Bir el, uykumun ortasına düşmüş cam kırıklarını parmak uçlarıyla dağıtıyormuş gibi zihnimde ve saç diplerimde dolaşıyordu. Sonra o el usulca tenime aktı, tenimin üzerinden gözyaşları misali kayan yağmur damlaları gibi tenimde ilerlemeye başladı.
Başta uyku çok tatlıydı, vazgeçilmesi zor bir duygunun kalbe çöreklendiği gibi zihnime çöreklenmişti, algılarımın tamamı göreceğim rüyalara saplı duruyordu. Ama sonra o elin varlığı… Cehennemde unutulmuş bir iyiliği yeniden cennete taşıyor gibiydi. İyilik cehennemde o kadar çok kalmıştı ki, cehenneme ait olup, cennete girdiği gün cennetin sonu olmuştu.
Gözlerim uykunun ihtiraslı kollarından uzaklaşıp usulca aralandı. O sırada güçlü parmakları yanağımda ilerliyor, uçurum mavisi gözler ise büyük bir sakinlikle uykudan kan oturmuş gözlerimi izliyordu. Üzerinde siyah bir takım elbise olduğunu fark edince uykuya saplanan algım bir anda toparlandı.
Kaşlarımı çatarak, “Efken?” diye fısıldadım.
“Uyu, fıstığım,” dedi kısık sesle ama üzerindeki takım elbiseye bakarken gözlerim yeniden uyku uğruna kapanmadı. Başımı yavaşça kaldırıp, uykunun silinmeye başladığı yorgun gözlerimle ona baktım.
“Nereye gidiyorsun?”
“Ulaş ve İbrahim eve gitmişler, birkaç kıyafet getirmişler.”
“Sorduğum şey nereye gittiğindi, Efken.”
“Kulübe gitmem gerekiyor,” dediği anda kaşlarım hayretle havaya dikildi. “Öyle bakma.” Elini usulca tenimden uzaklaştırıp, gömleğinin manşetlerini düzeltti. Gömleğinin ilk iki düğmesi açık duruyordu, bronz derisi elmas gibi parlıyordu. Esmer tenine dokunsam, parmaklarım teninin altındaki karanlığa saplanırdı sanki. “Kulübün hâlini biliyorsun. Sonra halletmem gereken işlerim de var.”
“Bunca şey olmuşken kulübe falan gidemezsin,” dedim ellerimi yatağa bastırıp doğrularak.
“Medusa, sadece yatakta kal,” dediğinde sesinde bir bilinmezlik, aşılması güç bir barikat vardı.
“Şu an kulübe falan gidemezsin. Bunun ne kadar tehlikeli olduğunu biliyor musun? Cadıların yeni hedefi ben değilim, sensin. Eninde sonunda peşine düşeceklerini çok iyi biliyorsun. Bu güvenli değil!”
“Güvenli olup olmadığına kim karar veriyor?” Efken sorusunun hemen ardından kaşlarını hayretle kaldırdı, yüzünü saran ifade sakinliğini koruyormuş gibi gösteriyor olsa da o ifade tam bir sahtekârdı. Efken, bir volkan gibi üzerime patlayarak her an öfkesini bana iliklerime kadar hissettirebilirdi.
“Dün yaşananlar desem, yeterli olur mu senin için?” Uykudan pürüzlü çıkan sesimi toparlamak için öksürdüm. Derin bir nefes alarak, “Gitme,” dedim. “Şu an gideceğin hiçbir yer yeterince güvenli değil.”
“Saklanmak bana göre değil.”
“Sana saklan demiyorum ki ben.”
“Diyorsun, yavrum,” dedi. “Söylediğin şeyin anlamı tam olarak bu.”
“Kulüp sonra da toparlanır, işlerin sonra da halledilir. Şu an eğer dinlendiysen yapman gereken gidip Yaren’e destek olmak. Şafakta onu çalıştıracağını söyledin, şafaktan önce ona sarılıp yanında olman gerekmez mi? Öğrendiği şeyin ağırlığına rağmen şımarık görünmemek için ne kadar savaş veriyor, sakince bu gerçeği içinde yaşıyor görmüyor musun? Gidip üzerine düşman çekeceğine, kalıp kız kardeşinle ilgilen.”
“İstemiyorum mu sanıyorsun?” Tek kaşını kaldırınca kaşının üzerindeki iz de gerildi. “Ben de onun yanında olup, ona destek olmayı istiyorum. Ama nasıl olunur bilmiyorum. Dokunsam kırılacak, parçalanacakmış gibi hissediyorum. Elinden alınan bir baba figürü var, yerine korkunç bir şey koyuldu ve bunun onu ne kadar sarstığını biliyorum.”
“Şu an bu kadar olgun davranmasının tek sebebi bize ayak bağı olmak istememesinden,” dediğimde bana hak verdiğini belli eder gibi başını salladı.
“Biliyorum. Şu an onu kollarımın arasına alıp ona sarılmak daha iyi mi hissettirecek yoksa daha kötü mü, işte bunu bilmiyorum.”
“Sadece yanında ol işte.” Dizlerimin üzerinde kalkıp, yatakta emekler gibi ona yaklaştım. Kafasını indirip bana bakarken gözleri ölü bir deniz kadar durgundu. “Gitme, Efken. Şimdi değil. Bizi neyin beklediğini tam olarak kestiremiyorken değil.”
“Gitmeliyim. Biraz kafamı dağıtmalıyım.” Şimşeklerin yeniden şehri etkisine almasından mı korkuyordu yoksa birilerine açıklama yapmak zorunda kalmaktan mı?
“Sen gideceksen, ben de seninle geliyorum,” dedim, sesimdeki yankı onu duraksattı.
Gözleri dudaklarıma kaydı, yavaşça yaklaşıp alnını alnıma bastırdı. Biraz evvel karların altında yürüdüğünü alnından alnıma akın eden buz gibi soğuktan anlamak mümkündü. Görüntüsü zihnimde benim var ettiğim bir sanrı gibi belirdi. Bomboş bakan gözleri buz tutmuş gölde dolaşıyor, adımları karları yararak arkasında izler bırakırken sadece düşünüyordu. Kafasını kaldırıyor, benimle uyuduğu odaya bakıyor, gözlerindeki ifade bir süreliğine geri çekilerek zihnindeki esas konu duygular hâline geliyordu. Sonra gözleri odanın penceresinden ayrılıyor, buz tutmuş göle çevriliyor, gölü izlerken gölün ortasında belirmiş beyaz buz çatlaklarından, bir bileği saran damarlarda ilerleyen kanın ilerlediğini hayal ediyordu.
Karanlık bir görüntüydü.
Karanlık bir adamın var ettiği, kapkaranlık bir görüntüydü.
Bana cevap vermeyince, “Ben de geleceğim,” diye tekrarlayıp ayaklandım. Bana tuhaf tuhaf baktı. “Hiç bakma öyle. Madem özgür adam olmak istiyorsun, ben de seninle özgür kızı oynarım.”
“Delinin zoruna bak.”
Odanın bir köşesine koyulmuş, bir hayaletin sallandığı sandalyeye benzeyen sallanan koltuğun üzerindeki çantaya baktım. “Burada benim için de bir şeyler var mı?” diye sordum çantaya doğru ilerlerken.
“Hayır. Ulaş aveli ve İbrahim maymununun senin kıyafetlerine el sürmelerine izin vereceğimi düşünecek kadar aptal olamazsın.” Durdu, sinir bozucu bir şekilde güldü. “Ya da olabilirsin.”
“Ben ne giyeceğim öyleyse? Ayrıca sen öküz müsün? Ne olacak kıyafetlerime dokunsalar, manyağa bak. Çık mağarandan da azıcık insanlığı kokla, belki insan olmaya karar verirsin.”
“Aa ne biçim hakaretler bunlar?”
“Gelmemem için bahane olacağını sanıyorsan yanılıyorsun, Karaduman. Ben üzerim bu hâldeyken de gelirim. Dilenci gibi gezdirirsin beni yanında.”
“Bu nasıl inat ya?” diye homurdandı.
Omuz silktim. “Geleceğim dediysem, geleceğim.”
“Kim karar veriyor buna?”
“Sen olmadığı kesin.” Parmağımla göğsümü işaret ederek, “Ben,” dedim sertçe.
“Unut bunu, fıstık,” dedi Efken kapıya yönelirken. “Hiçbir yere gelmiyorsun. Dışarısı senin için daha tehlikeli olmaya başladı.”
“Geliyorum,” dedim.
“Gelmiyorsun.”
“Gelirim, hiç de engel olamazsın.”
“Seni odaya kilitlerim.”
Düz, ruhsuz bir bakışma.
“Kapıyı yakarım.”
“Doğru, senin küçük bir ejderha olduğunu neredeyse unutuyordum,” dedi Efken sinir bozucu bir alayla. “Dinlenmen gerekiyor, Mahi.”
“Ben dinlendim. Hem sen benden daha çok yoruldun. Seninle geliyorum.”
“Sadece bir kez inat yapmasan, kabullensen şu dişimi kıracağım,” diye hırladı. “Az önce beni kapıyı yakmakla tehdit ettin, ejderha.”
“Çok zorlarsan evi bile yakarım,” dedim. “İbrahim’e bir ev borçlanırsın.” Gözlerimi evin duvarlarında gezdirdim. “Hem de bayağı pahalı bir ev.”
“Hah. Ona yeni bir ev alacak olan da kimmiş? Buyur yak, evin küllerinin altına da İbrahim’i öldürürüm onu gömeriz,” dedi alayla.
Ona bakakaldım, göz kırparak odadan çıkınca bir an dişlerimi sıktım ama sonra hızla arkasından çıkarak koridorda yürümeye başladım.
“Ben de geliyorum,” dedim inatla.
“Mahi, odaya dön,” dedi Efken, taş merdivenleri üçerli beşerli adımlarla uzun bacaklarının gücünü kullanarak hızlıca inmişti. Sinirle ensesine öyle bir patlattım ki, Efken’in dehşet içinde bana dönüş ânını izlerken elimde olmadan keyifle sırıtmıştım. “Lan çüş!” dedi. “Bir de yak beni istersen.”
“Çok aranırsan onu da yaparım.”
Efken ensesini ovalayarak bana bakarken çok kısa bir an için gözleri salona kaydı, elinin duraksadığını gördüm, çok geçmeden bakışları da ensesini ovan eli gibi duraksadı. Gözlerimi salona çevirdiğimde Yaren’in dizlerini karnına çekerek oturmuş kar yağışını izlediğini gördüm. Sessiz ve ıssızdı, zamanın bile ona dokunmasına izin vermemişti, hatta etrafındaki sesleri bile duymamıştı.
Efken’in koluna dokunmamla, Efken irkilerek bana baktı. Sadece dudaklarımı oynatıp, “Yanında olmalısın,” dedim.
Gözlerinden şimşeklerin gölgeleri geçti, bakışlarını kız kardeşine çevirirken sessizliğin ruhuna bile çöktüğünü fark ettim. Ağır adımlarla salona ilerledi, salonun içinde bir hayalet gibi yürürken ikisini izlemeye devam ediyordum. Yaren’in yanına çöküp, tıpkı Yaren gibi yere oturmadan hemen öncesinde takımının ceketini çıkarıp kız kardeşinin omuzlarına örtmüştü. Yaren onun geldiğini fark edince sessizce abisine sokuldu ve Efken yere oturduğu anda Yaren’in başı, Efken’in omzuna düştü.
“Asilik yapmak istediğimden değil, abi,” diye fısıldamadan öncesinde yaklaşık beş dakika sessizce öyle kalmışlardı. “Asilik yaptığımı düşünme. Hep düşündün ama şimdi düşünme. O adamın babam olmasını istemiyorum. O adamın babam olmamasının bir yolu hiç mi yok? Sen çok güçlüsün, gök kadar güçlüsün. O zaman o adam babam olmasa olmaz mı? Sen bunu yapamaz mısın?”
Başı Efken’in omzundayken kafasını çevirdi ve bu kez alnını Efken’in omzuna bastırdı.
“Benim hayalimdeki baba o adam değil.”
“Biliyorum.” Efken kolunu Yaren’in bedenine sarıp onu göğsüne çekerken, “Elimde olsaydı da keşke abin değil, ben senin baban olsaydım,” diye fısıldadı. “Ya da gücüm yetseydi de, senin baban bir ölü olsaydı ama istediğin adam olarak kalsaydı.”
“Sanırım biraz anneme de sinirliyim. Ama söz veriyorum, yolunuza taş koyan çocukluklar yapmayacağım. Bunu halledeceğim, abi. Kendi içimde. Bir şekilde. Bir de benimle uğraşmak zorunda kalmayacaksınız.”
“Senin her şeyinle uğraşırım, sen benim damarlarımda dolaşan kansın, Yaren.”
“Sen her zaman benim yanımda olan tek insandın,” diye fısıldadı Yaren titreyen bir sesle. “Keşke, abi. Keşke başka bir evrende ben senin kızın olsaydım.”
Efken’e yaslanırken o kadar çok küçüldü ki, kalbimin ağrıdığını hissettim. Yaren yetişkin genç bir kadın olsa da eksik olan tarafı hâlâ bir çocuktu ve bu çocuk, babasının varlığı tarafından yara almıştı. Bir babanın yokluğu en büyük yarayken, varlığı nasıl oluyordu da daha büyük bir yaraya dönüşebiliyordu? Sessizce ikisini izlerken ağlayacak kadar dolu hissediyordum ama ağlamadım.
“Çalışmaları diğer şafağa erteleyelim,” diye fısıldadı Efken kız kardeşini bağrına basarken. “Bu şafakta sadece sarılalım.”
“Teşekkür ederim.”
“Ne içindi şimdi bu?”
“Benim abim olduğun için.”
“Salak seni.”
“Hıhım.” Yaren burnunu çekti. “Ben tam bir salağım.”
“Benim salak, küçük kızımsın.”
İkisini izlerken gülümsememi bastıramadım. Hem ağlamak istiyordum hem de gülümsemek; çünkü içimde hem çok huzurlu bir duygu doğmasına neden olmuşlardı hem de beni büyük bir kedere sürüklemişlerdi.
İkisini yalnız bırakıp evden çıktığımda konuşulacak şeyleri olduğunu biliyordum. Çıplak ayaklarla taş basamakları inip bir karış kadar tutmuş karlara bastığımda, soğuğun beni eskisi kadar etkilemediğini yeniden fark etmek içimdeki boşluk hissini sızlattı.
Bir daha asla eskisi gibi hissedemeyecek olduğum gerçeğiyle devamlı yüzleşmek zorunda kalıyordum.
Gölün önüne kadar karların içinde çıplak ayaklarla ilerleyip durgun suyun içinde koca bir daire şeklinde yüzen buz kalıbının ağır hareketlerini izlemeye başladım. Dalların üzerine basılmasıyla çıkan sesleri duyduğumda bedenim dikleşti ama dönüp sesin geldiği yöne bakmadım çünkü etrafta bir tehlikenin dolaşmadığına neredeyse emindim. Burası oldukça güvende hissettiriyordu.
Manbel, “Erkencisin, Sevgili Mēness,” dediğinde kollarımı bedenime sarıp yüzen buz kalıbını izlemeye devam ettim. Biraz dinlendikten sonra koruma kalkanını güçlendirmek için yeniden keşfe çıkmış olmalıydı.
“Elinden geleni yapmışsındır umarım.”
“Sen ve eşin, pek kibarsınız.”
“Enerji okuyabiliyorsun demek.”
“Benim kadar güçlü bir varlık, düşündüğünden de fazlasını yapar,” diye böbürdendi. Bana biraz daha yaklaştığını hissettiğimde omzumun üzerinden ona baktım, yorgun görünüyordu, onu ilk kez üzerinde takım olmadan görüyordum. İbrahim’in olduğunu düşündüğüm bir kazak, eski bir kot pantolon giyiyordu.
Yeni çıkmaya başlayan turuncu sakallarını kaşırken, “O daha iyi mi?” diye sordu, kimden bahsettiğini bildiğim için ona bir soru yöneltmeden sessizce başımı salladım.
“Seni öylece kabullenmesini bekleyemezdik.”
“Bunu bekliyor değildim zaten, sadece iyi olup olmadığını anlamaya çalışıyorum. İnsan kızların duygularından pek anladığım söylenemez. Hoş, o yarı insan ama sonuçta insanların içinde bir insan gibi şekillenerek büyümüş. Onu anlamak benim için zor.” Ciddi görünüyordu, onu kısaca süzüp bakışlarımı göle çevirdim.
“Yaren’in annesiyle nasıl tanıştınız? Gerçekten hamile kaldığını bilmiyor muydun?”
Sorgum onu duraksattı, göremesem de o duraksamayı hissedebildim. Bir adım sonra omzumun hizasındaydı, tıpkı benim gibi göle bakmaya başladı.
“İnsanların içine karışmam gereken bir olay yaşadım. Mavi Yaka’da henüz bir yırtık yoktu, o yüzden bu yakaya gelmem yasaktı, içeri giremezdim ama o buraya aitti. Onunla başka bir kentte tanıştık. Diğerlerinden farklıydı, farkını onu gördüğüm anda hissettim. Garip bir kadındı, kötülüğe çekiliyordu sanırım. Bilirsin, bazı kadınlar kötü adamları sever. Beni sevdi. Kısa ama derin bir ilişkiydi. Sonra buraya dönmek zorunda kaldı ama benim yırtık oluşana kadar buraya girmemin imkânı yoktu. Burası benim için yasaktı, kalkan vardı. Bu kalkanın da nedeni sizmişsiniz zaten.”
Derin bir nefes aldı.
“Söyleyeceğim şu ki, o Mavi Yaka’ya döndüğünde hamile olduğunu fark etmiş olmalı. Gelebileceğimi umdu, belki de beni bekledi ama gelemezdim. O da nerede olduğumu hiç bilmedi. Ama onun bana ihtiyacı olduğunu, bir çocuğumuz olacağını bilseydim, küle döneceğimi de bilsem bu yakaya gelmeye çalışırdım.”
Her bir kelimesinin içten olduğunu hissetmeseydim dönüp gözlerinin içine bakmazdım ama bunu hissettiğim için bakışlarım ona çevrildi. Suyun yüzeyinde hareket eden buz kalıbını izlerken pişmanlığı tüm çehresine gölge gibi çökmüştü. Onun yüzünden başımıza gelmeyen kalmamış olsa da onun hissettiklerini anlayabiliyordum. Yaptığı kötülükleri anlayamazdım ama şu an maruz kaldığı durumun onda yarattığı hisleri anlayabilirdim.
Manbel, Kurul’un Efken’in babasının, hatta tüm ailesinin katilleri olduğunu bilmiyordu. Artık bundan tamamen emindim. Sadece benim peşimdeydi. Kurul’un yaptıklarından haberi olsaydı eğer, Yaren’in kim olduğunu hissettikten hemen sonra eminim sevdiği kadının ölümünde parmağı olan bu Kurul’u yok etmek için elinden geleni yapardı.
“Sence bir gün beni kabullenir mi dersin?” diye sormasını beklemediğimden duraksadım.
Bu cevabını benden alabileceği bir soru değildi. Bir süredir aralarında olsam da bu kadar hassas bir konunun yaratacağı sonuçları bilebilecek kadar çok tanımıyordum Yaren’i. Yaren asi görünen, gerektiğinde dişlerini gösterebilen yırtıcı bir kızdı; şimdiyse kalbi kırılmış küçük bir kız çocuğuna benziyordu.
“Ne kadar sürer bilmiyorum,” dediğimde bu onu mutsuz etmiş gibi iç çekti. “İnsan kızlarıyla ilgili bir şey bilmiyor olabilirsin ama en azından bu konunun kolay bir konu olmadığını biliyorsundur.”
“Peki bu beni kabul eder demek mi?”
“Senin atacağın adımlara, olacağın insana bağlı.”
“Ben insan değilim.”
“Orasını biliyorum,” diye homurdandım. “Deneyimleme şansım oldu.”
“Doğam gereği kötücül bir yaşam formuyum,” dedi ciddiyetle. Ona hak vereceğim hiç aklıma gelmezdi ama haklıydı. Manbel, kötülükten var edilmişti, güneşin yere düşen gölgesi gibiydi, yok etmek için yaratılmış gibiydi.
Bir an duraksadım. Manbel ile Nemesis’in rütbeleri bir nevi birbirine benziyordu. Nemesis de tıpkı Manbel gibi kötücüldü, hatta Manbel’den de fazlasıydı. Bu güç, Efken’i bambaşka bir insana dönüştürür müydü? Manbel’in seçimi kötü bir insan olmak değildi belki ama mecburdu çünkü yaratılışı onu karanlıkla beslemişti. Efken’in de karanlığa tamamen teslim olduğu düşüncesi kanımı donduruyordu.
“Kötü olmayı sen mi seçtin?”
“Kötü olduğumun farkında bile değildim ki,” deyince irkildim. “Bana göre yaptıklarımda her zaman haklıydım, kötülük yapmıyordum, istediğimi alıyordum. Hepsi buydu. Bunun sebep olduğu şeyleri fark edemedim. Doğam gereği kötü biri olduğumu yeni fark ediyorum.”
Tedirginlikle, “Farkında olmadan kötü biri olmak mümkün,” diye fısıldadım.
“Evet. Herkes için mümkün.” Bakışlarının sorguyla bana döndüğünü görünce gözlerimizi birleştirdim. “Seni tedirgin eden ne, Mēness?”
“Hiç.”
“Pek hiç gibi görünmüyor.”
“Umarım hiç gibidir,” diye fısıldadığımda tek kaşını kaldırdı.
“Eşinle mi ilgili?”
“Eşim değil o benim,” diye söylendim, sonra kurduğum cümle bir şekilde beni yaraladı. “Yani normalde evli değiliz biz.”
“Arzu ettiğin her boyutta evli olmak olsa gerek,” diye mırıldandı alayla.
“Tek bir sevimsiz olmadığın an yok mu senin?”
“Maalesef, sanıyorum yok.” Kollarını göğsünün üzerinde toplayıp, “Gücü tuhaftı,” dedi. “Hükümdar Saul’du, değil mi? Doğru hatırlıyorum. Saul ile ilgili çok şey duydum ama böyle bir güçten bahseden olmamıştı.”
“Belki de kimsenin bilmediği bir güçtür. Saul çok güçlü biriymiş,” dediğimde bana hak verir gibi başını salladı. Aptalı oynadığımı fark etmediğine emindim.
“Olabilir.”
“Manbel, tıpkı araziyi korumaya alabildiğin gibi, herhangi bir mührü de korumaya alabilir misin?”
Elini ensesine atıp yavaşça kaşırken bir süre düşündü, daha sonra, “Bildiğim, yani okuduklarımdan öğrendiğim kadarıyla mühürler yalnızca kadim büyüler tarafından korumaya alınabilir,” dedi. “Kadim büyüleri de sadece Kadim Cadılar yapabilir.”
“Yani Sezgi yapamaz mı?”
“Bir Kızıl Cadı mı? Zor olurdu. Yeterince güçlü tutmayabilir.”
“Güçlü tutması için ne yapılmalı?”
“Kadim büyüyü bir başka kadim büyü zayıflatır. Bu yüzden bir mühür korumaya alınacaksa, bu mührü çok güçlü bir Kadim Cadı yapmalı. Yeterince güçlü bir cadının elinden çıkmazsa, başka bir güçlü cadı o büyüyü kolayca inaktif edebilir.”
“Anladım.”
“Sorun ne?”
“Bir mührü korumaya almamız gerek,” dedim sadece, detay veremezdim, Manbel güvenebileceğim biri değildi ve tam şu an, bu detayı güvendiğim birine bile veremezdim.
“Cadılardan mı?”
“Evet.”
“O zaman oldukça güçlü bir Kadim Cadı’ya ya da büyücüye ihtiyacınız var.”
“Büyücü mü?”
“Bazı büyücüler cadılardan daha güçlüdür, cadı mertebesinde olmamalarına rağmen cadıların kadim büyülerini saf dışı bırakabilecek güce sahiptirler.”
“Peki o kadar güçlü bir büyücüyü nerede bulabilirim?”
Manbel bir an göle bakarak, “Oldukça aşağıda,” dedi.
“Anlamadım?”
“Aşağıda işte.” Suyu işaret etti. “Suyun altına kurulmuş bir krallık var.”
Bir an için şaşkınlığımı gizleyemeden Manbel’e bakakaldım. Benimle dalga geçip geçmediğini anlamaya çalışır gibi yüzünü incelediğimde, “Ne?” diye sordu yüzünü buruşturarak. “Senin bileğinden yılan çıkması normal de suyun altında bir krallık olması mı anormal?”
“Bir büyücü neden bir krallıkta yaşasın ki?”
“Çünkü büyücüler klanlara ayrılır. Bazıları havada, bazıları suda, bazıları aramızda, bazıları da kurak çöllerde yaşar. Her birinin krallığı vardır. Krallık dediğime bakma, bu sadece içeri sızacak bir yabancının gözünü korkutmak için meskenlerine verdikleri isim. En güçlüleri suyun altında yaşıyor ve her perşembe katedrale gidip dua okuyan sevimli cadılar onu bulup birleşerek kafasını koparmasın diye kendini suyla gizliyor. Cadılar yüzmeyi bilir ama o kadar da derine gidemezler, tatlım. Orası onun güvenli alanı.”
“Bulunursa infaz mı ederler?”
“Eşinden daha acımasız olacakları kesin. Hiç düşünmeden büyücüyü parçalayıp küllerinden doğmasın diye küllerini asitli suda eritirler.” İrkilmemi gizleyemedim, Manbel de bana hak vermiş gibi başını sallayıp, “Evet,” dedi. “Bence de biraz korkutucu.”
“Benim o büyücüyü bulmam lazım.”
“Su krallığına inmen gerek. Bu senin için imkânsız değil ama zor.”
“İmkânsız değilse, her şeyi yapabilirim.”
“Büyücüden istediğini alabilmek için ona istediği bir şeyi vermek zorunda olduğunu bilmiyorsun tabii,” dedi Manbel.
“Ne isteyecek ki?”
“Bilmiyorum. Herkesten farklı bir şey ister. Ama ağzı sıkıdır, yaptığı her iş onunla birlikte mezara gider. Hoş, kasıtlı öldürülmediği sürece, o bir ölümsüzdür ama yine de güven bana, asla kimseye kimse ile ilgili sır vermez.”
Kafamın içindeki çarklar dönmeye başladı. Bir şekilde o büyücüye ulaşmanın bir yolu olmak zorundaydı. Bunu hem Efken’i hem de çevremdekileri korumak için yapmalıydım. Nemesis’in ne olduğu, neye hizmet ettiği, ne kadar güçlü olabileceği öğrenilirse, tıpkı bir zamanlar Saul’u yok etmek istedikleri gibi, Efken’i de yok etmek isteyeceklerdi. Tarih korkunç şekilde tekerrür mü ediyordu?
“Peki suyun altındaki krallığa nasıl gideceğim?” diye sormamla, taş evden enerjisini yakıcı bir şekilde hissettiğim biri çıktı. Bu kadar net hissedebileceğim tek bir kişi olduğundan sorumun cevabını beklemeden taş eve doğru döndüm. Siyah takımının içinde, karların ortasına düşmüş bir gölgeye benziyordu. Manbel, soruya cevap istemediğimi anlamış gibi sessiz kaldı; sessizliğine minnettarlık hissettim çünkü bu işi Efken’den gizli yönetecektim ve bana kalırsa Manbel de bunu anlamıştı.
Elimi belime koyup, “Gidiyor musun?” diye sordum sertçe.
“Ya kızım arka plandaki işlerimi tamamen görmezden gelemem diyorum sana, neden anlamıyorsun?” diye söylenirken bana doğru yürümeye başlamıştı. Gözleri Manbel’e dokundu, Manbel’in benim sınırlarıma yakın durması onu sinirlendirmiş gibi kaşlarını çattı. Geçmişten gelen bir Manbel düşmanlığı vardı, şimdi Yaren konusunda da iyiden iyiye küplere binmişti. “Koruma işini hallettin mi?” diye sorarken, et kesen sesinde soğuk bir bıçak vardı.
“Hallettim. Kalkanı büyütmek için ormanı biraz daha dolaşmam gerekecek. Sürüyü yerleştirdikleri ahşap evin çevresini de korumaya aldım.”
“Bu koruma nasıl oluyor?” diye sordum kaşlarımı çatarak.
“Kanatlarımdan bir tüy, onu özel bir muskaya çevirip toprağa gömüyorum.”
“O zaman bana muskaya çevirdiğin tüylerden birini verebilir misin?”
Manbel duraksadı ama sonra pantolonun cebinden üç kızıl tüy çıkardı, tüyler baş kısmından kırmızıyla başlayıp bordoya doğru ilerliyor, kökü siyaha dönüşüyordu. “Bunlar muska,” demesine kalmadan tüyleri elinden alıp birini Efken’in eline tutuşturdum, daha sonra bir tüy daha eline verip, “İki olsun,” dedim hızlıca. “Birini arabanın içinde bırak, diğerini yanında taşı.”
Efken gözlerini devirirken, “Abartma,” diye homurdanmıştı.
“Abartmıyorum. Olması gereken özeni gösteriyorum.”
Manbel, “Mēness haklı,” dediğinde Efken ona cins cins baktı. “Varlığımın seni sinirlendirdiğini biliyorum ama tüylerim senin için geçici bir kalkan oluşturacaktır. Birini arabanda bırakıp diğerini cebinde taşı. Böylece takip edilemeyeceksin. Cadıların görüş alanından çıkacaksın.”
Efken gözlerini devirerek tüyleri takımının cebine koyup bana döndü. “Çok geçe kalmam. Mustafa Baba’ya da bir uğrayacağım.”
“Tamam,” dedim tedirgin bakışlarla onu süzerken. Gitmesini hiç istemesem de tüylerin varlığı bir nebze olsun içimi rahatlatmıştı. Efken eğilip yanağımı sertçe öpünce yutkundum, Manbel gözlerini farklı bir yöne çevirmiş, başka bir şeyle ilgileniyor gibi yapıyordu.
“Çok gecikmem. Aç durma, bir şeyler ye.” Hızlı adımlarla uzaklaşıp ileride park hâlinde duran cipine giderken arkasından bakakaldım.
“Rica ederim,” diye homurdandı Manbel. “Sevgili eşin pek de kibar, Mēness.”
“Şu adam için eşin deyip durma.”
“Şu adam mı? Aman ne kırıcı.”
“Ya işte… Efken onun ismi.”
“Pek bir telaşlandın, bu kadar mı heyecan verici geliyor onun senin eşin olması düşüncesi? Zamane gençliği de evlilik meraklısı olmuş…”
“Hep böyle sinir bozucu musun?”
“Kimi zaman.”
“Çok ortalarda görünme bence. Yaren’in canını sıkıyor varlığın,” dediğimde sessizce başını salladı. Bu kadar açık sözlü davranmak zorunda olduğum için ben de çok mutlu hissetmiyordum kendimi. Ama mecburdum. Yaren, onu yakınlarında istemiyordu.
Manbel’i arkamda bırakıp eve girdiğimde Yaren onları bıraktığım yerde değildi, camın önü boştu. Salona ilerlerken İbrahim basamakları inmeye başlamıştı. Omzumun üzerinden ona baktığımda esneyip gözlerini ovuşturarak, “Erkencisin,” dedi.
“Sen de bayağı erkencisin.”
“Yaren’e bakmak için kalktım, onu tam odasına giderken yakaladım. Uyuyana kadar yanında bekleyeyim demiştim ama o kadar yorgun ki erkenden uyuyakaldı.”
“Manbel korumayı genişletecekmiş.”
“İyi olur, kurt sürüsü etrafta özgürce koşturmayı seviyor. Kalkanın dışına çıkmamaları gerek. O yüzden alanları genişlese iyi olurdu.” Son basamağı da inip merdivenin korkuluğunun topazına tutundu. “Kahvaltı hazırlayayım mı? Midene bir şeyler girer.” Etrafına bakındı. “Efken çıktı mı?”
“Evet. Ona kıyafet getirmişsiniz. Keşke getirmeseydiniz.”
“Getirmeseydik de Ulaş ile bizi öldürüp akşam yemeğinde etimizi size mi yedirseydi?” diye sorunca gözlerimi devirdim.
“Bana da getirmeyi akıl edebilirdiniz.”
“Zinhar padişahımın sultanının fistanlarına el süremem,” dedi ve ona dik dik baktığımda sırtlan sırıtışını takındı. “O kadar da ayı değil, sadece istemedi, inat edip onunla gideceğini biliyordu. O yüzden sadece onun kıyafetlerini getirdik.”
“Tek başınayken güvende değil.”
“Neden bu kadar endişelisin?” diye sorarken yüzünde ona uymayacak kadar ciddi bir ifadenin şekil bulduğunu gördüm. “Efken’in o hâliyle ilgili bir şeyler söyleyecek misin?”
“Hangi hâliyle ilgili?”
“Mahinev,” diye söylendi İbrahim, ondan bir şeyleri saklamam hoşuna gitmemişti.
“İster inan ister inanma ama şu an hiç kimseye tek kelime edemem, İbrahim.”
“Neden?”
“Çünkü ortada bir mühür var.”
Bana anlamamış gibi baktı. “İyi de Kan Yemini’ni bozdun.”
“Bu mührün yeminle ilgisi yok.”
Soru sormasa da gözlerinde sorgu vardı. Diğerleri onun kadar sessiz kalıp eşelemeyi bırakır mıydı bilmiyordum ama İbrahim’e minnetle baktım. Sonunda bunu sorgulayacaklarını biliyordum. Efken’in normal olmayacak şekilde güçlü olduğunu görmüşlerdi, arazideki cadıların tümünü neredeyse tek başına katletmişti. Üstelik son şimşek yağmurundan sonra ellerinde yıldırımlar tutan bir adam görmek hepsinin kafasında koca bir soru işaretine dönüşmüş olmalıydı.
“Kahvaltı hazırlayabilirim,” dedim. “Sen çok yorgun görünüyorsun. Biraz dinlen istersen.”
“İstesem de dinlenemem, Ulaş ile aynı odada uyuyoruz ve keşke Hatem ile uyusaymışım dedirtti bana. Bir kurt bile Ulaş kadar uluyamaz uykusunda. Horlamıyor, uluyor.”
“Koltukta uyusan?”
“İstersen sana yardım ederim. Birlikte yiyecek bir şeyler hazırlarız.” Eliyle holü işaret edince başımı sallayarak onunla yürümeye başladım. Mutfağı da tıpkı salonu gibi taş duvarlardandı, sanırım açık alanları görmeyi sevdiğinden mutfağının da kapısının girişinin karşısındaki duvar tamamen boydan camdandı. Bu açıdan orman görünüyordu, karlarla kaplı ormanın göz alıcı beyaz ışığı mutfağın daha aydınlık görünmesini sağlamıştı.
“Neden bu evde kalmıyorsun?” diye sorarken ada tezgâha doğru ilerledim. Çift tezgâhlı bir mutfağa göre çok da büyük sayılmazdı ama bir duvarın tamamen camdan oluşması mutfağı daha havadar bir görüntüye emanet etmişti. İbrahim çift kapılı antrasit rengi buzdolabının bir kapağını açarken omzunun üzerinden bana baktı. Ada tezgâhın üzerindeki meyve tabağından kırmızı bir elma alıp, elmayı üzerimdeki yırtık kumaşa sürterek tozunu aldıktan sonra ısırdım.
“Burada Yaren’le buluşuyoruz,” dedi bana bir sırrı verir gibi sessizce.
Kaşlarımı kaldırdım. “Aşk yuvası, hım?”
Utanarak bakışlarını dolabın içine çevirip, “Aa ne fenasın sen, hemen de bir imalar falan. Ben namuslu bir erkeğim,” diye mırıldandı ama geyik yapmasının nedeninin utanması olduğunu biliyordum. Buzdolabının içine bakmak için kafamı kaldırırken elmayı çiğnemeye devam ettim.
“Buzdolabının bu kadar dolu olmasından belli. Efken bu buzdolabının hâlini görürse bu eve asla uğramadığına inanmayacağı gibi, çevirdiğin dümeni de ânında fark eder.” Elmayı bir kez daha ısırıp, “Dost tavsiyesi,” diye mırıldandım.
“Efken gelmeden önce alışverişe çıktığımızı söyleriz,” dedi İbrahim telaşla. “Mahinev, öyle deriz, değil mi? Bak bu sefer öldürür beni. Gizli gizli buluşmamızı da geçtim, direkt aşk yuvası falan diyorsun, kesin o da öyle düşünür. Yemin ederim kitaplardan konuştuk, yemek yedik ve bazen de film izledik. Fazlası yaşanmadı. Başım omuzlarımın üzerine çok yakışıyor. Efken öğrenirse, başımın omuzlarımın üzerindeki güzelliği umurunda bile olmaz, hamsinin kafasını bedeninden ayırdıkları gibi kafamı bedenimden ayırır. İbrahim buğulama da hamsi buğulama kadar lezzetli olmaz, benden demesi.”
“Korkunca ve utanınca çok konuşuyorsun.”
“Harika bir gözlem.” Cam şişeyi kaldırdı ve sırtlan sırıtışıyla şakıdı. “Süryani şarabı?”
“Süryani şarabı mı? O Mardin’de olmuyor muydu?”
“Burada da oldukça fazla Hristiyan var, Süryani şarabını çok severler. Bu arada bu şarabı kendim yaptım,” demesini beklemediğimden yarısını yediğim elmayı tezgâha bırakıp ona doğru ilerledim. Cam, bir iksir şişesine benzeyen şişeyi elime alıp incelerken, “Nasıl becerdin bunu?” diye sordum.
“Meraklı biriyim. Burada çok fazla vaktim oldu.” Üzgün gözlerle şarap şişesine baktığını gördüm. “Anlayan pek insan olmayınca, tüm yakınlarını da birdenbire kaybedince, kendine uğraşacak meşgaleler buluyorsun.”
“Babam, Süryani şarabını çok severdi,” diye fısıldadım, birden birbirimizi bu kadar çok anladığımızı fark etmek omuzlarıma ağır geldi. Sanırım onun da ağır gelmiş olacak ki buruk bir gülümsemeyle omzuma dokundu.
“Sana giyecek bir şeyler bulayım. O sırada bir kadeh Süryani şarabı iç. Sonra da yiyecek bir şeyler ayarlarız.” Elini omzumdan çekip sakallarına götürürken gözlerine kuşku oturdu. “Ben o kadar büyük sürüyü nasıl doyuracağım? Hepsi yetişkin erkek, form değiştirip durdukları için de eminim hiç doymuyorlardır. Bu savaşın sonunda batmam umarım.”
“Efken’e mesaj atayım da gelirken o çocuklar için protein ağırlıklı bir şeyler alsın.” Elimde cam şişeyle ada tezgâha doğru ilerledim, tezgâhın üst kısmından aşağı sarkan tavalara ve ters duran kadehlere baktım. Kadehlerden birini elime alırken İbrahim mutfaktan çıkmıştı. Şarabı indirdiğim kadehe doldurup bir yudum içtim, açlıktan yanan midem şaraba tepki vererek kasıldı.
Kalçamı tezgâha yaslayıp karla kaplı ormanı izleyerek tadının bana babamı hatırlattığı Süryani şarabını yudumlarken yüzüm sakinlikle örülmüş bir duvar gibi olsa da düşüncelerim şeytanın bile içinde eriyeceği kadar kuvvetli ateşlerde dağlanıyordu.
Her şey ne kadar da hızlı ilerlemişti ama sanki bir o kadar da yavaştı; yaşanan her şeyin üzerinden yıllar geçmiş gibi hissediyordum. Efken benim bir hırsız, onun için gönderilmiş bir yem olduğumu düşünerek beni o karların arasına saplı bir meşale gibi görünen eve sürüklerken tüm bunları hayal edebilir miydim? O gün nerede olduğumu bilmiyordum, evinde uyandığım adamın kim olduğunu bilmiyordum, beni bekleyen geleceği bilmiyordum. Her bir yudumda geçmişin alkol gibi damarlarıma karıştığını hissettim.
Babamı hatırladım. Kan kızılı gözlerdeki şefkat, zamanın bile eskitemeyeceği pahalı bir tablo gibiydi. Annemin doğum günüydü, bir pastanın önünde tüm ailemle çekildiğim o fotoğraf karesinden geriye sadece ben kalmışım gibi hissediyordum ama o gün, tam da şu an tekrar yaşanıyormuş gibi netti. Annemin kadehini uzatışı, babamın Mardin’den getirdiği Süryani şarabını annemin kadehine doldurup uzanarak onu dudağından öpüşü, Miraç ve Miran’ın bu görüntüden utanıp garip sesler çıkarmaları, Mahzar ile birbirimize bakıp yüzümüzü buruşturmamız; mutlu olmamız…
Şimdi o gün çekilen fotoğraf karesinin içinde tek başıma oturuyordum.
Etrafımda onların gülüş sesleri yoktu, birbirine çarpan kadehlerin sesleri yoktu, üzerinde tek bir mum olan pasta ve ben vardık. Pastanın üzerine dikili mum sönmüş, geride uzayıp giden beyaz bir duman bırakmıştı ve yalnızdım.
İbrahim düzgün bir şekilde katlanmış kıyafet yığınını hemen yanımdaki tezgâhın üzerine koyunca anılar da o pastanın üzerindeki sönmüş mumun dumanı gibi dağılarak kayboldu.
“Bunları giyersin, toprağım,” dedi bakışlarımdaki hüznü görmüş gibi eğlenceli bir sesle.
“Teşekkür ederim.” İbrahim’i mutlu etme isteğiyle ona doğru dönüp genişçe gülümsedim. “Uzun zamandır canının çektiği ama yiyemediğin bir yemek var mı?”
“Var.”
“Nedir?”
“Yaren mi desem Efken mi desem bilemedim.”
Gözlerimi devirerek, “Ben ciddiydim,” diye söylendim.
“Bilmem. Yapmayı bildiğim her şeyi yapıyorum. Burada muadilleri de var, orada yediğim her şeyi burada da yapıyorlar ama bazen isimleri farklı olabiliyor. Gerçi baklavaya baklava diyorlar, Yunanlılardan sonraki en büyük hırsız Vartalılar.”
“Cacığa da caciki diyor mu Vartalılar?”
“Yok, ona yoğurtlu hıyar salatası diyorlar.”
Bir an duraksadım. “Ciddi misin sen?”
“Yoğurtlu salatalık salatası diyorlar işte. Ama Efken hıyar salatası diyor.”
“Efken’in her şeyin önüne bir hakaret kalıbı yerleştirmesine alıştım,” diye homurdanarak şarabımdan bir yudum daha aldım. Sonra durup kaşlarımı çattım. “Cacığımıza neden yoğurtlu hıyar salatası diyorlar ya?”
“İlk kez öyle dediklerine şahit olduğumda sabaha kadar ırmağının akışına ölürüm Türkiye’m diye şarkı söyledim ben, Mahinev. Ağlıyordum. Denize de dökemedim hiçbirini, tektim burada. Çok kalabalıktılar.”
Gülüşerek, sanki her şey normalmiş gibi birlikte kahvaltı hazırladık. Kahvaltı hazırlarken menemen soğanlı mı yapılır yoksa soğansız mı gerginliği de yaşamıştık ama sonunda menemen benim istediğim şekilde pişirilmişti. Ben şarabımı bitirip ada tezgâhın önüne bar taburelerini anımsatan uzun, metal tabureleri çektiğimde İbrahim diğerlerini uyandırma görevini üstlendi.
Ulaş içeri girdiği an bir dilim peyniri bütün olarak ağzına attı ve gözlerim mutfağın kapısına kaydı. Sezgi, Ceyhun ve Sapphire dışında başka kimsenin gelmediğini gördüm. İbrahim, Yaren kahvaltıya inmediği için hiçbir şey yemedi, o yemediği için benim de iştahım kaçtı ama bir iki lokma da olsa yemek zorunda hissettiğimden yemiştim.
Manbel hiç içeri girmediğinden ona da küçük kaplara yemek hazırladım, tıpkı diğer kurt sürüsü için hazırladığım gibi… Kurt sürüsünün erkeklerini doyurmak iki koli yumurtadan geçiyordu ama bana kafamın dağılması için uğraş verdikleri için memnundum. Onlar için daha fazla menemen yapıp küçük saklama kaplarına paylaştırırken Efken’le ilgili olan düşüncelerim dağılmıştı. İbrahim’in evinde üç koli yumurta olmasının nedenini başta anlamasam da sonra Yaren’e yapabildiği tüm yemeklerin yumurtayla ilgili şeyler olduğunu öğrenince neden bu kadar çok yumurtası olduğunu anlamıştım. Ne kadar uzun zamandır doğru düzgün ev yemeği yemiyordu acaba?
Her şey bittiğinde üzerimde İbrahim’in bana ödünç verdiği kıyafetler vardı. Etiketleri hâlâ üzerindeydi, hatta kazağın etiketini çıkarmayı unuttuğum için etiket devamlı olarak sırtımı dürtüyordu. Kahverengi, bol bir erkek kazağı ve siyah, boydan biraz uzun gelen bir eşofman. İdare ederdi. Çıkmadan önce küçük bir çanta yapmayı unuttuğuma pişmandım. Her şey çok aceleye gelmişti.
Sezgi tüm gün büyü kitabıyla ilgilendi, Yaren ise salona inse de İbrahim’in kucağından tek bir an doğrulup kalkmadı. Günün belli bir çoğunluğunu salondaki koltukta, İbrahim’in beline sarılmış, başını göğsüne yaslamış şekilde boşluğu izleyerek geçirdi. Kimse ağzını açıp Efken ile ilgili bir şey sormadıkça yüküm çoğalıyordu. Bir an önce sorsalar da bitse diye düşünmeye başlamıştım çünkü her an bunu düşünüp ne zaman geleceğini beklemektense bir an önce yaşamak daha iyiydi. Beklemek insanı yoruyordu.
Yeryüzüne gece çökmeye, gündüz bir buhar gibi silinmeye başladı. İbrahim ile mutfaktaydık, bir süredir ev baklavası yemediğini söylediği anda yapabileceğimi söylemiştim ve bunun onun yüzüne yansıttığı şaşkınlığı gördüğümde açıkçası çok hüzünlü hissetmiştim. Efken’e çektiğim mesajda uzun bir alınacak listesi vardı, daha sonra da onu biraz tehdit edip, nerede olduğuna dair sorular içeren taciz mesajları atmıştım.
Sonunda delirmiş olacak ki mesajlarıma cevap vermişti.
Efken: LAN TAMAM YA DIT DIT DA DIT DIT SUSTURMADIN TELEFONU KADIN
Mahinev: Ne çemkiriyorsun be?
Efken: Eve uğradım, kıyafet alıyorum ikiniz için
Mahinev: Elması da alır mısın?
Efken: Alırım fıstığım
Bu mesajdan sonra onu beklemek daha kolay oldu benim için. Onunla iletişime geçtiğimde, yanımda olsun ya da olmasın, her şey daha kötüye gidiyor olsun ya da olmasın, ölümün kıyısında olalım ya da olmayalım; ben kendimi güvende hissediyordum.
Efken’in cipi taş evin sınırlarında yavaşladığında, insan formunun içindeki kurt sürüsü, karların içinde şınav çekiyordu. Boydan cama yaslanmış sürüyü izlediğim sırada cipin farları gözümü almıştı.
Crystal, “Sonunda geldi ha?” dedi beklediğim kişi geldiği için rahatladığımı fark ederek. “Bu arada, yenilerden sadece Kenneth ve Axel kalmaya karar vermiş.” Omzumun üzerinden ona baktığımda damağımda acı bir tat vardı. “Sanırım biraz fazla yoruldular.”
“Kenneth ve Axel neden kalıyorlar?”
“Ken, burasının yer altından daha eğlenceli olduğuna karar vermiş. Axel neden kalıyor bilmiyorum. İbrahim’in onlar için ayarladığı evdeler şu an. Diğerleri evden ayrılmış.”
“Diğerlerinin kararına saygı duymak gerek,” diye mırıldandım, Crystal’in sesimden sayı olarak azalmış olmamızın getirdiği umutsuzluğu duyduğunu biliyordum.
“Azaldığımızı düşünüp umutsuzluğa kapılma. En kötü ihtimalle kendi sürünü uyandırırsın,” dedi Crystal, söylediklerinde son derece ciddi gibi görünüyordu.
“Bu alenen herkese karşı savaş ilan etmiş olmam olmaz mıydı?”
“Başka çaren kalmadığında ne yapmanı bekliyorlar? Ellerini başının üzerine koyup teslim olmanı mı?”
Gözleri yakıcı bir gerçek gibiydi, soğuk bir gecede etrafımı saran rüzgârın uğultusunu hatırlatıyordu bana. Onun için de vermesi zor bir karardı bu, sonuçlarının ağır olacağını o da biliyordu ama son çaremiz buydu. İnsan ellerinde kalan son çarenin avuç içlerini kanattığını gördüğünde mecburiyeti de tadıyordu. Çaresizliğin üzerine uzanmak zorunda kalırsam, biliyordum ki avuçlarımdan akan kan, üzerimi örten çarşaf olacaktı.
“Bu durumun bir çaresine bakacağım, Crystal.”
“Kendine çok yükleniyorsun.”
“Başka çarem varsa sen söyle.”
Üzgün gözlerini yüzümden çekmeden, “Elimden ne gelirse yaparım,” diye fısıldadı. “Efken, çok güçlü görünüyordu. Her ne olduysa, onunla ilgili ne öğrendiyseniz bilmiyorum ama belki şansımız onun gücüdür.”
“Neden o gücün nedenini sormuyorsun?”
“Çünkü sen sessiz kalıyorsan, bu en iyisini bildiğindendir. Bilmemiz gereken bir şey olsaydı zaten söylerdin. Değil mi?”
Bana duyduğu güven kalbimi altına alan göğüs kafesimin sızlamasına neden oldu. Ağzımı açmama kalmadan taş evin kapısı açıldı ve Efken bir elinde küçük bir el valizi, diğer elinde market poşetleriyle içeri girdi. Siyah saçları yorgunluktan hafif dağılmış, gömleğinin düğmeleri neredeyse karın boşluğuna kadar açılmıştı. Gözleri yorgun bakıyordu. Camın önünden çekilip ona yöneldiğim anda uçurum mavisi gözleri beni odağına aldı ve bakışlarındaki yorgunluğun yerini yoğun bir şeyle değiştirdiğini gördüm.
“Gözlerin yollarda kaldı herhâlde,” dedi, sesinde alay olmasa da yanaklarımın ısınmasını engelleyemedim.
“İstediklerimi aldın mı?” diye sordum çenemi dikerek.
“Aldım, hanımefendi.”
“Tüyü yanından ayırmadın, değil mi?”
“Ayırmadım. Dediğin gibi bir tanesini de bebeğimde bıraktım.”
“Bebeğin?” Gözlerim geriye doğru kaydı. “Ha, araban.”
“Ne o?” diye sorarken mutfağa doğru yürümeye başlamıştı. “Kıskandın mı yoksa?”
“Sorma, o kadar kıskandım ki kıskançlıktan oturup ağlayacağım.”
“Gel kucağımda ağla,” deyince Ulaş ve Ceyhun birbirlerine sırıtarak baktılar. Onlara gözlerimi kısarak bakarken Efken’i takip ediyordum. Mutfağa girdiğinde hemen arkasından mutfağa girip kapıyı kapattım. Efken valizi yere bırakıp poşetleri ada tezgâhın üzerine koyarken gözleri tekrar beni buldu. Aspiratörün ışığı mutfağı alabildiğine aydınlığa boyuyordu.
Efken’in bakışları yüzümde asılı durmaya devam ederken ona doğru adımladım. Poşetlerin içindeki malzemeleri çıkarmak için poşetlere uzandığımda bileğimi kavradı ve gözlerimiz onun dokunuşunun yarattığı elektrikle birbirine tutundu. O bana dokununca bir yerlerde volkanlar patlıyor, bir kadının rahminde çiçek gibi bir bebek açıyor, denizlerin dalgaları daha da yükselerek göğe değiyordu.
“Neden istedin bu kadar malzemeyi?” diye sorunca gözlerim dudaklarına kaydı, etli dudakları aralık duruyordu.
“Lazım.”
“Benden başkasına yemek mi yapacaksın yoksa?”
“Senden başkasına değil,” dediğimde karşımda küçük, kıskanç bir oğlan çocuğu varmış gibi hissettirmişti. “Sana da yapıyorum, onlara da yapıyorum.”
“Sadece bana yapsan olmaz mı?”
“Sadece sana yaparım ama şimdi değil. Şu an kalabalığız.”
“Kalkıp kendileri yapsınlar, seni niye yoruyorlar?”
“Çünkü bunu yapmayı isteyen benim.”
Efken, kalçasını tezgâha yasladı ve tek kelime dahi etmeden beni izlemeye başladı. Malzemeleri tezgâhın üzerine sıralarken bir an dönüp, “Ceviz mi seversin, yoksa fıstık mı?” diye sordum.
Dudakları yukarı bükülürken, “Fıstık,” dedi ve kollarını göğsünün üzerinde toplayarak her bir hareketimi ezberlemek istiyormuş gibi beni pürdikkat izlemeye başladı.
Yumurta, süt, sıvıyağ, biraz sirke, tuzu ve kabartma tozunu siyah kabın içine boşalttığımda üzerimde dolaşan yakıcı gözler dikkatimi dağıtıyordu. Ellerimi suyun altında iyice yıkadım ve “Bu kadar dikkatli bakma bana,” diye homurdandım.
“Canımın istediği gibi bakarım.”
Homurdanarak önüme döndüğümde dudaklarında hafif bir tebessüm vardı. Alabildiğince unu kaba ekledikten sonra, yumuşak bir hamur elde edinceye kadar yoğurmaya başladım. Efken’in hemen arkama geçtiğini, enseme çarpan sıcak nefesin omurgamı titretmesinden anlamıştım. Gölgesi üzerime devrilen bir ağaç gibiydi ve sanki ben, o ağacın köklerini sıkıca tutan topraktım.
“Börek mi yapacaksın?” diye sorarken sesi ilgiliydi.
“Hayır,” dedim başımı iki yana sallayıp, hamuru otuz eşit parçaya bölerken. Uzun zamandır baklava yapmıyordum ama hem kafamı dağıtabilmem için, hem İbrahim’i mutlu edebilmek için hem de Efken’in yerkenki tepkisini görebilmek için elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışacaktım. Çenesini omzumda hissetmek dikkatimi daha da dağıttı. Böldüğüm parçaları neredeyse birer tabak boyutunda açtıktan sonra, onar onar üst üste koydum, onarlı üç gruba ayırdığım parçaları bu kez bir tepki boyutunda ellerimle açmaya başladım.
“Vay be,” diye mırıldandı Efken. “Becerikli yılan.”
Açtığım hamurların üzerine koyacağım fıstıkları ezmeye başladığımda, “Fırını açar mısın?” diye sordum Efken’e. Efken dediğimi yaptı. Fıstıkları ezip, yağ eritmeye başladım.
Açtığım hamurları bir tepsiye yerleştirdim ve içine fıstıkları serpip, düzgün bir şekilde keserek eritilmiş yağı üzerine döktüğümde, “Fıstıklı börek mi?” diye sordu meraklı meraklı.
“Karışma.”
Tepsiyi fırına itip ona doğru döndüğüm an yüzüm göğsüne sürttü. Bu denli yakınımda dolaşması nabzımı ağrıtıyordu. Yanından geçip gitmek sandığımdan zor olmuştu. Küçük, çelik bir tencere çıkarıp tezgâhın üzerine koyduğumda ve içinde kaynatmaya başladığım şekerli suyu gördüğünde bir an, “Çüş,” dediğini duydum. Şekerli suya limon damlayıp, birkaç dakika daha kaynattım. Meraklı meraklı beni izlemesi kendimi huzurlu hissetmemi sağlıyordu. Tüm bunlar birkaç dakika daha sürdü, ta ki ben nar gibi kızarmış hamurun parladığı tepsiyi tezgâha koyana kadar…
“Vay,” derken bu tepkiyi elinde olmadan verdiğini görebiliyordum. Elini tam da nar gibi kızarmış hamura uzatırken parmaklarına vurup ona dik dik baktım. Yüzündeki şaşkın ifade karanlığa gömüldü, tehditkâr gözlerle bana baktı.
“Daha değil dedim.”
Şerbeti, nar gibi kızaran baklavanın üzerine döktüğüm an, Efken dehşet içinde, “Lan bir kova şeker koydun sen o şeyin içine!” diye bağırdı. “Gitti börek!”
“Bu börek değil.”
“Hayatta yemem ben o şeyi. Tatlı sevmem ben.” Yüzünü buruşturup baklavaya baktı. “Şuna bak, şeker doldu.”
Çok küçük bir an duraksamama engel olamadım. “Peki, sen yemezsen diğerleri yer,” derken sesim ifadesizdi ama her nedense biri pencereme taş atmış da camım toz parça olmuş gibi hissetmiştim. Baklavayı dinlemesi için kenara bırakıp, Efken’in yanından sıyrılarak geçtim ve “Ben biraz uyumak istiyorum,” diye mırıldandım. “Tavuklu ve mantarlı makarna yapmıştım, herkese yetecek kadar var. Yemeyi unutmayın.”
Çok kısa bir an, mutfağın ortasında öylece bakıştık. Efken’in gözlerinden geçen pişmanlık, yakıcı bir güneş ışını gibi tenime çarpıp derimin yüzeyinde ateş gibi ilerledi. Bunu görmezden gelmeyi tercih ettim ve “Baklava şerbetini çekince buzdolabına koyun,” dedim. “İbrahim’e söylersin.”
Bir şey söyleyemedi, ben de söylemesini beklemiyordum zaten. Evet, şekerden hoşlanmıyordu, evet, sevmemiş olabilirdi ama emek verdiğim bir şeye takındığı tavırdan hiç hoşlanmamıştım. Bazı şeyler kibarca dile getirildiğinde sorun yaratmazdı; kalp kırmak ise çok kolaydı. Yanından sıyrılarak geçtiğimde şeytan dön ve tezgâhın üzerindeki unlu merdaneyi kafasına geçir demişti ama işte, yapmamıştım.
Salondan geçerken yüz ifadem Sapphire’ı duraksattı, bana merakla baktı ama onunla göz kontağı kurmadım. Merdivenlere yöneldiğimde İbrahim, “Nereye bu saatte?” diye sorduğunda yorgun gözlerle omzumun üzerinden İbrahim’e baktım.
“Uyuyacağım biraz. Üzerime ağırlık çöktü.”
“Yemek yeseydik, o kadar uğraştın bugün.”
“Ben daha sonra yerim,” diye mırıldanarak önüme döndüm ve odaya gidene kadar gözlerimi hiç kırpmadım. Aslında Efken’e kırılmamıştım, sadece gerçekten hassas bir dönemden geçiyordum ve her şeyi kafaya takar olmuştum. Aklımın içinde kıvrılan yılanların kuyrukları birbirine dolanmıştı.
Yatağa yan şekilde serilip dizlerimi karnıma varana dek çektiğimde, artık yatakta küçük bir ceninin şeklini almış hâlde uzanıyordum. Dışarıda yağmaya başlayan karla karışık yağmurun sesi odaya doluştu, oda karanlıktı ama buzlarını kaybetmiş ayın gür ışığı içeriyi aydınlatıyordu. Nasıl oluyordu da koskoca bir adamı kalbime bu denli sığdırabiliyordum? Nasıl olmuştu da basit bir şeyde bile ona bu kadar incinecek kadar bana karışmasına izin vermiştim?
Kapının aralandığını duyunca gözlerimi sıkıca yumdum. Belki çocukça bir hareketti, belki çok safçaydı, belki hislerim yüzünden girdiğim çıkmazın yansımasıydı, bilmiyordum ama uyuduğumu düşünürse bir konuşma yapmak zorunda kalmayız diye düşünmüştüm.
Kapı bir süre aralık durdu, kapattığında ise odaya onun güçlü adımları düşmeye başladı. Büyük avucunu başımın üzerinde kaydırıp parmaklarını saçlarıma daldırdığında nabzımın hızlandığını hissettim. Kokusu odaya öyle bir dağılmıştı ki, burnumdan içeri azıcık çektiğim nefes bile nefes olarak değil, onun kokusu olarak doluyordu içime.
“Uyudun mu?” diye sordu sessizce, sesine takılan uykularım vardı, o uykulardan birini kapıp ondan uzaklaşarak gerçek bir uykuya dalmak istedim ama parmaklarını saçlarımda tüy gibi gezdiriyorken bunun zor olduğunu anladım. Kokusuyla dolu havayı içime çekerek sakinleşmeye çalıştım.
Parmakları saçlarımdan ayrılıp omzuma indiğinde nefesimi tuttum. Nabzımın odaya yayılan sesini duyuyor muydu? Boydan cama yansıyan gür bir ışık yüzümü ve akabinde tüm bedenimi altına alarak aydınlığa boyadı. Bu aydınlıktan odanın taş duvarları da nasibini aldı. Şimşeklerinden biri daha göğe rengini vermişti, biliyordum, duyguları göğün içinden bir bıçak gibi geçtiğinde gücünün emaresi olan şimşekler tüm yeryüzünü aydınlığa boğuyordu.
“Uyumadığını biliyorum, güzel yılanım,” diye fısıldadı, sesindeki şefkat kalbimi tekletti ama gözlerimi açıp ona bakmadım. “Seni kırdığımı biliyorum.” İşte bu cümle, sesindeki pişmanlık yankısını kalbime kadar ulaştırdı. Kalbim bu yankıyla daha hızlı çarpmaya başladı ama ben gözlerimi açmadım, gözlerimi açıp ona bakmadım.
Eğilip dudaklarını yanağıma bastırdığında, kalbimi saran ateşin yayılarak ruhuma ilerlediğini hissettim. “Küçük, güzel yılanım,” dediğinde dudakları hâlâ yanağıma yaslı duruyordu. Kalbimin atışları yanaklarımdan bile hissediliyor muydu? “Uyumadığını biliyorum.”
“Uyumak istiyorum, Efken,” diye fısıldadım. “Sen ne istiyorsun?”
“Seni.”
Cevap vermedim.
“Tadına bakacağım.” Burnunu yanağıma sürttü. “Yaptığın tatlının.”
“Tatlı sevmediğini biliyorum,” dedim gözlerimi açmadan. “Yaptığım bencillikti. Buna kızgın değilim.”
“Sana yiyeceğim dedim, saftirik.”
Gözlerimi aralayıp ona baktığımda yüzüne yayılmış muzip ifadeyi gördüm ama gözleri şefkatle parlıyordu.
“Ama tatlı sevmiyorsun. Sırf benim için mi tatlı yemeyi kabul ediyorsun?”
“Senin elinden gelecek ölümü bile kabul etmişken, bunu kabul etmemek saçma olurdu.” Yüzünü yüzüme yaklaştırınca nabzım ateş gibi tüm bedenime yayıldı. “Elinden zehir olsa yiyecek bir adam, elinden tatlı yemez mi sanıyorsun?”
Onun yüzüne baktım. Aydınlığın ve karanlığın karışarak şafağı doğurduğu yüzüne oturmuş ciddiyet, kalbimin vuruşlarını daha da şiddetlendirdi. Bir elimi boynuna götürdüm ve boynundaki damarlar parmaklarıma onun nabzını bulaştırırken yüzümü yüzüne yaklaştırdım. Büyük eli hızla çeneme gelip yüzümü avuçlarının içine alırken gözlerindeki şefkat, ateşlerin birdenbire harelerini sarmasıyla yerini tutkuya bıraktı.
Dudaklarımız birleşmeden hemen önce aynı anda yutkunduk ve sonra beni sertçe öpmeye başladı. Parmakları yüzümü daha sıkı kavradığında boynunda duran parmaklarım yukarı yükselerek usulca yüzüne ulaştı. Dilim ağzının içine girdiğinde henüz yeni yeşeren sakalları parmak uçlarıma batarak hislerimi körükledi.
Arsızlaşan öpüşleri beni inlettiğinde bunun ona keyif verdiğini biliyordum. Kendimi durduramıyordum. Kendini durduramıyordu. Bir kez dudaklarımız birleştiğinde, tüm uzuvlarımız, hatta ruhlarımız bile birbirine yaslansın istiyordum. Tek beden olalım, tek ruh olalım, tek kalp olalım; o ve ben değil, biz olalım istiyordum.
Dudaklarıma doğru, “Çekimine çok kolay kapılıyorum,” diye inleyince tüm bedenim istekle yanıp uyuşmaya başladı. “Beni çok kolay etkin altına alıyorsun. Tüm bedenimi, tenimi, içimi… Sen beni yakıyorsun.”
Dudaklarına doğru bir kez daha inlediğimde o da bu iniltiye daha tok çıkan iniltisiyle karşılık verdi. Durmak istemiyordum, şimdi olmazdı, o kör olası çekim öyle çok yanımı kuşatmıştı ki geride bana ait bir irade bile kalmamıştı.
“İstiyorum,” diye fısıldadım yalvarır gibi. “Senin ruhunu benim ateşim yaksın ama senin ruhun hiç sönmesin istiyorum.”
“Senin alevlerin benim ruhumu çoktan sardı, Mahinev.”
“Senin alevlerin beni seni ilk gördüğüm an sarmıştı, Efken.”
Sertçe yutkundu, parmaklarım yüzünde dolaşıyor, dudaklarımız birbirine temasını kaldığı yerden sürdürüyordu. Nabzımı kontrolden çıkarıyordu, bunu kendisi de biliyordu ve emindim ki ben de onun nabzını kontrolden çıkarıyordum.
“Ben seni, senin beni gördüğünden daha önce gördüm,” dediğinde kalp atışlarımın sesi eve yankılar şeklinde yayılacak kadar kuvvetliydi. “Gözlerin kapalıydı, bilincin yerinde değildi, saçlarını yüzünden çektim ve alevler ruhumu işte tam da o an sardı.”
Bakışlarımı kaçırdım. “Bu kadar açık konuşmasana,” dedim.
Efken daha fazlasını duymamı istiyormuş gibi parmaklarının altında duran çenemi okşarken, “Gözlerimin içine bak, Mahi,” diye fısıldadı. “Kandan elmaslarını benden uzağa götürme, ne olursun.”
“Kandan elmaslar mı?”
“Evet, senin gözlerin.”
Gözlerimi gözlerinin içine konumlandırdığımda, cüretkâr bakışlarım, dudaklarında tehlikeli bir kıvrımın doğmasına neden oldu. O kıvrıma bakmak istesem de gözlerimi cehennemim olan gözlerinden ayıramadım.
Nasıl olurdu da bu kadar bir olmak isterdim onunla? Ruhum nasıl ruhuna karışsın, dudaklarım dudaklarına dönüşsün, ellerim her an üzerinde gezinsin isterdim? Bir insanı bu kadar istemek normal miydi? Bir insanı bu denli istediğinde başının böyle dönmesi, gözlerinin kararması, kulaklarının zonklayarak çınlaması ve nabzının damarlarını yırtacak gibi yükselmesi normal miydi?
Sanki kafamın içinde dolaşan karanlık bir düşünceymiş, benim kafamın içine aitmiş gibi, “Bu normal mi?” diye sorunca, kalbim göğsümün içinde bir gül tomurcuğu gibi açılıp genişledi.
“Ne normal mi?”
“Bu.” Yüzüme, yüzüm onun için yaratılmış, ben onun için var edilmiş eşsiz bir tabloymuşum gibi baktı. “Tüm bunları bu kadar yoğun hissediyor olmak, normal mi?”
“Bilmiyorum,” diyebildim. Aynı soruyu ben de sormak istiyordum. Bağıra çağıra sormak istiyordum. Ben de sorguluyordum. Bu hislerin nasıl bu kadar yıkıcı, aynı zamanda besleyici olduğunu bilmek istiyordum. Bir cevap arıyordum ama yoktu. Tek istediğim ona karışmak, onunla dağılıp, onunla var olmaktı.
“Bir cevabı olmalı,” derken parmakları yüzümün sınırlarında bana dokunmaya kıyamıyormuş gibi hafifçe gezindi. Tüyden hafif dokunuşları, içimde bıçakların açamayacağı oyuklar açıyordu. Bir adam bir kadına sadece şefkatiyle oyuklar açabilir miydi? O, açabiliyordu. “Benim sana bu kadar aklımı kaçırmamın bir cevabı olmalı.”
“Deliriyorsun demek bana,” diye fısıldadım alayla ama kalbimin şiddetli vuruşları aslında alay edilmesi gerekenin ben olduğumun kanıtı gibiydi.
Dudaklarındaki muzip kıvrım genişledi, gözleri ise hâlâ bir mucizeye bakıyormuş gibi bakıyordu bana.
“Bence yeterince soğumuştur. Bir tadına bakayım,” diye fısıldadığında, cümlesinin anlamı çok farklı olsa da içimde bir şeylerin kayışlarını zorladı. Utanarak ama bir o kadar da bundan hoşlanarak gözlerinin içine bakmaya devam ettiğimde, “Sen de yeterince ıslanmış gibi görünüyorsun. Belki de senin de tadına bakmalıyım,” diye mırıldandı, yoğun sesi bacaklarımın içlerinin karıncalanmasına neden oldu.
“Yeterince ıslandı mı yoksa hâlâ kuru mu bu şu anlık bilebileceğin bir şey değil,” dediğimde gözlerini kıstı.
“Kötü kalpli kadın.”
“Neyse, benim de uykum kaçmıştı zaten. Aşağı ineyim de seni baklava yerken izleyeyim.”
“Sen küçük bir şeytansın, biliyorsun değil mi?”
“Şüphen mi vardı?” Sırıtarak altından kaydım ve birden ayaklandım. “Elması getirdin, değil mi?”
“Getirdim.”
Başımı sallayarak odanın çıkışına ilerlemeye başladığımda, “Mahi,” diye mırıldandı.
Durdum, bakışlarım omzumun üzerinden usulca ona çevrildi. Gördüm. Arkasına boydan camı almıştı, şimşeklerin ışıkları odaya dolarak onun görüntüsünü daha da aydınlık kılıyordu.
“Kandan elmaslarında kırgınlık göreceğime öleyim. Bir daha bana öyle kırgın bakma, ne olursun.”
❄️
İSTANBUL
Aykan Demir, camın önünde durmuş sokağı saran kar ve buzların usulca çözülüşünü izlerken yüzünde sabit bir ifade asılı duruyordu. Şafağın henüz yeni sökmeye başladığı bu araf saatinde kalbi kızıyla alakalı onlarca soruyla doluydu. Endişe, kalbinin damarlarında dolaşan kan gibiydi, kalbi kan pompalamıyordu, kalbi korku pompalıyordu.
Dışarıdan bakan biri güçlü, yakışıklı bir adam görürdü ama içeride yaşlanmaya başlamış bir kalp, tükenmiş bir ruh, korkan bir benlik vardı.
İkizlerden birinin odaya girdiğini gözlerini cama düşen yansımaya çevirdiğinde gördü. Yansımanın Miraç’a ait olduğunu anlamak zor değildi. İkizler birbirlerine çok benzeseler de aslında onları birbirinden ayıran aura özellikleri vardı. Miraç’ın aurası daha yoğun ve baskındı, Miran’ın aurası ise kararsız ama güçlü. Auralar çocuklara karakterlerini vermişti. Miran daha umursamaz, eğlenceli ve alaycı bir yapıya sahipken, Miraç daha soğuk, sabit ve çalışkandı. Miraç’ın çatık kaşlarını gören babası, bu auranın ona ne kadar yakıştığını düşündü. Bu sadece üç saniyelik bir düşünceydi, dördüncü saniyesinde bu düşüncenin yerini geçen uzun sayılabilecek zamandan beri kalbini karıştıran kızı almıştı. Gözlerini tekrar sokağa çevirip derin bir nefes aldı.
Miraç, artık her şeyi biliyordu. Bu tehlikeliydi çünkü oğluna tüm bu deliliği anlatırken bir yanı oğlunun buna inanmayacağını söylüyordu. Mahzar, inanmak konusunda güçlük çekmişti ama daha mantıklı olduğu için inandığında sakinliğini korumuştu, Miraç ise taşlar yerine oturmuş gibi bir tepki vermişti ama bu tepkinin arkası kaostu. Ablasını kurtarma içgüdüsüyle dolup taşmıştı. Aykan seziyordu, oğlunun bu işin peşini bırakmayacağından emindi.
“Oraya gitmenin bir yolunu bulacağım,” dediğinde, Aykan derin bir nefes daha alıp gözlerini yumdu; hissetmeyi bekledi, sabrı ve sükûneti. Ama bunlar uzun süredir bünyesinde tutabildiği şeyler değildi. “Ablamı bulacağım, baba. Onu orada öylece bırakamayız.”
“Orası öylece gidebileceğin bir yer olsaydı, sence şu an burada duruyor olur muydum? Orada olurdum. Kızımın yanında.” Tüm bu cümleler, bir babanın öfkesi ve acısıyla daha da sertleştirilerek kurulmuştu.
“Bir yolunu bul o zaman,” dedi Miraç, şok birkaç gün sürmüştü, şimdi ise karşısında her şeye hazırlıklı gibi görünen bir adam duruyordu. Oğlunun büyüdüğünü iliklerinde hissettiği nadir anlardan birinin yaşandığını hissetti. “Bir yolunu bul da ablamı o delikten çıkar.”
“Ablan o deliğe ait.”
“Değil!” diye bağırdı Miraç. “Her şeyi kabul edebilirim, bu dünyanın sandığım dünya olmadığını, senin kimliğini, ablamın kimliğini… Her şeyi. Ama ablamın ait olduğu yerin burası değil, bizim yanımız değil, orası olduğunu asla kabul etmeyeceğim. O senin kızın, bunun farkında mısın? Bunun ne demek olduğunun farkında mısın? Onu geri getirmek için değil, orada kalması için mi savaşacaksın? Onu bir daha görmesen de en doğrusu bu olduğu için, buna razı mı geleceksin?”
“Olması gereken bu, Miraç. Neden bunu anlamıyorsun? Ablan bir…”
“Ablam başka bir evrenin kraliçesi.”
Aykan, dişlerini sıkarak oğlunun gözlerinin içine baktı; ruhunu gördü. O ruhtaki karmaşa o kadar büyüktü ki, karmaşanın büyüdükçe onu daha büyük yanlışlara sürükleyeceğini anladı.
“Ne istiyorsun, Miraç?”
“Ablamı geri istiyorum.”
Aykan’ın kaşları daha da çatıldı.
“Burada olmanın ablanı büyük bir tehlikeye sokacağını söyleseydim, yine de ablanın burada olmasını ister miydin, evlat?” Soru, Miraç’ın bakışlarının bir anlığına öfkeden arınarak merak ve endişeyle yoğurulmasına neden oldu. Gözlerine mürekkep gibi yayılan sorgu, Aykan Demir’i keyifsizce güldürdü. “Ben de öyle düşünmüştüm, oğlum.”
“Oradayken tehlikede değil mi?”
“Oradayken onu koruyabilecek güçte insanlar da etrafında olacak. Orada gücünü bulacak, burada bulduğu ise sadece karanlık. Kendini tanıması için bir şans buldu. Yirmi bir yıl boyunca yabancılık duyduğu ruhuyla tanışma şansını geri alıp, onu tehlikenin ortasına mı hapsedeceksin? Ne yaparsam yapayım, sonunda olacak olan buydu. Bencilce bir istekle, onu koruma içgüdüsüyle buna engel olsam da işaretler kendini göstermeye başlamıştı. Ablan öyle ya da böyle, oraya gidecekti.”
Miraç’ın bakışlarının yere indiğini gören Aykan, bir süre sustu. Oğluna neyin doğru, neyin yanlış olduğunu anlayabileceği kadar zaman tanımak istese de o kadar çok vakitleri yok gibi duruyordu. Çünkü oğlu sabırsızdı, anlık olarak ikna edilse de ablasına duyduğu derin bağlılık onu karanlığa götürebilirdi.
Aniden tüm saatler sustuğunda, Aykan’ın bakışları saplandığı yerde donuklaştı. Odanın içinde yelkovanı devamlı hareket eden saat, Aykan’ın bileğindeki dijital saat, sehpanın üzerindeki küçük, geçen doğum gününde eşine hediye edilmiş kız figürlü saat; hepsi durmuştu.
Saatler 05.17’yi gösteriyordu.
Zaman durdu ama insanlar durmadı.
Miraç irkilerek elini kaldırıp, parmağının ucuyla camın ardını işaret ettiğinde gözlerinde panik, yüzünde dehşet yüklü bir ifade vardı. Aykan’ın bakışları cama döndüğünde ve camın dışındaki dünyayla karşılaştığında tüm nefesler tutuldu.
Saatler sessizdi.
İnsanlar ise çok gürültülü…
Gökte hem ay hem de güneş vardı; yan yanaydı. Gök hem zifiri karanlıktı hem de güneşin ışınları her yana dağılmıştı. Bu görüntü bir kıyamet alameti olarak yorumlanacak olsa da Aykan nabzını yavaşlatan görüntüye bakarken asıl olanın ne olduğunu biliyordu.
“Bu da ne?” diye sordu Miraç neredeyse kekeleyerek.
“Zamanın Hükümdarı’nın hançeri artık İstanbul’da değil.” Bu cümle Aykan’ın dünyasında binlerce anlama geliyordu. “Daha da geç kalınmadan hançer, sahibine ulaştırılmalı.” Miraç anlayamamıştı, sadece saf bir dehşetle babasını dinliyordu. Aykan, omzunun üzerinden oğlunun gözlerinin içine baktığında Miraç’ın korkmuş ama kararlı gözleriyle buluştu. Zaman, belki bu bakışmayla yavaşlardı ama zaten durmuştu.
“Miraç,” diye fısıldadı. “Oraya gitmeye hazır mısın?”
Miraç duraksadı.
“Ne?”
“Başka biri buradan gitmeden hançerin olduğu yerde uyanacaksın. Bulduğun hançeri o hançerin hükümdarına ulaştırmalısın.” Gözlerini dışarıdaki tüyler ürperten manzaraya dikti. “Yoksa korkarım, işler daha da karışacak.”
🎧: Tedy, Can I