Eğer kalbim çocukluğumun içinde bir yerde yeniden çarpsaydı, şimdiki hâliyle, şimdi yaşadıklarıyla, şimdi hissettikleri ve yaptıklarıyla; kalbime elini uzatan çocukluğumun eline vururdum ki kalbime dokunduğunda parmakları kirlenmesin. Çünkü artık teslim olduğumun sadece aşk olmadığını biliyordum. Ben, Mēness olmayı kabul ettiğim gün, karanlığa da teslim olmuştum.
Ruh, karanlığa bir kez teslim olduğunda, çıkacağı her aydınlığı karanlığının siyahına boyarmış.
Gözlerimi karanlığa araladım. İçeride yoğun bir sigara kokusu vardı, yatakta yan dönüp pelüş ama soğuk battaniyeye sarıldığımda bedenim bir insanınki kadar yorgun hissediyordu. Belki de insan yanıma teslim olmuştum.
Anılar kafamın içinde bulutların içine biriken kar taneleri gibi birikti, daha sonra o kar tanelerinin yeryüzüne süzüldüğü gibi süzülerek düşüncelerime konmaya başladı. İrkilerek gözlerimi açıp pelüş battaniyeyi çenemin altına dek çekerken karşımdaki duvara baktım. Bir an olduğum yeri ayırt edemedim, zaman ve mekân algım eskimiş, yok olmuş gibi hissettim.
Tam başımın yanında duran komodinin üzerine bırakılan kahve fincanını gördüğümde irkilerek fincanı bırakan kişiye doğru döndüm ve karanlıkta alev gibi yanan gözlerimiz birbirine dokundu.
“Efken,” dedim, dudaklarımdan dökülen isminin harflerini şaşkınlığın omuzlarında taşınıyordu. Buradaydı, dönmüştü, ben de buradaydım. Neredeydim? Kaşlarımı çatarak battaniyeyi itip doğruldum ve kafa karışıklığıyla etrafa, sonra da üzerime baktım. Üzerimdeki ıslak elbise neredeydi? Eve mi dönmüştük? Burası İbrahim’in taş evi değildi, burası birlikte uyuduğumuz odaydı, burası yıllardır onun, bir süredir de benim evimdi.
“Neden buradayız?” diye sorarken sesimde dehşet vardı. “Ben ne zamandan beri uyuyorum?”
“Döndüğümde taş evde değildin,” dedi, yatağın kenarına oturup elini yüzüme uzatınca bir an hareketsiz kaldım ve parmakları yüzüme düşen dağılmış saçlarımı kenara iterek yüzümü gözler önüne serdi.
“Yakamoz’a gittiğini söylediler. Manbel bir şeyler anlattı.” Sesi çok sakindi, kelimeleri tane tane telaffuz ederken onun sakinliği bende daha garip duyguların uyanmasına neden olmuştu. “Senin için endişelendim. Bir daha bunu yapma.”
“Benim için endişelendin?” Soru soruyor gibi yönelttiğim cümle karşısında ifadesizliğini korudu. “Kim endişelendi, Efken? Sen mi endişelendin, yoksa ben mi?”
Öfkemin gözlerime cehennem ateşleri gibi ilerlediğini hissetsem de karşımdaki adam sönmüş bir ateş gibiydi, küllerinden dumanlar uçuşurken öylece bana bakıyordu. Onu son gördüğümde yere düşen gölgesinde bile ölümün çığlıkları varken, şimdi bu kadar sessiz olması beni bir anlığına da olsa afallattı.
Elini itip yataktan kalkarak, “Öylece gittin!” diye bağırdığımda, donmuş bir ifadeyle bana baktı ama bu donukluğun sebebi şaşkınlık değildi. Böyle bir tepkiyle karşılaşacağını biliyor gibi bir hâli vardı. Benim bu yüzümü görmeye hazırlıklıydı.
Mimiksiz bir suratla bana bakarken tam karşısına geçip, kollarımı iki yana açarak, “Bu kadar kolay mı?” diye sordum, sesim o kadar yüksek çıkıyordu ki bir an kaşlarını çatacağını düşündüm ama bunu yapmadı. “Sen benim için endişelenebilirsin, korkabilirsin, bana bir daha yapma diyebilirsin, sen asar, sen kesersin ama ben öylece durmak zorundayım, değil mi? Sen zarar görme ihtimalinin altındaki alevlere odun taşıyacağını bile bile gittin! Arkandan bağırdım, seni durdurmak için sana emir bile verdim ama sen ne yaptın? Bana gücünü gösterdin, gövde gösterisi yaparak yine gittin! Yine kafanın dikine gittin!”
“Yaşlı adama sırt mı dönseydim?” diye sordu yine aynı sinir bozucu sakinliği takınarak.
Gözlerimi pencereye çevirdim, hızla ilerleyip perdeyi açtığımda gözlerim karanlıkla sarılmış araziyi inceledi. Çok kısa zamanda burayı nasıl bu kadar özlerdim? Evimi görmüşüm, yuvama dönmüşüm gibi hissetmenin getirdiği o huzur, bir anlığına da olsa öfkemi gölgelerin altına aldı.
“Şimşekler durmuş,” dediğimde hâlâ sessizdi. Omzumun üzerinden ona bakıp, “Artık Nemesis ile iyi anlaşıyor olmalısın. Onu yönetmeyi öğrendin mi yoksa?” diye sordum sertçe.
“Niye sinirlisin, Asale?” diye sorduğunda, bir süredir dudaklarından Asale ismini duymadığımdan kalbimin içindeki o kör olası duygu beni yakalarımdan tutarak kendine çekti.
Bunu bilerek mi yapıyordu? Beni yumuşatmak için öyle sakince duruyor, bana Asale diyor, gözlerime suçlu bir çocuk gibi bakıyordu? Ne hissettiğimle ilgili en ufak bir fikri var mıydı?
“Neye mi sinirliyim?” Çatık kaşlarla ona bakarken yüzümde dalga geçip geçmediğini sorgulayan bir ifade nefes almaya başlamıştı.
Efken yatağın ucundan kalkmadan, “Yaşlı adamı yalnız mı bıraksaydım?” diyerek tekrarladı sakin sorusunu.
“Beni manipüle etmeye çalışma, Efken!” diye bağırmamla, bir an kaşları daha sert çatıldı ama yüzündeki sakinliği bozmamak için ekstra bir çaba göstererek dudaklarını birbirine bastırdı.
“Herkesin zihnine girebilir, herkesin zihnine sana ait olan bir düşünceyi sanki onlarınmış gibi empoze edebilir, herkesi parmağında oynatabilirsin ama bana bunu yapamazsın! Sen benim neye kızdığımı çok iyi biliyorsun! Karşıma geçip bana bir daha yapma derken kendi yaptıklarını neden görmezden geliyorsun?”
“Çok histerik davranıyorsun,” dedi kısık sesle.
“Histerik davrandığım için mi bu kadar sakinsin? Sen haklı olacaksın da böyle susacaksın, ha?” Kaşlarımı alayla kaldırıp ellerimi belime koyduğumda gözleri anlık belime yerleşen ellerime, ardından gözlerime çevrildi. Dudaklarını birbirine bastırdığını gördüm, bu kez öfkesini değil de başka bir şeyi bastırmaya çalışıyormuş gibi görünüyordu. “Gülecek misin?” diye sordum öfkeyle. “Sahiden karşımda durup gülecek misin, Efken?”
“Ellerini beline koyman biraz komik geldi,” dedi gözlerini gözlerimden çekmeden. “Çocuğunu azarlayan annelere benziyorsun.”
Gözlerimi devirip, “Neden?” diye sordum yorgun bir nefesi dışarı bıraktıktan hemen sonra. “Neden yanına Manbel’in muskalarından bir tane almadın? Nasıl bu kadar sorumsuz olabilirsin, Efken? Nasıl kendini hedef hâline getirirsin?”
“Onların ayaklarına giderken muska ne işe yarayacaktı ki Mahi?” diye sorunca bir an durup suspus ona baktım. “Zaten ayaklarına gidiyordum, karşılarına geçecektim, beni gizleyen muskanın bir anlamı kalmayacaktı. Yaşlı adamı orada bırakamazdım. Biliyorum, beni kendilerine çekmek için yaptılar ya da benimle ilgili bir şeyler öğrenmek için… Ama Mustafa Baba’yı orada, o durumda bırakamazdım.”
“Hep birlikte giderdik. Mührün peşine düşecekler. Ha kırdılar ha kıracaklar. Sen buna rağmen… O gücü yeniden onlara gösterdin.”
“Hepsi öldü,” dedi tek bir an olsun takılmadan, pürüzsüzce.
“Hepsinin ölmesi daha tehlikeli değil mi sanıyorsun? O iki cadıyı o gün azat ettin, kaçmalarına göz yumdun. Buna rağmen yaptığın bu deliliği göz ardı ettim. Görmezden geldim. O cadılar seninle ilgili ne gördülerse anlattılar. Şimdi de orada muhtemelen onlarca cadı katlettin. Her seferinde daha da dönüşü olmayan bir yola giriyorsun. Etrafını saran ateş çemberini görmüyor musun?”
“Sen farklı mısın?” diye konuştuğunda ortaya yatırdığı suçlama kaşlarımı çatmama neden oldu. “Suyun içine gittin, perde kaldırdın, bilmediğin bir aleme geçtin, o alemdeki ne olduğu belirsiz birinden benim için yardım istedin. Manbel sözüne güvenebileceğin biri miydi? Bu, tek başına alabileceğin bir karar mıydı?”
“Sen kararları tek başına alabiliyorsan Karaduman, inan bana ben de alabilirim.”
“Çocuğun değilim ben senin,” derken yeniden o sakinliğe gömülmüştü.
“Madem kafamıza göre kararlar alıyoruz, artık birbirimizin düşüncelerinin bir önemi yok, o zaman nasıl olması gerekiyorsa öyle davranacağım.”
“Davran da görelim,” dedi yalnızca.
“Beni tehdit mi ediyorsun?”
“Yoo, ağzımdan tehdidin ilk harfi dahi çıkmadı. Çok ön yargılı davranıyorsun.”
“Seni parçalamak istiyorum.”
“Bu hakkını sevişirken kullanmak istersen eğer, seve seve parçalatırım kendimi sana,” diye mırıldandı, sabit bakan gözlerine tükenmişlikle baktıktan sonra bakışlarımı yeniden odanın içinde gezdirdim.
“Kafatası nerede?”
“Şu desenli şeyi diyorsan, elmasının yanında,” diyerek elbise dolabını işaret etti. “Daha az öfkeli uyan diye etrafı topladım.”
Kollarımı bedenime sardım ve gözlerim gözlerine takılıp kaldı.
“Çok şükür ki tek parçasın ve karşımdasın,” dedim.
“Tek parçasın ve karşımdasın,” diyerek tekrarladı cümlemi. “Deli olanın sadece ben olduğumu düşünürdüm ama sen benden de deli çıktın.”
“Neden buraya döndük, Efken? Burası güvenli değil.”
“Kendimi yeterince ifşa ettim, daha fazla saklanmanın gereği yok. Evimi özledim, artık evimden uzak kalmam için bir neden de kalmadı. Eninde sonunda beni sobeleyecekler, gidip onlara sobelemeleri için harita verdim.”
“O kafatası sayesinde-”
“Kafatasına dokunduğum anda gücümü dengeye sokma yetkisine sahip olduğunu anladım,” diyerek sözümü bölünce gözlerinin içine daha derin gözlerle baktım.
“Bunu zaten senden saklayacak değildim.”
“Biliyorum, saklamayacağının da farkındayım. Suçlayıcı konuşmamıştım.” Avucunu yatağa vurunca gözlerim parmaklarına takılı kaldı. “Gel,” diye diretti ve ayaklarım ona doğru gitse de gözlerimdeki mesafe azalmadı. Yanına oturduğumda bir süre sustuk.
“Bir süredir sana söylemeyi düşündüğüm bir şey vardı, dün gece yaşanınca anladım ki söylemek için geç kalmışım.” Omzunun üzerinden bana baktı ve “Görüler alıyorum,” dedi. “Nemesis yanım, bana bazı görüler veriyor. Mustafa Baba’nın başının belada olduğunu o görüler sayesinde anladım. Tarot kartları görülere yardım etti, yaşlı adamı nerede tuttuklarını bile gördüm.”
“Bunu gece fark ettim zaten. Neden hemen söylemedin?”
“Emin olmak istedim. Nemesis’in karanlığından bahsettiğimde, güce duyduğum tutkuyu dile getirdiğimde nasıl korktuğunu gördüm. Durmadan dirilip yeni formlar kazanan bu gücün seni daha da ürkütüp benden uzaklaştırmasından korktum.” Neşesiz bir şekilde gülüp, “Bu aralar ne kadar çok korkularımla ilgili itiraflarda bulunuyorum öyle,” diye mırıldandı.
“Ben senden ya da senin gücünden değil, seni sürüklediği şeyden korktum, Efken. Kabul edelim ki büyük bir değişimin içindesin. Sen de farkındasın, değil mi? Gücün ne kadar hoşuna gittiğinin, her şeyi küçümseye başladığının ve bu gücün daha da derinlere gitmek istediğinin… Hepsinin farkındasın.”
“Farkındayım,” diye kabullendi ama gözleri başta karartılarla doldu, bu gerçekten kaçmaya çalıştığını o an fark ettim. “Ama bunun durdurulamaz olduğunu anladım. İçimde bir karanlıkla doğdum, yıllarca o karanlığı ruhumun derinliklerinde, kanımda besleyerek büyüdüm. O karanlık, benim bir parçamdı. Nemesis, sadece uyanışın bir parçası. Ben hâlâ gözlerimi tamamen açmadım, Mahi. Sen de açmadın. Biz hâlâ parçalara ayrılmış bir uykunun içinde ara sıra gözlerimizi açıp etrafı süzüyor, sonra tekrar dalıyoruz. Ama şimdi bu paramparça uykunun ortasında bile bildiğim bir şey varsa, Nemesis beni değil, ben içimdeki Nemesis’i besliyorum. Karanlığımla.”
“Bu karanlık seni de tedirgin ediyor.”
“Evet, etti.” Gözlerini boşluğa çevirdi ama ben onu izlemeye devam ettim. Güçlü bakan gözlerinde tedirginliğin gölgeleri yükseliyordu. Dişlerini sıkınca kemiklerin mezarlığı olan esmer yüzündeki çöküntülerde güzelliğinin ve karanlığının uyuduğunu gördüm. “Bir şey oldu.”
“Ne oldu?”
Burnundan içeri derin bir nefes çekerken, “Tek bir hamleyle hepsini yok edebileceğimi fark ettiğim bir saldırı tekniğini tam buramda hissettim,” diyerek parmaklarını göğüs kafesine bastırdı. “Tek bir hamle ve sonra her şey yok olacaktı. Geriye cesetler kalacaktı.”
“Neden yapmadın?”
Gözlerini usulca bana çevirirken bakışlarına yerleşen ızdırabı görmek beni dehşete düşürdü. “Çünkü yapsaydım, o hamle gerçekleşseydi, yanımda İbrahim olduğu için onu da yok etmiş olacaktım,” diye fısıldadı bana karanlık bir sırrını veriyormuş gibi.
Duyduklarımın yarattığı baskıyla neredeyse gözyaşlarına boğulacakmışım gibi hissettim. Efken, hüzünlü bakan gözlerini benden uzaklaştırıp tekrar boşluğa çevirdi ve “Ya bir gün her şeyi yok etmek pahasına, o hamleyi yaparsam?” diye fısıldadı bu düşünce onu dehşete düşürüyormuş gibi. “Ya bir gün, dostlarımı yok etmek pahasına karanlığımı etrafa saçarsam?”
“Böyle bir şeyi yapmayacaksın,” diye fısıldadım ama bana inanmadı, gözlerine ulaşmayan inancın ikimizin ortasında idam edildiğini gördüm. Bakışlarımı dizlerinin üzerinde duran ellerine indirdim, bir elimi avucunun içine koyduğumda gözlerini elime indirdi. Parmaklarımızı birbirine kenetlerken, “Nemesis’in gücünü yok etmeyecek, sadece biraz olsun yavaşlatacak,” diye fısıldadım. “Bu sen kendinden emin olana dek, o hamleyi yapmayacağın kesinleşene dek sana daha güvende hissettirmez mi?”
Efken, “O kafatasına dokunduğum an, Nemesis’i esir almayacağını, sadece yıkıcı tavrını bir nebze olsun engelleyeceğini gördüm,” diye mırıldandı. “İbrahim’i, Mustafa Baba’yı ve sonradan orada olduğunu fark ettiğim Hatem’i yok edeceğim düşüncesi korkunçtu. Bunu yapabilecek raddeye geldiğimi görmek de korkunçtu. Sanırım bunu yapmalıyız. Yoksa bir gün sen dışında herkesi yok edeceğim.”
“Beni yok etmeyecek misin?” diye sorarken dudaklarımdaki tebessüme baktığını gördüm.
“Kendimi bile yok ederim ama seni asla.”
Kollarımı boynuna sararken ikinci kez düşünmedim. Huzursuz bir sesle, “Hiçbir şeye mecbur değilsin,” dedim. “Seni hiçbir şeye mecbur etmek istemiyorum. Seçimi sana bırakıyorum. Sonunda kendini yok etmediğin sürece, beni bile yok etsen, son ânımda sana gülümseyeceğim. Ben senin karanlık tarafına da güveniyorum, Efken.”
“Böyle konuşma.” Bana daha sıkı sarıldı ve “Hadi,” dedi. “Yapalım şunu öyleyse. Seni dışarıda bekleyeceğim. İçeride Kenneth ve Axel var. Kafatasını görmemeleri daha iyi olur.”
Söylediklerini başımı sallayarak onayladım. Efken odadan çıkarken kollarımda terk ettiği boşluğun sancısını bırakmıştı. Ona biraz daha sarılıp öyle kalmak istesem de artık sınırdaydık ve bu virajdan dönüş olmadığı için her şeyi ertelemek zorundaydık. Tek yapacağımız, onun karanlık bir şey olmadığı konusunda herkesi ikna etmek ve ardından cadılarla olan karşılaşmanın sonuçlarını izlemekti.
Üzerime siyah, boğazlı bir elbise giydim, elbise tüm bedenimi ikinci bir deri gibi sardı. Uzun, dizlerimin üzerine kadar gelen siyah çorapları da giyip siyah mokasen ayakkabılarımı ayağıma geçirdim. Aynanın karşısına geçip karman çorman olmuş saçlarımı fırçayla çözüp, belirgin dalgalarımı ön tarafa aldıktan sonra parfümün kapağını açıp boynuma ve bilek içlerime birkaç kez sıktıktan sonra kapağı sertçe kapatarak aynadaki yansımaya baktım.
Kenneth, Axel ve hatta diğerleri karşılarında daha güçlü duran birini görsünler istiyordum. Hâlsizlikten baygın düşmüş, saçları karman çorman olmuş bir kadını değil; Mēness’i görsünler istedim. Boynumdaki ay taşı kolyesini elbisemin dışına alıp, gözlerimin altındaki yorgunluğu yok etmek için parmak ucuma aldığım kapatıcıyı gözlerimin altına yedirdim. Rengi solmuş dudaklarımı hafifçe renklendirdikten sonra tam aynanın önünden kalkıyordum ki aynamdaki yansımanın benden daha farklı hareket ettiğini fark edip irkilerek bakışlarımı yansımama çevirdim.
“Yıkılmak üzere bir kulenin altına geçtiğinde, o kulenin taşlarını tutarak yıkılmasını engelleyemezsin,” dedi yansımanın diğer ucundaki kadın.
Siyah saçları bukleler hâlinde beyaz yüzünün etrafını örmüştü. Kızıl gözleri benim gözlerimin aksine daha güçlü, keskin ve yenilmez bakıyordu.
“Senin yaptığın bu. Yıkıma hazır bir kulenin altına geçip taşlarını tutarak yıkılmasına engel olmaya çalışıyorsun ama yıkım çoktan başladı ve ellerini taşların üzerinden çekmezsen, kulenin altında kalacaksın.”
Yorgun gözlerle onu izlediğimi fark ettiğinde durdu. Benim düz ifademin aksine, onun dudaklarında bir tebessüm belirdi ve yüzü gölgelerle kaplandı.
“Kendini karanlık sanıyorsan, Mahinev,” dedi yine benim sesimi kullanarak. “Senden daha karanlık bir Nemesis var.”
Soğukkanlı bir ifadeyle ona bakarken kafamın içindeki her şey küle dönmüş gibi hissediyordum ve bu hislerden haberi var gibi görünüyordu.
“Kule yıkılsın, altında kalayım, ne fark eder ki Mahinev?” diye sordum dudaklarımda solgun bir tebessümle. “O taşları yeniden bir araya getirir, o kuleyi yeniden inşa ederim ama köşede durup o kulenin yıkılacağı ânı izlemem.”
“Korkmuyor musun?” diye soran yansımama çatık kaşlarla, sorgulayarak baktığımda, “Seni yenmesinden,” dedi, sesindeki mesafe bir an için bana düşman mı yoksa benden nefret mi ediyor anlayamamama, onunla ilgili çıkarımlar yapamamama neden oldu. “Nemesis’in, Mēness’i yenecek kadar güçlü olması seni korkutmaz mıydı?”
“Onunla güç yarıştırmıyorum.”
“Peki.” Yansımamın bakışları yüzümde uzun süre bekledi, neredeyse sustuğunu düşünecektim ama yavaşça fısıldadı: “Ya bir gün onunla güçlerinizi yarıştırmak zorunda kalırsanız?”
O sorudan sonra yansımam bir daha hareket etmedi ve tek yaptığı benim hareketlerimi taklit etmek oldu. Karanlık bir kuvvetin göğüs kafesimi yılan gibi sarıp boğmaya başladığını hissetmeme neden olan soru, elimde kafatasının sarılı olduğu saten bir kumaş parçasıyla odadan çıkana kadar zihnimin içinde çınlamaya devam etti.
Kimseye görünmeden koridordan geçmek istedim ama salonun büyük girişinde bir kapı olmadığından kabak çiçeği gibi görüneceğim kesindi. Kumaş parçasını yan tarafıma alıp kafatasını sıkıca kavrarken sakince koridorda ilerlemeye başladım.
Kenneth, “Sevgili Kraliçe Hazretleri,” diye seslendiğinde, durup omzumun üzerinden salona doğru baktım. Tekli koltuğa yayılarak oturmuş elindeki şarap kadehini bana doğru uzatıyordu. “Görüşmeyeli daha da güzelleşmişsiniz. Ama gözüm gönlüm yalnızca Sevgili Alfa Hazretlerine bakınca açılıyor…”
“Ablamla düzgün konuş,” dedi Miraç içeriden bir yerlerden.
“Aa, geldiğimden beri oturuşumdan tut da saçıma kadar karıştın. Joker saçı diyerek darladın durdun beni. Sus artık, bak gerçekten şarabı çarpacağım suratına.”
İkisinin atışmasını fırsat bilerek hızla koridoru aşıp sokak kapısından dışarı çıktığımda, karla karışık rüzgâr, saçlarımın arasından esip geçti ve birkaç kar tanesi kirpiklerime, saçlarıma takıldı. Verandanın basamaklarını inerken gözlerim arazide gezindi, hemen ileride başlayan Kar Ormanı’na bakıp derin bir nefes çektim, ciğerlerime alışkın olduğum soğuğun kokusu doluştu.
“Özlemiş misin, fıstık?”
İrkilerek sesin geldiği yöne döndüğümde, Efken’in kalçasını arabasının kaputuna yaslamış sigara içtiğini gördüm. Önce arkama, sonra da etrafıma baktıktan sonra ona doğru ilerlemeye başladım.
“Evet, özlemişim.”
“Yapalım mı?” Sorusuyla birlikte avucunu açıp sigarasını dudaklarının arasına yerleştirdi. Boştaki avucunun içinde parlamaya başlayan ışığı izlerken başımı salladım. Avucunun içinde dans eden ışık usulca genişledi, ışıldayan bir demir gibi uzadı ve bunlar çok normal bir şeymiş gibi sigarasını içmeye devam eden Efken, sadece beni izledi.
Avucunun içinde ışıltılarla oluşan kılıçtan ayırdığım gözlerimi, beni izleyen gözlerine çivi gibi çakıp, “Artık sen istemediğin sürece ne cadılar ne de başkaları Nemesis tarafını bilmeyecek,” diye fısıldadım, fısıltım gözlerini kısmasına neden olurken yavaşça kumaşı açtım ve motiflerle kaplı kafatasını tam ortamıza getirerek gözlerinin içine daha büyük bir beklentiyle bakmaya başladım.
Efken, kılıcı havaya kaldırdı. Bir an, zaman ikiye bölünmüş gibi hissettim. Bir yanım geçmişteydi, bir yanım gelecekteydi. Efken’in yüzünün yarısı ona aitken, yarısı ona çok benzeyen Saul’a aitti. Yüzünün bir yarısını çenesine kadar örten uzun saçları vardı ama diğer taraftaki saçları alışkın olduğum gibi kısaydı. Kılıç, dik bir pozisyonda kafatasının gözünden girip arkasından çıktığında ve orada görünmez bir şeye takılı kalmış gibi asılı kaldığında, ikimizin de göz bebekleri genişledi ve o an biliyordum ki, o da yüzümün diğer yarısında Mēness’i görüyordu.
Kılıç, kafatasının içine saplı kaldığı anda, etrafı beyaza boyayan binlerce şimşek aynı anda gökyüzünü sardı. Bu ışıltı, gözleri kör edecek kadar kudretliydi ve evdekilerin de dikkatini çekmiş olmalı ki birden sokak kapısı açılmıştı. Işıltılı gökyüzünün altında birbirimizin gözlerinin içine bakarken arka arkaya patlayan bombaları anımsatan şimşeklerin sesleri tüm araziyi inletti; belki de tüm şehri yıkıp geçti.
“İşte bu kadar, fıstığım,” diye fısıldadı, fısıltısı zamana lekelerini bırakarak ilerleyip düşüncelerimi bir yıldırım gibi sardı ve gökyüzündeki şimşekler teker teker sönerek geceyi göğe geri iade etti.
“O ışıklar da neyin nesiydi?” diye soran kişi Kenneth’ti.
Efken, elimdeki kafatasına kısa bir bakış atıp gözlerini meraklı kalabalığa çevirdi ve “İçeri dönün,” dedi. Kenneth elimde tuttuğum kafatasına ve ona saplı duran kılıca garip garip baksa da içeri girdi.
Avuçlarımın içinde sabit tuttuğum kafatasıyla içeri girmek için sırtımı ona döndüğümde, “Bir daha sakın beni seninle sınamaya kalkışma, Karaduman,” dedim keskin bir sesle. “Yoksa seni kendimle öyle bir sınarım ki, altından kalkamazsın.”
İçeri girip, koridorda keskin adımlarla yürüdüm ve birinin beni de elimdeki birleşmiş sembollerin de varlığını görmesini umursamadım. Yatak odasına girip elbise dolabının içine, elmasımın hemen yanına koydum. Kumaşların arkasına saklasam da sapı görünen kılıcın parıltılı sapına parmaklarımla dokunduğum an, kıvılcımlar gibi çakarak bedenimi sarsıp tenimin altından içeri giren elektrik beni ürküttü.
Elimi geri çekerken zihnimin gerilerinde beliren soruların hepsinden kaçtım. Salona girdiğimde Mustafa Baba’nın büyük koltukta uzandığını görünce bir an panikle ona doğru yürüyüp, “İyi misin?” diye sorarak koltuğun önünde dizlerimin üzerine çöktüm.
Yüzünde kan lekeleri vardı, kan lekelerinin altında henüz yeni kapanmaya başlamış yaralar olduğuna emindim. İyileşme hızının yavaş olma nedeni yaşlı olmasından mıydı yoksa bu yaraları kadim bir cadı tarafından almış olmasından mıydı?
Kenneth, şarap kadehini dudaklarına götürürken, “Benim felç eden, et çürüten zehrimden daha kötü bir şey varsa, Sevgili Mēness,” dedi. “O da keskin ve net bir biçimde söylenmelidir ki bir Kadim Cadı’nın açtığı yaralardır.”
“Ölümcül değil, değil mi?” Sorum Kenneth’i güldürdü.
“Elbette değil. O yaşlı çınar seni de beni de gömer, Kraliçem.”
Mustafa Baba dudaklarında kuru bir gülümsemeyle, “Bu kadar endişelenmene gerek yok, kızım,” dedi, sesi her zamankinden daha paslıydı; zamanın eli o sese değmiş gibiydi. Normalde görüntüsü de sesi de yaşına tezattı, dinç görünür, sert konuşurdu ama şimdi bu hâliyle yaşını ele veriyordu.
Elimin tersiyle alnına dokunup, “Ne istediler senden?” diye sordum sessizce.
“Efken’in peşindeler,” dedi Mustafa Baba, sesi demir kadar sertti bu defa, o yorgunluk birdenbire kaybolmuştu. Sanırım konu Efken olunca her zaman koruyucu bir baba figürüne dönüşüyordu. “Beklemediğim anda geldiler, varlıklarını dahi hissedemedim. Bu da ne kadar sinsi olduklarını, kendilerini geliştirdiklerini gösterirler. Müttefik bulabilmek için Efken’in ne olduğunu bilmeleri gerekiyor, onun bir tehlike olduğunu kanıtlayabilirlerse sayıca çoğalacaklar. İstedikleri bu.”
“Cadıların tamamı kalkışma hâlinde mi? Yoksa hâlâ azgın bir azınlık mı var karşımızda?” Sorunun sahibi Manbel’di, Mustafa Baba göz ucuyla ona bakıp başını salladı.
“Henüz tüm cadıları ayağa kaldıramamışlar. Katedralde toplanıp dua eden, toplantılara katılan cadıların hepsi savaş karşıtı. Mēness’i karşılarına almak istemiyorlar, sükûnet içinde yaşamak istiyorlar. Öğrendiklerim bu kadar. Bilincimi kaybettiğimi sandıkları bir anda kendi aralarındaki konuşmalara kulak misafiri oldum ama daha fazlasını duyamadım, kadim büyüler beni güçsüz düşürdü ve bilincimi yitirdim.”
“Rüzgâr hâlâ bizden yana esiyor,” dedi Axel. “Sayıca azaldık ama sadakatimizden şüpheniz olmasın. Kenneth ve ben sizle olacağız. Diğerleri de hain olduklarından değil, güvenliklerini düşünmek zorunda oldukları için ayrıldılar. İşin içine mitlerde bile yer almamış karanlığa sahip Kadim Cadılar girdiğinde, müttefiklerin geri adım atmaması işten bile değildi.”
Dizlerimin üzerinde koltuğun önünde dururken omzumun üzerinden Axel’e baktım. “Onları suçlamıyorum bile. Kendilerini düşünmek zorundaydılar,” diye mırıldandım. “Size gelince, minnettarlığımı ne kadar dile getirsem az olacak. Bu yaptığınızı unutmayacağım.”
Kenneth, “Tek istediğim Alfa’nın ısırığı,” diye alay edince Efken ona kötü kötü baktı. “Ne? Sadece şirin bir flörttü…”
İbrahim, “Öncelikle hareme yeni gelmiş, statü sahibi olmak için fitne fesat dağıtan cariyeler gibi davranma. Ben onun baş hasekisiyim,” dedi, ardından bana baktı ve “Şu hançer meselesiyle ilgili konuşmamız gerekecek, Mahinev,” diye mırıldandı karmaşık bir sesle.
Kaşlarımı çatarak, “Konuşuruz,” dedikten sonra Mustafa Baba’ya döndüm. “Senin için çorba yapacağım.”
“Güzel kızım, hiç gerek yok.” Mahcup bir ifadeyle elini elimin üzerine koyup bana gülümsedi. “Ben bir Gümüş Pençe’yim, toparlanmam çok da uzun sürmez. Bir iki güne kalmaz sürünün başına geçer, onları bilgilendirerek o güne hazırlamaya başlarım. Beni düşünmeyin siz. Başınızdaki beladan nasıl kurtulacağınıza odaklanın.”
Gözleri, odanın öteki ucunda savunmasızca dikilen Sezgi’ye kaydı, ardından Sezgi’nin karnına baktı ve iç çekerek, “Yüce Yaratıcı yanınızda olsun,” diye fısıldadı.
“İlk kez bu kadar karamsarsın,” diye fısıldadım, tedirginliğim sesime öyle çok yansımıştı ki Mustafa Baba gözlerimin içine bakıp, gözlerime ektiği şüphe tohumlarını görünce, bunları yok etmeye çalışır gibi içtenlikle gülümsedi ama ben o gülümsemenin özünde saklanan endişeyi gördüm. Mustafa Baba’nın da tıpkı benim gibi şüpheleri vardı.
“Onlar güçlüydü,” dedi sessizce ama gülümsemesi yüzünden silinmedi. “Ve öfkeli.”
“Biz de güçlüyüz,” dedim hiç düşünmeden.
“Ama yeterince öfkeli değilsiniz çünkü henüz bir kayıp vermediniz,” dediğinde sesindeki tereddüt beni duraksattı. “Onları öfkeli yapan, birçok kayıp vermiş olmaları. Ve sevdiğin insanları kaybettiğinde, kaybedecek başka bir şeyin kalmaz; kaybedecek bir şeyin kalmadığında da kendini yok etmek pahasına her şeyi yok etmek için yola koyulursun.”
“Benim onlara verecek tek bir canım yok,” dedim tüm dostlarımı ima ederek.
“Biliyorum.” Mustafa Baba, buna inancını belli edercesine elimi sıktı. “Ama yine de onları en donanımlı hâlinle karşılasan iyi olur.”
“Hedefleri burası mı olacak dersiniz?” Kenneth’in sorduğu soru üzerine bakışlarımı ona çevirdim, yeşil saçlarını geriye doğru yatırırken kaşlarını çatmıştı. “Crystal, ilk ataklarını bu arazide gerçekleştirdiklerini söyledi. Yani burada olduğunuz sürece çatışmaya her an hazır olmayacak mısınız?”
“Onları burada bekleyeceğiz,” dedi Efken kemikten bir sesle. “Evimizde.”
“Kenneth, Axel,” diyerek çöktüğüm yerden doğrulup, dik omuzlarla müttefik olduğum iki adama baktım. “Bu süreçte bize yakın bir yerlerde olursanız çok daha iyi olacaktır. Ormanda sürünün kaldığı bir ev var-”
“Şey,” dedi Miraç dudaklarını birbirine bastırarak. “Abla, o ev yanmış.”
Kan bir anda beynime sıçramış gibi hissederken, “Ne demek yanmış?” diye sordum öfkeyle. “Nasıl oldu?”
“Cadılar bizi bulamayınca buraya uğradıklarına dair bir not bırakmak istemiş olmalılar,” dedi Efken, ses tonundaki soğukkanlılığa rağmen bu durumun onu öfkelendirdiğine emindim. “Yeni evin inşaatı başladı. En hızlı adamları buldum, en hızlı şekilde olması için gereken konuşmayı da yaptım.”
İbrahim, “Yani tehdidi,” diye mırıldandı.
Efken gözlerini devirerek, “Hallettim işte,” dedi. “Gözdağı mı vermeye çalıştılar yoksa gerçekten yeniden geldik notu muydu bilmiyorum ama etrafa sağlam bir koruma yapsam iyi olacak. Cadıları uzak tutamasam da daha farklı şeyleri uzaklaştırabilirim.”
“Tüyümden verirdim ama bir işe yaramayacaktır, cadılar zaten burayı biliyorlar,” diye mırıldandı köşesinde kollarını bedenine sarmış düşünceli şekilde boşluğu izleyen Manbel.
“Bu aşağılık demon, az daha zehirli ve şık kuyruğumdan olmama neden olan alçak köpek neden hâlâ aramızda?” diye soran Kenneth’in ölümcül bakışların ablukası altına alındığını hissettiğimde, elimi kaldırarak Manbel’i durdurdum.
“Kenneth, o bizim yanımızda. Bizimle savaşacak.”
“Bu adi herif Semih adlı kalpazanla iş birliği de yapmıştı hatırlatırım,” diye söylendi Ulaş.
Manbel gözlerini devirerek, “Vermem gereken her bilgiyi verdim,” dedi. “Ayrıca bir insanın bana adi herif dedikten sonra ne kadar pahalı bir güneş kremi kullanırsa kullansın, ömür boyu güneş yanığıyla gezmek zorunda olduğunu biliyor muydun? Biliyor olsaydın eğer insan, kesinlikle böyle bir şey söylemezdin. Çömezliğine veriyorum.”
“O turuncu suratının ortasını okla delerim,” diye homurdandı Ulaş öfkeyle.
“Ok benim yüzüme yaklaşmadan eriyip akınca da arbaletini sırtına takıp ayakların kuru götüne vura vura kaçarsın, değil mi cicim?”
“Kavga etmeyi kesin.”
Crystal, “Benim evimde konaklamaya devam ederler,” dediğinde gözlerim ona çevrildi. “Benim evim mesken olarak buraya daha yakın sayılabilir.”
Uzun zaman sonra saçlarının ilk kez bu kadar bakımsız göründüğünü fark ettim. Üstü başı da oldukça paspal görünüyordu. Bir tayt, eski bir kazak ve dağınık şekilde topladığı alev sarısı saçlarıyla güçsüz düşmüş gibi bir hâli vardı ama ona daha dikkatli baktığımda, bu hâlinin esas nedeninin anlık da olsa yorgun düşmemden kaynaklı olduğunu anladım.
Kız kardeşlik düğümümüz bir yere dursun, kabul etmesem de onun kraliçesiydim ve bana bir şey olduğu düşüncesi onu yıpratmıştı. Sapphire’ın da ondan farklı olmadığını gördüm.
“Ne bu hâliniz sizin?” diye sormamla, ikisinin de bakışları bana çevrildi. “Bir an evvel toparlanın. Perişan görünüyorsunuz.”
Sapphire’a baktım, gözlerimin bedenini taradığını fark edince duraksadı.
“Bir duş al, üzerine de benim kıyafetlerimden giy. Madem artık saklanmamıza gerek yok, dışarı çıkacağız. Üzerine bir şeyler almamız gerekecek. Buraya gelen her kim olursa olsun, karşısında enkaz değil, bir dağ bulacak.”
Yenilenecektik.
Dirilecektik.
Ve her ne şekilde olursa olsun, sayıca bizden üstün dahi olsalar yenilmeyecektik.
Efken’e doğru döndüğümde bana gururla bakan bir adam görmeyi beklesem de birden o gururlu gözlerle karşılaşmak afallamama neden oldu. “Senden ödememi talep ediyorum,” dediğimde anlık şaşırsa da sonra dudaklarında muzip bir gülümseme hareketlendi. “Malûm, mekânının her şeyini çizen bendim, değil mi?”
“Elbette, Mimar Hanım.” Gözlerimin içine bakmaya devam ederken, “İşinden kazandığın parayı kendin için harcamanı tercih ederdim,” diye mırıldandı ama onu duymazdan gelerek Sapphire’a baktım.
“Sen bir duş al. Crystal de Sevgili Kenneth ve Axel’i eve götürsün. Onlar istirahat ederken biz de işlerimizi halledelim.” Omzumun üzerinden koltukta uzanan Mustafa Baba’ya baktım ve gülümsedim. “Sana çorba yapıp öyle gideceğim, ihtiyar.”
“Küçük Efken sen de,” diye homurdansa da o da gülümsüyordu.
Evden çıkmadan önce Mustafa Baba için yiyecek bir şeyler hazırlamış, kombin yapma konusunda pek de iyi olmayan Sapphire’ın üzerine geçirdiği alakasız parçaları çıkarmasını söylerken onu kırmamak için ekstra çaba harcamıştım ama kotun üzerine uzun bir kazak sandığı elbiseyi giymesini beklemiyordum.
Fark ettiğim şeylerden biri, o gün Sapphire ve Crystal birer yılan olarak Miraç’ın bedenini sardıklarından beri Miraç’ın onlardan uzak duruyor olmasıydı. Henüz çok taze bir olay olmasından kaynaklı olabilirdi belki ama gerçekten korkmuşa benziyordu. Bir adamı şimşekler savurup bir kurda dönüşürken görmüştü, bir diğer adamın da bir sırtlana dönüştüğünü görmüştü ama onu korkutan bedenini halatlar gibi saran iki yılan olmuştu.
Fark ettiğim bir diğer şey ise gücünün farkına varan Efken’in bu güçten aldığı hazza bir dur demeye karar vermiş olmasıydı. Bu sadece benim için verdiği bir karar değildi, biliyordum çünkü gözlerinde endişeyi görmüştüm.
Mustafa Baba’yı cadılardan kurtarmak için gittiğinde orada her ne yaşandıysa, gücünün nirvanasının ne olduğunu öğrenmişti ve bu nirvanaya ulaştığında onu bekleyen sonu fark etmişti. Her şeyi yok edecek kadar karanlık olduğunu en başından biliyordu ama o karanlıkla hiç burun buruna gelmemişti. Sanırım o an, orada o karanlığın kıvamını görmek, onu dalmak üzere olduğu güç uykusundan uyandırmıştı.
Gücü de Nemesis’in mührü de şimdilik güven altındaydı ama tüm bunları ne kadar güvende tutabilirdim, işte orası meçhuldü.
Üzerime siyah bir deri ceket alıp, ceketin fermuarını boynumun altına kadar çektim ve saçlarıma tutunan kar tanelerinin altında Efken’in cipinin önüne kadar ilerledim. Efken ve İbrahim cipin önünde sessizce bir şey hakkında konuşuyorlar, Efken bir yandan sigarasını içerken bir yandan da İbrahim’in söylediklerine kulak veriyordu. Her bir cevabı kısa ve netti, beni fark ettiğindeyse o cevapların tamamı karanlık tarafından örtülerek ortadan kayboldu.
“Şehre ineceğiz,” dediğimde Efken başını sallayarak, “İnelim,” dedi ama durup ona öyle bir baktım ki, gözlerimde gördükleri yüzünden kaşlarını çattı. “Yalnız gideceğinizi mi söylemeye çalışıyorsun?”
“Gayet?”
“Bunlar konuşmadan birbirlerini anlar da olmuş, gerçekten kafamı karların içine gömüp ölene kadar nefesimi tutmak istiyorum. Selena’daki Kıvılcım’a dönüştürdü beni bu aşk. Ozan ve Selin’i izleyen Kıvılcım’dan ne farkım kaldı benim ya?” diye sordu İbrahim, sululuğuna göz devirdim ama Efken, İbrahim’in sıraladığı saçmalıkları duymadı bile.
“Sen çıldırdın herhâlde?” Efken’in sorusu üzerine kaşlarımı kaldırıp ona bomboş gözlerle baktım. “Mahi, böyle bir süreçteyken tek başına nereye?”
“Crystal ve Sapphire’dan ben sorumluyum, Efken. Onların hâlini görmedin mi? Kızlar insanlıktan çıktı.”
“Kanka onlar zaten insan değil,” dedi İbrahim, onu duymazdan geldim.
“Öte yandan Yaren’i de biraz uzaklaştırmam gerek. Nefes alması lazım. Manbel kıçının dibinden ayrılmıyor, kıza bu gerçeği rahatça sindirmesi için zaman bile tanınmadı. Sezgi desen…”
Omzumun üzerinden verandaya baktım. Sezgi ve Ceyhun, verandanın korkuluklarına yaslanmışlardı ve Sezgi, Ceyhun’un göğsüne sokulmuş koruluğu izliyordu. Bir an gözüme çok çaresiz göründüler, yorgun göründüler, tükenmiş göründüler… Bakışlarımı Efken’e çevirdiğimde, Efken ne hissettiğimi biliyormuş gibi gözlerini yavaşça yumup geri açtı ve o gözlerde anlayışa rastlamak bana iyi hissettirdi.
“Efken, Sezgi hamile ve o ne kadar doğaüstü kanı taşıyan bir cadı olsa da hamileliğini bu kadar büyük bir tempoya ayak uydurarak geçirmemeli. Bu bebeği için de onun için de çok sakıncalı. Bize söyleyemiyorlar ama bence onların da düşünceleri bu. Sezgi’yi biraz bu düşüncelerden uzaklaştırmam lazım, sen de Ceyhun’la konuşmalısın ve bir süre evlerine dönmeliler. Eğer hâlâ inat ediyorsa büyülere evde, yatağında çalışsın. Bu şekilde ortada perişan oluyor.”
“Benim düşüncem de bundan farklı değildi. Onları yollayacaktım,” dedi Efken, sesinden bu konuya gerçekten önem verdiği anlaşılıyordu. Göz ucuyla Ceyhun ve Sezgi’ye doğru bakıp, “Onları bu maratona dahil etmeye niyetim yok,” diye mırıldandı sakin bir rüzgârı anımsatan ama dokunduğunda kökü bile sarsan güçlü bir sesle.
“Şimdi Sezgi’ye bunu direkt olarak söylemek kendisini kötü hissetmesine neden olur. O yüzden bırak kız kıza bir gün geçirirken onu bunun en doğru karar olduğu konusunda ikna edeyim. Ellerinde bir aile olma şansı var ve bu şansı ellerinden alan biz olmayacağız, o bebek güvende olmak zorunda.”
Başta tereddütle dolu olan bakışları, gözlerimdeki ısrara daha fazla pençe geçiremedi. Bakışlarının yüzümden ayrılmadığı saniyelerde İbrahim de yan gözle bizi izliyordu. Efken’in uzun, esmer parmaklarının arasında tuttuğu sigaranın ucunda uzayan kül birden kırılıp karların içine düştü, külün içinde hâlâ yanan alev, karların içine saplandığı an ses çıkardı.
Sigarayı dudaklarına götürürken, “Çok gecikip benim aklımı size takılı bırakmayın,” dedi.
“Orasına bırak da biz karar verelim,” diye homurdandıktan sonra avucumu uzattım. Neden bunu yaptığımı anlamaya çalışıyor gibi avuç içi çizgilerime, sonra da onu izleyen ateşten gözlerime baktı. Tek kaşının havaya kalktığı saniyelerde etli dudaklarının arasından sigaranın gri dumanı usulca süzülerek havaya karıştı.
“Ne istiyorsun?”
“Elimi öpüp başına koymanı,” dediğimde İbrahim’le aynı anda güldük ve birbirimize bakıp göz kırptık. “Arabanın anahtarlarını.”
“Öncelikle o sadece bir araba değil…” Kaşlarının ortasında birdenbire derinleşen çukurun arkasından, “Pardon?” diye sordu imayla.
“Manbel’den kanatlarını isteyemeyeceğime göre, senden arabanın anahtarlarını istiyorum, Efken.”
“Bir şartla veririm.”
Tek kaşım neredeyse saç çizgime dek yukarı kalktı. “Neymiş o şart?”
“Bana yine o kabuklu tatlıdan yapacaksın,” demesini beklemediğimden sertçe yutkundum.
Söylediği şeyin bende yarattığı etkiyi görmesini istemediğimden gözlerimi başka bir yöne çevirmeye çalıştım ve o an, iki elini kendi boğazına yerleştirmiş İbrahim’i gördüm. Kıpkırmızı olana dek kendi boğazını sıkarken, “Bir şey yok,” dedi tıkanık bir sesle. “Siz devam edin birbirinize yürümeye.”
“Yaparım o kabuklu tatlıdan,” diye mırıldanarak avucumu daha yukarı kaldırdım ve beklentiyle onun uçurum mavisi, bir savaştan sağ çıkmışım ama o savaş benim içimden hiç çıkmamış gibi hissettiren gözlerine baktım.
Büyük avucunu kotunun cebine atarken gözlerimizi tek bir an ayırmadı. Bu gözlerden bir adım sonrasının ne olacağını merak ediyordum. Bana ölüm olurmuş gibi geliyordu. Sanki hayat tam da o an, o gözlerden bir adım sonrasına gittiğimde yok olur, kalbim durur, ruhum kaybolurmuş gibi hissediyordum. Bu gözleri en korkutucu, gaddar, en karanlık hâliyle de görmüştüm, bir çocuğun saflığı ve çaresizliğiyle parlarken de görmüştüm. Bazen o gözler bana silahlar çekerdi, bazense beni kimsenin sevmediği kadar severdi.
Avucumun içine arabanın uzaktan kumandasını koyup yavaşça eğildi ve aramızdaki boy farkını azaltırken, “Anlaştık, Asale,” diye fısıldadı. “Bana o kabuklu tatlıdan yapacaksın.”
“Onun adı baklava!” diyerek ağlayan İbrahim’i ikimiz de umursamadık.
Gözlerimizi zar zor birbirlerinden ayırdığımızda bakışlarımın yeni odak noktası İbrahim’di. “Hançer konusunda anlatacakların vardı,” dedim merak gözlerimi gölgelendirirken.
“Hançeri kullandım,” dedi, bu benim için beklenmedik bir şey değildi çünkü hançeri kullanabileceğini biliyordum. O hançer, onun bir parçası olduğunu kabzasını sadece o açabildiğinde göstermişti. “Ama nasıl kullanıldığını hâlâ bilmiyorum. İçgüdüseldi. Tamamen hâkim olamadığım için de biraz… Tutarsızdı.”
“Tutarsız derken?”
“Hançerin her şeyi bölme gücü var. Sesi, görüntüleri, hatta attığı kesik yarasını bile.”
İşte bu, duymayı kesinlikle beklemediğim bir şeydi ve şimdi dikkatimi tamamen çekmeyi başarmıştı.
Kollarımı bedenime sarıp, yüzümde temkinli bir ifadeyle İbrahim’e tam anlamıyla odaklandığımda, “O an, cadılarla karşı karşıya geldiğimizde oldu,” dedi. “İçgüdüsel olarak hançeri kullandım ve kahkahamı kestim, kahkaham çok daha fazla yere dağıldı. Aynı zamanda bir cadıyı keserken de kafamın içindeki sağlamayı yapabildiğim bir an oldu ve kestiğim tek değil, birkaç cadı birden oldu.”
“Zamanın Hançeri,” diye fısıldayıp İbrahim’in gözlerinin içine bakmaya devam ettim. “Bu hançer zamanla bağlantılıysa, zamanda bölünmeler yapıyor olabilir.”
“Zamanda bölünme?” İbrahim kaşlarını çattı. “O ne demek?”
Efken ne söylemeye çalıştığımı anlamış gibi, “Hançerle o cırtlak gülme sesini kestiğinde, gülme sesini böldün, zamanı bölmüş oldun ve aynı anda sesinin birkaç yerde daha çınlamasına neden oldun,” dedi. “Bu sayede sesin zamanın akışıyla oynadı ve olmadığı bir yerde bile çınladı. Aynı zamanda bu hançerinden geçirdiğin cadılar için de mantıklı bir açıklama sayılabilir. Zamanı böldün, böylece hançerin darbesi tek bir cadıya değil, birçok cadıya yaralar açmış oldu.”
“Tek olayının bu olmadığını düşünüyorum. Kurcalarsam, öğrenirsem, daha fazla işimize yarar.” İbrahim düşünceli gözlerini yere indirip bir süre bekledikten sonra, “Halledeceğim,” diye fısıldadı.
“Halledilmesi gereken o kadar çok şey var ki.” Derin bir nefes aldım. “Miraç’ın buradaki varlığını unutup duruyorum. Belki de kendime unutturan benimdir. Onu da çözmem lazım ama şu an değil, şimdi sadece çözmekle uğraşabileceğim zamanım yok. Kendisini savunabilsin isterdim ama hiç şansı yok. Onu nasıl koruyacağımı bilmiyorum. Hangi biriyle uğraşacağımı artık ben de bilmiyorum.”
“Gidip biraz kafanı dağıt öyleyse,” dedi Efken, düşüncelerime çökmüş sisleri dağıtmak istediğini anlayıp ona gülümsedim.
“Miraç’ı da yanımda götüreceğim. Belki biraz benimle vakit geçirmeye ihtiyacı vardır,” diyerek İbrahim ve Efken’i arkamda bırakarak eve döndüm.
Crystal, Kenneth ve Axel’i eve sağ salim bıraktıktan hemen sonra geri dönmüştü. Sürücü koltuğuna yerleşip emniyet kemerimi bağlarken bir anlığına dikiz aynasından arkaya bakmıştım ve kardeşimin yüzüne çöken tedirgin ifadeyi görmüştüm. Arka koltukta, Crystal ile Sapphire’ın tam ortasında oturuyordu ve yine arka koltukta, Crystal’in diğer tarafında Yaren oturduğundan iyice sıkışmış, geniş omuzları Crystal ile Sapphire’ın omuzlarına yapışmış görünüyordu.
Onu halatlar gibi saran iki yılanın ortasında oturuyor olmak pek de hoşuna gitmişe benzemiyordu. Üzerinde Efken’e ait siyah bir kazak, altında da uzun boylu olmasına rağmen Efken’in olduğu için ona büyük gelen bir kot pantolon vardı.
Cipi geriye doğru sürerek patika yola sırt verdiğimde, az ileride Efken’in çıplak elle bir kurdu ensesinden tutup arazinin ortasına doğru sürüklediğini gördüm. Neredeyse iki buçuk katı büyüklüğünde kurdu arazinin ortasına fırlattı ve saldırı modunu aldı; o an oyun oynadıklarını anlayarak direksiyonu yavaşça çevirip patika yoldan aşağıya doğru inmeye başladım.
Sezgi hemen yanımdaki ön yolcu koltuğunda oturuyor, ensesini ovarak, “Şu an testosteron seviyesinin daha az olduğu bir yere gidiyor olmaktan oldukça mutluyum,” dediğinde erkek kardeşim öksürerek boğazını temizledi. “Kusura bakma, Miraç. Öyle demek istemedim ama anlarsın ya, genç kurt adamların tamamı ıslak köpek gibi kokuyor.”
Çatık kaşlarla direksiyonu kavrarken, “Bence hepsi öyle kokmuyor,” diye mırıldandım ve bu kızların hepsini güldürürken, Miraç’ın dikiz aynasına korkunç bir bakış fırlatmasına neden oldu.
“Mahinev, bir ehliyetin yok,” dedi Yaren dirseğini arabanın camına yaslamış, dışarıyı izlerken.
“Aslında İstanbul’da var ama burada geçerli değil…”
“İstanbul’da da direksiyonu o kadar iyi değildi,” dedi Miraç, ona ters bir bakış atmamı umursamadan konuşmaya devam etti. “Babamın arabasının arkasını sık sık sokağın sonundaki çöp konteynerine çarpardı. Sinyal vermeyi de bilmiyordu. Bir ara az daha tırın altında kalacaktık ve direksiyon başında olmasına rağmen beni suçlamıştı…”
“Bu pek güvenli hissettirmedi,” diye fısıldadı Sapphire tedirgin bir sesle.
Miraç, korkusunu yenmiş gibi yavaşça Sapphire’a doğru dönünce, Crystal gözlerini ikisine çevirdi. Sapphire, Miraç birdenbire ona doğru döndüğü için daralan alan yüzünden aracın camına yaslanmak zorunda kalmıştı. Aracı biraz daha hızlandırıp, iki yanı ağaçlık, ortası tek bir arabanın sığabileceği darlıktaki toprak yolu geride bıraktım ve bir tarafı dağ, diğer tarafı orman olan bir başka yolda sürmeye devam ettim.
Miraç, “Sana bir şey soracağım,” dediğinde bu cümlenin muhatabının biz olmadığımızı biliyordum. Dikiz aynasından göz ucuyla onlara baktığımda Sapphire’ın yüzünde tedirgin bir ifadeyle Miraç’a baktığını gördüm. Kısa süren bakışmanın ardından Sapphire, “Sorun,” diye mırıldandı, sesi çok ürkek çıkmıştı.
“Normalde de hep böyle mi görünüyorsun yoksa öyle mi?” diye sordu Miraç. Bu soru üzerine Sezgi ile birbirimize tuhaf bir bakış gönderdik ama ağzımızı açmadık. Herkes sessizdi, Crystal ikisini izliyordu, Yaren ise hiçbir şey duymuyormuş gibi akıp giden yolu, geride kalan ağaçları izliyordu.
“Nasıl mı?”
“Yani hep bir kadın gibi mi görünüyorsun yoksa bir yılan gibi mi?”
Sapphire bu soru karşısında afallamış gibi Miraç’ın gözlerinin içine bakakaldı, ardından bir çocuk gibi saf saf dudaklarını büzüp, bir parmağını dudağının üzerine koyarak, “Çoğunlukla Mar formasyonu içerisindeydim,” dedi. “Neden sordunuz?”
Miraç gözlerini yola çevirip, “Sadece merak ettim,” dediğinde, Crystal’in bakışları hâlâ Miraç’ın profilindeydi, bir süre Miraç’ı izledikten sonra o da tıpkı Miraç gibi gözlerini yola çevirdi.
Karın beyaz ışığı aracın içini belli oranda aydınlatarak gözlerimi yakıyordu. Karla kaplı köknarların arasında bir tilki yavrusunun yolu izlediğini gördüm, arabanın sesini duyar duymaz irkilerek geriye doğru koşarak gözden kayboldu.
Yaren, “Beni o tımarhaneden uzaklaştırdığınız için teşekkür ederim,” dediğinde gözlerim dikiz aynasından ona çevrildi. “Biraz daha o adamla aynı ortamda kalsaydım çıldıracaktım.”
Manbel’i kastettiğini bildiğimden tek kelime etmedim ama Yaren, kısa süren sessizliğin ardından yeniden konuştu.
“Her an bir şeye dönüşecekmişim, tamamen ondan bir parça olacakmışım hissi de korkutuyor beni. Geceleri rüyamda kırmızı, sarı, turuncu kanatlar görüyorum, tüylerin içinde uyanıyorum, bazen güneş ışığının su gibi dolduğu bir havuzda yüzüyorum. Garip rüyalarımın tek sebebinin o olmasını umut ediyorum, mesajcı rüyalar değillerdir umarım.”
Yaren’in uzun cümlelerin, arabanın içindeki sessizliği kendi kanıyla beslediğini fark ettim. Herkes suspus olmuş, ona kulak vermişti ve eminim herkes benim gibi onun rüyalarını hayal etmeye başlamıştı.
Gözümün önüne gelen karelerden birinde Yaren sarı bir suyun içinde uzanıyor, bedeni o suyun içinde bronz şekilde parlıyordu ve o altın rengi, ışıltılı suyun içinde farklı renklerde onlarca kanat yüzüyordu. Çatık kaşlarla arabayı daha da hızlandırdığımda, Yaren, “Bazı geceler alnımda o sembolle uyanıyorum,” diye mırıldandı. “Alnımdaki deriyi kabartıyor, sönene kadar gözlerimi açmıyorum, söndüğünde bile uzunca süre alnımda izi kalıyor. Alnıma dokunmaya korkuyorum.”
Miraç, “Sanırım bazı şeylerden kaçılmaz,” dediğinde, Yaren’in göz ucuyla ona baktığını gördüm. “Bazen ne kadar kaçarsak, o kadar çok yakalanırız. Kaçmayı bıraktığında bir şeylerin değişmeyeceği ne malûm?”
“Sen ne hissederdin?” diye sordu Yaren içtenlikle. “Doğru bildiklerin elinden alınsa ve önüne kabul etmeyeceğin yeni doğrular konulsa, bir daha asla eskisi gibi olamayacağını fark etsen, bir daha asla eskisi gibi hissedemesen… Ne yapardın?”
“Şu an eskisi gibi hissettiğimi ya da eskisi gibi olabileceğimi mi düşünüyorsun?”
Miraç’ın sorusu, Crystal’in de Sapphire’ın da ona doğru dönmelerine neden oldu. Erkek kardeşimin gözlerinde derinleşen ifadeyi görmek istemedim ama bakışlarım dikiz aynasına dokunduğunda, onun gözlerine çizilmiş zalim gerçekten kaçışımın olmadığını anladım.
“Buraya gelirken her şeyi göze aldım. Kaçtığım ne varsa, koştuğum şeye dönüştü. Bu yolun sonunda bir şeylerin aynı olmayacağını biliyordum, bir daha eski hayatıma dönemeyeceğimin farkındaydım, bir kez daha eskisi gibi hissedemeyeceğimi anlamıştım ama buradayım. Belki de kaçmak yerine üzerine koşmak aptallıktır ama en azından zorunda bırakılmamış, kendin seçmiş olursun. Bu da senin elinde. Seçmek mi yoksa zorunda bırakılmak mı? Kaçmak mı yoksa koşmak mı?”
Yaren, “Seçmeyi istemedikten sonra bu da zorunda bırakılmak olmuyor mu?” diye sorunca Miraç gülümseyerek önünde uzanan karla kaplı gümüş yola baktı.
“Başka çaren olmadığında seçmek, bazen istediğin şeye dönüşür. Benim ablamı görebilmek için başka çarem yoktu, sonra o çaresizlik, seçtiğim şeye dönüştü. Kaçabilirdim ama kaçmadım. Düşün, belki uğruna savaşmak istediğin biri ya da bir şey vardır. Uğruna seçimler yapacağın biri ya da bir şey… İllaki vardır.”
Yaren buna bir cevap veremese de Miraç’ın kurduğu her cümle benim için bana verilmiş bir cevap niteliğindeydi.
Vitrinlerin sarı, gümüş rengi küçük ışıklarla süslendiği mağazaların olduğu sokaktaki kuytu bir köşeye park ettiğim araçtan inerken Sapphire’ın ürkek tavırları dikkatimden kaçmamıştı.
Lüks, çift katlı ve dışı tamamen cam duvardan oluşan mağazaya girdiğimiz an, Crystal altın taraklı askılara asılmış elbiselere doğru koştu. Sezgi gülümseyerek, “Bu kadın tam bir kokona,” diye mırıldandı.
“Sapphire,” diyerek Sapphire’a döndüm, genç bir çalışan kadın gülümseyerek hemen yanımızda dikiliyordu. “Biraz gündelik parçalar alalım sana, olur mu?” Sapphire, etrafına çekingen bakışlar atarak başını salladı. Çalışan kıza dönerek, “Ona yardımcı olabilir misiniz?” diye sorduğumda, kız gülümseyerek Sapphire’ı ilerideki askılarda asılı duran kıyafetlere yönlendirdi. Belimdeki çantanın içinde titreyen telefonu çıkarıp panele baktığımda Efken’den gelen mesajı görmek kaşlarımı kaldırmama neden oldu.
Efken: Bizim buralarda mimarlar iyi para kazanır. Mağazaları satın bile alsan ödemenin tamamını almış sayılmayacaksın. O yüzden kendine de bir şeyler alsan fena olmazdı, Mimar Hanım.
Mahinev: Çok bonkörsün, patron.
Efken: Patron mu?
Efken: Sanırım bu beni
Efken: Azdırdı.
Mahinev: Ahlaksızın tekisin.
Efken: Buna bayılmadığını söyleme bana.
Mahinev: 🙂
Efken: Aldım cevabımı. Kendine de bir şeyler almalısın. Sonuçta kraliçesin, değil mi? Mesela siyah takımlar.
Efken: Bahsettiğim takım elbise değil.
Efken: Jartiyer takımından bahsediyorum. Yanlışlıkla iş insanı olarak çıkma karşıma 😀
Mahinev: Sen ona da yükselirsin.
Efken: Bak sen…
Efken: Şimdi düşününce
Efken: Evet, bu da azdırdı beni
Efken: Eline ne geçerse al.
Efken: Tesisatçı bile olabilirsin…
Mahinev: Hhaahahahahdgmskd
Efken: Komik değildi, fantezilerimle dalga geçmeni etik bulmadım.
Mahinev: Çenen düştü…
Efken: Sanki hoşuna gitmiyor da 🙂
Mahinev: Gidiyor zaten 🙂
Efken: Bak sen.
Efken: Sanat Atölyesi de epey dağılmıştı, Ulaş ve İbrahim geri planda atölyeyle ilgileniyorlardı. Oraya uğrayacağım, senden önce evde olurum.
Mahinev: Tamam, dikkatli ol.
Efken: Sen de dikkatli ol, fıstığım.
Yüzümdeki gülümsemeyi saklamadan kabinlere doğru ilerlemeden önce kendim için birkaç parça kıyafet seçtim. Geneli elbiselerden oluşan parçaları alma taraftarı olmasam da biraz zayıflamıştım ve içinde olduğum kıyafetler üzerimde emanet gibi dursun istemiyordum.
Acaba burada normal bir insan gibi para kazanmamın bir yolu var mıydı? Tüm bunları kendi paramla almayı tercih ederdim. Kabinden üzerimde kan kırmızı, bedenimi ikinci bir deri misali saran mini elbiseyle çıktığımda, Crystal elinde deri bir elbiseyle aynanın önünde duruyor, elbiseyi üzerine tutarak nasıl görüneceğini anlamaya çalışıyordu. Boğazlı olmasının yanı sıra, tam göğüs kısmında su damlası şeklinde bir dekoltesi olan bu elbiseyi kesinlikle çok sevmiştim ve Crystal’in gözlerindeki beğeniyi görünce de doğru seçim olduğunu anlamıştım.
Gözleri hızlıca bedenimi süzdükten sonra, “Karaduman seni bu elbisenin içinde gördükten sonra yükselen tansiyonu yüzünden üç gece uyku uyuyamazdı,” dedi.
Gülerek etrafıma bakındım, bakışlarım tekrar Crystal’e çevrilirken, “Miraç nerede?” diye sordum endişeyle.
Crystal, gözlerini aynaya çevirirken stabil bir sesle, “Arka taraftaki kabinlerin önündeydi,” dedi. “Sapphire da orada.”
Üzerimdeki elbisenin yukarı sıyrılan eteğini düzeltirken ağır adımlarla Crystal’e doğru yürüdüm. “Kardeşimle ilgili bir sorun yok, değil mi Crystal?”
Alev sarısı gözlerini aynanın yüzeyinde gözlerime dokundururken, “Ne gibi bir sorun olabilir ki?” diye sordu, ses tonu bir sorunun baş göstermek üzere olduğunu ele veriyordu.
“Bilmem. Miraç’tan pek hoşlanmadın ya da Sapphire’a karşı korumacı olduğun için Miraç’ın ona sorular sorması hoşuna gitmedi. Sapphire’ın etrafında bir yabancının dolaşıyor olmasından mı hoşlanmadın?”
“O senin kardeşin, ondan hoşlanmama ihtimalim yok,” dedi Crystal, gözlerinin sarısı şimdi daha da alevli bir renge bürünmüştü, turuncu bir ateş gibi yanıyordu. “Aksine, hoş bir kardeşin var. Yakışıklı.”
“O zaman sorun ne?”
Crystal gözlerini aynadaki yansımasından ayırmadı, bu kez benim gözlerimle buluşmayan bakışlarında yabancı bir ifadeye rastladım. Onlarca yıl sürmüş gibi hissettiren bir sessizliğin ardından, “Boş ver,” dedi. “Sorun ne kardeşinle ne de Sapphire ile alakalı. Konu benimle alakalı.”
Ona doğru bir adım daha attığımda telaşla bana doğru dönüp, “Bu deri elbiseye bayıldım,” dedi konuyu dağıtmak istiyormuş gibi. “Gidip bir deneyeceğim.”
Sezgi, köşedeki fuşya rengi kadife koltuğa oturmuş, kolunu koltuğun altın varaklı kolçağına yaslamış bizi izlerken kızıl kaşlarının havada durduğunu gördüm. Crystal, kabinlerden birine girdiği an gözlerimdeki soru işaretleriyle Sezgi’ye bakıp, “Nesi var bunun?” diye sordum.
“Anlamaman normal, bu aralar kafan epey meşgul gibiydi,” dedi Sezgi, bu bilmece gibi cümle daha da meraklı hissetmeme neden olduğunda Sezgi’nin önünde dikilip başımı omzuma yatırarak cevap bekleyen gözlerle gözlerine baktım. Sezgi kırmızı saçlarını omzunun üzerine atıp bacaklarını da koltuğun üzerine çektikten sonra, “Crystal, Miraç’ı beğenmişe benziyor,” diye mırıldandı.
Bu sır anlık olarak şaşkınlığımı körükleyip kaşlarımın havaya kalkmasına neden olsa da mantıksız olmadığını fark ettiğimde duraksadım. Crystal’in Miraç’a bakışlarını ve alaycı tavrını hatırlayınca bir şeyler az da olsa yerli yerine oturmuştu.
Bazen aşk, beklenmedik bir anda, beklenmedik bir yerde gelirdi ve sen ona hazırlıklı olmadığın için onu kabul etmektense onunla savaşırdın.
“Ama sanırım erkek kardeşinden beklediği ilgiyi göremedi.”
Crystal’in duymasından çekinerek Sezgi’ye biraz daha sokulup, “Sapphire’ı kıskanıyor olamaz, değil mi?” diye fısıldadım.
“Sanmam ama bana kalırsa Miraç’ın Sapphire’a karşı daha ilgili olduğunu hissetti. Bu yüzden biraz karmaşık hissediyor olmalı.”
“Miraç’ın şu an aklı başında bile değil ki, ne yapacağını bilmiyor. Sapphire ya da Crystal’e ilgi duyabilecek hâlde değil,” diye mırıldandım. “Öte yandan, Crystal’in önceden Efken’e olan ilgisini düşünecek olursam…”
Durdum, bu gerçekten bahsetmek hiç hoşuma gitmiyordu. Dilimin ucunda biriken zehri yutup gözlerimi yumdum.
“Yani erkek seçimini düşünecek olursak, Miraç pek ona göre biri değil. Belki de bunu yanlış yorumluyoruz.”
“Her zaman aynı tip erkeklerden hoşlanmazsın, Mahinev,” diye mırıldandı Sezgi, ardından elini elimin üzerine koydu ve “Bırak da bunu kendi içinde halletsin,” dedi. “Ne hissettiğini o da anlayamıyor bence. Evet, Crystal daha olgun erkeklerle flört eder, Miraç onun için yeterince olgun değil ama kalp pusuladır ve insanlar bazen pusulasını hiç beklemediği birinin eline bırakır.”
“Sen nasılsın?” diye sorduğumda bir elini karnına koyup, karanlık düşüncelerden sıyrılmak ister gibi gözlerini sıkıca yumdu.
“Sanırım içimde bir şeyle yaşamaya alışmaya başladım.”
“Bence bu süreçte evinde olmalısın.” Ona hakaret etmişim gibi kaşlarını çattığında, bir an söylediğim şeyden pişman bir şekilde gözlerimi kaçırdım. “Kötü bir şey söylemişim gibi bakma, kolay bir süreçten geçmiyoruz. Bebeğinin ve senin iyi olmanız için bir süreliğine bizden uzak durmanızda fayda var.”
“Sizi o kahrolası cadıların önüne yem diye atmayacağım!”
Sert sesi üzerine birkaç kişinin dönüp bize baktığını görüp bakışlarımda yakıcı bir uyarıyla Sezgi’ye doğru döndüm.
“Bana öyle bakma, Mahinev. Ben gayet iyiyim, sağlıklıyım, bebeğim de iyi. Yanınızda olmak istiyorum. Üstelik kadim büyüler konusunda da araştırmalarım sonuç vermeye başlayacak gibi duruyor. Kendimi geliştiriyorum. Belki yakıp yıkamam, yok edip günün kahramanı olamam ama elimden geleni yaparım ve böyle bir durumda elimden gelecek küçücük bir şey bile lehimize dönebilir. Bırak sonunu göreyim. Bu işin sonuna kadar yanınızda olabileyim.”
“Sezgi, bu istediğin şeyin delilik olduğunu sen de biliyorsun. Sen onlardan biri de olsan, sana zarar vermemeleri için yeterli bir sebep mi sence bu? Seni hain olarak görüyorlar. Belki de ilk hedefleri sen olacaksın.”
Beni anlamasını istiyordum ama gözlerindeki ısrarı da görebiliyordum. Gözlerinde, bıçağın ucunda durmak umurunda değilmiş gibi bir ifade duruyordu; bize karşı bir bıçak sapı tutacağına, bizimle bıçağın ucunda durmaya hazırdı. Sadakati kalbimi yakıp geçti, hisler kül gibi yağarak mideme doldu ve içimde bir bulantı hissiyle başımı iki yana sallarken ona yalvarır gibi baktım.
“Bebeği düşünmek zorundasın,” diye fısıldadım.
“Ne sanıyorsun, Mahinev? İhanetimin bedelini sizden uzak durunca ödemeyeceğimi mi? Yine peşime düşecekler, yine benim için gelecekler. Öyle de böyle de onların karşısındaki kişiyim ben. Dedikodular çoktan yayılmıştır, başkaldıran tüm cadıların gözünde bir hainim. Hatta sırf korkusundan, düzeni bozulmasın diye tüm olanlara sessiz kalan cadılar bile içlerinden hain diye yaftalıyorlardır beni.”
Kısacık bir an için sustu ama konuşmaya devam edeceğini bakışlarından anladım.
Yüzüme düşen saçı kulağımın arkasına sıkıştırırken sedefli yeşil gözlerini gözlerime sabitledi ve “Bebeğimi koruyabilmem için size ihtiyacım var,” diye fısıldadı. “Cadıların dilinden anlayabilmeniz için bana ihtiyacınız var. Biz bir aileyiz.”
Kollarımı bedenine sarıp onu kendime doğru çekerken bana karşı koymadı. Belime sarılıp yüzünü boynuma gizlerken, “Karnımdaki bebek, hepimizin umudu olacak,” dedi ağlamaklı bir sesle. “Ve bir gün doğduğunda ona bunları anlatabileyim. Ona annesinin ne kadar cesur olduğunu kanıtlamama izin ver. Kimin bebeği olduğunu bilmeli, onu da cesur bir insan olarak yetiştirmek istiyorum ve bunun için önceliğim cesaret olmalı. Köşeme oturup benim için gelmelerini, ihanetin hesabını sormalarını beklemeyeceğim. Karşılarına geçip onlara hesap soran ben olacağım. Aileme zarar vermeye çalıştıkları için…”
“Peki. Madem istediğin bu…”
“İstediğim bu.”
“Kardeşime bakacağım,” diyerek doğrulduğum anda bileğimi yakaladı, gözlerimi gözlerine çevirdiğimde dudaklarında muzip bir gülümsemeyle, “Enerji okuyabiliyorum,” dedi. “Ruhani evliliğinizi görebiliyorum.”
İrkilerek etrafıma baktım. Miraç’ın bunu duyması şu anlık istediğim bir şey değildi. Sezgi, gözlerini göğüs dekolteme indirdi ve dövmem görünmediği hâlde, “Dövme de o zaman oluştu, değil mi?” diye sordu. “Kimse dövmeleriniz hakkında konuşmadı ama auralarınızın bir bütün olduğunu gördüğüm anda ne olduğunu biliyordum. Sonra da dövmelerinizi fark ettim. Nasıldı?”
“Ne nasıldı?” diye sorarken yüzüm pancara dönmüştü.
Tüm kanın yanaklarıma ilerlediğini, derimin altındaki kanın fokurdadığını hissettim. Bunları konuşmak zorunda mıydık? Karnıma saplı bir bıçak varmış gibi, kurbanlık bir kuzuymuşum gibi sessizce Sezgi’nin gözlerinin içine bakıyor oluşum Sezgi’yi güldürdü.
“Neyden bahsettiğimi iyi biliyorsun. Üstelik bu cadının kulakları da iyi duyuyor.” Dirseğiyle omzuma vurunca gözlerim irileşti. “İbrahim’in taş evinde ne fındıklar kırdın biliyorum.”
“Çok ahlaksızsın!”
“Kardeşi aşağıda kedi yavrusu gibi uyurken kaplan gibi gırlayan ben miydim de ahlaksız olayım!” Bir kahkaha koyuverince, müşteriler bir defa daha bize baktılar ve Sezgi ağzına görünmez bir fermuar çekti. “Korunuyorsun, değil mi? Seni utandırmak için sormuyorum. Sadece…” Elini karnına koyup, “Bir kerelik korunmadığımda olan şeye bak,” diye mırıldandı. “Gerçi benim bir yanım bundan çok memnun. Sen memnun olur musun bilemem.”
Karnımda, içimin derinliklerinde Efken’e ve bana ait bir parçanın oluştuğunu, o parçayı içimde köklendirerek büyüttüğümü düşünmek bir anlığına algılarımın kapanmasına neden oldu.
Mağazanın ışıltılı duvarları ve içerideki insanların tümü bir girdap gibi dönerken sadece Sezgi’nin gözlerinin içine bakıyor, o gelecekte Efken ile bana ait bir anı Sezgi’nin gözlerinin ardından beni izliyordu. O anıda Efken’in esmer kollarının arasında, beyaz bir kundağın içine sarılı o bebeği gördüm. Mağazanın duvarları girdap gibi dönerek görünmeyecek kadar flulaştığında, artık tek gördüğüm o anıydı. Soğuk bir zemine düşen adımlarımı parmak uçlarımın üzerinde yükselerek atıyordum ve Efken’in esmer koluna dokunan beyaz elimi görüyordum. Tırnaklarım kırmızıya boyalıydı, ilk kez bu renk kanı değil, gerçek bir rengi ifade ediyordu ve huzurlu hissediyordum.
Kundağın beyaz kumaşına dokunup bebeğin yüzünü görmek için parmak uçlarıma tamamen abandığımda, Efken gülümseyerek bana bakıyordu ve sonra o bebeği görüyordum. Alnında gümüş rengi hilâl sembolü olan, hilâlin diğer tarafında güneş ışınlarını anımsatan altın rengi çizgiler olan minicik, eşsiz güzellikte bir bebekti. Girdap tüm mağazayı yok ettiğinde şimdi karanlığın tam ortasındaydım ve o anı, bana bir adım uzaklıktaydı.
Sezgi, “Hım?” diye fısıldayınca, karanlık dağıldı, görüntüler etrafa sim gibi uçuşarak dağıldı ve mağazanın duvarları oluştu, insanlar o duvarların önündeki tablolara dönüştü.
“Bizim aramızda bir şey olsa da o şeyin bir ismi yok,” dedim oturduğum yerden kalkarken. “Üstelik yarın başıma ne geleceği belirsizken, böyle bir şeyi düşünmeyi geçtim, hayal dahi etmem.”
Yalandı, etmiştim. Sezgi de yalan olduğunu biliyordu. Bildiği hâlde sustu ve bunun benim gerçeğim olduğuna inanmama izin verdi.
Sezgi’yi arkamda bırakıp insanların arasında ilerlerken bana hayal ettirdiği, o karanlığın içinde durup, o hayalden bir adım geride izlediğim anı kafamın içinde ateş gibi yanarak büyüdü. Kabinlerden birinin önünde dikilen Miraç’ı gördüğümde adımlarım yavaşladı. Beni fark eden Miraç, omzunu yasladığı altın rengi duvardan çekildi ve o an, kabinin tok kumaştan perdesi açıldı.
Sapphire, üzerinde zümrüt yeşili bir elbiseyle kabinden çıkınca, Miraç’ın da benim de gözlerimiz ona çevrildi. Crystal’in varlığını, bakışlarım anlık Sapphire’ın büyüleyici güzelliğinden ayrılıp tam çaprazımdaki aynaya döndüğünde fark ettim. Dudaklarında anaç bir tebessümle Sapphire’a bakıyordu ama bakışları Sapphire’dan ayrılıp Miraç’a saplandığında ve Miraç’ın ilgili gözlerle Sapphire’a baktığını gördüğünde, bakışlarının solgunlaştığını, dudaklarındaki tebessümün usulca silindiğini gördüm.
Sapphire, bir çocuk saflığıyla, “Olmuş mu?” diye sordu, gözlerim tekrar onu odağına aldı.
Mini değil, midi bir elbiseydi; kalın askıları vardı ve Sapphire’ın ince, kıvrımlı vücudunu ikinci bir deri gibi sarmıştı. Sapphire, uzun boylu, ince ama kıvrımlı bir kadındı; İstanbul’da olsaydı tüm cast ajanslarının peşinden koşacağına, defilelere çıkması için onlarca teklif alacağına emindim.
Tam dudaklarımı aralayacaktım ki, Miraç, “Bence bunu al,” dedi düz bir sesle.
Sapphire, hevesli bir gülümsemeyle, “Güzel olmuş mu?” diye sorduğunda, Crystal bir adım geri çekilip bakışlarını ilerideki raflara çevirdi ama kulağının hâlâ burada olduğuna emindim.
Miraç, omuz silkerek, “Evet,” dedi, ilgilenmiyormuş gibi boş bakan gözlerle Sapphire’ı bir kez daha süzdükten sonra başını salladı. “Güzel olmuş.”
Sapphire, çocuk gibi heyecanlı heyecanlı bana bakıp, “Siz ne düşünüyorsunuz?” diye sordu, ona gülümsedim.
“Kesinlikle alalım bu elbiseyi ve benimle sizli bizli konuşma. Tam alıştığını düşünüyorum, yine resmiyete döküyorsun işi…”
Bir süre daha devam eden alışveriş, ben ödemeyi yaptığımda ve bir kafede normal insanlarmışız, hayatın telaşından bir kahveyle sıyrılacakmışız gibi oturduğumuzda tam olarak son bulmuştu. Crystal, kafenin cam duvarından dışarıyı izlerken sessizdi, Sezgi bir şeyler anlatıyor, Miraç da Sezgi’den kafasında kalan soru işaretlerini giderecek cevaplar alıyordu. Sapphire, önüne koyulan kahveden çok hoşlanmamıştı, yüzünde memnuniyetsiz bir ifadeyle kahvenin yüzeyindeki köpüklerle oynamaya başladığında o kahveyi asla içmeyeceğini biliyordum.
Miraç şaşkınlıkla, “Yani cadıların rütbeleri mi var?” diye sorunca, Sezgi irkilerek etrafına bakındı. Kalabalığın duymaması gereken bir bilgiyi öylece dile getiren Miraç, yanlış bir şey yaptığını anlayarak, “Pardon,” dedi.
“Rütbe değil de bir tür şey gibi düşün… Irk?” Sezgi bir süre düşünüp derin bir nefes aldı ve “Bunu şey gibi düşünebilirsin,” dedi. “Bazı insanlar avukat olur, bazıları doktor, bazıları öğretmen. Bu da öyle. Meslekler gibi birçok cadı türü var, bu türlerin kendilerine özgü özellikleri ve güçleri var.”
“Peki Marlar?” Miraç’ın sorusunun ardından gözleri Crystal’e uzandı. Crystal, Miraç’ın ona baktığını fark edince bakışlarına solgun gözlerle karşılık verdi. “Sizin ırklarınız var mı? Normal yılanlarda olduğu gibi.”
“Normal yılanlar mı?” diye soran Sapphire’dı, Crystal omzunun üzerinden Sapphire’a baktıktan sonra gözlerini yeniden kardeşime çevirdi.
“Bahsettiğin bir insan formuna bürünemeyen yılanlarsa, onlar da bizim soyumuzdan. Dönüşümleri tamamlanmamış olsa da onların ailelerinin bir üyesiyiz ve bizi tanırlar.” Crystal, oturuşunu dikleştirip, kardeşimin gözlerinin içine dikkatle bakarak konuşmaya devam etti. “Bana Çıngıraklı derler, familyamız Çıngıraklı Yılanlara dek uzanır ve tüm yılanları kapsar ama aslında bir Çöl Engereği’yim. Sapphire bir Karayılan, eminim onun da ne olduğunu merak etmişsindir. Ona da gecenin engereği derler.”
“Benim ne olduğumu neden merak etsin ki?” Sapphire, saf bir içgüdüyle sorduğu sorunun arkasından kahvesinden güç de olsa bir yudum alıp yüzünü buruşturdu. “Ama evet, ben bir Karayılan’ım. Crystal haklı, eski atalarımız bizim Gecenin Engerekleri olduğumuzu söylermiş.”
“Peki insan mısınız?”
Crystal bu soruya gülse de Sapphire kaşlarını sertçe çattı. “Bir süre öncesine kadar insan olduğumu sanıyordum,” dedi Crystal. “Uyanışım apar topar oldu diyebiliriz ama ablandan daha önce uyandım. Sapphire bizim aksimize her zaman uyanmış olanlardandı, yani özünü tanıyor ve biliyordu, özüyle büyümüştü. Sanırım bu bizi yarı insan yapar. Melezleriz.”
“Abla,” diyerek bana dönen Miraç’a bakarken filtre kahvemden bir yudum aldım. “Sen de dönüşebiliyor musun?”
“Hayır, henüz hiç form değiştirmedim,” dedim.
Bu cevap Miraç’ı rahatlatmışa benziyordu, Miraç’ın birden rahatladığını fark eden Crystal ile Sapphire’ın bakışlarında anlık bir düşmanlık belirdi ama bu çok uzun sürmedi.
“Ama bu değiştirmeyeceği manasına gelmez,” dedi Sapphire, Miraç’ın kahvesinden aldığı yudumu ona zehreder gibi. “O bir Kraliçe Engerek, aynı zamanda görüp görebileceğin en güçlü, en zehirli kara mamba. Tüm efsanelerde ondan elmasların engereği, ayın karanlık mambası diye bahsederler. Bir gün form değiştirirse, o elmastan bir yılana dönüşerek diğerlerinden farklı olduğu gerçeğini ortaya koyacak.”
“Tamam,” dedi Miraç gergin bir şekilde geriye doğru yaslanarak. “Bugünlük bu kadar tımarhanelik edecek bilgi yeterli.”
Crystal, tüm dikkatiyle Miraç’a bakmaya devam ederken, “Peki sen?” diye sorunca, Miraç’ın kızıl kahverengi gözleri yavaşça harekete geçerek sertçe Crystal’i çevreledi.
Crystal, o gözlerin merkezinde olmaktan memnun gibi görünüyordu ama bir yanı da o gözlerden kaçmaya çalışıyor gibiydi.
“Sen aslında nesin, Miraç?”
“Bunu konuşmak için erken-” diyecektim ki, Miraç lafımı bölerek, “İnsanım,” dedi harflerin üzerine basa basa.
“Özünü göremiyorum,” dedi Crystal. “Ama sadece bir insan olmadığını da biliyorum. Bir insan Varta’ya elini kolunu sallayarak gelebilir miydi? Farklı, bilinmeyen bir evrenden geldin. Öylece bir trene atlayıp gelmedin. Bu seni normal insanlardan daha az insan ve daha farklı yapmaz mı?”
“Madem bir şey olduğuma bu kadar eminsin, o zaman bul,” dedi Miraç umursamaz bir şekilde omuz silkerek ama ben bu umursamazlığın aslında hangi anlamlara geldiğini biliyordum. Bu Miraç’ın gerçekten umursadığı şeylerin önüne ördüğü bir duvardı, bu sayede insanların onun zayıflıklarını göremeyeceğine inanırdı.
“Uğraşmaya değer misin?”
Crystal’in sorusu, Miraç’ın kaşlarını çatmasına sebep oldu. Crystal’in dudaklarında eğlendiğini gösteren muzip bir tebessüm belirirken, Miraç’ın gözlerine sinmeye başlayan meydan okuma ortamı iyiden iyiye germeye başladı.
“Uğraşmaya değer olmadığımı düşünüyor olsaydın, ne olduğumu sorgulamazdın. Üzerinde epey düşünmüşsün ki bunları söylüyorsun.”
Crystal’in dudaklarındaki muzip tebessüm bir cam gibi patlayıp dağıldı, parçalara ayrıldı ve geride sadece Miraç’ı izleyen alev sarısı gözlerdeki şaşkınlık kıvılcımları kaldı.
Yaren, “Durmadan birbirinizi didip duruyorsunuz,” diye söylenerek gözlerini cep telefonundan kaldırıp ikisine baktığında, Sezgi yavaşça koluma dokundu.
“Ne oldu?”
“Artık dönsek olur mu? Gerçekten başım çatlayacak gibi ağrıyor.”
“Olur,” diyerek hesabı ödemek için kasaya ilerledim, o sırada Sezgi ve diğerleri de arabanın önüne gitmek için kafeden çıkmışlardı. Kafeden çıkarken arabanın uzaktan kumandasıyla kilidi kaldırdım ve Sezgi dışındaki herkes araca bindi. Sezgi’nin karşı kaldırımdan bana doğru yürümeye başladığını gördüm. Belimdeki çantaya Efken’in kartını ve cep telefonumu koyduktan sonra fermuarı çekip Sezgi’ye baktım.
“Vitamin alabilir miyiz? Biraz da mercanköşk,” diyerek az ilerideki eczaneyi gösterdi. “Hemen arka tarafında bir baharat dükkânı var.”
“Mercanköşkü ne yapacaksın?”
“Sakinleştirici bir büyü üzerine çalışıyorum,” dedi gözlerini kaçırarak.
“Bu işte usta olacaksın.”
“Umarım ileride yaşlı bir cadı gibi tüm gün kazanın önünde durup büyü yapmam,” diye dalga geçti.
Kaldırımda yan yana ilerlemeye başladığımızda siyah elbisemin uzun kollarını ellerime doğru çekiştirip, kollarımı bedenime sarmıştım. Normal şartlarda bu kılıktayken üşümemek elde bile değildi ama bedenim çelik bir zırh gibiydi ve asla üşümüyordum.
“Kırmızı elbiseyi neden çıkardın?” diye sordu Sezgi, her bir adımda artan sessizliğin pençelerinden hasar almış gibi. Sanırım bir süredir o da sessizlikten korkuyordu.
“Çoraplarıma uymuyordu,” dedim dilimi çıkararak.
“Ya da Efken’in yanındayken giymek istiyorsun,” diye takıldı bana.
Eczanenin önündeki rampadan çıkarken bir an durup omzumun üzerinden ona bakarak, “Sen gidip mercanköşk al,” dedim. “Vitaminleri ben hallederim. Geçen gün masanın üzerinde bir kutu görmüştüm. O kutudan alacağım, değil mi?”
“Evet, teşekkür ederim.” Sezgi rampadan inip sol tarafta kalan ara sokağa sapınca arkasından tedirginlikle baktım. Onu tek göndermek ne kadar doğru bir seçimdi bilmiyordum ama bir yanım ona kendisini kafesteymiş gibi hissettirmemem gerektiği konusunda beni uyarıyordu.
Serin eczanenin içi bir hastanenin bekleme salonu kadar genişti, içerisi o kadar beyazdı ki simsiyah kıyafetlerle tam ortada durduğumda düşündüğümden daha fazla dikkat çektiğimi beni yakalayan kaçamak bakışları görünce anladım. Kasada, iki orta yaşta kadın ellerinde poşetlerle bana bakarak bir şeyler konuşuyorlardı.
Başörtüsü takan eczacı kadın ellerini cam bankoya koyarak yüzüne temiz bir gülümseme yerleştirdi ve “Size nasıl yardımcı olabilirim?” diye sordu. Sanırım o da kadınların bana olan bakışlarından rahatsızlık duymuştu, bakışları anlık kadınlara kaydığında o bakışlarda uyarıyı görmüştüm.
Vitaminin ismini söyleyerek kollarımı bedenime daha sıkı sarıp kadınların arasındaki konuşmaya dahil olan zihnimi oradan uzaklaştırmaya çalıştım ama kadınlardan biri, “Bir an kıyamet kopuyor sandım, bu sene Varta’da yaşanmayan bir kıyamet kaldı yahu,” deyince, uzaklaşmam gereken o sohbetin içine doğru derinleşmeye karar verdim. Eczacı kadın sırtı bana dönük şekilde vitamin kutusunu bulmak için rafları kontrol ederken artık kadınların yutkunuş seslerini bile bana aitmiş gibi naklen duyuyordum.
“Bu yıl şehrin ne tutulması bitti ne de diğer gök olayları. Dışarı çıkarken korkuyorum artık, o kadar çok yıldırım düşme olayı yaşandı ki insan tedirgin oluyor.”
“Bu aralar ormanlarda da çok kurda denk gelir olmuşlar. Bir balıkçının dediği kadarıyla, kurtların boyutları da normal bir kurt gibi değil, üç dört kat büyükmüş. Muhtemelen abartıyordur ama yine de ürkütücü tabii. Yaşanmaz bu şehirde, bir günü bir gününe uymuyor artık bu şehrin,” dedi diğer kadın, parasının üstünü alırken tekrar yanındaki kadına döndü. Çıkışa yürümeye başladılar. “Bu yıl gerçekten uğursuz bir yıl bence.”
“Bence de.”
Kadınların sohbetleri bir karmaşaya dönüşerek zihnimi terk etse de ben kadınların arkasından bakakaldım. Eczacı kadının, “Buyurun,” dediğini tam üçüncü kez aynı şeyi söylediğinde duyabilmiştim.
“Pardon. Teşekkür ederim.” Poşeti alırken gözlerimi kaldırıp beni izleyen ela gözlerin sahibine baktım. “Bir şey sorabilir miyim?”
“Elbette, buyurun.”
“Az önceki kadınlar konuşurken kulak misafiri oldum da gerçekten de ormanlarda normal bir kurttan birkaç kat daha büyük kurtlar mı dolaşıyormuş?” diye sordum kadının nabzını ölçmek ister gibi.
Kadın neredeyse kahkaha atacakken elini ağzıyla kapatıp, “Affedersiniz,” diye mırıldandı. “Geçenlerde, muhtemelen bunamış yaşlı bir balıkçı adam, bir kurt sürüsü gördüğünü söylemiş. Aralarında çakal mı, sırtlan mı ne varmış ve güya kurtlar çok büyükmüş. Anlattığı birkaç kişi de buna inanmak istiyor. İnsanları bilmiyor musunuz? Macerayı severler. Korkutucu hikâyelere bayılırlar. Yaşlı başlı adam, ne gördüğünü sorsan doğru dürüst anlatamaz bile. Muhtemelen kendisi bile unutmuştur.”
“Deli saçması,” diyerek gözlerimi devirsem de kalp atışlarımın nasıl hızlanıp, kör bir bıçak gibi göğsümü deştiğini bir ben bilirdim bir de Allah. “Borcum ne kadar?”
Kadın tutarı söyledikten hemen sonra ışık hızıyla kartla ödeme yapıp kendimi eczanenin dışına attım. İleride park hâlinde duran cipe, ardından da Sezgi’yi yolladığım ara sokağa doğru baktıktan sonra Sezgi’yi daha fazla yalnız bırakmamam gerektiği kararına vararak ara sokağa saptım. Ara sokağa sapmamla telefonum çalmaya başlamıştı ve telefonu çıkarıp kulağıma koyduğum anda Crystal’in, “Nereye?” diye sorduğunu duymuştum.
“Sezgi mercanköşk alacaktı, onu karşılayacağım, siz arabadan ayrılmayın,” diyerek telefonu kapatıp çantanın ön gözüne attım.
Yere düşen bir damla suyun zemine çarparken çıkardığı ses kafamın içinde kuvvetle yankılandı.
Karşıya baktım, dar ve ıssız bir sokakla karşılaştım.
Poşeti sıkıca kavrayarak iki tuğla yapının ortasında ilerlemeye başladım. Siyah yangın merdivenleri bir yılan gibi kıvrılarak tuğla yapının üstünden altına doğru iniyordu, diğer tuğla binanın bir yangın merdiveni yoktu ve tuğlalarının yüzeyinde siyah is lekeleri vardı. Yerdeki kirlenmiş kar birikintisi bir köşeye itilmişti, bilerek süpürülerek oraya yığılmış gibi duruyordu; soğuktan dolayı taş kesen kirli kar birikintisine göz ucuyla bakıp adımlarımı hızlandırdım.
Yere düşen adımlarımın geride bıraktığı sesler birdenbire silindi ve çevremde garip bir sessizlik uludu.
Bana ait olmayan bir ayak sesi daha vuku bulduğunda, o ses, ortamdaki sessizliğin içine yıldırım gibi düşerek ilerleyip o sessizliği parçalara böldü; göz bebeklerim, yelkovanın gürültülü bir adım atmasıyla birlikte incelerek dik vaziyetteki elips şeklini aldı.
“Sonunda baş başayız.”
Tanıdık ses zihnimin zırhını delerek anıları harekete geçirdi; yelkovan hızla geriye doğru dönmeye başladığında ve yaşananlar zihnimin içinde bir dalga gibi yükseldiğinde, arkamdaki sesin sahibini tanıdığımı fark ettim.
Semih Çukuroğlu.
Elimdeki poşet yere düştü.
Poşetin içindeki ilaç kutusu yuvarlanmaya başladı.
🎧: Zyrah, Assassin’s Creed