Gelecekten bir kesit gözlerimin önüne serildi. Kafamı kaldırıp zehrimle büyüttüğüm yılan sürüsüne baktım.
Romanın sayfaları hızla geriye doğru çevrilmeye başladı. Romanı yazan parmakların sahibinin gözleri bir satırın üzerinde dolandı ve o an, karların arasında kara bir atın yelesinin ihtişamlı sesi yankılandı. At, ormanın içinde ayaklarının altındaki karları savurarak özgürce koşuyordu.
Kardeşime baktım.
Koyu renk saçları darmadağındı, yüzü kardan yanmış, kızarmıştı. Onunla göz göze geldiğimizde geçmiş üzerimize çöktü ve gelecek, temelini ikimizin üzerinde attı. Dudaklarım aralandı, Miraç’ın da dudakları aralanmıştı. Efken’in şimşeklerinden biri Miraç’ın tam arkasındaki göğü ikiye bölerek çaktı ve yıldırım bir damar gibi büyüdü. O an, bu gördüğümün benim onu görme muhtaçlığıyla daldığım uykulardan birinde zihnime sızan bir rüya olup olmadığını düşündüm ama bir rüya, kalbimi bu denli yakıp kavuramazdı.
Miraç’a doğru bir adım attım. O da bana doğru bir adım attı. Gözlerinde özlemin ve dehşetin izleri vardı. Kafamın içinde benimle yaşayan bir kadın, elindeki kristal kadehleri bir bir duvara fırlatıyor, kadehler duvarda parçalanıyor ve parçalanan kadehten şarap rengindeki kan akmaya başlıyordu.
“Miraç,” diye fısıldadım, sesim nasıl da güçsüzdü. Hastane odasında babasının ölümünü izleyen küçük bir kız çocuğunun dua ederkenki fısıltısı gibiydi; dualarla örülmüş ve tanrıya sığınmıştı. Tanrı ise, duaların ördüğü yeleğin içine küçük kızı sarmış, babasını ondan ayırmıştı. Tanrının sırtımda bıraktığı el izini hissettim ve bu kez, “Miraç!” dedim daha güçlü bir sesle. Sonra tüm gücümle bağırdım ve koruluk inledi: “Miraç!”
Gözlerimden sicim gibi inmeye başlayan yaşlar derimi yakarak ilerledi. Tenime buz sarkıtları batıyormuş gibi hissettim çünkü ateşten gözyaşlarım, yüzümde donuyordu. Karlara batıp çıkarak kardeşime doğru koşmaya başladım. Artık sarsıla sarsıla ağlıyordum. Miraç da bana doğru koşarken sadece başını iki yana sallayarak, “Abla!” diyordu. “Seni buldum, abla!”
Zaman hâlâ donmuş hâldeydi. Şehirdeki sessizlik göğü bin parçaya bölmüştü.
Efken’in şok olmuş şekilde olduğu yerde dikilmiş öylece bizi izlediğini biliyordum. Umursamadım. Ne donan zamanı ne de başka birini. Bir an aramızdaki mesafe katlandı, sanki Miraç’a ulaşamayacakmışım gibi umutsuzlukla koştum ama bedenlerimiz birbirine çarptığında ve sanki yıllardır ayrı kalmışız gibi birbirimizin üzerine yıkılarak karların içine düştüğümüzde, gözyaşlarım artık daha da hızlı akıyor, çığlık atarak ağlıyordum.
Onu nasıl özlemiştim, onu deli gibi özlemiştim.
Kalbim dağlanıyordu. Biri elindeki kızgın ateşlerde bilediği kırbacı sırtıma, göğsüme, bacaklarıma vuruyordu. Göğüs kafesim içeri çöküyor, kalbim eziliyordu. Miraç’ın güçlü kolları belime bir yılan gibi sarıldı. Karların soğuğu ikimizi yuttu ama artık geçmiş öyle bir yerden yanmaya başlamıştı ki biz donmadık, karlar alev aldı. Yüzümü onun boynuna soktum. Karların içinde yuvarlanırken gözyaşlarım onun misk kokan boynuna akıyordu.
“Miraç,” dedim tekrardan, inanamıyordum, şaka gibi geliyordu, bir rüyanın içine sıkışmışım gibi hissettiriyordu.
“Abla, seni çok özledim. Seni bir daha göremeyeceğimi sandım!”
Gür sesinin yankısını kalbimde hissettiğimde onun burada, benim yanımda, gerçekten Varta’da nefes alıyor olduğunu anlamıştım. Bana, beni göğsüne sokmak istiyormuş gibi sarıldı. Ben de buna huşuyla karşılık verdim. Onu öyle çok özlemiştim ki… Gözyaşlarım, yanaklarımdaki roman sayfalarını eritmeye, mürekkebimi dağıtmaya başlamıştı.
Belki de ben artık bir roman sayfasıydım.
Karların içinde oturduk. Yüzünü avuçlarımın arasına aldım ve gerçekliğini sorgularcasına yüzünü incelemeye başladım. Benim aksime o, beni zaten görmeyi bekliyormuş ve sonunda gördüğü için zafer kazanmış gibi bakıyordu.
“Sen buradasın,” dedim, gözyaşlarım hâlâ yüzümü ıslatıyordu. “Bu nasıl olur? Sen nasıl burada olabilirsin?”
“Ben…” Miraç duraksadı. “Babam bana her şeyi anlattı, abla.” Kalbim zonkladı. “Senin kim olduğunu, neden bu boyutta olduğunu biliyorum. Bana bir şans verdi, seni yeniden görebilmemin şansını…”
“Bu nasıl olur?” Burnumu çektim. “Nasıl sana böyle bir şans verebildi? Ailemizde buraya gelebilecek tek kişi olduğumu sanmıştım.”
“Miran sayesinde geldim,” dediğinde bir an afalladım. Ona tekrar sarıldım, kokusunu içime çektim ve uzaklaşırken beklentiyle gözlerine baktım. “Miran ve ben tek yumurta ikiziyiz. Her boyutta birbirimizin yansımasıyız. O boyutta bir yansımam kalırsa, başka bir boyutta hayatıma devam edebilirmişim sanırım.”
“Bu delilik. Burası çok tehlikeli. Geri dönmelisin,” diyerek yüzünü avuçlarımın arasına aldım. “Miraç. Karşımdasın.”
“Seni çok özledim,” diye fısıldadı ama fısıldamasına rağmen sesi sonsuz güçteydi. “Annem bir anda senin gidişini normal karşılamaya başladı, evdeki herkes bir yere gitmişsin ve dönecekmişsin gibi davranıyordu. Sorgulamadılar. Bir tür tesir altında gibiydiler ama ben o tesirin altına girmedim. Seni aradım, seni her yerde aradım. Yatağının altında bile…” Gözleri buğulu baksa da ağlamadı. “Ama Mahzar ve ben… Babamın sırrını öğrendik. Bu sırrı öğrenene kadar abla, öldüğünü bile sandım.”
“Ölmedim,” diye fısıldadım. “Sizi bırakmadım. Seni bırakmadım.”
“Biliyorum,” derken sesi titriyordu. “Mecbur bırakıldığını biliyorum.”
Zaman hâlâ sessizdi, akmıyordu, saniyeler donmuştu, içinde olduğumuz dünya hareketsizdi.
“Miraç, burası çok tehlikeli ve sen… Babam seni nasıl böyle bir yere gönderir? Üstelik bir görevin bile yokken. Yaşaman gereken bir hayat varken!”
“Babam beni bir görev için gönderdi.”
“Seni buna bulaştırmış olamaz,” derken kalbimde büyüyen öfkenin beni tüketeceğini düşündüm.
“Son âna kadar bizi buna bulaştırmamak için elinden geleni yaptı, abla. Ama sonra…” Miraç bir an durup karları dağıtarak etrafına baktı. “Siktir. İlk uyandığım yerde kaldı.” Omzunun üstünden arkaya doğru baktı. Tekrar bana bakarken gözlerinde bilmediğim bir gerçek vardı. Efken’in gölgesini sırtımda hissettiğimde Miraç’ın gözleri kısaca arkaya kaydı ve o an Efken ile göz göze geldiklerini fark ettim. Miraç bir süre Efken’e baktı, kaşları çatıktı; gözlerini tekrar bana çevirdiğinde kahverengi gözleri daha kızıl görünüyordu. “Beni burada bekle,” dedi ve kalkıp koşarak karların içinde ilerlemeye başladı.
Büyük bir ağacın altında yere eğildiğini gördüm. Herkes sessizdi, zaman hâlâ sessizdi.
Herkes sokağa dökülmüştü. İbrahim, “Tüm saatler durdu, Efken,” dedi bu işte bir çapanoğlu olduğunu fark etmiş gibi.
Efken, sadece elini kaldırıp İbrahim’i susturdu ve Miraç’ı izlemeye başladı.
Miraç, elinde parlayan bir şeyle karların içinde tekrar bana doğru gelmeye başladığında hâlâ beni bıraktığı yerde, dizlerimin üzerinde oturuyordum. Miraç, tam önümde durdu. Elinde Osmanlı motifleriyle dolu, pahalı taşlarla süslenmiş kabzaya ve sapa sahip bir hançer tuttuğunu gördüm.
İki avucunun içine yatırdığı motifli hançeri kaldırıp, “Abla,” dedi. “İstanbul’da zaman durdu. Gökte hem ay hem de güneş var. Dünyanın gözleri İstanbul’a çevrildi. Yıllar önce Yerebatan Sarnıcı’nda bulunan bu hançer, Zamanın Hançeri ve bugün burada olmasının bir sebebi var. İstanbul’daki zamanın tekrar akması için, bu hançerin sahibine ulaşması gerek. Hançer, hükümdarını bulmaya geldi.”
Bu cümleyle bir anda bir saatin yelkovanından çıkan adımın sesini duydum. Bir adım attı ve zaman akmaya başladı.
Zamanın Hançeri, birdenbire havalanıp son sürat uçmaya başladığında Miraç irkilerek bir adım geri gitti ve bakışlarım hızla ilerleyen hançere kaydı. Biz daha ne olduğunu anlamadan İbrahim’e doğru uçan hançerin sapı, İbrahim’in içgüdüsel olduğuna emin olduğum bir hareketle elini kaldırmasıyla onun avucuna yerleşti.
Yelkovan hızla dönmeye başladı, hızlıydı; duran zamanın açığını kapatıyor gibi hızlı…
İbrahim, “Siktir,” diye fısıldadı ve bu, hepimizin iç sesinin dışa vurumu gibiydi.
Miraç, “Sen olabilir misin?” diye sorduğunda İbrahim gözlerini kaldırdı ve ona baktı. “Sen bahsi geçen Zamanın Lideri olabilir misin? Hükümdar mısın?”
“Sıraladığın şeyler yüzünden donuma işemek üzereyim,” dedi İbrahim birden. “Bir yavaşla çocuk, motorun soğusun.”
Miraç bir an memnuniyetsizlikle İbrahim’i süzdü. “Hançer seni seçtiğine göre, muhtemelen öylesin.”
“Beni beğenmedi, şu bakışlara bak.” İbrahim avucunda tuttuğu hançere bakarken kafası allak bullak görünüyordu. “Söylemekte fayda var, çocuk. Ben bir Krogada’yım. Nasıl hükümdar olayım? Benim olayım leş yiyicilik.”
“Leş yiyicilik mi?” İşte Miraç şimdi biraz da olsa tedirgin görünüyordu. Benim buradaki ilk günüm ürkek geçmişti, korkudan titriyordum ama o, sanki uzun zamandır buradaymış gibi dimdik durmuş, İbrahim’in gözlerine bakarken bilmediği türlerle ilgili ilk kez duyduğu bilgiler alıyordu.
“Evet. Yani bir sırtlan insanım.”
“Bir sırtlan insan.” Miraç başını aşağı yukarı sallarken bakışları daha da derinleşmişti. Karmaşa, yüzünde kırbaç izi gibi parlıyordu.
Efken, “Baban seni sıkı hazırlamış. Ablan buraya sıfır bilgiyle geldi. Keşke onu da biraz bilgilendirseydi,” dediğinde Miraç’ın gözleri Efken’e çevrildi. Uçurum mavisi gözler ve kızıl kahverengi gözler birbirine saplandı; yelkovan öyle büyük bir hızla dönmeye başladı ki, her dönüşünde akrebi de bir adım ileri taşıyordu.
“Sen kimsin?” diye sordu Miraç, kaşları çatıktı.
Gözlerim Efken’i kavradı. Teni mermer gibi sert duruyordu ve yüzündeki yırtıcıyı ifadesizliğinin arkasına gizlemişti. “Efken,” dedi cehennem ateşinin asıl sahibi olduğunu kanıtlarcasına. “Efken Karaduman.”
Miraç’ın gözlerinde sorgu dolu bakışlar kol geziyordu. Bir cevap vermeyeceğini anladığımda, “Efken,” diye fısıldadım. Kafasını oynatmadan yalnızca mavi gözlerini bana çevirdi. “Miraç,” dedim. “Benim kardeşim.”
Efken sadece başını salladı. Aşağı ve yukarı. Tek bir hareket. Bir cevap niteliğinde olan hareketi zamanın bile kanını dökecek kadar sertti. Gözleri yeniden erkek kardeşime mıhlandı.
“Bu herif kim?”
“Senin bu herif dediğin, Gümüş Kral,” dedi Hatem ileriden, Miraç’ın bakışları bu defa Hatem’e dokundu ama onu ciddiye almadan yeniden bana baktı. Ciddiye almadığı adamın devasa büyüklükte bir kurda dönüştüğünü bilseydi, eminim tepkisi bu kadar umursamaz olmazdı. Onunla diyalog kuran, onun gibi bir insan değildi; cüsse olarak onun üç, dört katı büyüklüğe oluşan bir Gümüş Pençe’ydi. Hatem ciddiye alınmadığı için daha sert bir sesle, “O bir Mega Alfa Hükümdarı!” diye bağırdı.
“Kes be sesini, beyaz kafalı herif,” dedi Miraç birden öfkelenerek. “İsterse Kanuni Sultan Süleyman olsun, bana ne?”
“Saygısız adam,” diye homurdandı Hatem.
Miraç’ın burada nefes alabilmesi için bir Nigin Bağı’na ihtiyacı olmaması kafamı karıştırmıştı. Sadece Miran’a bağlı olarak nasıl oluyordu da buraya gelebiliyordu? Bu, her ikiz kardeşi olanın boyutlar arası geçiş yapabileceği anlamına mı geliyordu, yoksa kardeşimle ilgili bilmediğim, onları özel ikizler yapan başka bir şey mi vardı? Babam bir Gümüş Pençe ise Miraç ve Miran da öyle olabilir mi demekti bu? Ya da başka bir şey?
“Efken, burada olması tehlikeli olmaz mı? Bir Nigin Bağı söz konusu olabilir mi?” diye sordum korkuyla.
Efken, “Sen ne biliyorsan, ben de o kadarını biliyorum,” dedi.
“Ne diye ona soruyorsun ki, o buranın bilirkişisi mi?” diye sordu Miraç. “Bu herif cidden kim, abla?”
“Sana adımın Efken, soyadımın Karaduman olduğunu söyledim,” dedi Efken yırtıcı bir sesle. “İsmim bu herif değil.”
Miraç’ın kamçı gibi bakan gözleri hızla Efken’i buldu. “Seninle konuşmuyorum,” dedi buzdan bir sesle.
Efken çenesini dikti. “Yapma ya?” dedi kaşlarını kaldırarak. “Bak sen.”
Hızla yayılan nabzın sesini dinledim.
“Zaman Hançeri falan dedin,” diyerek konuyu dağıtmaya çalıştım. Gözlerimi İbrahim’e çevirdim. “Bu, hançerin sahibi İbrahim demekse, şimdi ne olacak?”
“Bu hançer ona aitmiş ve bu hançer sayesinde daha güçlü bir müttefik olacakmış.” Miraç’ın bakışları yeniden bendeydi. “Seni buradan nasıl çıkaracağımı bilmiyorum, abla. Buradan nasıl çıkacağımı da bilmiyorum ama senin için buradayım. Seninle kalacağım.”
“Neyin içinde olduğumu bilmiyorsun, seni bunun içine çekemem.”
“Bunun içine gelen bendim. Neyin içine geldiğim konusunda bir fikrim var.”
“Ama henüz görmedin,” diyen kişi Sezgi’ydi, taş evin basamaklarını inerken kurduğu bu cümle boş alana yayılarak yankılar uyandırdı. “Bilmek ve görmek farklı şeylerdir. Bu arada, hoş geldin.”
“Babamın bahsettiği ekibi çoktan kurmuşsunuz,” diyen Miraç’ın sesindeki farkındalık beni daha da ürküttü. Bu kadar şeyi biliyor olması, böylesine soğukkanlı davranması beklediğim bir durum değildi. Onu sadece bir süredir görmüyor olmama rağmen bu kadar zamanda bu denli olgunlaşması şaşkınlığımı körüklemişti.
“Tamamen kurduk sayılmaz,” dedi Sezgi ağır adımlarla bize doğru yürürken. “Bazıları kaçtı. Sanırım yoruldular.” Kenneth ve Axel dışında dışarıdan kimse kalmamıştı.
Miraç, “Bu evde mi kalıyorsun?” diye sordu bana.
“Geçici olarak.” Yüzünü tekrar avuçladığımda sıcak gülümsemesi gözlerine ulaştı. “Seni o kadar çok özlemişim ki. Burada olman yanlış bile olsa, varlığın beni öyle mutlu etti ki.”
“Burada olmam yanlış falan değil. Bunu düşünme,” dedi, gözlerimin içine büyük bir özlemle bakmaya devam ediyordu. “Sen yokken hissettiklerimi, burada ne yaşarsam yaşayayım hissetmem.”
Kollarına dokunurken yüzüm hâlâ gözyaşlarıyla ıslaktı. “İçeri girelim,” dedim. “Üşümüşsün.”
Miraç’ı taş eve sokana kadar elimi koyacak bir yer bulamadım. Hem heyecanlı hissediyordum hem de bir bilinmezle daha karşılaştığım için aklım, ruhum, her şeyim karışmıştı. Taş evin salonuna giderken Efken bileğimi birden yakalayıp hafifçe çekerken, “Kardeşin olduğuna emin misin?” diye sormuştu, şaşırmamıştım çünkü her şey olabilirdi ama biliyordum, o kardeşimdi. “Şekil değiştirmiş bir hain olamaz mı?”
Ona cevabım, “Şu an sadece saçmalıyorsun,” olduğunda, “Sence olup bitenler yeterince saçma değil mi?” diye bir soru atmıştı ortaya. “Aniden kardeşinin çıkıp gelmesi çok mu normal?”
“Zamanın Hançeri’ni nasıl açıklayacaksın?” diye sorduğumda sadece gözlerini yüzüme dikmiş, hiçbir şey söylememişti.
Miraç’ın yanına oturdum. Etrafa fırlattığı kaçamak bakışlar benim yüzümde son buldu. İbrahim elindeki hançerle tam karşımızda duruyordu. Bir süre bana İstanbul’da olanlardan bahsetti. Şehrin buz tuttuğunu, akla mantığa sığmayacak bir sürü olay yaşandığını, evdeki herkesin bir şeyin tesiri altındaymış gibi beni merak etmediğini, benimle ilgili minimum konuştuklarını, her şeyi… Tüm bunlar kalbimi kırmalı mıydı? Annemin yokmuşum gibi yaşamasını, Miran’ın benimle ilgili sorular sormamasını, varmışım ama varlığım silikmiş, yok olmuşum ama yokluğum kimsenin umurunda değilmiş gibi hissettim.
“Başlarda zorlandın mı?” diye sordu Miraç, gözleri canımı yakacak kadar kederle yüklü bakıyordu.
“Evet, çok zordu. Etrafımdaki herkes deli olduğumu düşündü, ben de delirdiğimi düşündüm. Açık söylemek gerekirse başta kaçırıldığımı, öldürüleceğimi sandım. Gerçeği fark etmek zaman aldı.”
“Ben de evdekilerin delirdiğini düşündüm. Çok şükür ki iyisin.”
Sapphire kucağında bir battaniyeyle önümüze geldiğinde Miraç’ın bakışları anlık Sapphire’a dokundu. Sapphire yavaşça eğilip battaniyeyi Miraç’a uzattı ama tek kelime etmedi. Miraç, Sapphire’ın elindeki battaniyeyi alırken, “Teşekkürler,” dese de bir cevap alamadı.
Battaniyeyi kucağında tutarken ne yapacağını bilemiyor gibiydi. Uzanıp pelüş battaniyeyi açtım ve buz gibi bacaklarını örterken, “Hasta olma,” diye fısıldadım.
“Bazı şeyler hiç değişmiyor,” dedi.
“Hangi evrende, nasıl bir boyutta olursak olalım, Miraç, ben tüm dünyalarda senin ablan olmaya devam edeceğim.”
Manbel, salondaki bir duvara yaslanmış kolları göğsüne sarılı şekilde kardeşimi izlerken yüzünde tuhaf bir ifade vardı. Bir şeyi inceliyor gibi bakıyordu. Aklından geçenin ne olduğunu merak etsem de dikkatimi kardeşimin varlığına vermeyi tercih ettim.
İbrahim, elindeki hançerle ne yapacağını bilemiyormuş gibi kendi etrafında dolaştı, daha sonra hançeri televizyon ünitesinin önüne bırakıp düşünceli bir şekilde bir köşeye oturdu. Zamanın Hançeri ile ilgili konuşmamız gerekiyor olabilirdi ama bunu yapmadık. Miraç, bana geçen zamanla ilgili bir şeyler anlatmaya devam etti. Ortamdaki insan sayısı usulca azalmaya başladı. En sonunda sadece kardeşim ve ben kaldık.
Cebinden, “Az daha unutuyordum,” diyerek çıkardığı rulo şeklindeki parşömen kâğıdını bana uzattığında gözlerinin içine bakakaldım. “Bunu sana babam gönderdi.”
Hislerim tüm ruhumu ateşe verecek kadar yoğundu. Benzin gibiydi, ruhuma yayılacaktı ve özlem bir ateş olup o benzini harekete geçirecek, ruhum küle dönecekti.
Parşömen kâğıdını elinden alırken sertçe yutkundum. Kâğıdı açmadım. İçinde beni bekleyen her neyse, şu an için ona hazır değildim. Babamın satırlarında kaybolmak istiyorsam da bu hâldeyken değildi, kardeşim de olsa biri yanımdayken değildi.
Uzun süren sohbetimiz bittiğinde Miraç dizimde, saçları parmaklarımın arasında süzülürken uyuyakalmıştı. Birkaç saat hareketsiz, kardeşimin saçlarını okşayarak boşluğu izledim. Burada olması doğru değildi. Bu şeyin içinde olmamalıydı. Endişelenmem gereken insanların listesi epey uzamıştı.
Miraç’ı koltuğa güzelce yerleştirip üzerini pelüş battaniyeyle örttükten sonra odaya çıktım. Efken uyumamıştı, tekli koltuğa oturmuş sigara içiyordu. Koltuğun önünde duran cam sehpanın üzerindeki siyah kül tablasının içinde sayısız izmarit cesedi yatıyordu ve odaya girdiğim an yoğun duman sis gibi üzerime yürümüştü. Kül tablasının yanındaki boş viski şişesi dikkatimden kaçmamıştı. İçerisi çok ağır sigara ve alkol kokuyordu.
“Neden uyumadın?” diye sorarken ellerimle dumanları kovmaya çalışıyordum.
“Seni bekledim.” Sigarayı dudaklarıyla buluşturdu, geçen birkaç saniyenin sonunda burnundan ve ağzından dışarı dökülmeye başlayan duman yüzünü sisin altına gizlenen bir uçurummuş gibi ardına gizledi. “Sizi o şekilde görmek beni etkiledi.”
Yatağın ucuna oturup ona baktım. Sigarayı dudaklarına götürdü, dudaklarının arasına almadan birkaç saniye öyle bekledi, sanki söyleyecek bir şeyi vardı ama söylemedi ve sigarayı dudaklarıyla buluşturdu.
“Şimdi ne olacak?” diye sorarken sesime bulaşan çaresizliği kendi sesim zihnime dolana dek fark etmemiştim.
“Baban onu buraya gönderdiğine göre, onun böyle bir yükün altından kalkabileceğini biliyor.” Efken bu cümleyi beni rahatlatmak için mi kurdu yoksa gerçek fikri bu muydu bir türlü anlayamadığım için bakışlarım derinleşti. “Bakma bana öyle,” derken sigarasının dumanını yavaşça dışarı üfledi. “İçim gidiyor sen bana öyle bakınca. Elimden bir şey gelmeyince de kendi içimi sikesim geliyor.”
“Zarar görmesinden korkuyorum, Efken. Burası onun için çok tehlikeli. Sen, ben, diğerleri… Bu tür şeylere alıştık sayılır ama o daha hiçbiriyle burun buruna gelmedi. Kendini nasıl savunacağını dahi bilmiyor. Üstelik bir gücü var mı bilmiyorum. O da güçlü bir varlıksa, onun ne olduğunu anlamamız da zaman alacak. Öte yandan, ne kadar güçlü olursa olsun benim gözümde hâlâ bir çocuk. Belki ben çok büyük bir kadın değilim, belki o çok küçük bir çocuk değil ama her zaman kanatlarımın altındaydı. Şimdi onu kanatlarımın altından çıkarıp şahin sürüsünün önüne nasıl bırakacağım?”
“Senin için küçük bir çocuk olabilir ama o bir yetişkin, Mahi.” Efken eğilip sigarayı kül tablasının içine bastırarak izmaritin cesedini olduğu yere bıraktı. “Hem sen de gördün, görmedin mi? Ne kadar da korkusuz görünüyordu. Buraya sadece tek bir görev için gönderilmeyecek kadar cengâver. Babanın onu buraya ona gerçekten güvenerek yolladığını düşünüyorum. O adamı tanımasam da kafamda oluşturduğum figürü böyle biri. Bence o her şeye hazırlıklıydı. Miraç’ın bir gün buraya gelmesi gerektiğini biliyordu. O gün, bugünmüş.”
“Ortalık bu kadar karışmışken gelmiş olması… Bilmiyorum, korkuyorum.” Kollarımı bedenime sardığımda güvenilir his kaburgalarıma yılan gibi dolandı. “Bu kez düğümler daha sıkı ve ben ne yapacağımı bilmiyorum.”
Bir şimşek gökyüzünü ikiye ayırır gibi geceye rengini verdiğinde göz ucuyla boydan camın dışına baktım. Efken bana daha sıkı sarılırken, “Korkma, Mahi,” dedi. “Kardeşini koruyacağım.”
“Mustafa Baba, Miraç konusunda bize yardımcı olur mu?”
Sorum birdenbire Efken’in kaskatı kesilmesine neden oldu. Ne olduğunu anlamak için kafamı kaldırıp, çenemi Efken’in göğsüne yaslayarak gözlerinin içine baktım. “Sorun ne?” diye sordum tereddütle.
“İhtiyara uğradım ama evinde değildi. Sürüyü kontrol etmek için gelmedi de.”
Uğursuz düşüncelere kapılmamak adına, “Bir işi çıkmış olmasın?” diye sordum, sesim başka bir şey olmamasını umut ediyor gibi çıkmıştı.
“Öyledir umarım. Yine bakacağım bir duruma.” Gözlerini yüzüme indirdi. Gözlerimin içine bakarken kemiklenen yüz hatlarına bakakaldım. Bana bakmak ondaki bir şeyleri tetikliyormuş gibi görünüyordu. “Kardeşin benden pek hoşlanmadı. Bakışları iç açıcı değildi.”
“Genelde de insanlardan pek hoşlanmaz.”
“Benden ekstra hoşlanmadı gibi geldi bana.” Gözlerini kısıp dudaklarını yanağıma sürterken, “Yoksa hisleri çok mu kuvvetli?” diye sorup tüylerimi diken diken etti. “Koca kurdun kırmızı başlıklı ablasını yediğini mi anladı?”
“O koca kurt dişlerini fırçalayıp uyusa ne iyi olur. Malûm, Yaren’i çalıştırma sözün var.”
“Sonra bir de kardeşin çıktı tabii başımıza…”
Gözlerimi devirerek güldüm. Efken dişlerini fırçalamaya gidip tekrar yatağa döndükten yaklaşık on beş, yirmi dakika sonra kollarımda çok da derin olmayan bir uykuya daldı. Kollarından onu uyandırmaktan korkarak ayrılıp odadan çıkarken çok dalgın hissediyordum. Alt katta kardeşimi gördüğümde huzurun kalbimi çınlatmasına engel olamadım, aynı anda kalbimi çınlatan bir şey daha vardı; endişe.
Taş evin sokak kapısını açıp kendimi göle doğru yürürken bulduğumda gün usulca beyaza dönüyordu. Göğsüme sıkıştırdığım parşömen rulosunu çıkarıp, gölün kenarında sırtını ağaçlara vermiş bir kaya parçasının üzerine oturdum. Parşömeni açarken kalbimin de bağları çözülüyormuş gibi hissetmiştim.
Bazı geceler olurdu. Yıldızlar ve ay, hatta yeryüzüne ışık pıhtısı gibi dağılan sokak lambaları öylece durur ve seni izlerdi. Uzun uzun yürürdün bir sokakta, o sokağın sonunda varacağın bir yer olsa da bazen kaybolmuş gibi hissederdin. Ayakların ezbere bildiği o yolu senden komut almadan giderdi ama zihnin öyle bir çıkmazda olurdu ki, içinden durmadan nereye gitmen gerektiğini sorarak önünde uzanan yolları izlerdin. İşte ben, o gecenin şafağına çıkmışım gibi hissediyordum. Elimde babamın bana gönderdiği bir parşömen kâğıdıyla soğuk bir kaya parçasının üzerine oturduğumda, tüm gece bilinmezliğe yürümüşüm gibi hissediyordum ama şimdi buradaydım, ayaklarımın beni ezbere bilip getirdiği yerdeydim.
Parşömen kâğıdına dokunurken babam bana dokunuyormuş gibi hissetmiştim. Güzel, uzun parmakları bu kâğıdın üzerinde dolaşmıştı. Tıpkı bir zamanlar saçlarımda da dolaştığı gibi.
Burnumu çekip parşömen kâğıdın rulosunu usulca çözdüm. Uzun tırnaklarımla kenarlarını düzeltip kâğıdı tamamen açtığımda, kalbimdeki boşluğun benim bile içine düşebileceğim kadar büyüyüp genişlediğini hissettim.
Görmeye alışkın olduğum muntazam el yazısını kâğıdın üzerine benim için dizmişti.
Bir insanın el yazısını bile özler miydin?
Özlemiştim.
Yüzünü aydan alanım, Mahinev’im, Ay’Can’ım. Aydaki parıltım, sonsuz nurum, ışığım, gururum, ilk göz ağrım, tek kızım;
Sen büyürken, senin gözümün önünde kocaman bir kadına dönüşme serüvenini ikinci bir göz, daima üzerinde olması gereken bir el, daima senin için, senin sevginle çarpacak bir kalp olarak izlerken ben, bir gün senin beni geride bırakıp gidişini durduramayacağımı bildiğim için hep huzursuzdum. Bir gün benden gideceğini biliyordum ama kalman için, bu bizi felâkete sürükleyecekse bile, sonunda İstanbul yıkılacak, taş üstünde taş, omuz üstünde baş kalmayacak olsa bile savaştım. Kal istedim.
Senin benimle kalman için çok uğraştım.
Bir gün gideceğini bile bile yine de denedim, durdurmak istedim. Durduramayacağımın farkına vardığımda ve her geçen gün, bir önceki günden daha büyük bir kız olduğunda, senin büyüyor oluşunun beni gururlandıracağına yerle bir ettiğini gördüm.
Her baba, kızının büyüyüşünü izlemek ister. Ben, sen hiç büyüme istedim.
Şimdi oradasın, belki bir daha hiç burada olmayacaksın, belki bu sana buradan yazdığım ilk satırlar olduğu gibi aynı zamanda son satırlar. Belki birbirimizin hayatından usulca silineceğiz ama kızım, ama Can’ım, saçları karanlık gece, saç tellerinin bazıları gecenin içinde yanan ateş, bakışları kan oturmuş dolunayım, sen tüm hayatlarda, ölümden sonra, ölümden önce, şimdi ve şimdiden sonraki tüm hayatlarda, yine benim kızım olarak kalacaksın. Sen benim tüm dillerde, dinlerde, tüm hayatlarda, tüm boyutlarda kızımsın.
Kızım, ben senin tüm boyutlarda babanım.
Gitmeyeceğine o kadar çok inandırdım ki kendimi, imkânsızlığına rağmen kalabilmeni o kadar istedim ki, ertelediğim her şey dağ olup birikti içimde. Seni oraya hazırlamadım. Sana neler olduğunu anlatamasam bile neler olabileceğini bir masal gibi dahi olsa fısıldamadım. Şimdi oradasın ve eğer bu mektup eline geçtiyse, demek ki güçlü bir Mar kadını oldun, demek ki kardeşini buldun, demek ki artık ikiniz de oradasınız ve benim iki damarım da koptu.
Kızım, kanımı taşıyanım, kalbimi bir insanın kalbi kadar sıcak attıranım, gözümün ay ışığı. Bilmelisin ki sen hem bir Alfa Gümüş Pençe’nin kızısın hem de yüceler yücesi bir kadınsın. Yıllar önce babaannen de orada bir Mar kadınıydı, güçlüydü, savaşıyordu ve yenilse bile sonunda ayaklanıp onu yenenleri alt etmeye gidiyordu.
Bir gün âşık oldu ve sonra ben oldum.
Beni oradaki kötülüklerden korumak için bu boyuta geldiğinde, benim bir Alfa olmam engellenemedi. Burada, İstanbul’da bir sürüm oldu. Alfalık görevimi bu boyutta, güzeller güzeli anneni tanıyıp sevdiğim, seni ve kardeşlerini kazandığım bu dünyada tamamladım ve siz doğduktan sonra size zarar gelmemesi için sürümü dağıttım. Benim de kanım, köklerim, damarlarım o boyuta bağlı olsa da ben orada hiç yaşamadım.
Ama sen, tıpkı ben, tıpkı babaannen ve kanımı taşıyan herkes gibi o topraklara aitsin. Seni bizden farklı kılan bir şey var. Sen, bir reenkarnesin. Bunu daha o gün, annenin sancıları Yerebatan Sarnıcı’nda başladığında, o duvarlara senin ilk çığlığın ve gözyaşların döküldüğünde anladım. Babaannen seni gördüğü gün, Mēness olduğunu bildi. Bunca zaman orada olduğuna göre, sen Mēness, güzel Mar’ım, eşsizim, sen kan yeminini bozmuşsun demektir. Sen, düşündüğüm kadar değil, düşündüğümden de güçlüsün demektir.
Sevgili Kızım, mektubumu bir neticeye erdirmeden öncesinde, kalbini ve ruhunu aydınlatacak bir şeyler yazmak istiyorum. Biliyorum ki Miraç sana burada olan bitenleri anlatacak, onun öfkesine kanma, herkese kinliydi buradayken. Seni unuttuğunu düşündüğü herkese karşı öfkeliydi. Kızım, hiçbirimiz seni unutmadık. Anneni ve kardeşlerini istemeden tesir altına almak durumunda kaldığımı üzülerek söylüyorum. Yoksa elbette ki hepsi senin için can verir, kan döker, senin için mahvolur, senden asla vazgeçmezler. Bir muska sayesinde, senin güvende olduğunu düşünüyorlar. Anne kalbi muskayı bile etkilemeye başladığından, artık onu başka tesirler altına alıyorum. Bir süredir telefonda konuştuğunuzu sanarak uyanıyor. Kızım, endişelenme, bizler iyiyiz. Ben yuvamızı kanımın son damlasına dek koruyacağım ve seni asla unutmayacağım. Bir gün birbirimizi yeniden görsek de görmesek de sevgimiz baki kalacak.
Annen ne şanslı ki, her zaman seninle konuştuğunu sanacak; ben ne şanssızım ki, o güzel sesini bir kez daha duyamayacak olma ihtimalinin kalbime indirdiği ağrıyla yaşayıp, her gün seni anacağım.
Kardeşin bir rüzgâr, bırak koşsun, o her koştuğunda düşmanların onun hızıyla savrulsun. Sizi birbirinize emanet ediyorum, sizi bir daha ne zaman göreceğimi bilmiyorum ama kalbim attığı sürece, sizin yüzünüz benim gözlerimden silinmeyecek.
Kızım, canı aydanım, günün ilk ışığı, şafak yüzlüm, bu satırları seni tüm evrenler, boyutlar, hayatlar, şehirlerde sevmeye devam edeceğimi belirterek noktalıyorum. Seni çok seviyorum, kızım.
Baban.
Varta’nın soğuk, hiç sonlanmayan sonsuz kışı içime dolarken, sürüklendiğim hislerin ağırlığı parçalanıp o parçalarla bambaşka bir insana dönüşmüş bu kızı ağlatıyordu. Gözlerimden inen gözyaşları cehennemden sıcaktı, yüzümü yakıyordu, soğuğu bile yakıyordu. Parşömen kâğıdına bir damla gözyaşı düşünce, babamın yazısı bozulmasın, sonsuza dek kalbimde bu yazıyı ve kelimeleri saklayabileyim diye panikle kâğıdı gözyaşlarımdan korumak için yüzümden uzaklaştırdım.
Bir süre o kayanın üzerinde, dizlerim karnıma çekilmiş şekilde ağladım. Gölde ilerleyen buz parçaları da beni izleyip, benimle ağlıyor gibi yavaşça yüzüp çatırdıyorlardı. Aralarından birinin kırıldığını gördüm, iki parçaya ayrıldı ve iki parça suyun yüzeyinde birbirinden uzaklaştı. Bu iki parça bana babamı ve beni hatırlattı. Bir bütündük, baba ve kızıydık; şimdiyse ikiye ayrılmıştık ve iki farklı yöne sürükleniyorduk. Ama bu olurken bile biz hâlâ o baba ve kızıydık. Çenemi dizime koyup gözyaşları içinde birbirlerinden ayrılan iki parçayı izlerken kalbim, göğüs kafesimin içinde ufalanıyor gibiydi.
Onu bir daha göremeyecek miydim?
Onları bir daha göremeyecek miydim?
Babam, Miraç’ı yanıma yollarken Miraç’ın son kez gözlerinin içine baktığında ne hissetmişti? Onu da tıpkı benim gibi bir daha göremeyeceğini bilerek yanıma yollamıştı. İki damarının koptuğunu yazdığı bu mektupta bana yansıttığı acının binlerce katını hissettiğini biliyordum. Üzülmeyeyim diye hafiflettiği mektubunda bile acısını bu denli gizleyemiyorken, içinde nasıl bir fırtına çıkmıştı bunu sadece tanrı bilirdi.
Yüzümde donmuş gözyaşlarıyla, “Baba,” diye fısıldadım. “Seni çok özledim.”
❄️
Gözlerimi Efken’in sesini takip eden zihnime ayak uydurarak araladığımda oda boştu. Ses, odanın dışından geliyordu. Üzerime serilmiş pelüş battaniyeye sarılıp yatakta yan döndüm, çok ağladığım için kirpik diplerimde bıçaklar varmış gibi canım acıyordu. Efken’in sesine odaklandığımda karşısındaki kişinin Ceyhun olduğunu anladım.
“Semih konusunda araştırmalara devam ediyorlar mı?” diye sordu Efken, bu soru bir an gözlerimi daha iri açıp kapıya odaklanmama neden oldu. Semih’in sesi soluğu çıkmıyordu. Zaten cadılarla başımız yeterince dertte değilmiş gibi bir de onunla uğraşmak zorunda kalırsak bu kez onu ellerimle öldürecektim.
Ceyhun, “Adam bir kurtsa, bizimkilerin onu bulması neyi değiştirir, Efken? Bir insan bir kurdu nasıl alt etsin? Ama araştırıyorlar. Yerini bulduğumuz an ensesine çökersin orospu çocuğunun,” dedi, ardından derin bir nefesi içine çekti. “Şu kurul işini de yabana atmamak gerek. Bu kurul ilerleyen süreçte başınızı daha da ağrıtabilir. Semih’in işini bitirmeden önce ondan her şeyi öğrenmelisin.”
“Şu orospu çocuğunu girdiği delikten bir çıkarayım, o zaman her şeyin çaresine bakacağım.” Efken bir an için sustu, ardından Ceyhun’a, “Kız korkuyor, çok endişeli,” dedi, bahsettiği kişinin ben olduğunu anlamak göğüs kafesimi sızlattı. “Kardeşi beklenmedik bir anda ortaya çıktı. Zaman Hançeri falan dedi diye kafalar karıştı ama kimse çocuğun akıbetini konuşmadı. Kız korkmakta haklı, çocuk neyin içine geldiğini bile bilmiyor. Bir şey söyle bana. Ben bu kızı nasıl sakinleştireceğim? İstemiyorum korku içinde yaşamasını. O bir şeylerden korkunca… O korkunca ben her şeyi yok edeyim istiyorum. Abartıyorsam da abartıyorsun deme, sikerim seni.”
“Kız korkmakta haklı. Çocuğun bir şey bildiği yok. Gece şaşkın görünmese de bizim nelerle uğraştığımızı görünce çok şaşıracak. Ben bile bazen Sezgi konusunda afallıyorum. Ayrıca yok etme isteğini de görüyorum, birader. Kör değiliz hiçbirimiz. Bu süreçte yanında olmak dışında yapabileceğin bir şey yok gibi. Bir de çocuğu ekstra korumak gerekebilir.”
Ceyhun bir süre sustu, onları göremiyor olsam da birbirlerinin gözlerinin içine baktıklarını hayal edebildim. Kısa süren sessizliğin sonunda Ceyhun bu defa, “Efken,” dedi.
Efken isminin ardından gelecek soruyu biliyormuş gibi gergin bir sesle, “Yine ne saçmalayacaksın?” diye sorunca yatakta hafifçe doğruldum, saçlarım yana doğru düşüp yastığa sürünürken uykulu gözlerle kapıya bakmaya devam ettim.
“Bence ne söyleyeceğimi bildiğin için bu kadar gerildin, kardeşim.”
“Çünkü ne zaman ondan bahsetsem saçma sapan şeyler söylüyorsun.”
“Çünkü ondan bahsederken bir kadından değil, bir tanrıdan bahseder gibi bahsediyorsun. Senin için sıradan bir kadın olmadığını zaten hepimiz biliyoruz. Benim merak ettiğim şey, daha doğrusu bildiğim ama senden duymak istediğim şey farklı.”
“Biliyorsan, neden soruyorsun? Neden bunu benden duymak istiyorsun?” diye sordu Efken sertçe. “Madem biliyorsun, sorma, bildiğin bir şeyi benden duymasan da olur.”
“Yani bu doğru bildiğim manasına mı geliyor?” diye sorduğunda Ceyhun, benim kalbim göğüs kafesime sığmayacak atışlarla içimde bir başkaldırı yaptı.
“Ne düşünüyorsan, onun bin fazlası,” dedi Efken.
Bununla birlikte kalbim birdenbire sustu ve göğüs kafesimde koca bir sessizlikle yutkundum.
Doğru mu anlıyordum yoksa anlamak istediğim şekilde mi anlıyordum? Bir yanım bu gerçekten kaçamayacağımı söylüyordu, bu gerçeği zaten bildiğimi, yakıcı şekilde hissettiğimi, bu gerçeği gözlerinin benden asla saklamadığını, dili söylemese de gözlerinin susmadığını…
Ceyhun tam bir şey söyleyecekti ki yaklaşan adım seslerinin Sezgi’ye ait olduğunu, Sezgi’nin soru cümlesi ortama yıldırım düşünce anladım. “Ceyhun, Manbel’den bir muska alıp eczaneye gidebilir miyiz?” diye sormuştu.
Geçen geceyi hatırlayınca kaşlarım çatıldı. Gerçekten hamile olabilir miydi? Bu, böyle bir ortamda felâkete neden olabilirdi. Sezgi için çok tehlikeli bir durumdaydık, aynı zamanda eğer orada bir bebek varsa, onun için durum daha da tehlikeli olabilirdi.
Ceyhun telaşla, “Neyin var? İyi misin? Bir yerin mi ağrıyor?” diye sorunca Sezgi’nin keyifsizce güldüğünü duydum.
“Hayır, iyiyim ben,” dedi. “Sadece bir ağrı kesici almam gerekiyor, bir de eczacı kadına bir şey danışacağım. Her zamanki gittiğimiz eczaneye gidebilir miyiz? Sen beni arabada beklersin, ben de kadınla biraz laflarım. İnsanlarla diyalog kurmayı özledim.”
“Tabii ki, bebeğim,” dedi Ceyhun, ardından Sezgi’yi öptüğünü duydum ve sesler kayboldu.
Yerimden kalkıp valizin içinden siyah bir eşofman, siyah bir boğazlı badi çıkarıp üzerimdekilerden kurtuldum. Koyu renk saçlarımı parmaklarımla tararken eşofmanın bacaklarıma bol geldiğini fark etmiştim. Sanırım bu kadar koşuşturmaca içinde zayıflamam normaldi. Beslenme konusunda da pek dikkatli olduğum söylenemezdi. Bazı öğünleri atlıyordum, bazen kasıtlı yemiyordum bazense gerçekten unuttuğum için. Odadan çıktığımda üst katın holü düşündüğüm gibi boştu, merdivenlerin basamaklarını inmeye başladığımda ise alt katın gürültüsü bir dalga gibi hızla beni altına aldı.
Son basamağı da indiğimde insan formu almış kurtlardan birini gördüm. Esmer kurt, yüzünde mahcup bir gülümsemeyle, “Günaydın,” diyerek yanımdan geçip gitti.
Crystal mutfaktan çıkarken, “Ay bu gümüş herifler hiç doymuyor,” diye söylenince, Yaren kafasını kitaptan kaldırıp sırıttı. Manbel konusuna yavaşça alışıyor muydu yoksa her şeyi oluruna bırakmaya mı karar vermişti anlayamamıştım.
“Miraç nerede?” diye sordum birden panikle.
“Dışarıda,” dedi Sapphire mutfaktan çıkarken.
“Evet, İbrahim yeni oyuncağıyla şov yapıyor, o da diğerleriyle onu izliyor,” diye dalga geçti Crystal. “Gidip şamatayı izlemen lazım. Eğer köpek kokusuyla problemim olmasa ben de oturup izlerdim ama şu gümüş çocuklar leş gibi kokmuyor mu ya?”
“Crystal,” dedim gözlerimi irileştirerek. “Ne kadar ayıp.”
“Pardon, her gece bir tanesiyle sarılıp uyuduğunuzu unutmuşum. Onu tenzih ediyorum…”
Sapphire, “Kraliçenin özel hayatına saygı duymalısın,” dediğinde Crystal ona yan yan baktı.
“O benim düğümlüm.”
“Benim de kraliçem.”
“Benim kız kardeşim.”
“Hayır, değil. Senin kız kardeşinse, benim de kız kardeşim o zaman.”
“Onu senden önce ben gördüm.”
“O beni yıkadı.”
“Şimdi gidip suyun altına girsem ve onu çağırsam, bence beni de yıkar,” dedi Crystal, Sapphire’a uyuz uyuz bakarak.
“Sabah sabah şunu keser misiniz?” diye söylenerek çıkışa yöneldim.
Dışarı adımımı atar atmaz, İbrahim’in hançeri kabzasından çıkarıp kafasının etrafında döndürdüğünü, havalı olduğunu düşündüğü ama epey saçma göründüğü figürler sergilediğini görünce kaşlarımı kaldırarak kollarımı bedenime sardım. Ağır adımlarla onlara yaklaşmaya başladığımda İbrahim, “Diz çök, insan,” diyerek hançerin ucunu Efken’e doğrulttu, sonra Efken’in gözlerindeki düz ama tehditkâr ifadeyi görünce hançeri kabzasına geri sokarak, “Hehe,” diyerek yapay şekilde güldü. “Şaka.”
Miraç beni görünce, “Abla,” dedi, o an Efken de İbrahim de durup bana doğru baktılar.
“Günaydın. Ne yapıyorsunuz bu saatte?”
Yaren sokak kapısından çıkarken, “Biraz önce benim canıma okumuştu, şimdi de sevgilimin canına okuyor,” deyince, Efken kaşlarını kaldırarak Yaren’e baktı. “Yani çalıştırdı beni. İdman yaptık birlikte. Hepsini iyiliğim için yaptı. Çünkü o müthiş bir abi. O kadar müthiş ki şu an ne şekilde öldürsem daha çok zevk alırım diye düşündüğü sevgilime bile idman yaptırıyor. Umarım yanlış idman yaptırıp eksik bilgi vermiyordur, sonra benimkini ezerler maazallah.”
“Sen şuna sevgilim demeyi kesecek misin yoksa ben bu sıkıntılıyı keseyim mi?” diye sordu Efken gayet sakin bir sesle.
“Efkenciğim, canımın içi hünkârım, her şeyimle her şeyinin kurbanı olduğum adam, şu an Miraç kardeşim de burada biliyorsun, değil mi? Açtırma benim bayramlık ağzımı. Açarım ağzımı yumarım gözümü…” dedi İbrahim, Efken bir kez daha tehditkâr bakışlarını ona çevirince, “Aaa hep iftira bunlar Efken’im,” dedi. “Ben seni böyle şeylerle şantaja maruz bırakır mıyım? Hepsi Yaren denen kuzenin yüzünden.”
“Yine satışlara getirdi beni,” diye söylendi Yaren.
Miraç, “Benim burada olmam ne alaka?” diye sorunca sırtımı dikleştirip İbrahim’e atabileceğim en tehditkâr bakışı attım.
“Miraç, çift taraftan baskı ve tehdit altındayım canım kardeşim, soru sorma bana,” dedi İbrahim sırtlan gülümsemesiyle.
“Çift taraftan tehdit altındayım ne demek?” diye sordu Miraç, Efken’in bakışları İbrahim’e çevrildiğinde İbrahim’in yüzündeki ifade tutaklık yapıyormuş gibi bir sırıtışa bir dehşetle yüklü ifadeye dönüşüyordu. Miraç’ın bakışları bir kılıç gibi Efken’i sonra da beni kesti ve “Abla,” dedi. “Bu adamla aranda bir şey mi var?”
“Bu adam değil,” dedi Efken. “Sana ismimi söylemiştim, bücür.”
“Seninle konuşmuyorum, deve,” dedi Miraç, gözleri hâlâ bendeyken cevabı Efken’eydi.
Cevap vermeden gözlerinin içine baktığımda Miraç’ın zaten çatık duran kaşları daha sert çatıldı, alnında beliren derin çukurların kuşkuyla gölgelendiğini gördüm. Sorduğu sorunun içimde bir yerlere, derinlerime çukurlar kazdığını ve o çukurlara anlamlar taşıdığımı bilmiyordu. Evet, Efken ile aramızda bir şey vardı. Bu güçlü de bir şeydi ama adı neydi, hayatımda yeri neydi, tam olarak nereye konulmalıydı bilmiyordum.
İbrahim konuyu dağıtmak istiyormuş gibi hançerini havaya kaldırdığında ve “Size enteresan bir şey göstereceğim,” dediğinde, bir anlığına Miraç’ın da dikkati dağıldı ve İbrahim’e baktı.
“Bu sabah Efken denediğinde işe yaramayan bir şey, ben denediğimde işe yaradı.”
İbrahim, elindeki gösterişli hançerin kabzasını yavaşça çekti, kabzanın ardındaki keskin, gümüş parıltıya sahip bıçak ortaya çıktığında bunun nesinin garip olduğunu anlamaya çalışır gibi kaşlarımı çattım.
“Size normal gelebilir ama Efken bu kabzayı çıkaramadı, ben çıkardım. Ulaş’a da denettim, hatta üzerine çıkıp tepindi bile ama açamadı. Ceyhun da açamadı. Büyülü kekim Sezgi bile açamadı.” Hançeri kabzanın içine geri soktu ve gözlerini Efken’e çevirdi. “O kadar sinirlendi ki bir an koca bir kurda dönüşüp hançeri dişleriyle parçalayacak, güzelim Osmanlı motifleri diş izi olacak sandım.”
“Koca bir kurda…” diye fısıldadı Miraç, ardından birdenbire Efken’e doğru döndü ve “Babam gibisin,” dedi. “Öylesin, değil mi?”
“Babam gibisin deyince de biraz tuhaf oldu. Sen şimdi şefkat falan da beklersin benden. Evet, öyleyim ve sen bir Gümüş Pençe’nin karşısında miyavlayıp duruyorsun. Bu can sıkıcı. Ve sandığından daha tehlikeli.” Efken’in kemik gibi çıkan sesi, Miraç’ın öfkeyle ona bakmasına neden oldu. Efken de gözlerini indirmiş, yüzünde hakiki bir ifadesizlikle kardeşimin gözlerinin içine bakıyordu.
Elimi kaldırıp, “Kardeşimi tehdit etme, Efken. Atışmayı da derhâl kesin,” dediğimde ikisi de homurdanarak bana baktı. “Görebilir miyim?” Sorum ortaya sis gibi dağıldığında İbrahim neyi kastettiğimi anlamış gibi elindeki hançeri Efken’e uzattı.
Gücünün tüm karanlık yanlarını tahmin ettiğim adam nasıl olurdu da bir kabzayı çıkaramazdı? Efken kabzayı çekiştirdi ama hançer açığa çıkmadı, sanki kabza hançerin bir parçasıydı ve onları ayırmak imkânsızdı. Efken dişlerini sıkarak tekrar kabzayı zorladı, başaramadı ve başaramamak içinde nasıl bir şeyi tetiklemişse göz bebeklerinin beyaz bir ışıkla aydınlandığını gördüm. Çok geçmeden çok da uzak olmayan bir noktaya düşen yıldırımın şiddetli sesi kulaklarıma doldu.
Miraç, Efken’in gözlerinden dökülen parıltıyı gördüğünde ağzının içinde bir küfür homurdanarak birkaç adım geri gitti. Yüzünde bu kadarını beklemediğine dair bir ifade alev almış yanıyordu. Bu daha neydi ki? Neler göreceğini bilse, aklını yitirirdi ya da belki de arkasına bakmadan kaçmaya başlardı. Bilmek ve görmek aynı şeyler değildi, Sezgi haklıydı; gördüğünde de bu kadar soğukkanlı kalabileceğini sanmıyordum.
“Çıkmıyor amına koyduğumun şeyi!” diye soludu öfkeyle. “Sikeceğim şimdi böyle işi amına koyayım.”
“Aa!” dedi Crystal eğleniyormuş gibi keyifle. Elinde bir şarap kadehiyle taş evin giriş kapısına yaslanmış bizi izliyordu. “Efken Karaduman sandığımız kadar güçlü değilmiş sanırım.” Efken öfkenin bir yılan gibi tısladığı gözlerini kaldırıp, burnundan sert bir nefes vererek Crystal’e pek de iç açıcı olmayan bir bakış fırlattı.
Crystal bir kaplan gibi ilerledi, hemen yanımıza geldiğinde gözleri kardeşimi baştan aşağı süzdü ve dudaklarında muzip bir gülümseme oluştu.
“Merak ediyorum,” dedi. “Ne zaman çığlıklar atarak uzaklaşacak kadar şaşkına döneceksin ve ödün kopacak? Bence çok az kaldı.”
Miraç dişlerinin arasından, “Böyle bir şey olmayacak,” diye tısladığında, Crystal’in alev sarısı gözleri kısıldı, dudaklarındaki muzip sırıtış zehirli bir tebessümle yer değiştirdi.
Miraç ciddiye alınmamaktan nefret ederdi ve Crystal ona bir cevap vermediği için nabzının hızlandığını, gözünü hırsın bürüdüğünü biliyordum. Şimdi korksa bile, bu kadının karşısında o pozisyona girmemek için cesur görünecek, dimdik duracaktı.
“Crystal,” diye fısıldayıp gözlerimi büyüterek ona durmasını işaret ettim, Crystal omuz silkerken hâlâ muzip gözlerle Miraç’ı süzüyordu. Gözlerimi devirip derin bir nefes alarak hançere baktım ve “Bu hançerin sahibinin İbrahim olduğunu tescillemiş oldu sanıyorum?” dedim sorar gibi.
“Görünen o ki ben önemli biriyim,” diyen İbrahim yine sevimsiz bir sırtlan gibi gülümsüyordu.
“Bu konu ciddi bir konu, İbrahim,” dediğimde İbrahim ağzına görünmez bir fermuar çekti. “İstanbul’da son durum ne bilmiyorum ama Miraç’ın varlığını hissettiğim an burada da tüm saatler sustu. Ta ki hançer İbrahim’in eline geçene kadar.”
“O büyük olasılıkla bir hükümdar,” dedi Miraç, bu cümleyi duymak İbrahim’i başta irkiltse de sonunda omuzlarını havaya kaldırıp parmaklarıyla omuzlarındaki görünmez tozları silkeledi.
“Padişahım çok yaşa, hançerin değsin arşa nidalarını duymayı bekliyorum.”
“Bir leş yiyici ve aynı zamanda da hükümdar, öyle mi?” Crystal aklı karışmış gibi İbrahim’e baktı ve “Zamanın Hükümdarı hakkında bir şeyler duymuştum ama mitlerimizde çok da yeri olan bir kavram değildi,” dedi. “Sadece uzun yıllar önce, yani hafızalarımız Kan Yemini’yle mühürlenip bir düğüme dönüşmeden önce, buralarda böyle bir adamın yaşadığını işitmiştim.”
“Öncelikle tatlım, leş yiyici demen pek etik gelmedi bana,” dedi İbrahim, Crystal’e dik dik bakarak. “Şu konuyu aç biraz.”
“Pek bilgim yok, sırtlan,” dedi Crystal. “Sadece bir efsane sanıyordum.”
“Şekerim, ben zaten efsaneyim.”
“İbrahim, bir dur da anlatsın,” diye homurdandım.
“Bir zamanlar bir adam varmış, zamanın ipleri onun elindeymiş,” dedi Crystal. “Hançerinde tüm cihana yeri gök, göğü yer edecek gücü olduğu söyleniyordu.”
İbrahim birden donuklaştı, bakışları Crystal’den ayrılarak göle çevrildi. Buz kırıklarının yüzdüğü göle bakarken sertçe yutkundu. Efken’in gözleri tekrar hançere indiğinde kaşlarının ortasında düşüncelerini ele veren bir çukur oluşmuştu.
“O adam gündüzü gece, geceyi gündüz edebilirmiş,” diye devam etti Crystal. “Dört mevsimi aynı anda yaşatabilir, güneş ile ayı yan yana koyabilirmiş.”
“Ayı ve güneşi yan yana koymak…” Miraç birden bana doğru döndü ve “Abla, İstanbul’da olan da tam olarak buydu. Bu efsane falan değil, bu bir gerçek,” dedi heyecanla.
“Şimdi demeye çalıştığın şey, bunu yapan İbrahim’in olduğu mu?” Bu soruyu sorarken cevap benim de kafamda netti ama birileri beni onaylasın istiyordum. Hançer kimsede değil, İbrahim’deyken açılıyorsa, kabza bir mühür gibi hançeri içinde saklıyorsa ve bu mührü İbrahim’den başkası bozamıyorsa, demek ki o hançerin sahibiydi.
“Evet,” dedi Efken kaşlarını çatarak. “Ya öyle ya da İbrahim bu hançeri sahibine götürmekle görevli biri ama bence, hançerin sahibinin ta kendisi.”
Miraç bir süre bekledikten sonra, “Babam bu hançere ihtiyacınız olacağından da bahsetmişti, bu hançerle ablama yardım edeceğinden…” dedi.
“Belki de sırtlan bilincinin içinde uyuttuğu bir gücü çağırdı,” diyen kişi Hatem’di, gözlerimi ona çevirdim, üstü çıplaktı ve altında yırtık pırtık bir kotla kan ter içinde karşımızda duruyordu.
“Bu sırtlan Gümüş Pençelerin değil, Marların sürüsüne katıldı. Bunu o gün, büyük savaşta gördük. Kraliçe Mēness’e sadakat yemini etti, onun yanında durdu. Bu da demek oluyor ki, Mēness’in sürüsüne ait. Mēness’i korumak için güçlerini harekete geçirmiş, geldiğiniz taraftaki doğa olaylarını etkileyerek hançerini geri çağırmış olabilir.” Hatem omuzlarını dikleştirip, “Bu ihtimal, savaşın ne kadar çetin geçeceğinin kanıtıdır,” derken gümüş gibi parlayan gözleri kısılmıştı.
“O zaman, bu zımbırtıyı nasıl kullanacağını öğrensen iyi olur,” dedi Efken, gözlerini İbrahim’e çevirerek. “Madem onu çağırmayı biliyorsun, kullanmayı da biliyorsundur.”
“Yavaş gelin, benim kalbim var,” dedi İbrahim alayla ama tüm bu zevzeklerinin nedeninin durumun ağırlığı altında paranoya hissetmeye başladığından olduğunu biliyordum. Ne zaman hisleri zirveye ulaşsa, her ne hissediyor olursa olsun bunu esprilerine yansıtıp bir maske takıyordu.
“Bu konuyu çözmek gerek ama Mustafa Baba’ya gerçekten ihtiyacımız var,” dedim.
“O kim?” diye sordu Miraç.
“Eski ve güçlü bir Gümüş Pençe,” diyen kişi Sapphire’dı. Miraç’ın bakışları hızla Sapphire’a kaydığında, Sapphire bana doğru dönüp dizlerinin üzerine hafifçe çökerek reverans yaptı. “Sezgi ve Ceyhun taş evden birlikte ayrıldı. Kardeşin ve kendileri için de kıyafet getireceklermiş,” dedi. Sonrasında gözlerini hançere çevirip, “Bence bu konuyu eski Gümüş Pençe’yle konuşmalısınız, şu an kafanızı belirsizliklerle dolu bir şeyde tutmanız güncel akışımızı durdurur. Çalışmalara kaldığımız yerden devam etmeli, eski Gümüş Pençe geldiğinde gereken bilgiyi aldıktan sonra hançerle ilgili ne yapmanız gerektiğine karar vermelisiniz.”
Sapphire’ın haklılığı ortama bir ateş gibi hızla yayılıp, soru işaretlerini bir anlığına da olsa küle çevirdi. Ama yine de bu durumun üzerine gitmemiz gerekiyordu. Mustafa Baba neredeydi? Neden birdenbire elini ayağını çekmiş, ortadan kaybolmuştu? O olmazsa, hançerle ilgili yeterince bilgi sahibi olamazdık. Üstelik Nemesis konusunda da ona sormak istediklerim vardı çünkü Efken, Nemesis’in gücünün tadını almaya başlamıştı ve bu yıkıcı gücün sonunda bizi ne bekliyordu, bunu asla kestiremiyordum.
İbrahim ölümcül, küçük bir kahkaha attı ve ela gözleri bir sırtlanın gözlerinin rengiyle aydınlanıp söndü. Elindeki hançeri karların arasına bırakınca kaşlarımı kaldırdım. Arkasını dönüp Hatem’e doğru koşmaya başladığında ve Hatem’i yere devirdiğinde Efken kaşlarını kaldırıp, “Senin süründen biri, benim sürümden birini devirdi, ha?” diye sordu bu durumdan pek de memnun olmamış gibi.
“Sadece çalışıyorlar,” dedim ama Hatem, İbrahim’i altına aldığı anda kaşlarım çatıldı. “Kurduna söyle, ona zarar verirse tüylerini tıraşlarım.”
“Sadece çalışıyorlar,” dedi Efken alaycı bir sesle.
“Sizin aranızda ne oluyor?” Miraç’ın sorusunu ikimiz de duymazdan geldiğimizde Miraç çatık kaşlarla ikimizi izlemeye başladı ama başka hiçbir şey söylemedi.
Akşama kadar dövüştük. Kurt sürüsünün ulumaları koruluğun içinde çınladı ama aramıza katılmadılar, çalışmalarına bizden uzakta devam ettiler. Miraç onlardan biriyle bir anda yüzleşmek zorunda kalmadığı için mutlu olsam da sonunda her şeyi görmek zorunda olduğunu bildiğimden tedirgindim. Belki de onu en başından eğitmek gerekti, babamın mektubuna eklediği dizeleri düşünürken gözlerimi kıstım ve düşünceler, Crystal beni arazinin öbür ucuna, neredeyse gölün içine fırlatana kadar sürdü. Daha sonra Crystal’e daha ağır bir hamle yaptım ve karlar havada uçuşurken çarpıştık.
Miraç’ın gücü neydi? Miraç aslında neydi?
Bu düşünce kafamı karıncalandırıyorken gözlerimi karların arasında duran hançere indirdim.
Nasıl bu kadar hızlı hayatımıza girmişti?
❄️
“Anlatsana, başka neler oldu?”
Soğanları doğrarken gözyaşları içinde sorduğum bu soru, aslında gerçekten ağlama hissiyle dolduğum için sorulmuş bir soruydu ama kardeşim, gözyaşlarımın nedeninin soğanlar olduğunu düşünebilirdi. Sorun yoktu.
Miraç ada tezgâha kalçasını yaslayıp, “Pınar ablayı biliyorsundur, bazen gelip senden tasarlayacağı defterler için resim çizmeni isterdi,” dediğinde başımı sallayıp doğradığım soğanları kızgın yağın içine boşalttım. “Şehirdeki buzlanma, hiç bitmeyen kar yüzünden nişanını evde yapmak zorunda kaldı. Duymalıydın, koskoca bina onun sesiyle inledi. Kardan ve kıştan nefret ettiğini söyleyerek ağladı. Nişanı yapacakları mekân için çok para harcamışlar, mekân da iklimdeki bozulma yüzünden iş alamayınca önceden aldığı paraların hiçbirini geri ödememiş.”
“Sonunda nişanlandı yani? Ben yine ayrılırlar diye düşünmüştüm,” diyerek gülümseyip bilek içlerimle gözyaşlarımı sildim.
Miraç neden ağladığımı anlamadı.
Efken’in burada olmamasına sevindim çünkü o neden ağladığımı anlardı.
Orayla, geldiğim yerle, eski yuvamla ilgili şeyleri dinlemek iyi gelir sanmıştım ama fark etmiştim ki bu sandığım kadar iyi bir karar değildi. İçimde bir şeyler eziliyormuş hissini yok edebilmek mümkün değil miydi?
“Bana kalırsa nişanı bozacak,” diyerek güldü. “O adam şehir magandasının teki. Geçenlerde kumar borçları yüzünden Etiler’deki mekânı ipotek altına alınmış. Pınar ablanın kafası biraz çalışıyorsa, o adamdan kurtulur.”
“İstanbul’la ilgili bir şeyler duymayı özlemişim.” Çenemle buzdolabını işaret edip, “Eti çıkarır mısın?” diye sorduğumda gülümseyerek buzdolabına ilerledi, omzunun üzerinden bana bakmaya devam ederken eti buzdolabından çıkarmıştı.
“Bunca zaman neler yaptın?” diye sordu, bunu gerçekten merak ettiğini hissettiğim için göğsümdeki ağırlık çoğaldı. Bunca zaman beni düşünmüştü, beni özlemişti, beni bulmanın yolunu aramıştı, hiçbir tesirin altına girmemiş ve benim için savaşmıştı.
“Cevaplar aradım.” Eti kesme tahtasının üzerine koyup yutkundum. “Cevapları birdenbire bulmadım, yavaş yavaş buldum. Kolay değildi. Burada arkadaşlar edindim, zordu, çok yalnızdım ama sonra burası evim oldu.”
Miraç duydukları onu üzmüş gibi gözlerini yere indirince ona baktım.
“Kızmıyorsun bana, değil mi? Yalnızlık nedir hep bildim, Miraç. Ya da bildiğimi sandım. Anladım ki ben o evdeyken, sizleyken yalnız değilmişim. Buraya geldiğimde asıl yalnızlığı tattım. Sonra bir şey oldu ve ben bir daha eski ben olamadım.”
“Geldiğimde karşımda bu kadar sağlam duran bir kadın bulacağımı düşünmüyordum,” dedi Miraç, itirafı bir süre sessizlik içinde beklememize neden oldu. “Güçlü bir kadın bulacağımı bekliyordum ama bu kadar değil. Ayakta kalacağını biliyordum ama güçlü kökler salmış olduğunu bilmiyordum. Yanında olamadım, olamadık. Ne babam ne de ben. Seni buradaki yalnızlığa terk ettik.”
“Ne senin suçundu ne de babamın, Miraç. Kalbinde bir yerlerde babama dair öfke barındırıyorsan, sil onu kardeşim. Babam beni yanınızda tutabilmek için çok savaştı.” Gözlerimi ete indirip bıçağı etin yüzeyinde gezdirdim. “Sonra da bu savaşı kaybetti. Kaybedeceği bir savaşa benim için girdi, son âna kadar benim için direndi. Bu bile ona öfkeli hissetmemen için yeterli bir sebep olmalı. Benim ona duyduğum tek duygu, derin, içimi yakıp yıkan, beni kavuran bir özlem. Hepsi bu.”
Miraç konudan uzaklaşmak istediğini sessizliğiyle belli etti. Sonra bu sessizlik, aynı konunun alevlenmesine neden olmasın diye, “Mustafa dedikleri adam ne zaman gelir?” diye sordu. “Bence Zaman Hançeri hafife almamanız gereken bir şey. Bir an önce ne yapmanız gerektiğini öğrenmelisiniz.”
“Neleri hafife almamamız gerek bir bilsen,” diyerek burukça gülümsedim. “Mustafa Baba’nın bir işi çıkmıştır,” dedim, umudum bu yöndeydi. “Yakında bizi aramaya gelecektir.”
“Aramaya mı?”
“Biraz uzun mesele. Dediğim gibi, bu evde geçici olarak misafiriz. Aslında evimiz burası değil.”
“Eviniz?” dedi sorar gibi.
Sertçe yutkundum ve “Evet,” dedim. “Evimiz.”
“Burası senin evin oldu,” dediğinde gözlerinde rastladığım hayal kırıklığını yok etmek istesem de gerçeği ona zaten ifade ettiğimden bana anlayış göstermesini bekledim. “Bir daha asla geri dönemeyeceğini düşündüğün için mi burada bir yuva kurdun, yoksa gerçekten yuvanda hissettirdiği için mi?”
Sorusu çok kısa bir an durup çatık kaşlarla ona bakmama neden oldu. O da gözünü kırmadan bana bakıyordu.
“Yuva olsun diye değil, gerçekten yuva olduğu için,” dedim kararlı bir sesle. “Hepsi benim yoldaşım oldu, arkadaşım oldu…”
“Sadece bu mu?” Gözlerime daha derin bakınca gözlerimi kaçırdım. “Sadece yoldaşın, sadece arkadaşın mı?”
Sorusunun öteki ucunda duran ismi biliyordum. Açıkça adını söylemese de onu diğerlerinin yanına gizleyerek, diğerlerini paravan olarak kullanıyor ve onun bendeki yerini öğrenmeye çalışıyordu. Onu gördüğü an hissetmişti, birbirlerinin gözlerine baktıkları anda onun benim için önemini anlamıştı.
“Daha açık sorsana şu soruyu sen.”
Miraç, “Daha açık olacağım, abla,” dediğinde gözlerimi yüzüne dikip başımı salladım. “O adamı seviyor musun?”
Hızla düşüyormuşum gibi hissettiğimde nefesimi tuttum. Belki de düştüğümü sandığım uçurumun çoktan içindeydim ve dibine doğru batıyordum.
“Evet,” dedim, zaman bir kalp atışı gibi etrafa yayıldı. “Onu seviyorum.”
Miraç dudaklarını birbirine bastırınca söyleyecek bir şey bulamadığını anladım. Hissettikleri benim kadar balçıkla kaplı olmuş muydu hiç merak ediyordum. Daha önce hiç, birini sevdiği için boğuluyor gibi hissetmiş, düştüğünü düşünmüş, battığını fark etmiş miydi?
Çöken sessizliği bölen sokak kapısının açılıp kapanırken çıkardığı ses oldu. Ardından gelen daha büyük bir sessizlik salonu kapladığında elimdeki bıçağı bırakıp elimi suyun altına soktum ve yıkamaya başladım.
Hangi ara doğradığımı fark etmediğim etlere dokundurduğum dalgın gözlerle, “Bunları ayrı bir tavada biraz kavurur musun?” diye sordum. “Hemen döneceğim.”
Miraç aldığı cevapla ilgili düşünüyor olmalıydı. Başını aşağı yukarı sallamaktan başka bir şey yapmadı. Mutfaktan çıkıp salona girdiğim an, Ceyhun ve Sezgi’nin kireç gibi bir suratla salonun tam ortasında durmuş, öylece beklediklerini gördüm. Başta yolunda gitmeyen şeyin ne olduğunu anlayamasam da Sezgi ve Ceyhun’un bakışları birbirlerine tutunduğunda, ortadaki gizemin farkına varmıştım.
Crystal, “Sizin neyiniz var?” diye sordu merakla. “Hortlak görmüş gibisiniz.”
Ceyhun yavaşça tekli koltuğa oturup yüzünü sıvazladı, avuç içlerinin arasına aldığı burnunu sıkarken gözlerini yere sabitledi. Sezgi olduğu yerde hareketsizce dikilmeye devam ediyordu.
“Korkutmasanıza insanı,” dedi Ulaş çatık kaşlarla. “Bir şey mi oldu?”
Gözlerimi kapının girişinde bıraktıkları valizlere, ardından tekrar onlara çevirdim. Herkes tüm gün çalıştığı için yorgun düşmüştü, o yüzden sinirler gergindi ve bu sessizlik herkesi daha da strese sokmuştu.
“Hamileyim.” Bu cümle, duymayı beklediğim bir cümle olduğundan mimiksiz durmayı başarabildim ama ben dışındaki herkesin, Efken’in bile yüzünün ruh gibi beyazladığını gördüm. Ceyhun gözlerini yumup parmaklarını yüzüne daha çok bastırdı.
Sezgi çatık kaşlarla derin bir nefes aldı ve “Evet,” dedi. “Doğru duydunuz. Hamileyim.”
Her ikisinin de gerginliği yoğun şekilde hissediliyordu ama sakin duruşlarından ödün vermiyorlardı.
“Testi yaptın mı?” diye sorduğumda bu kez tüm gözlerin hedefi bendim.
“Sen biliyor muydun?” Efken bu soruyu çok sakin sormuştu ama ona cevap vermeden Sezgi’ye bakmaya devam ettim.
“Bir benzinlikte durmasını istedim. Daha fazla bekleyemeyeceğim için de benzinliğin tuvaletinde test yaptım. Zaten hissediyordum. Seninle konuştuktan sonra kafamda bir şeyler netliğe kavuşmuştu.” Sezgi’nin sesindeki tedirginliği dinledim. Onu anlayamadığımı söyleyemezdim, zira onu onun yerinde olmasam da anlıyordum. Bir aile olma düşüncesi uçurumun diğer ucunda onu izliyordu ama o uçurumun bu ucundayken ona ulaşamayacağını biliyordu.
Ceyhun gözlerini açmadan Sezgi’yi dinlerken ortama ateş gibi düşen şaşkınlık herkesin bakışlarını küle çevirdi ama benim gözlerim yanmaya devam etti. Ceyhun şimdi nasıl bir ateşin içinden geçiyordu? Onun için daha zor olmalıydı. Bir insandı, bir cadıya âşıktı ve işler pek de yolunda gitmiyordu. Dört yandan kuşatılmışken hamile ve bizim gibi hedefin ucunda olan bir cadıyı nasıl korurdu? Bunları düşündüğünü sıkıca yumduğu gözlerinden, göz çukurlarına yayılmış devamlı titreyen kirpiklerinden anlamıştım.
“Sonuç olarak nasıl öğrenmiş olursam olayım, hamileyim.”
“Zamanlama kötü olmuş,” dedi Crystal, Sapphire uyarıyla dirseğini Crystal’in boşluğuna geçirince Crystal alev sarısı gözlerini kısarak ona doğru tısladı.
“Arsızlık etme. Bir Mar Hanımefendisi gibi davran,” diye söylendi Sapphire.
Islak elimi üzerimdeki kazağa silip, ardından Sezgi’nin omzuna koydum. “Belki durum şu an için sevinemeyeceğiniz kadar karmaşık ve korkutucu ama bir yanın her zaman aile olmak istemiyor muydu?” diye sordum, sorum bencilliğin özüyle beslense de şu an onu karanlık düşüncelerden uzağa götürmem gerekti. O beni asla karanlığa saplı bırakmazdı, beni o karanlıktan bir kılıcı cesetten çıkarır gibi çıkarırdı. O yüzden ona destek olmak zorundaydım. “Evet, durumlar biraz vahim gibi duruyor ama halledilmeyecek kadar kötü değil. Belki de ihtiyacımız olan küçük, şirin bir Sezgi ya da minyatür boy bir Ceyhun’dur?”
Ceyhun bir an gülümseyecek gibi oldu, gözlerini aralayıp bana baktığında dudaklarındaki hafif kıvrımı görebildim. Yine de açılan gözlerinin hâlâ gölgeli baktığı aşikârdı. Herkes o kadar sessizdi ki, ikisi de bir suç işlemişler gibi suspus olmuşlardı.
“Bana ihtiyacınız var!” dedi Sezgi, sesi sitem değil isyan eder gibiydi. Bize değil, kendisine ediyordu bu isyanı. “Bir sürü cadıyla çatışacaksınız, aranızdaki tek cadı da benim. Sorumsuzca hareket ettim. Böyle bir dönemde… Böyle bir dönemde başıma gelmemesi gereken bir şeydi.”
Boğazı ağrıyormuş, bu ağrı onu haykırarak ağlatacak kadar zorluyormuş gibi perişan hâlde gözlerimin içine bakınca dişlerimi sıktım. Haklıydı ama bu olanların suçlusu o değildi. Bu onu sorumsuz biri yapmazdı.
“Her zaman hayatımın bir aile kurmaya göre olmadığını düşündüm,” diyen Ceyhun’du. “Her zaman bir sonraki gün nasıl hayatta kalacağımı düşünmeden attım adımımı, oysa o günün sonunda ölme ihtimalim hep vardı. Sezgi hayatıma girdiğinde tek korktuğum şey onu kaybetmek oldu çünkü kellesini kolunun altında taşıyan biriyle birlikte olmak kolay değildi.”
İçtenlikle kurduğu cümleleri dinlerken herkes ona kilitlenmişti. Çıt dahi çıkmıyordu.
“Sağduyulu bir adam olmadım hiç, beni bekleyen son ne olursa olsun bunu kabul ederek bu karanlığın içinde hayatta kaldım, sonra da hayatta kalabilmenin ne kadar önemli olduğunu bana hissettiren, her ânında yanında olmak istediğim biriyle tanıştım. Tüm ihtiyaçlarım, nefes almak da buna dahil, o hâline geldi. Onun yeşil gözlerine baktım ve yarına çıkmamaktan korkmaya başladım. Beni daha çok korkutan, yarına çıkamamak da değildi, onun da yarına çıkamayacak olma ihtimaliydi.”
Sezgi, gözlerinde toplanmaya başlayan gözyaşlarıyla tek kelime etmeden sevdiği adama bakıyordu. Ceyhun’un kahverengi gözleri ona çevrildiğinde ikisinin de nefeslerini tuttuklarını fark ettim.
“Belki hayali benim için bencillikti, belki benim gibi bir hayat yaşayan birinin istememesi gereken bir şeydi, belki ben bir çocuğun hayatını sadece mahvederdim ama istedim. Bir yanım bu kadınla ortak bir parçamız olmasını istedi. Onun benim çocuğumu taşımasını hep istedim.”
Sezgi’nin kirpiklerine tutunan gözyaşı yavaşça kırılıp düştü, yanağında ilerledi ve çenesine ulaştığında Ceyhun bu görüntüye dayanamıyormuş gibi gözlerini usulca yumdu.
“Yapma,” dedi. “Ağlama. Ben bunları ağla diye söylemedim. Seni her zaman ağlattım. Bir sonraki günümü benden önce sen düşündün, benden önce sen planladın, benden önce sen benim için endişelendin ve ben sadece senin için yaşadım. Senin için yaşamaya çabaladım.”
Kısa bir sessizlik oluştu. Ceyhun derin bir nefesin arkasından tekrar konuştu.
“Böyle bir adam olmayı dileyen, isteyen ben değildim. Bu adama dönüştüğüm zamanı bile hatırlamıyorum ama seni bulduğum zamanı hiç unutmadım.” Ellerini dizlerine koyup, oturduğu yerden kalkmadan gözlerini Sezgi’ye mıhlamış hâlde, “Bebek haberini tüm bu balçığa batmadan önce de alsaydık böyle ağlayacaktın, benim gibi bir adamın çocuğunu belki taşımak istemeyecek, o çocuğun geleceğinden korkacaktın,” dedi. “Haklılığın yok sayılamaz, korkuların yok sayılamaz. Belki bu yüzden hiç aklımda nefes almaktan bir an olsun vazgeçmeyen bu gerçeği sana hiç söyleyemedim. Bir çocuğumuz olursa nasıl olur diye şakasına bile soramadım, alacağım tepkiden, gözlerinde göreceklerimden korktum. Biliyorsun, bir yanım reddedilmekten hep korktu. Bilmiyorsun, bir yanım beni terk etmenden hep korktu.”
“Keşke sorsaydın,” dedi Sezgi, bununla beraber gözyaşı damlası çenesinden kayıp gitti ve zemine damladı. “Çünkü her zaman seninle ilgili sabit bir düşüncem vardı. Hiç değişmedi. Her zaman seninle bir aile olmayı diledim.”
“Keşke.” Ceyhun durdu, bir süre Sezgi’nin gözlerinin içine sessizce baktı ve sonra, “Her şey birbirine bu denli girmiş, düğüme dönmüş, etrafımızı gölgelerle kuşatmışken, bu bebeği deli gibi istiyor oluşum senin için sorun olur muydu?” diye sordu yavaşça.
“Olmazdı,” dedi Sezgi, gözlerinden yaşlar boşalmadan önce dudaklarından kırılıp düşen son kelime bu olmuştu.
Ceyhun ayağa kalktı ve Sezgi’yi gözyaşlarını silmek için yüzüne götürdüğü elinin bileğinden yakalayarak kollarının arasına çekti. Sezgi’nin bileği Ceyhun ile kendi göğsü arasında kalırken omuzları titriyor, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu ve yaydığı enerji salondaki kristal avizenin içindeki ışık parçalarının rengini solduruyordu.
Efken’in dudaklarındaki tebessümü gördüm. Bir köşeye geçmiş ikisine bakarken şefkat, harelerine yılan gibi dolanıyordu. Bir an göz göze geldik, göz bebekleri şişti ve söndü, büyüdü ve küçüldü, genişledi ve daraldı; bana bakarken her ne düşündüyse bu kalbimin vuruşlarını hızlandırdı.
“Biz o bebeği de koruruz, Sezgi’yi de koruruz,” dedi İbrahim dudaklarında sıcak bir tebessümle. “Mahinev haklı, belki de aramıza minyatür bir Sezgi ya da Ceyhun görmek hepimize iyi gelir.”
Sezgi’nin hıçkırıkları gülümsemeye dönüştü ama gözlerinden yaşlar boşalmaya devam ediyordu. Ceyhun gülümseyip dudaklarını Sezgi’nin ateş kırmızısı saçlarına bastırdı ve alevden saçların arasına nefesini bırakırken, “Evet,” dedi. “Belki de karnında can bulan bize ait parça, aynı zamanda benim umudumdur.”
Crystal, “Ne şanslı ki bizim gibi süper güçlü teyzeleri olacak,” diyerek konuyu hafifletince Sezgi yavaşça kıkırdadı.
“Bebekler her zaman mucizelerle gelir,” diyen kişi Sapphire’dı.
“Ama bu durumda ne kadar yardımcı olabilirim ki size?” Sezgi yeniden umutsuz gözlerle bize bakınca, Ceyhun ona daha sıkı sarıldı. Sezgi’nin sorusu ortada asılı kaldı ve sessizlik o sorunun etini ısırıp kopararak beslendi.
“Sen bildiklerini bizimle paylaş, bir cadının iskeletini çıkarmamızda yardımcı ol, bu bize yeter,” dedim kendimden emin bir sesle. “Bırak da savaş kapıya geldiğinde düşünelim bunları. Ne bebeğe ne de sana asla zarar gelmeyecek. Sizi koruruz.”
Sezgi burnunu çekerek, “Bunu sizden isteyemem,” dedi.
“Ne demek isteyemezsin?” Efken’in sesi sertti. “Biz aile değil miyiz lan?”
Sezgi’nin dudakları daha da bükülünce, “Sıfata bak,” dedi Efken yumuşak bir sesle. “Zaten çirkindin, daha da çirkin oldun. Şu dudaklarını sarkıtma. Ne gerekiyorsa yapacağız. Madem istediğiniz buydu, bir kez de istediğiniz olsun, bir kez de siz bencil olun.”
“Şimdi gelip sana sarılır, burnumu üstüne başına silerim,” diye söylendi Sezgi.
“Dene de kafana balgam atayım.”
“İğrenç birisin.”
“Teşekkür ederim, biliyorum.”
“Kendine dinlenmek için süre ver. Şu an çok hassassın, o yüzden kafan karışık ve kendine yükleniyorsun,” dedim yavaşça. Sezgi ve Ceyhun’un yaşamaya değil, birbirlerine tutunmaya ihtiyaçları vardı ve bunu görüyordum, onların da görmelerini istiyorum. “Bir şeyler ye ve biraz dinlen.”
“Testi yapmadan önce yemiştim,” dedi Sezgi. “Biraz dinlenmeye ihtiyacım var, evet.”
Ceyhun’a baktım, bakışlarımdan ne söylemeye çalıştığımı anlayarak Sezgi’nin beline sarıldı ve onu merdivenlere yönlendirdi. Sezgi üst kata çıkana, Ceyhun ile kaldıkları odanın kapısı açılıp kapanana kadar kimse konuşmadı ama sonunda Ulaş, “Şimdi ne olacak?” diye sorunca gizlenen tüm endişeler bir volkanın dağı zorlayarak delip geçtiği gibi düşüncelerimizi delip geçerek sözcüklerin etrafını sardı.
Kısa, sessiz konuşmaların sonunda, “Şu an bir cadımız yokmuş gibi ilerleyeceğiz,” dediğimde tüm gözler üzerimdeydi. “Başka çaremiz yok.”
Başka çaremiz olsa bile şu an için yoktu. Önem verdiğin bir insanı ateşin içine itip, alevler onu sardığında ona yardım etmek için elini uzatmak, onu kurtarmak demek değildi; vicdanını yatırdığın buzlu su, onu içine attığın ateşleri söndürmeyecekti. Onun açılan yanık yaralarını iyileştirmeyecekti. Yaptığın kötülüğü değiştirmeyecekti.
Onu alevlerin içine itip sonra da ona yardım eli uzatamazdım; o yardım eli onu alevlere itenin ben olduğumu değiştirmezdi.
Mutlu olmak, bir aile kurmak istiyordu. Bir bebeği olsun istiyordu. Güç için, kazanmak için, tüm bunlar için bir insanın hislerini kumar masasına yatıramazdık. Gecenin kalanı bir sarmaşık gibi bedenlerimize dolanırken ne yapacağımızı bilmiyordum ama ne yapmayacağımızı biliyordum. Her seferinde kazanan biz olacakmışız gibi davranmayacaktık, yenilgi ihtimalinden uzaklaşmayacaktık, gerekirse uykusuz geceler geçirecektik ama artık bu gece olduğumuz kadar rahat olmayacaktık.
O gecenin kalanında İbrahim ve Efken birer çocuk gibi kalan baklavanın kavgasını yaparken ben ada tezgâhın önündeki bar taburesine oturmuş, dalgın gözlerle boydan camın dışında kalan karanlığı izliyor, elimdeki şarap kadehini döndürerek içindeki şarabın cam duvarlara bir dalga gibi vururken çıkardığı sesleri dinliyordum.
“Bırak diyorum sana, aptal adam! Bana yaptı bu baklavayı diyorum, bırak!” İbrahim baklava tepsisinin öteki ucundan çekerken Efken burnundan hırslı bir nefes verip tepsiyle birlikte İbrahim’i de kendisine doğru çekti. İbrahim’in muzip bir şekilde güldüğünü cama yansıyan görüntüleri dikkatimi çektiğinde fark ettim. “Ay bir anda böyle çekince de elim, ayağım, her şeyim boşaldı gibi oldu…”
“Kes lan sesini, göt maymunu,” dedi Efken, İbrahim’i geri itip bu kez sadece baklava tepsisini çekerek. “Sen kimsin de senin için yapsın, benim için yaptı, sana acıdığı için sana da birkaç dilim vermiş işte. Bu benim.”
“Göt maymunu mu? Üstüme iyilik sağlık, yeni yeni terimler… Hani tatlı sevmiyordun biraderim sen? Hem bana yaptı diyorum ya, dön sor, Necla, kız sen bana yapmadın mı bu baklavayı? Şöbiyetime bir cevap verir misin yoksa çirkinleşeceğim, konu baklava olunca çok çirkin bir adam olurum.”
“Artık tatlı sevmeye karar verdim. Hem sana ne? Sana neyi sevip sevmeyeceğim konusunda izahat mı verecektim?”
“Ay senin neleri sevdiğini şurada konuşmaya bir başlarsam o esmer, yarabbim nasıl bir güzellik zikirleri çektiğim suratın domates rengini alır benden demesi, kaymaklı kadayıfım. Evet, artık sana baklavam demeyeceğim, seni bu görevden azlediyorum, sen artık bir kaymaklı kadayıfsın. Çok aramasam da lezzetli olan ama asla ilk seçtiğim olmayan… Artık Yaren benim baklavam.”
Birden bana dönüp, “Seni kaknem seni, baklavayı bile aramıza nifak tohumları serpmek için yaptın, değil mi? Sanmıştım ki dostumsun, sevmiştim seni, toprağım demiştim ama sen yılanın has başısın. Her anlamda yılan,” dedi ve tepsiyi çekiştirirken çirkin, detone olan sesiyle, “Sen miydin sevgilimi çalan,” diye şarkı söylemeye başladı. “Anladım ki dostluklar yalan…”
“Bir baklavayı paylaşamadınız ya,” diye söylendiğimde Efken kaşlarını çatıp, “Ama Mahi, bu baklava benimdi. Söyle ona, bıraksın,” deyince İbrahim birden garip bir ses çıkararak kahkaha attı.
“O ne be öyle, annesine şikâyet eden çocuk gibi beni kıza şikâyet ediyorsun…”
“Sana yine yaparım ben,” diye mırıldandığım an bakışları yumuşadı ama bu kez İbrahim kaşlarını çatarak bana doğru döndü.
“Bana yine yapmaz mısın? Söylediğim şarkıda bile adamın arkadaşı, bilmiyorum onun senle olduğunu, nasıl yaptım sana bunu diye bir pişmanlık belirtisi gösteriyordu ama sen yüzsüz gibi hâlâ sevdiğim erkeği tavlamak peşindesin. Sana gerçekten aşk olsun ya.”
“Ne diye yapacak sana ya?” Efken tepsiyi göğsüne çekip İbrahim’den uzaklaştırırken İbrahim de arkasından geldi ve tepsiden bir baklava çalıp ısırmadan direkt ağzına attı. Şişen yanağına tebessüm ederek bakarken şaraptan bir yudum daha aldım.
“Almasana kıracağım bacaklarını, almasana lan, alma alma!”
İbrahim baklavayı tek yanağına koyup bir sincap fındığı ağzına tepmiş gibi görünürken, “Ne cimri adamsın ya,” diye söylendi.
“Ben konu o olunca, cimri bir adamım,” dedi Efken, üçüncü tekil şahsın üzerine basa basa kurmuştu bu cümleyi.
Miraç mutfağa girince ikisi de sustu ama benim kalbim susmadı. Efken, insanı bir yalanı gerçek olduğuna da inandırabilirdi, bir gerçeğin yalan olduğuna da inandırabilirdi. Bu konuda güçlüydü ama artık manipüle etmiyor, gerçekler dudaklarından öylece dökülüyordu. Kardeşim de bu gerçeğe tanık olmuştu.
“Konu ablam olunca mı cimrisin?”
İşte bu soru, o gerçeğe tanıklık eden kardeşimin dudaklarından döküldüğünde Efken’in uçurumdan derin gözleri kardeşime çevrildi. Aralarında benim anlamadığım ama muhtemelen ikisinin çok iyi anlamlar çıkardığı bir bakışma yaşandı. Bakışma öyle gergindi ki İbrahim baklavayı bütün yutmuştu.
“Evet, başka soru?” Efken, dudaklarında alaycı bir tebessümle soruya soruyla karşılık verince, Miraç kaşlarını sertçe çattı.
“Biliyor musun eminim babama da bu kadar burnu büyükler cevaplar verir, sinir bozucu sorular sorardın,” dedi Miraç sinsi bir sesle, Efken bir an duraksayıp çatık kaşlarla Miraç’a baktı. “Neticede karşındaki hem bir Gümüş Pençe erkeği hem de söz konusu olduğunda cimri olduğun kızın babası.”
“Derdin ne senin, cüce?”
“Cüce mi? Boyum senin boyuna oldukça yakındı aslında,” dedi Miraç dudaklarında alaycı bir gülümsemeyle. “Basketbol takımının kaptanı olduğumu söylemiş miydim?”
“Ay götüm, ben de öyleydim, ne olmuş yani?” diye homurdandı İbrahim köşeden.
“Cüce olmak, bücürük olmak, çocuk olmak boya bakmıyor. Mesela bunu bilmeyecek kadar cücesin,” dedi Efken sinir bozucu bir sesle. Elindeki tepsiyi kenara koyup kardeşime döndü, eğlendiği her hâlinden belli oluyordu.
Miraç tam bir şey söylemek için ağzını açacaktı ki İbrahim ortamdaki gerginliği yok etmek ister gibi ikisinin arasına girdi. Efken gözlerini devirerek mutfaktan çıktığında Miraç da arkasından çıktı ve bu durum beni gerdiği için kadehi alıp arkalarından çıktım.
İbrahim arkamızdan gelirken, “Biriniz de gelirken elinizde Türk lokumuyla gelsin be,” diye homurdanıyordu. “Hiç mi misafirlik adabı öğretilmedi size, Demir kardeşler?”
Efken taş evin koridorundaki kirişte kendini yukarı çekince Miraç kollarını göğsünde bağlayarak onu izlemeye başladı. İki erilin ortasında durmuş, görünmez savaşlarını izlerken kaşlarım çatılmıştı. Gözlerim barfiks çeken Efken’e kaydı ve karın kaslarındaki keskin çizgilerin ânında çökmeye başlayışını gördüm. Karın kasları şekilleniyor, gerginleşiyordu.
“Bu bir tehdit mi?” diye sordu Miraç birden. “Bana ne kadar heybetli olduğunu mu göstermeye çalışıyorsun?”
“Tehdit ediyor olsaydım,” dedi Efken kendini yukarı çekerken, “sana altını dolduracağın kadar korkutucu bir şey gösterirdim,” dedi ve bedeni yavaşça aşağı kaydı.
“Keşke ben de görsem, korkutsan beni o şeyle,” diye iç çekti İbrahim.
Efken, “Sana klozet kapağını yalatırım,” dedi İbrahim’e. “Canımı sıkma benim. Yürü, uyumadan önce biraz daha çalışalım dışarıda.”
İbrahim, kardeşime sokulup, “Ya sen bakma onun böyle beylik laflar ettiğine,” dedi İbrahim fısıldayarak. “Aslında çok korkar benden. Sana bir yamuğu olursa gel söyle bana. İbrahim abi, bu benimle uğraşıyor, de. Çekerim ben onun kara kulaklarını.” Elini kardeşimin omzuna koydu. “Aslansın, abin arkanda…”
Efken sokak kapısının önünde durup, “Bir şey mi diyorsun, göt maymunu?” diye sordu kaşlarını kaldırarak.
“Haşa padişahım, senin huzurunda İbrahim kulunuz kimdir ki?” İbrahim sevimli bir sırtlan yavrusu gibi sırıttı. O an gerçekten gülmeye başladım, Miraç’ın da ilk kez içten güldüğünü gördüm. “Bu arada işine karışmak gibi olmasın ama hünkârım, eğer göt maymunu yerine kapuçin maymunu derseniz daha az incinirim. Tabii son seçim yine siz yüce padişahımın.”
“Çok korkuyormuş senden gerçekten,” diye takıldı Miraç.
İbrahim tekrar Miraç’a doğru eğilip, “Bakmasana oğlum sen buna,” dedi. “Bilmiyor musun Sultan Sülüman’ın bile yanında Pargalı İbrahim vardı. Sol koluydu. Ben de onun sol koluyum işte. Bensiz işemeye gidemez o. Ayrıca benim şöbiyet adamım solaktır, al bu bilgiyi ne yaparsan yap.”
“Sülüman değil, Süleyman,” diye düzeltti Miraç. “Ve İbrahim, unutma ki Pargalı’yı da öldürten Sultan Süleyman’dı. Bunu atladın sanırım.”
“Hürrem, Sülüman diyordu. Hem konumuz bu mu?” İbrahim kardeşime düz düz baktı. “Hem belki de ben bu hikâyenin Hürrem’iyimdir, ablan da Mahidevran’dır ve saadetimi gölgelemek istiyordur.”
“Bana bak, sen yeni birini görünce bir değişiyorsun, olduğundan daha geri zekâlıymışsın gibi davranıyorsun. Seni ıslatır ıslatır döverim,” dedi Efken dişlerinin arasından. “Hadi yürü, çalışacağız.”
“Islata ıslata mı döversin gerçekten, Efken?” İbrahim titrer gibi yaparken gözlerini geriye doğru kaydırdı. Ele geçirilmiş gibi görünüyordu. “Ah…”
Efken belindeki kemeri aniden çıkarıp kırbaç gibi İbrahim’e savurdu ve “Ne yapıyorsun lan sen, rahatsız?” diye hırladı. “Oğlum sen rahatsız mısın lan?”
“Rahatsızım ben, Efken. Lütfen rahatlat beni…”
Başımı iki yana sallayarak gülüp elimi Miraç’ın omzuna koydum ve “Sen de benimle antrenman yapmak ister misin?” diye sordum.
“Ne?”
“Biraz değişiklik olur.”
“Olur ama yenilirsin,” dediğinde burun deliklerimi sıkıştırarak güldüm.
“Vay be, hadi yen beni.”
Elimdeki kadehi köşedeki ahşap şifonyerin üzerine bıraktım ve kardeşime sarılıp Efken ile İbrahim’in arkasından dışarı çıktık. Gökteki karanlık bakiydi, şimşekler bir süreliğine geri çekilmişti. Crystal ve Sapphire az ileride, gölün arkasında kalan korulukta dövüşüyorlardı.
Miraç yerde uçuşan karları görünce bir an donakaldı ve sadece onları izlemeye başladı. Karların hızdan, hareketlerin yarattığı rüzgârdan uçuşmadığını biliyordu. Bu, efsanevi güçlerle ilk teması olacaktı. O yüzden İbrahim ile Efken birbirlerine saldırırlarken durdum ve Miraç’ın kızlara diktiği gözlerindeki duyguları gözlemledim.
Sapphire, bir yay gibi gerildi, kendi etrafında döndü ve insan bedenine ne kadar hâkim olduğunu gösteren esnek bir açıyla tekmesini savurdu. Havada savrulup bir kırbaç gibi Crystal’e ulaşan tekme, Crystal’in avucunu Sapphire’ın ayak bileğine bastırmasıyla durdu. Crystal son gücüyle Sapphire’ı geri ittiğinde, Sapphire bir insanın kemiklerinin kırılacağı hızda ağaca çarptı ama ayaklarının üzerinde dimdik durdu. Miraç’ın kaşlarının hayretle havalandığını gördüm.
Crystal, “İyisin, Sapph,” dedi. “Ama bebeğim, benim kadar iyi değilsin.”
İşte bu, Crystal’in yerdeki asasını alıp hızla döndürmeye başlamasıyla anlam kazanan cümle oldu çünkü o asa, önce uzun bir yılana, ardından bir kırbaca dönüştü; benimkine benzese de onunki cansız bir kırbaçtı. O kırbacı Sapphire’a vurmak için kaldırmasıyla, ışıktan daha hızlı bir enerji akımı Sapphire’ı önce ağaca mıhladı, ardından belini sararak havaya kaldırdı.
“Siktir,” diye fısıldadı Miraç, sertçe yutkunurken boğazında hareket eden âdem elması derisini yırtacak kadar yükselmişti. Göz bebekleri genişlemiş, göğsü korku ya da adını onun dahi bilmediği gergin bir hisle şişmişti.
Sapphire, öfkeli bir çığlığın ardından Crystal’in bir kırbaca dönüşmüş kara asasının içinde âdeta alev gibi patladı ama ne alevleri görebildik ne de onun dağılan parçalarını. Yine de kopup etrafa dağılan kırbaç parçalarını görebilmiştik. Miraç neredeyse bir adım geri gidecek sandım ama durdu ve tüm gücüyle bu sahneye tanıklık etmeye devam etti. Sapphire, yere bir dizini karlara bastıracak şekilde indi, kafasını kaldırıp muhtemelen gözlerini uzun bir elips şekline sokarak Crystal’e baktı ve Crystal bundan keyif alıyormuş gibi sırıttı.
“Evet, kız kardeşim. Ne duruyorsun? Saldır bana,” dedi alaycı bir sesle.
Ve sonra, birbirlerine doğru koşmaya başladılar.
Ne olduğunu görmesine izin vermeden Miraç’ı ensesinden tutup kendime çevirdiğimde kızıl kahve gözlerindeki şaşkınlık o kadar koyuydu ki, göz bebekleri harelerini kaplamış gibi genişlemişti ve o karanlık boşlukta kendi yansımamı görmüştüm.
“Neler yapabiliyorsun göster bana,” dememle, Miraç’ın gözlerinin irileştiğini fark etmem aynı saniyeler içinde gerçekleşti.
“Ablamsın sen benim.”
“Ama karşında seni savunmasız yakalayan bir düşman da olabilirdim.”
“Ama değilsin-”
Hiç beklemediğini bilsem de onu ensesinden tutup karların arasında sürüklemeye başladığımda bana direnmedi. Onu tam ortada durdurup geriye doğru ittim ve tam karşısında yumruklarımı yüzüme yakın bir yere konumlandırarak o keskin yumrukların arkasından ona baktım.
“Abla, sen ciddi misin?”
“Atak yapmazsan şirin burnunu kırma ihtimalim var ve bu aralar hastaneye bile gidemeyecek kadar kapana kısıldık,” dedim, ciddiyetimi fark edince yumruklarını havaya kaldırıp burnunun altına hizaladı; kızıl kahve gözleri yumrukların arkasından beni izliyordu.
“Sana vurursam kendimi affetmeyeceğim,” dedi sert bir sesle. “Ama madem bunu istiyorsun, geri de çekilmeyeceğim.”
“Bana benim kardeşim olduğunu kanıtla,” diyerek onu tamamen gazlayıp sinsi bir şekilde yana kaydım, ardından ona doğru bir adım attım ve yumruklarımız havada uçuşmaya başladı.
Başta karşılayışları iyiydi, daha sonra yorulmaya başladığını ve az önce yaşadığı şaşkınlığın da getirdiği bir afallama yaşadığını fark ettim. Yine de durmadım, onu en iyi hâline getirmek haftalarıma mâl olabilirdi ama bir yerden başlamak gerektiğini hissediyordum. Kendi etrafımda dönüp havada ona ilerlettiğim tekme omzuna indiğinde bir an geriye doğru savruldu ve Efken’in keyifle güldüğünü duydum.
Miraç karların arasından çevik bir hareketle zıplayarak doğruldu, bu kadar rahat kalkması kaşlarımı kaldırmama neden olsa da durup dinlenmesine müsaade etmedim. Ona ikinci bir saldırıyı henüz yeni ayağa kalkmışken yapıp bir kez daha kendi etrafımda döndüm ama bu kez tekmemi havada durdurdu; beklemediği şey, bir bacağım elindeyken diğer bacağımı kaldırıp başka bir tekme atabilecek olmamdı. Bunu yaptığımda karnına yediği tekme onu devirdi ve ben de karların arasına düştüm.
“Onu nasıl yaptın?” diye bağırırken karların arasında kıvranıyordu. Alnını karlara bastırdı, kollarıyla karnını sararken, “İçimde bir şeyleri patlattın!” diye bağırmaya devam etti.
“Bu mudur?” Yerden kalkıp onu kazağının yakasından havaya kaldırdığımda bana korkarak baktı. “Bundan ibaret değilsin.” Gözlerine inancıma gölge örmesini istemiyor gibi baktığımda sertçe yutkunup başını salladı. “Güzel. Geç karşıma.”
Zar zor yürüyerek karşıma geçerken Efken’in sırıttığını görünce, “Dönsene lan sen önüne, moruk,” diye söylendi.
“Medu,” dedi Efken keyifle kardeşimi süzerken. “Acı şu acemiye.”
İbrahim ani bir tekmeyle Efken’i karların içine devirince, Miraç eli karnında tüm koruluğu çınlatacak bir kahkaha attı ve Efken öfkeyle burnundan soluyunca ileride, dağların arkasında bir yerde gürültüsü ışığından önce etrafı saran bir şimşek patladı.
“Bana bakacağına önüne bak da dayak yeme,” diye şakıdı Miraç ama aynısını o da yaptığı için, bir sonraki hamlemden kaçamadı. Gözleri ağır çekimde bana çevrilirken yumruğum da aynı ağırlıkla onun yüzüne doğru ilerliyordu; yediği yumrukla bir kez daha yere savruldu ama bu kez henüz insan bedeninde olan birine atılmaması gereken şiddette bir yumruk attığım için yaklaşık beş, altı metre sürüklenerek karların içinde kendi bedeninden bir patika yaratmıştı.
Dudaklarımda memnuniyetsiz bir tebessümle ona baktığımda elimde olmadan bir anda göz bebeklerim yukarı çekildi ve kan rengi gözlerimin ortasında ince, siyah bir elips belirdi. Miraç’ın, Sapphire ve Crystal’e karşı bile mimiksiz kalmayı başarabilen yüzünü saran dehşeti gördüğümde bir anlığına duraksadım. Ona doğru bir adım attığımda bir an irkildi. Ona yaklaşmam onu korkutmuştu. Göğsüme kızgın bir tel soksa, canım bu kadar yanar mıydı merak ettim.
“Korkma,” diye fısıldadım yerdeki bedeninin tam önünde durduğumda. “Sana zarar vermem. Asla.”
Miraç sadece, “Daha fazlasını göster,” dedi. Dozu arttırmamı istiyor oluşu delilikti ama ona istediğini vermek istedim.
Gözlerimi Miraç’ın gözlerine sapladım. Miraç da yerde hareketsizce bana bakıyordu. Bir yılanın tıslama sesi tüm ormana yayıldı ve bunu Miraç da duydu. İçinde olduğum güç halesini genişletmeye başladım; etrafa kudretim, zehrim ve şifam, yenilgilerim ve zaferlerim yayıldı.
Bununla aynı anda, ilerideki Crystal ile Sapphire’ın hızla yere düştüklerini duydum. Bundan sonrası daha karanlıktı. Her şeyi görüyordum ama gözlerim sadece erkek kardeşimin gözlerindeydi. Sadece ona bakarken her şey belleğime görüntüler olarak doluyordu. Efken ve İbrahim’in nefes nefese durmuş bizi izlediklerini, Ulaş’ın arbaletini indirip gözlerini bize dikişini, Sapphire ile Crystal’in yerde sırtüstü uzanmış kıvranmaya başladıklarını… Gölde çatırdayarak ilerleyen buz dairesini, buz dairesindeki büyük, daireyi kırıp parçalayacağı belli olan çatlağı, hatta içeride, üst katta babasıyla ilgili düşünceler yüzünden sessizce ağlayan Yaren’i…
Sapphire ile Crystal’in iki bacağı birbirine görünmez iplerle bağlanmış gibi birleştiğinde hareketleri kesildi; ikisi de aynı anda gözlerini açıp göğe baktıklarında o gözlerin tam ortasında ince çizgiler duruyor; yılan görüşleri karanlık göğü bile kızıl algılıyordu. Kıyafetleri asitte erimiş gibi eriyerek su olup etraflarındaki karın zeminine aktı ama yerde yattıkları için kimse çıplak olduklarını göremedi. Ben gördüm. Bunu, Miraç’ın gözlerinin içine bakmaya devam ederken gördüm.
Bir zar, şeffaf bir deri usulca çıplak bedenlerini sararken ikisinin de başı birbirine değiyor, bedenleri birbirlerinin ters istikametinde uzanıyordu; Sapphire başını Crystal’in başına doğru itince Crystal kısık sesle tısladı ve ağızlarının içince uzun, çataldan bir dil tüm dişleriyle birlikte damaklarını turladı.
Şeffaf deri onları tamamen içlerine aldığında, bedenleri kendileri boyunca bir yılana dönüştü ve bu dönüşüm yavaşça hızlanarak onlara asıl derilerini bahşetti.
Şimdi kahverengi desenleri olan sarı bir Çıngıraklı Yılan ve o gün elmas bedenin altında gördüğüm Karayılan yerdeydi; iki yılan da Crystal ve Sapphire ile aynı boyda olsalar da enleri incelmişti. Birden iki yılan da hızla karların arasında ilerleyip, karları havaya uçuşturarak Miraç’a doğru gelmeye başladı.
Bazen birbirlerini geçmek ister gibi birbirlerine dolanıyorlar, sarı ve siyah renk bir düğüme dönüşüyorlardı ama sonunda ayrılıyorlardı.
Sarı yılan usulca Miraç’ın bacaklarına gitti, Miraç bu kadar uzun bir yılan görmeyi beklemediğinden nefesini tuttu ama çok geçmeden karayılan da hemen teninin üzerindeydi; Sapphire, Miraç’ın boynunu, Crystal de bacaklarını bir urgan gibi sardığında, Miraç nefesini tutup gözlerini yumdu.
“Gözlerini aç,” dedim. “Aç ve daha fazlası neymiş, gör.”
Crystal’in kuyruğunun ucundaki çıngıraktan çıkan ses, Miraç’ın kaşlarını çatıp daha sert yutkunmasına neden oldu.
“Abla,” diye fısıldadı. “Bunların, o kızlar olduğunu söyleme.”
Crystal tam da o kız olduğunu kanıtlamak ister gibi çıngırağını titretip bir ses daha çıkardığında, Miraç sertçe yutkundu. Sapphire, boğazını biraz daha sarıp gösterişli siyah yüzünü Miraç’ın yanağına yaslayarak öylece durduğunda, Miraç’ın alnındaki mavi damarlar bir bombanın kabloları gibi görünüyordu.
“Gözlerini aç.”
“Abla.”
“Gözlerini aç.”
Miraç usulca gözlerini aralayıp, elips gibi uzayan göz bebeklerimde kendi yansımasını gördüğünde sertçe yutkundu. Sapphire, Miraç’ın yanağındaki başını hareket ettirip boğazını biraz daha gevşetti ve Crystal sardığı bacakları serbest bırakmadan Miraç’ın karnına doğru süründü.
“Bu yılanlar, tam da sandığın kızlar, kardeşim.”
❄️
İSTANBUL
Mahinur, ağır adımlarla ilerlediği karanlık koridorun tam ortasına geldiğinde, koridorun sonundaki pencereden dışarı baktı ve gelecek ile geçmişin birbirleri olmadan yıkılacaklarını o an anladı. Güneş ile ayı bile yan yana koyan geleceğin mimarı geçmişti ve sonunda herkes geçmişteki yerini öğrenmişti.
“O sürünün lideri Mahinev’e rahat vermeyecek. Dileğim onu yakın zamanda bulamamasıdır,” diye fısıldadı, çok değil bir süre önce Mahinev için buraya kadar gelen sürünün liderinin onu bulma umuduyla Varta’ya gideceğini biliyordu.
Zamanın Hükümdarı’nın hançerinin Varta’ya gitmiş olması anlık da olsa bir geçiş kapısı açmışsa eğer, daha kötüleri de yaşanabilirdi. Sürüdeki gözü dönmüş, torunuyla evlenmek isteyen lider orayı bulabilir miydi bilmiyordu ama içinden bir ses, o kurdun rahat durmayacağını söylüyordu.
Son dakika bülteni kaldığı yerden devam ederken, “İncelemeler için NASA’dan bir grup gökbilimci yola koyuldu,” dediğinde Mahinur gözlerini kıstı.
“Eğer aklını kullandıysan, oğlum,” dedi pencereden içeri sızan ay ve güneş ışığının koridorun zeminine bir sütun gibi düşüşünü izlerken. “Miraç’ı hançerin arkasından yollar, onun hızını kullanırsın. Kalbinle verdiğin her bir kararda, İstanbul daha da karanlığa batıyor.”
Aynı saniyelerde, Aykan’ın sabit bakışları pencereden dışarıdaydı. Eşi ve Miran’ın uyanıp bu karmaşayı görmemesi için hazırladığı karışım etkisini yitirmeye başlamıştı ve birazdan uyanacak olurlarsa, onları yeni bir tesir altına almak zorunda kalabilirdi. Bundan nefret ediyordu.
Birden arkasında duran saatin bir adım ileri gittiğini işitti. Yelkovan afallamış gibi atmıştı bu adımı. Kötürüm bir insanın nihayet attığı güçsüz bir adımı anımsatıyordu. Aykan’ın göz bebekleri genişledi, bakışları hızla saate çevrildi ve bununla eş zamanlı olarak yelkovan ışığı arkasına almış gibi hızla geriye doğru dönmeye başladı. Akrep tam üç adım geri attığında, üç saat öncesine dönen zaman, güneşin solup yerini sadece şafağa teslim etmesiyle nihayete erdi.
Aykan yüzünden silinen gün ışığını yeniden görmekten korkarak camdan dışarı baktığında, etrafı saran kalabalıktan eser yoktu; yayın kesilmiş ve tüm dünya, bu sanki hiç yaşanmamış gibi üç saat öncesine dönmüştü; İstanbul yeniden derin bir uykudaydı.
“Miraç,” derken göz bebeklerinin içinde cam gibi parlayan duygunun ismi gururdu. “Hançeri sahibine teslim ettin.” Derin bir nefes alırken gözlerini yumup gülümsedi. “Birbirinizin yanındasınız demek. Şükürler olsun.”
Yatak odasının kapısının açılıp kapanırken çıkardığı sesi işitti, daha sonra topuklu terlikler koridorun zeminine tıkırtılar emanet etmeye başladı. Aykan yüzünde kalmış son birkaç damla gözyaşını elinin tersiyle silip yüzüne sahte bir tebessüm ekleyerek salonun kapısına döndüğünde, Dicle uykulu gözlerle eşine bakıyordu ama buna rağmen duru ve güzel yüzünden gözyaşları akıyordu.
“Neden ağlıyorsun, sevgilim?” diye sordu Aykan birdenbire bu duruma akıl sır erdiremeden.
“Bilmiyorum,” dedi Dicle. Elleri yüzüne giderken, “Ağlıyor muyum?” diye sordu, sesi gözyaşlarını ele verircesine çatlamıştı. “Ağlıyorum…” Eli, yüzünden kayıp kalbine kadar gittiğinde Aykan’ın kızıl gözlerinin içine bakıyordu. “Birden içimden bir şey daha eksilmiş gibi hissettim.”
“Bir şey daha mı?”
Dicle, “Bir süredir eksik olan bir şey vardı, şimdi iki şey birden eksik, öyle hissediyorum,” diye fısıldadı.
Aykan’ın göğüs kafesi bir enkaz yeriyse eğer, kalbi enkaz altında kalmış bir insan olmalıydı. Dicle’ye doğru ilerleyip onu kollarının arasına aldığında, Dicle daha şiddetli ağlamaya başladı ve o an, Aykan bunu yapmazsa onun acısını dindiremeyeceğini biliyordu ve Dicle’nin acısı, onu tanıdığı ilk günden beri biliyordu ki Aykan’ı öldürecek kadar büyük şeyler ifade ediyordu.
Karısının saçlarını okşarken, “Jūs redzējāt savus bērnus,” diye fısıldadı. Çocuklarını gördün. “Viņi ir kopā.” Birlikteler.
Dicle, bir an susup gözlerini yumdu, yarı baygın hâlde başı Aykan’ın omzuna tamamen düşünce Aykan gözlerini yumup dişlerini sertçe birbirine bastırdı ve birkaç sözcüğü karısının zihnine emanet ederek onu hiç istemeden de olsa tesiri altına aldı.
“Dün gece ikisinin de yüzünü bir ekrandan da olsa görmek iyi geldi,” dedi birdenbire burnunu çekerek. Aykan vicdan azabıyla Dicle’ye çok daha sıkı sarıldı. Bir anneye bunu yaşatmak, vicdanın üzerine çürümüş cesetler sermekten farksızdı. Girdiği vebalin farkındaydı, kollarında ağlayan kadın sevdiği kadındı ve ona bunu yapmak onu içten içe zehirleyerek yok ediyordu. “Seni sordular, Mahinev ekrana bir sürü öpücük kondurdu ve onun yerine seni öpmemi istedi. Yarın akşam yine görüntülü konuşacağız, sen de katıl olur mu?”
“Olur,” diye fısıldadı Aykan. “Tabii ki katılırım.”
Yelkovan, saatin üzerinde bir adım daha attı.
Zaman, Miran’ın odasını işaret ediyordu.
Miran gözlerini aralayıp tavana baktı. İstanbul’da kalan yansımanın gözleri kan kırmızısı, bakışları uğursuzdu.
🎧: For All Eternity, Beyond the Gates