İnsanlar, gerçekten sevdiği insanlara, işlediği günahlar yüzünden sırt dönmezdi.
Tövbe etmiş bir şeytanın, adı artık eskiden olduğu gibi melek değildi; günah işlemiş bir meleğin adı ise asla iblis olmuyordu. Bu tıpkı sizin adınız şeytanken işlediğiniz günahın affı olmayışı ama bir melek aynı günahı işlediğinde, adının daim melek kalacak olması gibiydi.
Cennetin adaleti…
Melekler, ellerindeki bıçakları iblislerin kalbine saplamış, sırtlarındaki kanatları sökmüş, sonra da sonsuza dek iyiliğin savunucuları olarak mı anılmışlardı?
Yirmi birinci yüzyılın şeytanlarıydık. Güneşi sırtına almış, geceyi göğsümüze takmıştık ve melekler her yerde bizi takip ediyor, ellerinde bıçaklarla bizi parçalayacakları ânı bekliyordu.
Bazı iyiler, öyle kötüydüler ki, kalplerine saplamalıydılar o bıçağı.
Boydan camın önünde durdum. Gökten süzülerek inen, yere düşüp orada ölen, cesetleriyle sanatını icra eden kar tanelerini izledim. Ben kötü biri miydim? Miraç’ın dehşetle dolu yüzü gözümün önüne yeniden geldiğinde, meleklerin sırtımdaki kanatları koparmak için beni aradıklarını düşünüyordum.
Birkaç saat öncesini hatırladım. Kardeşimin bedenini saran iki yılanı, kardeşimin gözlerinde parlayan yansımamı… Sapphire ve Crystal’i istersem o forma büründürebileceğimi Mēness ile ilgili birçok şey zihnime geri dönüp benden bir anıya dönüştüğünden beri zaten biliyordum ama bunu ilk kez denemiştim.
Yılanlar onu serbest bıraktığında konuşamamıştı. Sadece gözlerimin içine bakmıştı. İbrahim o kadar çok şey görmüş olmasına rağmen bayılmıştı mesela, Ulaş arbaletini bırakıp taş eve kaçmış, kapı arkasından bizi izlemişti ama Miraç hareketsizdi, sadece gözlerime bakmıştı. Benimle ilk kez tanışıyormuş gibi hissetmiş olmalıydı. Haklıydı. Ben de kendimle ilk kez tanıştığımda böyle hissetmiştim.
Miraç’ı içeri götürdükten sonra yüzünü yıkarken ikimiz de birbirimizin yüzünü lavabodaki aynadan izlemiş, hiç konuşmamıştık. Neyin içinde olduğu biliyordu, tamamen bilmese de artık görme şansı olmuştu. Onu yatırıp üzerini örttüğüm ânı hatırlıyorum. Parmakları bileğimi zayıfça yakalamış, gitmemem için beni durdururken, “Büyüleyicisin,” demişti. “Ama tüm bunların yanında, en çok da benim ablamsın.”
Ağlayacak gibi hissetsem de gülümseyip dudaklarımı alnına bastırdığımda kalbim ağrımıştı ama o bunu bilmemişti. Daha sonra birkaç parça kıyafet almış, alandaki erkekleri eve kovduktan sonra kızların zarın içindeki çıplak bedenleri kozalarından çıkana dek başlarında beklemiştim. Yapıp yapış bedenlerine getirdiğim kıyafetleri geçirirken onlar da konuşmamışlardı ama bunu yapabilecek gücüm olduğunu bildiklerinden farklı bir şey hissetmediklerine emindim.
Sadece Sapphire içeri girmek üzereyken, “Çok korkmadı benden, değil mi?” diye sormuştu bir çocuk gibi. Ona gülümsemiştim, Crystal benim aksime kahkaha atmıştı çünkü Miraç’ı korkutmak hoşuna gitmiş olmalıydı.
Aniden bastıran yağmurun koruluktaki ağaçları nasıl salladığını gördüm. Şimşekler yağmura eşlik etti. Yağmurun gölgeleri yüzümde gözyaşları gibi kaymaya başladı. Göğsüme beton gibi dökülmüş hissi nasıl yok edeceğimi düşünüyordum. Efken’in gölgesi sırtıma devrilmiş, silüeti hemen önümdeki buğulu camı kaplamıştı. Efken ile o buğulu, yağmur damlalarının kaydığı camda göz göze geldiğimizde, iri bir yağmur damlası gözyaşı tanesi gibi akarak gözlerimizin arasında ilerledi.
Büyük avuçlarını omuzlarıma koyup yavaşça çıkarak okşarken, “Kardeşini korkuttuğun için mi üzgünsün?” diye sordu.
“Tüm bunları yaşamak zorunda olduğu için üzgünüm,” diye fısıldadım. Dudaklarını saçlarımda hissettiğimde yutkundum, burnunu saç diplerime gömdü ve orada sakin nefes almaya başladı.
“Sadece üzgün değilsin, güzel Medusa. Aynı zamanda çok da yorgunsun,” dedi. “Bence biraz masaj sana iyi gelirdi.”
Düşüncelerime saplı kaldığım anlarda beni elimden tutup dışarı çıkarmanın yolunu iyi biliyordu. Gülerek ona doğru döndüğümde beni kollarının arasına çekti ve kaslı, sıcak göğsüne bastırdı. Teninin tenime teması bir şeyleri ateşledi; tüm bedenimde ilerleyen alevleri hissettim. Öyle yoğundu ki ruhumu bile yakıyordu.
“Masajı sen mi yapacaksın?” diye sordum, sesimdeki oyuncu tavır dikkatinden kaçmamıştı ve ânında dudaklarındaki muzip tıkırtılar koca bir sırıtışa dönüşmüştü.
“Cehenneme davet oynayalım diyeceğim ama sen beni cennete davet ediyorsun. Parmaklarım üzerinde dolaşırken iç çamaşırın o kadar ıslanır ki, çıkarmak zorunda kalabilirsin,” dedi, sesindeki edepsiz tını gözlerimi kısarak ona bakmama neden oldu.
“Derdin bana masaj yapmak değil gibi geldi bana.”
Gözlerini kısıp yüzüme yaklaşırken, “Sadece masaj yapmak istiyorum,” diye fısıldadı ama bunun yalan olduğunu ikimiz de biliyorduk.
“Kardeşim burada,” demem yüzünü buruşturmasına neden oldu.
“Sadece masaj yaparsam burada olması neyi değiştirir?” Gözlerimin içine ikna kabiliyetinin ne denli büyük olduğunu hissettirerek baktığında bir adım geri gidecek hâlimin kalmadığını fark ettim.
“Sanırım o koca ellere ihtiyacım var,” dedim kısık sesle.
“Ama böyle cümleler kurarsan, benim koca ellerim seninle her şeyi yapmak için yanmaya başlar.”
Gözlerindeki yırtıcı gölgelerden kaçamadım, kaçmak da istemedim. Beni esir etmesini, tutup çevrelemesini ve içimde bambaşka boyutta bir şeylerin infilak etmesine neden olmasını seviyordum.
“Senin ellerin her an benimle her şeyi yapmak için yanmıyor mu, Yıkım Getiren?” diye sordum parmak uçlarımda yükselip kollarımı boynuna sararken. Cüretkâr tavırlarımın onda bıraktığı etkiyi, gözlerinin bebeğinden dışarı saçılarak tüm harelerini kaplayan karanlığı görmeyi seviyordum.
“Her an,” dedi, büyük avuçları bel boşluğuma yerleşince avuç içlerindeki sıcaklığın ruhuma kadar uzanıp, ruhumu yakmaya başladığını hissettim. “Her dakika.” Gözleri gözlerimdeyken şimşeklerinin ışığı camdan içeri sızıyor, odayı aydınlatıyordu. “Her saniye.”
“O zaman parmakların bedenimin üzerinde yanan çıralar gibi dolaşsın,” dedim, bu kadar cesareti nereden buluyordum bilmiyordum ama atılması gereken bir adım vardı ve ben o adımı o gün, Efken’in annesi ile babasının evinde kaldığımız o gece zaten atmıştım. Biz o eşikten çoktan geçmiş, attığımız o adımla tüm duvarları yakmıştık zaten.
Gözlerindeki açlık bedenimdeki deriyi yırtıp içime sızacak, ruhumu bulup dişlerinin arasına alacak kadar yırtıcı görünüyordu. Belimde asılı duran parmakları sınırlarımda dolaşıyormuş gibi hareketlendi, kazağımın eteklerinden tuttuğunda hâlâ göz gözeydik ama artık edilecek tek kelime yoktu. Gözlerimiz zaten konuşuyordu ve o gözlerin kurduğu diyalog, dudaklarımızdan dökülecek kelimelerden bile daha açık saçıktı.
Kazağı derimden sıyırır gibi çıkardı, saçlarım çıplak sırtıma yayıldı ve kazağın yere düşerken çıkardığı tok sesi dinledim. Sadece siyah bir sütyenle tam karşısında dururken dizlerinin üzerine çöktü. Bakışlarını kaldırıp beni izleyerek eşofmanımın lastiğini kavradı, aşağı doğru çekti ve bacaklarımdan sıyrılan kumaşı ayaklarıma kadar indirdi.
“Masaj için ne kadar alanım olursa o kadar iyi,” dedi, göğsümün altında dalgalanan nabzımın derimi gerdiğini hissediyordum ama sessizdim; kelimeler gözlerime dikilmiş mezar taşları gibiydi ve her bir mezar taşında başka bir derin duygunun ismi kazılı duruyordu.
Yatağa yüzüstü uzandığımda gölgesi beni takip ederek üzerimi örttü. Kalçamın üzerine ağırlığını vermeden oturup parmaklarını ensemden iki kanadımın arasına, omurgama doğru sürüklerken bedenim onun dokunuşlarının ne kadar iyi hissettirdiği gerçeğine itiraz edemedi. Omuzlarımı büyük avuçlarının altına atıp bir pençe gibi beni kavradı, kemiklerimi ezer gibi sıktığında gözlerimi yumup bunun tadını çıkarmaya çalıştım.
“Sezgi konusunda endişelerin var mı?” Bu soruyu sorarken parmakları omuzlarıma baskı uygulamaya, kemiklerimi biraz acıtsa da tüm sistemime güzel bir his yaymaya devam ediyordu.
Yağmurun gürültülü sesi, bir süre boyunca sessiz kaldığımı kanıtlarcasına odanın içinde dolaşıp yankılar uyandırdı. Sonunda, “Evet,” dedim. “Endişelerim var ama cadılarla yüzleşmemizde yanımızda olmama ihtimalinden değil. Zarar görme ihtimali yüzünden endişelerim var. Hamile bir kadını hedef alacaklarını düşünmesem de her zaman daha kötü kalpli olmayı seçen insanlar vardır.”
“Ceyhun için beklenmedikti,” dedi Efken, kalçalarımdaki baskısını daha net hissettim ve avuçları omuzlarımın baş kısımlarını ovalayıp tekrar kemiklerime yöneldi; kemiklerimi kavrayıp sıktığında sertçe yutkundum. “Ama fark ettim ki Ceyhun böyle bir şeye çok açıkmış. Onu bundan alıkoyan yaşadığımız hayatlarmış. Baba olmak istediğini hiçbir zaman fark etmemiştim.”
“Belki bir süre boyunca o da farkında değildi, fark ettiğinde de yaşadığı hayatın buna uygun olmadığını düşünerek bu isteğini bastırdı.”
“İnsanları iyi analiz ettiğimi, onlarla ilgili her şeyi gördüğümü sanırdım,” dediğinde kafamda beliren düşünceyi onunla paylaşmalı mıyım yoksa susmalı mıyım tam olarak emin olamadım.
Sonunda, “Bence kendini babalık ile ilgili düşüncelere öyle çok kapatmışsın ki, çevrendeki birinde bile o isteği göremeyecek kadar kör olmayı seçmişsin,” dedim. “Böyle bir ihtimal seni çok korkutur muydu?”
“Baba olma ihtimali mi?”
Bu bir soru cümlesi de olsa, ondan bunu duymak kalbimin atışlarını değiştirirken, “Evet,” diye mırıldandım. “Baba olmak seni korkutur muydu?”
O kadar sessiz kaldı ki, eğer parmakları beni sertçe kavrıyor olmasaydı odada olmadığını bile düşünürdüm. Sessizliği zaten çok zayıf, ölüm döşeğindeki inancımı yok etmeye başladığında, bunun beni bir cevap almaktan daha çok yaraladığını anladım.
“Senin için bu kadar mı zor?” diye sorduğumda, sorduğum sorunun pişmanlığını yaşadım. Bir cevap alamadığım için ikinci kez soru sormam çok anlamsızdı ve bununla ilgili ne düşünürdü bir çıkarım yapamıyordum.
“Ne, zor?” Parmaklarını kürek kemiklerime indirip, ucu çıra gibi yanıyor hissi veren parmak uçlarını tenimde gezdirdi.
Neredeyse keyif dolu bir mırıltı çıkaracakken kendimi tutup çatık kaşlarla, “Bir cevap vermek,” dedim, buzun üzerinde oluşmuş bir yarığı anımsatan sesim ona ne hissettirdi hiç bilmiyordum.
“Beni bir uçurumun önüne sürüklüyorsun, peki o uçurumdan benimle düşecek misin, Mahinev?” diye fısıldadı.
Geri dönmemizin artık imkânsız olduğu bir noktaya geldiğimizi o bana bu soruyu sorduğunda anlamıştım. Sorunun cevabının ucu bana dokunacaktı, bunu alenen söylüyordu ama ben geri adım atmak istemiyordum, bazı şeyleri hissetmek değil, ondan duymayı istiyordum.
Parmakları tenime ateşleri ekerken, “Biz o uçurumdan çoktan düştük zaten, Efken,” dedim. “Yanındaydım.”
“Baba olmak beni korkutur, evet,” diye bir itirafta bulununca kalbim tekledi. Korktuğunu itiraf etme konusunda iyi olmayan bir adamdan bu kadar açık kurulmuş bir cümle duymayı beklemiyordum. “Ama düşündüm.” Parmakları yavaşça bel oyuntuma indi ve belimin kenarlarını sertçe ovalarken bu düşünceden kaçmaya çalışıyor gibi bir müddet sustu. Sonunda, “Bebek senin kucağındaydı,” dedi.
Bir an donup kaldım, o da donup kaldı, bunu anladım çünkü parmakları tenime saplı duruyordu ve hareketsizdi.
“Düşündüğümde,” diye devam etmeden önce iki dakika kadar bekledi. “Bunu düşündüğümde, o bebek senin kucağındaydı.”
Tüm köprülerin yeniden yıkıldığını, alevlerin yükselerek yolu kapattığını düşündüğüm çok olmuştu ama şimdi fark ediyordum ki köprü yıkılmış olsa da ben çoktan o tarafa geçmiştim; onun yanındaydım. İtirafı, kalbime girmiş bir kılıçtı ve bu kılıç, sırtımdan çıkmadan hemen önce ne kadar kötü his varsa hepsinin kanıyla boyanmıştı.
“Bir şey söyle,” derken sesi karanlık ve karmaşıktı. “Yanlış bir şey söylemişim gibi susma.”
“Yanlış bir şey söylediğini düşündüğüm için mi sustuğumu sanıyorsun?” diye sordum, sesim şaşkınlıktan çok yüksek çıkmıştı. “Bana saftirik diyorsun ama bazen bir çocuktan daha saf olabiliyorsun, Efken.” Yanağımı yastığa bastırıp göz ucuyla da olsa arkama bakmaya çalıştım.
“İtiraf etmek gerekirse, bazen benden daha çok konuşuyorsun,” dedi. “Kendini benden daha fazla açık ediyorsun.”
Gözlerimi yastığa çevirdiğimde parmakları sırtımda dolaşmaya devam etti. Bastırarak belimin kenarlarına, neredeyse kalçalarıma kadar indi.
“Nemesis’le ilgili bir gelişme var mı?” diye sordum mayışmış bir hâlde. “Sanırım artık biraz daha rahat hükmediyorsun ona. Gördüğüm kadarıyla şimşekler eskisi kadar baskın değil.”
“Hükmetmek değil,” dediğinde kaşlarım çatıldı. “O benden bir parça, hatta benim. Öğreniyorum.”
“Başta böyle söylemiyordun.”
“Karanlık benim parçam, ben de o parçayı kabul ettim.”
Hayır, kabul ettiği sadece karanlık değildi. Gücü de kabul etmişti. Zaten güçlü olan birine daha fazla güç imkânı verildiğinde gözleri kararırdı, güç daha fazlasını arzulardı, güç büyüdükçe arzu da çoğalırdı. Efken, gücü çoğaldıkça daha fazlasını arzuluyordu.
Sessizliğim etrafa yayılınca Manbel’in cümleleri zihnimdeki tenha sokaklarda çınladı. Efken’in parmakları daha da aşağı indiğinde, düşüncelerimin onun parmak uçlarında dağılarak kaybolduğunu hissettim. Tenimin altında mutlak surette onun açlığıyla kavrulan karanlık bir taraf vardı ve o taraf, derimi parçalayıp dışarı çıkarak onun vücuduna dolanmak, ondan bir parça hâline gelmek istiyordu.
“Bundan hoşlandın mı?”
Sesi bir büyü gibiydi, beni kolayca tesiri altına aldı ve bir kuklaymışım, iplerim onun becerikli parmaklarının altındaymış gibi hissettim. Bedenim bir yılan gibi kıvrıldığında biliyordum ki bunu parmak uçlarında bana can veren kukla ustası yapıyordu.
“Hım?” diye mırıldanarak cevap beklediğini gösterdi ve parmakları belimin iç kısmından dışına zikzaklar çizerek ilerledi. O bastırdıkça vücudum gevşeyeceğine daha da geriliyordu çünkü dokunuşları çok tehlikeli hissettiriyordu.
“Evet,” dedim keyifli bir mırıltı çıkararak. “Bundan çok hoşlandım, devam et.”
Üzerime biraz daha yığıldığını hissedince göğüs kafesim tutuştu. Bir gölge gibi tenimin üzerinde kaydı, dudakları enseme yerleştiğinde gözlerimi sıkıca yumup inlememek için dişlerimi dudaklarıma bir kılıcı bedene saplar gibi sertçe sapladım. Dudaklarını ensemden çekmeden ellerini belimin kenarlarından kalçalarıma doğru ilerletti. Bir suyun kıvrımlı yüzeydeki hareketini anımsatan dokunuşlarının yaktığı ateş o kadar harlıydı ki, onun parmaklarından tenime bulaşıyor olsa da bu har onu da cayır cayır yakmaya başlamış olmalıydı.
(+18. Lütfen cinsel içerikten hoşlanmıyorsanız ya da okumak istemiyorsanız ekranı bir sonraki uyarıya dek hızla kaydırın. Sahneyi okumamış olmanız akışı bozmayacaktır.)
“Efken,” diye fısıldadığımda, tek cevabı, “Şşşh,” demek oldu. Susmamı istedi ama sessizliğin yeminini bozduran dokunuşlara sahipti. O her dokunduğunda, dudağımdaki bir kilit kırılıyor, bir kelime daha özgürlüğe kavuşuyordu.
İç çamaşırımı aşağı sıyırıp dudaklarını enseme bastırmaya devam ederken kalçalarımı onun için havalandırdım ve beni kumaş parçasından kolaylıkla kurtarmasını sağladım. Bir şimşek daha çaktı, işte bu tutkusunun ışıltısıydı ve o ışıltı odanın içini güne boyadı. Sonra yine gece geldi.
Öpücükleri ensemde ıslak turlara dönüştü, her bir busede bedenim daha da gerildi. Elleri kalçalarıma yerleştiğinde, bedenimdeki her bir parçanın onun avucuna uygun olduğunu fark ettim. Aynısını o da fark etmiş olacak ki enseme doğru nefes vererek inledi.
“Şimdi seni rahatlatacağım,” dedi karanlık, yakıcı bir sesle. Sesi aynı anda hem şefkat hem tutku hem de öfke doluydu; şefkati de tutkusu da banaydı ve biliyordum ki o öfke de bana aitti.
Her şeyinin bana ait olduğunu hissediyordum.
Dudakları omurgamdan aşağı sürtünüp ıslak izler bırakarak ilerlerken parmaklarının uyluklarımda gezindiğini hissettim. Kalçalarıma tırmandı, kalçalarımı sıktı ve yeniden aşağı süzülüp iki bacağımın arasına girdi. Bacaklarımın iç kısmını sertçe sıkarken nefesimin kesildiğini hissettim. Onun için alevlere yenik düşmüş, sık sık kasılan noktaya çok yakın duran parmaklarının hareketleri oraya hiç temas etmese de orada hissedeceğim kadar baskındı. Oysa sadece bacaklarımın iç kısmına dokunuyor, etimi hafifçe sıkarken beni inletiyordu.
Dudakları bel boşluğuma yerleştiği anda parmakları daha yukarı hareket etti ve bir anlığına alevlerin çağladığı noktama temas etti. Anlık bu temas, parmakları yeniden bacak içlerime inmesine rağmen onu da beni olduğu gibi uzun uzun inletmişti.
Efken genzinin gerilerinden kalan boğuk bir sesle, “Neden bu kadar çok ıslak?” diye fısıldayınca, kasıklarımdaki kan yukarı çağlayıp göğsümü aştı ve boğazıma bir el gibi dolandı.
“Senin yüzünden,” dedim çatık kaşlarla, sesim mırıltı gibi çıktığı için suçlamam da ses tonum da onu güldürdü ama daha sonra parmakları bacaklarımın iç kısmından tekrar yukarı çıkıp ıslaklığa dokunduğunda, ne benim sesim bir mırıltıdan ibaretti ne de o gülüyordu. İkimiz de kesik nefesler alarak inledik. O benim ıslaklığımdan etkilendi, ben de onun ıslaklığımı keşfeden sıcak dokunuşundan.
“Benim yüzümden, benim için, bana,” diye fısıldadı, her kelimenin sonunda sert bir nefes verdi ve o nefesler beni altına alıp ezecek kadar güçlü bir bina olup üzerime yıkıldı.
“Sadece sana,” diye onaylayarak belimi kavislendirip kalçalarımı yukarı ittiğimde, bu cüretkâr hareketin bedeninin taş kesilmesine neden olduğunu hissettim.
Yırtıcı bir yerlerde beni izliyordu; belki koruluktaki ağaçların arasındaydı ve en savunmasız ânımda beni altına alıp parçalara ayıracaktı. Hayır, yırtıcı artık koruluğun içinde beni izlemiyordu, yırtıcı arkamdaydı, üzerime gölgesiyle birlikte bedenini yaymıştı, beni parçalamaya çoktan başlamıştı.
“O zaman masajı tam olarak buraya istiyorsun,” diyerek iki eliyle vajinamın etrafını sarıp yüzeyinde ilerledi. Sızlayan bedenimle gözlerim iri iri açıldı. Parmakları bir süre yukarı aşağı kayarak vajinamın yüzeyini kıstırarak okşadı ve her kayışında biraz daha ıslandığımı hissettim. Parmaklarını, tüm eklemlerini öyle çok ıslatmıştım ki, artık parmakları kolaylıkla ileri geri kayıyordu ve bu durumun onu nasıl delirttiğini değişen nefes seslerinden anlayabiliyordum.
“Evet,” diyebildim, tutulmuş gibi bir süre tutup kalçalarımı daha da havaya kaldırdığımda yanağım yastığa gömülmüştü. Bir şimşek daha parıltısıyla bizi altına alarak aydınlattı ve Efken’in parmakları klitorisime sürtünce dizlerim titredi. Bu onu güldürse de verdiği nefeslerden kendini ne kadar zor tuttuğunu anlayabiliyordum.
“Parmaklarımı o kadar ıslattın ki, seni sertçe ovarken bir masaj yağına bile ihtiyacım kalmadı, Mahinev,” diye fısıldadı, fısıltısıyla eş zamanlı olarak parmakları kadınlığımın sınırlarında ilerleyip kalçalarıma gitti, kalçalarımda kendi ıslaklığımı hissetmek yanaklarımın içini dişlememe neden oldu. Çok geçmeden bir eli bacaklarımın arasına yılan gibi girip yeniden tepemdeki yerini aldı, onun için belirginleşen tepeyi parmaklarının altına konumlandırıp sağa sola yavaşça hareket ettirirken dişlerini kalçalarıma bastırdı ve yüksek sesle inlememek için yüzümü yastığa gömüp, dişlerimi yastığın kumaşına sapladım.
“Daha,” dedim bilinçsizce.
“Böyle mi?” diye sorarak işaret ve orta parmağının arasına yerleştirdiği, kalp gibi çarpan tepemi sıkıştırıp gözlerimin kaymasına neden oldu. Yastığa doğru inlerken parmaklarım çarşaflara ilerledi, çarşafları sıkıp çığlıklarımı yatak örtülerine gömdüm. Bağıramazdım, yüksek sesle inleyemezdim, daha fazlası için yalvaramazdım çünkü yalnız değildik, birileri bizi duysun istemezdik. Herkesin uykuya çekildiği bu saatlerde kimsenin onun parmaklarının beni sertçe ovduğunu bilmesini istemezdim.
Dizlerimin titrediğini fark ettiğinde dili kalçalarımda dolaştı ve gülümsediğini dilini çekip dudaklarını kalçalarıma bastırdığında anladım. Parmaklarının hareketleri hoyratlaştı, beni sertçe okşadı, o kadar sertti ki artık tek yapabildiğim kalçalarımı havaya kaldırmış olmama rağmen kendimi parmaklarına bastırmak için tekrar aşağı doğru itiyor oluşumdu. Aşağı, yukarı… Sanki altımda olan parmakları değil de bedeniymiş gibi.
Islaklığın seslerini duyuyordum, her sert okşayışında o ses etrafa daha çok yayılıyordu; bunun nedeni beni kuru bir yerim kalmayana dek ıslatması mıydı? Bir parmağının içime kaymasıyla gözlerim geriye doğru gitti, bembeyaz gözlerle boşluğa baktım ve daha sonra görüşüme orman doldu. Koruluğun karanlığını izlerken arsız bir şekilde kendimi parmağına iterek onu daha derine aldım ve dudaklarımdan kaçamak bir inilti kopup geceye karıştı.
“Çok dar,” dedi, sesi bu kez ona değil de yoğun bir karanlığa aitmiş gibi sert çıktı. “O kadar sıkısın ki.” Orta parmağını biraz daha derine iterken baş parmağını tepeme bastırıp bana iki yerden de sert saldırılarda bulunmaya başladı. “Parmağımın etrafını nasıl sıkıyorsun öyle, merak ediyorum da henüz parmağımı bile bu kadar zor alırken nasıl bana içinde yer verdin?”
Sessizce, “Biri duyacak,” diye fısıldadığımda dudaklarını kalçamda gezdirerek, “Duymayacak. Hem bundan endişeleniyor olsaydın en başından altımda böyle yılan gibi kıvranır mıydın?” diye sordu.
“Efken,” diyebildim ve o an, işaret parmağının da tıpkı içime yerleşen orta parmağı gibi derinlerime geldiğini fark ettim. Bu kez gerçekten yüksek sesle inleyeceğimi fark etti, parmakları içimdeyken diğer eliyle ağzımı kapattı ve iniltim onun sıcak avucunun içinde patlayarak parçalara ayrıldı.
“Bu sana fazla mı geldi?” Nefesini kulağımın dibinde hissediyordum, fısıltısı içime tıpkı parmaklarının dolduğu gibi doldu. Avucuyla ağzımı daha sıkı kapatırken iki parmağını daha sert içime vermeye başladı ve her giriş çıkışta daha da ıslak sesler çıkaran kadınlığım onun parmaklarını kıracak kadar güçlü kasılmaya başladı.
“Beni içine aldığında da fazla gelmiş miydi?” Bu soruyu taşıyan sıcak nefesi kulak boşluğuma yayılır yayılmaz nefesini dilini takip etti, kulak boşluğumu yalayarak parmaklarını içime daha hızlı sokup çıkarmaya başladı.
Nadiren yavaşlayan parmaklarının içimde bir makas gibi usulca aralanıp kapandığını, beni genişletmeye çabaladığını fark ediyor, bu her olduğunda avucunun içine doğru inleyerek bir şeyler mırıldanıyordum ama ne söylediğimi kendim de anlamıyordum. Her şey sisliydi. Zihnim sisliydi. Kelimeler kaybolmuştu.
Dilimi avucunun içinde gezdirmemle, “Siktir,” diye inlemesi bir oldu. Parmaklarının içime saplı kaldığını hissettim ve dilim avucunun içinde daireler çizmeye devam ederken geriye gitmiş gözlerimle kısık kısık inledim.
“Altımda dümdüz edilmek istiyorsun,” diye hırladı saçlarıma doğru.
“Durma,” diye fısıldadım avuç içlerine. Dilimin ıslattığı avuç içi, sıcak nefesimin de çarpmasıyla onun tüm hislerini harekete geçirmiş olmalıydı. “Açlığımı sadece parmaklarının iştahına mı sunacaksın? Açlığımı senin iştahına bıraktım işte. Seni tutan ne?”
“Demek öyle, benim arsız kızım,” diye mırıldandığında bunun arkasından gelecek olan yıkımın tüm bedenimi ele geçireceğini biliyordum. Parmakları aniden içimden çıkınca boşluk duygusuyla kasıldım, içimde onun varlığını aradım, içimde ondan daha fazlasını istedim ve bu istek beni kıvrandırırken kemerinin çözülürken çıkardığı sesi dinledim. Bir eli hâlâ ağzımdaydı, büyük avucunu dudaklarımı örterek kelimeleri ve iniltileri o hariç diğer herkesten gizliyordu.
Sıcak aletini parmaklarının dolaştığı yerde hissettiğimde irkildim, dizlerim uyuşmaya başlamıştı. Dilim yeniden avucunun içine dokunduğunda, dudaklarından hırıltılı bir nefes döküldü ve diğer eliyle kavradığı aletini girişime yerleştirip kendini yavaşça bana itmeden hemen öncesinde, “Açlığını alacağım senin,” dedi sertçe. “Beni içine ala ala doyacaksın.” Daha sonra o, gökyüzündeki yıldızların dahi yerini değiştiren birleşme yaşandı.
İkimiz de tek bir ağızdan çıkıyormuş gibi inlediğimizde benim ağzım onun avucuyla doluydu ve onun ağzı da saçlarıma gömülü duruyordu. İçimde zonklayan aletinin bir kısmının bile bu kadar zorlaması akıl almazdı ama o, sanki onun için açılması gereken bir kapıymışım gibi beni zorlayarak içime biraz daha gömüldüğünde dişlerimi avuç içine geçirerek tüm bedenime dalgalanarak yayılan acı ve hazdan birinin sonlanacağı ânı bekledim. Acı çok hızlı sonlandı, hatta öyle ki bu acı, hazzı da arttırmıştı ama kaybolduğunda sadece insanı delirten bir haz kaldı.
“Nasıl bu kadar şiddetli kasılabilirsin?” diye sorarken sesi titriyor, saçlarıma karışan nefesi sadece başımı değil, düşüncelerimi de tutuşturuyordu. “Bana acıkmış, beni yiyen bir ağız gibi. Sen kasıldıkça o ağzın dişleri etime batıyormuş gibi hissediyorum.” Kara zorla konuşurken tam arkamdaki varlığının beni nasıl tükettiğini fark ettim; altında küçücük kalmıştım.
“Kendini benim için aç, yavrum.”
Bu cümle, yıkılan son kalem oldu ve kalçalarımı daha da yukarı itip belimi kavislendirmemi sağladı. Tek eliyle belimi tutup beni sertçe kendine çekmeye başladığında, avucu ağzımı örtmeye devam ediyordu ve güçlü vuruşları içimdeki çığlık atma isteğini körüklüyordu. Öyle çok içimdeydi ki benden bir parçaydı ama öyle çok içimde değildi ki sanki daha da derinlerime gelmeli, onu tamamen hissetmeme izin vermeliydi. Benden bir parçaya dönüşmeliydi.
Her bir çarpışmada gözlerim geriye doğru kayıyor, onun her bir hareketi içimdeki varlığının daha derinlere ulaşmasını sağlıyordu. Nefesim kayıptı, düşüncelerim kayıptı, büsbütün bir parça olarak ona ait hissediyordum ve o parça bile onun teninde kaybolmuştu. İçimdeki her bir hareketi başımı döndürüyor, kulaklarımı uğuldatıyordu.
Odanın içini aydınlatan ve ardından karanlıkla şahlandıran şimşeklerin ışıkları ile karanlığı altında bedeni bedenime hükmediyordu. Sertçe içime çarparken belimi daha sıkı kavradı, parmaklarının derimi aşarak içime gireceklerini hissederken tek yapabildiğim avucunun içini yalamak, ısırmak ve o avuca doğru yalvarır gibi inlemekti.
Yanağını yanağıma bastıracak kadar eğildiğinde kaymış gözlerle ona bakmaya çalıştım ama o durmadı, daha sert, daha derine vuruşlarını yapmaya devam etti. Aleti o kadar derine ulaşıyordu ki beni parçalayacağını düşünüyordum ama hâlâ tamamen içimde değildi; hâlâ o kadar dışımdaydı ki eğer parçalanmayacağımı bilseydi eminim beni daha da zorlardı.
Nefes nefese, yüzünden damlayan terlerle, “Siktir, amına koyayım,” diye tısladı kısık sesle, kadınlığım aletinin etrafını tam anlamıyla sararak sağar gibi kasıldığında dişlerini benim gibi yanağımı yasladığım yastığa bastırdı ve hayalarının kadınlığıma sert tokatlar attığını o an anladım. Her içime saplanışında hayaları da aynı hızla kadınlığıma çarpıyor, tepem hayalarının altında ezilirken içimde yükselen o duygu beni ikiye bölecek gibi zorluyordu.
“Efken,” dedim avuç içlerine doğru, yanağını yanağıma sürttü ve “İçinde kıstırıyorsun beni,” diye inledi.
“Altıma gel,” diyebildim dizlerim artık ikimizi taşımıyordu, bedenim tamamen yatağa yapışmıştı ama o durmadı, birkaç derin vuruşla içimi doldurup sonunda söylediğim cümlenin anlamıyla ateş almış gibi, “Gel!” diye hırladı ve birden yatakta ters dönmemizi sağladı.
Anlık içimde oluşan boşluk, bu kez onu altıma alıp üzerine tırmanmamla birkaç saniyelik şiddetli kasılmalara dönüştü. Kucağına yerleşip kalın, uzun aletini kendi içime yerleştirerek tek elimle boynuna sarıldım ve kucağına otururken o kasılmalar hak ettiği ödülü aldı. Göğüslerim, çıplak, dövmeli göğsüne yaslandığında benim göğsümdeki dövme de onun diğer taraftaki boş, dövme olmayan kısmını dolduruyordu.
“Tamamen altımda ol,” diye inleyerek avucumu göğsüne bastırdım ve o yatağa sırtüstü devrilirken içimde seğiren aletiyle birlikte ben de üzerine devrildim.
“Böyle mi içine alacaksın?” diye sorarken gözleri karanlığın içindeki beyaz bir şimşek gibi parlıyordu. Ellerimi onun kaslı göğsüne koyup, ayaklarımı dizlerine kadar çektim ve kucağında sınırlarımı zorlayıp onu alabildiğim kadar içeri kabul ettim.
“Siktir, Mahinev,” diye tısladı. “Doldurt bana içini, daha fazlasını al.”
“Sessiz ol,” diyerek parmaklarımı dudaklarına sürttüğümde ağzını benim için araladı ve parmağımı dudaklarının arasına alarak diliyle etrafını sardı. Parmağımı yalayışı kasılmalarımı öyle çok şiddetlendirmişti ki sanki tüm vücudumda bir yıkım yaşanıyordu.
Biraz daha yüzüne doğru eğildiğimde dalgalanan koyu renk saçlarım yüzünün etrafını sardı ve Efken’in kalçama parmaklarının izini bırakarak indirdiği tokatla eş zamanlı olarak hareketlerim hızlandı. Şimdi içimdeki hareketlerine hükmettiren bendim ve küfürlü fısıltıları odaya yayılırken o edepsiz kelimelerin beni daha da azdırdığını biliyordu.
Her bir çarpışmaya onun edepsiz bir cümlesi karıştı, içime her saplanışında ve içimde her seğirişinde daha da ıslanarak onun sadece aletini değil, kasıklarını, pantolonunu ve bacaklarının içini de sırılsıklam yaptım.
Tırnaklarım, bir çığlığı bastırmak istercesine göğsüne saplandığında ve göğsündeki dövmenin hemen hizasından onu sertçe çizerek başımı geriye atıp aletinin üzerinde daha hızlı hareket etmeye başladığımda bir anda elleri kalçalarımı kavradı; dengemi sağlayamayıp ona doğru devrilmemle kalçalarımı avuçlarıyla yukarı çekip sıkarak kendini bana itip, alttan alttan vurarak içimi şiddetle doldurmaya başladı.
Öyle hızlıydık ki, korku olmasaydı çığlık çığlığa bağırırdım; öyle doluydum ki çığlık atamadıkça parçalanacakmışım gibi hissediyordum. Dudaklarımız, dişlerimizin birbirine çarpacağı kadar hızlı bir biçimde birleştiğinde, kirli bir öpüşmenin fitili ateşlendi ve Efken beni delice, etrafta birileri yokmuş gibi sertçe doldurmaya devam etti.
Zaman göğe haritalar çizen yıldızlar gibi üzerimizi çizdi ve benden ona giden bir harita yarattı. Kucağındaydım, çıplaktım, terliydim, ona bulanmıştım ve nefeslerimiz dakikalarca düzene girememişti. Parmaklarım göğsünde turlarken koruluğu aydınlatan şimşekleri izliyordum, dindiğini sandığım yağmur yeniden başlamıştı ve yağmurun gölgeleri çıplak vücutlarımızın üzerinde kayıyordu.
(+18 Sahne sonu.)
“Bu çok tehlikeliydi,” diye mırıldandım, boğazım yuttuğum çığlıklar tarafından çizilmiş gibi ağrıyordu.
“Tehlikeyi sevdiğini, benim gözlerime senin için farklı bir adam olduğumu göstererek baktığın ilk anda anlamıştım.”
Medusa orada, zihnimdeki zehirli sarmaşıkların yükseldiği buzdan duvarda her şeyi, tüm duyguları, tüm gerçekleri, benimle ilgili her şeyi kabullenerek uzanırken o bile Efken’in kurduğu cümleyle ürperip bakışlarını bana çevirdi.
“Senin benim için farklı olduğunu bakışlarımdan mı anlamıştın?”
“Başta senin deneyimsiz bir kadın olduğun, beni merak ettiğin, daha doğrusu bir erkeğe yabancılık duyduğun için beni incelediğin düşüncesine kapılmıştım,” dedi düşünceli bir sesle.
Parmakları, piyanonun üzerinde yarattığı mucizelerden birini tenimde yaratıyormuş gibi omzumda dolaşırken sanki onun yarattığı bir melodiydim.
“Meraklıydın, o kandan elmasların hep yeni bir şey daha öğrenme isteğiyle bakıyordu bana. Kendimi karşında çıplak hissettim, evet, kadınlar bedenime bakardı ama sen ruhuma bakıyordun. Sanki tüm düşüncelerimi görüyordun. Çırılçıplak hissettiğim için bazen öfkeden deliye dönüyordum. Bazen beni o kadar görüyordun ki, beni bu kadar görme diyerek sarsmak istiyordum seni. Bazen de hiç görmüyordun, sana nasıl baktığımı fark etmiyordun, senin hakkında ne düşündüğümü anlamıyordun…”
“Ben zaten deneyimsizdim,” dediğimde parmakları dirseklerime kadar aktı.
“Evet,” dedi. “Çok deneyimli ol ya da hiç deneyimli olma, umurumda değil. Umurumda olan bu değildi yani. Umurumda olan sensin. Başka bir bedende de bulsaydın beni, yine çekecektin dikkatimi. Bunu sen de biliyorsun. Beni sana çeken sadece güzelliğin değil. O da vardı ama tek sebep bu değil. Sen beni çırılçıplak ve çaresiz bırakıyorsun. Ama gördüm, gözlerindekinin sadece merak olmadığını gördüm. Senin için hiç kimsenin etmediği anlamları ifade ettiğimi gördüm.”
Çenemi göğsüne sürterek kafamı kaldırıp ona alttan bir bakış attığımda, işte orada beni bekleyen mavi gözler, düşmekten asla bıkmayacağım bir uçurumdu.
“Bu bakışlar sadece Mēness ve Saul ile alakalı değil,” dediğimde gözlerini kısıp bunu zaten bildiğini gösterdi. Yüzünün bir yarısı, koruluğa bakan tarafı, yağmur damlalarının gölgeleriyle doluydu. Sertçe yutkunup yanağımı göğsüne bastırırken gözlerimi yağan yağmura çevirdim. “Öyle yani.”
“Mēness, Saul için ne anlama geliyor, biliyorum, onun anıları benim kafamın içinde ama Saul, senin benim için ne ifade ettiğini asla bilmeyecek, Mahinev.”
Dudaklarımdaki tebessümü gizleyemedim, parmakları çenemi kavrayıp başımı havaya kaldırdı ve bakışları birdenbire gülüşüme kilitlendi.
“Ay yüzünün ortasında iki kandan elmas, dudaklarındaki tebessüm de benim içimdeki tutulma,” dediğinde göz bebeklerimin genişlediğini hissettim ve göz bebeklerimin içinde kendi yansımasını gördü.
“İçindeki mi?”
“İçimdeki,” derken parmakları çenemi kavramaya devam ediyordu. Gözleri ruhuma öyle bir akıyordu ki, göğü delerek yağan karla karışık yağmur bile yeryüzüne bu kadar tutunamıyordu. “Ruhumdaki.” Kaşlarını çattı. “Kafamdaki, kafatasımın içinde, düşüncelerimdeki.” Gözleri anlık dudaklarıma düştü, ardından yeniden gözlerimle kavuştu. “Kalbimdeki.”
Esir düştüğü gerçeği bana söylerken gözleri mavi alevler gibi yanıyordu. Ona hissettirdiklerimin azabını gözleriyle gösteriyordu bana; ondaki varlığımı, onda kapladığım yeri, onu sarsan bana dair gerçeği benden saklama gereği duymuyordu.
“Bu çarşafları değiştirmem gerekecek,” dediğinde ona anlamayan gözlerle baktım. Konuyu çok hızlı kapatmasının nedeni, bu konunun onu köşeye sıkıştırıyor olması mıydı yoksa daha fazla ayrıntı bilmemi mi istemiyordu? Oysa atılması gereken son bir adım kalmıştı, tek bir adım daha atarsa, o son sınır da ortadan kalkacaktı ve kalbiyle kalbim kavuşacaktı.
“Çarşafları sabah değiştiririz.”
“Hayır. Kimse uyanmadan yıkanmalı. Yıkanırken de başka birinin kıyafeti ya da başka bir şeyi makinenin içinde olmamalı. Bu çarşaflarda senin özün var. Ben de unutma ki sen cimrisi bir adamım.”
“Hasta bir adam demek istedin herhâlde,” dediğimde dudaklarıma sert bir öpücük bırakıp beni kucağından indirdi.
“Doğru. Hasta bir adam.”
Beni yataktan kaldırdı, altındaki pantolonun fermuarını çekti. Tüm çarşafları alt kata indirecekken, “Sessiz ol, salonda Miraç uyuyor,” diye fısıldadım.
“Az önce panter gibi kucağıma tırmanırken de kardeşinin bu evde olması umurunda mıydı acaba senin?” Dudaklarındaki muzip gülümsemeye eşlik eden alaycı sorusuna kaşlarımı çatarak bakıp, yerdeki eşofmanı kafasına fırlattım.
Uyku üzerimize serildiğinde ne kadar zaman geçmişti bilmiyordum, bir çarşafın altındaydık. Yağmur dinmişti, tüm sesler durmuştu ve tek duyduğum ses, onun kalbinden yükselen atış sesleriydi. Üzerimde ona ait bir kazak vardı, çıplak bacaklarım yatağa girmeden önce altındaki pantolonu çıkardığı için çıplak olan bacaklarına dolanmıştı. Kolları karnımı sarıyor, sıcak nefesi enseme çarpıyordu.
Uykunun yeterince derinlerine erişemedim çünkü bir huzursuzluk karnımın içinde bıçak gibi dolaştı. Gözlerimi zar zor araladığımda karanlık odanın tavanına yayılan ışığı gördüm. İrkilerek ışığın özüne döndüğümde, bu ışığın Efken’in açık gözlerinden tavana yansıdığını fark etmek, donup kalmama neden oldu.
“Efken,” dedim dehşet içinde.
Gözler anlık bana dokundu ve yüzündeki kaskatı ifadeyle karşılaştım. Canice ölümlerin çıkış noktası olan, kötülüğün temelini kanıyla yaratmış bir adamdı gözlerimin içine bakan. Nemesis’in yükü omuzlarındaydı, gözleri her ne kadar güçle parlasa da o gözlerin terk edilmiş harabesinde, hep aynı erkek çocuğuyla yüzleşiyordum.
Bir yanım onun gözlerinden korktu, bir yanım o gözlerde beni izlemeye devam eden çocuğa sarılıp, o çocuğu ondan kaçırmak istedi.
“Efken, neler oluyor?” diye fısıldadım beklenti ve korkuyla. Gözlerindeki ışıklar daha da yoğunlaştı; gözlerini yumdu, tekrar açtı ve birden yataktan fırlayıp kalktı.
Yataktan doğrulurken kalp atışlarım göğsümü parçalayacak sandım, boğazımda bile kalp atışlarımı hissediyordum. Efken, hızla yerde duran valize ilerledi, valizi hızla açıp tarot kartlarının olduğu keseyi çıkardı. Bir şeylerin ters gittiğini anladığım için yerdeki eşofmanı bacaklarıma telaşla geçirmeye çalışırken, bir yandan da Efken’i kontrol ediyordum; ne yapacağı koca bir muammaydı.
Efken odadan ışıktan daha hızlı çıkınca, koşarak arkasından çıktım. Basamakları öyle hızlı indik ki, bu patırtının herkesi uyandırdığına emindim. Efken’e, “Dur!” diye bağırmamla, emrim bir kıvılcım yaratıp onu yakmış gibi durdu, acıyla ellerini başına götürdüğünü gördüğümde, yaptığım şeyin pişmanlığı damarlarımı sardı.
Miraç yattığı yerden, “Ne oldu?” diye sorarak sıçradığında dönüp kardeşime bakamadım bile. Efken, yüzünün etrafında saçan yıldırımlarla bana dönünce, Miraç’ın dudaklarından korku dolu bir ses yükseldi ama ben ne hareket edebildim ne de tepki verebildim. Sadece ona bakakaldım. Nemesis, tüm kudretiyle karşımdaydı ve güç, Efken’in damarlarını elektrik saçan bir yılana dönüştürmüş gibiydi.
“Sakın!” derken sesi bir yıldırımın statik sesini anımsatacak kadar bozuk, cızırtılı yükseldi. “Sakın bir daha bana emredeyim deme!”
“Nemesis’in seni ele geçirmesine göz yumuyorsun, öyle mi?” Sorum, yüzünün etrafında saçan küçük şimşek kıvılcımlarının daha çok parlayıp, daha da büyümelerine yol açtı.
“Nemesis, beni ele geçirmiyor,” dedi yeniden cızırtıyla yükselen sesiyle. “Sana Nemesis’in zaten ben olduğumu söylemiştim.”
“Nemesis, sadece karanlık,” dediğimde avucunu kaldırdı, keseden hangi ara çıkardığını bilmediğim tarot kartlarından biri parmaklarının arasında duruyordu. Kartın ön kısmında işaret, arka kısmında da orta parmağı vardı. Kartı bana doğru çevirince, bu kartın Yıkım kartı olduğunu gördüm.
“Evet,” dedi. “Ben sadece yıkım ve karanlığım.”
Tarot kartını ters çevirip ön tarafını yeniden kendi yüzüne çevirdi. Kartın yüzeyine bakarken diğer elini kaldırdı ve sadece tek bir parmak şıklatmasıyla, arkasındaki kapı simsiyah dumana dönüşerek yere yığıldı.
“Önümde durma, Mahinev,” dedi sertçe. “Görmem gereken bir şey var ve içimde durmadan bir şeyler patlıyor. Uzaklaş.”
Miraç, “Abla,” dedi tedirginlikle. “Ne olursun, uzak dur bu şeyden.”
“Efken.”
“Mahinev!” Efken’in şiddeti birdenbire kayboldu, gözlerimin içine yalvarır gibi baktı ve “Lütfen,” diye fısıldadı.
İbrahim’in merdivenlerin başında, “Siktir,” diye fısıldadığını duysam da kafamı kaldırıp o yöne bakmadım, sadece Efken’in gözlerinin içine bakıyordum; ruhunu görüyordum ama ruhu karanlıkla örülmüştü.
“Mahinev,” diye fısıldayan uykulu sesin sahibi Sezgi’ydi. “Sanırım ondan bir adım uzak durmalısın. Şu an pek güven teşkil etmiyor.”
Efken kapıdan çıkarken bir an tereddüt etmedim, arkasından gidip ıslak ve soğuk geceye karıştım. Benim dışarı çıktığımı gören herkes arkamdan geldi ama onları umursamadım. Şu an umurumda olan tek bir şey vardı, o da Efken’di.
Efken’in dışarı çıkmasıyla, etrafını koyu mor, siyaha yakın bir halkanın sararak onu çember altına alması bir oldu. Çıplak ayaklarımla ıslak karlara basarak ona doğru giderken Efken, tarot kartlarını hızla karmaya başladı. Karanlıktan gelen şeytani bir güç, Efken’in etrafında toplanıyordu.
Koruluğa arka arkaya düşmeye başlayan yıldırımların hepsi ağaçların dibine düşüyor ama ağaçlar yanmıyordu; karanlık ve koyu dumanlar, yıldırımların vurduğu ağaç köklerinden yükselerek Efken’in etrafını sarıyor, çember gitgide daha da genişliyordu.
“Efken, ne yapıyorsun?” diye sordum, sormadım, âdeta bağırdım ama tek yaptığı parmağını dudaklarına götürüp susmamı istemek oldu.
“Bir tür…” Sezgi bir süre düşünüyor gibi sustuktan sonra, “Bir tür görü almaya çalışıyor,” dedi. “Tarottan yardım almasından belli.”
Efken birkaç kart çekip gölgelerin önüne attığında, karanlık dumanları anımsatan gölgeler yere düşen kartların etrafını sardı, daha sonra o kartların içine bir bedene yerleşen ruhlar gibi yerleşerek gözden kayboldu.
“Mustafa,” dedi birden kafasını kaldırıp ileriye, koruluğa bakarak. “Mustafa, üç Kadim Cadı’nın elinde.”
“Efken-”
Kelimeler yeni bir cümleye gebe dahi kalamadan parçalanan pantolonun sesini duydum ama gölgeler tekrar çoğalarak Efken’in etrafını sardığında çıplaklığı gölgelerin ardına sığınarak gözlerde izler bırakmadı. Daha sonra, her bir tarot kartı dik duran bıçaklar gibi tenine saplandı ama bu kez farklı olan, tarot kartları tenine girdikçe, teninden onlarca şimşeğin dışarı fırlayarak etrafa saçılması ve ıslak, soğuk karlarda bile yanık lekeleri bırakmasıydı.
Daha sonra o gölgelerin içinden koca, siyah bir kurt zıplayarak çıktı; yere basan adımlarıyla birlikte karlar havada uçuştu ve arkasında kalan çemberdeki koyu mor, siyah ışıltılar kayboldu. Kurt, ön ve arka bacaklarının etrafını sarmaşık gibi sararak parlayan şimşek kıvılcımlarıyla hızla koşmaya başlamadan önce kafasını kaldırıp uzun uzun uludu; koşmaya başladığındaysa, koruluğun farklı noktalarından hızla fırlayan dönüşmüş kurt sürüsü onu takip etmeye başlamıştı.
“İbrahim!” diye bağırırken sesim çatlamıştı. “Peşinden git, tek bir an yalnız bırakma onu!”
İbrahim sadece başını aşağı yukarı salladı. Korku, pençelerini içimi yarmak ister gibi ruhuma geçirirken İbrahim’in anlık kaybolduğunu, daha sonra yanımdan rüzgâr gibi geçtiğini gördüm. Altındaki kotu çıkarıp boxerla kaldığında buna şaşırmadım bile. İnce bir zincir ile bacağına hızla hançeri sardı. Bir süre bir insan bedeninde koştu ve tam koruluğa karışacakken uzun sazlıkların üzerinden bir sırtlan olarak atladı. Havadaki ani dönüşümü, geride uzaklaşmaya başlayan dev pati seslerini ve koca bir sessizliği bıraktı.
Miraç, korkuyla olduğu yerde öyle çok donup kalmıştı ki, Ceyhun onu kolundan tutup küle dönmüş kapı eşiğinden geçirirken bakışları bir an bana çevrildi ama dönüp kardeşime bakamadım. Kalbimi yakan bir korkuyla korulukta gölgesi bile kalmayan, çoktan kaybolmuş adamın hâlâ gidişini izliyormuş gibi aynı noktayı izledim.
Manbel, “Bu iyi olmadı,” diyerek karanlık bir köşeden çıktığında yutkunamıyordum bile. Gece, tüm uğursuzluğuyla üzerime yıkılıp beni karanlığının altında erimiş bir muma çevirmişti sanki. “Yanına tüy almadı. Üstelik… Bu güç de neyin nesiydi böyle? Tüm karanlık ruhlar etrafını sarıp ona boyun eğdi.”
“Karanlık ruhlar mı?” diye sorarken sesim ruh gibi çıkmıştı. Evet, yanına bir koruma tüyü almamıştı. Öylece çıkıp gitmişti, öylece kaybolmuştu. Mustafa Baba’yı ele geçiren Kadim Cadıları bulduğunda ne yapacağını biliyordum, onları nerede bulacağını bildiğini de biliyordum ama içimdeki korku, onun cadılara yapacaklarını düşündüğümden değildi, cadıların onunla ilgili gerçeği öğrenecek olmasındandı.
“Karanlık ruhlar. Her bir yıldırımda birini yere düşürdü, etrafta ne kadar karanlık ruh varsa hepsi onun etrafına toplanıp ona itaat etti,” dedi Manbel, ardından bir an duraksayıp, “Onun ne olduğunu şimdi anladım galiba,” diye mırıldandı ama Efken’in ne olduğunu dile getirmedi.
Yaren’in donuk bir yüz ifadesiyle bize doğru yürüdüğünü gördüm, Manbel onu fark edince duruşunu dikleştirdi. Siyah gözlerinde yüzen endişe dolu gölgeleri görebiliyordum. Beni es geçerek Manbel’e doğru yürümeye başlaması normal şartlarda beni şaşkına çevirebilirdi ama bu defa öyle olmadı. Şu an yeteri kadar şaşkındım, hissedebileceğim tüm duyguları aynı anda hissettiğim bir andaydım.
“Tehlikedeler mi?” diye sordu Manbel’e, Manbel gözlerini indirip kızının yüzüne bakarken bir süre konuşmadı ama sonra, “Her zaman tehlikedeydiler,” dedi.
“Bu kez daha mı çok?” diye sordu bu kez Yaren, sesi bir çocuk gibiydi. Kandırılmak, ikna edilmek istese de bir yanının gerçeğe muhtaç olduğunu kendisi de biliyordu.
Manbel ona bakarken gardını indirdi ve “Daha çok değil,” dedi.
“Senin tüyün onları korurdu, neden tüy vermedin onlara?”
“Bir tüy verecek zamanımız olmadı, birdenbire gittiler,” dedi Manbel, sonra aralarında garip bir sessizlik oldu.
Yaren, “Abime ve İbrahim’e bir şey olmasın. Benim abimden başka kimim var ki?” diye sorarak başını önüne eğip kaşlarını çattığında, Manbel sertçe yutkunup elini korkarak kızının omzuna koydu. Yaren bu dokunuştan başta hoşlanmamış gibi irkildi ama sonra kafasını kaldırıp babasının gözlerinin içine baktı.
“Abine bir şey olmayacak, Sevgili Yaren,” dediğinde Yaren’in kaşlarının yumuşadığını fark ettim. “Ona bir şey olmayacak ama bu hayatta başka kimim var ki demeden önce gözlerimin içine bak ve gözlerimdeki yerini gör.”
“Bizim için her şeyin farklı olabileceği yerden çok uzaktayız,” dedi Yaren tüm içtenliğiyle. “Senin hiçbir şeyi bilmediğine inanıyorum ama sen de benim kafamdaki baba figürü olmadığına inan. Benim babam aileme saldırmazdı.”
Manbel, “Bu beni hiçbir zaman affetmeyeceğin anlamına mı geliyor?” diye sorduğunda, bu soruyu sorarken tereddütte kaldığını hissetmiştim. Alacağı cevaplardan korkuyordu.
“Ben seni çocuk tarafımla affetmek istesem bile şu an karşında duran yetişkin kadın affetmez,” dedi Yaren, daha sonra omzunu sertçe silkerek Manbel’in elinin boşluğa düşmesini sağladı. “Ama eğer kanın benim damarlarımda dolaşıyorsa, bizi bekleyen mutlak çarpışmada ailemin yanında olmanı istiyorum. Bir baba gibi yanımızda olamasan da bir müttefik olarak yanımızda ol.”
Yaren sırtını dönüp taş eve doğru gitmeye başladığında topuklarımın üzerinde göle doğru döndüm. İhtimaller kafamda en hızlı şekilde yerlerini alarak yeni bir karar doğurduğunda, “Ulaş,” dedim kapısız kalan taş evin holünden beni izlediğini bildiğim Ulaş’a. “Beni hemen Yakamoz’a götür.”
“Fakat Mahinev,” dedi Ulaş ama ona aldırış etmeden, “Şimdi oraya gidiyoruz,” diye direttim ve bakışlarımı omzumun üzerinden kızının yıktığı bir bina gibi enkaz hâlinde duran Manbel’e çevirdim.
“Kadim Büyücü’yle ilgili bilmem gerekenleri kısaca anlatıyorsun. Şimdi.”
“Ne yaptığının farkındasın, değil mi?” diye sordu Manbel sessizce.
Gözlerine kararlı bir şekilde bakarken, “Evet,” dedim. “Suyun altındaki krallığa gidiyorum.”
❄️
EFKEN KARADUMAN
🎧: E.S Posthumus, Moonlight Sonata
Onun gözlerimin içine, ruhumu görüyor gibi en derinlerime baktığı ilk ânı hatırlıyorum.
Kandan bir elmas gibi parlayan kızıl gözlerinin felâketimin altına ıslak bir imza bırakacağını daha o an, ilk kez gözlerimiz birbirine değdiğinde anlamış ama bunu şiddetle reddederken yine ona doğru sürüklenir hâlde bulmuştum kendimi.
Başlarda gözümde deneyimsiz, küçük bir kızdı ve beni, daha doğrusu bir erkeği merak ettiğini düşündüğüm için o bakışlara anlamlar yüklememek için kendimle savaşmıştım. Daha sonra o meraklı kandan elmasların bir erkekle değil, benimle ilgili bir şeyleri öğrenme isteğiyle baktığını fark etmiştim.
Kendimi ilk defa o an çırılçıplak hissetmiştim çünkü kadınlar çıplak vücuduma beğeniyle bakardı ama kimse o bedenin ardındaki ruhu görmezdi; göstermeyen ben olsam da göremeyenlerin de onlar olduğunu hep hissederdim.
Ta ki o kızıl gözler gözlerime saplanıp ona hiç söylemediğim sırları bile gördüğüne beni inandırana kadar…
O, benim sadece bedenime değil, ruhuma bakıyordu. İçimi görüyordu. Kafamda dolaşan karanlık düşünceleri, ışık görmemiş fikirleri, sırlarımı, yaralarımı, kimseye anlatmadığım ve içimde yaşadığım ne varsa hepsini görüyordu. Bazen beni bu kadar gördüğü için öfkeleniyordum; onu omuzlarından, kollarından tutarak sarsmak ve ona yalvarmak istiyordum. Beni bu kadar çıplak görmemesi için. Hakkımdaki her şeyi fark etmemesi için. Bilmemesi için.
Bazen de gösterdiklerimi bile görmüyordu. Gözünün önüne bıraktıklarımı görmezden geliyor, bana yokmuşum gibi davranıyordu; sanki gözüne bir perde iniyordu da beni göremiyor, kulakları sağır oluyordu da düşüncelerimi duyamıyordu.
Ama bir kez fark ettiğinde duramazsın.
Bir yerde bir orman yanar, bir bina yıkılır, deniz taşıp şehri altına almak için sokaklarda ilerler, gök yere düşer ve yer gök olur. Sen fark edersin ve duramazsın. Ormanı yakarsın, binayı yıkarsın, deniz gibi taşıp sokakları aşar, gök olur yere serilir, yer olur göğe dönüşürsün. Anlamak böyle bir şeydir. Ben onun gözlerine bakıp farklı bir adam olduğumu gördüğümde, onun için farklı olduğumu anladığımda duramadım.
“Bu çok tehlikeliydi,” diye mırıldanırken sesi yavru bir kedinin sesi gibi çıkmıştı. Dudaklarıma yerleşen tebessümü göremedi.
“Tehlikeyi sevdiğini, benim gözlerime senin için farklı bir adam olduğumu göstererek baktığın ilk anda anlamıştım,” dedim, durdu, bazen söylediğim bir şey onu böyle durduruyordu. Böyle anlarda düşüncelerine ulaşmak, her birini görebilmek, duyabilmek istiyordum.
Sonunda, “Senin benim için farklı olduğunu bakışlarımdan mı anlamıştın?” diye sordu, sesi bu durumun onu şaşırttığını ele veriyordu. Ya da belki de bu şaşkınlık değildi, utanmıştı.
“Başta senin deneyimsiz bir kadın olduğun, beni merak ettiğin, daha doğrusu bir erkeğe yabancılık duyduğun için beni incelediğin düşüncesine kapılmıştım,” dedim.
Parmaklarım teninde cehenneme duyduğum arzuyu anımsatır gibi dolaşıyordu. Gerçek anlamda bu kadın benim cehennemimdi ve cehennemde, cennete dair illüzyonlar olduğunu onunla öğrenmiştim. Cennet gibi hissettiriyordu.
“Meraklıydın, o kandan elmasların hep yeni bir şey daha öğrenme isteğiyle bakıyordu bana. Kendimi karşında çıplak hissettim, evet, kadınlar bedenime bakardı ama sen ruhuma bakıyordun. Sanki tüm düşüncelerimi görüyordun.”
Bu kadar açık olmam ona ne hissettirdi bilmiyordum ama bir şeyin içimi bıçak gibi deştiğini hissedebiliyordum. Yine de onun gözlerine yansıyan gerçeklerden kaçmadım. Artık kaçamazdım. Kaçmak istemiyordum.
“Çırılçıplak hissettiğim için bazen öfkeden deliye dönüyordum. Bazen beni o kadar görüyordun ki, beni bu kadar görme diyerek sarsmak istiyordum seni. Bazen de hiç görmüyordun, sana nasıl baktığımı fark etmiyordun, senin hakkında ne düşündüğümü anlamıyordun…”
Söylediklerimin tenini ürperttiğini fark ettim. Parmaklarımın altındaki kutsal deri, duydukları, öğrendikleriyle kabardı. Bir nefes ciğerlerine dolduğunda, o nefes benim ciğerlerime dolmuş gibi rahatladığımı hissettim.
“Ben zaten deneyimsizdim,” dedi, dirseklerini okşamaya başlayan parmaklarımın hareketleri bir an duracak gibi oldu. Bunu seviyordum. Hoş, öyle olmasa da onunla ilgili her şeyi severdim. Bana hissettirdiği aitlik çok başkaydı. Öfke, hayal kırıklıkları, kavgalarımız, ona dokunuşum ve bana dokunuşu, aslında tamamı aitliktendi.
Yine de onun yanında başka bir adam düşünmek istemiyordum. Onu benim gibi biriyken düşünmek ona değil, kendime nefret duymama neden oluyordu çünkü hayatım boyunca gerçekten hissetmenin ne olduğunu bilmeden yaşayacağımı sandığım çok anlar olmuştu. Hissiz, çiftleşme duygusuyla yaşayan hayvanlardan ne farkım vardı? Ona dokunan parmaklarımda günahın izleri vardı ve ona dokunduğumda onun ruhunu kirlettiğimi düşünüyordum.
O, benim aksime hisleri olmadan dokunmazdı birine, o benim aksim olan her şeydi ama benimleydi. Keşke böyle bir adam olmasaydım duygusu bir süredir, yani onun gözlerine baktığım andan beridir içimi oyup duran bir kılıca dönüşmüştü ve bu kılıç, Nemesis’in kılıcından bile daha keskindi.
“Evet. Çok deneyimli ol ya da hiç deneyimli olma, umurumda değil. Umurumda olan bu değildi yani. Umurumda olan sensin.” İşte bu, kendime bile itiraf ederken etimi kesen bir gerçekti. Şimdi o da bunu biliyordu ama eminim söylemeseydim de bunu hissetmişti. Bendeki yerinin farkında olmalıydı.
Konuşmaya devam ederken ikinci kez düşünmedim çünkü düşünürsem susardım, susarsam onu yeniden içimde yaşardım. Ben artık Mahinev’i sadece içimde yaşamak istemiyordum, ben onunla içimdekileri yaşamak istiyordum.
“Başka bir bedende de bulsaydın beni, yine çekecektin dikkatimi. Bunu sen de biliyorsun. Beni sana çeken sadece güzelliğin değil. O da vardı ama tek sebep bu değil. Sen beni çırılçıplak ve çaresiz bırakıyorsun. Ama gördüm, gözlerindekinin sadece merak olmadığını gördüm. Senin için hiç kimsenin etmediği anlamları ifade ettiğimi gördüm,” diye mırıldandım.
Hissettikleri yanı başımdaydı. Kalbini iki yana açılan kanatlar gibi açılarak saran alevler, çok uzun zamandır beni zaten yakıyordu ama şimdi onu da yaktığını biliyordum.
Nefesinin sesi, kutsal bir ilahi gibi kulaklarıma doldu. Çenesini göğsüme sürterek kafasını kaldırıp bana alttan alttan bir kedi yavrusu gibi baktığında, bana karşılık veren kandan elmas gözleri, her seferinde içine düşüp en baştan yanmaya başlamaktan asla bıkmayacağım bir cehennem çukuruydu.
İçimde öyle çok vardı ki, bu beni çıldırtmanın eşiğine getirmişti. O eşikte kaybettiğim sadece aklım da değildi. Ben o eşikte kalbimi de kaybetmiştim.
“Bu bakışlar sadece Mēness ve Saul ile alakalı değil,” dediği an kalbimi kapana kıstırdığını biliyor muydu bilmiyordum ama gözlerimi farkındalıkla kıstım.
Bir süre boyunca susup gözlerime baktı, o gözlerden ne kadarını alabilirse kârınaydı. Beni oyuncağı etmesi sorun değildi, birinin oyuncağı olacaksam sadece onun oyuncağı olmaya hazırdım. Sertçe yutkundu, soğuk yanağını göğsüme bastırdı ve kandan elmaslara benzettiğim gözlerini yağan yağmura çevirdi.
“Öyle yani,” diye mırıldandı suçlu küçük bir çocuk gibi.
Çenesini tutmak, kaldırmak, yüzüne bakmak, ömrümün son bulmasını dilediğim dudaklarına dudaklarımı dayamak ve ona tüm gerçekleri öperek vermek istedim. Soluğum soluğunda kaybolsun, tenimi ateşe veren teni, geride küllerimi bırakana dek beni kavursun istedim.
“Mēness, Saul için ne anlama geliyor, biliyorum, onun anıları benim kafamın içinde ama Saul, senin benim için ne ifade ettiğini asla bilmeyecek, Mahinev,” dedim, Saul zihnimin derinliklerindeki karanlığın içinde usulca gülümsedi.
Dudaklarına çizilen tebessümü gördüm. İşte o tebessüm, benim kıyametimdi. Ben yenilirsem, bu tebessüme yenilirdim. Parmaklarımı çenesine yerleştirip güzel başını havaya kaldırdığımda, gözlerim o gülüşe âdeta zıhlı duruyordu.
İşte ben bu gülümseme için yaşıyordum.
“Ay yüzünün ortasında iki kandan elmas,” diye fısıldadığımda göz bebeklerinde yansımam vardı. “Dudaklarındaki tebessüm de benim içimdeki tutulma.”
Tutuldum.
“İçindeki mi?”
“İçimdeki.” İşte o gözler, cevabımla beraber tekrar ruhuma bir bıçak olup saplandı. Gözlerini gözlerimden tek bir an ayıramadı. “Ruhumdaki,” diye mırıldanırken kaşlarım çatıldı. “Kafamdaki, kafatasımın içinde, düşüncelerimdeki.” Dudaklarına bakarken yutkundum, gözlerine bakarken boğuldum. “Kalbimdeki.”
Bu cümlelerden sonrası aslında ona ettiğim bir yemindi. Başka bir kadın olmayacak yeminiydi, son sensin ve yemin ederim ilk de sen olman için canımı verirdim, yeminiydi. Belki anladı belki anlamadı. Belki o anlamadı ama hissettim, kalbi beni anladı.
Zaman aktı, gülüşünü izledim, aramızda şakalaşmalar oldu ama ben buna katılırken bile aslında sadece gözlerini izledim.
Kokusunu bıraktığı çarşafları çıkardım, aşağı indirdim, yıkamaya koydum ve sonra bir süre merdivenlerin başında durup salonda uyuyan kardeşini seyrettim. Yakışıklı bir çocuktu, yüz hatları Mahinev’inkine benzese de Miraç’ın yüzü daha kemikli ve sertti; Mahinev gibi dolunay suratlı değildi. Onu bekleyen kader neydi, nasıl bir mücadele verecekti henüz bilmiyordum.
Nemesis’in görüşü alnımın ortasında üçüncü bir göz gibiydi. Bunu Mahinev’e şimdilik söylememiştim çünkü görülerim henüz çok da güçlü değildi. Görülerimle Miraç’ı yoklasam da onunla ilgili geleceği, aslında ne olduğunu, neye hizmet ettiğini göremedim.
Uyku onun kollarındayken daha güzeldi. Ama bu çok uzun sürmedi. Karanlık tüm benliğimi sarana, bedenimi yırtıyor gibi dışarı çıkan ışık her yeri aydınlatıp, beni aydınlatmak yerine daha da karanlığa boyadığında, Nemesis’in derimin altında ilerleyen bir yaratık gibi beni oya oya şekillendirdiğini hissettim. Evreni yakıp küle çevirecek bir gücün tamamı içimde patlamak ister gibi geriliyor, derimin dışında ışık olarak yayılsa da aslında karanlığın ta kendisi olduğunu bana gösteriyordu.
Nemesis, önce derimin altında ilerledi, benden bir parçaydı, hatta bendim. Kendi içimde ilerleyen bendim. Bir öze dönüşmüştüm ve damarlarımda çağlıyordum. Karanlığın davulları düşüncelerimde patlıyordu, gölgelerle dolu çanlar zihnimde çınlıyordu; Nemesis’in ta kendisi olduğumu bana gösteren ışıklar tavanda oynaşırken gözlerimi kıstım ve bedenim kilitlendi.
Önce Mustafa’nın sesini duydum, yaşlı herifin sesi zihnimde bir yankı gibi yürüdü, zihnim boşmuş gibi o sesle çınladı; her yana vurdu ses, her yanı sardı, her yanda Mustafa’nın sesini duydum. Göz bebeklerim küçüldü, bir noktadan bile küçük oldu; nokta da kayboldu. Gözlerim tek renge dönüştü, o renk daha da aydınlık kazandı; gözlerim şimşeğin kendisi oldu. Işık gürleşti, görüler gelmek için kapıma dayandı ama bir yardım çağrısı vardı. Görebilmek için daha fazlasına ihtiyacım vardı.
Zihnimin esir tutulduğu yerden bana, “Efken,” diye seslendi korkuyla. Onun sesinde korkuyu duymak beni durdurabilirdi ama içimdeki o emici gücü, sonsuz karanlığı durdurmaya yetmedi. Gözlerim anlık ona dokundu, birkaç saniyeydi ama onu görmek beni biraz olsun rahatlattı.
Böyle büyük bir güç, içimi yırtan bir enerji beni talan ederken bir şeylere tutunmaya ihtiyacım vardı ve onun gözleri benim tutunduğum tek daldı.
Gözlerimdeki muhtaçlığı görsün istedim, korkuları bir anlığına kaybolsun ve gerçek Efken’i görsün. Nemesis de Saul da aynı kişilerdi, Efken de aynı kişiydi ama onun gözlerine bakan bambaşka bir adamdı.
Onun yarattığı adamdı.
Ben onun eseriydim. Ve onun esiri.
“Efken,” diye fısıldarken sesindeki korkunun kaybolmaması gözlerimdeki parıltının çoğalmasına yol açtı. “Neler oluyor?”
Gözlerimi yumup ışıkları durdurmaya çalıştım ama güç artık beni dinlemeyecek kadar çok hükmünü sürmeye başlamıştı. Bu güçten hoşlanan yanımla birlikte gözlerimi açtım ve yataktan fırlayarak kalktım.
Görüyü güçlendirmeliydim, görü benden yardım bekliyordu, karanlık ona daha karanlık bir şeyle karşılık vermemi istiyordu. Yerde duran valizi açtığım anda görü güçlendi, istediğim şeye gittiğini anladı. Tarot kartlarını muhafaza eden keseyi kaptığım gibi odadan ışık hızıyla çıktım ama arkamdan geldiğini biliyordum. Dönmek, ayaklarına kapanmak ve durmasını istemek kalbimi sıkıştırıyordu; şimdi benden uzaklaşmak zorundaydı.
“Dur!”
Bu emir, bedenimde statik bir patlamaya yol açtı; aynı anda yirmi, otuz, kırk yıldırım ruhuma düştü ve sancıyla hırladım. Ellerim başıma giderken ona bağırmamak için kendimi sıktığımı bilmiyordu, muhtemelen sadece canımı yaktığından bunun olduğunu zannediyordu ama yanılıyordu. Tek derdim, onu incitmemekti.
Kardeşinin sesini duydum, etrafımıza toplanan insanları hissettim. Yüzümün etrafında patlamaya başlayan şimşek sızıntılarıyla ona baktığımda karşımda donup kalması içimi sikti. İçimdeki gücü durduramadım, bir emir daha aldığım anda onu kıracağımı bildiğim için, “Sakın!” diye hırladım ve sesim bozuk bir frekans sesi gibi cızırdadı. “Sakın bir daha bana emredeyim deme!”
“Nemesis’in seni ele geçirmesine göz yumuyorsun, öyle mi?” diye sorduğunda damarlarımda kan değil, şimşek ve Alfa pençeleri dolaşıyordu. Bir an içimdeki öfkeyi durduramadım. Göremediği şey, benim Nemesis’in ta kendisi olmamdı. Ben zaten oydum, bunu neden kabullenemiyordu? Ben mutlak surette karanlıktım.
“Nemesis, beni ele geçirmiyor. Nemesis’in zaten ben olduğumu söylemiştim.”
“Nemesis, sadece karanlık.” Ondan bu cümleyi duymamla, Yıkım kartını parmaklarımın arasında havaya kaldırmıştım. Kartı ona doğru çevirmemle yüzündeki renklerin çekildiğini gördüm.
“Evet. Ben sadece yıkım ve karanlığım.” Tarot kartını yeniden kendi yüzüme çevirirken içimde gümbür gümbür ilerleyen o güç, doruğa ulaşmak üzereydi. Parmağımı havaya kaldırdım, şıklattım ve arkamdaki kapıdan yoğun bir kum sesi çıktığını duydum. “Önümde durma, Mahinev,” derken arkamdaki kapının yıkıldığını biliyordum. “Görmem gereken bir şey var ve içimde durmadan bir şeyler patlıyor. Uzaklaş.”
Miraç zihnimi okumuş gibi, “Abla,” dedi. “Uzak dur bu şeyden.”
Bu şey. Evet, o bendim.
Bana yakarır gibi, “Efken,” dediğinde, bir anlığına zamanı bile durduracak kadar kuvvetli bir şekilde kalbime asılarak ona yalvarır gibi bakmak istedim ama güç beni çekiştirdi.
“Mahinev!” İsmi dudaklarımdan şakıma sesi gibi çıksa da kalbimi asılan tarafım ağır bastı ve bu defa ona bakışlarımla, sesimle, benliğim ve ruhumla yalvardım. “Lütfen,” diye fısıldadım.
Gözleri gözlerimde düğümlere dönüştü. İbrahim’in sesini duydum ama ne dediğine dikkat kesilmedim, sadece ona baktım; ruhumu ona gösterdim ve ben de onun ruhunu gördüm. Benim ruhum karanlıktı, onun ruhu kar taneleri kadar saf ve soğuk.
Sezgi, Mahinev’i uyardı. Güvenli olmadığımın altını çizdi, cümlelerine odaklanmadım ama ona hak verdim. Kapıdan çıkarken Mahinev’in arkamdan geleceğini bilsem de durmadım. Artık duramazdım. Durabileceğim aşamayı çoktan geride bırakmıştım.
Karların ortasında durduğum an siyah, koyu renk, içinde mor ışıltılar da olan gölgeler etrafımı sarıp bir çember oluşturdu. Nemesis’i daha yakında, ensemde, kalbimde, ruhumda hissettim. Artık sadece damarda ilerleyen karanlık bir kandan ibaret değildi. Kimliğimdi.
Şeytani bir gücün içimden dışıma aktığını, kalkan kurduğunu ve bu kalkanın mıknatıs gibi kendisine doğru karanlık olan her enerjiyi çektiğini hissettim. Tarot kartları hızla parmaklarımın arasında yer değiştiriyor, kartları birbirine sokarak karıyordum. Ruhum uluyordu, bir Alfa oradaydı, megaydı ve kükredikçe gücün altını ateşiyle harlıyordu. Koruluğa düşen her bir yıldırımda içeride biriken tüm güçlerim birbirine çarparak kaosu yaratmaya devam etti. Karanlık, duman formundaki enerjilerin etrafımı sarmaya başladıklarını fark ettim.
Enerjiler kim olduğumla ilgili kendi aralarında konuşuyor, fısıltılar hâlinde etrafımda dönüyorlardı. Mahinev ve diğerlerinin söyledikleri hiçbir şeyi duyamıyordum. Tek duyduğum fısıltılardı. Enerjilerin karanlık sesleri, meraklı konuşmaları ve beni tanımaya çalışmaları…
Sonunda bana itaat ettiler ve yere savurduğum dört tarot kartının üzerine çöktüler. Görüm genişledi. Mustafa Baba’nın asılı durduğu ağacın karanlık dallarını gördüm, ardından uzun gövdesini. Yaşlı herifi ellerinin bileklerinden kadim büyüyle mıhlanmış bir halatla ağaca asmışlardı. Olduğu yeri gördüm, onu götürenlerin yüzleri kartların yüzeyinde, gölgelerin içinde belirdi; anladım.
“Mustafa,” diyerek koruluğa doğru başımı kaldırdığımda kalbim öfkeyle yanıyordu. “Mustafa, üç Kadim Cadı’nın elinde.”
İsmimi söyledi ama kulak kesilemedim. Sadece bedenimin genişlemesine izin verdim. Gölgeler etrafımı beni korumak isteyen muhafızlar, askerler gibi sardı ve bedenim pantolonu patlatarak genişlerken gözlerimi kıstım. Adalelerim parçalanıyor gibi hissettim, kemiklerim kırıldı, yer değiştirdi, tekrar kaynadı ve bu sancılı süreç birkaç saniyede yaşandı. Tarot kartları tenime ne zaman saplansa, onlarca yıldırım, onlarca şimşek tenimden fırlayarak etrafa saçılıyor, her yanı yakıyordu.
Gölgelerin içinde yükselerek zıpladım, adımlarım yere bastığında etrafımdan bir kar yığını yükseldi. Bacaklarımı ve kollarımı sarmaşık gibi sarmış şimşeklerin, yıldırımların kıvılcımlarıyla koşmak için hazırlanırken kafamı kaldırdım ve sürüyü çağırdım. Bağırdım, uludum ve koşmaya başladığımda koruluğun dört bir yanından dönüşerek atlayan sürü beni takip etmeye başladı.
Kurtlar kendi aralarında konuşuyorlardı. Bazıları, “Neler oluyor?” diye sordu, bazıları ise, “Sus ve Alfa’yı takip et,” diyerek uyarıda bulundu.
O kadar uzun süre koştuk ki, saniyeler değil dakikalar suya dönüştü, daha sonra saatler de su damlaları kadar hızlı kaymaya başladı ve bir dağ aşıp, iki arazi geride bıraktığımızı fark ettim. Tüm bunlar olurken İbrahim yanımdaydı, sürüdeki en farklı parça tam yanımda koşuyordu; bir kurt değil, bir sırtlandı ama bu sürünün demir başlarından biri gibiydi. Oysa sürümden bile değildi.
Sırtlanın hareket etmeyen ağzına rağmen İbrahim’in sesini duydum: “Nereye gidiyoruz?”
“Mustafa’yı bulmaya,” dedim, sesim zamana yayıldı. Bir sürü koca yırtıcı olarak ilerlerken beni onlardan ayıran, koştukça bacaklarımdaki ve kollarımdaki şimşeklerle kaplı kıvılcımların daha da gür ışık yansıtmaya başlamasıydı.
Nemesis, kafamın içinde bir yeni düşünce daha yarattı ve hızımız kesilmeye başladı. Bir Gümüş Pençe olarak ağır adımlarla yürümeye başladığım karanlık ormanın derinlerine girdiğimde, on üçüncü adımımı bir insan olarak attım. Çıplak bedenimi siyah şimşekler sarmıştı, sadece göğsüm ve uzun bacaklarım görünüyordu.
Çok geçmeden İbrahim de arkamda bir insan olarak yükselip on yedinci adımını bir insanın bedeniyle attı ve daha açık renk yıldırımlarımdan birkaçı onun da çıplak bedeninin bir kısmını örtmek için onu sardı. Bacağına zincirle bağlı duran hançeri fark ettim. Arkamdan gelirken hançeri yanına almış olmalıydı.
Gümüş Pençeler dev bedenleriyle sinsice arkamızda yürümeye devam ediyorlardı.
İbrahim bedenini örten yıldırım sarmaşığına bakarken, “Şükürler olsun ki güzel götümü arkadaki kurt sürüsüne ziyafet olarak sunmadın,” diye fısıldadı.
“Kes sesini,” derken bir dalı elimle çekip kafamı eğerek altından geçtim ve büyük, boş bir araziyle karşılaştım. Daire şeklindeki arazinin her tarafı ağaçlarla sarılıydı; sanki ağaçlardan oluşan bir çemberin ortasındaydı.
“Buralarda bir yerlerde olmalılar. Steve, Batuhan siz şu tarafa,” diyerek sol koruluğu işaret ettim. Steve ve Batuhan, bronz ve gri renk iki kurt hızla o yöne koşarken Hatem bir adım öne çıkarak kurt formuyla yandan bir bakış attı. “Sen burada kal, çıkışı kapat,” dediğimde başını aşağı doğru eğdiğini gördüm. “İbrahim, benimle gel.”
Diğerlerini arkada bırakarak tam karşıdaki koruluğa girdiğimizde İbrahim, “Mühür yüzünden ne olduğunu anlayamıyorum, değil mi?” diye sordu sessizce.
“Evet ama yakında öğreneceksin.”
“Bu ne demek?”
“Şu andan itibaren savunmasızım ve eminim mührü kırmak üzereler,” diyerek dalları elimle kenara çekip İbrahim’e cevap vermeden ağaçların arasında ilerledim.
“İşte buradasın, Alfa,” diyen ses anlık olduğum yere saplanıp kalmama neden oldu. Gözlerim sesin olduğu yöne gittiğinde, uzun saçlı erkek bir cadının beş, altı metre ötemde durduğunu gördüm. Arkasındaki ağaçta asılı duran Mustafa Baba’ydı. Baygındı, başı önüne doğru düşmüştü.
“Karşıma tek başına çıkacak kadar aptal değilsindir,” dedim ona doğru dönüp, sinsi adımlarla ona yönelerek. “Diğer ikisi nerede?”
“Köpeklerinle oynamaya gittiler,” dediğinde gözlerim kısıldı.
“Ve seni bana yemek ol diye bıraktılar,” diye mırıldandığımda Kadim Cadı saçlarını savurarak güldü.
“Yalnız olduğumu düşünmene üzüldüm, Alfa. Ne maharetlerin olduğunu biliyorken sence böyle bir hataya düşer miyim?”
Sorusunu tamamlamasının ardından on beş, yirmi ışık aynı anda yanıp söndü ve etrafımızı çok kıdemli olmasalar da oldukça güçlü cadıların sardığını gördüm. İbrahim ile birbirimize sırtlarımızı vererek çevremizi saran cadılara bakarken Nemesis onları tek hamleyle yok edebileceğimi fısıldadı: Bu vesvese değildi, gerçekti. Tek bir saldırıyla hepsini yok edebilirdim ama bu saldırı İbrahim’e, hatta Mustafa Baba’ya zarar verebilirdi. Ama yok edebilirdim. Yok etme gücüm vardı. Güç, karanlık yanımı çekiştirip durdu.
“Şimdi ne yapacağız?” diye sorduğunda İbrahim, ben avucumun içindeki çizgilerden yavaşça süzülerek dışarı çıkmaya başlayan tarot kartını izliyordum. Cadılar hareketsizdi, ne yapacağımızı kestirmeye çalışıyor gibi bizi izliyorlardı ve bir tanesi avuç içimde beliren kartı fark edip çatık kaşlarla bana bakmaya başlamıştı.
“İbo,” diye fısıldadım. “Gül.”
“Ne?”
“Gülmeye başla ve dikkatlerini dağıt. Zihinleriyle oyna.”
İbrahim’den küçük bir kıkırtı çıkınca, cadıların duraksayarak ona baktıklarını fark ettim. O küçük kıkırtı, birden patlayan ani bir kahkahaya dönüşünce, bir cadı geri adım atarak çatık kaşlarla, “Ölüm Kahkahaları mı?” diye sordu kısık sesle.
İbrahim elini havaya kaldırıp daha kuvvetli bir kahkaha attığında, cadılardan biri dizlerinin üzerine düşerek zemindeki erimiş kar ve çamurlaşmış toprağa bakmaya başladı. Diğer cadılar, cadıyı yerden kaldırmaya çalışırken İbrahim daha kuvvetli bir kahkaha attı ve Cadı, yerdeki çamurlu taşı alıp büyük bir hızla kendi kafasına vurmaya başladı. Kafatasına öyle ağır darbeler indiriyordu ki kolunu tutan cadılar bile bu darbelere mâni olamıyordu.
Cadılardan biri büyüsünü kullanıp bana saldırmaya çalıştığında sadece gözlerimi kaldırıp eli havada duran cadıya baktım ve cadının eli geriye doğru bükülürken dudaklarından acı bir çığlık döküldü. Kadim Cadı, dehşet içinde yarattığım karanlık kaosu izlerken bir adım geri çekilmişti.
Avucumun içindeki tarot kartını elini ters döndürdüğüm cadıya çevirip, “Öl,” diye fısıldamamla, bir şimşeğin dik şekilde cadının kafatasından içeri girmesi aynı saniyelerde yaşandı. Avucumdaki tarot kartı küle dönüp külleri yere dökülürken herkes birden taşa dönerek parçalanmaya başlayan cadıya bakakalmıştı. Diğer cadı, İbrahim’in kahkahalarıyla elindeki taşı aralıksız şekilde kafasına vurmaya devam ediyordu.
Sonra aniden her birini şimşeğin eleğinden geçirdim. Her biri taş oldu, hangisi bana saldırmak için harekete geçse, kafasından içeri bir kılıç gibi yıldırımlar girdi. Yere dökülen taştan cesetleri izledim. Kadim Cadı, etrafında yukarı fırlayan su dalgaları gibi görünen bir enerjiyle tam karşımda durduğunda, İbrahim de sırıtarak Kadim Cadı’ya doğru dönmüştü.
Cadının gözleri anlık İbrahim’in çıplak bacağına bağlı duran hançere kaydı, göz bebeklerinde korkuyu gördüm, ardından o gözler bana çevrildi ve sertçe yutkunup, “Mühürle saklıyorsun,” dedi. “Ne olduğunu bir mührün arkasında gizliyorsun. Çünkü sen… Var olmaması gereken bir şeysin.”
“Ve sen, zeki cadı. Beni yok edemeyeceksin.”
“Ne olduğun ortaya çıkınca, seni yok etmek için gelecekler,” dedi titreyen bir sesle. Sesi titriyordu. İşte buydu. Yeryüzündeki en güçlü, ismi bile mitlere kazınmamış Kadim Cadılardan biri tam karşımda titriyordu. Nemesis’in karanlığı hoşnutlukla genişledi; gülen bir yüz gibi yukarı kıvrılarak çağladı.
“Burada!” diye bağırdı cadı, bu beklenmedik çığlıkla bir an duraksadım ve İbrahim’in eli hızla hançerine gitti; içgüdüsel olarak yaptığı bu şey, cadının korkuyla bir kez daha bağırmasına neden oldu. “Yanında hançerin sahibiyle geldi, burada!”
İki Kadim Cadı’nın nefesini ensemde hissettim. Daha sonra tek olmadıklarını, başka kıdemli cadıların da ormanın her yanına yayıldığını anladım. Ne yapacağımı, kararımın ne olması gerektiğini sorgularken fazladan birkaç dakikam olmadığı gerçeğiyle yüzleştim. Ya riske girip yok edecektim ya da teslim olacaktım ve yenik düşecektim.
İbrahim hançerin kabzasını açarken avucumun içinde çakan şimşeğin bir kılıç sapı kadar kalınlaşarak parmaklarımın iç tarafını doldurduğunu hissettim. Daha sonra o şimşek uzayıp avucumun içindeki yıldırıma dönüştü, yıldırım keskinleşti ve yerini bir kılıç aldı.
“Sarın etraflarını, kardeşlerim!” diye bağırdı Kadim Cadı, Mustafa Baba tam arkasındaki yüksek ağaca bağlı hâldeydi ve hâlâ kendisinde değildi. Yaşlı kurda ne olmuştu bilmiyordum ama zayıf kalp atışlarını duyduğum için çok da endişeli hissetmiyordum. Yaşıyordu.
Bir dal, canlı bir varlık edasıyla hızla İbrahim’e yöneldiğinde, İbrahim ilk kez hançeri avucunun içinde saldırı pozisyonunda tutuyordu. Bir kahkaha döküldü dudaklarından, deliliğin ve ölümün kahkahasıydı bu, hemen arkasından hançer kahkahasını taşıyan sesin üzerinde kaydı ve kahkahanın yankılara bölünerek etrafa dağıldığını gördüm. Tüm ormana gitti, tüm cadılara ulaştı, zamanı kullandı ve her yana dağıldı.
Kılıcım, bir cadının büyüsünün şeffaf kalkanını yardı; yarılan kalkandan düşen şeffaf parçalar cam kırıkları gibi zemine döküldü. Kadim Cadı sayısı azdı, kıdemli cadıların sayısı çok olsa da başa çıkılmayacak kadar çok değildi. Tek hamlede hepsini yok etmektense onlarla savaştım, benim üzerime gelmelerini sağladım. Ne İbrahim’i ne de Mustafa Baba’yı tehlikeye atıp bir ölüm girdabı yaratmadım, karanlığı tek seferde savurup her şeyi yok etmedim. Savaştım.
Kadim Cadılardan kadın olan, kadim büyüyle mühürlü olduğunu bildiğim kılıcı bana çekerek üzerime çullandığında, yıldırımları saçan kılıç ve büyülerle dövülmüş kılıç birbirine çapraz şekilde durup havada bir çarpı şekli oluşturdular.
“Ne olduğunu söyle!” diye emrederken ona yamuk bir şekilde güldüm.
“Bana Mahinev’den başkasının emirleri sökmez,” dedim ve kılıcına ikinci darbeyi kılıcımla vurduğumda, kılıç elinden kayarak yere düştü.
Avuçlarını yeni bir büyü için birbirine yaklaştırmasına izin vermeden kurt pençeleri şeklinde yaralar açan yıldırımların derisini dağlamasını izledim; daha sonra cadı bana beddualar ederek gözlerimin önünde taşa dönüp, parçalara ayrıldı.
İbrahim, hançerin ne söylediğine kulak vermiş gibiydi. Beni bile şaşırtan bir güç, o hançerde mi yoksa İbrahim’de mi gizliydi bilmiyordum ama hançerin yapabildikleri tuhaf, eşi benzeri görülmemiş türdendi. İbrahim, tek bir hançer darbesini zamana yayarak nasıl bir sürü kesiğe dönüştürüyor ve nasıl tek bir cadıyı hedef alırken kestiği dört, beş cadı birden oluyordu?
Uzun saçlı erkek olan Kadim Cadı tam önümde bittiğinde, anlık bir gaflete düştüm ve cadının büyüyle hücum eden rüzgârı bedenimi geriye sürükledi, dizlerimin üzerine düşüp kılıcımı yere saplayarak sürüklenmeyi durdurduğumda, cadıyla birbirimizin gözlerine birbirimizin suretleri yansıyordu.
Öfkeyle yerimden kalkarken cadının tam kafasının üzerinden atlayan gümüş renkteki kurt, yani Hatem, cadının kafasına bacaklarıyla bir darbe indirdi ve büyü yön değiştirerek ikinci kez bana çarpmadan büyük bir ağaca çarpıp, ağacı yıktı. Devrilen ağaç, diğer ağaçların üzerine yıkıldığında şimdi ayaktaydım ve dengesini kaybeden cadıya doğru ilerliyordum.
Tam karşısında durduğumda, yeni bir büyü için vakti yoktu.
Kılıcımı karnına sapladığım cadı, zamanla birlikte donup kaldı. Kılıcı keskin bir ses çıkararak yukarı çektim; kafatasıyla birlikte cadıyı ikiye böldüğümde, cadının ikiye bölünen kısımları bir çiçek gibi açıldı.
Taşa döndü.
Savaş meydanında tek bir cadı dahi kalmamıştı.
“Tanıştırayım,” dedim elimde kılıçla yıkılan cesetlere bakarken. “Ben Nemesis.”
🎧: Ganyos & Bolshiee, Rivers Run Red