeyler. Karakteri hiç bana uymasa da onda bir şey var, ona doğru çekiliyorum.” Boynunu esnetip gözlerini kaçırırken parmakları saç diplerinde dolaşıyordu. “Ben buna etkilenmek demezdim. Hoşlanmak ya da başka bir şey de demezdim. Bir belirsizlik derdim. Kardeşin gerçek bir belirsizlik ve muamma.”
“Nigin Bağı’nız falan yok, değil mi?” diye sordum çatık kaşlarla.
“Bilmem, henüz kardeşinle öpüşmedim,” diye takılınca yüzümü buruşturdum. “Hem bence bir Nigin Bağı olsaydı, o kişi ben olmazdım. Sapphire olurdu.”
“Ne?”
“Kardeşin, Sapphire’a karşı daha ilgili gibi geldi bana,” diye fısıldadı.
“Bunu sorun ediyor musun?”
“Ediyorum ve etmiyorum. Ne sorun ne değil ben de bilmiyorum. Sapphire benim kız kardeşim, henüz birbirimizi yeni tanıyor olsak da biz bir soyla birbirine bağlı iki kadınız. İki kız kardeşiz. Sapphire sana yakın olduğunda seni ondan kıskanıyorum ama Miraç ona yakın olduğunda ne onu ne de Miraç’ı kıskanmıyorum. Daha farklı bir şey hissediyorum.”
“Ne hissediyorsun?”
“Bilmiyorum.” Bana soru işareti dolu alev sarısı gözlerle baktı. “Suçlu?”
“Neden suçlu hissedesin ki?”
“Sanki hep…” Gözlerini kaçırınca söylemekten korktuğu şeyi fark edip elimi omzuna yerleştirdim. “Anladın, değil mi?”
“Anladım.”
“Peki sence öyle mi? Sence de ben durmadan kız kardeşlerinin erkeklerine ilgi duyan pisliğin teki miyim?”
Şefkatle gülümserken, “Aptal olma,” diye mırıldandım. “O zamanlar beni tanımıyordun, ben burada bile değildim. Sapphire’a gelince, bence Sapphire da Miraç da şu an için birbirlerine karşı bir şeyler hissetmiyorlar. Miraç ona ilgi duyuyorsa bile Sapphire henüz bu ilginin farkında değil. Tüm bu hissettiklerin, seni söylediğin gibi biri yapmaz, Crys.”
“Ağlayacak gibi hissettim,” diye söylenerek başını omzuma yasladığında gülümsemem derinleşti. “En kısa zamanda bu aptal hislerden kurtulmam için biriyle sevişmem gerekiyor. Ah, Ramon Velencoso yatakta gerçekten iyiydi bu arada…”
“Pis.”
“Ne? Belki yaramaz bir kız olduğumu fark edip beni sevimli erkek kardeşinden uzaklaştırırsın…”
“Erkek kardeşim senden küçük olabilir ama bazen senden daha olgundur,” dediğimde başıyla omzuma vurup söylendi.
“Bir de kendimden yaşça küçük bir erkeğe bir şeyler hissettiğimi vurgulamasana, gerçekten çölüme dönmeme az kaldı.”
“Sadece iki üç yaş.”
“On sekizdi, değil mi?”
“Neredeyse on dokuz.”
“Aman, çok içim rahatladı.”
Miraç’ın adım sesleri verandanın ahşap yüzeyine düşmeye başladığında, Crystal başını omzumdan çekerek üzerindeki kazağı düzeltti. Basamakların önünü kapattığımızdan korkuluktan aşağı bacaklarını sarkıtan Miraç’a omzumun üzerinden baktığımda saçlarının ıslak olduğunu gördüm. Duş almıştı, üzerinde İbrahim’e ait sarı bir tişört vardı ve bu kaşlarımın çatılmasına neden oldu.
“Bu soğukta tişört ve ıslak saç mı?”
“Tüm gün ecdadımı sikmiyormuş gibi ıslak saçıma ve tişörtüme de takılmazsın canımın içi ya…” diye alay etti Miraç.
“Küfürlü konuşma, dilini çekerek uzatır, sonra da boynuna dolarım,” dedim tehditkâr bir sesle.
Crystal alayla gülünce, Miraç, “Kızın yanında karizmamı iki paralık ettiğin için sağ ol abla,” diye söylendi.
“Karizman daha fazla koşmak istemediğin için bağırarak eve kaçtığında çizilmişti aslında,” dedi Crystal keyifle.
Miraç gözlerini devirerek bakışlarını koruluğa çevirdi, Sezgi’nin ağaçlara zikzaklar çizerek yerleştirdiği turuncu kalkanı gördüğünde kaşları yavaşça havaya kalktı ve “Bir gün bunlara alışacağım,” diye mırıldandı kendi kendine.
“Ne o, ablandan azar mı işitiyordun yavrum?” diye sorup Miraç’ın saçlarını karıştıran Efken’i görünce gözlerim irileşti. Miraç, elini kaldırıp çatık kaşlarla onu itmeye çalıştığında, “Küçük peri,” dedi Efken daha büyük bir alayla. “Demek ormanı kırk saniye içinde talan ettin. Hani kanatların nerede?”
“Yavrum deme bana!”
“Küçük peri diyebilir miyim yani?”
“Abla!” diye homurdanarak bana baktı Miraç. “Şuna söyle, el kol yapmasın bana.”
“Ablasına şikâyet ediyor bir de beni, abla kuzusu,” diye alay eden Efken bir kez daha Miraç’ın saçlarını karıştırınca, Miraç çırpınırken dengesini kaybetti ve sırtüstü karların içine düştü. “Pardon, elimden kaçtı, tutamadım,” dedi Efken bana dönüp, muzip bir sırıtışla kardeşimi işaret ederek.
Miraç karların içine saplı hâlde, uzandığı yerden bir an olsun kalkmadan, “Ayarsız herif,” diye söylendi. “Senin kalas gibi bedeninle koşamadığın mesafeyi o kadar kısa sürede koştum diye hasedinden orta yerinden çatladın akşamdan beri.”
“O kadar kıskandım ki, ağlayarak odama gidip yorganımın altında kıskançlığımın geçmesini bekleyeceğim…” Efken’in alaycı gözleri bana çevrildi. “On ikiden sonra Yaren’in doğum günü,” dediğinde kaşlarım havaya kalktı. “Bu karmaşada onun doğum gününü unutmuşum. Hiç olmazsa gidip bir pasta alalım.”
Oturduğum yerden telaşla kalkarken, “Olur,” dedim.
“Üzerine bir ceket al da gidelim o zaman. Gece yarısından önce tüm pastaneler kapanıyor.” Deri ceketinin fermuarını boğazına kadar çekerken verandanın basamaklarından inip yanımdan geçti, yoğun tarçın ve baharatları hatırlatan kokusu ciğerlerimi deşti.
“Neden yapışık ikizler gibi her yere birlikte gidiyorsunuz?” diye sordu Miraç yerden kalkmadan.
“Sen sor diye yavrucuğum,” dedi Efken alayla.
“Yavrucuğum demesene lan bana, hıyar.”
“Kırıcısın.”
“Keşke tüm kemiklerini kırsam.”
“O hiç kolay değil, yavru kuzu.”
“Kalk karların içinden, hasta olursan çalışamayız,” diyerek parmağımla kalkması için işaret yaptıktan sonra içeri gidip kendime bir ceket aldım.
Crystal, hâlâ yerde yatan Miraç’a elini uzattı ama Miraç ona dik dik bakıp yerde bir defa yuvarlanarak dizlerinin üzerinde havaya kalktı. Crystal gözlerini devirse de reddedilmekten hoşlanmadığı belliydi, Miraç’ın ise reddetme sebebi kesinlikle gururuna yedirememesindendi.
Uzun, fırçanın bile zor girdiği koyu renk saçlarımı başımın üzerinde bir kuş yuvası gibi dolayarak topuz yaptığımda, Efken ön yolcu kapısını benim için açmıştı. Dudaklarımın arasına kıstırdığım siyah tel tokayı elime alıp topuzumun kenarını tuttururken ön yolcu koltuğuna yerleştim.
Efken’in uçurum mavisi gözleri beğeniyle parıldayarak yüzüme ve saçlarıma dokundu, ardından kapıyı kapatıp kaputun önünden geçerek sürücü koltuğuna oturdu. Elini koltuğuna koyarak boyun damarlarını ortaya çıkaracak şekilde arkasına dönüp arabayı geri geri çıkarırken göz ucuyla ona bakıyordum.
Direksiyonu sertçe çevirerek aracı döndürdü, patika yoldan aşağı inmeye başladığımızda radyonun ve göstergenin kızıl ışığı gitgide karanlıklaşan yoldaki tek ışık kaynağımıza dönüştü.
“Aslında Yaren’in doğum gününü yarın gün içinde kutlasak da olurdu,” dediğinde, bakışlarım karmaşayla ona yöneldi. Kemikli yüzü profilden o kadar esrarengiz görünüyordu ki, güzelliğinin kalbimde bir katliama yol açtığını hissettim.
“Ama biraz da olsa yalnız kalalım istedim.” Gözleri bana çevrilince, yüzünün yarısını örten karanlık, tüm suretini kapladı. Tek gördüğüm mavi gözleriydi. “Seni özledim.”
Gözlerimi karanlığa gömülmüş yüzünde gezdirdim. “Ben de seni özledim,” diye mırıldandım, son günlerin tamamını salonda uyuyarak geçirmişti. Sezgi benimle yatakta uyuduğundan onunla çok bir araya gelemez olmuştuk.
Aracı biraz daha hızlandırdı, dudaklarını kaplayan tebessümü, güzel yüzüne gölge olarak düşen karanlığa rağmen görebildim.
“Kendini hâlâ suçluyor musun, Medusa?” diye sordu, bir süredir bana verdiği bu mahlas dudaklarından hiç dökülmemişti ve bunu bile özlediğimi, Medusa ismi onun sesinde yeniden can bulunca fark etmiştim.
“Semih gibi yetersiz birini elimden kaçırdığım için, evet. Nasıl bu kadar dikkatsiz olabildim hâlâ anlamıyorum.”
“Üzerinden neredeyse bir hafta geçti ama gözlerine ne zaman baksam, o akşam gördüğüm hayal kırıklığını görüyorum. Kendine karşı çok acımasızsın.” Bu onu da sinirlendiriyor gibiydi. Kendi üzerime bu kadar geliyor olmamdan memnun değildi.
“Onu elimde tutabilseydim, çok daha fazla ayrıntıya da sahip olabilirdim, onu yok da edebilirdim. Hepsi elimdeydi.”
“Artık bunu unutup önüne bakmalısın. Bazen öfken benimki kadar yıkıcı hâle geliyor. Öyle anlarda karşımda kendi yansımam varmış gibi hissettiriyorsun bana. Her zaman mükemmel olmak istiyorsun, bu bile seni küçük bir Karaduman yapmaya yetecek özelliğin.”
Küçük Karaduman.
Ruhani evlilik…
Sertçe yutkundum.
Direksiyonu yavaşça çevirdiğinde, araç yeni bir yola saptı. Toprak yolda ilerlerken gözlerimi ondan ayırmadım ama o, benim aksime yolu izliyordu. Farların aydınlattığı yola çevirdiğim bakışlarıma bir hüzün çöktü.
“Ama,” diyerek sözlerinin sona ermediğini belli etmiş oldu. “Her zaman mükemmel olamayacağımızı ben bile anladım. Benim gibi bir güç budalası bile anladı.” Dudaklarındaki muzip gülümseme, tüm çehresine yayılmadı. Daha çok kendisiyle alay ediyor gibiydi. “Yirmi yedi yıllık hayatımın hemen hemen her gününü en iyisini yapmaya, kusursuz olmaya adadım,” dedi. “Çoğu zaman kusursuz oldum, neredeyse her zaman en iyisini yaptım ama anladım ki bazen batırmak da gerekiyormuş. İnsan bazen kaybetmezse, kazanmanın nasıl bir haz olduğunu unutuyormuş.”
“Kazanmanın nasıl bir haz olduğunu hatırlamak için Semih’e mi kaybetmem gerekirdi?”
Bana göz ucuyla bakıp, “Bebeğim,” dedi. “Sen ona yenilmedin ki. Sen onu elinden kaçırdın. Senden korkmasa, elinden kaçmaya çalışır mıydı?”
“Yeterince iyi olsam, elimden kaçabilir miydi?”
“Kaçardı,” dedi. “Bazen en iyisi olman bile sonucu değiştirmez. Kaybedersin, ardından kazanırsın ve kazanmanın ne kadar keyif verici olduğunu daha derinlerinde hissedersin.”
“Konuştu, Bay Psikolog.”
“Seans başına bir öpücük.”
“Ucuza çalışıyormuşsun.”
“Oysa senden dünyanın en kıymetli şeyini istemiştim,” dedi gözleri tekrar yüzüme kayarken.
Kalp atışlarımın arsız gürültüsünü duymasından endişe ederek gözlerimi kaçırıp yola çevirdim. Bunu yaptığımı fark etti ve bu durumun onu eğlendirdiğini fark ettim. Gözleri bir süre profilimi eşeledi, ona bakmam için âdeta beni zorladı ama gözlerimi çevirip ona dokundurmadım bile.
Beni utandırmayı seviyordu.
Ben ise büsbütün, her şeyiyle onu seviyordum.
Cip, bir pastanenin ara sokağında durduğunda kar tanelerinin dindiği şehre bu kez yağmur uğramaya karar vermişti. Yağmurun altında koşar adımlarla pastaneye girdik. Sıcak hamur işi kokusu iştahımı ânında açmış, pastanenin içindeki sarı tonlardaki ışıklar içimi tanıdık bir hisle doldurmuştu. Efken, ıslanan saçlarını karıştırarak cam tezgâhın arkasındaki pastalara doğru yürürken gözlerimi etrafta gezdirdim. İçerisi boştu, orta yaşlarda bir kadın yerleri paspaslıyordu ve yaşlı bir adam da kasada durmuş günün hasılatını hesaplıyordu.
Yaşlı adam bizi fark ettiği an gülümseyerek para tomarlarını kasanın önüne bırakıp, “Nasıl yardımcı olabilirim?” diye sordu.
“Doğum günü için pasta alacağım,” dedi Efken, bu söylediği şey beni güldürdü.
“Pasta demen yeterli,” diye fısıldadım.
“Çok bilmişlik yapma,” diye söylendi.
Yaşlı adam gülerek, “Tabii ki, neyli tercih ederdiniz?” diye sordu.
“Kakaolu,” dedi Efken.
“Çikolatalı,” diyerek güldüğümde bana kötü kötü baktı.
Yaşlı adamın çıkardığı simsiyah, pürüzsüz pastaya bakarken aynı anda, “Bu olur,” dedik ve sonra bakışlarımız omuzlarımızın üzerinden su gibi akıp birbirlerine temas etti.
“Yeni evli misiniz?” diye soran yaşlı kadın elinde paspasla hemen yanımızda belirmişti. “Hatırladın mı, Tarık? Biz de ilk zamanlar böyle birbirimizle hem zıt hem de bir bütün gibi görünürdük.”
“Yeni evli de-”
“Evet,” diyerek lafımı böldü Efken. “Yeni sayılır.”
Gözlerim Efken’in gözlerine tutunmaya devam ederken o da gözlerini tek bir an olsun benden çekmedi. Yaşlı kadının kıkırdadığını duydum. “Pek yakışıyorsunuz,” dedi. “Bayıldım enerjinize.” Efken’i süzdüğünü fark ettim. “Ne kadar da uzun boylu, yapılı bir delikanlıymışsın.”
“Öyledir,” dedim gözlerim Efken’in dudaklarına anlık olarak kayarken. “Kocamandır.”
“Sıkmasana gençleri,” diye söylendi yaşlı adam ama bıyık altından gülmeye devam ediyordu.
“Kusura bakmayın, ara sıra çenem düşüyor benim,” dedi kadın bir kez daha kıkırdayarak.
“Yok, ne kusuru,” derken gözlerim Efken’den ayrılarak kadına çevrildi. “Çok tatlı gülüyorsunuz.”
“Umarım sen de hayatın boyunca benim gibi sürekli gülersin,” dedi kadın içtenlikle.
Efken, “Umarım,” dediğinde gözlerinin gülümsememe takılı kaldığını biliyordum.
“Pastanın üzerine ne yazalım?” diye sordu yaşlı adam.
Efken gözlerini gülüşümden çekmeden, “İyi ki,” dedi.
Yaşlı adam duraksayıp Efken’e, “Sadece iyi ki mi?” diye sorduktan sonra Efken’in bana saplı bakışlarını görünce gülmemek için dudaklarını birbirine bastırdı.
Efken irkilerek bakışlarını yaşlı adama çevirirken, “İyi ki doğdun yazılacak,” dedi.
Yaşlı adam gülümseyerek sırtını bize dönüp yazıyı hazırlamaya başladığında yanaklarıma doluşan kanın sebebini merak ediyordum. Utanacağım çok şey yaşanmıştı, şimdi bu kadar küçük bir şey nasıl beni bu kadar utandırırdı? Yaşlı adam ve kadının gülüşleri miydi beni utandıran, yoksa Efken’in bakışları bana saplıyken dalgınca dudaklarından dökülenler, gözlerinden saçılanlar mıydı?
Ödemeyi yapıp tek elinde mukavvadan bir torbayla pastaneden çıkarken ellerimiz birbirine karışan iki renk gibiydi; onun esmer teni, benim beyaz tenimle öyle bir tezatlık yaratıyordu ki sanki o kavurucu karanlıktı, ben soğuk gün ışığıydım. Yağmurun altında hızlı adımlarla araca doğru koştururken parmaklarımız birbirine daha da karıştı; elim onun elinin bir parçasıymış, parmaklarım onun eklemlerine bağlıymış gibi hissettim.
Araca bindiğimiz an yağmur şiddetini arttırdı, şimşekler çaktı ama bu kez bu şimşeklerin hiçbirinin, Nemesis’in karanlığından doğmadığını anladım. Hızla ön cama vuran yağmur damlalarını silecekler temizlerken bir süre aracın içinde konuşmadan, yağmurun gürültüsünü dinleyerek oturduk.
“Nemesis tarafımı eğitmemi sağladı bu koruma işi,” dedi hemen ileride doğal yollarla çakarak etrafı aydınlığa boyayan şimşeğe bakarken. “Bir ara göğü yere indireceğimi düşünmeye başlamıştım. O kadar çığırından çıkmıştı.”
“Yine de içinde sınırsız bir güç var. Korunma hâlindeyken bile çok güçlüsün,” dedim, bu içtenlikle kurulmuş cümle onu duraksattı.
“Evet, biliyorum. Ama şu koruma zımbırtısı olmasaydı eğer, şu an içimde kontrol altına alabildiğim gücün dışa vurumu, daha yok edici olacaktı. Ben her zaman karanlığa bir adım daha yakınım, Mahi. Yıkıp yok etmek benim için çok da zor bir şey değil.”
“Kendini suçlar gibi konuşuyorsun. Böyle konuşma.”
“Sen de Semih konusunda kendini suçlayıp duruyorsun. Neden birbirimize benzediğimizi anladın mı şimdi?”
“Evet,” diye mırıldandım. “Birbirimize benziyoruz.” Vücudumu tamamen ona çevirip, “Efken,” dedim kuru bir sesle. “Şu kurul meselesi ne olacak? Geçen sefer olanları biliyorsun. Birileri peşindeydi.”
O kumarhanede yaşanan her şeyi hatırladığını gözlerine çöken kaynar karanlıktan anlamak mümkündü. Bana bir cevap vermek yerine torpido gözüne uzandı, torpido gözünü açıp beyaz bir kutuyu gözden çıkarırken bakışları yeniden bana yöneldi. Kutuyu bana uzattığında ona soru işaretleriyle baktım.
“Yaren için mi aldın?” diye sordum elindeki kutuyu almadan birkaç saniye öncesinde.
“Hayır. Onun hediyesi evde. Ona bir şeyler bakarken bu şeyi gördüm ve aklıma seni getirdi,” dedi, tok sesine bulaşan kelimeler ona şaşkınlıkla bakmama neden oldu.
“Yaren’in doğum gününü son anda hatırladığını sanıyordum,” dedim başka ne demem gerektiğini bilemediğimden.
“Dediğim gibi, seni özlemiştim ve bir bahaneye ihtiyacım vardı. Küçük kızımı alıp nasıl biraz uzaklaşabilirim diye düşünürken aklıma pasta zımbırtısı geldi.”
Beyaz, ay yüzeyi gibi pütürlü ve parlak olan kutuyu yavaşça açarken nabzımın derimin altında damarlarımı parçalayarak ilerlediğini hissettim. Gözlerim kutunun içine çevrildiği an, kutunun içindeki küpeler, ayın gümüş yüzeyi gibi parladı.
Halka küpelerin içinden birer şimşek geçiyordu ve aşağı doğru sarkan şimşeğin içi boştu. Şimşeğin çizgisini oluşturan kısımlardaki küçük pırlantalar dikkat çekici görünüyordu. Gözlerimi bir süre küpelerden ayırmadım, daha sonra ona baktım ve yağmur mümkünmüş gibi daha da şiddetlendi.
“Çok güzel bu,” diye fısıldadım büyülenmiş gibi.
“Kulakların boş kalmıştı,” dedi gözlerinde sabit bir ifadeyle beni izlerken. Yağan yağmurun gölgeleri, güzel yüzünün üzerinde hareket ediyordu. “Sözcüklerimi duyamadığın anlarda, kulağına benim sesim bir yıldırım gibi dolsun diye.”
Gözlerimi kaçırmamak için yanaklarımın içini dişledim. Bakışları yeniden ruhumu soyuyordu ama ruhum zaten onun karşısında çırılçıplaktı.
“Takabilir miyim?” diye sordum sessizce.
“Elbette. Bunun için aldım.”
Tam küpelerden birini parmaklarımın arasına alacaktım ki Efken benden önce davrandı. Uzun parmaklarının arasına aldığı küpelerden birini kulağıma takmak için alanıma girdiğinde, kokusu tüm ağırlığıyla içime doldu. Burnumdan içeri çektiğim derin nefesin sesini duyunca bir an durdu, parmakları kulağımın sınırlarında asılı kalırken aldığım nefesin sesini dinledi. Onun parfümünün kokusunun çok daha derinlerinde yatan kendine has, baharatları ve en çok da tarçını hatırlatan kokusunu soludum.
“Beni mi kokluyorsun, küçük sapık?” diye sorduğunda, sesinin ılık meltemi saç diplerime ve kulak boşluğuma yayılarak tüm bedenimin yay gibi gerilmesine neden oldu.
“Güzel kokuyorsun.”
“Bak sen.” Küpeyi usulca kulağıma taktı, geri çekilmeden hemen önce dudaklarını kulak boşluğuma bastırıp orayı içimdeki tüm düzeni bozacak bir şiddetle öptü. Ben daha nefes alacak vakit bulamamıştım ki geri çekilip küpenin diğer eşini almış, yeniden bana sokulmuştu.
Küpenin diğer eşini de kulağıma taktıktan sonra geri çekilmeden hemen önce çenemi tutup başımı yukarı kaldırarak yüzüme, saçlarım toplu olduğu için kolayca görünen küpelere baktı. Gözlerindeki beğeni kalbimi yerinden hoplatacak kadar güçlü bir etkiye sahipti.
“Saçın topluyken yüzün tamamen ortaya çıkıyor,” diye mırıldandı. “Boynunun güzelliği,” dedi parmak uçları çenemden kayıp boynuma inerken, “Zarafeti, inceliği ve beyazlığı gözler önüne seriliyor.”
Sessizce, “Teşekkür ederim,” dedim. “Küpe için…” Gözlerinin içine baktım. “Ve söylediklerin için.”
“Sana söylemek istediğim daha fazla şey var, Mahinev,” dedi, zamanı yavaşlatan cümlesi, gözlerine saplı kalmama neden olurken kalbimin yerinden çıkıp onun göğsünün altına yerleşeceğini düşündüm. İstek, beni çıkmaza sürükleyecek kadar büyüdü; beklenti onu takip etti. Gözlerinin içine bakarken ne söyleyeceğini merak etsem de bir yanım sancıyla bunu tahmin ediyordu.
“Peki söyleyecek misin?” diye sordum, kalbimin nasıl kasıldığını, beklentiyle çarptığını bilse hiç düşünmeden söylerdi belki de. Gözleri gözlerimde uzun süre bekledi, o süre zarfında dışarıda yağan yağmurun yüzüne düşürdüğü gölgeler, zaten güzel ve esrarengiz olan yüzünü daha da dehşet verici bir güzelliğe sürüklemişti.
Arabanın içinde yavaşça bana döndü, bedeni bedenime doğru konumlandığında, yüzlerimiz arasındaki mesafenin de azaldığını hissettim. Gözleri gözlerimde, yüzümün her bir parçasında, kulağıma taktığı küpelerde ve boynumda dolaştı. Beni çırılçıplak bırakan bakışlarından kaçmadım. Kaçmaya çalışsam da kaçamazdım.
“Uzun zamandır kafamın içindeki, ruhumun içindeki, bana ait olan her şeyin içindeki sesleri duyuyorsun ve bunu ben istemesem de yapabiliyorsun,” dedi, ortaya attığı kart her anlama çıkabilirdi ama özünde öyle bir anlamı vardı ki, bir sürü anlama da gelecek olsa, esas anlamından kaçması imkânsızdı. Esas anlamı görmemi istiyor gibi gözlerimin içine depderin gözlerle bakarken ellerimi koyacak bir yer bulamadığımı fark ettim.
“Sen bana her şeyi yapabilecek tek kadınsın, bunu çok iyi biliyorsun,” diye devam ettiği cümlesi, kalbimin atışlarını ağırlaştırdı.
Bazı hislerden kaçamazdın. Bazı hisler, bir insanın nefesinin sesine karışarak yeni bir anı olarak çıkardı önüne. Sana ait bir anı olurdu bu ama sen o anıyla ilk kez karşılaşıyor olurdun. Oysa o anı, sen doğduğun andan itibaren, hatta daha öncesinde bile sana ait olurdu. Sen, o anının olurdun.
İşte onun nefesi yüzüme yayılırken, nefesinin sesi zihnime dolarken, ben tüm hisleri bir anı olarak yeniden yaşıyordum. Ne Mēness ile ilgisi vardı ne de Saul, bunun sadece Efken ve Mahinev ile ilgisi vardı.
Bir süre sustu ve bu süre bana asırlar gibi geldi. Gözlerinin içine rengini veren söylemek isteyip sustukları gibiydi. Susmaya çalıştığında ise kaçamadıklarıydı. Belki ağzını bile açmıyordu ama kuşatılmıştı; bana söyleyemiyordu ama kendi içinde çığlık çığlığa bunu haykırıyordu.
“Bazı şeyleri durduramazsın,” dediğinde zamanın yavaşladığını hissettim. “Durdurmaya çalışsan da durmaz. Buna kader mi diyorsun yoksa başka bir inancın mı var bunları bilmiyorum. Bakıldığında ben senden başka bir şey bilmiyorum. Seni hem çok iyi tanıyorum hem de hiç tanımıyorum. Hem en yakınımsın hem de çok yabancısın.”
Yutkundu, yutkunuşuyla beraber zaman tamamen yavaşladı ve hatırladım. Efken’in gözleri gözlerimdeyken aynı anda İstanbul’daki evin balkonundaydım, gece vaktiydi ve göğe asılı duran dolunayı izlerken avuç içlerimi buz gibi olan korkuluklara yaslamıştım. Babam sigarasından üçüncü dumanı alırken çöp konteynerinden dışarı atlayan kedinin çıkardığı ses sokağa yayılmıştı.
Babam bana, “Kaderinde olan insanı bulduğunda, birbirinize çok yabancı bile olsanız, bilirsin ki bir adım sonrasında en yakının o olacaktır,” dedi, bu cümle zamanın içinde yuvarlandı ve Efken’in gözlerinin içinde bir yansımaya dönüştü; şimdi uçurum mavisi gözlerinde o karanlık balkon vardı, babam o balkonda sigara içiyordu ve sigaranın dumanı geceye karışırken dudaklarından tam da bu cümle dökülüyordu.
“İşte o gün geldiğinde ve onu bulduğunda,” demişti babam sigarayı tekrar dudaklarıyla buluşturmadan saniyeler öncesinde. “Ve aynılarını o da senin için hissettiğinde, bunları sana söylediğinde, aslında söylemeye çalıştığı şey sana âşık olduğudur.”
Zaman, yılan formunda bir su gibi akarak bugüne dek ulaştığında, Efken’in gözlerinden o karanlık balkonun yansıması silindi ve yerini bana ait bir yansıma aldı.
“Mahinev,” dedi birden ciddiyetle, işte tam da zamanın durması gerektiği yerdeydik ama zaman durmadı, zamana telefonun melodisinin sesi karıştı; bir yıldırım yeryüzüne düşerek düştüğü yeri ateşle kuşattığında, Efken sustu.
Zaman sustu.
Telefonu açıp sesi dışarı verirken gözleri hâlâ bendeydi.
“Efken!” diye bağırdı hattın öteki ucundan Ulaş. “Hemen buraya dönün! Acele edin!”
Bu, Efken’in göz bebeklerinin genişlediği andı.
Bu, saniyeler içinde aracın çalıştığı ve sokaklarda sarsılarak büyük bir hızla ilerlemeye başladığı andı.
🎧: Colossal Trailer Music, Quiet Moon