Katili, kullandığı bıçak öldürürdü.
Efken’i onlardan korumak zorundaydım. Elinde tuttuğu güç onun sonu olsun istemiyordum. Onu fark etmeleri felaketle sonuçlanacaktı. Kelimeler anlamını yitirmeye çok meyilliydiler. Avuçlarımda onu canlı tutmak için kader çizgilerime gömerek taşıdığım mürekkepler tenime öyle çok sinmişti ki sonunda beni de bir roman sayfasına dönüştürmüştü.
Adımlarım beni ona taşıdı ama o benim son bıraktığım yerde değildi; uzun zamandır orada duran onun iskeletiydi, ruhu uzaklardaydı, ruhunu uzaklara kaçırmıştı çünkü ruhunun tedaviye ihtiyacı vardı ve o bunu tek başına halledebileceğini sanmıştı.
Oysa yarayı sadece açan kişi sarabilirdi.
O, kendisine açtığı yaraları kapatmıştı da bir şeyi atlamıştı. Ondaki ölümcül yaraların çoğu hâlâ iyileşmemişti.
Yarattığı cesetlere bakarken bu kadar içi boş görünmesinin nedeni bu olmalıydı.
Elindeki arbaletini alıp Ulaş’a uzattığımda sonunda bakışları daldığı boşluktan ayrılıp bana dokundu. Herkesin bir açıklamaya ihtiyacı olduğu kesindi ama ne o ne de ben bir açıklama yapmayacaktık. Onun iyi olması için elimden geleni yapacaktım, sonrasında ne mi olacaktı? Sonrasında olanlar önemli değildi. Önemli olan her şeyi yapacak olmamdı. Sonunda ölürsek, birlikte ölecektik.
“Ulaş, Ceyhun,” dedim, ardından sırtlana seslendim. “İbrahim. Cesetleri ortadan kaldırabilir misiniz?”
Bir cevap vermediler ama bunu yapmak için harekete geçtiklerini anladım. İbrahim ve Hatem doğaüstü formlarıyla ortalardan anlık olarak kayboldular. Üstlerine giyecek bir şey aramaya gittiklerine emindim. Manbel’in kanatlarının içeri doğru katlanırken çıkardığı sesi duydum; bir flamanın rüzgârdaki savruluşuna benzer bir sesti.
“Kadim büyülerin mührü bozmasına izin vermeyeceğiz,” diye fısıldadım, şimdi onunla konuşuyordum. Göz bebeklerinde elektrik mavisi ışıklar titreşiyordu. Omuzları genişlemişti, bedeni form sıkışıklığı yaşıyor olmalıydı. Bir yanının koca bir kurda dönüşmek için onu zorladığını görebiliyordum. “Ama buradan gitmemiz gerek. Bir süreliğine.”
“Nereye?” Efken’in sesi bıçaktan bile keskindi.
“Burayı biliyorlar, diğer ikisini yakalayabileceğimizden de şüpheliyiz. Üstelik yakalasak bile hiçbiri geri dönmediği için yine hedef hâline geleceğiz. Neden dönmediklerini anlayıp yine saldırmaya kalkışacaklar. Öte yandan… İkisini yakalayamazsak Kassandra’ya hak verecekler, hatta Kassandra’nın acıyla görmediği ayrıntıları da gördüler, daha fazla bilgi verecekler.” Ona biraz daha sokulup fısıldadım: “Mührü kıracak büyülere başvururlarsa, Nemesis’i öğrenirler.”
Efken’in yüzünde bir kas seğirdi. “Öğrensinler,” derken sesi karanlıktı.
“Hepsini karşına alamazsın. Sadece cadılar değil, herkesi karşına almış olacaksın,” diye fısıldadığımda kaşlarını çatarak gözlerimin içine baktı.
“Sen yanımda olduktan sonra diğerlerinin karşımda olması umurumda bile değil.” Yüzüme yaklaşıp, “Yanımda mısın?” diye sordu.
“Daima.” Elimi koluna koyduğumda dokunuşum onu ürpertti. “Ama şu an uzaklaşmamız şart. Ne kadar güçlü olursan ol, etrafına bak. Hepsi değer verdiğimiz insanlar. Onları yeni bir tehlikeye sürüklemeden önce en doğru kararı vermemiz gerek. Görünen o ki biz bu arazideyken çalışmamıza fırsat bile tanınmayacak. Güçlüsün, Efken. Bunu gördüm ve gördüler. Ama bazen güç, sahibini yok edecek kadar tehlikelidir.”
Efken, buna cevap vermedi. Manbel’in avuçlarından döküldüğünü bildiğim alkış sesiyle kaşlarımı çatarak ona doğru döndüm. “Vay canına,” dedi Manbel dudaklarında sevimsiz bir gülümsemeyle. “Son görüşmemizin üzerinden çok zaman geçmedi ama kısa zamanın getirisi çok olmuş gibi duruyor. Merhamet kraliçeyi öldürür, bunun farkına vardın demek.”
“Ama sen son görüştüğümüzden bu yana hiç değişmemişsin, hâlâ aynı zevzeklik,” dediğimde karga kahkahaları attı.
“Sana bayılıyorum doğrusu.” Hiç beklemediğim anda tek dizinin üzerine çöküp beni saygıyla selamladı. “Kraliçem, kendinizi geliştirmenizi taktir ediyorum.”
Yaren’in şaşkın gözlerle Manbel’e baktığını gördüm, Manbel’in arkasında, beş bilemedin altı metre uzağındaydı. Manbel doğrulup kalkarken, “Gökyüzünde süzülürken kuşlarla karşılaştım, başınızın belada olduğunu söylediler,” dedi alayla. “Günün kahramanı olarak hemen olay yerine intikal ettim.”
“Birden ortadan kayboldun,” dedim suçlayıcı bir şekilde. “Kaçtığını düşündüm.”
“Sorumluluklarımdan asla kaçmam, Kraliçem.”
“Ona kraliçem deyip durma, ağzınla götünün yerini değiştiririm senin,” dedi Efken gergin bir sesle.
“Ah, öfkeli kurt adam da buradaymış, sana da selam canım. Görmeyeli ne çok elektrik çıkarır olmuşsun.”
Efken bir adım atınca, elimi karnına bastırıp onu durdurdum. Dokunuşum onu hemen sakinleştirse de bakışlarının yırtıcı pençeler gibi Manbel’in tenine geçtiğini hissedebiliyordum.
“Bence şu an onu kışkırtmak istemezsin, Manbel.”
Manbel ellerini kaldırıp teslim oluyormuş gibi yaparken, “Kesinlikle istemem,” dedi. “Bak, uslu duruyorum. Yıldırım çarpmasıyla aram pek iyi değildir. Gökyüzünde hava ne zaman bozuk olsa kanatlarım kıçıma vurur.”
“Neden buradasın?” diye sordu Yaren sert bir sesle. “Seni tanıyorum. Sen, aileme zarar vermeye çalışan adamsın.”
Manbel, tokat yemiş gibi irkildi, kızının sesini tanımıştı, ona seslenenin kim olduğunu biliyordu. Onu ailesine zarar vermekle suçlayan kişinin kim olduğunu biliyordu. Bir süre sabit gözlerle bana baktı, gözlerini benden çekerken yüzüne yeniden alay kondurmayı denese de başaramadı.
Başını Yaren’e doğru çevirirken, “Az önce hayatınızı kurtardım, Küçük Hanım,” dedi kibarca.
“Umurumda bile değil. Bize yaptıklarını unutmadım!” Yaren esmer yüzüne ifadeler katan şekilli kaşlarını sertçe çatıp, Manbel’e öfkeyle baktı. “Neden buradasın? Yine bize saldıracaksan eğer, gördün mü bilmiyorum ama abim çok güçlü.”
Manbel’in yumuşak bir sesle, “Sen de en az abin kadar güçlüsündür, eminim,” diye mırıldandığını duydum.
“Belki seni yok edecek güçlerim yoktur ama aileme zarar verecek olursan seni canım pahasına da olsa mahvederim,” dedi Yaren.
Manbel’in hayal kırıklığını hissetmek beni duraksattı. Omuzlarının bariz bir şekilde düşmesinin nedeni, kendi kanından, kendi canından olduğunu bildiği bir kızdan bu denli büyük nefret dönüşleri almasından mıydı? Yaren, haksız değildi, söylediği her şeyde can yakıcı şekilde haklıydı ve elbette Manbel de kızının haklılığının farkındaydı. Bir insana büyük hasarlar verdikten sonra ondan kibar olmasını bekleyemezdiniz.
“Niyetim bir kötülük yapmak değil, Küçük Hanım,” derken sesindeki hayal kırıklığı herkesin duyabileceği kadar net olsa da gözünü öfke bürüyen Yaren bunu elbette anlayamadı.
“Zaten yapamazsın. Seni yendik biz,” dedi bir çocuk gibi, bu beni de Efken’i de anlık olarak gülümsetti. Yerde uzanan bir sürü cadı cesedi yokmuş gibi…
“Evet,” derken Manbel de gülüyordu. “Beni çok fena hakladınız. Yere serdiniz.”
“Evet,” diye söylendi Yaren, sonra ürpererek etrafına bakındı. “Bu şeyler başımıza bela olacak mı, abi?”
“Olmayacak, fıstık,” dedi Efken, kendi içinde çöküntüye uğramış olmasına rağmen kız kardeşinin içini rahatlatmaktan geri durmadı.
“Umarım,” diye fısıldadı Yaren umutsuzca.
“Hadi!” diye bağırdı Efken, Yaren’in korktuğunu fark edince. “Şu cesetleri kaldıralım ortadan.” Gözleri Manbel’e çevrildi. “Bir yere kaybolma, seninle konuşacağız.”
Manbel başını salladı, şaka yapmadı, alay edemedi, gözlerini kızına çevirdi ve Yaren’in ürkek bakışlarını izlerken sessizce iç çekti. İbrahim ile Hatem insan formlarında aramıza döndüklerinde üstlerinde yırtık pırtık kıyafetler vardı, bu kıyafetlerin Hatem’in ormana sakladığı kıyafetler olduğunu fark ettim. Dönüşüm geçirdikten sonra anadan doğma kalma ihtimaline karşı ormanın çeşitli yerlerine kıyafetler bırakıyordu. Bu, bir köpeğin kemiğini saklamasına benziyordu…
Kurt sürüsü elleri boş döndüğünde aslında bizi bekleyenin bu olduğunu biliyordum ama yine de huzursuzluğumun artmasına engel olamadım. Huzursuzluğumun temelini henüz Efken dışında kimse bilmediğinden etrafımdaki herkes daha sakin davranıyordu.
Bir süre verandada dikilip kurt sürüsünün temizlediği karları izledim. Çevremdeki herkesin Manbel ve Efken hakkında bir açıklama beklediğini biliyordum.
“Manbel neden burada?” diye sordu Yaren, herkesin aklındaki soruyu sorduğunu sanıyordu ama aslında herkes Manbel’in buradaki varlığının bir sebebe dayandığını biliyordu.
İbrahim sessizce Yaren’e baktı, gerçeği öğrendiğinde vereceği tepkilerle ilgili düşünüyor gibiydi, kaşındaki yarayı o an fark etmiştim. Cadılar onu sırtlan formunun içindeyken savurmuş olmalarına rağmen insan vücudunda da bir yaraya yol açmışlardı.
Manbel, yaslandığı korkulukta kollarını göğsünün üzerinde bağlamış, sessizce Yaren’i izliyordu.
“Bu konuyu konuşmanın ne yeri ne zamanı ama,” dedi Efken, son cümlenin sonuna eklediği ama kelimesi herkesin dönüp ona bakmasına neden oldu. “Sanırım bu konuşmayı daha da geciktiremem. Ertelemek sadece sorun çıkaracak.”
İbrahim gergin bir şekilde Efken’e baktı, ben de gözümü dahi ayırmadan Efken’e bakıyordum. Yaren ne olduğunu sorgular gibi Efken’e baktı ama Efken söyleyeceklerinin ağırlığını kız kardeşinin yüzünde görmek istemiyor gibi tek bir yöne bakıyordu. Gözlerini çevirip Yaren’e bakmadı ve doğru kelimelerin dudaklarına yuvarlanmasını bekledi. Bu bekleyiş sandığımdan daha uzun sürmedi.
Sonunda omuzlarını dikleştirirken, “Yaren, sana hayatın boyunca tek bir an yalan söylemedim, biliyorsun değil mi?” diye sordu.
Yaren, “Elbette,” dediğinde Efken başını aşağı yukarı salladı.
“Güzel. Seni her zaman bildiğim gerçeklerle büyüttüm ama bazı gerçekler benim bildiğim gibi değilmiş.”
Bu cümle ortama bir yıldırım gibi düştü ama bu kez düşen yıldırım, Efken’e ait değildi. Yaren bir süre sorgulayan gözlerle abisini izledi, daha sonra hissetmiş gibi Manbel’e baktı ve kaşlarını çattı. Söylenecek olan şeylerin Manbel ile bir ilgisi olduğunu hissettiği bariz bir şekilde ortadaydı.
Sezgi tedirgin gözlerle bana baktı, cevabı bende aradı ama sadece gözlerimi kaçırdım. Süren birkaç saniyelik sessizliğin ardından Efken’in bakışları Yaren’e çevrildi.
Yaren, “Bir şey mi öğrendin?” diye sordu sessizce. “Geçmişimizle, ailemizle ilgili?”
“Sayılır,” dedi Efken. İçimden daha çok seninle, senin ailenle ilgili, diye bağırma isteğiyle Yaren’e baktım.
“Bu herif mi bir şey yaptı?” diye sordu Yaren, saldırgan bir dil kullanıyordu ve hedefi Manbel’di.
“Bir şey yapmadı,” dedi Efken sakince. “Yapsaydı şu an karşımda tek parça duruyor olabilir miydi sence?” Efken bir elini cebine koydu, sonunda derin bir nefes aldı ve “Halamın bir sırrı varmış,” dedi, Yaren irkildi ve kaşları mümkünmüş gibi daha da çatıldı. “Baban ile ilgili bir sır.”
Yaren konunun gidişatından hoşlanmamış gibi bir adım gerileyip, temkinli gözlerle abisini dinlemeye devam etti. Onu bekleyen yıkımın büyüklüğüyle ilgili irili ufaklı tahminlerim vardı ama hiçbirinden tam olarak emin sayılmazdım.
“Söylesene abi,” dedi Yaren, bir yanının şiddetle duyacaklarından kaçmak istediğini biliyordum.
“Babanla ilgili bilmediğimiz bir durum gelişti.” Efken’in bakışları Yaren’in gözlerinde sabit duruyordu. Psikolojiyi nasıl yöneteceğini bilen bir insan olmasına rağmen şu an karşısındaki kızın nasıl dağılacağını kestiremiyor gibiydi. “Babanın yaşadığını öğrendim.”
Yaren bir adım gerileyerek verandanın uzun kirişine yaslandı. Zaman, geçmişin karanlığına hapsedilmiş tüm gerçekleri aydınlığa çıkarırken, Yaren’in gözlerinde çocukluğuna ait bir gölgenin yıkılarak küçülmeye başladığını gördüm. Şimdi karşımda hem reşit, genç bir kadındı hem de küçük bir çocuktu. Yardıma ihtiyacı olan küçük bir çocuk.
“Aynı zamanda babanın bir doğaüstü olduğunu öğrendik.”
“Sen ne söylediğinin farkında mısın?” diye sordu Yaren dehşetle. “Aklını kaçırmış gibi konuşuyorsun, abi. Böyle bir şey…” Başını iki yana salladı. “Böyle bir şey mümkün değil. Babam bir insandı ve bir insan gibi ölmüş olmalı. Hayatta olamaz.” Korkuyla bedenini kollarının arasına hapsetti. “Hepsi bu pisliğin yüzünden, değil mi?” diye sorarken Manbel’e kısa bir bakış atmıştı. “Sizin beyninizi yıkadı, benimle ilgili yalanlar söyledi. Mahinev, o gün onu bu yüzden serbest bıraktın, değil mi? Benimle ilgili yalanlarla aklınızı yıkıyor.”
“Bebeğim,” diye fısıldadım. “Sakinleş.”
“Mahinev, nasıl sakinleşeyim? Sen abimin ne dediğini duyuyor musun? Babamın yaşadığını söylüyor. Babam yaşasaydı bunca zaman babasız mı kalırdım ben? Gelmez miydi? Beni arkasında mı bırakırdı? Hangi baba çocuğunu arkasında bırakıp gider? Eğer bunu yapmışsa, zaten ölmüş demektir. Benim için toprağa karışmış bir bedenden ne farkı kalır?”
Yaren’in bir silahtan patlamış kurşunlar gibi onu hedef alan her cümlesi Manbel’in yüzündeki kanın tamamen çekilmesine neden oldu. O gözlerde birçok duyguyu görebilirdiniz. Ben o gözlerde hırsı, öfkeyi, kötülüğü de görmüştüm ama şimdi gördüğüm hepsinden farklıydı. Şimdi gözlerinde gördüğüm endişeydi, üzüntüydü, korkuydu.
Yaren’in soruları, Manbel’in yüzünde çekilmiş bir ifadeyle, “Senin baban benim,” demesi üzerine yarım kalmış bir hikâye gibi sararmış sayfalara dönüştü.
İşte şimdi, Yaren’e baktığımda bir insanın gözlerine saçılan sayfaları görüyordum. Cansız bakan gözlerinde onun bile şahit olmadığı anılar oynuyordu. Gözlerini dahi kırpmadan Manbel’e kilitlendiğinde, alnındaki güneş sembolü yanıp söndü ama o bunu göremedi, biz gördük.
Sezgi donmuştu, Ceyhun ile Ulaş birbirlerine dehşetle bakmışlardı, İbrahim sadece sessizce Yaren’e doğru bir adım atmıştı, Crystal sessizdi, Hatem’in kaşları çatılmıştı, Sapphire ise duyduklarına anlam veremiyormuş gibi iri gözlerle Manbel’e bakıyordu.
Yaren’in gözlerindeki sayfaların her biri eksik kelimelerle doluydu; eksik ve yarım kalmış. Yaren’in çocukluğu, genç kızlığı, yetişkin bir kadına dönüştüğü şu âna dek yaşadığı her şey yarımdı. Karşısında duran evrenin belki de en kötü adamlarından biriydi ve onun babasıydı. Hiçbir şey çocukken büyüdüğü masallar gibi olmamıştı. Bir masalın içinde büyümediğinin farkındaydı ama hayatının böyle bir kâbusa dönüşmesini de beklemiyordu. Hayal ettiği aile figürü bu değildi, hayal ettiği baba bu adam değildi.
“Seni pis yalancı,” dediğinde alnındaki sembol bir defa daha ışıldadı ama Yaren bunu da fark etmedi. Hızla Manbel’in üzerine yürürken hepimiz taş kesmiştik. Manbel’in göğsüne sert yumruklar vururken, “Nasıl olur da kanlı, kirli oyununa benim babamı alet edersin?” diye soruyordu, gözyaşları birer inci gibi esmer yüzünün üzerinde yuvarlanmaya başlamıştı.
“Abi!” diye bağırırken şimdi Efken’e dönmüştü, yumrukları hâlâ Manbel’in göğsünde duruyordu. “Nasıl babamı ağzına almasına izin verirsin, abi? Nasıl onun bu deli saçması söylediklerine inanırsın?”
Efken dişlerini gıcırdatarak, “Yaren,” diye fısıldadığında Manbel birden Yaren’in bileklerini kavradı ve bu İbrahim ile Efken’i insan formlarında olmalarına rağmen birer yırtıcı gibi hırlattı.
“Beni dinleyin, Küçük Hanım!” dedi Manbel her bir kelimenin üzerine basa basa. “Sanıyor musunuz bu dünyadaki biricik sevgilimden bir çocuğum olduğunu bilmiş olsaydım, o çocuğun peşinden gelmez, o çocuğa babalık etmez, o çocuğu en iyi şekilde büyütmek için elimden geleni ardıma koymazdım?”
Yaren, bilekleri havada asılı şekilde babasının avuç içlerindeyken öylece babasına bakakaldı.
“Elbette bana kızgınsınız, elbette söylediklerimi reddediyor, kabullenemiyorsunuz. Görüyorum ki sizin dünyanıza ait olmadığım gibi, siz de benim dünyama ait değilsiniz, Küçük Hanım. Fakat bilmelisiniz ki ben sizin babanızım. Mademki babanız olduğuma inanmıyorsunuz, öyleyse bakın!”
Bu resmi dile rağmen Manbel’in sesi şefkatle, inandırma dürtüsüyle titriyordu. Manbel’in alnında büyük bir çark belirdi. Çarkın kolları güneşin kollarına benziyordu, çark hızla dönüyor, koyu turuncu bir ışık çarktan sızıyordu. Yaren çırpınıp onu tutan ellerden kurtulmaya çalıştı ama Manbel kızını daha sıkı kavrayarak bu ayrılığa engel oldu.
“Bakın, küçük hanım!” diye bağırdığında, şimdi Yaren’in alnındaki güneş sembolü güçlü, sarı bir ışık çıkararak parlamaya başladı ve Yaren bir an donup kaldı. Hareketleri bir bıçak gibi kesildi. Manbel’in alnından fırlayan turuncu, uzun ışık sütunu Yaren’in alnından fırlayan sarı ışık sütunuyla çarpışıp ortada kahverengi tonlarında bir küre oluşturduğunda, Yaren’in simsiyah gözlerinin anlık olarak sarıya dönüştüğünü gördüm.
Yaren bilinçsizce, “Baba,” diye fısıldarken kendisinde değil gibiydi.
Manbel ile ışıkları birbirine tutunmaya devam ederken, “Yuvana hoş geldin, kızım,” dedi Manbel gururla.
❄️
Yaren devamlı olarak öğürürken onun geceden siyah saçlarını parmaklarımın arasına toplayıp ensesine bastırdım. Beş, bilemedin on dakika boşluğa öğürdü. Ne kusabildi ne de ağlayabildi. Sadece öğürdü. Sifonu çekmek için elini uzattığında onu durdurup sifonu çektim ve dizlerimizin üzerinde banyonun zemininde öylece oturduk. Bir süre sessizce boşluğu izledi, bunu yaparken gözlerinin dolduğunu gördüm ama gözyaşları gözlerinden akmadı.
“Yüzünü yıkayalım mı?” diye sordum arada kalmış bir sesle.
Başını iki yana sallarken dizlerini göğsüne dek çekti, çenesini diz kapağına bastırıp boşluğu izlemeye devam ederken, “Bir kâbustayım, değil mi, Mahinev?” diye sordu. “Neden bu kadar uzun sürmek zorunda?”
“Kâbus olmasını dilerdim.” Siyah saçlarını parmaklarımın arasından geçirip yavaşça okşarken yüzünü izlemeye devam ediyordum. “Ama sen de biliyorsun. Ne kim olacağımızı ne de ailemizi seçemeyiz.”
“Onun gibi kötü biri benim babam mı sahiden?” Parmaklarını alnına bastırdı, derisi ışığın etkisiyle kabarmıştı, kabarmış deriye dokunurken yüzünü buruşturdu ve az daha yeniden öğüreceğini sandım. “Bu şey bana ondan mı geçti? Onun kızı olduğum için mi?” Burnunu çekerken bu düşünceden tiksinir gibi gözlerini yumdu. “Böyle bir şeyi kabul edemem. Bunca zaman babamı müthiş biriymiş gibi hayal etmiştim, o sadece kafamın içinde yaşıyordu ama benim babamdı. Yokken bile her zaman vardı. Ama bu adam… Bu adam benim kafamdaki insan değil. Kafamdaki babam değil.”
Gerçeklerin onu inciteceğini bile bile, “Ama o senin baban,” dedim, gerçekçiliğim onu üzse de farkındalığının yükselmesini sağladı. Gözlerini tekrar açtığında kabullenmesi zor bir gerçekle kucaklaştığını biliyordum.
“Onun etrafımda olmasını istemiyorum.”
“Eğer istemiyorsan, olmaz,” diye fısıldadım.
“Olabildiğince uzakta olsun.” Yaren göz ucuyla bana baktı. “Olur mu?”
“Olur.”
“Şimdi bana ne olacak?” diye sorarken bir çocuk kadar ürkek görünüyordu.
“Hiçbir şey olmayacak.”
“Ama alnımdan çıkanı gördün mü? Işık vardı. Onun alnındaki gibi miydi?” Dişlerini birbirine bastırıp bir süre sustu. “Ben böyle bir şeyle uğraşamam. Böyle bir şeyi kaldıramam. Senin kadar, abim kadar, Sezgi kadar… İbrahim kadar güçlü değilim. Siz altından kalktınız, evet ama ben daha abim ve sevdiğim adamın bile değişik varlıklara dönüştüklerini kabul edememişken böyle bir şeyin parçası olamam. İstemiyorum. Bu evde, bir köşede, yalnız başıma eskimek istiyorum ama savaşların bir parçası olmak istemiyorum.” Alnını dizine bastırdı. “Kimsesiz de olsak, abimle yaşadığımız eski hayatımızı geri istiyorum.”
“Keşke elimde sana eski hayatını verebilme gücü olsaydı, Yaren. Güven bana, tek bir an düşünmeden sana istediğin hayatı geri verirdim.” Üzgün çıkan sesim onu daha da üzmüş gibi gözlerini kaldırıp titreyen çenesiyle bana baktı.
“Ama o zaman sen olmazdın. Sen de bizimle olsan olmaz mı? Eski hayatımızda olalım ama sen yanımızda ol. Böyle daha aile gibi hissederdim.”
“Şimdi de aileyiz.”
“Her an hangimizin öleceği belli olmayan bir aile.”
Sertçe yutkunurken bu düşüncenin uzun zamandır benim de kafamda dolaştığını hatırladım. Düşüncenin dışına çıkmak için Yaren’i kolumun altına çektiğimde yana doğru devrilip yüzünü göğsüme sakladı. Çenemi alnına yasladım ve derin bir nefes alarak, “Senin yaşlarında ikiz kardeşlerim var benim, anlattım sana değil mi?” diye sordum.
“Evet.”
“Onları hayata hazırlarken her zaman yanlarında olacağımın sözünü vermiştim. Ama şimdi buradayım, bensiz ne hâldeler bilmiyorum, orada neler oluyor bilmiyorum. Arkamda bıraktığım geçmiş o kadar soru işaretiyle dolu ki…” Çenemi saçlarına bastırdığımda kollarını bedenime sardı. “Eski hayatına geri dönme isteğini benden iyi kim anlayabilir ki, güzelim? Ben her gün o istekle uyanıyorum. Tıpkı senin gibi, eski hayatıma sizinle dönmek istiyorum. Görünen o ki bu mümkün değil. Ne orada olup biteni görebilirim ne de o hayata hiçbir şey olmamış gibi yanımda sizle dönebilirim. Buna alışmak zorundayız, Yaren. Şimdi karşımda Miraç olsaydı, ona hep arkasında olacağımı hissettirmek yerine hep kaçtığı gerçekleri anlatırdım. Hayatın her zaman istediğimiz şekilde sürmeyeceğini, bazen istenmeyen durumlar yaşanabileceğini, insanların hayatlarından, hatta sevdiklerinden ayrılmak zorunda olabileceklerini…”
Gözlerim boşluğa çevrildiğinde, Miraç’ın gülümseyen yüzü o boşlukta beni izliyordu. Kalbimin göğsümdeki ağırlığı tonlarcaydı.
“Miran’ın aksine Miraç bana ihtiyacı olan ikizdi, şimdi ne hâldedir bilmiyorum, ne yapıyor bilmiyorum ama bir şansım olsun isterdim. Kardeşimi yokluğuma daha iyi hazırlayabilmek için tek bir şansım… Hayatın sana ne getireceğini de bilemezsin senden ne götüreceğini de bilemezsin. Hayat bana sizi getirdi, yeni bir ailem oldu. Hayat benden ailemi götürdü, bir yanım mutlak karanlıkta yetim kaldı.”
Yaren kısık bir sesle, “Seni çok seviyorum,” dediğinde onu daha sıkı sarıp saçlarını öptüm.
“Ben de seni çok seviyorum.”
“Bir gün yeniden kavuşacaksın onlara,” dedi kısık sesle. “Ben buna inanıyorum.”
“Onlara kavuşmam, sizi kaybetmem demekse?”
“Hayır,” diye karşı çıktı ve gülümsedi. “Manbel’in olmadığı bir dünyada mutlu mesut yaşayacağız. Sen, ailen ve biz.”
Gülümseyerek, “Manbel’e nefretin boyut atladı,” dedim.
“Annemin erkek zevkinin bu kadar kötü olduğunu kim tahmin edebilirdi ki?” diye sorarken bana sarılmaya devam ediyor, sesi alayla yanıyordu ama yine de üzüntüsünü derinlerimde, ruhumda hissediyordum.
“Buradan bir süreliğine de olsa uzaklaşmamız gerek,” dedim. “İbrahim’in evi daha güvenli bir seçenek gibi duruyor.”
“Bu evi terk etmek istemiyorum.”
“Gitmeye mecburuz. Temelli değil, geri döneceğiz. Burayı terk ediyor değiliz.”
“Her şey geçecek mi sence?”
Sertçe yutkunup, “Her şey geçecek,” diye fısıldadım ve bunun yalan olduğunu bilen tarafım beni suçladı.
Yaren’i arkamda, toparlanması için banyoda bırakıp hole çıktığımda Manbel sokak kapısının önünde duruyor, aralık kapıdan dışarıyı izliyordu. Crystal her ihtimale karşı tetikte olduğunu öne süren bir ifadeyle Manbel’i izliyordu. Ağır adımlarla yatak odasına doğru yürüdüm, kapıyı açıp odaya girdiğimde içeride Efken’i bulmayı beklemediğimden bir an şaşırsam da yüzümde beliren şefkati gizleyemedim. Herkesin kafası allak bullak olduğundan henüz onu sorgulamamışlardı, bu yüzden gergin görünüyordu. İnsanlara Nemesis’ten bahsetmek istemiyordu.
Yatağın ucunda oturmuş, karşısındaki boy aynasından kendini izliyordu, odaya girdiğimde bakışları bana çevrildi.
“İbrahim’in evi konusunda kararlı mısın?” diye sorduğu sırada gözlerinin tüm bedenimde dolaştığını hissettim.
“İbrahim’in evi doğru bir seçim olacak, düşünmek için çok da vaktimiz olduğunu sanmıyorum.”
“Başka bir yer ayarlarım,” dedi Efken ama başımı iki yana salladım.
“İbrahim’in evinin nerede olduğunu hiç kimse bilmiyordur, buna eminim,” dedim içgüdülerime dayanarak. “Bizi arayacakları en son yer, aramızdan birinin evi olacaktır. Buna emin olabilirsin. Daha uzağa gidecekler, çok uzağa…” Cadıların taşa dönüşüp önümüze döküldükleri anları hatırlayınca kaşlarım kasvetle çatıldı. “Büyüyle bulamamaları için evin etrafına bir koruma yapılması gerek. Senin yapacağın korumalar kadim büyülere uygun değil. Kadim büyülerle ilgili bilgimiz yok.”
“Seni tehlikeden uzak tutabilmem imkânsızlaştı. Siktiğimin insanlarıyla uğraşmıyorum ki. Karşımızdakiler insan değil ki seni bu meseleden uzak tutabileyim. Her şeyin içinde birlikte varız, her zaman tek girdiğim çukurun içine bu kez seninle girdim.”
Efken’in cümleleri kendine olan kızgınlığından güç alıyormuş gibiydi.
“O cadıyı pervasızca öldürmeseydim, öldüreceksem bile bunu bu sikik güçle değil, ellerimle yapsaydım, bu sonuçlara neden olmazdım. Onlara etrafımızı kuşatmaları için yeterli sebebi verdim. Güce güvendim de yaptım sanıyorsan, yanılıyorsun. Sana zarar gelmesinden korktum.” Bu itiraf yakıcı, ateşten bir ok gibiydi. “Sikeyim, bunu kabullenmek istemiyorum. Seni güvenli olduğundan emin olduğum bu evde bırakıp işlerimi halletmek, sonra eve dönüp kollarının arasına girip… Seninle uykuya dalmak istiyorum.”
“Üzgünüm,” diye fısıldadım. “Ama öyle bile olsaydı, hayatımız dediğin gibi devam etseydi, o zaman bile peşini bırakmazdım. O çukura yine birlikte girerdik. Belki karşımızda gücünü kestiremediğimiz düşmanlar değil, eli silahlı adamlar olurdu ama ben yine senin yanında olurdum. Seninle olurdum.”
“Biliyorum.” Dudağının kenarı yukarı kıvrıldı. “Çünkü sen benim cezamsın.”
“Öyleyim. İbrahim’in evine gidiyoruz, değil mi?”
Gözlerini devirip derin bir nefes aldı. “Tamam,” dedi. “Ama o sikindirik ağzını açacak olursa, onu o evin temeline gömerim.”
Güçlükle güldüm. “Çok yorgunum, güldürmesene beni.”
“Yorgunken de güzelsin,” dedi, gözlerimizi birbirine âdeta mıhladı ve kalp atışlarım ateş gibi çağladı. “Yani ne bu yorgunken bile güzel olmalar falan? Şov yapıyorsun.”
Kaşlarımı çatarak daha geniş gülümsedim. “Ne?”
“Gülümse,” dedi, gözleri gözlerimde uzun uzun bekledi. Bana öyle bir bakıyordu ki, o bakış, onu bir enkazın içinde canlı bulmuşum gibi hissettirmişti. Ölüm ona çok yakındı ama nefesler hâlâ ciğerine doluyordu. “Benim daha güçlü bir adam olabilmem için senin gülümsemen gerek.”
Yanına gidip dizinin dibine oturduğumda beni kendine bastırıp, gözlerimdeki yorgunlukları görmeye tahammül edemiyormuş gibi görüş alanından çıkararak bana sarıldı.
Ona sarıldım, geçmesini bekledim. Ona sarıldım, dinmesini bekledim. Ona sarıldım, daha iyi bir insan olabilmeyi denedim.
Geçmeyecekti.
Dinmeyecekti.
Daha iyi bir insan olmayacaktım.
Bir zamanlar İstanbul’un suç işlenen sokaklarında, işlenen suçlardan habersiz, zihnine oturmuş hayallere tutunarak ilerleyen o kızdım. Köşe başında müzik yaparak para kazanan öğrencilere cebimde kalan son parayı verir, saatleri önüme katarak eve yürüyerek giderdim. Metro istasyonlarında ellerinde peçete tomarlarıyla dikilen küçük çocukları görünce çok hüzünlenirdim, bazen cüzdanımdaki tüm parayı o çocukların avuçlarına bırakır, sonra oradan uzaklaşırdım ama bilmezdim, o bıraktığım para o çocuğun elinden alınır, çocuk itilip kakılırdı. Bana göre ben ona iyilik yapardım ama bu iyilik değildi. İyiliğin ne olduğunu, kötülüğün içine düştüğüm gün kavramaya başladım. Her gün biraz daha büyümüştü içimdeki karanlık, her gün içimde bir iyi duyguyu daha toprağa verir olmuştum.
Zaman, gözlerimin akına kanın rengini armağan etmişti.
“Yaren nasıl?” diye sorarken saçlarımın kokusunu içine çektiğini hissettim.
“İyi olacak,” dedim anılarımın içinde beni izleyen, bir zamanlar Yaren kadar korkan o küçük kızın, bana ait çocukluğun gözlerinin içine bakıp, Efken’e daha sıkı sarılırken.
İbrahim’in evine doğru yola çıktığımızda artık ortamda hiçbir kuvvetin altından kalkamayacağı ölümcül bir sessizlik vardı. Şafak, doğduğu gökyüzünde infaz edilmişti, tüm saatler akmayı durdurmuştu. Sonra şafak söktü ama gökyüzü ölüm mavisinden ileri gidemedi, saatler ilerlemedi.
Sürü bizi takip etti, arkalarında iz bırakmamak için her biri farklı bir koruluk seçti, her biri başka bir yoldan bizi izledi. Manbel’in kanatlarının gölgesi yeryüzüne düşüyor, Yaren buna inatla karşı çıksa da Manbel de bizi takip ediyordu.
Manbel’in gelmesinin zorundalık olduğunu Efken, Manbel’i kovduğunda ama Manbel, “Yaren uyanışını tamamlayana dek ondan uzak duramam, sık sık bayılıyor, bilinç yitiriyorsa bu bağımızın kopup durmasından,” dediğinde anlamıştım. Bu Manbel’in bizimle gelmesini kabul etmemiz için yeterli bir sebepti.
İbrahim’in evi koruluğun kalbine en yakın yerde, kıyısını nehre emanet etmiş dev ağaçların arasındaydı. Taş bir evdi, iki katlıydı ve büyük görünüyordu. Az sayıda öğrenciyi bünyesinde taşıyan, kapasitesi geniş, eski bir okula benziyordu. Hepimiz tüm güçlerini kaybetmiş savaşçılar gibi görünüyorduk evin önünde dikilirken. Efken, kocaman elini omzuma koyarak beni kendisine çekti. Taş bina, bir hayaletin teninden yayılan sislerin arasında ormanın eskittiği bir ruh gibi görünüyordu. Her yerde kar vardı, evin kenarındaki nehrin yüzeyinde bile parçalanmış buz kırıkları yüzüyordu.
Yaren, “Bizi burada bulamayacaklar mı?” diye sorduğunda, İbrahim ona doğru gidip, Efken’in varlığını önemsemeden Yaren’i kollarının arasına çekti. Ona güveni hissettirmek, korkuyu kalbinden yok edebilmek istiyor gibi görünüyordu. Efken tepki vermedi çünkü içten içe kız kardeşinin tam da bu adamın desteğine ihtiyacı olduğunu biliyordu.
“Burada her şey yolunda,” dedi İbrahim. “Rahatla.”
Beni kollarının arasında tutmaya devam etti. Sapphire ve Crystal’in gözleri üzerimdeydi ama bakışlarına karşılık vermedim. Efken, ağzını açıp tek kelime etmemişti, benimse kuracağım tüm cümleler dilimin altındaki bataklığa gömülmüştü.
“Bir süre burada güvende oluruz,” dedi İbrahim, gözlerini Sezgi’ye çevirdi. “Ama iz sürmelerini engelleyecek bir şeye ihtiyacımız var sanırım. Neticede bunlar bir cadı, bizi bir şekilde bulabilirler, değil mi?”
“Kadim büyüler yapıyorlar,” dedi Sezgi tedirgin bir sesle. “Bu benim yapabileceğim bir şey değil.”
“Onlar harekete geçmeden önce birkaç günümüz daha var bence,” dedi Efken, geldiğimizden beri ilk kez konuşuyordu. “Hallederiz.”
Manbel’in sesi birdenbire çıkınca, Yaren’in dik bakışları ona çevrildi. Kanatların katlanma sesinin hemen ardından, “Korunma büyülerinde iyiyimdir,” dedi, kendinden emin sesi beni umutla doldursa da Efken ona güvenmeyen gözlerle bakıyordu.
“Yeterince güçlü bir koruma yapabilir misin?” Bu soru İbrahim’den yükselmişti.
“Evet. Çok uzun süre idare edemez ama bir süre sizi saklar. Kadim büyüler güçlüdür, belli bir süreden sonra korumaları çürütüp yok edebilir. Kadim büyülere maruz kaldığımdan korunma yolları geliştirmeyi az da olsa öğrendim.”
“O zaman yapalım,” dedi İbrahim, Efken’in bakışları İbrahim’e çevrildiğinde, “Ne var, Efken?” diye sordu İbrahim ciddi bir sesle. “Şu an için başka çaremiz var mı? Yok.”
“Yaren,” dedi Efken, İbrahim’e dokundurmadan ânın içinde jilet gibi kayan gözlerini Yaren’e dikerek. “Bugün dinlenebildiğin kadar dinlen, yarın gün beyaza dönmeden, henüz şafak vaktinde derslere başlıyoruz.”
Yaren kekeleyerek, “Ne dersi?” diye sordu. Yaşadığı şoktan sonra, öğrendikleri yetmezmiş gibi şimdi yeni bir şeyle daha burun buruna bırakılıyordu.
“Onu başladığımız zaman göreceksin.” Efken, beni kendisine doğru çekerek eve doğru ilerlemeye başladı. Zamanın kalbi, durmuş olmasına rağmen arkasında bıraktığı korku alevlerini her yana ulaştırarak harlamaya devam ediyordu.
İbrahim’in büyük, ahşap kapıyı açmasıyla, tamamen taş duvarlarla örülü dar ve karanlık koridor gözlerimin önüne yıllar sonra açığa çıkmış bir sır misali serildi. İbrahim dar koridorda ilerlerken, “Bu eve uzun zamandır gelmiyorum,” dedi. “Normalde bir sitede oturuyorum.” Koridorun diğer ucundaki pencereden içeri ölüm mavisi ışık devriliyor, yere serilerek önümüzü aydınlatıyordu.
Koridorların duvarlarına yerleştirilmiş ahşap kapıların önlerinden geçerken kafamın içinde karıncalanıp duran düşüncelerin önüne geçemiyordum. Koridordan sağa sapınca kapısı olmayan bir salon karşıladı beni. Bu salonda neredeyse bir yatak büyülüğünde L bir koltuk, koltuğun karşısında çok da büyük olmayan bir televizyon ve televizyonu haznesinde bulunduran kitaplık şeklinde tasarlanmış bir TV ünitesi vardı. Ünitenin raflarına gelişigüzel, öylesine serpiştirilmiş kitapların üzerlerinde toz birikintileri vardı ama uzun süredir uğranmamış bir eve göre salon temizdi. Salonun tüm duvarları taştandı, televizyonun sağ köşesindeki duvar, yerini cama teslim ediyordu ve nehrin manzarası salonun içine doluşuyordu.
“Evde yeteri kadar oda var ama yeteri kadar eşya olduğunu söyleyemem,” dedi İbrahim, sesinin kıvrımlarında yorgunluk uzanıyordu. “Efken, siz üst kattaki odalardan birinde kalırsınız, Sezgi ve Ceyhun da üst katta kalır.” Gözleri etrafa yabani bakışlar atan Sapphire’a kaydı. “Sapphire, sen eğer burada bizimle olacaksa Crystal ile kal.”
Yaren, “Ben?” diye sorunca, İbrahim sırıttı.
“Aa resmen tek kaldı kızcağız, benimle mi kalsan? Korkarsın falan…”
“Ölmeye çalışıyorsun,” dedi Efken sabit bir sesle.
“Canımın padişahı, sadece ne kadar yüce gönüllü bir sultan olduğumu kanıtlamaya çalışıyordum, hepsi bu.”
Manbel, “Ben korumayı yapmak için civarda dolaşayım,” diyen Manbel’e çevrilen gözlerin tamamı soğuktu. Yaren’in ona dikkatle baktığını gördüm. Kızcağızın bu travmayı yaşayacak, hissettiklerini kusacak zamanı bile olmamıştı. Tüm bunlara rağmen sakinliğini koruyabiliyordu ama içinde kopan fırtınalardan herkes bihaberdi.
“Hatem, dışarıdaki sürüyü yerleştirebileceğim, yine bu ormanda olan bir ev daha var, orayı ardiye gibi kullanıyorum. Burası kadar büyük ama biraz bakıma ihtiyacı var. Eski de olsa iş görecek yatakları onlar için oraya taşırız.”
“Ben onların başında kalsam olur mu?” diye sordu Hatem hevesle.
“Birileri kabile şefi olmak istiyor herhâlde,” diye alay etti Efken ona yan gözle bakarak.
Hatem heyecanla başını sallayınca, İbrahim sırıtarak, “Seninle çocukları oraya yerleştiririz,” dedi.
“Teşekkürler, sırtlan.”
“Canım öyle demezsen sevinirim, sevgilimin önünde sırtlan diyorsun, hoş mu?”
“Ama sırtlansın.”
“Hayır, İbrahim’im ben.” İbrahim’in gözleri Ulaş’a çevrildi. “Ulaş, sen de gitme. Seni de gördüler, senin de peşine düşerler. Sen de benimle kalırsın.”
“Bir an bu koca dişli köpekle kalmamı istemenden öyle çok korktum ki,” dedi Ulaş ruh gibi bir suratla.
“Ben bir Gümüş Pençe’yim,” dedi Hatem sakinlikle. “Köpek şakalarını kaldırabilecek havamda değilim.”
“Köpek olman konusunda şaka yaptığımı düşünüyor olamazsın, basbayağı köpeksin.”
“Köpekler biri onların canını sıktığında ne yapar?”
Ulaş ruh gibi bir suratla Hatem’e baktı ve “Ne yapar?” diye sordu sessizce.
Hatem hiç beklenmedik bir anda sivri dişlerini göstererek hırlayınca Ulaş sertçe yutkundu, sıçramadı ya da irkilmedi ama yüzünün kar kadar beyazladığını gördüm. Hatem onun yanından geçip giderken, “Daha fazla can sıkıcı şaka yapmazsın,” diye fısıldayıp pis pis sırıttı.
“Kendi aranızda hırlaşmayın,” dedi İbrahim, sonra ekledi: “Mustafa Baba’ya ulaşmamız lazım. Bu sadece Manbel ile bitecek iş değil. O adam hepimizden daha çok ilime ve bilgiye sahip. Belki güç olarak değil ama bilgi olarak bu takımın kafasını oluşturmalı.”
İbrahim’i ilk defa böyle ciddi görüyordum. Sulu şakaları bir kenara bırakmış, saatlerdir ortamı toparlamak için çırpınıyormuş gibi görünüyordu. Bir bakıma haklıydı, çıkmaza girmiştik ve o çıkmazın zemini bataklıktı. Şimdi o bataklığın bizi usul usul içine çekerek karanlığa gömmesine izin veremezdik.
“O moruğun sürünün başında olması gerekirdi. Öyle konuşmuştuk. Ama gelmedi,” dedi Efken, gözlerimi çevirip ona baktığımda o da kafasını indirip bana baktı. Uçurum mavisi donuk gözlerinin gerilerinde parlayan şimşeklerin ışıklarını benden başkası görüyor muydu? Biri bu kadar yakınına gelip, tıpkı benim gibi gözlerinin içine bakarsa, eminim görürdü.
“Bir işi mi çıktı acaba?” diye sordum yavaşça.
“Umarım bir işi çıkmıştır. Aksini düşünmek istemem.”
“Aksini?”
“Bilmiyorum,” dedi Efken, ilk kez bilmediğini gözlerinde de bu kadar net gördüm.
“Dinlenelim mi?” diye fısıldadım, gözlerinde bu kez parıldayan şey anlayıştı. Başını aşağı yukarı salladı. Yanlarından geçip giderken tüm yorgunluğumu da olduğu yere bırakıp kendimden uzaklaşmak istiyordum. Adımlarım taş merdivenlere her düştüğünde, üzerime yeni bir düşünce devriliyor ve ben o düşüncenin karanlığında kalarak kendimi geride bırakmaya başlıyordum.
Efken’e o yıldırımların, ölüm getiren şimşeklerin ne olduğuyla ilgili tek bir soru dahi sormamışlardı. Belki sormaya korktukları için, belki de Efken’in ne kadar yorgun göründüğünü fark ettikleri içindi ama yine de sessizliklerinin sonu yeni sorulara gebe kalacaktı, bunu biliyordum. Sonunda neler olduğunu öğrenmek isteyeceklerdi. Korktuğum şeyin cadı saldırısından fazlası olduğunu öğrendiklerinde, benim korkumun katlarca fazlasını hissedeceklerdi.
Buzlarından arınan ay, hâlâ gökyüzündeydi, mavinin rengi daha da soluklaşıp koyulaşmıştı. Üst katın taş koridorunda ilerlediğim süre boyunca ayaklarımın yerde bıraktığı adımlarda beni var eden kelimeleri ören harfler tutuşuyordu. Odanın ahşap kapısının büyük, demir topuzunu tutup çevirerek odanın kapısını açtım. İçeriden hoş bir tütsü kokusu dışarıya doğru kollarını uzatıp, tenimin üzerinden kayıp geçerek koridora yayıldı. Omzumun üzerinden Efken’e, sonra da karanlığa gömülmekten kıl payı kurtulan koyu mavi odaya baktım.
Odada beyaz, demir bir karyola vardı. Çift kişilik karyolanın üzerindeki yatağı altında bırakan çarşafların rengi lacivertti, çarşafların saten olduğunu parıltılarından anlamak mümkündü. Odaya attığım ilk adımda gözüme çarpan ayrıntılardan biri taş duvara gömülmüş beyaz ahşaptan elbise dolabı olmuştu, dolabın kapaklarının ikisi de aynadandı. Tıpkı dolap gibi yatağın iki farklı kenarına yerleştirilmiş komodinlerin de rengi beyazdı, üzerlerinde gövdeleri ahşaptan abajurlar vardı. Taş duvarların ortasına oyulmuş pencerenin camları ahşap bir iskelet üzerinde sabit duruyordu, pencereyi örten beyaz tül perdelerdi ve bir duvar tıpkı salonda olduğu gibi komple camdan oluşuyordu.
Yatağın ucuna oturdum, üzerimdeki kıyafetler çarpmanın etkisiyle hasar almıştı, yer yer yırtıklarla doluydu ve bunu şimdi fark ediyordum. Siyah saçlarımın arasında solgun göründüğüne emin olduğum yüzümü kaldırıp, saçlarım şakaklarıma kadar yüzümü içine alırken Efken’e baktım.
Bir süre kapının önünde dikildi, sonra içeri girip ahşap kapıyı kapatarak odanın ortasına doğru yürüdü.
“Cadıların saldırmasını beklemiyordum.” Kelimeler ağzımın içinden kül dökülüyormuş gibi dökülmüştü.
Efken gözlerini cam duvara çevirip, karları parçalayarak içine alan ve hızla akmaya devam eden göle çevirdi.
“Kaçan iki cadı onlara senden bahsedecek. Seni araştırmaya başlayacaklar. Nemesis’in yarattığı mührü korumaya almalıyız ki kırıp Nemesis’in ne olduğunu, sendeki gücün özünü öğrenemesinler. Öğrenirlerse işler çıkmaza girecek, Efken.”
“Bir çaresini bulacağım. Hep buldum,” dedi, gözlerini kıstığını fark ettim, upuzun kirpikleri birbirleriyle temas etti, kaşlarının ortasındaki düşünce yarığını profilinden bile seçebilmek mümkündü.
Konuyu kapatmam gerektiğini, ne kadar yorgun göründüğünü fark ettiğimde anladım. Çarpmanın etkisiyle çürüyen ama acımayan, iyileşmeye başlamış sırtımı esnetip avuçlarımı yatağa bastırarak tavandan sarkan kristal avizeye baktım.
Onu konudan uzaklaştırmak için, “Ev güzelmiş,” diye fısıldadım. Gözlerinin bana kaydığını fark ettim. “İbrahim böyle bir eve sadece basketbol koçluğu yaparak nasıl sahip oldu?” Kafamı kaldırıp Efken’e baktım. “İstanbul’dan gelen biri, burada bu kadar çok şeye sahip olacak kadar çok parayı nasıl bulabilir ki?”
Efken derin bir nefes alıp bana doğru döndü, sonra bana doğru yürümeye başladı. “Senin geldiğin yerden geldiği ilk zamanlar beş parasızdı,” dedi, tıpkı benim gibi yatağın ucuna oturdu, derin bir nefes aldı; sesi ruh gibiydi. “Geldiği yerden olduğunu iddia ettiği bazı şeyleri çok büyük fiyatlara antikacılara, müzeye koymak isteyenlere sattı. İlk geldiği zamanlar onun hikâyesi antikacılar arasında çok popülerdi.”
“Neler sattı ki?”
“Üzerinde kule resmi olan bir çakmağı, hoş bir imza taşıyan sigara tabakasını, birçok parçayı. Antikacılar bunların uzayda bulunan parçalar kadar değerli olduğunu savunuyordu.” Güldü. “Bana göre deli saçmasıydı. İbrahim’in tedavi görmesi gerektiğini düşünüyordum.”
“Atatürk imzası,” diye fısıldadım.
“Hım?” Bana merakla bakınca gülümsedim.
“Başkomutanımızın imzası,” dedim. “Büyük liderimizin.”
“Bir komutanınız mı vardı?”
“Evet,” diye fısıldadım. “Eğer şu an başımızda o olsaydı, emin ol savaşı başlamadan kazanmış olurduk.”
“Ona çok güveniyor olmalısın.”
“Ona tüm dünya güveniyor.” Gözlerimi ellerime indirdim. “Senin tanımanı çok isterdim.”
“Merak ettim. Senin gibi ben de onu görmek isterdim.”
“Ben onu yalnızca fotoğraflarından biliyorum,” diye mırıldandığımda bana garip garip baktı. “O ben daha bu dünyada değilken sonsuzluğa ulaşmış. Bedenen yanımızdan ayrılsa da hep bizimle, biliyoruz.” Gözlerimi ellerimde gezdirirken yutkundum. “Düşüncelerimizde ve kalbimizde yaşıyor.”
“Yıllar önce kaybettiğiniz bir adamı hâlâ böyle derin bir sevgiyle anıyorsanız, o adam her şeyi başarmış demektir.” Başını yavaşça salladı. “Onu tanımadan sevdim. Tıpkı senin onu sevdiğin gibi, görmeden sevdim.”
Dişlerimi göstererek gülümsedim. Gözleri dişlerime kaydı, dudaklar serseri bir kıvrımla yukarı çekildiğinde, “Bir daha hiç böyle gülümsemeyeceksin sanmıştım,” dedi açıkça. “Seni gülümsettiği için, onu daha çok sevdim şu an.”
“Uykum var,” diye mırıldandım.
“Biliyorum,” dedi. “Gel.”
Yavaşça ona sokulup, kollarının arasına girdikten sonra yanağımı göğsüne bastırdım. Parmaklarım sırtına kaydı, ruhumu taşıyan derisinde dolanmaya başlayan parmaklarımın ucuna kimsenin görmediği yaraları bulaştı. Kirpiklerim gözlerim ağır geldi, gözlerim kapandı, parmaklarımdan ılık ılık akan hissin onun görünmez yaralarının üzerini usulca kapatmaya başladığını hissettim.
“Bazen senin bildiğin şeylerin hiçbirini bilmemek bana arafta kalmışım gibi hissettiriyor,” dediğinde parmaklarım göğsünde asılı durdu, gözlerimi aralayıp boşluğa baktım. “Hiç senin dünyana ait olmamışım, kendi dünyamda bile bir yabancıymışım gibi.”
“Sonuçta okuduğum kitapların çoğunu anonim kimliğiyle de olsa okumuşsun,” diye fısıldadım. “Benim anonim olarak okuduğum kitapların ise kime ait olduklarını bilerek okumuşsun. Aynı filmleri farklı oyunculardan izlemişiz…”
Bu onu tatmin etmemiş gibi yutkundu. “Bahsettiğim bu değildi. Nasıl bir yerden geldiğini bilmek isterdim.”
Boğazımdaki ağrıyla yutkundum. “Bu çok mu kötü?”
“Bu bir azap.”
Yanağımı göğsüne bastırıp, “Yanındayım,” diye fısıldadım, sesim görünürde olmayan ama derinlerime sinmiş yaralarımın kalkmış kabuğu gibiydi.
Kafamı kaldırdım, gözlerini indirmiş bana bakarken yakaladım onu. Bakışları tutunduğum sağlam bir dal gibiydi.
Gülümsedim, güçlükle gülümsedi.
Uçurum mavisi gözlerinde kaybolmaya başlayan benliğim sakinleşmişti. Sonra birden yelkovan bir adım atarak saatin içinde hareket etti, duraksadım; gözlerim duvarda asılı duran saate kaydı. Yelkovan bir adım daha attı ve zaman akmaya başladı.
Gözlerim gözlerine tutundu. Gözlerinin mavisinin aniden göz bebeğindeki siyahın pençesiyle dağılarak tüm göz boşluğuna yayıldığını görünce irkildim. Parmaklarım benim bilincim dışında sertçe omuzlarına saplandı. Efken’in gözlerine dağılan mavi ve siyah, iki farklı renkteki mürekkep gibi gözlerinin akını bile boyadığında gözlerimi ondan kaçırdım.
“Ne oldu?” diye sordu yakıcı sesiyle.
“Uyuyalım artık,” dedim yanağımı yeniden göğsüne bastırırken. “Çok yorgunum, Yıkım Getiren.”
Bir süre sustu, sonra beni yavaşça yatağa yatırıp kollarının arasına çekti. Kar taneleri gökyüzünden döne döne yeryüzüne düşmeye başladığında nefesim onun tenine dökülerek bana geri çarpıyor, yüzüm nefesimin sıcaklığıyla yıkanırken gözlerim uyku için inliyordu.
“Böyle rahat edemezsin, fıstığım,” dediğinde beni yavaşça çevirip, göğsünü sırtıma yaslamıştı. Nefesi tenime su gibi akmaya başladı. Gözlerim uykudan sıyrılarak aralandı, Efken’in avucu saçlarıma dokunup, alnım hizasından başlayarak saçlarımı okşamaya başladığında gözlerimi yeniden yumdum.
Onun uyumadığını biliyordum, ben ise dokunuşlarının sarmaşığında ölü bulundum.
🎧: Alexa Ray, Father Can You Hear Me