On dokuzlu yaşlarımdayken kendimi bir uçurumun önünde, korunaksız bir şekilde dalgaları izliyormuşum, dalgalar ölüm çağrısında bulunuyormuş, bense bu dünyadaki yerimi, nereye ait olduğumu düşünerek o çağrıya kulak veriyormuşum gibi hissederdim.
Karanlık bir dönemdi.
Bazı geceler zar zor daldığım uykulardan kalkar, odamın duvarlarının beni içine almış bir kuyu olduğu düşüncesi ve kuyunun sonunda bir ışık görme umuduyla tavanı izlerdim. Karamsar bir genç kızdım. Annemin çevresindeki insanlar bunun yetişkinlik ve çocukluk arasındaki o geçiş döneminin yarattığı sanrılardan kaynaklı olduğunu söylerdi ama babam hep bilirdi. Beni bekleyen mutlak kaderi özlediğimi, ait hissettiğim yeri bulmak istediğimi, kaybolduğumu, bulunamadığımı ve kendimi bulamadığımı…
Annem saçlarımı okşadığında ruhsuz gözlerim hep bir boşlukta takılı kalırdı. “Belki de destek almalısın,” derdi bana. “Artık geceleri uyumuyorsun. Sadece kitap okuyarak hayatına devam edemezsin.”
İşte bu cümleler her zaman sessizlikle cevap bulurdu, annem artık ona bir yanıt vermeyeceğimi bildiğinden saçlarıma dokunurken aslında bir nevi kendi kendine konuşurdu.
Şimdi yüzümde aydınlık bir ifadeyle karşısına geçip gözlerinin içine bakacağım geçmişim beni karşısında görünce, gözlerimiz birleşince, bendeki değişimi fark edince ne düşünürdü? Çok uzak bir geçmiş değildi ama asırlar öncesine ait gibiydi. Sanki kitapların sayfalarında yaşayan, sabahın ışıkları evin içine dolmadan gözüne uyku girmeyen, aynı kupayla günün sekizinci, dokuzuncu kahvesini içmeye başlayan o kız başka biriydi ve ben bir yılanın derisini geride bırakışı gibi onu geride bırakmıştım. Onu geride bıraktığım için bana kızar mıydı? Bir yerlerde hâlâ o karanlık kuyuda mı yaşıyordu? Kimsenin ona elini uzatmayacağını, uzatsa da sonunda o karanlıkta ellerinin ayrılacağını bilen, insanlardan onları sevmediği için değil, sevmekten korktuğu için uzak duran o genç kız, belki de hâlâ oralarda bir yerdeydi; yaşamıyordu ama aldığı zayıf nefesler de ölüme çok yakın gibiydi.
Mutfaktaki bar taburesinde oturuyor, tam karşımda oturan Efken’in önündeki tatlıya attığı kaçamak bakışları izliyordum. Düşündüm. O zamanlar beni tanısaydı hakkımda ne düşünürdü? O kızı görseydi, o kızın olduğu kuyunun dibine baksaydı, ışık onunla beraber o kızın kuyusunun içine dolsaydı neler olurdu?
O kör kuyunun içinde elini bana uzattığını, karanlıkla kaplı düşüncelerin arasında ona dair bir düşüncenin daha belirdiğini ve o düşüncenin kör edici derecede aydınlık olduğunu, ellerimizin birdenbire birleştiğini ve kuyunun da onun ışığıyla dolduğunu düşünmeden edemedim.
Tereddütte kalarak çatalı eline aldığında kendini zorlamaması için bir şeyler söyleyecek oldum ama kelimeleri ortadan ikiye böldü. Çatalı baklavaya yavaşça batırıp baklavayı ikiye ayırırken gözleri benim gözlerimi buldu. Çatalın ucuyla kaldırdığı kabuğu ağzına attığında bir süre çiğnemeden gözlerimin içine baktı. Ardından ağzı yavaşça hareket etti ve kabuk dişlerinin arasında çatırdayarak parçalara ayrıldı. Efken’in kavisli siyah kaşlarının havalandığını gördüğümde kalbimin boğazıma tırmanmasını garipsedim.
“Kıtır.” Ardından baklavanın diğer kabuğunu kaldırıp ağzına attı, çiğnedi, böldüğü baklavanın yarısını da ağzına attığında kaşları tamamen havadaydı. “Çok iyiymiş,” dedi, ağzı dolu olduğu için sesi komik çıkmıştı.
Farkında olmadan genişçe tebessüm ettim. Ağzındakini çiğnerken gözleri gülüşüme takıldı ve ağzının hareketleri yavaşladı. Tebessümümü yüzümden silmeye çalıştığımda bile gözleri orada kalmaya devam etti.
“Beğendin mi?”
Gözlerini silikleşen gülümsememden çekmeden, “Çok,” dedi.
“Hiç yemedin mi daha önce?”
“Hayır. Pastanelerde denk geliyordum. İbrahim denen maymun bayağı seviyordu ama ev yapımı kadar güzel olmadığından yakınıyordu. Tadına bakmak bugüne kısmetmiş.”
“Ev baklavası daha güzel olur, evet.”
“Pek de kendini beğenmişsin bakıyorum.”
“Ortada beğenilecek bir şey olduğunda beğenmek gerek, değil mi?” Sırıttığımda o da bana sırıtarak baktı.
“Bayıldım buna.”
“Tatlı sevmezdin güya.”
“Elinden zehir olsa yerim. Hiç ayak yapma, sen de biliyorsun neden beğendiğimi. Önüme çamur koysan güzel gelir çünkü.” Çatalı kenara bıraktığında sertçe yutkundum. Avuç içlerini birbirine yaslayıp dirseklerini tezgâha koyarken çenesini parmaklarının ucuna yerleştirdi. “Ama kabul etmek gerek, maharetli bir kadınsın.”
“İyi yemek yaparım.”
“Her konuda maharetlisin,” derken gözlerinde edepsiz bir ima parlıyordu.
Konuyu değiştirmek için, “Börek seviyorsun galiba?” diye sordum, sorumu algılayamamış olacak ki bir bilinmezlikle kaşlarını çattı. “Ben baklava yaparken bir çocuk gibi heyecanlı heyecanlı börekten bahsettin.”
“Çocuk gibiymiş. Hadi oradan. Evet, hamur işlerini severim.”
“Güzel yaparım.”
“Beni evlenmeye ikna etmeye çalışıyorsan diye söylüyorum, iknaya gerek yok. Soyadını bana ver demen yeter, seni ânında bir Karaduman yaparım.”
Tenimin üzerinden beni dağlayan alevler geçmiş gibi hissederken ona bakıyordum. “Sanırım almadığım bir tek soyadın kaldı,” dediğimde anlamadığını fark ettim ve bu beni bir anlığına eğlendirdi. “Karın sayılırım.”
Göz bebeklerinde güçlü bir alev yandı. “Doğru,” dedi. “Yine de soyadımı alman fena olmazdı.”
“Bana soyadını kakalamaya çalışıyorsun.”
“Benim olan her şey senin, sana kendimi kakalıyorum.”
“Pek bir itirafçısın bugün.”
“Bir süredir öyleyim, sadece sen görmüyorsun. Bana bakıyorsun ama bazen beni, bendeki seni hiç görmüyorsun.”
İşte şimdi, ben yeniden o kuyunun dibindeki, uçurumun kenarındaki kızdım. Saçlarımdan su değil, kafamın içinde döktüğüm sessiz gözyaşları damlıyordu. Efken farkında değildi ama geçmişin içinde kördüğüm olmuş bir ruhun bile düğümlerini kendi elleriyle çözüyordu.
Gözlerimiz birbirinde o kadar çok asılı kaldı ki, bu, iki insanın hiç konuşmadan da anlaşabildiğinin kanıtıydı. İbrahim birden mutfağa girince irkilerek oturuşumu dikleştirdim ama Efken gözlerini benden çekmedi, beni izlemeye devam etti.
“Baklavam nerede?” diye şakıyarak buzdolabına koştu, sonra birden durdu, omzunun üzerinden tezgâhın üzerindeki baklava tabağını görünce sarsılıp birden dönerek sırtını buzdolabına yasladı.
Tuhaf pozlar kesmeye başladığında ona bomboş gözlerle bakıyordum. Efken’in gözleri hâlâ bendeydi. İbrahim elini alnına koyuyor, buzdolabının kapağına sırtını sürtüp gözlerini yumuyor, tekrar baklava tabağına ve Efken’e bakıyor, bu kez elini ters çevirip bileğini alnına yaslıyordu. Dramatik pozları sona erdiğinde aniden omuzlarını dikleştirdi.
“Siz benim gözümün değmediği her yerde böyle diz dize oturup göz göze mi olacaksınız? Hiç mi utanmıyorsunuz, ya benim küçük kalbim kıskançlıktan patlarsa, ya gidip iyi bir muska yazdırarak sizi ayırırsam, ya odanızın kapısına domuz yağı sürersem, ya iki kaşığı sırt sırta bağlayıp toprağa gömerek ayrılmanızı dilersem?” Elini tekrar dramatik bir şekilde alnına yaslarken gözleri baklava tabağındaydı. “Yıllarca yaptığım menemenlerden birinden bile bir lokma yemedin de şu kızın yaptığı baklavayı yedin ya, işte o gün ben bu evdeki Necla ya da Leyla değil, Fikret olduğumu anladım. Fikret’in de yaptıkları takdir edilmezdi ama Necla ya da Leyla yapınca müthiş kızlar olurlardı.” Bana döndü. “Sen hâlâ enişteci Necla’sın. Sakın cevap verme.” Tekrar Efken’e baktı. “Tadı nasıl? Benim alnıma yediğim boynuzlardan daha lezzetli mi?”
Efken derin bir nefes alıp, “Başladı gereksiz,” diye homurdandı.
“İnanamıyorum sana. Her gece uykuya dalmadan önce beni düşünmemişsin, yastığının altına sakladığın otuz iki diş sırıttığım fotoğrafımı öpmemişsin gibi mi devam edeceksin hayatına?”
“Kalkarım, seni Varta sınırının dışına kadar kovalarım, yakaladığım yerde de ne yapacağımı çok iyi biliyorsun.”
“Ne yapacaksın?” İbrahim kırıta kırıta Efken’e doğru yürüdü. “Hadi bana neler yapacağını anlat da bu gece onu hayal ederek uyuyayım…”
“Üç sokak koşmayı özledin, değil mi? Seni yakaladığımda neler oluyor, hatırlıyorsun değil mi?” diyerek ona doğru dönen Efken’e tedirgin gözlerle bakan İbrahim bir süre olduğu yerde âdeta nereye gideceğini bilmiyormuş gibi ileri geri yaparak sarsaklandı. Sonra da “Heheh,” diye gülme sesine benzer garip bir ses çıkardı.
“Baklava yesene,” dedim İbrahim’e, aralarında yükselmeye başlayan gerilimi durdurmak adına.
“Ne diye yiyormuş o senin yaptığın baklavayı? Sen bana yaptın bu baklavayı,” dedi Efken çocuk gibi.
“Haha, güleyim de boşa gitmesin. Öyle mi kandırdı seni? Asıl bana yaptı bana,” dedi İbrahim elini göğsüne vurarak. “Sen benim baklavamı yerken benden izin aldın mı, baklavam?” Bir an durup muzipçe güldü. “Baklavam baklavamı yiyor…”
Efken, İbrahim’i unutmuş gibi bana dönüp küskün bir çocuk gibi, “Ona mı yaptın?” diye sorunca bir an yüzüne bakakaldım.
“Ama bak o cevizli istemişti, sen fıstık dedin diye fıstıklı yaptım.”
Efken bana dik dik bakmaya devam ediyor, İbrahim avucunu ağzına kapatmış hayretle bana bakıyordu. “Aa kıza bak,” dedi hayretlere düşmüş şekilde. “Sinsilikte de Ferhunde birinci yılan, sen ikinci yılan.”
Gülerek ikisine bakarken guguklu saatten zamanın sesinin döküldüğünü işittim.
Zaman akmaya kaldığı yerden devam ediyordu.
Efken ile banyoya girdiğimizde, banyonun bu taş evin en soğuk yeri olduğunu fark ettim. Sanki kar taneleri banyonun tavanından aşağıya dökülüyor, tenime tutunuyordu. Soğuk tenime zamanın ektiği lekeler gibi siniyordu. Efken takımının ceketini köşedeki askıya astı, gömleğinin manşetlerini çözdü, yukarı katladı ve güçlü bileklerini gözler önüne serdi.
“Çıkar üzerindekileri, küçük kızım,” diye fısıldadı, birdenbire onun için küçük bir kız olduğum düşüncesi bir yıldırım misali göğsüme düştü. Kendimi öyle bir çıkmazın içinde hissediyordum ki, kelimelerim hislerimi fısıldadığım roman sayfalarına sığmıyor, taşıyorlardı. Üzerimdekilerin içinden bedenimde kontrol edemediğim bir ağrıyla çıktım.
Efken’in günaha davetiye çıkaran gözleri bedenimde cehennemin cennete duyduğu arzuyu resmediyormuş gibi dolaştı.
Bedenimde yangın gibi ilerleyen o tuhaf his büyüyerek beni içine alıp kozasına hapsettiğinde, işaret ettiği beyaz küvetin içine bir ayağımı attım ve gözlerimi gözlerine çerçeveledim.
“Hadi,” diye fısıldadı boğuk bir sesle. “Onları da çıkar.”
İç çamaşırlarımın parçaları bedenimi tek tek terk etti. Efken’in markalı pabuçlarının yere düşerken çıkardığı adım seslerini dinledim. Karanlık hisler, göğsümün kabına sığmayıp taşmaya başlamıştı.
Cehennemin topraklarından avuçlayarak bizi yoğurup, içimize cennetten parçalar ekleyen tanrı, bir yanımızın karanlığa mahkûm olduğunu bilir, cennet ve cehennemin kapısını her zaman aralık bırakarak bize seçim şansı sunardı. Bazı ruhların tıpkı benim gibi cehenneme ihtiyacı vardı. Şeytanın gölgesinin altında serinlemeye, alevler yükselirken kadehindeki ateş şaraplarını yudumlayıp şeytan ile sevişmeye… Benim şeytanım Efken Karaduman’dı.
“Güzel Medusa,” dedi içten bir sesle. “Tenin ruhundaki yaraları örtbas etmek için mi bu kadar duru?”
Sorusu zamanın içinde ilerledi.
Soğuk küvete oturdum. Efken vanayı çevirirken bana doğru eğildi, kokusu yüzüme rüzgâr gibi çarparken onun gözlerine bakacak gücü kendimde bulamadım. Yeni bir soru için araladı etli, güzel dudaklarını.
“İçinde yaralar taşımadığına beni inandırmak için mi bu kadar şeffaf, bu kadar beyaz?”
Parmakları omuz başlarımda dolaştı. Dokunuşu beni ürpertti. Ona bakamadım, bu duyguya uyum sağlayamadım. Ve bir yeni soru daha o dudaklardan cehennemde can bulan ilk sevap gibi döküldü.
“Ruhuna gömülmüş yaraları görmeyeyim diye mi benim için, bana çıplak?”
“Efken,” diye fısıldadım, su delikten sertçe akmaya başlayarak usul usul, kana karışan alkolün bedendeki etkilerini hatırlatacak bir asilikle küvetin içini doldurmaya başladı. Omuz başlarımdan ayrılan parmakları, köprücük kemiklerimin radarına takıldı.
Dokunuşları ruhumdaki yaraların bile sahipli olduğunu hissettiriyordu.
Ruhum, onun yangınında küle dönmüştü.
Ruhum, onun serin sularında yangınından çözülmüştü.
Ruhum, onun soğuğunda buzdan duvarlar örmüştü.
“Senin şu tenin, cehennemde bir güne hapsedilse, bir melek senin tenini kıskandığından cennet bahçelerini ateşe vererek ağlar,” dediğinde nefesi tenime onun ruhunun haritası benmişim, pusulası gözlerimmiş gibi sindi. “Sen şeytanı bile tanrıya sığındırırsın.”
Eğilip vanayı sıktı, su bu defa duş başlığından bulutların gözyaşları gibi tek tek ardından da bir kadının gözyaşları gibi şiddetle akmaya başladı. Duş başlığını kaldırdı, başlığın metal yüzeyinde kendi yansımamı gördüm, Efken’in beni izleyen yüzü de o yansımanın yanında duruyordu. Gözlerine yayılmış o bakış öyle güçlü, öyle hislerle sarılıydı ki, yansımasını izlerken bile içim alev alev yanmaya başlamıştı.
Bir zamanlar on dokuz yaşında olan, bir kuyunun dibinde, bir uçurumun başında duran o kızı, tanrı kadar güçlü olduğuna inandıracak kadar iyi bir yalancıydı. Fakat bakışları… Uçurum bakışlarında yalanın gölgesine yer yoktu ve gözleri, gerçeğin asıl sahibiydi.
Suyu gerdanıma tuttu, duru su tenime sıçraya sıçraya gerdanımdan aşağıya döküldü. Bakışlarım ellerine tutundu, ona bakamadığım için mi bilinmez gözlerinin ağırlığını daha net hissediyordum. Sanki gözlerinde gizlediği bütün anlamları aynı anda üzerime yıkmış, beni anlam denizinin altında bırakmıştı.
Düşündüm. Suyun altındaki krallığa gidemezsem olacakları düşündüm, bu beni ürpertti. Düşüncelerden kaçmak istedim ama düşünceler bana doğru geldi. Efken’in dokunuşları o düşünceleri deşen bir bıçak gibi olsa da o düşüncelerin yerde uzanan cesetleri bile beni huzursuz etmeye yetiyordu.
Yavaş yavaş bedenimi yıkadı. Tüm kirler, yıkasam da çıkmayan kurumuş kan bedenimden yara kabukları gibi sökülerek akıp gitmeye başlamıştı. Bu kan bedenime ne zaman sıçramıştı? Boynunu kırdığım cadının yine benim gibi boynunu hedef alan yılandan kırbaç o boynu zehri için oyarken mi? Efken suyu saçlarıma tutunca düşünceler dağıldı. Gözlerim dua eden küçük bir çocuğun gözleri gibi kapandı ve içimden dua etmeye başladım. Ona zarar vermemeleri için. Nemesis’i kimsenin öğrenmemesi için. Efken’in Nemesis’le yaşamayı öğrenebilmesi için…
Efken kafamı hafifçe kaldırdı, su yüzüme akmaya başladı. Saç diplerime masaj yapıyor, parmaklarını düşüncelerime daldırıyormuş gibi zihnime bastırarak zihnimi okşuyordu. Okşadığı yer, kan revan içindeki bir savaş alanıydı ve bunu bildiğini biliyordum. Parmaklarına düşüncelerim değil, kan bulaşıyordu.
Duş başlığını kucağıma koydu, su gitgide yükselerek karnıma kadar örtmüştü. Suyun şiddetli akışını hissederken Efken saçlarıma döktüğü şampuanı büyük elleriyle dağıtıp saçlarımı özenle yıkamaya başladı. Takımına sıçrayan su damlaları umurunda değildi. Saç diplerimi hafifçe çekiştirerek masaj yapar gibi yıkarken gözlerinin ağırlığını yüzüme gerilmiş deride hissediyordum. Bakışları öylesine sıcaktı ki…
Melekler kulaklarıma onunla ilgili düşüncelerini fısıldıyormuş gibi hissediyordum. Tüm melekler onun güzelliğinin farkındaydı. Ne zaman cennetten sarkıp burayı izlemeye başlasalar, onun güzelliğinde günahlar buluyor, bu günahları tatmak için cennetin aralık duran kapısından çıkıp gizlice cehenneme iniyorlardı.
Eğer bir melek olsaydım, onun için cenneti yakardım.
“İyi mi böyle?” diye sordu, parmaklarını saç diplerime bastırınca hafif bir mırıltı döküldü dudaklarımdan. Keyifle güldüğünü işittim. “Güzel hissettiriyor olmalı, Mahi.”
Yutkundum, köpükler şakaklarımdan kayıp yanaklarımı aşarak göğüslerime akmaya başladı. Efken’in gözlerinin bedenimde bir bıçak gibi tehditkâr biçimde dolaştığını biliyordum ve bu nefesimi hızlandırıyor, beni deli gibi heyecanlandırıyordu.
“Mükemmel hissettiriyor,” diye fısıldadım gevşemiş bir hâlde.
Burnundan sert bir nefes vererek güldü. “Emin ol şu an ben de mükemmel hissetmek isterdim.” Birden durdu. “Ama sana dokunmak da bayağı iyi hissettiriyor.” Gözlerim köpüklere rağmen aralandı, uçurum mavisi gözlerin gerdanımdan su gibi kayarak çıplak göğüslerime aktığı âna şahitlik ettim. Dolgun dudaklarını yalayıp gözlerini gözlerime çıkardı ve o an gözlerimin açık olduğunu görünce uzun dişlerini göstererek sinsi sinsi güldü.
Gözlerimi kısarken yanaklarım baskıyla zonkladı. “O gözlerine sahip çıksan iyi edersin, başkasının evindeyiz,” diye homurdandım.
“Sessiz olabileceğini bilseydim, başkasının evinde olmak hiç umurumda olmazdı biliyor musun? Mesela sana dokunduğum her an, bacaklarının arası sudan daha ıslak hâle gelmiyor mu?”
“Öyle olduğunu söylesem, elini suyun içine sokup sudan daha ıslak bir şeye mi dokunmak isteyeceksin?” diye sorarak ona meydan okuduğumda, gözlerinde karanlık korulukta bile görmediğim koyu gölgeler büyüdü. Arzu oradaydı, yırtıcı bir hayvan gibi içini pençeliyor, pençeler içini oydukça bana duyduğu açlık yüzeye çıkarak onu tüketiyordu.
“Seni zorlayacağım, mahvedeceğim diyorsun, doğru mu?” Yüzüme yaklaşıp fısıldadı. “Peki sen demirden daha sert bir şeye dokunmak ister miydin?”
“Evet,” dedim ıslak dudaklarımı yüzüne yaklaştırırken. “İsterdim.” Bakışları bir ton daha koyulaştı, nefeslerinin sıklaştığını duyduğumda bedenim karıncalanıyordu. “Ama başkasının evindeyken değil,” diyerek yoluna set çektiğimde yüzünü buruşturdu.
“Gıcık bir kadınsın.”
“Gitgide sana benziyorum.”
“Merak ediyorum, acaba önceden de bu kadar gıcık mıydın? Mēness olduğun zamanlar.” Gözleri yüzümü en ince ayrıntısına kadar dolaştı. “Bazı hatıralar var, benim gibi hissettirmese de içindeymişim gibi hissettiriyor. Bir seyirciymişim gibi. Seni o hâlinle daha net, kafamda sisler olmadan izlemek isterdim.”
Gözlerinin içine sessizce baktım. Mēness ile ilgili benim de hatıralarım vardı, tamamı net değildi, çoğu bilgi ve güç içeriyordu; sanki Mēness’in dışında durarak onu izliyordum.
“Sen Saul’ü izlemek istemez miydin?” diye sorunca başımı iki yana salladım.
“Saul da karşımda duruyor, Efken de karşımda.”
Dudakları yukarı kıvrıldı, bunu duyduğundan hoşlandığı apaçık belli oluyordu. Su gözlerime, yüzüme sıçrarken onun güzel yüzünü izledim. Kemikli suratı, uzun, ucu hafifçe havaya doğru kalkan burnu, çekik ama içleri iri, kısık bakışlara sahip uçurum mavisi gözleri… Öyle güzeldi ki.
Kaşındaki dikiş izini seyretmeye daldığımda duş başlığını aniden yüzüme tutarak bir çığlık koparmama neden oldu.
“Beni yiyecek gibi bakıyorsun. İçimdeki şeytanı günaha davet ediyorsun. Bu küvette sesin kısılana kadar inletirim seni,” dedi ciddiyetle.
Dudaklarımı büzerek ona baktım, uçurum mavisi gözleri kısılarak dudaklarıma dikildi, sonra aniden eğilip dudaklarıma sert bir öpücük kondurdu. Geri çekilirken gözleri daha parlak bakıyordu.
“Kendi cicilerini giyersin,” dedi küçük bir çocukla konuşuyormuş gibi alayla. “İbrahim’in paçavralarına kalmadın. Bir sürü cici getirdim kızıma…”
“Çocukla konuşuyor sanki, dangalak.”
“Edepsiz ağzını dilimle doldururum, çok ayıp.”
“Sana ayıp. Hem Ulaş ve İbrahim neden getirmedi kıyafetlerimi de sen getirdin? Onlar benim kıyafetlerime dokunamaz ama senin kıyafetlerine dokunabilirler öyle mi? Sırf giyinip peşine takılmayayım diye kıyafetlerime dokunmalarına izin vermedin. Çok kötüsün.”
Boynumda kalan köpüğü parmağının ucuna alıp burnuma kondurdu. Keyifsizliğini örtbas etmeye çalışan, zoraki neşeli gözleriyle yüzüme baktı. “Bak sen,” dedi. “Benim fıstığım ne kadar da zekiymiş.”
“Gıcık. Ne vardı seninle gelseydim? Sen hastasın.”
“Biliyorum. Sana.”
“Antilop kafalı adam,” dediğimde kaşlarını kaldırıp duraksadı.
“Antilop kafalı mı? Sen kendine bak, su aygırı götlü kadın.”
Ona inanamayan gözlerle baktım, bana pis pis sırıtıyordu. “Su aygırı götlü kadın mı?” diye sordum kaba bir sesle. “Ne biçim konuşmalar bunlar ya? Ben sana bu kadar ağır konuşmadım.”
“Antilop götlü diyebilmen için götümün antilop kıçı kadar olması gerekir,” dedi gülerek. “O yüzden antilop kafalı diyorsun çünkü götüm küçük.”
“Evet. Kafanın aksine. Koca kafalı,” dediğimde bana düz düz baktı. Ellerimi göğsüne bastırarak ona ittiğimde neredeyse gülecekti. “Hadi, çekil. Giyineceğim.”
“Kıyafetlerin içeride.”
“Getirmeyecek misin?” diye sorduğumda kaşları alayla havalandı.
“Getirmem karşılığında ne vereceksin?”
“Getirirsen çıplak şekilde banyodan çıkmamış olacağım.”
Bir an gözleri öfkeyle parladı, çok kısa bir an olsa da tüm hislerini en yalın hâliyle gördüğüm bir andı.
“Sinir olayım diye damarıma basıyorsun.”
“Tıpış tıpış gidip getireceksin o kıyafetleri, bunu ikimiz de biliyoruz, Karaduman.”
“Beni nasıl yöneteceğini öğrendin demek, bak sen şu işe.”
“Getiriyor musun?”
Gözlerini kısıp gözlerimin içine baktı. Normal şartlarda olsak söylediğim şeyi yapmayacağını biliyordum ama şu an yapmaya mecbur olduğunu kendi de bildiğinden ona sataşmalarıma pasif kalıyordu.
Banyodan çıkıp kapıyı kilitleyerek kıyafetlerimi almaya gitmesi, benim için temiz çamaşırlar getirmesi birkaç dakikasına mâl olmuştu. Bedenimi kurulamak yerine ıslak saçlarımı lavabonun giderine sıkmış, su damlalarının kabardığı tenime benim için getirdiği iç çamaşırlarını ve kıyafetleri geçirdim.
Manbel’i içeride bulmayı beklemediğimden şaşırmıştım. Yaren’in ona karşı tutumu belliydi, içeride olmasını istemediğini gözlerimle görmüştüm ama şimdi ikisi de aynı odadaydılar. Yaren salonun bir köşesinde, Manbel diğer köşesinde oturuyordu. Sezgi gergin bir şekilde büyü kitabını okumaya devam ediyordu.
Efken gergin çenesiyle onları kontrol eder gibi incelerken Sezgi birdenbire kafasını kaldırdı.
“Efken, artık konuşabilir miyiz?”
Bu sorunun altında çalan tehlike çanlarını Sezgi görmüyor olabilirdi ama ben görüyordum. Sonunda bunu sorgulayacaklarını biliyordum çünkü her şey yatışmış sayılırdı, çözülmesi gereken bir sorun varsa da şimdilik o sorunun uzağındaydık. O yüzden herkes eteğindeki taşları dökmeye başlayacaktı.
Ceyhun’un oturduğu merdiven basamağından kalkıp salona girdiğini gördüm. Efken sabit gözlerle Sezgi’ye bakıyordu, Manbel ise ortamda bulunmaması gerektiğini fark etmiş gibi salonun çıkışına yönelmişti. Bakışlarım Manbel’in gidişini takip etti, ardından tekrardan Sezgi’ye baktım ve çatık kaşlarının altında parlayan sedefli yeşil gözlerindeki sorguyu gördüm. Evet, zamanı gelmişti.
Efken, Sezgi’nin ikinci bir soru daha sormayacağını anladığında, “Seni dinliyorum,” dedi sadece.
“O yarattığın şey de neydi?” Sezgi buna anlam yüklemekte güçleniyormuş gibi kaşlarını daha sert çattı. “Çok karanlık, çok uğursuz bir enerjiydi.”
“Bilmiyorum. Herhâlde bir özelliktir,” dedi Efken, sesi o kadar sakin çıkmıştı ki gerçeği biliyor olmama rağmen ben bile bir an için acaba öyle mi yanılgısına kapılmıştım.
“O sadece bir özellik olamayacak kadar karanlıktı. O şimşek yağmurunun nedeni de sendin, bunu görmezden gelebiliriz ama sayıca bizden üstün olan cadıları tek başına ortadan kaldırman görmezden gelebileceğimiz bir şey değil.”
“Cadı akranlarını öldürdüğüm için mi öfkelisin, Sezgi?” Efken’in acımasızca yönelttiği soru Sezgi’nin yüzünde kalan son kan kızıllığının da çekilmesine neden oldu. Şimdi yeni bir ölünün teni kadar beyazdı.
“Benim ne demeye çalıştığımı biliyorsun, Efken. Bir ekipsek, her şeyi bilmemiz gerekmez mi?”
“Bazı şeyler zamanı geldiğinde öğrenilir,” dedi Efken sertçe.
Sezgi, “Senin gücün cadıları kızdıracak,” dediğinde, Efken’in tek yaptığı şey burnundan sert bir nefes verip, alayla gülmek oldu. Bu hareketin Sezgi’yi daha da öfkelendirdiğini fark ettim. Efken’in ciddi olmaması, sorduğu sorulara ucu açık cevaplar vermesi sinirlenmesi için yeterli bir sebepti.
“Bebeğim, bu konuşmayı şimdi yapmak zorunda değilsiniz. Herkes yeterince sinirli,” dedi Ceyhun ama Sezgi elini havaya kaldırıp sevgilisinin cümlesine noktayı koyduğunda, Ceyhun’un tek yaptığı memnuniyetsiz gözlerle Sezgi’ye bakakalmak oldu.
“İki cadının kaçmasına izin vermeyecek kadar güçlüydün, Efken. Ama onların kaçmasına göz yumdun. Çünkü ne kadar güçlü olduğunu bilmelerini istedin, o korku dolu iki cadının titreyerek olan biteni diğerlerine anlatmasını istedin,” dedi Sezgi suçlayıcı bir sesle. Bakışları da tıpkı sesi kadar suçlayıcıydı. “Yalan mı?”
Efken’in dudaklarındaki sinsi kıvrım beni dehşete düşürdü.
“Senin yaptığın güç gösterisinin bedelini ağır ödeyebiliriz, bunun farkında mısın? Bizi tehlike olarak kabul ettiklerinde, alenen onlara uzanmış bir silah olduğumuzu düşündüklerinde birleşmeyeceklerini mi sanıyorsun?”
“Ne yapsaydım, durup sizi mahvetmelerini mi izleseydim?” diye sordu Efken buzdan soğuk çıkan sesiyle.
“Hepsini etkisiz hâle getirebilirdin!”
“Bunu yaptığımda da geri dönmedikleri için öldürüldüklerini bileceklerdi. Aynı kapıya çıkıyor, Sezgi. Benimle konuşurken ses tonuna dikkat etmende fayda var çünkü bu ses tonundan hoşlanmadım. Bana kimse sesini yükseltemez.” Gözlerini kıstı. “Senin karşında çocuk yok. Kim olduğumu çok iyi biliyorsun.”
“Bu güç nereden geliyor bilmiyorum, muhtemelen dönen dolaptan bahsetmeyeceksiniz, belki de buna mecbursunuz ama Efken, sırf gövde gösterisi içinse, cadıları korkutmak için bunu yaptıysan, o iki cadıyı yakalama şansın varken yakalamadıysan, çıkacak daha büyük kaosun tek sebebi sen olacaksın.” Sezgi’ye kaşlarımı kaldırarak baktım. “Cadıları hep birlikte etkisiz hâle getirdiğimizi sanabilirlerdi, bu işi kurcalamazlardı, belki kinlenirlerdi ama tehlike olarak görmezlerdi. Şimdi tek başına bunu yaptığını öğrendiklerinde seni tehdit olarak görecekler. Kendini cadıların hedefi hâline getirip dikkatlerini Mahinev’in üzerinden çekmeye çalışman tam bir mankafalık!”
Yaptığı bu muydu?
Beni cadıların görüş alanından çıkarıp kendisini savaş meydanının ortasına bir yem olarak mı atıyordu?
“Yaptığın bu muydu?” diye sorduğumda bir an duraksayarak gözlerini yüzüme indirdi. “Seni yok etmek için ayaklanmaları pahasına kendini ortaya atıp okları üzerimden çekmeye mi çalışıyordun?”
Efken gözlerimin içine bakarken, “Bravo, Sezgi,” dedi, gözleri bende olsa da kılıç gibi keskin sesin ve kelimelerin gittiği yön belliydi.
“Cadıların kaçmasına izin verdin, değil mi? Sonra da kaçtıkları için endişeli numarası yaptın. Öyle mi?”
Sorum, gözlerine çöken ifadenin daha da yoğunlaşmasına neden oldu. Cevap vermemesi nabzımın yükselmeye başlamasına neden oluyordu.
“Sen bu ortaya çıkarsa, sana neler olacağını bile bile sırf benim için bunu nasıl yaparsın?” Aniden öfkemi durduramadım, avuçlarımı sertçe göğsüne vurduğumda Efken sendeleyerek bir adım geri gitti. “Sen benim fikrimi almadan, bana bunu söylemeden, bana rol yaparak nasıl böyle bir şeye kalkışırsın? Beni nasıl kandırırsın?”
“Bu ortaya çıkarsa, sana neler olacağını bile bile mi?” diye soran Yaren’di, sesi korkudan çatlamıştı. Ona aldırış etmeden Efken’in göğsüne bir yumruk darbesi daha indirdiğimde Efken bu kez geri adım atmadı, bileklerimi kavrayıp beni durdurunca ona saf bir öfkeyle baktım. “Senden hiçbir zaman beni korumanı istemedim,” derken sesimdeki öfke birdenbire derin, içimi acıtan bir hayal kırıklığına dönüşmüştü.
Efken dişlerini sıkınca, yüzünde oluşan gölgeler kalbimin sızısını arttırdı.
“Ama ben seni her evrende koruyacağıma dair bir yemin etmiştim.”
“Peki ben seni nasıl koruyacağım?” diye bağırdığımda, artık herkes salondaydı. Tüm gözlerin üzerimizde olduğunu hissediyordum. “Ben seni nasıl koruyacağım?”
Bu cümle, beni bir karanlığın içine bırakıp gittiği gerçeğini görmesini sağladı ve bu gerçek, belki de beni bıraktığı karanlık göz bebeklerinin içini sardı. Genişleyen karanlık göz bebeklerinde kendi yansımamı gördüm. Sorum birkaç saniyeliğine havada asılı durdu, zaman sorumun etrafında gözyaşları gibi aktı ama sorum yere düşüp dağılmadı.
Efken, sorduğum soruyla nasıl başa çıkılacağını bilmiyormuş gibi beni bileklerimden tutup tamamen bedenine yaslayınca ağzımı açacak zamanı bulamadım. Dudaklarımızı birleştirdi, kelimelerimizi susturdu.
Başta ona karşılık vermedim. Birileri bizi izlerken bu çok yanlış geldi, ona bu kadar öfkelenmişken bu olmamalıymış gibi geldi. Sonunda öfkem ateşlere dönüştü, ateşler parmaklarımı çıra gibi tutuşturdu ve ellerim onun saçlarının arasına giderken onun beni öpüşüne karşılık vermeye başladım. Bu kez birbirimizi her seferinde yeniden kazanıyormuşuz gibi değil, birbirimizi her seferinde kaybetmeye mecburmuşuz gibi çaresizce öpüştük.
Dudaklarımız ayrıldığında gözlerimdeki hayal kırıklığı silinmedi. Hissettiklerim kabuğuna dönmedi, kalbimdeki korku hafiflemedi. Zaten bir süredir o korkuyla yaşıyordum, şimdi o korkunun olduğu yerde daha fazlası vardı. Artık daha fazla korkuyordum.
“Bu yaptığının bedelini bana ödeteceksin,” dediğimde dişlerini sıkarak gözlerimin içine bakıyordu ve yüzlerimizin arasında sadece birkaç santim vardı. “Eğer bu olursa, bedelini ben ödersem, seni affetmeyeceğim. Seni hiç affetmeyeceğimi bilirsen, o bedeli ödemek zorunda kalmam. Kalmam, değil mi?”
“Mahi-”
“Beni biraz kırdığında bile neler hissettiğini, nasıl arkamdan geldiğini gördüm, Efken. Beni paramparça etmek istemiyorsan bana sakın o bedeli ödetme.”
“Sana bedel ödetmeyeceğim,” dedi içtenlikle. “Asla.”
Yavaşça yutkundum, kalbimdeki hisler gevşemedi ama gözlerimdeki öfke silindi. Öfkenin yerini korku duygusu doldurdu. Efken bu korkuyu gördü, bu korkuyu bana hissettirmekten nefret ettiğini de ben onun gözlerinde gördüm. Yaren de Sezgi de devamlı bir şeyler sorup durdular ama soyutlanmamı durduramadım.
“Sanırım bu gece hepiniz için zor bir gece oluyor,” diyen kişi Manbel’di, salona bir adım attığında Yaren’in soğuk gözlerinin ona takıldığını hissettim ama şu an öyle çok kendi duygularımla sarılıydım ki bir başkasının duyguları umurumda olmadı. Efken’in gözleri bendeydi, neredeyse diğer herkesin gözlerinin onda olduğu gibi. Sadece Yaren babasına bakıyordu.
“Beni dinliyor musunuz?” Manbel’in sorusu Efken’in dişlerini gıcırdatmasına neden oldu. “Hu-hu.”
“Kes sesini,” dedi Efken dişlerinin arasından.
“Sadece güzel bir teklifte bulunacaktım. Her zaman olduğu gibi nezih bir kibarlık var üzerinde.”
Efken cevap vermedi, ben de bir şey söylemedim. Sadece birbirimizin gözlerine bakarken salonun ortasında dikiliyorduk. Ortada cevap bulmamış soru işaretleri vardı ama ne ben ne Efken bu soru işaretleriyle ilgilenmiyorduk.
Ceyhun ortamdaki gerginliği dağıtmak ister gibi, “Teklifin ne?” diye sordu Manbel’e.
“Bir koruma muskası yaparım ve dışarı çıkıp eğlenirsiniz. Görünen o ki, bu genç kanın stresini atabilmek için biraz fani aktiviteleri yapması gerekiyor.” Manbel’in teklifi ortamdaki sessizliği arttırdı. “Biraz değişiklik iyi olur.”
“Ortada konuşulması gerekenler var,” dedi Sezgi.
Manbel, “Tüm bunları sonra da konuşabilirsiniz,” diye karşılık verdi.
“Gidelim,” dedi Efken, gözleri gözlerimdeydi. “Biraz uzaklaşmış olursun.”
“Yaptığın bencillikten mi?”
Efken’in gözlerinde öfke kıvılcımlarını gördüm. “Bu bencillik değildi, senin içindi.”
“Yapalım bunu,” dedi Yaren birdenbire ayaklanarak. Ortamdaki gerginliği dindirmenin başka bir yolu olmadığını düşündüğü kesindi. Göz ucuyla ona baktım, bir travmanın içine yeni dalmış olsa da güçlü görünüyordu. Bu kez toparlanması gereken değil de toparlamak isteyen o gibi duruyordu. “Dışarı çıkalım. Kafamızı dağıtalım. Konu ne bilmiyorum, kötü şeyler olduğuna da eminim evet ama burada oturup kötünün bizi bulmasını bekleyerek vakit kaybetmek de anlamsız. Yarın kötü bir gün olacaksa, bırakın da bugün güzel olsun.”
“Kara kızım haklı,” dedi İbrahim, ortamdaki gerginlik nefes alınamayacak kadar fazlaydı.
Hatem ne zamandan beri o tekli koltukta oturuyordu bilmiyordum ama “Sürü ve ben burayı koruruz,” dediğinde Efken’in bakışları yüzümden ayrılarak ona çevrildi.
“Bir yere gidiyorsam, sen de benimle geleceksin.”
Crystal avuçlarını birbirine çarparak, “Didişmeyi bırakın da yapalım şunu,” dedi hevesle. “Öğle saatlerinde yanıma biraz kıyafet almak için buradan ayrılmıştım.” Cebinden Manbel’e ait bir muska çıkardı. “Beni izleyeceklerini sanmam ama bu yaşlı mahlukat her ihtimale karşı bana bir muska verdi. Her neyse işte, yanımda bir halta benzeyeceğimiz parçalar var. Çünkü bilirsiniz ki ben her an güzel görünmeyi severim.”
Sapphire, “Elbiseler olmadan da güzelsin,” deyince Crystal onun yanağından bir makas aldı, bu Sapphire’ı bir çocuk gibi gülümsetti.
Durgun gözlerim Efken’in üzerindeyken, “Saçlarımı kurutacağım,” dedim, Efken’in gözleri kısıldı.
“Kurutma makinesi banyoda,” dedi İbrahim.
Efken’in yanından sıyrılıp geçerken arkamda nasıl bir ifadeyle bıraktığım boşluğa baktığını biliyordum. Banyoya geri girip yüzümde solgun bir ifadeyle saçlarımı kuruttum. Yüzümde yorgun bir ifade vardı, gözlerim endişeli baksa da gözlerim de yüzüm kadar yorgun bakıyordu; göz altlarım kararmış ve cildim çökmüştü. Banyonun kapısı aniden açılınca irkilerek omzumun üzerinden kapıya doğru baktım. Crystal elinde duran kahverengi, deri makyaj çantasını birden bana doğru fırlatınca ani bir refleksle çantayı havada yakaladım.
“Ben de Sapphire’ın bana ettiği gibi sana iltifat etmek isterdim ama dürüst bir yanım var,” diye şakıdı. “Biraz kapatıcı iyi olur.”
Bir şey söylemeden ona öylece baktığımda yüzünde hüzünlü gölgeler gezindi. Ne hissettiğimi biliyor, beni hissettiklerimden uzaklaştırmayı deniyordu ama şu an için çabaları boşaydı.
Kapıyı kapatıp gözden kaybolurken elimdeki çantayı lavabonun tezgâhına koyup fermuarını açarken tekrar aynadaki kızla göz göze geldim. Biraz kapatıcı, gözlerindeki yorgun ifadeyi silmek için biraz da maskara o kıza iyi gelmişti. Şimdi daha az yorgun görünse de gözlerine sinmiş endişe, kaybolacağa benzemiyordu. Ruj sürmedim, fondötene ihtiyaç duymadım çünkü yüzümde bir maske gibi hissettiren ağır maddeyi taşımak istemedim, maskara bile kirpiklerime ağır hissettirdiği için silmeyi düşündüm ama biraz olsun sağlıklı görünmeye ihtiyacım olduğundan bunu yapmadım. Az miktarda allık yüzüme doğal bir renk vermişti ama o allığın altında kül renginde bir surat gizliydi.
Banyodan çıktığımda Efken’i ortalarda göremedim. Crystal siyah, deri bir etek, kırmızı bir kazak ve uzun deri çizmeleriyle merdivenleri inerken kolunun iç tarafına astığı kıyafetler dikkatimi çekmişti. “Bunları giy,” dedi.
“Diğerleri nerede?”
“Hazırlanıyorlar.” Gözlerini yüzümde gezdirirken merdivenin son basamağında dikiliyordu. “Efken’i soruyorsan, o da odanıza çıktı.” Başımı sallayarak elindekileri aldım, basamakları çıkmak için bir adım atacakken Crystal, “Mahinev,” diye fısıldadı.
“Hım?”
“Onu korumak için her şeyi yaparsın, ondan gizli ya da onun önünde. O yüzden sırf seni korumak için bunu yaptı diye ona bu kadar yüklenme.”
“Mührü biliyorsun,” dediğimde bu bir soru değildi, gözlerinde gördüğüm tam olarak buydu. Yalanlamadı. “Ne zamandan beri?”
“Bir mühür olduğunu biliyordum ama ne mührü bilmiyorum. Gücüyle ilgili olduğunu anlamıştım. En başından fark etmiştim. Yıldırım yağmurları yağdığında.”
“Yaptığı şey akıl dışı.”
“Sen de onun için akıl dışı bir sürü şey yaparsın.”
Crystal’in haklılığı dişlerimi birbirine bastırmama neden oldu.
“Şu an endişelisin, onu korumak istiyorsun ve bu hakkı elinden alıp durduğu için ona kızıyorsun. Ama mantıklı bir şekilde düşünebildiğinde, birbirinize ne kadar benzediğinizi anlayacaksınız.”
Gözlerimi merdivenlerin hemen yanı başında uzanan duvardaki guguklu saate çevirdim. Yelkovan, ben zamanla göz göze geldiğim anda bir adım daha attı.
Bakışlarımı Crystal’e çevirdim. Kelimeler ağzımın içinde yuvarlandı ama bir bütüne dönüşmedi. Kurabileceğim her cümle, kelime yığınlarıyla büyüyen bir çığ olup üzerime yıkılacakmış gibi hissediyordum.
“Giysiler için teşekkür ederim.”
Crystal gülümserken, “Lafı bile olmaz,” dedi.
Odaya çıkana kadar elimde tuttuğum kıyafet yığınının ne olduğuna bakmadım. Kapıyı açıp odaya girdiğim an yerde duran valizi gördüm. Gözlerimi kaldırarak, boydan camın önünde, kolunu kaldırıp elini cama bastırmış öylece duran adama baktığımda kucağımda duran kıyafet yığınını kalbime bastırdım. Yorgun görünüyordu, ileride çakan şimşekleri izlediği kesindi. Şimşeklerin bu kadar yoğunlaşmasının nedeni değişen duyguları mıydı?
Karanlık odaya bir adım attığımda şimşeğin güçlü mavi, beyaz ışığı parlayarak odanın içini aydınlattı. Sertçe yutkundum.
“Üzerini değiştirmeyecek misin?”
Birkaç saniye cevap vermeden dışarıyı izlemeye devam etti. Daha sonra elini camdan çekmeden omzunun üzerinden bana bakıp, “Sen hazırlan,” dedi, aramıza bir duvar ördüğünü düşünmüyordum, bu uzaklığın nedeni bugün gözlerimde ikinci kez hayal kırıklığını görmekten kaynaklanıyor gibiydi.
Elimdekileri yatağın üzerine bırakıp üzerimdeki kıyafetleri ağır ağır çıkardım. Siyah askılı bir crop, siyah deriden kargocu pantolonu ve sokaktaki beni hiç etkilemeyen soğuktan korunmak için olan siyah, kısa şişme montu üzerime geçirdim. Yatağın ucuna oturup siyah, beyaz renkteki sneaker spor ayakkabıları ayağıma geçirirken Efken üzerindeki takımın düğmelerini çözmeye başlamıştı.
“Güzel olmuşsun,” derken karanlığın içinde bir çığlık gibi parlayan mavi gözleri üzerimdeydi. Son düğmeyi de çözdü ve gömlek, eşsiz omuzlarından kayarak yere düştü. Gözlerimi kaldırıp onun kaya kadar sert duran vücudunu izledim; bir ateş karnıma, oradan da tüm vücuduma hızla akın ederek beni tutuşturdu. Gözlerinin içine baktığımda ateşin daha da harlanması beni çileden çıkardı. Bir adım atınca ayakkabılarının yerde bıraktığı ses, zihnimde çınlamaya dönüştü. Parmağını çeneme koyup, kafamı kaldırarak tamamen gözlerimizi buluşturduğunda yüzümdeki ifade nasıldı hiçbir fikrim yoktu.
“Bu gece ne konuştuk seninle, bunu hatırlıyor musun?” diye sordu, esrarlı sesinin etkisi gözlerimin kısılmasına neden oldu. “Ne demiştim sana?”
“Ne tepki vermemi bekliyordun, Efken? Rol yaptın. Endişeleniyor gibi yaptın ama zaten istediğin buydu, cadıların kaçmasını istedin. Bana rol yaptın.” Söylediğim şey canını yakmış gibi kaşlarını çatsa da yüzündeki ifade hâlâ sertti. “Doğru bir karar verdiğini düşünüyor olabilirsin ama hayır, doğru bir karar değil. Ne demiştin? Gücü seviyorsun ve elinde çok fazla güç var. Bu güçle her şeyi yok edebileceğini düşünüyorsun ve karşılığında kendini yok etmekten de korkmuyorsun. Bu megalomanlık. Bu… Bu bencillik.”
“Seni düşünmek zorundaydım.”
“Zorunda falan değildin, Efken. Ben kapına düşen o kimliği belirsiz, korkudan titreyen insan kızı değilim artık. Ben kendimi koruyabilirim ama sen kendini yem ettin. Bana ağzını açıp yalan söylemedin belki ama beni kandırdın. Gücünü yedi düvele gösterdiğinde ne olacak? Benim peşimi bırakacaklar evet ama peki ya sen? Seni yok etmek için gelecekler.”
Parmağını birden çenemden çekince yüzüm boşluğa devrildi. Burnundan sert bir nefes vererek sırtını bana döndüğünde, “Bu gücü nasıl hafife alırsın?” diye sordu, bir an damarlarımdan kan değil de buz akıyormuş gibi hissettim. “Nemesis sonsuz bir güç ve kudret, Mahi. Bu gücü hafife alma.”
Nemesis onu ele mi geçiriyordu? Şaşkınlığımı gizleyemedim. Nemesis’in gücünün tadını alınca duramayacağını söyleyen kendisiydi, karanlığa kapılabileceğini, güce hayranlık besleyeceğini biliyordum ama bu kadar hızlı olmasını beklemiyordum. Damarlarında Nemesis’in karanlığı dolaşmaya başlamış olabilir miydi?
“Efken,” diye fısıldadım tedirgin bir sesle.
“Söyle.”
“Bu güç hoşuna gitmeye mi başladı?”
Bir an omuzlarının gerildiğini, sırtındaki kasların seğirdiğini gördüm. “Bu da ne demek?”
“Bu güç sana haz mı veriyor?”
Aniden bana doğru dönünce geriye doğru çekildim, avuç içlerimi yatağın yüzeyine bastırırken parmaklarımın çarşaflara gömüldüğünü hissettim. Gözleri yeniden şimşek beyazıydı. Ne beyazı vardı ne de mavi irisleri. Aniden üzerime gelip dizini yatağa bastırıp beni sırtüstü yatağa yatırdığında ayaklarım yere basmaya devam ediyordu. Yüzüme şimşeğin ışıkları yayıldı, tüm çehremi aydınlattı ve bunu gördüğünü biliyordum.
“Ben,” dedi Efken karanlık bir sesle. “Nemesis’in konağı değilim, Nemesis’in kendisiyim.”
Yüzüme gözlerinden yayılan ışıklar aydınlık verirken, parmaklarım onun belirgin elmacık kemiğine dokundu.
“Senin içinde karanlığın olduğunu hep bildim,” diye fısıldadım, gözlerini kısınca yüzüme yayılan ışık da azaldı. “Ama karanlığın ta kendisi olduğunu nereden bilebilirdim?”
Gözleri daha da kısıldı. Dudaklarımız arasında bir nefeslik boşluk vardı. Ne o beni öptü ne de ben onu öptüm. Hareket etmedik, bir gök gibi başımın üzerine serili duruyordu ve ben de yer gibiydim, o üzerimde asılıydı.
“Senin için kendi karanlığımı da yok ederim,” dedi, kaşlarımı çattığımda fısıldadı. “Bu ne demek biliyor musun? Senin için kendimi yok ederim, demek.”
“Beni korumak için dönüşmek zorunda olduğun bir şey yok,” diye fısıldadım. “Yok etmek zorunda olduğun bir şey de yok.”
“Ama korumak istediğim bir şey var. Onu korumak için, kendimi bile yok ederim.” İşte bu cümle, dudakları dudaklarıma sürtünüp ruhuma akmadan hemen birkaç saniye öncesinde kurulmuştu. Dudakları dudaklarıma yaslandı ama öpüşmedik. Ruhuma doluştuğunu hissettim. Tüm hücrelerim onun kudretli varlığıyla kuşatıldı. Alnını alnıma yaslarken, “Ben hazırlanayım,” dedi, sesi içimde bir ateş daha yaktı. Başımı salladığımda alınlarımız birbirine sürtündü, alnındaki çizgiler kaderini alnıma çiziyormuş gibi hissettim.
Efken kendisine ait çantadan siyah bir gömlek ve kot pantolon çıkardı. Onun hareketlerini gözlemlerken aynı pozisyonda uzanmaya devam ediyordum. Altındaki pantolonu çıkardı, kenara koydu ve siyah kotu bacaklarından geçirirken gözleri anlık bana dokundu. Bakışlarımı ondan ayırmadım. Gömleği çıplak bedenine geçirip iliklemeye başladığında yavaşça doğruldum.
Onu arkamda bıraktım ve karanlık odadan çıkıp aşağı indim. Yelkovan bir adım daha attı, gözlerimi kaldırıp guguklu saate baktım. Saat 23.27’yi gösteriyordu. Evden çıkarken sessizdim.
Efken arabayı geriye doğru sürerek koruluktan çıkardığında tam yanında oturuyordum. Yağmur durmuştu, şimşeklerin ışıkları kilometrelerce uzaktaymış gibi küçük parıltılar şeklinde yanıp sönüyordu. Yol boyunca konuşmadım. Cama düşen kar tanelerini izledim, şehri yavaşça örten beyazlık beni dinlendirdi.
Umutsuz hissediyordum. Karanlığın içine doğru koşuyormuşum ve arkamda beni takip eden başka bir karanlıktan kaçıyormuşum gibi hissediyordum. Koştuğum karanlık Efken’in karanlığıydı, kaçtığım karanlıksa kendi karanlığım. Efken’in on dokuz yaşındaki bana ışık olabileceğini düşünen tarafımın karşısına geçip alayla gülen tarafım, onun karanlığını içmiş, sindirmiş, kabullenip kendisinden bir parça saymış olan tarafımdı.
Efken’in ara sıra bana dokunan bakışlarına karşılık vermedim. Vermek istemediğimden değil, o gözlere baktığımda daha da aciz hissetmek istemediğimden. Hissettiklerim canımı acıtıyordu. O kadar yoğun hissediyordum ki, bu kadar yoğun hissetmek mümkün olabilir miydi anlamlandıramadığımdan afallıyordum.
Köşeden ipleri sarkan dikişleri andıran düşüncelerimi toparlamaya çalıştım. Daha önce hiç görmediğim bir mekânın önünde durduğumuzda bakışlarım Efken’e çevrildi. “Bu mekân Ceyhun’un,” dedi. Kaşlarımı kaldırarak gözlerimi mekânın girişine çevirdim. Altın renginin yoğunlukta olduğu mekânın önünde iki yarma duruyordu. Ceyhun bu işi epey boşlamıştı, onun için sorun olmuyor muydu?
“Biraz boş görünüyor.”
Efken tüylerden birini bana uzatıp, “Cebine koy,” deyince tüyü aldım ve dediğini yaptım. “Sadece hafta sonları kalabalık olur.”
“Ceyhun burayı boşlamış olsa gerek.”
“Onun yerine idare edecek birileri her zaman var.”
Yaren, Crystal ve Sapphire arka koltukta olmalarına rağmen hiç konuşmadılar. Araçtan inip mekâna girdik. Loş, kırmızı bir ışık, dans pistini aydınlatıyordu. Müziğin sesi yüksek değildi ve içerisi tam da tahmin ettiğim gibi boştu. Barın granit tezgâhının arkasında dikilmiş bardakları kurulayan barmenin gözleri bize çevrildiğinde hemen arkamızdan Ceyhun ve diğerleri de mekâna girdi. Patronlarını gören personelin çoğu çevremizde dört dönmeye başlamıştı.
Hemen ileride, yüksek bir platformun üzerinde bir sahne vardı. Birçok enstrümana ev sahipliği yapan sahne de tıpkı dans pisti gibi kırmızı, loş bir ışıkla aydınlatılmıştı. Sezgi, Ceyhun’un kollarının altındaydı, yüzünde tedirgin bir ifadeyle etrafı süzüyordu. Üzerinde Crystal’e ait siyah, boğazlı bir elbise vardı. Yaren de siyah bir tayt, sırtı açıkta bırakan kırmızı bir kazak giymişti. Sapphire’ı süzmek için ona doğru döndüğümde uzun, ince bacaklarını siyah bir kot pantolonun sardığını gördüm. Soğuğa dayanıklı bedeni boyundan bağlamalı bordo bluzun içindeyken üşümüyor olmalıydı.
“Ceyhun Bey,” dedi uzun boylu bir çalışan. Ceyhun yorgun gözlerle çocuğu selamladı. “Hoş geldiniz, efendim. Localara mı alalım sizi?”
“Hayır, burası iyi.” Ceyhun, Sezgi’ye biraz daha sıkı sarılıp, “İyi, değil mi?” diye sordu.
Sezgi, avucunu Ceyhun’un göğsüne yerleştirip başını omzuna yaslarken, “Evet,” diye mırıldandı.
Cam bir masanın etrafını çevrelediğimizde gözlerim Manbel’i aradı ama burada olmadığını anladım. Sürüyle beraber evde kalmış olmalıydı. Sanırım Yaren’in gecesini tamamen mahvetmek istemiyordu. İbrahim ile Yaren kendi aralarında bir şey konuşuyorlardı ama onlara kulak kesilmeyip bakışlarımı Efken’e çevirdim. Ne hissediyordu? Sezgi ondan hesap sorduğunda ne hissetmişti? Gözlerinin içine kırgınlıkla baktığımda ne hissetmişti? Efken’in gözlerine karanlık gibi çöken sessizliği izledim. O gözlerdeki sessizlik, bir çığlığa gebeydi ve göğüslerinden acının sütü taşıyordu. Efken Karaduman, seçimlerinden dolayı mı acı çekiyordu? Yoksa benim için mi?
Gözleri birden bana çevrilince bakışlarım panikle titredi ama ondan uzaklaşmadı. Efken’in uçurum mavisi gözlerinin etrafında zehir ve bataklık vardı. Efken’in gözlerinde içine düşen herkesi yok edecek güçte bir fırtına vardı. Gözlerimiz birbirine mıhlıyken yumruklarını sıktı. Avuçlarından bronz bileklerine kadar bembeyaz ilerleyen baskı, derisini ölümün rengine boyadı. Avuçlarında öfke varken gözlerinde acı vardı ve bu, gücünün getirdiği fırtınayla her şeyi alaşağı etmek yerine her şeyi sükunla karşılamasına neden oluyordu.
Sezgi, “Bu konuyu şimdi konuşmayacağız, tamam,” dediğinde Efken’in otomatik bakışları Sezgi’ye çevrildi. “Çok üstüne geldim. Farkındayım.” Sedefli yeşil gözlerini Efken’e değdirmeden konuşuyordu. “Ben de sana böyle çıkışmak istemezdim.”
Efken cevap vermedi ama öfkesinden değil, haklı hissettiğinden de değil; Sezgi’ye hak verdiğinden. Onu tanıdığımı şimdi daha iyi anlıyordum. Herkesi manipüle edebilirdi, herkesin zihnine doğru olduğunu düşündüğü şeyi yerleştirip dayatabilir, karşısındaki onun yerleştirdiği düşünceyi kendisininmiş gibi kabullenebilirdi ama şimdi manipüle etmek istemiyordu. Şimdi sadece susuyor, hatasıyla yüzleşiyordu.
Sırtımı arkamda kalan duvara yaslamak istedim ama yine de dik durdum. Efken’in gözlerinde harflerin yanık izlerini görüyordum. Sessizce üzerine öylesine geçirdiği deri ceketini çıkarıp pistin ortasına bıraktı ve kaslı bedeni siyah gömleği yırtacak gibi asılırken, uzun adımları sahneye yöneldi. Basamakları kullanmaktansa yüksek platformdan yukarı atladı ve enstrümanların olduğu, loş kızıl ışıkla aydınlanan sahnenin altında kuyruklu bir ölüm yıldızı gibi parladı.
“Kafası fena atmış bunun,” dedi Ceyhun parmağını kaldırıp personelden birine işaret verirken. Çocuk saniyesinde yanında bitti. “Bize tekila getir. Tuz ve limonu unutma.” Çocuk başını sallayarak yanımızdan ayrıldığında Ceyhun sahnede duran Efken’e baktı. “Kafası çok atınca sığındığı şeylerden biri de bu.”
“Ne?” diye sorduğumda, “Sadece izle,” yanıtını aldım.
Efken parlak, siyah, etrafından kan kırmızı şeritler geçen baterinin arkasına oturduğunda bakışlarım ona odaklıydı. Gömleğinin düğmelerini açıp, kumaşı dirseklerine kadar sıvadı ve damarlı kolları ortaya serildi. Yerde duran siyah, ahşap bagetleri eline aldı.
“Ne yapıyor?” diye sordu Hatem, bir çocuk gibi meraklı çıkmıştı sesi. İnsanların içine çıkmaya alışkın değildi, çoğu şeye yabancıydı. Ceyhun keyfi yerine gelmiş gibi Sezgi’ye daha sıkı sarılırken Hatem’e yandan küçük bir bakış attı, dudağı hafifçe yukarı kıvrıldı ve oluşan tebessüm güven vadediyordu.
“Öfkesini kusuyor.”
Kaşlarımı kaldırıp yeniden Efken’e baktım. Duyduklarım artık eskisi kadar tren çarpmış etkisi yaratmasa da bir anlığına onun piyanodan başka bir enstrüman çalacak olması şaşırtıcı ve ilgi çekici gelmişti. Efken bir müddet elindeki bagetlere baktı ve yalnızca başıyla ritim tuttu.
“Müzikle arası iyi,” dedi Crystal, önüne koyulan tekilayı eline alırken çocuğa göz kırptı. Ardından tekilayı tek dikişte içip limon dilimini ağzına yerleştirdi. Birkaç saniye sonunda, “Adam öldürmediği zamanlarda müzik yapıyordu bildiğim kadarıyla,” diye devam etti cümlesine.
Çok normal bir şeyden bahsediyormuş gibi kurduğu cümle, eskiden olsa beni şoka uğratırdı ama şimdi birini öldürmek öyle çok da yabancı bir durum teşkil etmiyordu benim için.
Ceyhun beni rahatlatmak istiyormuş gibi, “Masum biriyle hiçbir zaman sorunu olmadı,” dedi.
İbrahim yavaşça yanıma sokulunca ona baktım. “Mustafa Baba bana ne demişti, biliyor musun?” diye sorduğumda İbrahim zaten benimle konuşmaya hazırlanıyormuş gibi gözlerimin içine baktı. “Geri dönmemin bir yolu varmış. Eski hayatıma…” Tekila bardaklarından birini alıp tek seferde kafama diktim, limon emmedim, tuz yalamadım; bıraktım ve tekilanın içimde bıçak gibi ilerlediğini hissettim. “Nigin Bağı’mın olduğu kişi hayatını kaybederse, geri dönebilecekmişim.”
İbrahim donuk gözlerle bana bakıp, “Evet,” dedi, bu zaten bildiği bir şeydi.
“Efken bilerek her oku benden alıp, kendi üzerine çekiyor, İbrahim.” Onun başıyla tuttuğu ritmi izlerken, bu düşünceyi dile getirmek kalbimi küle döndürdü. “Cadıları ve diğer olabilecek her tehlikeyi benden uzaklaştırıp kendi üzerine çekti. Çünkü eğer ölürse, olur da gücü yetmezse, olur da yok edilirse, sıra bana gelmeden onun ölümüyle geldiğim yere geri dönebileyim diye.”
Dile getirdiğim gerçek henüz yeni farkına vardığım bir gerçekti.
“Belki Nigin Bağı o ölmeden de bozulur. Belki de ölmesi gerekmiyordur,” dedi İbrahim sessizce. “Ama gidersen, onun çok yaşayacağını da sanmıyorum, Mahinev.”
Bir akrebin iğnesinin kalbime batıp, kalbimin atışlarını zehriyle felç ettiğini hissettim.
Bagetlerden biri metale sertçe çarptı.
Efken gözlerini yumdu ve yüzü ölümcül bir ifadeye büründü. Tepesindeki kırmızı ışık iki kez döndü, yerini maviye bıraktı. Ardından tekrardan maviye… Alnındaki damarlar seğiriyordu. Efken çenesini oynatıp yavaşça kafasını salladı ve ayağıyla ritim tutarken aniden davula, zile ve tekrar davula vurmaya başladı. Hafif başlayan ritim bir anda alev gibi harlandı, olduğum yerde onu izlerken kalbim ağrıyordu.
Ceyhun’un keyfi yerine gelmiş gibi güldüğünü gördüm. Çocuğa bir işaret daha verdikten sonra, “Karaduman’a şişe götür,” dedi ve çocuk hızla siyah bir viski şişesini Efken’in ayakucuna koydu. Efken gözlerini yummuş, deliler gibi bagetleri bir zile bir davula indirirken çocuğun varlığını hissetmemişti bile.
Deli gibi çalıyordu. Profesyonel bir baterist gibiydi ve marifetli büyük elleri o kadar hızlı hareket ediyordu ki, gözlerim hızına yetişemiyor, görüntü bulanıyordu; ellerini seçemiyordum. Kalbim, davul ve zilden yükselen seslerle titrerken karnım başka bir hisle kasılıyordu. Olduğum yere çakılı kalmış, ondan gözlerimi alamıyordum. Bagetleri sertçe davula çarparken dudaklarından bir küfür savruldu ama müzik küfrü yuttu.
“İşte böyle,” dedi Ceyhun sırıtarak. “Rahatla, kardeşim.”
“Siz ikiniz de normal değilsiniz,” diye söylendi Sezgi. “Senin de sinirini atmak için neler yaptığını biliyorum.”
Ceyhun, Sezgi’nin yanağına sert bir öpücük kondurup, “Bence yatak odası sırlarımızı orta yerde konuşmamalısın,” diye mırıldanınca, Sezgi kıpkırmızı bir suratla Ceyhun’un omzuna vurdu.
Efken son kez davula sert bir darbe indirince bagetten yükselen çıtırtıyı duydum. Hırsını alamamış gibi kırık bagetle bir kez daha davula vurdu. Nefes nefeseydi, her an dönüşüm geçirecek gibi görünüyor, göğsü hızla inip kalkıyordu.
Kafasını kaldırıp onu izleyen birkaç kişiye, “Bana A5 bagetlerden getirin!” diye kükredi ve kırık bageti yere attıktan sonra ayakucundaki şişeyi açıp kafasına dikti. Başını geriye doğru atarak içtiğinden kırmızı ve mavi ışık doğrudan boynunu hedef aldı. İçkinin her bir yudumu boğazından inerken çizdiği kavisler âdem elmasını zorluyordu. Tek dikişte şişenin çeyreğinden fazlasını içmişti. Bileğiyle dudaklarını sildikten sonra ağzı açık şişeyi yeniden ayakucuna bıraktı ve Ulaş çalışanlara bırakmadan ona yeni bagetleri uzattı.
“Aranızda Nigin Bağı’ndan fazlası var, Mahinev,” dedi İbrahim, sesi kısıktı, gözleri bende değil Efken’deydi. “Aranızda aşk var.”
Efken’in mavi gözleri kısaca bana dokunduktan hemen sonra benden ayrıldı. Bagetlerden çıkardığı öfke, müziğe yansıdı. Çok sert bir ritim yakalamıştı. Terli saçları ışıkların altında parlıyordu.
İbrahim’in söylediği son şeyi onaylamadım da reddetmedim de.
Sadece, “Onun ölmesini istemiyorum,” dedim.
“Efken’in ölmesine izin vermem. Gerekirse kendi canımı veririm onun için,” dedi İbrahim, bu itiraf kalbimi tekletti.
“Ben de,” diye fısıldadım.
“Ona âşık oldun, değil mi?” diye sordu İbrahim. Sesi sadece benim duyabileceğim tondaydı. Göz kapaklarım yavaşça gözlerimi örttü, siyah bir perde onu görmeme engel olduğunda derin bir nefes aldım ve ardından gözlerimi yeniden açtım. Burnumun direği sızlıyordu.
Efken’in bakışları beni buldu ama elleri durmadı. Öfkesi, kendiyle olan savaşı, benimle olan savaşı soğuk yüzünün her bir kıvrımında buz gibi eserken bakışlarımız birbirine sabitlenmişti. Gürültü öyle derindi ki yaptığı müziği içime işliyordu. Başımı yavaşça sallarken gözlerimi Efken’den çekmedim.
Bu, soğuk kanımın içinde kor gibi yüzen alev alev bir itiraftı. Önce kendime yapmıştım bu itirafı.
Sadece İbrahim’in duyabileceği bir sesle, “Âşığım,” diye mırıldandım.
Efken’in bakışları dudaklarıma kayarken, gözlerinden surları fener tutulmuş gibi aydınlatan bir ışık seli süzüldü. Gözleri mavi ve kırmızı ışığın altında en parlak hâliyle bu defa ışık sızdırmadan parlıyordu. Bageti sertçe davula çarptı ve baget parçalanırken Efken elindeki bageti yere bıraktı. Müzik susmuş, bakışlarımız birbirine kenetlenmişti.
Yelkovan bir adım daha attığında artık akrebin üzerinde duruyordu.
Efken bir anda ayağa kalkıp baterinin etrafında dolaştı ve sahneden atlayarak indi. Uzun bacaklarının attığı her bir adım sert ve vurguluydu. Gözlerini gözlerimden çekmiyordu ve ben de kılımı dahi kıpırdatmadan öylece durmuş, yüzümde sabit bir ifadeyle onun bana gelişini izliyordum.
Sonra bir anda, tüm kalabalığa rağmen elini boynumun altında, kalbimin biraz üzerinde hissettim. Beni geriye doğru itmeye başladı. Herkesin gözlerinin bizde olduğunu hissedebiliyordum ama bakışlarımı onun bana saplanmış bakışlarından koparamıyordum. Gözleri keskindi, bıçaklarla bilenmiş gibiydi, emindi, korkusuzdu, acizdi ve sahipti. Dudaklarımız iki düz çizgi şeklinde gerilmişti, ikimizin de ruhu sert bir diyaloğa girmiş gibiydi ama dudaklarımız oynamıyordu bile.
Duymuş muydu? Mümkün dahi değildi.
Sırtım sert bir duvara çarptığında Efken hırlayarak dudaklarıma saldırdı. Dili, dudaklarımın yarığını araladı ve içeri daldı, dişlerim boyunca dolaşıp içimi titretti. Elleri kalçalarıma indiğinde ona karşı koymuyordum.
Kızıl ışık başımızın üzerinde soluk bir şekilde yanıyordu. Efken beni tek seferde kalçalarımdan kaldırarak kucakladı ve ben bacaklarımı onun beline dolarken ağızlarımız açlık kavgasına tutuştu. Dudaklarıyla dudaklarımdan bir şeyleri tekrar koparmak istiyor gibiydi. Aç ve şehvetli, öfkeli ve çaresizdi.
Kalçalarımı sertçe avuçlarken, “Eve,” diye inledi. “Hemen.”
Sertçe yutkunmamla İbrahim öğürür gibi bir ses çıkarıp, “Kör olsaydım da Efken’in şu kızışmış ve çiftleşmek için sahibinin bacağını kerken köpek hareketlerini görmeseydim,” dedi.
Efken alt dudağımı ısırarak çektikten sonra İbrahim’e ters bir bakış attı. “Sikerim senin tahtanı, boş boş konuşma benimle.”
“Ben artık seninle ömür boyu konuşmayı düşünmüyorum zaten, canım. Gözümün önünde başkasını patates çuvalı gibi omuzladığını gördükten sonra hayatta konuşmam. Benim de bir onurum, gururum var. Bu kız geldi geleli boynuzlarım karşı yakadan seçilir duruma geldi.”
“Senin onurun ve gururun mu vardı zaten amına koyayım?” diye sordu Efken alayla.
“O kadar haklısın ki,” dedi İbrahim. “Ben yine yüzsüz gibi yastığıma seni düşünerek sarılacağım. Neyse, şunu bil ki, seninle önümüzdeki salıya kadar küsüz.”
Efken öfkeyle homurdandı ve beni daha sıkı tuttu. Kucağındaydım, etrafımızın arkadaşlarımızla kuşatıldığını düşünecek olursam bu bayağı utanç verici bir durumdu. Yüzümü onun boynuna gizleyerek Yaren’e baktım. İki eliyle yüzünü örtmüş, parmaklarının arasından bize bakıyordu. Göz göze geldiğimizde İbrahim’in bir benzeri olan sırtlan sırıtışıyla bana baktı.
“Önümüzdeki on yıl evlenmek istememe nedenim sizi bu hâlde görmüş olmamdan kaynaklı olacak,” dedi ne diyeceğini bilemiyormuş gibi afallamış bir ses tonuyla.
“Ama pötürcüğüm,” dedi İbrahim bu fikir onu dehşete düşürmüş gibi.
“Pötürcüğüm mü?” Durgun Sezgi bile eğleniyormuş gibi kaşlarını kaldırdı. “İbrahim, Efken’in burada olduğunun farkında mısın sen?”
“Efken burada demeyelim de İbrahim’in eceli burada diyelim,” dedi Ceyhun sırıtarak.
“Gayet burada olduğunun farkındayım, canım. Ama kendisi beni pek de sikine takmadığı için artık onun burada oluşunun umurumda olduğunu zannetmiyorum.” Yaren’e dönüp dudaklarını büzdü. “Öp beni, Yaren.”
“Gel götümü öp,” dedi Efken. “Götlek.”
“Ahlaksız teklif yaptın bana. Yani bu demek oluyor ki… Hâlâ bir şansımız var.” İbrahim sırıtıp ciğerci kediler gibi Efken’e bakarken Efken’in kulağına yavaşça, “Aldırış etme ona,” diye fısıldadım. “Bu seferlik.”
Efken bana baktı. Gözlerimi kırpıştırarak ona bakarak kollarımı boynuna doladım ve bakışlarım derinleşti. Gözlerini yumup derin bir nefes alırken, “Kes şunu,” diye fısıldadı. “Bakışlarınla her şeyi yaptıramazsın.”
“Yaptırır gibi duruyor,” dedi Hatem saf saf.
“Eridin kızın bakışlarına,” dedi İbrahim. Efken onu duymamış gibi cevap vermeyince, “Evet, görüyorsunuz, yine adamdan sayılmadım,” diye homurdandı.
“E adam mısın sen birader?” diye takıldı Ulaş ona.
“Sus lan sen, gece saat başı uyanıp beni kontrol edip durdun sırtlan olurum da götünü ısırırım diye.”
“Sen şimdi neden özelimizi ifşa ediyorsun?” diye sordu Ulaş.
“Ben öyle uygun gördüm,” dedi İbrahim gerinerek.
Ortam yumuşamış sayılırdı. Tekila bardakları masaya arka arkaya geldi, arka arkaya boşalıp geri gitti ve yeniden dolarak geri geldi. Bir süre sonunda herkesin kanında alkol dolanıyordu. Hatem daha önce hiç içmediği için tadını garipsediği alkolden hoşlanmıştı, tekila bardağının dibini yaladığını gördüğümde bu beni güldürmüştü.
Bir ara Sezgi’nin yüzünü buruşturarak masadan uzaklaşmaya başladığını gördüm. Keyifli sohbetten uzaklaşarak arkasından gittim. Lavabonun kapısını açmasıyla öğürerek kabinlerden birine doğru koşması bir oldu. Ağır adımlarla tuvalette ilerlerken, “Sezgi?” diye fısıldadım. Alkol mü midesini bulandırmıştı? Çok içmediğini düşünüyordum.
“Mahinev, bir saniye lütfen.” Kabini kapattı. Öğürüşlerini dinlerken kollarımı göğsümde birleştirip sırtımı kapalı kabin kapılarından birine yasladım. Sifona basana dek sessizlikle beklediğim Sezgi, sonunda kabinden çıkarken yüzü ruh gibiydi. Elini suyun altına soktuğu an su açıldı, kafasını kaldırıp lekeli aynadan yüzüne, sonra da arkasındaki kabine yaslı onu izleyen bana baktı.
“İyi misin?” diye sordum.
“Midem kötü.”
“Alkol mü dokundu?”
“Bilmiyorum, belki de öyledir.”
Başımı omzuma yatırıp, “İyi olduğuna emin misin?” diye sorduğumda bakışları hâlâ aynanın yüzeyindeydi. Gözleri tekrar kendisinden ayrılıp bana dokundu.
“Efken’e kızgındım, daha sonra bunu neden yaptığını anladım,” dedi. “Kızgın hissettiğimde hasta olurum bazen. Ondandır muhtemelen.”
“Çok yemek de yemedin bugün. Bu yüzden mi?”
“Hayır. Seni kırmak istemem, yaptığın yemekler çok lezzetliydi ama ben yemek kokusuna karşı hassasım sanırım. Biraz midemi bulandırdı. Yaptığın yemek değil, yemeğin kokusu.”
Çatık kaşlarla yüzünü izlerken, “Ne kadar zamandır böyle?” diye sordum.
“Ne?”
“Ne kadar zamandır yemek kokusundan tiksiniyorsun?”
Bir süre durup düşündü. “Bir süredir. Yani birkaç haftadır kokulardan hoşlanmıyorum. Bu da cadılık denen zımbırtının bedenimde yarattığı yan etkilerden biridir belki de.”
“Sezgi,” diye mırıldandığımda aynanın yüzeyinden bana uzanan soru işareti dolu bakışları izledim. “En son ne zaman regl oldun?”
“Geçen ayın-” Bir an durdu, ıslak ellerini havaya kaldırıp parmaklarını tek tek indirdi ve kaşlarının çatıldığını gördüm. “Sanırım bu ay geciktim.”
Ortaya yatıracağım gerçeğin onda panik yaratmamasını umut ederek, “Hamile olabilir misin?” diye sorduğumda irkildi.
“Ne?”
“Bu biraz özel bir soru ama korunuyorsunuz, değil mi?”
“Evet,” dedi, sonra küçük bir an için aklına uygunsuz bir sahne gelmiş gibi kaşlarını çatıp, “Yani bazen unuttuğum oluyor,” diye fısıldadı.
Sırtımı kapıdan ayırıp ona doğru adımlamaya başladım. “Sanırım bir test yapman gerek.”
“Buna ihtimal vermek istemiyorum,” deyince duraksadım.
“Neden?”
“Bizim hayatımız, ne benim ne de Ceyhun’un, böyle bir şeye uygun hayatlar değil,” dedi Sezgi, yüzünde aslında aile kurmayı ne kadar istediğine dair umutla yüklü kırık bir ifade belirse de dile getirdiği kelimeler tam aksini savunuyordu.
Onun düşüncelerini sabote etmek istemesem de “Bu saçma bir düşünce,” dedim. “Kimin hayatı bir çocuğa yetecek kadar mükemmel ki?”
“Bir çocuk büyüteceksen, bunu olabildiğince iyi bir ortamda, iyi şartlar altında yapmalısın,” dedi dalgın bir sesle.
“Bunu sen testi yaptıktan sonra konuşalım mı?”
Sezgi tedirgin gözlerle aynaya baktı ama bana cevap vermedi. Söyleyecek bir şeyleri varsa da bu konunun açılmasıyla toprağın altına gömülmüştü. Birdenbire karamsar bir ruh hâline büründüğünü görmek, ona bu ihtimali söylediğim için pişmanlık hissetmeme neden oldu.
Diğerlerinin yanına döndüğümüzde ve Ceyhun, Sezgi’yi kolunun altına çekip şakaklarını öptüğünde bile Sezgi’nin dalgın gözleri tek bir noktayı izlemeyi sürdürdü. Ceyhun onun neden durgun olduğunu bilmiyordu ama ben biliyordum. Ya hamile olduğu için korkuyordu ya da bu ihtimalin onu mutlu etmesinden… Bir yanı, kahrolası insan tarafı bir yuva, bir çocuk, Ceyhun ile geçireceği mutlu ve uzun bir ömür istese de bir tarafı vardı ki, mutlak karanlıkta büyülerle hapsedilmiş bir cadı olduğunu biliyor, bu düşünceden korkması için onu âdeta titretiyordu.
Gecenin daha da ilerleyen saatlerinde Hatem, İbrahim’in ona öğrettiği figürleri sergileyerek dans ediyor, İbrahim de ona ayak uyduruyordu. Çok geçmeden Ulaş da onlara katılmıştı. Bir insan, bir yarı insan ve bir kurdun birlikte dans edişini izlemek tuhaftı ama komikti de.
Yelkovan bir adım daha attığında, zaman da yelkovana uyarak bir adım attı.
Uykuya dalan Yaren’i kucağında taş eve sokan Efken’in sırtını izlerken arabanın önünde dikiliyordum. Kalçamı kaputa yaslayıp gözlerimi hemen yan tarafımda durgun bir şekilde parlayan göle çevirdim. Diğerleri de taş eve girdi ama İbrahim dışarıda, benim yanımda kaldı. Cebinden bir sigara paketi çıkarıp sigarayı dudaklarının arasına dengelediğinde bakışlarım yüzünde dolaştı. Sigaranın ucunu ateşe verip bir duman çektikten sonra, “İçeri girmeyecek misin?” diye sordu bana.
“Biraz hava alacağım.” Gözüm elindeki sigaraya takıldı. “Elinde eğreti duruyor desem kızar mısın?”
Güldü. “Neden sana kızayım ki?” Sigaranın dumanını dışarı üflerken gözlerini göle çevirdi. “Yaren hiç belli etmiyor ama ruhu kırgın, içi kırgın. Hissediyorum onu ben. Bir insanı hissetmek ne tuhaf şey, değil mi? Konuşmasa bile anlamak, söylemese bile neyi düşündüğünü, nasıl hissettiğini, neden sustuğunu bilmek. Tuhaf bir şey.”
Söylediklerinde ruha dokunan bir şeyler vardı. İnsanın içinde kendini bulduğu, bir şekilde yaşadığı bir şeye benzettiği… Efken’in sessizliğinden bile birçok şeyi anlayabiliyordum. Efken de benim bir bakışımdan, bir susuşumdan anlıyordu. O yüzden İbrahim’in ne söylemeye çalıştığını anlamak benim için daha kolay oldu.
“Yaren bu süreci çok iyi sırtladı ama sırtında yaralar oluştuğu gerçeğini değiştiremeyiz,” dediğimde, İbrahim kurduğum cümle onu yaralamış gibi derin bir nefes alarak göle baktı. “Şımarık bir çocuk gibi görünmek istemediğinden susuyor ama bu süreç aslında asilik yapma hakkını, ağlayıp ortalığı yıkma hakkını veriyor ona. Yine de yapmıyor. Olgun bir kız. İnsanı en çok da sustukları, içinde yaşadıkları yıkar. O yüzden ben de onun için tıpkı senin gibi endişeliyim. Keşke bu süreci yaşaması gerektiği gibi yaşasaydı.”
“Manbel’in gırtlağını sıkmak istiyorum,” dedi İbrahim açıkça. “Öte yandan onu da anlıyorum. Yaren’den haberi bile yokmuş. Buraya girmesi zaten yasaktı, tutulmada oluşan yırtık sayesinde içeri sızabildi. Eminim onun için de büyük bir şok oldu bu.”
“Kızını görür görmez hissedip anlaması onun için de trajik evet ama Manbel’e sempati duymam için yeterli bir sebep değil,” dediğimde İbrahim başını sallayarak beni onayladı.
“Yaren, babasını hiç görmese de bir süper kahraman gibi düşlüyordu, bir anti kahraman gibi değil. Manbel onun hayalindeki insan değil. Öğrendiği şey yeterince büyükken, öğrendiği şeyin baş kahramanının Manbel olması onun için dehşet verici olsa gerek.”
“Senin sırtlanlık olayına da sakin tepkiler vermiş olmalı,” dediğimde İbrahim başını salladı.
“Sevgilisinin bir leşçiye dönüşmesi pek de iç açıcı hissettirmemiştir, buna eminim,” dedi alayla. “Bazen bu bir rüyaymış gibi geliyor. Uyanacağım ve kardiyo yaptıktan sonra eve dönüp kahvaltı edeceğim, sabah haberlerinde gördüklerime sövüp okula gideceğim, sonra da antrenmanlara katılacağım, basketbol maçı için çocuklarla sözleşeceğim…” Dalgın bir şekilde gülümsedi. “Ama o kadar uzun zamandır uyuyorum ki, ya komaya girdim ya da her şey etimi acıtacak kadar gerçek.”
“Aklını kaçıracakmış gibi hissettiriyor, değil mi?”
“Buraya ilk geldiğimde herkes aklını kaçırmış biri olduğumu düşünüyordu, hatta ben de aklımı kaçırdığımı düşünüyordum. Hikâyeyi biliyorsun zaten.” Sigarayı tutan eliyle şakaklarını ovup, “Cadılar konusunda ne yapacağız?” diye sorarak konuyu değiştirdi.
Bir an bir atın nallarının çıkardığı sesi duyunca irkilerek dikkat kesildim.
İbrahim bunu duymamış gibi, “Ne oldu?” diye sorunca, tıpkı onun bana sorguyla bakan gözleri gibi ben de ona soru işaretleriyle baktım.
“Duymadın mı?”
“Neyi?”
Kafamı kaşıyıp, “Bir ses duydum gibi geldi,” dedim karmaşa içinde.
“Kafan iyiden iyiye dağılmış olsa gerek. Boş ver cadıları, gidip biraz dinlen.”
“Haklısın.”
Taş eve doğru ilerlediğim sırada, “Mahinev,” dedi.
“Hı?”
“Baklava için teşekkür ederim.”
“Ne zaman istersen yaparım.”
“Gerçekten mi?”
Gülümserken, “Evet,” dedim. “Gerçekten.”
Bana minnettar gözlerle bakması gülümsememi derinleştirdi. Taş eve girip kapıyı aralık bırakarak üst kata tırmandım. Onunla kaldığım oda karanlıktı, şimşeklerin ışıkları dört bir yanı aydınlatmayı bırakmış olmalıydı. Bu sakinleştiğine mi delalet ediyordu?
Yelkovan bir adım daha attı.
Dizimi yatağa bastırıp uzandığı yatağa çıktığımda gözleri beni buldu. Bir kedi gibi ilerledim, yavaşça onun göğsüne kadar geldim ve uzun saçlarım yüzüne döküldü. Eli yüzüme kaydı, gözlerimiz birbirinde sabit dururken dudaklarımı avuçlarına bastırdım.
Zamanı onun kollarında yaralıyordum.
Benim topraklarımda onun kendine ait surları vardı. Belki de onun toprakları bendim. Efken elini elime koyup havaya kaldırdı, elimin dışını öperken saçlarım yüzüne sarkmaya devam ediyordu.
Tam dudaklarımız birleşiyordu ki, birdenbire devamlı olarak duyduğum yelkovanın sesi kesildi.
Bir bıçağın kabzasından çıkarken ki şakıma sesini duydum.
Ardından yeniden o atın nallarının sesini… Etrafında sihir uçuşan bir çan sesi kalbimin içinden yükselerek dışarı yayıldı.
Zaman durdu.
Saatler sustu.
Bir şey, kafamı çevirip boydan camdan görünen ormana bakmam için elindeki bıçağı sırtıma yaslamış gibi hissettim. Kafamı yavaşça kaldırdım, omzumun üzerinden geceyi giyinmiş gökyüzünün altında beyazlar içinde bir gelin gibi duran ormana baktım.
Göz bebeklerim bir anlığına ince, uzun bir elips şeklini aldı ve saniyeler sonra genişleyerek tüm harelerimi kapladı.
İstanbul’da zaman yeniden akmaya başladı. Eskiden oturduğum sokakta bir araba çalıştı. Arabanın arkasından koşan küçük bir kız çocuğu kaybolmakta olan arabanın egzozunu gördü. Hareketsiz duran bir otobüsün eskiyen mekanik kapısı gürültüyle açıldı. Bir peronun önünde kalbini emanet ettiği kişiyi bekleyen kızın hemen önünden bir tren geçti; tren kızın saçlarını savurdu. Kızın saçlarındaki yasemin kokusu yaşlı bir kadının burnuna dokundu; aynı tren rüzgârı o yaşlı kadının gençlik hatıralarını kaleme aldığı defterin sayfalarını uçurdu. Ütüsüz pantolonu parmaklarıyla ütülemeye çalışan bir adam, diğer yakadaki görüşmesine geç kalmaktan korkuyordu. İlk vapur iskeleden kalktı, bir adam elini alnına çarpıp telaşlı bir küfür savurdu.
Bir kitabın kapağı açıldı.
Miraç artık Varta’daydı.
❄️
İSTANBUL
Havada asılı duran sorunun cevabı kaderi belirleyecekti.
Saniyeler akmayı kesen zamanın üzerine devriliyor, zamanın üzerinde birikiyordu. Miraç’ın şaşkınlığı kaybolmadı. Hemen diğer odadaki televizyondan yayılan ses tüm odalara dağıldı.
Bir son dakika haberiydi, sunucu titreyen bir ses, dehşetle bakan gözlerle durumdan bahsediyordu. Uzmanlar bir araya gelmek için yollara koyulmuştu, gökbilimciler, gizli örgütler, su yüzeyine çıkarılmamış bilgilerle dolu gizli istihbaratların tamamı bu konuya odaklanmıştı. Dakikalar içinde dünyanın kaderi değişmişti.
Tüm gözler İstanbul’un üzerindeydi; gece ve gündüzü aynı anda haznesine alan yedi cihanın büyülü kentinin…
Çok geçmeden farklı dinlerden sözcüler de bu konuyla ilgili yayınlar yapmaya başlamıştı. Kimi kıyametin koptuğunu söylüyor, kimi simülasyonun sonunda bozulduğunu ve herkesin bir simülasyonda yaşadığını iddia ediyordu.
Gürültüler çoğalırken Aykan’ın bakışları oğlundaydı.
“Bir seçim yapmak zorundasın, Miraç,” derken aslında asıl seçimi yapan Aykan’dı. “Ablanın yanına mı gideceksin, yoksa burada mı kalacaksın?”
“Gideceğim.”
“O zaman harekete geçmeliyiz.” Aykan oğlunun yanından geçip giderken kalbine saplanan endişe ağrısından herkes bihaberdi. “Beni takip et!” diye seslendi oğluna.
Miraç, gözlerini camdan zar zor ayırıp odadan çıktı. Babası kiler olarak kullandıkları, bir kez bile içini gezme şansı bulmadığı odanın kapısını açıp içeri girdiğinde Miraç’ın bakışları durgundu. İkilemde hissederek kilerden içeri adımını attı ve kilerin tavanından sarkan eski ampul, sarı bir ışık vererek yandığında babasının kolileri karıştırdığını gördü. Delirmiş gibi, hayati bir şeyi arıyormuş, bulamazsa elindeki her şeyi kaybedecekmiş gibi telaşla kolileri açıyor, içindeki kalın ciltli kitapları zemine fırlatıyordu.
“Madem oraya gidebiliyorum, sen neden gitmedin?” Miraç’ın ortaya yatırdığı soru, Aykan’ı ayakları altına alarak ezebilecek kadar güçlü bir soruydu.
Arkan kolilerden birini daha açarken, “Benim burada bir yansımam yok, evlat,” dedi. Miraç bu cevaptan hiçbir şey anlamadığı için kaşlarını çatıp, yerde birikmeye başlayan kitap yığınının arasından babasına doğru ilerledi.
“Ne demek istiyorsun, baba? Anlamıyorum.”
Aykan duraksadı, elinde kalın kitaplarla boşluğa bakarken burnundan sert bir nefes verip, “Miran ve sen ikizlersiniz. Boyutlar arasında ikiz kardeşlerin kadim kapıları açtığına inanırlar. İkizlerden birinin diğer boyuta geçmesi mümkündür çünkü öteki ikiz ait oldukları boyutta yaşamaya devam eder.”
“Madem gitme şansım vardı, neden en başında beni oraya yollamadın?”
“Çünkü o zaman ablanın bize ihtiyacı yoktu,” diyen Aykan’ın gözleri omzunun üzerinden oğluna ucundan kan damlayan bir kılıç gibi keskinlikle çevrildi.
Miraç’ın kalbinin vuruş sesleri donmuş zamana yayılırken, “Bu gök olayı, saatlerin birdenbire hareketini kesmesi, tüm bunlar ablamla mı ilgili?” diye sordu. Alacağı cevaplardan korkuyordu ama duymazsa da aklını kaçıracak gibi hissediyordu. “Ablam iyi, değil mi? Yaşıyor.”
“İyi, merak etme. O her boyutta yaşayabilecek kadar kuvvetli bir kadın.”
“Ablamdan söz ediyoruz baba, o itiraf etmese de karanlıktan bile ürperir.”
“Ablan kendi gücünü keşfetti, Miraç.” Aykan gözlerini oğlunun gözlerinden ayırmadı. “Şimdi sıra sende.”
“Bende mi?” Miraç kaşlarını daha da çatıp ayağının önüne düşen kitaba baktı.
“Evet. Senin gücün rüzgârda gizli, hızda saklı.” Babasının gizemli kelimeleri, eline kalın ciltli bir kitap almasıyla sessizliğe dönüştü. Miraç kafası karman çorman hâlde başını kaldırıp babasına baktığında babasının toz içinde büyük bir kitabın sayfalarını karıştırdığını gördü. “Miran uyuyor, değil mi?”
“Evet.”
“Güzel. Hâlâ zamanımız var. O uyanmadan seni diğer boyuta yansıtmalıyım.”
“Ne-”
Aykan oğlunun gözlerinin içine bakıp, “Zamanın Hançeri bir süredir İstanbul’daydı,” dediğinde Miraç her şeyi kavramak adına babasına kulak kesildi. “Düzeni korudu, zamanın akışını yönetti. Fakat bir sahibi vardı. Bir asır önce ölen sahibi yeniden reenkarne olarak İstanbul’da dünyaya gözlerini açtığında, Zamanın Hançeri, Yerebatan Sarnıcı’nda bulundu. Onunla birlikte boyut değiştirerek İstanbul’a gelmiş, gelişiyle zaman dengeleri değişmiş, geceler kışın daha uzun, yazın ise daha kısa olmaya başlamıştı. Bu dengeyi korudu, geceleri açığa çıkan kötü enerjiler sadece kış aylarında ortalarda dolaşabildi. İnsanlar kış aylarında daha az sokağa çıktı, enerjiler birbirine rastlamadığı için de daha az insan hasar gördü. Bir süredir Zamanın Hançeri sahibi, yani hükümdarı artık İstanbul’da değil, orada. Şimdi hançer, sahibini istiyor.”
Miraç duydukları karşısında ürperse de sakince, “Bu durumun ablamla ne ilgisi var?” diye sordu.
“İlgisi var. Hançer sahibine gittiğine göre kapılarında onları bekleyen büyük bir şey var. Sen sormadan söyleyeyim, ablan ve hançerin sahibi çoktan birbirlerini bulup bir ekip kurdular bile. Eğer ablan ve hançerin sahibi geçmişlerinde de müttefik olmasalardı, ablan hançerin bulunduğu Yerebatan Sarnıcı’nda mı doğardı sanıyorsun? Annen bu anıyı binlerce kez anlatmıştır. Yerebatan Sarnıcı’nda sancılarının tuttuğunu, doğumunu orada bir anda beliren, melek olduğunu düşünüp ona dualar ettiği ebenin yaptırdığını.”
“Orada birlikteler mi diyorsun?”
“Evet. Ve şimdi hükümdarın hançerini bulabilmesi için sana ihtiyacı var. Hançer bir yabancının eline geçerse, işte o zaman, zaman sadece burada değil, orada da kesilir ve ablan ne kadar güçlü olursa olsun, karşısındakilere karşı müşkül duruma düşer. Ne zaman Zamanın Hükümdarı hançerini eline alacak, işte o an İstanbul’daki denge geri gelecek, zaman tekrar akacak ve hançerin sahibi hükümdar da hançeriyle ablana yardım edecek. Yani Zamanın Hançeri sadece ablana yardımcı olmayacak, aynı zamanda buradaki kaosu da ancak onun sahibine ulaşması durduracak. Ortalık karışıyor, Miraç. Sırlar açığa çıkarsa insanlık büyük bir karanlığa sürüklenecek. İstanbul’daki bu büyük değişim diğer ülkelerdeki gizli örgütlerin yakın incelemesine girecek, bilinmeyenin peşinde olanlar bunun da peşine düşecek.”
“Gideceğim,” dedi Miraç hiç düşünmeden.
“Miran’ın odasına git ve uyuduğundan emin şekilde beni bekle, oğlum.”
Miraç kilerden çıkarken aklında cevap bulmamış çok soru vardı. Annesi ve kardeşi derin bir uykudaydı, Mahzar olanları düşünürken salondaki koltukta uyuyakalmıştı. İkizi ve annesi, ablasının uzun süredir aralarında olmamasını garipsemiyordu ama artık bunun nedenini o da biliyordu. Bir tesir altındaydılar. Ablasını aramamaları da bu yüzdendi. Peki uyandıklarında ne olacaktı? Holden geçerken canlı yayında açıklamalar yapmaya devam eden spiker kadının sesine hararetli tonlamayla konuşan bir erkeğin sesi eşlik ediyordu. Dünyanın gözü İstanbul’daydı ve annesi ile Miran uyandıklarında buna ne tepki vereceklerdi, hiçbir fikri yoktu. Bu tepkiyi görebileceğini de düşünmüyordu.
Çünkü biliyordu. Onun için gitme zamanı gelmişti.
Miran’ın odasının kapısını sessizce açtı. Siyah perdeleri çekti, odayı kısmen karanlığa boyadı ve ikizinin düzenli aralıklarla alıp verdiği nefesin sesini dinleyerek düşüncelerden sıyrılmayı denedi.
Babası bir süre gelmedi, gelmedi çünkü elinde bir kalem ve parşömen kâğıdı tutuyordu; gelmedi çünkü kolilerin arasında gözlerinde kederli bir ifadeyle kızına ilk, belki de son satırlarını yazıyordu.
Satırlar büyük bir acıyla başlasa da kelimelere bunu yansıtmamaya çalıştı. Mektubunu sonlandırırken içinde bir daha onu göremeyecek olma ihtimalinin korkusu vardı. Aslında bu ihtimalden fazlasıydı, bu kendi içinde kabullendiği bir gerçekti. Şimdi oğlunu da gönderiyordu. Buna mecburdu çünkü düzeni yok edemezdi, buna mecburdu çünkü bunu yapmazsa ortalık yangın yerine dönecekti. Oğlunu da bir daha göremeyecek olursa, ne yapardı? Oraya giden biri, ne zaman geri dönebilmişti ki?
Alması gereken her şeyi aldı ve yüzünde buz gibi bir ifade, kalbinde yangından sıcak bir hisle oğlunun odasına yürümeye başladı.
İçeri girdiğinde bir elinde tuttuğu tütsü tabağını Miran’ın komodinin üzerine bıraktı ve dumanı eliyle oğlunun yüzüne itti.
Miraç, “Ne yapıyorsun, baba?” diye fısıldadı sessizce.
“Uykusu ağırlaşsın diye bir tütsü. Uyanırsa her şey berbat olur.”
Miraç, ikizine bakarken gözleri tedirgindi. Bakışlarını babasına çevirince, Aykan komodindeki abajuru yaktı. Zayıf ışık duvarlara ikisine ait gölgeler çizdi.
“Avucunu aç,” dedi Aykan. Miraç düşünmeden avucunu açtı, avucunun içine bırakılan rulo şeklinde, kurdele ile bağlanmış parşömen kâğıdını görünce sersemleyerek gözlerini kaldırdı ve babasına baktı. “Cebine koy. Oraya ulaştığında ablana ver.”
Miraç, dakikalardır hissetmediği o karanlık baskıyı şimdi tüm göğüs kafesinde hissediyordu.
Parşömen rulosunu cebine atarken, “Baba,” dedi. “Seni bir daha göremeyecek miyim?”
Aykan bu soruyu beklemediği için kızıl gözlerinde bir yıkımla oğlunun gözlerinin içine baktı. “Böyle bir ihtimal olduğunu söyleseydim, gitmez miydin?”
Düşünecek çok da zamanı yoktu ama burayı özleyeceğini biliyordu. Annesini, ikiz kardeşini, abisini, arkadaşlarını, babasını… Burada ona ait bir hayat vardı ve bu hayatın içinden bir şafak vakti çıkıp gideceğini, bir daha da dönmeyeceğini bilmek yıkıcıydı.
Yine de “Giderdim,” dedi. Bu, Aykan’ın oğlundan beklediği cevaptı. Güçlü bir doğaüstü erkeğinin seçimi savaştan kaçmak değil, savaşmak olurdu. Demek ki düşündüğü gibi, güçlü olacaktı. Miraç henüz bilmese de Aykan’ın zihninde dolaşan bu gerçek, ileride Miraç’ın hayatını kökünden değiştirebilecek güçteydi. Değişim tam da bugün, bu şafak vaktinde meydana gelmek üzereydi.
“Ablana iyi olduğumuzu söyle,” dedi Aykan, sesi stabil duyulsa da içi duyguların alev aldığı bir kuyu gibiydi; öyle derin bir kuyuydu ki gayya bile onun yanında bir avuç sayılırdı. Bir kitabı tam ortalarına doğrulttu. Gözlerini bir anlığına mışıl ışıl uyuyan, yansıma görevini üstlenen ikize kaydırdı. “Mutlu olduğumuzu, sağlıklı olduğumuzu, onu özlediğimizi ama her şeyin üstesinden gelebildiğimizi. Ona bunları söyle.”
Miraç boğazında biriken düğüme rağmen sadece başını salladı.
“Ona her ne olursa olsun, her zaman güvendiğimi ve onunla gurur duyduğumu da söyle. Hâlâ benim küçük kızım olduğunu söyle, ne zaman kalbinin derinliklerinde korkuyu hissetse elimi omzunda hissetmesini söyle. Benim kalbim her zaman sizle atıyor olacak.”
Miraç, son cümlenin ona verdiği ıstırap yüzünden sertçe yutkununca, Aykan birden oğlunun ensesine avuç içini bastırarak onu kendine doğru çekti.
Alnını oğlunun alnına yaslarken, “Unutma,” diye fısıldadı. “Rüzgâr ve hız. Bunları sakın unutma. Benim oğlum olduğunu, her şeyin üstesinden gelebileceğini, artık büyüdüğünü ve bir görevin olduğunu sakın unutma. Damarlarında bir Alfa’nın kanı dolanıyor ama senin gücün, senin içindeki cevher benimkinden farklı. Sen bu hayata bir Gümüş Pençe olmak için gelmedin. Senin uyanacağın güç, uyanacağın gerçekler, uyandığında olacağın insan bundan farklı.”
Miraç bu söylenenleri zihnine kazırken donmuş hâldeydi.
Aykan alnını oğlunun alnına daha sert bastırıp, “Madem senin hızına ihtiyaçları var, o zaman rüzgârı arkana al ve git, oğlum,” dedi.
“Buradaki her şey sana emanet, baba.”
“Oradaki her şey de sana emanet, oğlum.”
Donmuş zamanın içinde daha önce eşine rastlanmamış cümleler, bilinmeyen bir dile ait kelimeler peşi sıra döküldü Aykan’ın dudaklarından. Her birinin sonunda derin bir nefes aldı ve yenisine başladı. Ortamdaki enerjinin boyutu yavaşça değişiyor, Aykan’ın dudaklarından dökülen kelimeler etraflarına gümüş rengine yakın saydam bir kalkan örüyordu.
Birden durdu ve oğluna baktı.
“Şimdi gözlerini kapat,” dedi. Oğlu yutkundu, gözlerini kapattı, Aykan da onunla birlikte gözlerini kapattı ve son birkaç vurucu kelimenin ardından, “Elimdeki kitabın kapağını açana dek gözlerini aralama, kapağı açtığın anda gözlerini arala, oğlum,” diye fısıldadı.
Miraç, kitabın kapağına dokunurken gözlerini daha sıkı yumdu ve kapağı aralayıp gözlerini açmadan hemen öncesinde, “Seni seviyorum, baba,” dedi.
Saniyeler süren sessizlik, Aykan’ın, “Ben de seni seviyorum, oğlum,” demesiyle sona erdi ve Aykan gözlerini açtığında kitap aralık duruyordu ama artık karşısında duran hiç kimse yoktu.
Aykan’ın gözünden bir damla yaş aktı.
Bunu kimse bilmedi.
Zaman bile bilmeyecekti çünkü işlemiyordu.
🎧: Trees of Eternity, Hour of the Nightingale