Tanrı, bu defa beni kalbimle imtihan ediyordu.
Beni imtihan etmeyi seviyordu. İmtihanlarına henüz annemin karnındayken başlamıştı. Beni durmadan imtihan edeceğinin kararını daha ben doğmadan önce karar vermişti.
Benim için bir kader hazırlamıştı. O kaderde bir adama âşık olacaktım, o kaderde bir daha asla aylar önce olduğum genç kadın olamayacaktım, o kaderde güç de vardı karanlık da vardı. Ve ben o kaderin ucunda durmuş, üzerime gelen gelecekten habersiz büyürken, aslında o geleceğin beni bulacağı ânı beklemiştim.
Benim için bir planı vardı.
Tüm bunları daha o gün, Yerebatan Sarnıcı’nda dolaşan annemin karnına saplanan ağrıdan ve bacaklarından akan sudan beri benim için planlıyordu.
O gün, o Yerebatan Sarnıcı’nın eski, tarihle dolu taş duvarlarında boğazımdan dökülen ilk çığlık yankı uyandırdığında, tanrı kaderimi çoktan çizmiş, adımın yazdığı bir sayfayı kaderimle doldurduğu kitabın üzerine yerleştirmişti.
Dalgaların alacak bir cana ihtiyacı varmış gibi yükselerek köpürdüğü denizin tam ortasında, Yakamoz’un burnundaydım. Suyun altına nasıl gideceğimi düşünürken yansımam suyun içinde parlıyordu.
Bunu yapabilecek kadar istekliydim ama istek başarmaya yeter miydi? İşte bunun cevabı bende yoktu. Ulaş ve Miraç yanıma çöktüklerinde kafamı çevirip önce kardeşime, sonra da onun yanında duran Ulaş’a baktım.
“Bu pek de iç açıcı bir fikir değil gibi,” dedi Ulaş sessizce. “Emin misin?”
“Başka çarem yok,” dediğimde Miraç’ın avucunu omzumda hissettim. Gözlerim tekrar onun gözleriyle birleşti. Onun gözlerinde bana duyduğu güveni, kendi gücümün yansımasını ve harlanan inancımı gördüm. Dudaklarımdaki gülümsemeyi bastıramadım. Oysa gülümserken hissettiğim, dişlerimin yanaklarıma batmasıydı.
Miraç, artık daha fazla şey bilerek bakıyordu gözlerime. Mesela biliyordu, neye gittiğimi, ne için gittiğimi, beni bekleyen bir belirsizlik olduğunu, neyin içinde olduğumuzu artık biliyordu.
Derin bir nefesin ardından ayaklanıp beyaz elbisemin tüllerini düzelttim. İp askılı, etekleri parça parça tüllerden oluşan elbisemle suyun altında rahat hareket edebilecek miydim bilmiyordum ama Büyücü’nün huzuruna öylesine bir kıyafetle gidemezdim. Manbel’den öğrendiğim kadarıyla Kadim Büyücü için kıyafet, saygı unsuruydu.
“Suyun dibine indikten on dakika sonra boyut kanalları açılacak,” dedim Manbel’in verdiği bilgileri kafamın içinde tekrarlayıp dudaklarımdan dışarı bırakırken. “On dakika sonunda bilincim genişleyecek, insan yanım ölümle pençeleşecek ama sonsuz yanım gücüyle su altındaki krallığın perdesini kaldıracak.”
Kurduğum cümlelerdeki bazı ayrıntıların kardeşimin gözlerinde korkuya dönüştüğünü gördüm. Ona bakıp gülümsedim ama o gülümseyemedi, bana aynı korkuyla bakmaya devam etti.
“Bunun sonunda bilincim yeniden boyut kazanacak ve bir mağaraya yüzeceğim, mağarada beni sirenler karşılayacak ve sonra da su altındaki krallığa götürüleceğim.”
“Ne kadar kolaymış gibi anlatıyorsun ya?” diye sordu Ulaş ürpererek.
“Kolay değil ama imkânsız da değil.” Gözlerimi suya indirip dalgalanan yansımama bakarken, “Hiç boyut perdesi kaldırmadım, nasıl yapılır bilmiyorum, on dakika sonunda baygın şekilde yüzeye çıkarsam paniklemeyin. Çıkmazsam, muhtemelen başarmışım demektir.”
“Başaracaksın,” dedi Miraç, henüz her şeye bu kadar yabancıyken benden bu kadar emin olması, onun gözlerine daha dikkatli bakmama neden oldu. Korkuyordu ama bunu benden gizliyordu. Başaracağıma inanmak istiyordu, başardığımı görmek istiyordu.
“Mustafa Baba hakkında bir gelişme olursa suya doğru bağırın, belki duyarım,” diye alay etsem de ikisi o kadar gergin görünüyorlardı ki mimikleri bile oynamadı. Ayaklarımı Yakamoz’un burnundan aşağı sarkıtarak yatın ucuna oturduğumda Ulaş eğilip aşağıya bir defa daha baktı ve “Biraz yüksek, atlarken dikkatli ol,” dedi.
“Birazdan suyun altında yüzmeyecekmişim gibi konuştun.”
“Ne bileyim, sana bir şey olur da elimden bir şey gelmezse Efken de bana bir şey yapar.”
“Efken’e sıçtırtma,” diye homurdandı Miraç gergin bir sesle.
“Bunu onun yüzüne de söylesene, paşam.”
“Yüzüne daha başka şeyler de söylerim. Ben sizin gibi yere düşen gölgemden korkmuyorum,” dedi Miraç, Ulaş’a imalı imalı bakarak.
“Sen benim gördüklerimi görsen donunda halka şeklinde sidik izi çıkar be.”
İkisi arasındaki çekişmeye aldırış etmeden, “Hoşça kalın,” dememle kendimi derin suların koynuna bırakmam bir oldu. Su başta buz gibiydi, tüm tenimi kuşattı ve elbisenin örttüğü yerlere bile sızarak beni ele geçirdi.
Efken’i bu karmaşanın içinden yara almadan çıkarmam imkânsız olacaktı. Biliyordum, o da beni bu kavganın içinden hasarsız çıkarmanın yollarını arayacaktı ama işte buradaydım; su beni içine çekerek dibe doğru götürürken suya direnmiyor, Efken için suya karşı duyduğum korkuyu hiçe sayıyordum. O da benim için birçok şeye karşı savaşırdı; korkuları yoktu ama olsaydı da benim için karşısına alırdı.
On bir yaşlarındaydım, bir havuzun içinde kollarım, bacaklarım ikiye açık cansızca süzülürken gözlerim açıktı ve suyun dibini izliyordum. Bu anı, su beni yavaşça yok eder gibi kuşatırken birden çırpınacak gibi hissetmeme neden oldu. Ama çırpınmadım. Suyun dibindeki karanlığı izlerken nefes alamıyordum, birileri gelmiyordu, birileri beni suyun içinden çıkarmıyordu, çırpınmıyordum; on bir yaşındaydım ve ciğerlerim hıncahınç suyla dolarken ben sadece suyun dibindeki karanlığı izliyordum.
İşte o an, ölüm de yaşam da yanı başımdaydı.
Tanrının beni bir su damlası gibi annemin rahmine düşürdüğü, bir cemreye dönüşüp annemin içindeki iklimleri değiştirdiğim o yaşam döngüsü o an kırılmıştı. Ölümle, o an tanışmıştım. Efken yanımdayken suyun dibine gidebilirdim çünkü dudakları dudaklarıma yaslandığında, nefese ihtiyacım olmazdı ama şimdi yalnızdım ve Mēness olmak bile bu korkuyu durdurmama yetmiyordu.
Suyun dibine doğru gitmeye devam ettim. Önüm, arkam, sağım ve solum artık sadece sudan ibaretti. Suya sırtımı yaslıyor, göğsümü suya itiyor, başımı suya kaldırıyor, ayaklarımı suya basıyordum. Gözlerimi yummadan suyun içine baktım. O sonsuz karanlık suyun dibinden yüzeyine yükseliyordu. Suyun yüzeyi ne kadar gri ve gölgeli şekilde maviyse, dibi o denli katran karasıydı.
Nefesim bir baloncuk yığınıyla dudaklarımdan ve burnumdan dışarı döküldüğünde boyut kapısının benim için hazır olduğunu anladım. Perdeyi kaldırabilecek kadar güçlüydüm ve şansım yaver giderse, Büyücü benden çok büyük bir şey istemezse, istediği şeyi yapabilirsem, biliyordum ki Efken’i korumanın yolunu bulmuş olacaktım.
Yavaşça gözlerimi yummaya başladığımda tüm damarlarımda zehrim çağlıyordu. Gücümü çağırdım, tüm bedenimi kalkan altına aldırdım ve zehir tarafından ele geçirildim. Bu yalnızca ruhsal bir dağılımdan ibaret değildi, gücüm fiziksel olarak da hızla damarlarımda ilerliyordu.
Okyanusun içinde bir halka gördüm, küçüktü, bileğimi içinden geçiremeyeceğim kadar dardı. Şekli dalgalanarak bozuluyor, usulca bana doğru geliyordu. Kısık gözlerle halkayı izlerken halka usulca büyümeye başladı, genişledi, neredeyse beni içine alabilecek kadar büyüdüğünde sınıra dayandığımı anladım. On dakikam dolmak üzereydi, ciğerlerim bir insanın dayanamayacağı kadar şişse de derimin altında hareket eden her bir parçam güçten duvarla örüldüğünden zorlanıyor sayılmazdım.
Sonunda o halka genişleyip beni içine aldı ve halkanın diğer ucuna çıktığım an, suyun rengi daha da berraklaştı. Balıkları görüyordum, türlü deniz canlılarını, mercan yuvalarını, süngerleri ve kayalıklara sanat yapılmak istiyormuş gibi oyulmuş delikleri… Kollarımı hareket ettirmeye başladım, daha sonra yüzmeye… Yüzmeyi bilsem de hiç bu kadar derinde, hiç bu kadar aşağıda, bu denli büyük bir bilinmezliğin içinde yüzmemiştim.
Krallığın perdesi kalkmıştı.
Şimdi suyun altındaki krallığın sınırlarında dolaşıyordum. Tüm canlılar ilk kez bir insan görmüş gibi değildi, bu yüzden beni bir tehdit unsuru görüp kaçmaktansa etrafımda yüzmeye devam ediyorlardı. Ciğerlerimdeki nefes bir yakıt gibiydi ve ben hâlâ ilerleyebilecek kadar dinç hissediyordum. Sonunda ne olurdu bilmiyordum ama şu an her şey oldukça yolundaydı.
Gün ışığına benzeyen solgun bir ışığın suyun altına şeritler hâlinde indiğini gördüğümde mağaranın yakınlarında olduğumu anladım. Işık şeritlerinin altında birkaç dakika daha yüzdüm, elbisemin etekleri bacaklarıma dolanıp hareketlerimi zorlaştırsa da suyun altında güzel göründüğüm kesindi.
Bir gölgenin altına girdiğimi, şeritler birden kaybolduğunda anladım ve bunun bahsi geçen mağaranın girişi olduğunu fark ettim. Yüzeye çıkıp kafamı sudan çıkardığım an suyun yüzeyinden yaklaşık on metre yükseklikteki mağaranın tavanını gördüm. Kapkara mağara duvarlarının arasına yeşil renkte zümrütler yerleştirilmişti. Mağaranın tavanının altında, kafam suyun yüzeyinde biraz daha yüzdüm.
İleride, mağaranın içine giden yerde yuvarlak, büyük bir kaya parçası vardı. Birden biri suyun içinden çıkardığı ellerini o kaya parçasına uzatınca durdum. Hareketsizce olacakları izledim. Suyun içinden uzanan eller, kayalıklara tutunarak kendini yukarı çekti. Turuncu, dalgalı saçlar görüş alanıma girdiğinde, bekçi sirenin davetsiz bir misafir olduğunu fark ettiği için bekleme alanına geldiğini anladım.
Bu, ilk kez bir deniz kızı görüşümdü. Hoş, Manbel onlara siren ya da deniz kızı demiyordu, onların isimleri Su Leydi’siydi, aynı zamanda erkeklerine de Su Dük’ü deniyordu ki bu bana oldukça enteresan gelmişti.
Çıplaktı. Sırtındaki kemikleri gördüm, ardından kendini yukarı itti ve kuyruğu da göründü. Kuyruğu görmeye alışkın olduğum, mitlerde geçen deniz kızlarının kuyruklarından daha farklıydı. Kalçaları genişti ve kuyruğu yaklaşık üç metre uzunluğunda büyük bir kobra yılanının kuyruğuna benziyordu. Yelpaze şeklindeki kuyruk yüzgeci, kuyruğundaki doğal turuncu taşların aksine siyahtı ve içinde küçük, turuncu doğal taş parçaları ışıldıyordu.
Kalp atışlarımı hızlandıran görüntüsünü kafamın içine kazırken yüzünü bana dönüp taşa oturdu. Turuncu saçlarını sıkıp suyunu akıtırken yüzünün de bir insana pek benzemediğini gördüm. Burnu fındıktan daha küçük, gözleri bir animasyondan fırlamış gibi büyüktü. Dudakları küçüktü, dudaklarının iki tarafında gamzeyi anımsatan iki küçük solungaç olduğunu gördüm. Ne korkunçtu ne de sevimliydi; çekici görünüyordu. Beni gördüğünde iki çapraz çizgi gibi duran turuncu kaşlarını çattı. Daha sonra beni tanıyormuş gibi gülümsedi ve yanaklarındaki solungaçlar pır pır etti.
“Mar Kadını,” dediğinde sesinin ninni gibi yankılı çıkması ürkütücüydü, bir an dondum ve bu onu yüksek sesle güldürdü. Gülerken çıkardığı ses, mağaranın duvarlarında yankılara dönüştü. “İlk kez mi bir Su Leydisi görüyorsunuz, Mar Kadını?”
Ona doğru ağır ağır yüzerken, “Evet,” dedim.
“Merakımı mazur görün lütfen, bu diyarda ne işiniz var? Perdeyi kaldırıp içeri girdiğinizin farkındasınızdır umarım. Yolunuzu kaybettiyseniz çıkışa dek size eşlik edebilir, gideceğiniz yeri bulmanıza yardımcı olabilirim.” Avuç içlerini kayalığa bastırıp uzun, upuzun kuyruğunu oynattı. “Yoksa bu diyardan biriyle bir işiniz mi var?”
“Suyun altına kurulan bu krallığın sahibini arıyorum. Yani bu krallığı kuran kişiyi,” dediğimde yanaklarındaki solungaçlar tekrar titreşti.
“Kadim Büyücü’yü arıyorsunuz, öyle mi?”
Başımı salladım.
“Ona ne için ihtiyacınız var, Mar Kadını?” Ninni gibi çıkan sesine birkaç konuşma sonrasında ısındığımı fark ettim. “Bir tür koruma muskası yaptıracaksanız, yeryüzünde de iyi muskacılar var.”
“Sadece onun yapabileceği bir şeye ihtiyacım var,” dediğimde, Su Leydisi kaşlarını kaldırıp bir süre düşündü, sonra bilmediğim bir dilde bir şeyler mırıldanıp çenesini kaşıdı.
“Kadim Büyücü’nün yerine götüreceğim sizi,” dedi ani bir kararla. “Fakat bilmelisiniz ki, o krallığın göğü bile sudur.”
Tereddütle ona baktım.
“Korkmayın, gökte su ve canlılar da görseniz, yeryüzünde yapmış olduğunuzdan farklı bir şey yapmanıza gerek olmayacak.” Bir yılan gibi kayarak suyun içine girince etrafında beş farklı boyutta halkalar oluşup dalga gibi etrafa yayıldı. “Beni takip edin lütfen,” demesiyle bana bir şey söyleme fırsatı bırakmadan suyun içinde kaybolması bir oldu.
Derin bir nefes alıp, beni bekleyenin ne olduğunu merak ederek kendimi suyun derinlerine bıraktım. Suyun bu kısmı ne kadar berrak olsa da tuz oranı fazla olduğundan gözlerimi yakmıştı. Su Leydisi’ni görebilmek için gözlerimi açık tutmam gerektiğinden göz yanmasını biraz olsun hafifletemedim.
Su Leydisi, bir süre yüzdü, arkasından beni de sürükledi. Ciğerlerim daha fazlasına dayanır mı düşüncesi artık yoktu çünkü ciğerlerim sandığımdan daha güçlüydü ve bunu yeni anlamıştım. İçimde dolaşan zehir, aynı zamanda benim de şifamdı ve beni devamlı olarak iyileştiriyordu.
Birden su sığlaşmaya başladı. Bunun şaşkınlığına kalmadan, Su Leydisi’nin suyun içindeki üç metrelik kuyruğunun yavaşça kısalmaya başladığını gördüm. Daha sonra bir insan boyutuna gelen o kuyruk, taşların derinin içine gömülmesiyle birlikte iki çıplak bacağa dönüştü.
Su Leydisi, çırılçıplak vücuduyla zemine bastığında suyun bir insan boyu kadar sığlaştığını anlayıp ben de ayaklarımı yere bastım. Kafam suyun yüzeyine çıktığında ise gördüğüm şey, donup kalmama neden olacak kadar dehşet vericiydi.
Islak saçlarımdan damlayan sular ayaklarıma düştüğünde artık sudan çıkmıştım; karadaydım ama burası kara değildi. Kafamı kaldırdığımda gördüğüm göktü, evet ama gök değildi; suydu. Yüzen büyük deniz canlıları sanki göğün üzerinde ilerliyordu. Ciğerlerime nefes doluyordu. Her şey yeryüzü gibiydi ama nasıl bir o kadar da değildi? Şaşkınlığımı sonlandırmak için elimi kaldırıp havada gezdirdim; his hava gibiydi ama elimi hızla çevirdiğimde havanın bir nebze olsun su misali dalgalandığını gördüm.
Önümde ilerleyen çıplak kadının arkasından gittim. Gri ve kasvetli bir kumsalda ilerledik ve bir süre sonra kubbeli evlerin olduğu, minik şatoları anımsatan yapıların arasında buldum kendimi. Kafamı ne zaman göğe kaldırsam, metrelerce yukarıda ilerleyen büyük deniz canlılarını görüyordum.
Turuncu saçların sahibi yüzünü bana döndüğünde, solungaçları artık yoktu ve yüzü çilli, güzel bir genç kızın yüzüne dönüşmüştü. “Nasıl?” diye sordu, sorusuyla beraber sesinin artık ninni gibi etrafa dağılmadığını fark ettim. “Şaşkınlık uyandırıcı, değil mi?”
“Epey.”
“Eminim daha garip şeyler görmüşsündür,” diyerek önüne döndü.
“Ne zamandan beri Kadim Büyücü’nün krallığında yaşıyorsun?”
“Yaklaşık on bir yıldır,” dedi, sesinin üzgün geldiğini fark ettim. “Yukarıdaki dünyada doğaüstülerden çok insan yaşamaya başladığında, okyanuslar benim için sadece tehlikeli bir yer hâline geldi. Yuvam elimden alındığında sığınabileceğim kimse yoktu. Kardeşlerim ve ben perdeyi yaratan Büyücü’nün yanına yerleştik ve onun sınırlarının bekçiliğini yapmaya başladık.”
“İnsanlar sizi gördü mü?”
“Bazılarımızı farklı türde, insana benzer balıklar olarak adlandırdılar, yakalananlar onlara yarı insan olduğunu gösteremeden akşam yemeği oldu. Zaten insanlarla konuşmamız yasak, yani onları durdurma şansımız olmadı. İnsanlar caniydi, Mar Kadını.”
“Hepiniz burada mı yaşıyorsunuz?”
“Orada kalanlar da oldu, okyanusun en karanlık yerlerinde yaşıyorlar. Dileyelim de insanoğlu okyanusları daha ayrıntılı keşfetmeye karar vermesin.”
“Dileyelim de öyle olsun,” diye fısıldarken utancımı gizleyemedim.
Onun haklılığı can yakıcı boyuttaydı. Çağlar boyunca bir şeyleri keşfedip, sonra da keşfettiğimiz her şeyi mahvetmiştik. Tüm canlılar, insanları cani olarak görüyor olmalıydı. Belki daha kötüsü. Katil, barbar, yok edici, belki de canavar…
Büyük, kan kırmızısı, uzun kubbeleri olan, saray kadar gösterişli bir yapının önüne geldiğimizde sadece göğüslerinin uçlarına ve kasıklarının altına değerli taşlar takılı bir kadın grubu yapının büyük bahçesinden geçip, demir parmaklıkların arkasından bana baktı.
Turuncu saçlı Su Leydisi, yine onun gibi Su Leydisi olduğunu düşündüğüm siyah, kıvırcık saçları olan kavruk tenli kadına, “Büyücü’yü görmek için geldi,” dedi.
Sonra yine bilmediğim dilde, İtalyancayı anımsatan kelime dizileri kullanarak kısa bir konuşma yaptılar. Kavruk tenin sahibi bana bakıp, beni süzdü. Yanımdaki kıza bir soru daha sordu ve bilmediğim dilde cevabını aldıktan sonra başını salladı. Gözlerini sağa çevirdi, başıyla onay verdi ve demir kapı gürültüyle açılmaya başladı.
Bahçeden geçip, büyük yapıya değil, yapının arkasında kalan çardağa ilerledik. Çardağın dört bir yanı kalın, kırmızı bir perdeyle örtülüydü. Tok kumaşa dokunacaktım ki kavruk tenli, “Sabırlı olmalısın, Mar Kızı,” dedi, turuncu saçları olan Su Leydisi’ne göre daha soğuk, mesafeli ve biraz da kaba konuşuyordu.
Kıza gözlerimi öyle bir diktim ki, bir an donuklaştı. Göz bebeklerimin incelmesi hoşuna gitmemişti ama onu geri adım atmaya itti. Tok kumaştan perdeyi kaldırırken gözlerimi kızın siyah, büyük gözlerinden çekmemiştim.
“Onu sinirlendirmek istemezsiniz.” Bu cümle bir erkeğin sesiyle can bulduğunda, kaldırdığım kumaşın arkasında kalan karanlık çardağın içine baktım. “Bırakın o yırtıcı Mar Kadını’nı da içeri gelsin. Kuyruklarınızdaki taşları söksün istemezsiniz.”
Kızlar ürpererek başlarını önüne eğip geri çekildiklerinde omzumun üzerinden onlara, sonra da içeriye, sonsuz karanlığa baktım. Ses genç bir erkeğe ait olsa da içerisi öyle karanlıktı ki, karşımdaki adam genç miydi yoksa yaşlı mı bunu anlayamadım.
“İçeri gel, Sevgili Mēness.”
Beni tanıyordu. Tanımamasını beklemek aptallık olurdu. Arkamda kalan kızlar bile bir Mar Kadını olduğumu anlamıştı, onun gibi kadim birinin doğrudan kim olduğumu anlaması şaşılacak şey değildi.
Perdeyi bıraktığım an içeri giren ışık pıhtısı da kaybolup yerini yoğun, iç deşen bir karanlığa bıraktı. Çok geçmeden karanlıkta bir ateş yandı, ateş bir mumun fitilini tutuşturdu ve yalpalayan alevin çadırın kumaşına düşürdüğü devleşen gölgelere baktım. Gözlerimi mumu avucunun içinde tutan adama çevirdiğimde şaşırmamıştım çünkü ses kulağıma genç gelmişti ve tam da düşündüğüm gibi karşımda duran adam son derece genç görünüyordu.
Cübbesinin dışına çıkıp omuzlarına inmiş gümüş rengi saçları daha parıltılı bir ortamda sarıya yakın görünüyor olsa gerekti. Ucu kalkık küçük burnu sivriydi, keskin ve sivri çenesiyle güzel bir uyum yakalıyordu. Çekik gözlerinin rengi koyu griydi, gözlerinin içine bakmak, metal bir yüzeye bakıyormuşum gibi hissettirmişti.
Soğukkanlılıkla, “Burada olacağımı biliyor muydun?” diye sorduğumda, dudaklarında muzip bir tebessümün yeşerdiğini gördüm.
“Ben yeryüzündeki ve suyun altındaki her şeyi bilirim.” Elinde tuttuğu mumu arkasındaki mermer masanın üzerine koyup, “Göktekilere el atamadım henüz, tanrı haddimi bilmemi istiyor herhâlde,” diye alay etti.
“Yardımına ihtiyacım var,” dedim konuyu dallandırıp budaklandırmadan. “Manbel senden bahsetti. Bana yardım edebilirmişsin.”
“Aşağılık bir demonla mı iş birliği içindesin?” diye soran Kadim Büyücü, omzunun üzerinden bana baktı; kaşları çatılmıştı.
“Her şeyi bilip bunu biliyor musun?”
“İşi biraz eğlenceli kılmak istemiştim, tüh, oyunumu bozdun,” diye alay ettiğinde yüzüne yerleştirdiği sahte öfke de kaybolmuştu. “Ben objektif bir adam değilim, Mēness. Manbel’i kimse sevmez, benimse sevmemem için bir neden yok çünkü henüz tavuğuma kışt dediğini görmedim.” Cübbesinin pelerinini düzeltip masanın arkasındaki koltuğa oturdu, bana masanın önündeki tekli koltuğu işaret ederken, “Buyur lütfen,” dedi imayla. “Ayakta kalmanı kesinlikle istemem.”
Benimle flört mü ediyordu yoksa onun genel tavrı mı buydu anlayamasam da tekli koltuğa oturup, “Buraya geleceğimi biliyorsan, neden geleceğimi de biliyorsundur,” dedim.
“Hız kesmeden konuya girmen, bu denli girişken olman çok etkileyici.” Dirseklerini masaya yasladı, büyük avuçlarını yumruk şeklinde birleştirip sivri çenesini o yumruğun üzerine yerleştirirken, “Dile benden ne dilersen,” diye mırıldandı.
“Dilediğimi öylece yapacak mısın?”
Çekik, gri gözlerini kısıp, “Her şeyin bir bedeli vardır, Mēness,” diye fısıldadı esrarengiz bir sesle. “Doğada bir alma verme dengesi vardır. Birine bir şey vermeden, ondan bir şey talep edersen, bu dengeyi bozmuş olursun.”
“İstediğin şey, verebileceğim bir şey olduğu sürece isteklerini yerine getiririm,” dedim sabit bir sesle.
Gözlerimin içine bakıp, “Bu bir öpücük olsaydı da mı?” diye sordu.
“Yıldırımlar suyun içinde çok daha etkili hasar verir, biliyor musun?” Sorum ona kahkaha attırdı. Başını geriye atıp bir süre güldükten sonra, başını indirmeden çardağın kumaştan tavanına bakarak donuk bir ifadeyle öylece bekledi. Saniyeler aktıkça içimdeki beklenti yükselip boğazıma dayanıyor, boğazımı görünmez ellerinin arasına alarak usulca sıkıyordu.
“Beni saygıdeğer eşinin yön vermekte zorlandığı ve bir türlü dize getiremediği eşsiz gücüyle mi korkutuyorsun yani?” Gözlerini indirip birden bana bakınca kaşlarımız aynı anda çatıldı. “Onda yıldırımlardan fazlası var.” Sonra birden alaycı bir tavır takınıp, “Tabii ki korkacağım, büyülü götümü sokakta bulmadım ben,” dedi.
“Mühür olmasına rağmen nasıl onunla ilgili gerçeği görüyorsun?”
“Çünkü ister inan ister inanma, ben bu evrende görüp görebileceğin en güçlü büyücüyüm.”
“Sen görebiliyorsan, başkası da görebilir mi?”
“Göremez.” Ciddileşti. Tırnaklarının badem şeklinde ve uzun olduklarının yeni farkına varıyordum. Uzun tırnaklarını mum alevinin üzerinde dolaştırıp, alevin üzerinde girdaplar yaratırken, “Sen buraya gelirken bana kalbinin perdesini kaldırdın da geldin,” dedi. “Her kim benim huzuruma geliyorsa, kalbinde perde varsa, içeri bir adım dahi atamaz.”
“Başka biri bu perdeyi kaldırabilir mi?”
“Sen perdeni kaldırmadığın sürece, kim kaldırabilir senin yerine?”
“Mührü korumaya alabilir misin? Diğer cadıların kadim büyülerinden koruyabilecek misin?” Sorum bir süre sessizce gözlerimin içine bakmasına neden oldu. Kafasında neyi ölçüp tarttığını merak ettim ve bu merak, akabinde endişeyi de içimde kaynattı.
“Korumaya alırım almasına da diğerlerini Efken Karaduman’dan kim koruyacak?”
Söylediği şeyin kanımda ilerleyen bir iğne olduğunu hissettim ve bu iğne, son sürat kanımın selinde ilerleyip kalbime kadar ulaştı.
Ne diyeceğimi bilemez hâlde ona bakakaldığımda, “Onun gücünü korumanın bir bedeli olacak, Mēness,” dedi. “Bu bedel çok ağır olacak. Eğer o güç durdurulmazsa yıkımı getirir, sonu getirir, ölümleri getirir. Sevdiğin adamın bunları yapmayacağına itimadın tamsa eğer, tamam, koruyalım onun gücünü. Ama o güç, Mēness, o adamın elindeyken o adam tanrıları bile karşısına alabilecek kudrete erişecektir. Çok kudret, beraberinde caniliği getirir. Geç kalbindeki aynanın karşısına, sor yansımana. O adam gücü seviyor mu? Bence seviyor. Gücü seven insanlar iyi kalpli de olsalar, fazla güç onları yavaşça karanlığa götürür. Görüyorum ki o zaten karanlığın kendisi. Daha fazla karanlık onu değiştirmez sanıyorsan, bu döktüğü kan ne ki, sana kandan bir okyanus yaratacak.”
Efken bunu kendisi de itiraf etmişti. En başında Nemesis ile ilgili konuşurken bu gücü kabul edip benimsemenin ondan ne götüreceğini, ona ne getireceğini, onu nereye sürükleyeceğini anlatmıştı. Şimdiki Efken ise bu gücü seviyordu, başta olduğu gibi çekinmiyordu, baştaki düşünceleri bir yangının içinde küle dönmüş gibi zihninin içinde küle dönmüştü; kaybolmuştu.
“Ne öneriyorsun? Onu korumayayım da gelip onu yok mu etsinler?”
“O, şu an nefes alan yok edilmesi en zor şey.”
“Her şeyi yok edebilecek kadar ileri gidemez.”
“Gider,” dedi. “Her şeyi yok ettiğinde sizden geriye ne kalacak sanıyorsun? Kan ve gözyaşı.”
Kalbim bu ihtimali kabul etmese de aklım etti çünkü Efken’in her şeyi yok edebilecek güce eriştiğinde, bunu hiç düşünmeden yapabileceğini biliyordum. Konu benken her şeyi yok ederdi. Yok edeceği şey kendisi bile olsa, bunu yapardı.
“Ne yapmalıyım?”
Kurukafa şeklinde camdan bir kavanozu önüme koyup, “Bu kavanozu zehrin efendisi olan kanınla doldur,” dediğinde bir an afallayarak gri gözlerinin içine baktım. “Bunu yaptığında, sana Efken Karaduman’ın, yani yeryüzüne düşmüş bir ölüm yıldızı olan Nemesis’in mührünü koruması için bir muska yapayım.”
“Sonra?”
“Devamı olduğunu anlaman çok tatlı. Oldukça zekisin.” Masanın yanındaki ahşap dolaptan bir kavanoz daha çıkardı, bu anatomik bir kalp şeklindeydi ve diğer kavanoz gibi camdandı. Masasının çekmecesini açıp ince bir makas çıkardı ve kavanozun yanına bıraktı.
“Bunlar ne için?” diye sordum sessizce.
“Eğer eşsiz saçlarından birkaç tutam keser, bu kavanozun içine koyarsan muskayı geliştiririm. Bu muska hem mührü korur hem de Efken’in bir türlü başa çıkamadığı şimşekleri gökten siler, gücünü muhafaza edip daha az yıkım getirecek seviyeye indirir. Onun ölümcül gücünün bir kısmı bile yok edicidir fakat hiç yoktan iyidir.”
Teklifi çok cazip gelse de “Neden saçlarım?” diye sormadan edemedim.
“Saçının her bir telinde, bir yılanın zehirli dili var.”
Ürpererek makasa baktım. “Bunları yapacağım,” dedim hiç düşünmeden. Zaten bu cevabı vereceğimi biliyormuş gibi sadece gülümsedi, ona değil, makasa bakarken bile makasın metaline yansıyan gülümsemesini görebildim.
“Sadece sormak istediğim bir şey var.” Gözlerimi kaldırıp Kadim Büyücü’ye baktım. “Neden kanımı istiyorsun?”
“Çünkü zehrin de şifan da kanında,” dedi tekdüze bir sesle. Ayrıntı ister gibi kaşlarımı çattığımı görünce öksürüp boğazını temizledi ve “Elbette ki o hain demon bir şeyler çıtlatmıştır sana. Neden suyun altına bir krallık kurduğumu, yeryüzünü niçin terk ettiğimi… Tüm bunları biliyorsun.”
Başımı salladım. Gözleri daha dalgın bakmaya başlamıştı ve konuşmasına kaldığı yerden devam etti.
“Beni ne zaman öldürmeye geleceklerini bilebilirim çünkü buraya gelmeleri için kalplerini açmaları ve misafirlerimin ayak seslerini daha onlar perdeyi kaldırmadan duymam gerek. Ama bazen bilsen de bu bir şeyi değiştirmez. Bazen bilmek yetmez.”
Nabzımı ölçüyor gibi gözlerimin derinlerine daldı ve konuşmasına yine kaldığı yerden devam etti.
“Beni öldürmek için geldiklerinde kalabalık olurlarsa bir şansları olur, beni öldürüp giderler ama kanından bir yudum alırsam, ölüm yakamı bırakır. İyileşirim. Kanın ölümcül bir yarayı iyileştirirken, kapalı olan bir deride ölümcül yaralar açabilir. Ölmek üzere olan birini diriltirken, çok sağlıklı birini saniyeler içinde öldürebilir. Senin kanına ihtiyacım var. Sana hizmet edeceğim, sen de karşılığında bana eşsiz damarlarında dolaşan sonsuz kudret sahibi kanını vereceksin.”
Bu, kanımı istemesi için gayet yeterli bir sebepti. “Peki ya saçlarım?” diye yeni bir soruyu ortaya yatırdım ve bu soruyu zaten bekliyormuş gibi başını salladı.
“Muhtemelen bunu bilmiyorsun,” dedi. “Sana bu bilgiyi verdiğim için bile bana bir şeyler borçlusun ama öpücük isteyip şansımı zorlamayacağım. Evli bir kadını öpemem. Ruhani bir evlilik de olsa, evlisin. Etik kurallarıma aykırı. Elbette beni büyülediğin gerçeğini yok sayamam, fena hâlde yıldırım aşkına tutuldum.” Bir süre kendi söylediklerine güldü ama ben sadece yüzüne dik dik baktım.
“Pekâlâ Bayan Ciddi Surat, Güzel ama Sıkıcı Kraliçe,” diyerek bir sürü unvanı kabullenişinin önüne yerleştirdi. “Senin saçların tüm hastalıkların çaresidir, Sevgili Mēness. En basit gripten kızamığa, kansere kadar her şeyin ilacıdır.”
Gözlerimin irileştiğini görünce gülümsemesi mermer kadar beyaz teninin üzerinde bir yarık gibi genişledi.
“Kızlarımı ve oğullarımı yaralıyorlar. Su Düklerim ve Su Leydilerim bazen balıkçıların verdiği yaralarla eve dönüyorlar. Bazen insanlar kadar şanslı olmadıkları, iyileşmesi güç insan hastalıkları kapıyorlar. Onları tedavi edebilmem için şart. Ara sıra döküntülerim, iltihaplı romatizmam da oluyor tabii… Su altında yaşıyoruz, rutubetten oluyor herhâlde.” Son söylediği onu çok eğlendirmiş gibi uzun uzun kahkaha attı.
“Onları önemsiyorsun.”
“Onlar benim ailem, Mēness. Tıpkı yukarıdakilerin de senin ailen olduğu gibi.” Yerinden kalkarken, “Güzel teninden kan aktığını görmek ızdırap duymama neden olacağından, sen kavanozu büyüleyici kanınla doldururken hemen şurada olacağım,” dedi ve yan taraftaki tezgâhı işaret etti.
Tezgâhın üzerine dizilmiş şişelerin içlerinde birbirinden farklı renkte sıvılar, garip otlar ve birbirinin üzerine dizilmiş eski ciltli kitaplar vardı.
“Ben mührü güçlendirme işlemine başlıyorum. Vakit kaybetmeden sen de benim için karşılığını hazırla.”
Düşünmek için çok vaktim yoktu. Yaptığı teklif oldukça cazipti. Efken’in yönünü kaybetmesine neden olan bu gücü biraz olsun kontrol altına alabilir, aynı zamanda onun kimliğini cadılar ve diğer tehditlerden gizleyebilirdim. Makası elime aldığımı gördü, gözlerini hızla tezgâhtaki malzemelere çevirdi. Sanki kendime bunu yaptığımı görmek istemiyor gibiydi.
Önce saçlarımı kesmektense, ikiye ayırdığım makasın sivri uçlarından birini sertçe bileğime sapladım ve acının yukarı tırmanmasını bekledim. Kan tazyikle fışkırdı, acı bileğimden yukarı yılan gibi dolanıp tüm kolumu sıkmaya başladı ama tek yaptığım gözlerimi kısmak oldu. Fışkıran kanım kirpiklerime ve yüzümün belli bölgelerine yayılmıştı bile.
Kafatasından kavanozu tek elimle kavramadan önce kanlı makası sertçe masaya bıraktım. Acının geri çekilmesi çok uzun sürmedi, bir süre sonra yaraların bana bıraktığı acının ruhumdaki acılardan daha fazla olmadığını anlamıştım. Kavanozun içine dökülmeye başlayan kanımı izlerken her şey kafamın içinde dönüyordu. Efken’in tenimin üzerinde kayan parmakları, birbirine dokunan gözlerimiz, birleşen dudaklarımız, üzerimizi terk eden kıyafetler, suyun içine birlikte gömüldüğümüz anlar, yatakta onun göğsüne usulca sokulup başımı göğsüne yaslayışım, sigarasını içerken gülüşümde dolaşan uçurum mavisi gözleri…
Gözlerimi yumup gülümsedim. Anılar beni içine çekti. Karanlık bir ormanda yönümü kaybetmiş gibi koştuğum, beni yakaladığı, bana sarıldığı, bazen öfkeyle bazen tapıyor gibi baktığı tüm o anları yeniden yaşadım.
Her şeyi yok edecek kadar güçlü müydü? Olabilirdi. Yok edebilirdi. Her şeyi yok ettiğinde bile yanında durup elini tutuyor olacaktım, bunu yapacaktım; bunu yapacağımı bilmek kalbimi dehşete düşürse de bu benim kaçınılmaz gerçeğimdi.
Kavanoz ağzına dek doldu, hatta taştı ve kanım yere, çıplak ayaklarımın üzerine aktı, beyaz elbisemin ıslak tüllerine tutundu, tüllerin üzerinde kan rengi patikalar oluşturdu.
“Sanırım bu kadar yeterli, Mēness,” dedi Kadim Büyücü ürpermiş bir hâlde.
Gözlerimi kanımla kızıl rengini alan kurukafaya indirdim. Daha sonra o kavanozu kenara bıraktım ve Kadim Büyücü bileğimi tutup, beklemediğim dokunuşu kaşlarımın ortasında bir yarığa neden olurken gözlerini yumdu. Mumun alevi sönecekmiş gibi yalpalayıp titremeye başladığında bedenimin içinde soğuğun dolaştığını hissettim.
Bileğimi bıraktığında kurumaya başlayan kan lekeleriyle dolu kolumda ne bir çizik vardı ne de taze şekilde akan kan.
“Cesaretli bir kadın olduğunu zaten biliyordum. Fazlasına ihtiyacım yoktu, kanını israf etmene gerek yoktu. Bu kanın tek bir damlası günümüz çağlarında bir mağara dolusu elmastan bile daha kıymetli.”
“İstediğin oldu.” Makası tekrar elime aldığımda Kadim Büyücü’nün şaşkınlığının beni içine alan bir ateş topu gibi büyüdüğünü hissettim. “İşini hallet, benimle oyalanma,” diye uyarıda bulundum.
Geri çekilip alanımı genişletti ama gözlerini benden ayırmadı. İşini yaparken de beni izlediğini hissettim, işini bitirdiğinde de. Dirseğime kadar kana bulanmış hâlde, yüzümde bana ait kan lekeleriyle saçlarımın uçlarını yine benim kanıma boyanmış makasla kesip, çıkan saç parçalarını bahsettiği kavanozun içine tek tek attım. Her şey bittiğinde saçlarımın uzunluğuna neredeyse hiç dokunmamış olsam da kavanoz onun istediğinden daha fazla saç teliyle doluydu.
Bir süre olduğum yerde bekledim ve Kadim Büyücü’nün bir şeyin üzerini kazıdığını duysam da o yöne bakmadım. Kanım damarımdan çok hızlı akmıştı, tek seferde çok fazla kan kaybetmiştim. O yüzden yüzümün kireç gibi olduğunu hissedebiliyordum. Bu süre zarfında o, devamlı olarak bir şeyin üzerini kazıdı.
Kadim Büyücü, istediği her şeyi aldıktan sonra üzeri eşsiz motiflerle kaplı bir kurukafayı avucunun içinde taşıyarak yanıma geldi.
“Bu ölülerde de dirilerde de olan bir şey,” dedi sessizce. “Çürüdüğümüzde bile kalmaya devam eden, ölümü ve yaşamı aynı anda ifade eden bir şey. Bir kafatası. Her bir motif, üzerindeki her bir desen bir büyüdür, her bir büyü kadimdir, dokunulmaz, erişilmez. Bu büyüler Efken’in kimliğini gizleyecek, bu kurukafa ölümü ve yaşamı temsil ettiği gibi Nemesis’in ölümcül gücünü içine az da olsa sıkıştırıp, yaşam veren gücünü dışarı akıtacak. Her bir büyüyü ellerimle kazıdım, her biri eşsiz, her biri emsalsiz ve benzersiz kadim büyüler.”
Başımı aşağı yukarı salladım.
“Şimdi yapman gereken, Nemesis’in asasını ya da kılıcını, ki biliyorum ikisi de aynı şey, bu kafatasının içine saplamak. Efken o şey olmadan da bu gücü zaten kullanıyor, gücünden olmayacak, sadece güç ile temas etmiş bir şeyi bu büyünün içinden geçirmeliyiz ki, Efken’in gücü kendisini bile yok edecek karanlığa karışmasın.”
Kafatasını avuçlarımın içine aldım. Kadim Büyücü, konunun sona ermediğini belirtmek ister gibi, “Sakın unutma, Mēness,” dedi sessizce, sanki bir sırrı zihnime üflemek üzereydi. “Olur da o kılıç ya da asa bu kafatasının içinden çıkacak olursa, karanlığın dağılmasını önleyemezsin ve kimlik açığa çıkar. Şu an onun gücünün neye dayandığını araştırıyorlar, kadim büyülerle eşinin etrafını kuşatıyorlar. Olası bir kopukluk durumunda, kadim büyüler birden etki edebilir, birdenbire her şey açığa çıkabilir. Birdenbire Efken daha yıkıcı bir güçle her yanı yakıp kavurabilir, yıkıp yok edebilir.”
“Teşekkür ederim. Bu iyiliğini hiçbir zaman unutmayacağım.”
“Ben bir iyilik yapmadım, güzel kadın,” dediğinde gri gözleri ciddiyetle parlıyordu. “Alma verme dengesini bozmadık. Bu bir alışverişti. Sen ödemeni yaptın, ben hizmet verdim.”
Gözleri beyaz, tül elbisemin eteklerine indiğinde burukça gülümsedi.
“Ah, benim için giydiğin güzel elbisen kanının kızılına bulanmış. Ne yazık, üstelik çok da beğenmiştim onu. Kıyafet konusunda özenli davrandığın için sana minnettarım, yüce gönüllü Mēness.”
Hâlsiz bir şekilde, “Artık gitsem iyi olur,” dedim ama nasıl gideceğime dair hiçbir fikrim yoktu. O kadar yolu bu kadar bitap düşmüşken ve elimde bir kafatası tutuyorken nasıl gidecektim?
“Sanırım seni yolcu etmem gerekecek.”
“Kendim gidebilirim,” dediğimde parmağını kaldırıp beni susturdu.
“Bu kadar uzun yolu geri dönmen zor olacaktır. Hem fazla kan kaybı yaşadın hem de elin dolu. İzin ver de seni yolcu edeyim.”
“Ben bunu halledebiliri-”
“Halledebileceğinden şüphem yok, Sevgili Mēness,” demesiyle, parmak uçlarını alnıma bastırıp gözlerimin içine şefkatle bakması aynı saniyeler içinde yaşandı.
Parmaklarının baskısını sadece alnımda değil, zihnimde de hissettim ve o baskı, bir gölge gibi düşüncelerime çöktü.
Gözlerim elimde olmayan sebeplerden usulca kapanırken, “Seni tanımak güzeldi,” diye mırıldandığını duydum. “Umarım bir daha bana ihtiyacın olmaz ama yine de seni bir defa daha görebilmeyi dilerdim.”
Suyun çağrısını dinledim. Zihnim koca bir su damlasına dönüştü, belki de suyun yüzeyinde gitgide büyüyerek göğe yükselen bir dalgaya ama mutlak surette suyla sarılıydım. Bir şey ruhumu içimden kuvvetle çekti; ruhum suyun içinde geriye giderken bedenim olduğu yerde kaldı ama sonra yeniden kavuştular.
Sudan bir halat bedenimi sarıyormuş, tüm uzuvlarımı altına alarak hareketimi sıfıra indiriyormuş gibiydi. Zihnimdeki karmaşa yerini su seslerine bıraktığında bedenim suyun içinde asılı duruyordu ama ben hiçliğin içinde sallanıyormuşum gibi hissediyordum.
Süzüldüm, suyun içinde süzüldüm, bedenim aşağı yukarı hareketlendi. Birinin eli bileğimi kavrayıp beni hızla yukarı çektiğinde bacaklarım benim bilincim dışında hareket ederek beni çeken elin sahibine yardım etti. Başım suyun yüzeyine çıktı ve ciğerim oksijenle yanarken gürültülü bir nefes aldım.
“Abla!” diye bağırdı Miraç, kulağımın dibinde bir kurşun gibi patlayan o ses, zihnimin özüne indiğimde düşüncelerimden kilometrelerce uzaktaymış gibiydi. “Ulaş, yardım et, onu çıkaralım. Siktir! Kanamış mı o? Sanırım yaralı, yardım et!”
“Bekle!” diye bağıran Ulaş’tı, ikisinin de sesinde telaş vardı.
Bedenim yukarı doğru çekildi, kemiklerim baskıyla sıkıştı ama tek elimle göğsüme bastırdığım kafatasını bir an olsun serbest bırakmadım. Islak ve ağır bedenimi Yakamoz’a çıkarıp yere bıraktıklarında yan döndüm, su kusmaya başladım ve öksürük krizlerinin arasında bir cenin pozisyonu alarak kafatasına daha sıkı sarıldım.
“Çok şükür,” dediğini duydum kardeşimin. “O elindeki de ne?” Islak saçlarımda dolaşan elin sahibini tanıyordum. “Kurukafa mı o?”
“Kafatası kemiği,” dedi Ulaş, sesindeki anlam karmaşasına tutunamadım çünkü zihnim çok aktif çalışıyordu; sanki içinde boğulduğu suları düşüncelerimin dışına süpürüyordu.
“Kadim Büyücü’ye ulaşmış mı demek bu?” Miraç’ın sorusu yanıtsız kaldı, belki de Ulaş bu soruyu mimikleriyle yanıtladı ama ben göremedim.
“Efken,” diye fısıldadım bilincimin dışında sürüklenmeye devam ederken. Bu isim dudaklarımdan döküldüğünde kardeşimin sessizliği, dalgaların sesini delerek büyüdü. Ulaş’ın bakışlarının kardeşimde olduğunu hissettim, kardeşimin bakışlarının ise bende olduğunu… Ama bir an için bu önemli değildi. Ortama çöken sessizliğin mimarı olmak umurumda olmadı.
Sadece istediğim şeyi söyledim.
Sadece istediğim insanın adını sayıkladım.
“Efken,” diye mırıldandım yeniden.
Bu ismin kalbime kurduğu taht öyle bir tahttı ki, o tahtta ondan başkası oturamaz, o tahtta ondan başkası saltanat süremez, o tahtta ondan başkasının hakkı olamazdı. Bir gün yok olduğunda, onunla birlikte kalbimdeki taht da yok olacaktı.
Korkuyla kafatası kemiğine daha sıkı sarılıp, gözlerimde acıyan ama akamayan gözyaşlarıyla bir kez daha, “Efken,” diye fısıldadım, fısıldamadım yakardım, yakarmadım yalvardım.
Yok olmasını istemiyordum. Ben görmesem bile, yanında olmasam bile, bir gün birbirimizin hayatından tamamen silinip kaybolacaksak bile, o yok olmasın istedim. Kafatası kemiğine sıkıca sarılırken gözlerimden akamayıp boğazıma hançer gibi saplanan acının nedeni bu düşünceydi. Bir kafatası kemiğine sarılıp, cenin gibi küçülerek adını fısıldamamın, adını haykırmamın, adını yakarıp, adını yalvarmamın tek sebebi buydu.
Bu muydu?
Daha fazlasıydı. İçimde büyüyen varlığıyla birlikte kalbim de büyüyordu. Onu seviyordum. Onu tüm evrenlerde seviyordum, tüm boyutlarda, her dünyada, geçmişte ve gelecekte, şimdide, tüm zamanlarda seviyordum.
Onu o kadar çok seviyordum ki, kalbim ağrıyordu.
“Abla,” diye fısıldadı Miraç ıslak saçlarımı okşayıp, sıcak nefesini tenime bırakırken. “Merak etme, ona bir şey olmayacak.”
Ulaş’ın, Miraç’ın bu yaklaşımı karşısındaki şaşkınlığını göremedim belki ama zihnimin gerilerine ışık tutulmuş da o ışığın aydınlattığı duvara bu görüntünün gölgesi düşmüş gibi hissettim.
“Merak ediyorum,” diye mırıldandı Miraç kendi kendine. “O adamda diğer hiçbir adamda bulamadığın neyi buldun?”
🎧: Park Yun Seo, The King